DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
535
2 Eylül 2015 2 TL. sosyalistisci.org
KÜRT HALKINA ÖZGÜRLÜK
-
SAVASA SON! SURİYE’DE
KEMAL BAŞAK:
“GÜVENLİ BÖLGE”
HDP’YE TEPEDEN
NE GETİRECEK?
BAKAN “SOL”
sayfa 2
sayfa 8
ÖZDEŞ ÖZBAY: SYRİZA, PODEMOS... SOL REFORMİZM NE KADAR RADİKAL? sayfa 11
2
GÜNDEM
SEÇİM HÜKÜMETİ İÇİNDE BARIŞ MÜCADELESİ ÖDÜLLÜ MUHBİRLER AĞININ SAHTE DEMOKRATLARI
Erdoğan’ın gözlerini yaşartacak Erdoğancı, hatta Erdoğan’dan daha fazla Erdoğancı olanlara, bir an için hak verelim. Tamam! Kabul! Karşınızda devasa bir güç var adına “Paralel” dediğiniz ve bu yapıya karşı mücadele ananızın ak sütü gibi helal. Peki ama muhbirlere para verilmesi, insanların muhbirliğe özendirilmesi yönetmeliğine ne diyorsunuz? Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren yönetmeliğe göre, 3713 sayılı Kanun kapsamına giren suçlarda, suçluların yakalanmasına yardımcı olacak ihbarda bulunan vatandaşlar, ödül komisyonu tarafından ödüllendirilecekler. Ödül komisyonu, İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Başkanlığı’nda, Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı’nın belirleyeceği üyelerden oluşacak. Ne diyorsunuz buna? Vatandaş, canı çektiğini ihbar edebilir. Zira yönetmeliğe göre ihbar edenlerin adı gizli kalacak. “Gizli tanıkların” yerini, “gizli ödüllü muhbirler” alacak. Tamam. Farz edelim ki dünyanın bütün “üst akılları”, küresel ve yerel “bütün faiz lobileri” Erdoğan hakkında kumpas planlıyorlar. Yine de buna ne diyorsunuz? Vatandaşı para karşılığı muhbirliğe iten bu yönetmelik, demokrasinin hangi departmanında konuşlanıyor? 3713 sayılı Kanun, Terörle Mücadele Kanunu. Terörle mücadeleyi, vatandaşın para karşılığı ihbarcılığına havale etmek ne demek biliyor musunuz? Tek tek her bireyin nasıl bir terör tanımına sahip olduğunun farkında mısınız? Kimi sırt çantalı, keçi sakallı, Troçki gözlüklü bir genç erkeği ya da kırmızı elbiseli bir kadını terörist olarak görürken, kimi her gördüğü çember sakallıyı IŞİD üyesi var sayıyor. Kimi demokratik hakkını kullanmak için bir gösteriye katılanı, kimi nükleer santral yapımına karşı çıkan bir antikapitalisti, kimi Türkiye’de yaşayan Türkiye vatandaşı her Yahudi’yi, kimi tüm HDP üyelerini, kimi görüşlerini açıklayan bir gazeteciyi, kimi Onur Yürüyüşü’ne katılan bir LGBTİ bireyi, bir başkası parasız sağlık hizmeti için basın açıklaması yapan bir hemşireyi, diğerleri Özgecan cinayetine karşı sokaklarda slogan atan kadınları, öbürleri asansör kazasında ölen işçiler için anma yapanları, en baştaki Berkin Elvan’la dayanışmakiçin yürüyen lise öğrencilerini, Vatan Partili “Ergenekon dağıtılsın!” diyen tüm demokratları, arada bazıları Nişantaşı’nda pahalı mekanlarda görünür olmaya başladığını iddia ettiği başörtülüleri, sendikacıları, dernek üyelerini, bu gazete gibi Kürt halkının özgürlüğünü kazanmasını tüm politik taleplerin en başına yerleştiren yayın organlarını, ya da sokaklarda dilenmek zorunda bırakılan Suriyelileri terörist olarak görebilir, görüyor da. Önüne gelenin önüne gelene terörist dediği Türkiye’de, vatandaşı para karşılığı ihbarcılığa teşvik etmek söyleyiverin bir zahmet, hangi kutsal davanın koruyucu kalkanıdır? Oldu olacak, herkese bir at, iki de tabanca verin, teröristi ölü ya da diri getirip kasabanın şerifine teslim edenlere de ödüllerini dolar karşılığı verin! Bu yönetmelik derhal geri çekilmelidir! Devletin vatandaşı fişlemesi bir şeydir, bununla, bu fişlemenin yaratığı sancılar ve baskılarla zaten mücadele ediyoruz ama vatandaşın vatandaşı fişlemesi bambaşka birşeydir! Bahanelere sığınmak yersiz! Bu yönetmeliğe de bahane bulursanız, ödüllü muhbirler ağının sahte demokratları olarak damgalanırsınız!
