DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
533
12 Ağustos 2015 2 TL. sosyalistisci.org
ÖLÜMLERİ DURDURUN!
ÖNCE BARIŞ SAVAŞ DEĞİL ÇÖZÜM İSTİYORUZ
2
GÜNDEM
SAVCI ZEKERİYA ÖZ: YOLSUZLUKLARI SORUŞTURDUĞU İÇİN CEZALANDIRILDI DEVLETİ MEŞRULAŞTIRANLAR Kürt sorununda yeniden savaş iklimi hakim hale geldi. Savaş başlayınca, devlet güzellemesi yapanlar, devlet aklayıcıları yüksek sesle görev almaya başladılar. Vakti zamanında ordunun darbe yapma ihimaline, cunta girişimlerine karşı olanların, aslında devletlerine ne kadar tutkuyla bağlı oldukları da böylece açığa çıkmış oldu. Bu gibiler, ordunun yapılanmasına değil, sadece AKP iktidarını yerinden etmesi ihtmaline karşıydılar. Bunu biliyorduk. Biliyorduk ama devleti bu kadar sevdiklerini muhtemelen kendileri bile bilmiyordu. Aralarında kimler yok ki! Irkçılığa karşı kampanyalarda şanına şan katanlar, darbelere karşı kampanyalarla gazeteci olanlar, sesi çıkan, sözü dinlenir hale gelenler, nefret söylemiyle ve suçlarıyla ilgili yasal mevzuata sahip olmamız gerektiğini düşünenler, başörtüsü mağdurları, darbeciler tarafından askerlikten atılananlar, insan hakları aktivistleri... Şimdi elbirliğiyle devlet şiddetini meşrulaştırmakla meşguller. Bu nedenle, bir iki hatırlatma yapmakta fayda var. Öncelikle, devlet, ne kadar reforme etmeye çalışılırsa çalışılsın, bir şiddet aracıdır. Reforme etmeye çalıştığımız yanını da zaten devletin bu özündeki şiddet öğesi oluşturur. Biz reforme etmeye çalışırız ama bir yandan da biliriz ki doğası şiddeti kurrumsallaştırmak olan bir aygıt reforme edilemez. Devlet, cebinde resmi olarak silah taşıma hakkına sahip olduğu için başka insanları öldürme hakkını elinde tutanların aygıtıdır. Bir çok örgütün içinde karmaşık olarak bir araya geldiği bir örgüttür. Bütün birimleriyle ordu, bütün birimleriyle polis, bütün birimleriyle istihbarat, bütün birimleriyle yargı, bütün birimleriyle bürokrasi ve bütün bu birimlerin çelişkileri, soysuzluğu, yasa tanımazlıkları, kendi yasalarına uymama yönündek içsel dinamik devlet denilen yapının temeli. Bu yapı, biz her ne kadar yoksulların da yararına çalışsın diye taleplerde bulunsak da yer çekimi nedeniyle havaya atılan bir cismin yere düşmek zorunda olması gibi egemen sınıfa, zenginlere hizmet etmek zorunda olan bir aygıttır. Bu aygıtın şiddetine karşı şiddet uygulanmasına ilkesel itirazlarınız olabilir. Bu yöntemin çözüm sağlayan bir yöntem olmadığını düşünebilirsiniz. Bu yöntemi beğenmeyebilirsiniz. Ama devlet güzellemesi yapamazsanız. Devlet şiddet uyguladığı her seferinde sorumluyu bir yerlerde arayıp, bulup, her nedense çarmıha germeniz artık sıkıcı hale geldi. Bu devlet, derini ve legal bütün yapılarıyla, Kürtlere savaş açmış vaziyette. Bu, üstelik bu devletin açtığı ilk savaş da değil. Modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş öyküsü de her bir evresi de şiddetle örülmüş durumda. Bugün bu devleti kontrol ettiğini düşünenleri çok seviyor olabilirsiniz. Ama unutmayın, kadın cinayetlerinden bu cinayetlerin mahkemelerine, soykırımdan soykırımın inkarına, maden kazalarından madenci yakınlarının başbakanlarca dövülmesine, yazı yazdığı için hapse tıkılan aktivistlere, eylemlerde polis tarafından öldürülen gençlere, darbelere, hırsızlık yapanların kollanmasına, gösteri hakkının şiddetle bastırılmasına, grev hakkının yasaklanmasına, sendikacıların joplanmasına kadar, kamu gücü, özetle devlet şiddeti her yerde. Önce bu şiddeti durdurmak için iki laf etmeyip meşrulaştıranların, bu şiddete tepki olarak türeyen diğer şiddet eylemlerini yerin dibine batırma girişimleri, her girişim sahibini devletinin yanında bir aslan parçası haline getirir. Burada demokratlıktan geriye kalan ise cıvık cıvık bir sağcılıktır.
12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 adet el bombasının yakalanmasıyla başlayan Ergenekon davasının savcısı Zekeriya Öz hakkında yakalama kararı çıktı. Öz’ün yakalama fezlekesinde, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak”, “Cebir, şiddet kullanarak Türk Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya, görevlerini yapmasına kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” ettiği iddia ediliyor. Bunların doğru olmadığını biliyoruz. Erdoğan’ın yıllar önce savunduğu, “Savcıya dokunmayın” diyerek koruduğu Zekeriya Öz’ün ipinin çekilmesinin nedeni, 17-25 Aralık yolsuzluk dosyalarını takip eden savcılar arasında olması. Hükümet ve Erdoğan, yolsuzluk dosyalarının kumpas olduğunu kanıtlamak için bir kumpas çetesinin var olduğunu kanıtlamak zorundaydı. Bu nedenle Ergenekon ve Balyoz davalarının kumpas davalar olduğu iddiası ortaya atıldı. Bütün Ergenekoncular ve Balyozcular serbest bırakılırken yolsuzluk davalarını gündeme getiren savcılar teker teker görevden ihraç edildi.
Koltuğunu korumak için generallerle anlaşan Erdoğan, Ergenekon-Balyoz davalarını düşürdü.
Zekeriya Öz, Kürt hareketine düşman. Bu Öz’ün önemli bir kusuru. Öz’ün daha önemli kusuru ise, darbe davalarını insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına sokmaması ve sadece hükümeti devirme kaspamında ele almasıydı.
sı gerçek olsa da Ergenekon ve Balyoz davaları kumpas değil, derin devlet yapılanmasının ve darbecilerin yargılanma sürecidir. Derin devlete karşı yasal açıdan bir ilk giriş adımıdır.
Davaların özensizliği, giderek bir torba davaya dönüşmesi, davalar sırasında haksız yargılamaların yapılma-
Gürcistan’a kaçan Zekeriya Öz’ün tutuklanma kararı, bu uzlaşma eğiliminin zirve noktasıdır.
KAMP ARMEN DİRENİYOR
100. YILDA 100. GÜN! Kamp Armen direnişi 100 gündür sürüyor. Direnişçiler, Kamp Armen’in tapusu iade edilene kadar mücadeleye devam edecekler. Kamp Armen direnişi hem 100 yıllık Ermeni soykırımını açığa seriyor hem de bildiğimiz Türkiye’nin Ermeni soykırımı üzerinde yükselen toplumsal ve ekonomik yapısını teşhir ediyor.
KATİL RUHLU PROFESÖR m Arel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde görevli olan, ‘profesör’ ünvanlı öğretim üyesi Ahmet Atilla Şentürk, sosyal medyadan “Her şehide karşılık, bir HDP’li vekilin indirilmesini” önerdi. İki buçuk yıldır süren çözüm sürecinin bozulması ve yeniden savaş ikliminin başlaması, sürece kinle yaklaşan ırkçı, Kürt düşmanı ve katil ruhluların pervasızca konuşmasına neden oldu.
Çözüm süreci Prof. ön ekli bu tür ırkçıları sessizliğe ittiği için bile çok değerli bir süreçtir. Atilla Şentürk hakkında Arel Üniversitesi soruşturma açtı. Soruşturma sonuçlanana kadar okulla ilişkisi kesilmiş durumda. Ama bu karar yetmez. A.Atilla Şentürk’ün eğitim ve öğretimle ilişkisi derhal kesilmelidir. HDP’li vekilleri hedef gösterdiği için hakkında derhal işlem başlatılmalıdır.
AKP yolsuzluklarını aklamak için Ergenekonla uzlaştı.
GÜNDEM
KOALİSYON GÖRÜŞMELERİ UZATILIYOR
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÖLÜMLERİ DURDURALIM On beş gün içinde sert bir savaşın içine yuvarlandık. Her gün ölüm haberleri geliyor. Bu durum, çözüm sürecinin hem ne kadar önemli olduğunu hem de ne kadar zayıf temellerde ilerlediğini gösteriyor. Çözüm süreci başladığında, toplumun büyük çoğunluğu ve DSİP gibi partiler, süreci coşkuyla karşıladılar. Akan kanın durması, her gün asker ya da gerilla genç insanların ölmesine son verilmesi bile başlı başına çok önemliydi çünkü. O günlerde bir koro belirdi hemen, çözüm sürecine karşı çıkan bir koroydu bu. MHP, bu koronun sağ cenahtan sözcülüğünü yaptı. Bu doğaldı, MHP’den de barışı savunmasını beklemeye gerek yoktu zaten ama koronun insanı tedirgin eden cephesi, kamuoyunda solcu ve demokrat bilinenlerin açıklamalarının geldiği cepheydi.
CHP, AKP ile koalisyon kurmak için her yola başvuruyor.