Erdoğan tarafından seçim hükümeti kurmakla görevlendirilen Davutoğlu, AKP dışında kabinede yer almasını istediği isimlere mektup yazarak davet yolladı. CHP grubu kabineye hiçbir milletvekilini yollamama karar aldı. MHP de benzer bir kararı aldı. HDP Parti Meclisi ise seçim hükümetinin Davutoğlu’nun hükümeti olmadığını, seçimlerde elde edilen kazanımın bir ürünü olduğunu savunarak kabinede yer alacağını açıkladı. MHP ve HDP fire verdi MHP, Tuğrul Türkeş’in kabinede olmayı kabul etmesiyle fire verdi. HDP’de ise EMEP kurucu genel başkanı Levent Tüzel’in, EMEP tarafından yapılan açıklamayla kabinede yer almayacağı açıklandı. Ardından, Levent Tüzel bir basın açıklaması yaparak bir gün önce teklif gelirse kabinede yer alacağını açıklamış olmasına rağmen görevi reddettiğini ilan etti. Tüzel’in bu tutumu HDP’nin Davutoğlu ve Erdoğan’ın seçim hükümeti oyununu zora sokan hamlesini zayıflattı. Hem HDP bölünmüş bir görüntü verdi hem de seçim hükümetinin kabinesinde bir milletvekili eksik yer almak zorunda kaldı. HDP’nin kararı EMEP’in kabinede neden yer almayacağına dair yaptığı açıklamanın can alıcı yanı, seçim hükümetinin bir savaş hükümeti olduğu vurgusu. Ulusalcı sosyalistlerden gelen eleştirisi ise seçim hükümetine girmenin AKP’yle koalisyon yapmak anlamına geldiği yönündeki suçlama. HDP’nin tek başına kurmayacağı her hükümet, bugün bir savaş hükümeti
Erdoğan’ın neden engellemek istediği anlaşıldı: HDP’li bakanlar geçici seçim hükümetini bir mücadele alanına dönüştürdü.
olmak zorundadır. Bu aynı zamanda, HDP’nin ezici çoğunlukla yer almadığı bir meclisin savaş meclisi olması anlamına gelir. Henüz, meclisin onay vermediği hiçbir savaş politikasına tanık olmadık. Bu nedenle, mecliste milletvekili olarak mücadele etmek nasıl savaş meclisinin suçuna ortak olmak anlamına gelmiyorsa, seçim hükümetinde görev almak da savaşa ortak olmak anlamına gelmez. Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi, Bakanlar Kurulu’nda da barış için mücadele etmek mümkündür. Üstelik, bu, mücadelenin ürünü olarak HDP’nin aldığı oyların yığınsallığının bir sonucu. Bakanlar Kurulu’na da HDP’nin milletvekili yollaması Erdoğan ya da Davutoğlu’nun bir lütfu değil, HDP’nin seçim zaferinin bir sonucu. Belirleyici olan seçim kabinesine milletvekili yollayıp yollamamak değil, kabinede görev alan bakanların savunacağı politikaların içeriği. HDP’li vekillerin şiddete karşı, devlet terörüne karşı, savaşa karşı tutum alacağı, ölümleri durdurmak
Terörist çocuk Baran Çağlı (7) fotoğrafta atış talimi yapılırken görülüyor.
için barış politikalarını savunacağı çok açık. Ulusalcı yalanlar Koray Çalışkan gibi ulusalcılar ise milletvekili olmak için sonuna kadar çırpındıkları CHP’nin AKP’yle koalisyon kurmak için haftalarca çabaladığını görmezden gelerek, HDP’nin kabineye katılma kararını eleştiriyor. Eğer Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu uzlaşmış olsaydı, Erdoğan koalisyon çabalarına sekte vurmamış olsaydı, bugün AKP-CHP koalisyon hükümeti iktidarda olacaktı. Ulusalcıların HDP’yi suçlamaya çalışırken görmezden geldiği nokta, seçim hükümetinin AKP’yle bir koalisyon olmadığı gerçeğidir. Parlamenter hiçbir karar, eğilim ve mücadele, ekonomik ve sosyal hayatın çelişkilerinin nihai çözüm noktası değildir. Ekonomik ve sosyal mücadelenin taleplerini, eğilimlerini parlamentoda dile getirmek, reformlar mücadelesinin bir alanı olabilir olsa olsa. Kürt halkının can alıcı sorunu barış. Kürt hareketi yıllardır bu talebi haykırıyor. Bunun için bulabildiği tüm platformlarda barış talebini dile getirme hakkını kullanmasını eleştirenler hem HDP’ye hem de barış için verilen mücadeleye kibirle yaklaşıyorlar.
“Türkiye’nin bu halinde sahne almak zor. Ancak böyle oturduğunuz yerden ’Savaşa hayır’ diye bağırarak olmaz. Evlatlarımızı yaşatmaya çalışmalıyız. ” Sezen Aksu
GÜNDEM
SURİYE’DE “GÜVENLİ BÖLGE” NE GETİRECEK? Geçici seçim hükümetinin kuruluşu etrafında tartışmalar
sürerken, ABD ordusu ile ortak hava saldırısı gerçekleştiren Türkiye savaş uçakları Suriye’deki dört IŞİD hedefini bombaladı.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
HDP’YLE İLİŞKİLENMEK, BARIŞLA İLİŞKİLENMEK 7 Haziran seçim sonuçları, Türk devleti açısından katlanılamaz bir can sıkıntısı yarattı. Neticede, Abdullah Öcalan’ın önerisiyle başlayan bir proje, beklenenden de büyük bir siyasal sıçrama yaratarak meclise 80 milletvekili sokan 6 milyon kişinin desteğini aldı.
Bu IŞİD’e karşı ABD ile ortak operasyon, Türkiye ordusunun Suriye savaşında ikinci hava saldırısı.
Bu gerçekten de her mitinginde, her basın açıkla-
Suruç katliamını fırsat bilen Türkiye 24 Temmuz’da önce Suriye’de IŞİD’i bombalamış, ardından Irak Kürdistanı’nda 1 aydan fazla süredir devam eden bombardımanları başlatmıştı.
masında barış vurgusunu öne çıkartan bir partinin
Şimdi Türkiye ordusu, ABD ve Avrupa Birliği’nin desteğiyle, Suriye sınırındaki 85 km2 alanı işgal edip, “güvenli bölge” oluşturmaya hazırlanıyor.
olarak birleşti.
Ne kadar güvenli?
gördüğü ilginin yaygınlığı açısından tarifi zor bir başarıydı. Devletin bütün refleksleri paralize oldu. Kürdistan’da Kürtler HDP çatısı altında adeta bir blok
gelmesine neden olabilir.
Batıda da esas olarak AKP’nin tabanında bulunan Kürt yoksullar HDP’ye kaydı. Türkiyelileşme çabasın-
Suriye sınırındaki Azez ile Cerablus arasındaki alanda oluşturulmak istenen “güvenli bölgeyle” IŞİD’in güneye sürülmesi, örgütün temel militan ve lojistik aktarım yolunun kapatılması ile zayıflatılmasının hedeflendiği söyleniyor.
Öte yandan IŞİD bir süredir Irak ve Suriye dışındaki taraflarına buraya gelmek yerine kendi ülkelerinde savaşmaları çağrısını yapıyor. Türkiye-Suriye sınırındaki IŞİD denetimindeki bölgenin alınması, IŞİD’in savaş kapasitesini azaltmayacak. Aksine sürekli saldırı ve çatışmaya açık bir alan yaratacak.
dan daha belirleyici olan, Kürt halkının siyasi temsili-
“Güvenli bölge” için Suriye’nin bir bölümünün işgali, uzun süreli bir bölgesel savaşın aktif parçası olmak demek. Hemen herkes IŞİD’e karşı savaşın uzun süreceğini söylüyor.
Kazanan ABD emperyalizmi
için bir adım atılacaksa, Kürt halkının ezilmişliğine,
PKK’ye karşı savaşta ard arda kayıplar veren Türkiye ordusunun Suriye’de karadan girmesi beraberinde bir çok askeri kayıp getirebilir. “Güvenli bölge” Türkiye vatandaşlarının güvenliği için de bir tehdit. Bu savaş “maliyeti düşük” diye pazarlansa da emekçilerden esirgenen bütçenin önemli bir kısımını yutacak. Suriye’ye atılan her bomba Türkiye emekçilerine yoksulluk olarak geri dönecek. ABD savaş koalisyonunun 1 yılı aşkındır Irak ve Suriye’deki IŞİD hedeflerine yaptığı bombardımanın başarısız olduğu Pentagon’un en yetkili isimleri tarafından dile getiriliyor. Dışarıdan müdahale IŞİD’i geçici olarak geriletse de yok etmiyor aksine taban bularak güçlenmesine yardım ediyor. Türkiye’nin Suriye işgalinin açıklanmayan iki temel hedefi daha var. Suriye sınırının büyük bölümünü kontrol eden Kürtlerin denetimindeki bölgelerin birleşmesini engellemek. Suriye’nin bir bölümünü işgal ederek Esad rejimine karşı uzun süredir istenilen cepheyi açmak. Bu savaşta işgalci ABD ordusu ve mütefikleri dışında Türkiye’nin dostu yok. IŞİD’e karşı askeri harekat, Türkiye ordusunun PYD ya da Esad’ın ordusuyla savaşır duruma
HAFTANIN IRKÇISI MEVSİMLİK İŞÇİLERİ HEDEF GÖSTEREN GAZETE Ankara’nın Polatlı ilçesinde günlük yayın yapan Polatlı Postası, ilçedeki mevsimlik işçileri hedef göstererek, “şehri terk edin” tehdidinde bulundu. Gazete, 20 Ağustos günü ilk sayfasından “Bu şehri terk edin” manşetiyle yaptığı haberde, ilçeye soğan toplamak amacıyla
Suriye’de iç savaş başladığından beri “uçuşa yasak tampon bölge” oluşturma amacına ulaşan Erdoğan’ın geçici savaş hükümeti, bunun karşılığında ABD’ye İncirlik üssünün kullanımı verdi.
yetini HDP’de ifade etme eğilimi 7 Haziran seçimleriyle kesinlik kazandı. Bu gelişme, Türkiyeli sosyalistler açısından şu adımları aynı anda atmayı zorunlu kılıyor. Öncelikle, barış dolayısıyla Türk milliyetçiliğine karşı mücadele edilecekse, HDP yok sayılarak, HDP’yle ilişkilenmeden hareket etmek gereksiz bir kibirle siyaset yapmak anlamına gelir.
Üs, ABD ordusunun silah ve her türlü ikmali gibi bombardımanları da kolaylaştıracak. İncirlik’in savaş koalisyonunun merkezi haline getirilemesiyle işgalci ABD ordusu geniş bir bölgede denetim sağlayacak.