7 Haziran seçimlerinde AKP hükümeti düştü. Seçimlerden bir süre sonra, sanki seçim yenilgisi yaşamamış ve yüzde 9 civarında oy kaybetmemiş gibi hükümet olmaya devam etti. Erdoğan, Davutoğlu’na hükümet kurma görevini verme sürecini geciktirdikçe geciktirdi. Teamüller gereği Davutoğlu görevi alınca en çok oy alan ikinci partiyle koalisyon görüşmelerini başlattı. Uzun süredir devam eden görüşmelerde bir doygunluğa ulaşıldı. AKP ve CHP heyetlerinin görüşmelerinin ardından Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu dört saatten fazla görüştüler. Görüşmeden sonra yapılan açıklamalar, önümüzdeki günlerde bir görüşme daha yapılacağına işaret ediyor. Görüşmelerin uzaması hem Erdoğan’ın hem de Davutoğlu’nun işine geliyor. Görüşmeler uzadıkça AKP geçici değil de seçimlerden hükümet olma hakkını elde ederek çıkmış bir hükümet partisi gibi davranma eğilimini daha da belirgin hale getiriyor. Birisi
sahte iki cephede birden savaş açmış ve ABD’nin IŞİD karşıtı koalisyonunun parçası olmuş durumda. Kürt sorununda çözüm sürecini rafa kaldırdı. Ortalık kan gölüne döndü. Seçim döneminde gündemde olan yolsuzluklar, “Saray’dan hesap sorma” iddiaları unutturuldu. Çatışma haberleri ve kaotik durum gündemin en tepesinde. Her gün ölüm haberleri geliyor. Görüşmelerin uzaması, hükümet kurulamaması Erdoğan ve AKP liderliğinin işine geliyor. Bu görüşme trafiğine ve uzatma taktiklerine derhal son verilmeli. Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinin ardından iki partiden de “Bu kadar zıt görüşlere” sahip iki partinin uzlaşmasının zor olduğu, dolayısıyla görüşmelerin uzamasının doğal olduğu yönünde açıklamalar yapıldı. Bu bir yalan! İki partinin elbette bir-
HAFTANIN IRKÇISI HAKKARİ’DEKİ ÖZEL HAREKÂTÇI Sosyal medyada yayınlanan bir videoda, Hakkâri’de yere yatırdığı Kürt gençlerine “bu devlet size ne yaptı?” diye bağıran ve “Türk’ün gücünü göreceksiniz!” diye tehditler savuran bir özel harekat polisi amirinin görüntüleri yayınlandı.
birinden farklı yanları, farklı toplumsal tabanları ve ideolojileri var ama güncel politikada iki parti çok açık bir şekilde uzlaşıyor. “Teröre karşı savaş” konusunda, ABD’yle IŞİD karşıtı koalisyon konusunda, yolsuzlukların unutulması konusunda AKP ve CHP çoktandır koalisyon halindeler. Bir yandan koalisyon görüşmelerinin uzatılmasına ve devrik AKP’nin hükümet gibi davranmasına karşı çıkmamız gerekiyor. Bir yandan da Kürt sorununda çözümü koalisyonun ilk maddesi haline getirmeyen hiçbir hükümet modelinin bizleri ilgilendirmediğini açıklamaya devam etmemiz gerekiyor. AKP-CHP koalisyonu, büyük sermaye tarafından büyük uzlaşma olarak adlandırılıyor. Bu koalisyonunun demokratik bir uzlaşma haline gelmesinin tek yolu savaş politikalarına derhal son vereceğini ilan etmesidir. Yoksa, büyük sermayenin savaş koalisyonundan ne uzlaşma, ne demokrasi ne de barış çıkar.
Devlet 1930’lı yıllardan beri katliamlarla on binlerce Kürt vatandaşı öldürdü, varlığını yok saydı, sürgünlere gönderdi. 80’li yıllarda Diyarbakır zindanlarında insanlık dışı her türlü işkenceyi uyguladı. 90’lı yıllarda Kürdistan’a topyekûn savaş açtı, yüzlerce köyü yakıp yıktı, binlerce insanı öldürdü, doğayı tahrip etti, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koydu. Kürt halkının iradesi sonucu başlayan barış görüşmeleri, Erdoğan tarafından masanın devrilmesiyle belirsizliğe sürüklendi. Hemen ardından da Kürt savunma bölgelerine ve yerleşimlerine havadan ve karadan saldırılar başlatıldı. 90’lı yılları aratmayacak şekilde, ırkçı özel tim polisleri yine terör estirmeye ve halkı katletmeye başladılar Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde Kürtlere duyduğu nefreti kusan özel harekât polisi, billurlaşmış ırkçılığıyla haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
Bu cenah, “AKP’yle barış mı olur?” diye çıkışıp, “Demokrasi olmadan çözüm mü olur?” diye devam ediyordu. Sürecin AKP’ye güç verdiğinden tutun da bunun emperyalist bir proje olduğunu savunanına kadar, medayada tuttukları konum nedeniye sesi çok çıkan bu çevreler, sürecin sol tarafından coşkuyla sahiplenilmesinin önüne set çekmeyi başardılar. Şimdi memnunlardır sanırım! Süreç bozuldu. Bütün iddiaları boşa çıktı ama bu önemli değil bu insanlar açısından. İlk iddiaları sürecin AKP’nin işine yarayacağıydı. Çok açık bir şekilde, tam tersi doğru çıktı, süreç HDP’nin işine yaradı. AKP’nin devrildi devrilecek olduğunu ve üstteki iddiayla çelişkili bir şekilde sürecin AKP’ye Kürt desteği vermesiyle bunu engellediğini iddia edenler de, Kürt sorununda yaşananları anlamaktan uzak olduklarını ortaya çıkarttılar. Öncelikle AKP öyle devrildi devrilecek bir durumda değil. AKP ancak tabanı özgürlükçü bir muhalefet tarafından kazanılabilirse geriletilebilir. Yüzde 9 oy kaybetse ve hükümetten düşse de AKP milyonlarca insandan oy alan parti. Kaldı ki bir savaş ortamı, iktidar partisinin devrilmesine neden olur diye bir siyaset kaidesi yok. Tersine, seçim sürecinde AKP’ye milliyetçi esaslarla karşı çıkanlar Erdoğan Kürtlere savaş ilan eder etmez Erdoğan destekçisi durumuna evrildiler. Bir kaç haftadır savaşın ne kadar berbat, tehlikeli, trajik bir süreç olduğunu gördük. Şimdi ilk işimiz savaşı, ölümleri durdurmak olmalı. Çözüm sürecinin hemen başlaması için tek bir saniye kaybetmeden mücadele etmeliyiz. Bu sefer “Süreç şöyle, böyle” diyen hiç kimseye prim vermememiz gerekiyor. “Barışın kaybedeni olmaz” diyerek aralıksız barış savunusu yapmamız gerekiyor.
4
DÜNYA
EMPERYALİZMİN REKABETİ BÜYÜYOR Geçtiğimiz hafta ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Katar’a giderek burada Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin dışişleri bakanları ile bir araya geldi. Toplantının ana gündem maddesi, İran ile P5+1 ülkeleri arasında imzalanan anlaşma ve bu anlaşmanın bölgedeki siyasi dengeler bakımından sonuçlarıydı. Ayrıca Suriye ve Yemen’de devam eden çatışmalar da zirvede görüşüldü. Toplantıya ayrıca Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da katıldı. Kerry, toplantının ardından yapılan basın açıklamasında ABD ve Körfez ülkelerinin “bölgedeki istikrarsızlığa ‘karşı hamle’ yapmaya hazırlandıklarını” söyledi. Ayrıca toplantıda füze savunma sistemleri ve silah ticareti konularının da gündeme geldiğini söyledi. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise Suriye ve Irak’ta gerçek tehdit olarak IŞİD’i gördüklerini ve bu yüzden Irak ve Suriye’deki rejimlerin yıkılmasına karşı çıktıklarını söyledi.
Otradoğu’da kartlar yeniden dağılırken Günümüzde emperyalist güçlerin gündemini belirleyen üç gündemden (diğer ikisi Çin’in büyümesi ve Ukrayna krizi) birisi Orta Doğu. Arap devrimlerinin yenilgisi ve Suriye’de krizin derinleşmesiyle birlikte kartların yeniden karıldığı bir dönemde herkes bölgede belirleyici güç olmaya çalışıyor. İran ile yapılan nükleer anlaşma da aslında ne bölgeye ne de dünyaya barış getirmekle, dünyayı nükleer silahlardan arındırmakla değil tam da bölgesel ittifaklarla ilgili.
Ortadoğu’da silah ticareti Böylece emperyalist rekabetin ayrılmaz bir parçası olan militarist rekabet de giderek artıyor. Nükleer silah konusunda Batı ve İran arasında sağlanan anlaşmanın ardından Rusya İran’a 11-13 milyar dolarlık silah satmaya hazırlanıyor. Ayrıca Rusya, BM’nin kabul ettiği Uluslararası Silah Ticareti Anlaşmasını imzalamayacağını da açıklamış bulunuyor. Suudi Arabistan ve Katar’ın Yemen’de açık, Suriye ve Irak’ta “örtülü operasyonlara” girişmiş olması da bölgeyi silah deposu haline getirmeye yetiyor. Bölgedeki en büyük silah deposu ise açık arayla Suudi Arabistan. Suudi Arabistan’ın silahlanma harcaması 2014 yılında 81 milyar KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
ABD’DE POLİS TERÖRÜ Cumartesi 10 Ocak - 20 Ocak Salı - 1 Şubat Salı 18 Şubat Çarşamba - 28 Mart Cumartesi - 1 Mayıs Cuma - 9 Mayıs Cumartesi - 18 Mayıs Pazartesi - 24 Mayıs Cuma Bu tarihlerin özelliği ne olabilir? Hayır, hiçbiri bir dini ya da milli günü ifade etmiyor. Bunlar ABD polisinin bu yıl içinde hiç kimseyi öldürmediği günler. Haberin kaynağı Haziran 2015 tarihine ait, dolayısıyla o günden bu yana günlerin sayısı artmış olabilir ancak artmamış olma ihtimali daha yüksek gibi görünüyor. Son olarak ABD, Güney Carolina’da yaşayan 19 yaşındaki Zachary Hammond arabasında dondurma yerken polis tarafından vurularak öldürüldü. Hammond’un ölümü kayıtlara ‘intihar’ olarak geçti. ABD’de 2015 yılı başından beri 705 kişi, son bir ay içinde ise 103 kişi polis tarafından vurularak öldürüldü. Bunların yüzde 25’i siyahlardan oluşuyordu. Yani ABD’de ortalama her ay 88, her gün ise yaklaşık 3 kişi polis tarafından öldürülüyor. ABD’de polis terörü o kadar yaygın ve kaygı verici boyutlardaki bunu izleyen
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Katar’da körfez ülkeleri dışişleri bakanlarıyla bir araya gelmesine Rusya tepki gösterdi.
dolara ulaştı (aynı kaynaklara göre Türkiye’nin 21 milyar dolar). Bu, bir önceki yıla göre %54’lük bir artışa denk geliyor. Böylece Silahlanma yarışında ABD, Çin ve Rusya’nın hemen ardından gelen Suudi Arabistan; Fransa, İngiltere ve Almanya’yı da geride bırakmış oldu. Suudi Arabistan’ın en çok silah aldığı ülkelerin başında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Kanada ve Çin geliyor. ABD, bölgeye 8.4 milyar dolarlık silah satarak tüm zamanların rekorunu kırmış bulunuyor.
Eğit-donat fiyaskosu Bölgede gerginlik unsuru olan bir diğer konu da ABD’nin planladığı, Türkiye’nin büyük bir hevesle sarıldığı eğit-donat projesinde yaşanan fiyasko. ABD başkanı Obama geçen sene eğit-donat projesi kapsamında 5 bin savaşçının eğitilerek Suriye’ye gönderileceğini söylemişti. Ancak bu yıl altı ay içinde sadece 60 savaşçı eğitildi. Ayrıca Türkiye’de ABD tarafından IŞİD’e karşı savaşması için silahlandırılıp eğitilen Suriyeli muhaliflerden Suriye’ye giren ilk grup büyük bir web sitesi bile hazırlanmış. Merak edenler killedbypolice.net sitesinden istatistikleri ve bu konuda çıkan haberleri izleyebilirler. Guardian’ın Amerikalı polislerin neden olduğu bütün ölümleri takip eden “The Counted” özelliğine göre, Afrikan-Amerikanlar (milyonda 3.45) ve Hispanikler (milyonda 1.46), beyazlara nazaran (milyonda 1.2) daha çok öldürülme riskine sahip. Hepimiz Ferguson’da Micheal Brown adlı 18 yaşındaki siyah gencin polis tarafından öldürülmesinin ardından yaşanan öfke patlamasını hatırlıyoruz. ABD, son derece militer ve kendi vatandaşlarına yönelik olarak da kolaylıkla şiddet kullanabilen bir devlet. Çoğu zaman bu cinayetleri işleyen polislerin isimleri saklanıyor ya da bu cinayetler son olarak Zachary Hammond’un öldürülmesinde olduğu gibi kayıtlara ‘intihar’ olarak geçiyor. ABD, bir yandan tüm dünyaya özgürlük ve demokrasi dersleri verirken diğer yandan kendi vatandaşlarını kolaylıkla öldürüyor ve bundan dolayı kimseye caydırıcı cezalar verilmiyor. Tıpkı Orta Doğu başta olmak üzere her yere barış ve demokrasi götüreceğini iddia ederken gittiği her yerde ardında kaos ve ölümden başka bir şey bırakmaması gibi. ABD, teröre karşı mücadele etmek istiyorsa önce kendi ülkesindeki polis teröründen başlamalı.
bir başarısızlığa uğradı. 12 Temmuz’da ülkeye giren 54 kişilik eğit-donat grubunun bir bölümü iki hafta içinde IŞİD’e karşı tek kurşun atmaya fırsat bulamadan bir başka cihatçı örgüt Nusra tarafından ya kaçırıldı ya da öldürüldü. Geri kalanlar ise Kürtlere sığınmak zorunda kaldı. Yaşanan bu gelişmeler; ABD’nin 600 milyon dolarlık programının çöpe gittiği yönündeki eleştirileri de beraberinde getirdi. Washington’un aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkeleriyle işbirliğine giderek yürüttüğü eğit-donat programı kapsamında eğitilen Suriyeli muhalif Yüzbaşı Ammar El Wawi de projeyi çok sert eleştirdi. El Wawi, 30. Bölük olarak bilinen ve eğit-donat programına alındıktan sonra Suriye’deki çatışmalara giren birliklerin ABD tarafından ‘yüz üstü bırakıldığını’ söyledi.
ABD’NİN F-16’LARI İNCİRLİK ÜSSÜ’NDE ABD’nin NATO temsilciliği yaptığı açıklamada ABD Hava Kuvvetleri’ne ait 6 F-16 savaş uçağının ‘IŞİD’e karşı savaşa destek vermek’ üzere İncirlik üssüne gittiğini söyledi. Aynı açıklamada bu uçaklar hakkında ‘İncirlik’te konuşlanacak ABD uçaklarının ilk bölümü’ ifadesi kullanılıyor ancak üsse toplamda kaç uçağın geleceği hakkında bilgi verilmiyor ancak bu operasyonlara katılmak üzere yaklaşık 30 ABD uçağının İncirlik Üssü’ne geleceği tahmin ediliyor. Geçtiğimiz hafta yine İncirlik Üssü’nden kalkan insansız hava uçakları ilk kez IŞİD’i Rakka’da bombalamıştı. Operasyonun ardından Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “Yakında kapsamlı mücadeleyi başlatmış olacağız” açıklamasını yapmıştı.
İncirlik Üssü, Türkiye’nin operasyonların bir parçası olmayı kabul etmesiyle birlikte ABD’nin IŞİD’e karşı mücadelede kullanımına açılmıştı. Bugüne kadar ABD’nin önderliğinde kurulan koalisyonun IŞİD’e karşı bölgede operasyonlar düzenlemeye başlamasının üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre zarfında yaklaşık 6 bin hava saldırısı yapan koalisyon uçakları, Irak ve Suriye’deki IŞİD hedeflerine 17 bin bomba bıraktı. Bu operasyonlar sonucunda yaklaşık 500 sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. İncirlik Üssü’nden havalanan uçaklar da Suriye’de daha fazla sivilin ölmesine neden olmaktan, ABD’nin bölgedeki etkinliğini artırmaktan ve Türkiye’yi hedef haline getirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
RÖPORTAJ
5
“IRKÇILIĞA MARUZ KALANLARIN İŞ PİYASASINDAKİ ROLÜ UCUZ EMEK GÜCÜ OLMAKTIR” Felsefelogos dergisi yayın yönetmeni Sinan Özbek ile günümüzdeki ırkçılık üzerine konuştuk Genel olarak ırkçılığın kökenleri nerede, hangi toplumsal çelişkilerde şekilleniyor ve ırkçılıkla milliyetçilik arasında kökenleri açısından nasıl bir ilişki var? Sinan Özbek: Çok yalın bir ifadeyle söyleyeyim, ırkçılığın kökeninde sömürgecilik vardır. Kimi yazarlar tarihin derinliklerinde, antikçağlarda ırkçılık görmeye çalışsa da bu yerinde bir yaklaşım değildir. Irkçılık sömürgecilik döneminin başat ideolojisidir. Beyaz adamın işgal eylemine eşlik eden ideolojidir. Irkçı ideoloji, yerli halkların “aşağı” ve “gelişmemiş” olduğunu söyler ve bu nitelemelere bir de “yozlaşmışlık” eklenir. Dikkat edilirse bu sonuncu ahlaki bir yüklem de taşır. Böylelikle beyaz adamın yerlilerin topraklarına yerleşmesinin ve işgalin meşrulaştırılması sağlanır. Plantaj aristokrasisinin ideolojisi olarak ırkçılık, kapitalizm içinde köle emeği kullanmayı açıklamayı başarır. Zira kapitalizm köle emeği üzerinde yükselen bir sistem değildir. Bu söylediğim hali ırkçılığın tarihsel kökenine ilişkindir. Buradan hareketle hemen ırkçılıkla kapitalizm arasındaki bağı görmek mümkündür. Çağımızda ırkçılık daha çok yabancı işçi, göçmen işçi üzerinden işler. Emek gücünün fiyatının daha aşağı çekilmesini sağlamanın kaldıracı olur. Sermayenin terkibinde, değişken sermaye giderlerini sabit sermaye karşısında daha ucuza getirerek, kapitalizm için özsel bir işlev üstlenir. Şimdi bu söylediklerimin milliyetçilik olmadığı açık. Milliyetçilik temel olarak ulus devlet inşa etmenin ideolojisidir. Bir teritoryumu bir milletin vatanı haline getirme işini üstlenmiştir. Milli sınırlar dışındaki insanlara yönelmiş bir ideolojidir. Geniş kitleleri savaşa teşvik edebilmenin kaldıracı olur. Şimdi iki ideoloji arasında asıl ortak nokta, kapitalist üretim sistemi içinde ortaya çıkmalarıdır ve de egemen sınıfın egemenliğini sürdürebilmesinin başat görüşleri olmalarıdır. Ama bu aynı ideoloji oldukları anlamına gelmez. Milliyetçilik ve ırkçılık, kapitalizmin farklı sorunlarını aşmak için işlev yüklenen farklı iki ideolojidir. Türkiye’de ırkçılık devlet tarafından nasıl ele alınıyor? Irkçılığın devletle ilişkisi nasıl kuruluyor? Sinan Özbek: Ben Türkiye’de ırkçı ideolojinin şekillenmesinin gelişmiş kapitalist ülkelerden farklı olduğunu düşünürüm. Nasıl ki Türkiye’de kapitalist ekonomi devlet eliyle geliştirilmişse, yani bir tür devlet kapitalizmi olarak inkişaf etmişse, tıpkı bunun gibi ırkçılık da devlet eliyle geliştirilmiştir. Daha net söylemek gerekirse Türkiye’de ırkçılık bir devlet ırkçılığı şeklinde gelişmiştir. Bu devlet ırkçılığını, Foucault’nun tanımladığı anlamda öldürme hakkını geri alma girişimi olarak tanımlamıyorum. Çok net olarak devlet eliyle inşa edilen bir ırkçılıktan söz ediyorum. Bu ırkçılık temel olarak Müslüman Türk bir burjuva sınıfı yaratmaya eşlik ediyor. Gayri Müslim halkların sermayelerinin ve varlıklarının ellerinden alınması, sermayenin el değiştirmesi sürecine eşlik ediyor. Sermayenin Müslüman Türklerinin eline geçmesinin her türlü manevrasına bu ırkçılık eşlik ediyor. Dolayısıyla Türkiye’de ırkçılık soykırım tartışması olmaksızın düşünülemez. Ama ırkçılık; en çıplak, en kitaba uygun formunu, Yahudilerin sermayedeki etkin konumlarından uzaklaştırma süreçlerinde gösteriyor. Çünkü Ermenilerin mallarına el koyup sermayenin el değiştirmesini sağlarken, ideolojik ikna kalıbı olarak “ihanet etme, arkadan vurma” retoriği iş görebiliyordu. Rumlar için de benzer bir retorik iş görebilirdi. Oysa Yahudi sermayesine el koyma süreci hiç de bu retorikle izah edilebilir gibi değildir. Burada özellikle Ermeni mallarına el konulma sürecinde Müslüman bir halk olan Kürtlerin de devletle işbirliği
içinde olduğunu hatırlamak gerekir. Paradoksal bir şekilde Kürt halkının hak taleplerinin başladığı noktada, bu talepleri reddetmenin manivela aracı olarak ırkçılık devreye giriyor. Bu kaçınılmazdı zira ırkçılık ulusal teritoryum içinde farklı olan halkları dışlamanın, sıkıştırmanın, haklarını kesmenin ideolojisi olarak işler. Kürt sorununun gündeme geliş biçimleri ırkçılığı nasıl etkiliyor? Sizce Suruç katliamından sonra hızla içine yuvarlandığımız savaş sürecinin ırkçılık üzerinde güncel etkileri nelerdir? Sinan Özbek: Azınlıklar, ezilen halklar kendilerine biçilen rolü -ki bu rol en iyi ihtimalle ikinci sınıf insan olmaktırkabul etmeyip eşit haklar talep ettiğinde ırkçılık azgın bir hal alır. Azınlıkların, ezilen halkların “normal durumu” bu ikinci sınıf oluşa boyun eğmiş olmaktır. Bu “normal durumda” ırkçılık da normal karşılanır. Dahası ırkçılığa maruz kalan halklar, ırkçılığa maruz kaldığını dahi göremez. Irkçılığa maruz kalanların iş piyasasındaki rolü ucuz emek gücü olmaktır. Ne zaman ki ırkçılığın kurbanları, kendisinin maruz kaldığı durumun farklılığını ve haksızlığını kavrar ve “hayır” derse işte bu anda azgın, saldırgan bir ırkçılık devreye girer. İşte bu noktada “onlar da rahat dursunlar” ifadesinden başlayıp, mübadeleye oradan da “hepsinin soyunu kurutmak lazım”a kadar öneriler ortaya saçılır. İşte şimdi Kürtleri hem ikinci sınıf vatandaş yapmış hem de ikinci sınıf vatandaş olarak bir yerde tutmaya hizmet etmiş ırkçılık Kürtlerin “hayır” demesiyle azgınlaşıyor. Burada asla unutulmaması gereken sorumlunun “hayır”