Bu ilişkide, HDP’yi araçsallaştırmak ise kibirden daha
İçerideki savaş karşı hareketin baskısı, Irak ve Afganistan’daki askeri başarısızlıkla doğrudan kendi birlikleriyle kara savaşına giremeyen ABD, IŞİD’in yanı başındaki sadık müttefiki Türkiye’yi savaş sahasına sürmeyi başardı.
yapmak, kendisi hakkında gerçek dışı fikirlere sahip
İki savaşa da hayır! Erdoğan ile ABD emperyalizminin savaşını, Irak’ın işgalinden bu yana Ortadoğu’ya askeri müdahaleye karşı olan ve Kürtlerle barış sürecini destekleyen halkın büyük çoğunluğunun mücadelesi durdurabilir. Ordu kışlaya dönmeli, Türkiye Irak ve Suriye’den elini çekmelidir. Kürtlerle müzakere süreci başlatılmalı, Rojava Kürt yönetimi tanınmalıdır. Eğer söz konusu olan Türkiye’nin güvenliği ise bu savaştan değil barıştan geçiyor. gelen yüzlerce kişiyi, “şehrin dengesiyle oynamak” ile suçladı. Gazete, daha da ileri giderek, ilçeye gelen mevsimlik işçilerle ilgili yereldeki devlet kurumlarının yeterince “önlem” almadığını savundu. Gazete haberinde, mevsimlik işçilerin ilçenin “sosyal yapısını bozduğu” ve “mevsimlik işçi değil de şehrin yerlisi” gibi davrandığını yazarak, hedef gösterdiği gibi şehrin huzurunu bozduklarını iddia ederek işçilere, “şehri terk edin” tehdidinde bulundu. Büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşan işçilerin varlığından ırkçı saiklerle rahatsız olan, devlet kurumlarını ırkçılığın gereğini yapmaya davet eden, ayrıca bölgedeki ırkçı odaklara hedef gösteren Polatlı Postası, haftanın ırkçısı olmaya hak kazandı.
vahim bir siyasi hata yapmak demektir. HDP çatısında seçimlere katılıp, sanki Kürt oylarıyla değil de kendi kitlesel gücüyle parlamentoya girmiş gibi olmak anlamını taşır. Bu fikirlerin gerçek olup olmadığını test etmenin yolu ise önümüzdeki seçimler olarak gözüküyor. Bir yandan HDP’yle, barış için en sağlam ittifakları kurmak, HDP’ye yönelik yıpratma kampanyalarına en önde barikat kurmak bir zounluluk. Ama öte yandan, başka bir adımı daha atmak zorundayız. Batıda, barış için yaygın bir kampanya örgütlemeli ve bu kampanyanın, aynı zamanda HDP’ye yönelik Türk milliyetçisi saldıralara da göğüs germesini sağlamalıyız. Sekterlik, sol siyasetin en tehlikeli hatasıdır. Ama sekterliğin en garibi, milliyetçi olanıdır. Normal bir sekter, kendisini işçi hareketinin yerine koyar, kendi taleplerinin işçi hareketinin talepleri olduğunu sanır, hareketin kendi çatısı altında birleşmesi için çaba harcar. Hareketin birleşmesi değil, kendi grup dünyasıdır can alıcı olan sekter açısından. Fakat, Türkiye’de sekterler, bir de kendilerini Kürt hareketinin de akıl hocası ilan ederek, çifte sekterlik sergileme başarısını gösterirler. En büyük bela, Türk milliyetçiliğidir ve bu belaya karşı hem HDP’ye doğrudan destek olmak hem de batıda işçi sınıfıyla Kürt özgürlük mücadelesinin ittifak halinde omasını sağlamak gerekir.
4
DÜNYA
LÜBNAN: EYLEMLER KİTLESELLEŞEREK SÜRÜYOR
IRAK: YOLSUZLUKLARA VE MEZHEPÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Halkın mezhepçiliğe karşı çıkıp, yolsuzluklara karşı sokağa dökülmesi Irak’ta rejime ve IŞİD’e karşı alternatifin varolduğunu gösterdi.
Lübnan sokaklarında 2011 Arap baharı’nın sloganı yankılanıyor: ‘Halk rejimi devirmek istiyor!’
Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta ana çöp toplama alanının yeni bir alan gösterilmeden kapatılması nedeniyle toplanamayan çöplere bir tepki olarak doğan hareket, yeni talepler öne sürerek ve kitleselleşerek sürüyor. 23 Ağustos’taki 20.000 kişilik gösterinin ardından geçtiğimiz Cumartesi sokağa çıkan binlerce kişi, çöp sorunun yanı sıra ülkede çok sık yaşanan elektrik ve su kesintilerini, politikacıların yozlaşmışlığını ve bütün politikacıları protesto etti. Lübnan’da yaşanan iç savaşın ardından devlet görevlileri için dini ve etnik temellere göre kotalar konulmuş, ülkedeki siyaset de bu temelde gelişmişti. En büyük iki siyasi güç Esad rejiminin, Hizbullah’ın ve İran’ın desteklediği 8 Mart hareketi ile Suudi Arabistan’ın desteklediği 14 Mart hareketi. Farklı ülkeler tarafından desteklenen
bu hareketler siyasi sistemi kilitlediği için 2009’dan beri seçim yapılamıyor, Mayıs 2014’den beri ise Cumhurbaşkanı seçilemiyor. Lübnanlı sosyalistler hareketin içinde, antikapitalist talepleri savunup, bütün bir rejimin devrilmesi gerektiğini anlatıyorlar. DSİP’in kardeş örgütü Sosyalist Forum yaptığı açıklamada “sosyal adalet, özgürlük ve eşitliği güvence altına alan demokratik ve laik bir devlet, mezhepçi kotalar olmadan seçilmiş bir Kurucu Meclis ve herkes için temiz bir çevre ile saygın bir hayat” talebinde bulundu. İnternette “YouStink” yani “Kokuyorsunuz” etiketiyle örgütlenen hareket hükümete üç günlük süre verdi ve gösterilere ara verdiğini açıkladı. Salı günü yeni bir eylem daha yapılması planlanıyor.