diyen olmadığıdır. Aksine ırkçılığa “hayır” demek onurlu tutumdur. Ancak burada bir ek yapmak gerekiyor: Faşist örgütler böylesine bir durumu örgütlenmesi için verimli bir ortam olarak görür ve adımlarını buna göre atar. Suruç’ta öldürülenler, Kürtlerle dayanışma içinde olduklarını ilan eden Türk solcu gençler oldu. Sadece Türkiye’de değil Arap ve Iran ellerinde yaşayan Kürtlerin, kendilerini yeniden tanımlaması öylesine derin bir öfke yaratıyor ki onlarla dayanışma ilan eden kesimler bile azgın saldırıların hedefi haline geliyor. Burada karmaşık bir durum var: Klasik anlamda ırkçılık, teritoryal sınırlar içinde bir savaşın harekete geçiricisi olarak iş görür. Milliyetçilik ise teritoryal sınırlar dışındaki bir savaşın harekete geçirici ideolojisi olarak iş görür. Buraya dikkat etmek gerekir: Kürt meselesinde teritoryumun hem içi hem de dışı mevzu bahistir. Yani azgın bir ırkçılığa eşlik eden azgın bir milliyetçilik bombardımanı söz konusudur. Irkçılıkla nasıl mücadele etmeliyiz? Sinan Özbek: Bir kere ırkçılık yapanın, bahanesi olamaz, maruz görülebilecek hiçbir tarafı yoktur. Soruna böyle bakmak ırkçılığa karşı, son derece kararlı bir hat oluşturmanın önünü açar. Bu kararlı hattın geniş kitlelere anlatılabilmesi çok büyük öneme sahip. Bundan bir an olsun vaz geçilmemelidir. Ama unutmamak gerekir ki ırkçılık teorik mücadeleyle, eğitimle yenilebilecek bir ideoloji değildir. Geniş kitlelerin ırkçılığa maruz kalanlarla birlikte sokağa çıkması, ırkçıların topladığı kalabalıklardan daha büyük kalabalıklarla karşılarına çıkması son derece önemlidir.
6 GÜNDEM HER ZAMANKİ YALAN MHP’yi meşrulaştırmak isteyip de partinin karanlık geçmişine kılıf arayanlar, Alparslan Türkeş’ten sonra gelen Devlet Bahçeli’nin “ülkücüleri sokaktan çektiğini” iddia ediyorlar. Sık sık dolaşıma sokulan bu gerçek dışı argüman, MHP saldırganlığını her artırdığında çöküyor. Ülkücüler her seçim döneminde Kürtlere saldırıların merkezinde yer alıyorlar. Soykırımın inkârı gündeme geldiğinde başrolde MHP’liler yer alıyor. Kobanê direnişiyle ilgili 6-8 Ekim protestolarında Kürtlerle dayanışmak isteyenlere saldıranlar ülkücü faşistlerdi. MHP değişmedi. Hâlâ binlerce faşist militanı olan, bunları ülkenin dört bir yanındaki Ülkü Ocakları’nda eğitip yetiştiren, sokakları gerektiğinde Naziler gibi terörize etmeyi amaçlayan bir çete.
FAŞİZMİ KİMLER MEŞRULAŞTIRIRIYOR? Düzen partilerinin milliyetçilik yarışı, her seferinde MHP’ye yarıyor. Bu konuda liderliği, Cumhuriyet mitingleri ve darbe girişimleri döneminde “Vatan elden gidiyor” paranoyasını yayan CHP göğüslüyordu. Son birkaç yıldır ise AKP’nin hamleleri MHP’ye güç veriyor. Kürt sorununda çözümsüzlük ve savaş politikaları, Ermeni Soykırımı’nın en pespaye argümanlarla inkârı, Türk milliyetçiliğini ve onun en kararlı savunucusu MHP’yi “merkez” bir siyasi parti görünümüne sokuyor. Bir diğer sorun ise MHP’yi “AKP karşıtı cephe”nin bir parçası olarak yücelten ulusalcılar, basgeççiler ve stalinistler. AKP’ye karşı Kürtlerle Kürtlerin katillerini bir araya getirmeyi, CHP-MHP-HDP koalisyonunu savunanlar. 2011 seçimlerinden hatırlanabileceği gibi MHP’nin parlamento dışı kalmasının demokrasiye bir tehdit olacağını öne sürenler. 2014 yerel seçimlerinde Ankara’da faşist Mansur Yavaş için kampanya yapanlar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP’nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu destekleyenler. Tüm bunlar “sol” adına işçi sınıfının en büyük düşmanının saldırganlığını artırmasına olanaklı bir ortam yarattılar.
MHP KAPATILSIN! MHP’nin savunduğu görüşler “düşünce özgürlüğü” kapsamında değildir. Kürtlerin ezilmesi, Ermeni Soykırımı gibi kitlesel bir katliamın savunulması, bütün fikirlerin yasaklandığı tek tipçi, “mozaik değil mermer” anlayışında bir toplumun inşası MHP’nin hedefidir. Bu nefret söylemlerinin propaganda edilmesi serbest olmamalıdır. Nefreti örgütleyerek saldırılarla toplumu terörize eden çeteler ise yasaklanmalı, bunlar destekleyen faşist parti MHP kapatılmalıdır. Faşizmin uzun mücadeleler sonucu geriletildiği ve itibarsızlaştırdığı ülkelerde, antifaşist hareketin içinde devletin faşist gösteri yasaklamasını merkeze koyan eğilimler ortaya çıkabiliyor. Elbette ki faşist hareketlerin yok olması, devletlerin alacağı kararlara veya koyacakları yasaklara bağlı değildir. Hatta bu tip yasaklar genellikle antifaşistleri durdurmak için kullanılmak istenir. Nazileri durdurmanın yolu onlara kitlesel eylemlerle geçit vermemektir. Türkiye gibi faşist hareketin tarihsel olarak çok güçlü olduğu ve bugün %17’ye yakın bir seçmen desteğine sahip olduğu yerlerde ise, MHP’nin kapatılması gerektiğini anlatmak, aynı zamanda onu teşhir eden bir mücadele çağrısıdır. MHP meşru bir siyasi parti değildir. Savundukları şeyler “fikir” veya “görüş” değildir. Bu yanılgının ortadan kaldırılması için ona karşı mücadele etmek, onun yasaklanması gerektiği fikrini hakim kılmak gerekir. Bu, tam da demokrasinin gereğidir.
FAŞİZ GEÇİT 7 Haziran seçimlerinde %16.45 oy alarak 80 milletvekiliyle bir kez daha meclise giren Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), koalisyon tartışmalarının göbeğinde yer almasından da güç alarak, bir kez daha gerçek yüzünü göstererek saldırganlığını artırıyor. Faşistlerin şefi Devlet Bahçeli, herhangi bir koalisyon için temel şartlarının çözüm sürecinin bitirilmesi olduğunu söylemişti. 2013 yılında çözüm süreci başladığında buna karşı mitingler düzenleyen MHP, umduğu ilgiyi bulamamıştı. Bugün ise AKP’nin savaş politikalarına yönelmesi faşist partiye bir kez daha umut verdi. Sokakta terör estirdiler Haziran ayı sonunda ise Kars Ülkü Ocakları Başkanı Tolga Adıgüzel, Ermenistan'ın ünlü caz piyanisti Tigran Hamasyan'ın Ani Harabeleri'nde konser vermesine “tepki” göstermiş, “Sokaklarda Ermeni avına mı çıkalım?” diyerek tehditler savurmuştu. Bahçeli, bu dönemde, eski DİSK başkanı Kemal Türkler’i öldüren faşistin cenaze töreninde boy gösterdi. MHP’liler daha sonra Türkiye’deki Doğu Asyalılara karşı bir saldırı dalgası başlattı. Çin’de Uygur Türkleri’ne ramazan sırasında baskı uygulandığına dair medyada yer alan –daha sonradan devlet kurumları tarafından da yalanlanan- manipülatif bilgiler, ülkücüleri sokaklarda “Çinli avı”na yöneltti. Birçok yerde “çekik gözlü” kimi buldularsa saldırdılar. Ölüm listeleri Bahçeli son olarak ise HDP’ye oy veren 6 milyon kişiye “Yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler” diyerek saldırdı. Kamuoyunda bu söze büyük tepki
oluşmasına rağmen MHP geri adım atmadı. Bahçeli’nin siyasi danışmanı Metin Özkan, ellerinde üç bin kişilik bir “şerefsizler listesi” olduğunu açıkladı. Bu, büyük bir tehdit. MHP’lilerin ellerindeki listeler her zaman ölüm listeleri olmuştur. Faşist partinin çeteleri, 46 yıllık tarihi boyunca grevci işçilere, Kürtlere, Ermenilere, Alevilere, kadınlara, LGBTİ’lere, kısacası tüm ezilenlere kan kusturmuştur. Meşru siyasi parti değil kan döken çete Faşistlerin her zaman ikili bir taktiği vardır. Bir yandan anaakım siyasetin bir parçası, saygın bir politik parti olarak gözükmeye çalışırlar. Diğer yandansa Ülkü Ocakları gibi gerektiğinde sokaklarda terör estirebilecek paramiliter yapılar inşa ederler. MHP de bazen “AKP karşıtı” cephenin de yoğun katkısıyla kendini diğer partilerden pek farkı olmayan bir siyasi odak gibi gösteriyor. Bugünlerde olduğu gibi, bazı dönemlerde ise etrafa tehditler yağdırarak, çözüm sürecine karşı çıkarak, Türkiye’de siyasal demokrasinin sınırlarının genişlemesi adına var olan her olumlu gelişmeyi baltalamaka istiyor. Mücadele MHP tüm insanlığın düşmanı olan bir Nazi partisidir. Bu parti hiçbir platformda meşrulaştırılmamalı, AKP veya CHP gibi diğer düzen partilerinden bütünüyle farklı olduğu her zaman akılda tutulmalıdır. Faşistlerin durdurulabilmesi için bir yandan Türk milliyetçiliğine karşı amansız bir mücadele, bir yandan da emek örgütlerini, solu ve tüm demokrasi güçlerini bir araya getiren kitlesel kampanyalar inşa etmek gerekmektedir.