KÜRESEL BAKIŞ Arife Köse
HASTALIKLAR DEĞİL KAPİTALİZM ÖLDÜRÜYOR Sierra Leone’de bir hastanade son Ebola hastasının taburcu edilmesini hastane çalışanları dans ederek kutlamışlar. Ancak hastalık bugüne kadar Batı Afrika’da halihazırda binlerce kişinin hayatına mâl oldu. Ölü sayısı 10 bini geçti. Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına göre hâlâ dünyada her iki günde bir 6 bin kişi sıtmadan ölüyor. Sadece Ebola krizinin başlangıcından, yani geçen seneden bu yana 600 bin kişi tüberkülozdan öldü. Ve büyük çoğunluğu Afrika’da olmak üzere her yıl 2.5 milyon kişi AİDS’ten ölüyor. Yetkililer hastalığın bu hastalıkların yayılmasından ve bir türlü bitmemesinden halkı sorumlu tutuyor. Halkın, verilen tavsiyeleri dinlemediğini ve batıl inançlarından vazgeçmediğini söylüyorlar. Ancak bu doğru değil. Halk, kendisini yoksullaştıran politikaların uygulayıcısı hükümetlere güvenmiyor. Bu hastalıkların kökeninde kapitalizmin yol açtığı yoksulluk yatıyor. Afrika’nın her karış toprağında eli olan Batı bu hasta-
Irak’ta Bağdat’taki Tahrir Meydanı’na ve Nasiriye’de sokağa çıkan binlerce kişi yolsuzluğa karşı sert önlemler alınmasını ve kamusal hizmetlerde yaşanan aksamaların giderilmesini istedi. “Sünni hükümete hayır, Şii hükümete hayır,
laik bir devlete evet” gibi mezhepçilik karşıtı sloganların da atıldığı eylemlerde ana talep Nuri El Maliki hükümetinin yerine gelen Haydar El Abadi’nin yolsuzluğa karşı önlemler alması. Göstericilerin “hepiniz yargılanacaksınız, hepiniz
hırsızlarsınız” “Cuma’dan Cuma’ya yolsuzları ülkeden kovacağız “ sloganlarının da dikkat çektiği ülkedeki sıcaklık 50 dereceye kadar çıkarken geniş çaplı elektrik kesintileri yaşanıyor ve bazı günler sadece birkaç saat elektrik verilebiliyor.
JAPONYA: SAVAŞ KARŞITI HAREKET SOKAKTA! Japon hükümetinin silahlanma politikalarını içeren yasa değişikliği tasarıları, Tokyo’da 120 bin kişinin katıldığı eylemle protesto edildi. Tokyo’da Abe hükümetine karşı sokağa çıkan on binlerce kişi, 1960’lı yıllardan bu yana ülkedeki en kitlesel eylemlerden birini gerçekleştirdi. Abe’nin hazırlığını yaptığı yasaların, pasifist anayasayı ihlal edip Japonya’yı savaşlara sürükleyeceğine dikkat çeken eylemciler, “Abe, diktatör müsün?”, "Savaşa hayır", “Asla affetmeyiz”, “Faşist bozguncular” ve "Savaş değil barış" yazılı dövizler taşıdı. Eylemde "Abe istifa etmeli" yazılı büyük bir pankart açıldı. Parlamento önünde yapılan kitlesel protestonun yanı sıra kamuoyu anketleri, tasarıya karşı çıkanların hükümet destekçilerini geçtiğini gösteriyor.
lıkları tedavi edecek ilaçları sağlayabilir ancak insanlar o kadar yoksul ki bu ilaçları almaya paraları yetmiyor. Ebola’dan en çok etkilenen Sierra Leone ve Liberya 1990’lardan bu yana iç savaş ile boğuşuyor. Hastalık patlak verdiğinde İngiltere Sierra Leone’ye 750 ve ABD Liberya’ya 300 birlik gönderdi. Amaç sağlık hizmetlerinin kırsal bölgelere götürülmesine yardımcı olmaktı. Yani Batı ilaç ve doktor göndermek yerine her zaman yaptığı gibi asker göndermeyi tercih etti. Elinizdeki tek alet çekiçse her şeyi çivi sanmanız normal tabi! Dünya Sağlık Örgütü 2012’de yeterince ilgi gösterilmeyen hastalıklar listesi yaptı. Bunların arasında tüberküloz, kuduz, cüzam, parazit enfeksiyonları vardı. Ebola yoktu bile çünkü henüz DSÖ’nün kayıtlarına girmeye değecek kadar çok sayıda insan Ebola’dan ölmemişti. Lamcet tıp dergisinde yayınlanan bir makaleye göre 2000 ve 2011 yılları arasında geliştirilen 336 yeni ilaçtan sadece dört tanesi bu hastalıklar ile ilgiliydi. İlaç araştırmalarının çoğu zengin ülkelerdeki hastalıklara yönelik yapılıyor. İlaç şirketleri, bu ilaçları alacak parası olmayan insanlara yönelik araştırmalar yapmakta bir kâr görmedikleri için aslında rahatlıkla iyileştirilebilir hastalıklardan her yıl binlerce insan ölüyor. Rosa Luxemburg “ya sosyalizm, ya barbarlık!” derken ne kadar haklıydı. Çünkü öldüren hastalıklar değil, kapitalizm!
MALEZYA: BİNLERCE İNSAN BAŞBAKANIN İSTİFASINI İSTEDİ
Malezya’da başkent Kuala Lumpur ve diğer şehirlerde cumartesi günü sokağa çıkan binlerce kişi zimmetine 700 milyon dolar geçirmekle suçladıkları Başbakan Necip Rezzak’ın istifasını istedi. Rezzak zimmetine para geçirdiği iddiasını reddederken bazı bakanlar paranın “Yahudi tehdidine karşı alındığı” , “terörle mücadele için bir hediye olduğu” gibi savunmalar yaptılar. 2009 yılında reform vaadiyle göreve gelen Rezzak ekonomiyi şeffaflaştıracağını ve yolsuzlukla mücadele edeceğini söylemişti. Ancak Rezzak neo-liberal politikalar uygulamış, gıda ve benzin yardımlarını kesip GST adlı bir tüketim vergisini uygulamaya koydu. Öte yandan Rezzak’ın eşi de lüks harcamalar yapmakla suçlanıyor.
RÖPORTAJ
5
“6-7 EYLÜL’LE YÜZLEŞME İÇİN DEVLET ARŞİVLERİ AÇILMALI” 6-7 Eylül’ün 60. yıl dönümünde, İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu (İREF) Başkanı Prof. Nikos Uzunoğlu sorularımızı yanıtladı. 6-7 Eylül, Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşları üzerinde nasıl bir etki yarattı? Nikos Uzunoğlu: Azınlıklar için beklenmedik bir olaydı. Evvelki tecrübelerin, Varlık Vergisi, 20 kura Nafia Askerleri gibi baskı olaylarının başka niteleği vardı. 6-7 Eylül, Rum toplumu üzerine şok tesiri yaptı. Hiç kimse İstanbul’da bu çapta bir şey beklemiyordu. 1913-14 yıllarında benzer olaylar Batı Anadolu ve Doğu Trakya kasaba ve köylerinde yaşanmıştı ancak bu çapta değildi. 1934’te Yahudi toplumuna Trakya şehirlerinde yapılanlar pek bilinmiyordu. Rum toplumu olaylardan sonra kısa zamanda toparlanabildi. Mağdurlar az çok işyerlerini, evlerini ve daha fazla kilise ve kurumlarını onardılar. Göç edenlerin sayısı tahminen %10’dan azdır. Bunun aksine, 1964’te sınır dışı olayları ile Rum toplumu paniğe kapıldı, iki sene zarfında %70’i göç etti. Olayları yaşamış olanlar, anılarına getirdikleri zaman büyük bir keder veya öfke dolu reaksyonlar sergilemektedir. 6-7 Eylül’ün 60. yıl dönümünde, dünden bugüne Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslimlere yönelik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Nikos Uzunoğlu: 2003 yılından sonra kayda değer bir değişim var. Ancak sorunların çözülmesi çok yavaş olmaktadır. Eğer kısaca söylemek gerekiyorsa, 2003’ten sonra gayrimüslimler, hoşgörü altında yaşayabilecek toplumlar olarak algılanmaktadır. Yani henüz, azınlıkların, insan haklarının güçlenmesinin en önemli öğesi olduğu yöneticiler tarafından anlaşılmamıştır. Gayrimüslim vakıflarının maceraları gerçeği göstermektedir. 1974 yılında Yargıtay’ın Azınlık Vakıfları hakkındaki kararıyla üyeleri “yabancı vatandaş” sayılıp el konulan vakıf mülklerin ancak küçük bir kısmı geri verilmiş olup, son 2.5 senede vakıf seçimleri yasaklanmıştır. Eğer cidden bu toplumarın devamı samimiyetle isteniyorsa, telafi ve destek programları bir an önce hayata geçirilmelidir. Bu programlar, vatanlarına dönmek isteyen genç nesillere yönlenmelidir. Daha az kullanılmasına rağmen, hâlen mütekabiliyet prensibi çoğu zaman hakların iade edilmesini engellemektedir. Bugün Türkiye toplumunda 6-7 Eylül olaylarıyla yüzleşildiğini düşünüyor musunuz? Nikos Uzunoğlu: 2005 yılına kadar olay bir tabu meselesi olup bundan bahsetmek bile imkansızdı. Bu tarihten sonra durum değişti ancak gerçekten bir yüzleşmeden bahsetmek için gerçek faillerin bulunması ve ortaya çıkarılması gereklidir. Henüz olayların nasıl planladığı ve organize edildiği hakkında kesin ve herkes tarafından kabul edilecek bir mahkeme kararı yoktur. Kasım 2012’de yayınlanan TBMM Darbeler Komisyonu’nun raporunda olayların nasıl hazırlandığı hakkında önemli bilgiler verrmektedir. 27 Mayıs darbesinden sonra yapılan Yassıada’daki mahkeme tarafsız olmaktan çok uzaktı ve gerçek faillerin beraatına karar verdi. Yüzleşme için devlet arşivlerinin açılarak gerçek faillerin ortaya çıkarılması gerekmektedir. 6-7 Eylül’ü anmak, 60. yılında ne anlama geliyor?
6-7 Eylül 1955: Kontrgerilla tarafından İstanbul’a akıtılan eli sopalı adamlar Rum, Ermeni ve Yahudilere ait işyerlerini yağmaladı.