GÜNDEM
ZME T YOK YANLIŞ FAŞİZM TEORİLERİ YENİLGİ GETİRİR Faşizme karşı mücadelede, işçi hareketi içindeki ve soldaki kafa karışıklığı önemli bir engel. Tüm burjuva yönetim biçimlerini nüanslarla birlikte “faşizm” olarak adlandıran anlayış, faşist partiler MHP ve BBP’yi diğer düzen partilerinden ayırmayı ve onlara karşı özel bir mücadele stratejisi geliştirmeyi imkansız kılıyor.
tarihin farklı dönemlerinde faşistleri sokaklardan silmeyi başardı. Fransa’da aynı şeyin tercih edilmemesi ise Le Pen’in nazilerinin toplumun birçok alanında kök salmış kitlesel bir faşist parti hâline gelmesine neden oldu. Türkiye’de MHP’ye karşı mücadelede bütün bu deneyimleri anlamak önemli bir yer tutuyor.
“Sömürge tipi faşizm”, “İslamofaşizm”, açık ve kapalı faşizmler, “askeri” faşizm vs. gibi terimler, AKP’yi veya CHP’yi de “faşist” olarak görmek faşizme karşı mücadeleyi önemsizleştiriyor. Almanya’da Nazilerin yükselişini ele alarak faşizmi inceleyen Troçki, bunu, kafası kesilmiş bir adamla kolu kesilmiş bir adam arasındaki farkı anlayamamak gibi görüyordu. Ve Almanya’da Nazileri durdurmak için sosyal demokrat işçilerle komünist işçilerin birleşik cephesini öneriyordu. Stalin’e bağlı Alman Komünist Partisi ise asıl faşistin sosyal demokratlar olduğunu öne sürüyordu. Bu birliğin sağlanamamasının başta Alman işçiler olmak üzere uluslararası işçi sınıfı için faturası ağır oldu. İşçi sınıfının tarihi, kitlesel kampanyalarla faşistlerin geriletildiği ve ezildiği örneklerle dolu. Bunu sağlamanın bir diğer yolu ise faşistleri “tartışma ve ikna” yöntemiyle değil aktif mücadeleyle durdurmaya çalışmak. İngiltere’deki antifaşist hareket böyle yaparak
1878 Maraş, ülkücüler kadın çocuk demeden 100’den fazla Aleviyi katletti.
7
FAŞİZME KARŞI MÜCADELE MELTEM ORAL
MHP sıradan bir merkez sağ partiymiş gibi gösterilmeye çalışıldıkça faşist partinin faşist liderinin açıklamaları gerçek karakterlerini açık ediyor. MHP barışın, halkların kardeşliğinin, özgürlüğün bir numaralı düşmanıdır. MHP’ye karşı mücadele etmek için faşist partilerin gerçek karakterine dair bilgi sahibi olmak önemli. Ekim Devrimi’nin önemli aktörlerinden Troçki’nin Almanya’da Nazizmin doğuşuna tanık olunan yıllarda kaleme aldığı Faşizme Karşı Mücadele kitabı bugünün anti faşistleri için de bir kılavuz. Troçki’nin analizine göre kapitalizmin ürünü olan faşizm bir kitle hareketidir. Faşizm işsizlerin, lümpenlerin, her an birikimini kaybetmenin endişesiyle yaşayan küçük burjuvaların umutsuzluğunu örgütler. Faşist terörün kapitalizm için etkili bir silah olmasına yol açan da budur. Bir polis ya da asker size saldırabilir, vurabilir. Onlara direnirsiniz ya da kaybedersiniz, ancak bu saldırı durumu geçici ve belirlidir. Fakat aynı apartmanda oturduğunuz komşunuzun bir gün elinde satırla kapınızı çalması, milyonlarca umutsuzun aynı şekilde davranması, tarihte görülmemiş derecede büyük bir barbarlık yaratır. Faşizme dair Troçki’nin geliştirdiği marksist analizin iki önemli vurgusu var. Birincisi faşizmin yarım kalan, yenilen devrimlerin bedeli olduğu. O dönem dünyadaki en büyük örgütlülüğe sahip Almanya işçi sınıfı 1918 ve 1923 yıllarında ayaklanmış ancak devrimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Umudun boğulduğu ânı örgütleyen Nazizim oldu. İkincisi vurgu 1929’da dünya tarihinde o güne kadar yaşanan en büyük ekonomik krizin etkisine dairdir. ‘Büyük Buhran’ olarak bilinen kriz milyonlarca insan için tahrip ediciydi. 1929 ve takip eden yıllarda Hitler’in partisinin yükselişinde Büyük Buhran oldukça etkiliydi. Troçki’ye göre kriz dönemleri radikalizm zamanlarıdır. Bir yandan devrimci olasılıklar belirirken öte yandan karşı-devrim de varolur. Ancak ikisi bir arada yaşayamaz. Biri diğerini yenmelidir. Faşizmi yenmek, yükselişini önlemek mümkündür. Faşizmin panzehiri anti faşist bir birleşik cephe örmekten geçiyor. Faşizme Karşı Mücadele, Leon Troçki, Yazın Yazıncılık, 479. sayfa
8
GELENEK
ULUSAL SORUNA SOLDAN BAKIŞ RONİ MARGULİES
Kürt sorunu, her şeyden önce, bir demokrasi, insan hakları ve barış sorunudur. Demokrasi sorunudur, çünkü bir ülkede nüfusun önemli bir kısmı, demokratik haklarından yararlanamıyorsa, o ülkede demokrasi olduğunu söylemek mümkün değildir. İnsan hakları sorunudur, çünkü Kürtler ‘yaşama hakkı’ da dahil olmak üzere, en temel insan haklarından mahrum edilmektedir. Barış sorunudur, çünkü siyasî bir çözüm uygulanana kadar Türkiye topraklarında savaş sürecektir, insanlar ölmeye devam edecektir. Kürt sorunu sadece Kürtler için ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeler için değil, tüm Türkiyeliler ve tüm Türkiye için bir demokrasi, insan hakları ve barış sorunudur; çünkü bir bölgede insan haklarının ihlal edilmesi tüm ülkede ihlal edilmesini kolaylaştırır, bir bölgedeki antidemokratik uygulamalar ülkenin geri kalanına yayılır, bir bölgedeki savaş ülkenin tümünde demokrasi ve insan haklarının ayaklar altına alınmasının bahanesini oluşturur. Kürt sorununun barışçıl çözümünü talep etmek için Marksist veya devrimci olmak gerekmez; demokrasi, insan hakları ve barışa değer veriyor olmak yeterlidir. Sol ile ilişkisi olmayan pek çok kişi tam da bu nedenlerle barıştan yanadır. Ama sosyalistlerin ulusal soruna yaklaşımının temeli farklıdır. Sadece barış arzusundan değil, daha geniş bir siyasî çerçeveden kaynaklanır. Barış talebi Bugün Türkiye’de barış talebinin öne çıkmış olması ve bizim bu talebi destekliyor olmamız, Kürt hareketinin bu talebi öne sürmüş olmasından kaynaklanıyor. Yoksa barış bizim ilk ve tek talebimiz olmazdı. Çünkü sadece “barış” demek, “mevcut koşullarda barış” demek anlamına gelirdi, mevcut baskı ve sömürü koşullarının devamını talep etmek anlamına gelirdi. Devlet de zaten “PKK silah bıraksın, ortadan kalksın, ben de her zaman yaptığımı yapmaya devam edeyim” demiyor mu? Ama Kürt hareketi barış talep ettiği sürece, bize düşen, ezilen ulusun taleplerini desteklemektir. Barış istiyorsa, barış talebini destekleriz; başka bir şey istiyorsa, başka bir şeyi. Bu yaklaşımın temelinde, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yatar. Biz sosyalistler uluslara, ulus-devletlere meraklı olmadığımıza göre, yeni yeni devletler kurulması gibi bir derdimiz olmadığına göre, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını niye destekliyoruz? Üstelik, ayrılmak, yeni ve ayrı bir devlet kurmak hakkı dahil olmak üzere, niye destekliyoruz? Ayrılma hakkı Destekliyoruz, çünkü Türkiye’de işçi sınıfının Kürt olmayan kesimi ulusal sorunda “kendi” devletinden yana olmaya ve ulusal baskıyı desteklemeye devam ettiği sürece kendi kurtuluşunu kazanamaz.
Barış mücadelesi, ezen devletin milliyetçi fikirlerini kırma mücadelesidir.
Destekliyoruz, çünkü desteklemediğimiz taktirde ayrı bir devlet kurulacağı kesindir. Birlikte yaşamanın, ortak düşmana, Türkiye egemen sınıfına karşı ortak mücadele verebilmenin ön koşulu, ezilen ulusun güvenini kazanmaktır. Güven kazanmanın tek yolu ise, her koşulda tüm haklarını destekliyor olduğumuzu kanıtlamaktır. Bu güven kazanılmadığı durumda, ayrılık için mücadele edeceği kesindir, kaçınılmazdır. Ayrılmasını istemiyorsak, ayrılma hakkını tanımamız gerekir.
Polonya’nın Rusya topraklarına dahil olduğu dönemde, Lüksemburg ve arkadaşları Polonya’nın bağımsızlığı talebine şiddetle karşı çıkar, Rus ve Polonyalı işçilerin yakın ilişkisini ve ortak kaderini vurgular, demokratik bir Rusya’da Polonya’nın özerkliğini savunur; Lenin’in yanıldığını, Bolşeviklerin de bağımsız Polonya talebine karşı çıkması gerektiğini iddia eder. Lenin ise, ısrarla, Bolşevik Partisi’nin Polonya’nın bağımsızlık hakkını savunması gerektiğini vurgular.
Çelişkili gibi görünen bu iddiayı, Lenin şöyle açıklar. Boşanma hakkını savunuyoruz, değil mi? Kuşkusuz. Ama herkes boşanmalıdır demiyoruz.
Lenin haklıdır. “Özerk bir ulus, egemen ulusla eşit haklara sahip değildir” der. Eşitlik olmadan, ayrılma özgürlüğü olmadan, iki ulus arasında özgür ve gönüllü bir birliktelik, ortaklık ve uzun vadede belki de birleşme olması söz konusu olamayacaktır. (Bizdeki moda ifadeyle, “kardeşlik” olmayacaktır). Eşitliğin ve birlikteliğin ön koşulu, ayrılma özgürlüğüdür.
Kürt halkına, “Ben senin tüm haklarını savunuyorum, ama ayrılamazsın, çünkü biz kardeşiz” demek, onyılların baskısını yok saymak, yine koşullar dayatmak, yine tepeden ve dışarıdan emir vermek anlamına gelir. “Ulusların hapishanesi” Lenin, Rusya’nın bölünmesini, bir yığın yeni devlet doğmasını istediği için değil, tam tersine, işçi sınıfının uluslararası birliğini amaçladığı için ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, ayrılma hakkı dahil olmak üzere, savunur. Ulusların haklarını savunurken, Lenin milliyetçiliğe zerre kadar ödün vermez. Ezilen ulusun hakları ve özellikle de ayrılma hakkı savunulduğunda, ezen ulus sosyalistlerinin arasına milliyetçilik bulaşmasının önü tamamen kesilmiş olur. Ezilen ulusun sosyalistlerinin ulusal haklar için mücadele etmesini ise ‘milliyetçilik’ olarak yorumlamaz. Lenin’in Polonyalı devrimci Rosa Lüksemburg ile yaptığı tartışmalar konuya özellikle ışık tutar, bugüne kadar hâlâ aşılamamış açılımlar getirir.
Enternasyonalizm Lenin haklıdır, Lüksemburg yanılmıştır. Lüksemburg’un yanılgısı, milliyetçiliğe ödün vermeme kaygısından, enternasyonalist bir hat tutturma amacından kaynaklanmıştır. Önemli olan şunu kavramaktır: Bir Polonyalının Polonya’nın bağımsızlığına karşı çıkması, birlikten yana olması başka şeydir; bir Rus’un bunları savunması başka şeydir. Bir Rus bunları savunduğunda, kendi ulusunun egemen konumunun devamını talep etmiş olur, Rus milliyetçiliğine teslim olmuş olur. Bir Polonyalı ise, aynı şeyleri söylediğinde, Polonya milliyetçiliğine karşı çıkmış, enternasyonalizmi savunmuş olur. Ezen ulusun sosyalistleriyle ezilen ulusun sosyalistleri farklı şeyler mi söylemiş olur bu durumda? Hayır. Birbirine doğru yürüyen iki kişi farklı yönlerde yürüyordur, ama aynı yere varacaktır.
SINIF MÜCADELESİ
İŞÇİ ÖLÜMLERİ SÜRÜYOR, AKP ÖNLEM ALMIYOR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞÇİLERİN BİRLİĞİ İÇİN MİLLİYETÇİLİK GERİLETİLMELİ Bir ulusun başka bir ulusu ezmesi o toplumda milliyetçiliği körükler, milliyetçilik ise işçi sınıfını böler. Milliyetçiliğin geriletilmesi ve işçi sınıfının birliğinin sağlanması için öncelikle ezilen ulusun mücadelesine destek olmak gerekir. Geçtiğimiz aylarda işçilerin Türk Metal Sendikasının işçi düşmanı uygulamalarına karşı başlattığı direnişler bir kez daha milliyetçiliğin nasıl işçi sınıfını bölen bir ideoloji olduğunu göstermiştir. Patronlar ve devlet, direnişteki işçileri “aranızda bölücüler, teröristler var” diyerek suçlayabilmiş, milliyetçilik ideolojisinin bombardımanındaki işçiler de kendilerine desteğe gelen devrimcilere kuşkuyla yaklaşmış, ırkçı sloganlar atabilmişlerdir.
AKP’nin patronlara hizmet eden neoliberal politikaları sonucu işçi ölümleri sürüyor. Türkiye, işçi ölümlerinde Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü. İşçi Sağlığı ve İŞ Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin raporuna göre, 2015 Temmuz ayında 166 işçi yaşamını yitirirken, 2015 yılının ilk 7 ayında en az 971 işçi iş cinayetlerine kurban gitti. Soma, Torunlar ve Ermenek gibi kitlesel işçi ölümlerinin yaşandığı yerler sonrası büyük bir kamuoyu tepkisi oluşurken, hükümet ölümlerle ilgili önlem almadığı gibi, cinayetlerle ilgili davalarda büyük skandallar ortaya çıkıyor. Kömür madenlerinde kullanılan patlamayı önleyici sistemlerin uluslararası standartlara uygun hâle getirilme süresi, AKP tarafından 2019 yılı sonuna kadar uzatıldı. Ermenek katliamının duruşmasında tanık olarak ifade veren ustabaşı Mehmet Öndür, müfettişler denetim yapmadan önce tehlikeli ve üretim
haritası dışında açılan galerilerin kapatıldığını belirterek, ‘’Müfettişler gelmeden önce tehlikeli yerleri kapatıyorduk. Gidince geri açıyorduk. Müfettişlere, maden sahasını küçük göstermek için barajla bir bölümünü kapatıyorlardı. İşçileri de müfettişlere göstermiyorlardı’’ dedi. Tutuklu Saffet Uyar’ın avukatı Şeref Han’ın, ‘’Müfettişler geldiğinde görmemesi gereken şey nedir?’’ sorusu üzerine, katliamdan bir önceki vardiyada çalışan İbrahim Öner, ‘’Onu mühendis hanımlara sormak lazım. Ne saklanıyordu onların söylemesi gerekir. Ama kaçış bacaları yoktu’’ dedi. Mehmet Öndür de, katliamda yaşamını yitiren şef Recep Çiloğlu’nu kömürü çıkarttıkları yerde gevşeme olduğu konusunda uyardığını ancak onun ‘’Ohh ohh, bol bol kömür geliyor, çalışın çalışın’’ diye talimat verdiğini belirtti. İzmir-Çanakkale otoyolundaki viyadükte kalıp iskelenin yıkılması 4 işçinin canına mâl oldu. Çevre ve Şe-
hircilik Bakanlığı’nın tebliğinde bu iskelelere ilişkin bir standardın bulunmadığı, usta veya kalfaların kalıp iskelelerini tecrübesine bağlı olarak kafasına göre yaptığı ortaya çıktı. Bakanlığın tebliğ çıkmadan önce İMO’dan görüş istediği, odanın da tebliği incelemesinin ardından resmi yazıyla görüş gönderdiği ortaya çıktı. İMO görüşünde “beton dökerken kalıbı taşıyan kalıp iskelesi ile motorlu iş iskelesinin tebliğ dışı bırakılmaması” ve “yürürlük tarihinden önce ilana çıkmış ya da ihalesi yapılmış işlerin de kapsama alınması” gerektiği ifade edildi. İstanbul Esenyurt’ta, 11 işçinin yanarak öldüğü Marmara Park AVM’deki katliamdan önce ise iş güvenlik uzmanı ve işveren vekili tarafından tutulmuş, Noter tasdikli “tespit ve öneri defteri” gün yüzüne çıktı. Bu defterde, faciaya sebebiyet veren bütün ihlallerin aylar öncesinden işaret edildiği anlaşılıyor.
Sermaye işçilerle devrimciler arasına milliyetçilikten bir duvar örmeye, onları bölmeye çalışır. İşçi sınıfının ve onun kapitalizme karşı verdiği mücadelenin çıkarları, bütün ulusların işçilerinin birliğini ve dayanışmasını gerektirir. Bunu sağlamanın yolu ise bir ulusun başka bir ulusu ezmesine veya bir ulusun ayrıcalıklı olmasına karşı çıkmaktan geçer. Ezilen ulus üzerindeki baskı devam ettiği sürece, ezilen ulusun işçileri, kendi çıkarlarının ezen ulusun işçilerinin çıkarlarıyla aynı olduğunu göremez, ezen ve ezilen ulusun işçileri arasında birlik sağlanamaz. Ezilen ulusun mücadelesine, ezen ulusun işçilerinin milliyetçi önyargılarının kırılması için destek verilmelidir. Engels’in “başkasını ezen uluslar özgür olamazlar” sözünün anlamı budur. Marksistler ulusların kendi kaderini tayin hakkını sadece demokratik bir hak olduğu için değil, işçi sınıfının devrimci hareketinin başarıya ulaşabilmesinin önündeki somut bir engelin aşılabilmesi için de tanırlar. Marx, “İrlanda sorununun çözülmesini” İrlandalılar dahil tüm İngiltere işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin çıkarları açısından önemli görüyordu. Tıpkı İrlandalılar gibi bugün Kürtler de Türkiye işçi sınıfının önemli bir kesimini oluşturuyor. Bu durum işçi sınıfının birlikte mücadelesi açısından Kürt sorununun çözümünü çok daha yakıcı bir hale getiriyor. İşçi sınıfı sermayenin milliyetçilik oyununu bozacak bir örgütlülüğe ve bilince sahip olduğu ölçüde, sınıf mücadelesi çok daha ileri bir noktaya ulaşabilir. Burjuvazinin milliyetçi propagandasına karşı enternasyonalizm bayrağını yükseltmek, Türkiye işçi sınıfının tüm kesimlerine asıl düşmanın sermaye olduğunu, sermaye sınıfının “bölüneceğiz” söylemiyle asıl olarak işçi sınıfını bölmeye çalıştığını anlatmak gerekir.
İŞÇİLER SAVAŞA VE YOKSULLUĞA KARŞI DİRENİYOR n Çerkezköy’de kurulu B/S/H fabrikasında işten atılan işçiler, haklarına ve mücadelelerine sahip çıkarak fabrika önünde eylemlerine devam ettiler. n Bartın’ın Amasra ilçesinde bulunan Hema AŞ’de geçtiğimiz ay yapılan fiili grevin ardından verilen iki asgari ücret sözü yerine getirilmedi. Hema işçileri, haklarının verilmesi için bir kez daha üretimi durdurdu. Eylem üzerine gasbedilen ücretlerin bir kısmı yatırıldı.
n DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, bir basın toplantısı düzenleyerek AKP’nin savaş politikalarına karşı çıktı. n Sarıyer Belediyesi’nde çalışan taşeron işçileri, haklarının gasp edilmesine ve işten atılmalarına karşı CHP İstanbul İl Başkanlığı binasına kendilerini zincirledi. Polis işçilere saldırarak gözaltına aldı.
n İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan taşeron sağlık işçileri, hak gaspları, baskılar, usulsüzlükler ve görevleri olmayan işlerde çalıştırılmalarına ilişkin uygulamaları protesto etti.
n Cam Keramik-İş Sendikasında örgütlendikleri için işten atılan SeraPool işçilerinin di-
n Bağcılar’da toplu yaşam merkezi inşaatında çalışan işçiler, sağlıksız ve kötü yemekleri protesto ederek iş bıraktı.
n İzmir’de kamu emekçileri, Toplu İş Sözleşmesi taleplerini kamuoyuna deklare ederek,
renişi sürüyor.
görüşmelerin Ekim ayına ertelenmesi için imza kampanyası başlattı.