Nikos Uzunoğlu: Temel neden bu gibi olayların tekrarlanmamasını sağlamak ve tarihi gerçekleri anlayarak geçmişin yaralarını sarmaktır. Geçmişin utanç veren olaylarını unutmak, bunların yeniden yaşanmasını garantiler. Eğitim sisteminde olayların doğru boyutunu öğretmek, gelecek için çok önemlidir. Rum diasporasının ve Türkiye’de bulunan Rum cemaatinin Türkiye Cumhuriyeti’nden talepleri nelerdir? Son 5 yıl zarfında T.C. yetkililerine sunulan önerilerimiz kısaca şöyle sıralanabilir: - Kitlesel bir şekilde vatandaşlıktan ıskat edilenlerin vatandaşlıklarını geri alabilmeleri ve benzer sorunların giderilmesi. Bu konuda kayda değer ilerleme kaydedilmiştir. - İstanbul kökenli Rum gençlerine yönelik İstanbul'da iş bulma, iş açma ve bark bulma desteklerinin verilmesi. - İstanbul Rum okullarına destek verilerek geçmişten gelen sorunların giderilmesi. Misafir öğrenci ara çözümüyle bir miktar ilerleme sağlansa da uzun vadede daha kalıcı bir çözüm aranmaktadır. - Bizim için çok büyük manevi değeri olan Der Saadet Rum Cemiyeti’nin kitaplarının ve eşsiz arşivinin, şu anda Ankara'da birçok kütüphanede bulunan kitap ve evrakların İstanbul'a geri gelmesi ve 1862-1922 yılları arasında Osmanlı Rum milletine eğitim, kültür ve tıp alanlarında çok kıymetli hizmetler veren bu tarihi kurumunun adına araştırmacılara açık bir kütüphanenin kurulması. - Korkunç bir panik ortamı içinde 1960'larda mülklerini bırakarak İstanbul'dan ayrılan Rumlar ve varisleri, mülkiyet haklarını geri alabilmek için bürokratik engeller ile karşılaşmaktadır. Bu konuda Kamu Başdenetçiliği ile bir ara olumlu temaslarımız oldu.
- Tabii ki önemli sorunların arasında hâlâ süren Cemaat Vakıflarının sıkıntılarının çok sınırlı çapta giderilmesi ve 2013 başından beri seçimlerin yasaklanması var. Açıkça makamların bize söylediği gibi, bu seçim kararnamesinin askıda kalması bazı çok zengin vakıfların başında olan gerçekten seçilmemiş yöneticilerinin nüfuzundan gelmektedir. - Mavi Kart uygulaması. Yurt dışında yaşayan Rumlar için anayasa böyle bir istisna öngörmemesine rağmen, bir genelge ile böyle bir kısıtlama bulunmaktadır. Bu sorun İstanbul'a dönmek isteyen Rumların önünde bir engeldir. Ara sürede Mavi Kart uygulaması çok büyük bir yardım olacaktır. - Ekümenik Patrikhane’nin karşılaştığı ciddi sorunların çözülmesi ve en önemlisi Heybeliada Ruhban Okulu’nun 1971’den beri tedrisatının yasaklanması bizim için acilen çözülmesi gereken çok ciddi bir problemdir. Son olarak: Toplumuzun maruz kalmış olduğu insan haklarının ihlallerinin neticelerinin giderimi ve İstanbul'da Rum varlığının devamının temin edilmesi, BM Genel Kurulu’nun 60/147 numaralı önergesi ile doğrudan ilişkilidir. Önerilerimizin büyük kısmı bu içeriktedir. Sizce Türkiye halkı olarak, sivil toplum olarak biz ne yapabiliriz? Nikos Uzunoğlu: İstanbul Rum toplumunun büyük haksızlıklara uğradığı dönemlerde maalesef, birkaç istisna dışında, hiçbir destek sesi yoktu. Son yıllarda bu durum büyük çapta değişmiştir ve bunun, yukarıda sıralamış olduğum sorunların çözüme varması için çok önemli olduğuna inanıyorum. Röportaj: Gonca Şahin
6 GÜNDEM
YİNE HDP, YİN
AKP’Yİ YENECEĞİZ 7 Haziran seçimlerinde oylarının beşte birine yakınını kaybeden AKP, tek başına iktidar olamadı. Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hayalleri yerle bir oldu. AKP’liler, koalisyonların ne kadar kötü olduğunu anlatarak, oyları kendilerine geri döndürebileceklerini düşündüler. Bu da olmadı. Tüm anketler, 1 Kasım’da yapılacak erken seçimlerde tablonun fazlaca değişmeyeceğini, AKP’nin oy artıramayacağını, kaybetme ihtimalinin bulunduğunu, HDP’nin ise gücünü koruyacağını söylüyorlar. Ancak buna güvenemeyiz, seçim döneminde hepimizi büyük bir mücadele bekliyor. Erken seçim ısrarı niye? Tayyip Erdoğan’ın CHP veya MHP ile koalisyona karşı çıkıp erken seçimlerin tekrarlanmasında ısrar etmesi, AKP’nin seçimlerde bir çıkış yakalayacağına dair bir işaret değil. Çözüm sürecinin bitirilip savaş politikalarının devreye konulması da dahil olmak üzere, tüm gelişmeleri, AKP’nin gerileme sürecinin bir parçası olarak, Erdoğan ve arkadaşlarının olayları öngöremediği ve tam olarak kontrol edemediği bir çerçevede anlamak gerekli. Bir yorumcunun