10 GELENEK
SOSYALİZMİN İKİ RUHU
1968- Prag’da öğrenciler ve işçiler, işgalci Kızıl Ordu’ya ve stalinist rejime ayaklandı. ALPER ARD
Kendisini sosyalist olarak tanımlayanların kendi aralarında fazlasıyla bölünmüş olduğu bilinen bir şeydir. Denizde kum, sosyalizmde teori. Kendisini Marks, Engels, Lenin, Troçki, Cliff teorik hattının takipçisi olarak tanımlayan birisi olarak, tüm bu farklı farkı teorik jargonun temelinde sosyalizmin, günün sonunda, teoride ve pratikte, birbirine zıt iki temel kutup üzerinden anlaşıldığını ve icra edildiğini görüyorum. Çok da matah bir teorik ismi olmayan bu ayrıma ismini verenler “aşağıdan sosyalizm” ve “yukarıdan sosyalizm” diyorlar. Bu ayrımı yapanlar kuşkusuz kendilerini aşağıdan sosyalizm taraftarı olarak tanımlıyor ve dünyayı bu pencereden algılamaya çalışıyor. Kısaca aşağıdan sosyalizm, sosyalist projenin her dönemeçte ve her karar sürecinde en aşağıdan ve tüm kitleleri kucaklayacak şekilde örgütlenmesi, bu kitlelerin kaderlerini kendilerine “kurtarıcı”, “öncü”, “daha iyi bilen” sıfatları yakıştıran önderlerin insiyatifine bırakmaması anlamına geliyor. Yukarıdan sosyalizm ise tam olarak ikincisi, kitlelerin kararlarına pek ihtiyaç duymayan bir sosyalizm görüşü. Bu haliyle aşağıdan sosyalizm basit bir etik tercih değil sadece, aynı zamanda dünyanın kalıcı olarak dönüşebilmesi, kapitalizmin geri dönmemek üzere tarihe gömülmesi için de bir pratik bir zorunluluk. Yukarıdan sosyalizme iki örnek: Stalinizm ve parlamentarizm Yirminci yüzyıl tarihi Stalinizm’in korkunç suçlarıyla dolu olduğu için çoğu aktivist için aşağıdan sosyalizmin neden bir gereklilik olduğunu kavramak çok zor olmuyor. Ancak yukarıdan sosyalizm denilen şey, yalnızca Stalinizm’e özgü değil, parlamentarizm de benzer bir dertten muzdarip. En son örneğini %60’ın üzerinde ezici bir çoğunlukla kemer sıkma politikalarına hayır diyen Yunanistan halkının taleplerini bir hafta içinde görmezden gelen Syriza örneğinde gördük. Bir nedenle Syriza yönetimi, halkın iradesinin her zaman çok önemli olmadığını düşünüyor ve kitlelerin güvenine ihanet etmenin, finansal felaketin baş sorumlusu soyguncuların gözünde saygınlıklarını kaybetmelerine nazaran
daha kabul edilebilir bir şey olduğunu düşünüyor. Syriza’nın kemer sıkma politikalarını kabul etmesine muhalif olan Syriza’nın içindeki sol muhalefet de, parti yönetimine yönelttikleri tüm eleştirilere rağmen, çözümü halen Syriza’nın içinde kalmakta, parlamento dahilinde çözmekte, başka bir tür “saygınlık kazanma / kaybetmeme” oyununa bel bağlamakta görüyor. Kemer sıkma politikalarına karşı sokağı örgütlemenin, fabrika ve işyerlerini işgal etmeye hazır işçi sınıfı kitleleriyle birlikte örgütlenmenin gereğine inanan ve kapitalist devletin ancak dışarıdan alt edilebileceğini söyleyen anti-kapitalist solun çağrılarına şimdilik kulak tıkamış görünüyorlar. Temsilcisi oldukları işçi sınıfı ve ezilenlerin hayatlarının düzelmesi gerektiğine inanıyorlar, ama çözümün yine bu kitlelerin gücünde olduğuna da ikna değiller. Bazı kararları kitlelerin değil kendilerinin almalarının daha doğru olduğunu düşünüyorlar. İşte bunlar hep yukarıdan sosyalizm. Devrimi kim kime haber verir? Gerçek şu ki dünya ve de bu dünyayı değiştirme aracı olarak devrimci politika hiçbirimizin tek başımıza, ya da sosyalist başımıza, tam olarak kavrayamayacağı kadar zengin, öngörülmez ve de karmaşık. Bunun yukarıdan aşağıya dikte edilmesi zaten sosyalizmin doğasına aykırı. Örneğin “Devrimden Sonra” filmini seyretmiş miydiniz? Bence yukarıdan sosyalizm nedir sorusuna çok iyi bir örnek, tavsiye ederim. Film sosyalist bir devrimin gerçekleştiği bir ülkeden kesitler sunuyor. Yönetmenin bakış açısından devrim sonrasının nasıl bir şey olacağını anlatıyor. Bir sahnesinde, başkentte gerçekleşen devrimin haberinin bir askeri garnizon komutanına iletilişini izliyoruz. Haberi alan general hazırolda bekleyen erlerinin yanına gidip, komutan tonuyla devam ederek “hayırlı olsun devrim olmuş arkadaşlar” diyor. Oysa sosyalizm öyle bir şey değil. Devrim anı geldiğinde durumu komutan erlere anlatmaz, erler komutana anlatır “bundan sonrasını biz devralıyoruz, kenara çekil beybaba” derler. Devrim yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya hareket eder, yayılar, her dönemeçte kitlelerin karşısına çıkan yeni durumlara cevap verebilmek için olabildiğince geniş ve kolektif bir fikir akışına ihtiyaç duyar. Devleti yıkmak: aşağıdan ve dışarıdan
Devlet tek sınıfın nihai kontrolünde bir mekanizma olduğu için, kapitalist devleti “yukarıdan” ve “içeriden” ele geçirmeyi düşünen sol stratejiler sürekli başarısızlığa uğramaya mahkumlar. Egemenler hiçbir zaman iktidarı bize sırf biz parlamenter çoğunluğu sağladık diye bırakmayacaklar. “Tamam ikna olduk, haklısınız, meclis çoğunluğu sizin elinize geçtiğine göre biz de sizi sömürmekten vazgeçiyoruz, tüm imtiyazlarımızdan vazgeçiyoruz” demeyecekler. İşçi sınıfı kitlelerini mobilize edememiş, bunun gereğini duymamış, sınıfla ilişkisini seçimden seçime ziyaret edilen bir seçmen seçilen ilişkisi seviyesinde tutan ve aşağıdan yükselmeyen hiçbir sosyalist hükümet tebrik mesajlarını kabul edeceği ilk birkaç günden daha uzun süre iktidarda kalamaz. Kapitalistlerin yönetebilmesi için özel olarak dizayn edilmiş koca bir devlet bürokrasisi, generalleri, bakanları, hakimleri, savcıları, emniyet amirleri, finans bürokratlarıyla, sürekli tetikte olarak es kaza iktidara gelebilmiş sosyalist bir hükümeti düşürmeye dünden hazırdırlar. Emniyet amirleri sosyalist hükümetin emirlerini yerine getirmemeyi, finans kapitalistler ve bürokratları ekonomiyi sabote etmeyi, mal ve hizmetlerin yoksul halka ulaştırılmasını piyasa güçlerini kullanarak boykot etmeyi, generaller derin devlet yapılarını kullanarak hükümeti yıpratacak provokasyonlar yapmayı ya da doğrudan darbe yapmayı seçeceklerdir. Şili’nin ilk sosyalist devlet başkanı Salvador Allende iktidara geldikten kısa bir süre sonra bu hatayı canıyla ödedi. İşçi milislerini silahlandırması, ve parlamento yerine sokağı örgütlemesi için aşağıdan sosyalizm aktivistlerince defalarca uyarılmıştı. Ama o kitlelerin gücü yerine, “demokrasinin teminatı olan silahlı kuvvetlere”, kendisini sarayında öldürtecek olan darbeci Augusto Pinochet’ye güvenmeyi seçti. Kendisine sosyalist diyen bir kalkışma egemenler için ancak ve ancak tüm işçiler bu kalkışmaya katıldığı zaman, bunun öznesi oldukları zaman önüne geçilemez olur, egemenlerin kontrolü kaybettikleri ve manipüle edemedikleri bir güce ulaşır. Daha kısaca söylemek gerekirse yukarıdan aşağıya örgütlenen bir toplum ancak kesintisiz ve tutarlı bir şekilde aşağıdan yukarı örgütlenmiş bir karşı hareketle baştan aşağı dönüşüme uğratılabilir. Sosyalizmin aşağıdan olanı bu yüzden elzemdir.
EKONOMİPOLİTİK
11
“SİYASİ KRİZ EKONOMİK KRİZİ ATEŞLEYEBİLİR” İktisatçı ve öğretim üyesi Ümit İzmen’le dünya ve Türkiye ekonomisinin eğilimlerini konuştuk. Dünya ekonomisi 2008 krizinden çıktı diyebilir miyiz? Ümit İzmen: 2008 krizi kapitalizmin tarihindeki ciddi krizlerden bir tanesi; dolayısıyla daha hala boğuşuyoruz. Mesela bu yaz Yunanistan’da yaşananlar bu durumun bir yansıması. Kapitalizmin kabuk değiştirmesi doğal olarak zamana yayılıyor. Henüz bu süreç tamamlanmadı. Sadece gelişmekte olan ülkelerin değil AB’nin içinde yer alan ülkelerin bazılarında yaşanan sıkıntılar, çalkantıları nasıl açıklamak gerekiyor? Ümit İzmen: Yani dünya ekonomisine baktığımızda, 2008 krizinin ardında başlamış olan toparlanma süreci ağır aksak ilerliyor. Bu nedenle daha hala bazı ekonomiler kriz öncesi üretim ve işsizlik seviyelerine geri dönemediler. Bunun temelde iki nedeni var: birincisi yapısal; yani bir parça kapitalist ekonomik modelin 2008 krizi öncesinde dünyada yaşanan biçimindeki sorunlar ve ülkelerin bu sorunları göğüsleme kapasitesiyle ilgili. Sorunların bir bölümü ise konjonktürel, yani 2008 krizinin yol açmış olduğu dengesizliklerle ilgili. Bunu mesela Yunanistan örneğinde ele alalım: Yunanistan ekonomisine baktığımızda, halen geçerli olan finansal küreselleşme modelinin Yunanistan’da uygulanmasından kaynaklanan sorunlar olduğunu görürüz, ekonominin üretim sektörlerinin dünyada rekabet gücünün düşüklüğü, Yunanistan’ın rekabet gücü özel sektörünün yurtdışından almış olduğu borçların ödeme kapasitesinin üzerine çıkmış olması gibi. Diğer yandan bankalar artık Yunanistan’a borçlarını çevirmek için daha fazla borç vermeye yanaşmıyor; borçlar için çok yüksek faiz oranları istiyor, işsizlik oranı %25’lere ulaşmış ve gelir seviyesi geçmişe oranla dörtte bir oranında düşmüş… Yunanistan’ın yapısal sorunlarının ağırlığı, bu sistem altında çözülebilir olmaktan çıkmış durumda. Çalkantıların durulması için hem konjonktürel sorunların hem de yapısal sorunların çözülmesi gerekecek. Gelişmiş ülkeler için geçerli olan bu sorunlar üç aşağı-beş yukarı gelişmekte olan ülkeler için de geçerli. Ancak gelişmekte olan ülkeleri etkileyen iki temel faktör daha var: 1. ABD dolarının Euro başta olmak üzere dünyadaki diğer para birimleri karşısında değer kazanması. Bu, tamamen 2008 küresel krizinin bir sonucu. Çünkü 2008 krizinde ABD dev bankaları ve dev şirketleri kurtarabilmek için keseyi açmak, parasal genişlemeye gitmek zorunda kalmıştı. Bu parasal genişleme faiz oranlarını sıfıra yakın bir noktaya çekmişti. Şimdi ABD ekonomisi toparlanıyor. Büyüme geri döndü, işsizlik eski seviyelere döndü ve enflasyon hala %2’nin üzerinde olsa da artma işaretleri vermeye başladı. Bu nedenle ABD ekonomi politikasını adım adım genişlemeci olmaktan çıkartıyor; önce parasal genişlemeye son verdi şimdi artık sıra faiz oranlarında artışa geldi. ABD’nin bu Eylül’de faizleri artırması olası. Bu durumda, dünyada en garantili yatırım aracı olarak kabul edilen ABD hazine bonolarının faiz oranı artınca,
birçok gelişmekte olan ülke kağıtlarından çok daha cazip hale gelecek. Bu da finansal piyasalarda çok ciddi dalgalanmalara yol açıyor, dolar birçok para birimi karşısında değer kazanıyor, uluslararası piyasalarda paranın akışı yön değiştirip Amerika’ya yöneliyor. 2. Bir diğer etki ise petrol fiyatlarındaki düşüş. Petrol fiyatları düşünce petrol ihracatçısı ülkeler gelir kaybediyor, Rusya ve Brezilya’nın sorunlarının önemli bir nedeni bu mesela; petrol ithal eden ülkeler ise bu süreçten olumlu etkileniyor, mesela Türkiye. Sonuç olarak dünyaya bakınca biraz kaotik bir süreç olduğunu görüyoruz: bazıları büyüyor, bazıları sürünüyor, sürünenlerin bazılarının sorunu yapısal, bazılarının konjonktürel… ABD ve İngiltere’de büyüme sağlamlaşıyor, Avrupa hala resesyonla boğuşuyor; dünyada büyümenin lokomotifi olan Çin yavaşlıyor, Rusya, Brezilya gibi büyük gelişmekte olan ülkelerde sıkıntı var, ama bir başka büyük gelişmekte olan ülke Hindistan son derece iyi gidiyor. Bir de tabii bu aşırı hareketli ekonomik zemine İran, İŞİD, Çin gibi dünya siyasi dengelerini ziyadesiyle etkileyebilecek gelişmeleri de eklemek gerekiyor. Sonuç olarak sürprizler üretebilecek hareketli bir zemin var tüm dünyada diyebiliriz. Peki bu koşullar altında Türkiye’ye baktığımızda durum ne? Son zamanlarda iflas, patinaj, kriz gibi lafları sık sık duyuyoruz, yeni bir kriz kapıda mı? Ümit İzmen: Türkiye’de kriz lafını artık ziyadesiyle tü-
ketmiş olduğumuzu düşünüyorum. Yalancı çoban misali yıllardan beri vasat ekonomik performansa kriz dendiği için şimdi kimse sahiden kriz koşulları olduğunda inanmaz hale geldi. Bu yüzden artık yeni kelimeler tedavüle sokulmaya başlandı; iflas gibi. Ben Türkiye’de şu anda ne bir kriz, ne de bir iflas durumu olduğunu düşünüyorum. Ama şunu söylemeliyim: Türkiye 2011’den bu yana ekonomik sorunları biriken bir ülke. Ve doğal olarak ekonomik sorunlar sonsuza kadar birikmeye devam edemez. Nereye kadar birikir? Ümit İzmen: Türkiye’de ekonomik sorunların nereye kadar biriktiğini hep siyaset belirlemiştir. Siyasetteki kriz ekonomik kriz için gereken kıvılcımı ateşleyebilir. Siyasette tansiyonun sürekli olarak yükseldiğini düşünürsek böyle bir ihtimalin giderek yükseldiğini görürüz. Ekonomik krizi tetiklemekte koalisyon ya da azınlık hükümetinin etkisi ne olur? İkisinin de çok büyük etkisi olmaz. Çünkü her iki durumda da ekonomi siyasetçilere değil, bürokratlara bırakılır. Bürokratların da ekonomiyi duvara çarptırmadan bir süre yürütme kapasitesi var. Esas mesele barış sürecinde. Hepimiz hala barış sürecinin kaldığı yerden devam etmesini bekliyoruz. Bu sadece demokrat kamuoyunun beklentisi değil. Barış sürecinin devam etmesi Türkiye’ye yatırımın da ön koşulu. Dolayısıyla ekonomik kriz senaryolarındaki en önemli parametre bugün bana kalırsa yeniden barışın egemen kılınması.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BARIŞIN SESİNİ YÜKSELT 7 Haziran seçimlerindeki yenilgisini kabullenemeyen AKP’nin yarattığı siyasi kriz sürüyor. Bir yanda koalisyon tartışmaları diğer yanda erken seçim ihtimali var. Çok açık ki Erdoğan faşist parti MHP’nin destekleyeceği bir azınlık hükümetinin kurulmasını ve erken seçime gidilmesini istiyor. Seçimlerin üzerinden iki ay geçmesinerağmen henüz bir hükümet kurulmuş değil. Üstelik hükümet etme yetkisini halkın oylarıyla, sandıkta kaybeden AKP yetki sınırlarını aşarak bir savaş başlattı. Erdoğan’ın iktidarı için başlattığı savaşın dozu her gün giderek artıyor.Açık ve net olan şey ise Erdoğan bu savaşı Türkiye halklarına rağmen sürdürüyor. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu barış istiyor. Çözüm süreci yani Öcalan ve devlet heyeti arasındaki görüşmeler, 2013’te başladığı günden bu yana kamuoyu tarafından desteklendi ve kabul gördü. Toplumdaki barış isteğinin kanıtlarından biri süreci bitirdiğini itiraf eden AKP’nin seçimlerde aldığı yenilginin boyutu. Savaşı durdurmanın ve çözüm sürecinin yeniden başlamasının yolu barış için mücadele etmekten geçiyor. Kitlesel bir barış hareketinin sokakta olmasına ihtiyacımız var. Kitlesel bir hareketin var olması için hem sabırlı hem aceleci hem de kararlı olmalıyız.Böyle bir hareket için hiçbir koşul konmamalı. Tek sözü barış olmalı. Barış diyen herkesi ve her kesimi bir araya getirebilmeli. Savaşa karşı barışın sesini yükseltecek bir hareketi inşa etmek ve Erdoğan’ın savaşını durdurmak için güvenebileceğimiz ve bir araya gelebileceğimiz milyonlar var. Genel seçimlerde HDP’ye oy veren altı milyondan fazla insan barışın ilk teminatıdır. Üstelik toplumdaki barış isteği altı milyonu kat be kat aşıyor. İnatla barış isteyenler olarak olası bir erken seçim için şimdiden kolları sıvamalıyız. Tıpkı 7 Haziran öncesinde olduğu gibi HDP’nin etrafında güçlerimizi birleştirmeliyiz.
TALEPLERİMİZ n Önce barış! Önce ölümler durmalı! n Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit sona ersin! n Dolmabahçe mutabakatına geri dönülsün! Müzakere süreci devam ettirilsin! n Sivillere ateş açan, işkence eden özel hareket polisleri cezalandırılsın! n Sınırötesi operasyonlara son verilsin! n İncirlik Üssü ABD liderliğindeki koalisyon güçlerine kullandırılmasın!
9 Ağustos’ta binlerce insan Barış Bloku’nun çağrısıyla İstanbul Bakırköy’deki mitingdeydi. Sosyalist İşçi olarak katılımcılara neden orda olduklarını ve barışın ne anlam ifade ettiğini sorduk ARTIK YETER! ZEYNEL: Barış benim için özgürlüğü ifade ediyor. Şu an kan gövdeyi götürüyor. Niçin? Koltuk için, para için. Değmez bunlar için. Hakikaten haykırıyorum, şu an içim doludur. Barış insanlığın savunabileceği bir şeydir. Savaş kolay bir iştir. Herkes buna karar verebilir. ‘Kökünüzü kazıyana kadar’ diye parmak sallayanlara diyorum bu-
radan: Gelin insanca bir yol bulalım. Bu işkenceden, kandan, kan emmekten vazgeçin. Bunun sonu yoktur. İnsanlık adına buradayız ve barış istiyoruz. Barış, her şeye rağmen barış. Parçalanmış çocuk bedenlerine rağmen biz yine barış diyoruz. Davutoğlu ve Erdoğan’a sesleniyoruz. Artık yeter. Her şeyden önce barış.
SAVAŞA HAYIR Berivan Kaya: Barışı tesis edecek olan halklar değil yönetenlerdir. Fakat bugün yönetenler barış değil savaş inşa etmeye çalıştığı için, halklara karşı saldırı planı başlattığı için bize düşen de bunları engellemek. Savaşı engellemek için buradayız. Bu saldırganlığı, bu savaşı Kürt halkı ve Türkiye halkları üzerindeki tahakkümü engellemek için buradayız.
ÖZGÜRLÜK! Burak: Bir üniversite öğrencisi olarak savaşa karşı barış demek için buradayım. Barış benim için kardeşlik ve özgürlük demek.