dediği gibi “fırtına geliyorsa geliyordur, fırtınayı durdurmanın yolu yok, ancak tedbirinizi alırsınız”. AKP’nin içine düştüğü durum bu. Erdoğan ve AKP toparlanabilir mi? Erdoğan geçtiğimiz seçimlerde başkanlık için kampanya yaptı. Kürt sorununun bittiğini ilan etti, Suriye’nin kuzeyinde PYD’dense IŞİD’i tercih ettiğini belli etti, Dolmabahçe mutabakatına karşı çıkarak Kürt düşmanlığına yöneldi. Bu politikalar sonucunda AKP, Kürdistan’da tabela partisi hâline geldi. Hükümetin bu oyları geri alması mümkün değil, hatta Kandil bombardımanıyla birlikte HDP’nin Kürt illerinde daha da güçlenmesi söz konusu olacak. AKP yanlısı medya ise Gezi ve 17-25 Aralık sürecinden beri, ülkedeki tüm gelişmeleri, AKP’yi devirmek isteyen bir üst aklın “darbe” girişimleri olarak adlandırıyor. Bu anlatı, ulusalcıların “tüm dünya Türklere düşman” paranoyalarını andıran, milliyetçi komplo teorileriyle destekleniyor. Bu çizgi de 7 Haziran seçimlerinde iflas etti. AKP liderliğini
destekleyenler, bu saçmalıkları desteklemediği için neredeyse halkı “aptal” ilan edecekti. Takvim, Yeni Şafak, Akit gibi paçavralar aynı performansını koruyor. Özgürlük için mücadele 1 Kasım’da yapılacak erken seçimlerde, özgürlük ve demokrasi için AKP’nin neoliberal politikalarına karşı yaygın bir kampanya inşa etmek muazzam önem taşıyor. Öte yandan, toplumun üçte ikisi çözüm sürecinin devamını isterken
ERDOĞAN’IN SAVAŞINA KARŞI AKP’liler, çözüm sürecini bozup savaşın başlamasına neden olanın PKK olduğunu iddia ediyor. Bu, bütünüyle yalan. Savaş politikaları, Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe mutabakatına karşı çıktığında devreye konuldu. Beşir Atalay, 7 Haziran seçimlerinden önce çözüm sürecini durdurma-
larının hata olduğunu itiraf etti. Yalçın Akdoğan ise sürecin durdurulmasının sebebi olarak HDP’nin barajı geçmesini gösterdi. Tayyip Erdoğan, yoksulların çocuklarını Türk egemen sınıfının çıkarları için ölüme yollayıp, daha sonra çatışmalarda ölen TSK
askerlerinin ailelerine “şehitlik” edebiyatıyla mutlu olmalarını tavsiye ediyor. Türkiye toplumunun çoğunluğu barış istiyor ve ölümlere karşı. Erdoğan’ı ve savaş çıkaran AKP’yi durduracağız. Bu yüzden seçimlerde barış için HDP diyoruz.
savaşı yeniden başlatan ve insanların ölümüne sebep olan hükümete karşı barışın sesini yükseltmek, bu doğrultuda Kürt halkının mücadelesine destek vermek için savaş istemeyenlerin HDP etrafında birleşmesini sağlamalıyız. 7 Haziran seçimleri öncesi “Sokakta mücadele, sandıkta HDP” demiştik. Bu kez de aynısını yapacağız. Hem gerçek mücadeleleri inşa edip kazanımlar elde etmeye çalışacak, hem de AKP’yi en güvendiği yer olan sandıkta yeneceğiz. Bu yüzden “Yine HDP! Yine barış!” diyoruz.
EMPERYALİZMİ YENMEK AKP’nin ABD ile İncirlik Koalisyonu üzerinden yaptığı anlaşma doğrultusunda, TSK uçakları haftalardır Kandil’i bombalıyor. Şimdi ise Türkiye, IŞİD’de karşı emperyalist koalisyona katılarak Suriye’yi de bombalamaya başladı. AKP ve ABD, Suriye Devrimi’nin, Or-
tadoğu işçi sınıfının, Kürt halkının düşmanlarıdır. Onların inisiyatifinde gelişen askeri müdahaleler tüm bunları ezmek içindir. HDP’ye oy verip onun daha güçlü bir şekilde mecliste yer almasını sağlamak, ABD emperyalizmiyle savaş doğrultusunda anlaşma yapan AKP’yi geriletecek.
GÜNDEM
NE BARIŞ! İŞÇİ ÖLÜMLERİNİ DURDURMAK İÇİN AKP’li 13 yılda 15 bine yakın işçi ölümü yaşandı. İş cinayetlerinde AKP’nin yönetimindeki Türkiye, Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü hâle geldi. Soma katliamı sonrası Tayyip Erdoğan’ın ve diğer bakanların tutumu, AKP’nin nobranlığının en net göstergesi oldu.
Soma’dan sonra yükselen işçi hareketi, arka arka-
ya gelen grev dalgaları ise AKP’nin mezarını kazıyor. Yoksullardan oy alan AKP, şimdi ekonomik büyümeden pay almak isteyen, iş cinayetlerine ve işçi düşmanlığına karşı mücadele etmek isteyen bir genç işçi kuşağıyla karşı karşıya. Patronların hizmetçisi AKP’ye karşı sokakta mücadele edenler, seçimlerde de güçlerini HDP etrafında birleştirmeli.
İKLİMİ, DOĞAYI, YAŞAMI KURTARMAK İÇİN Hopa’daki sel felaketinde 9 kişi öldü. Facia, AKP’lilerin iddia ettiği gibi “allahın işi” değil. Yağış rejimlerini iklimin değişmesi değiştiriyor. Yıllardır uyguladığı enerji politikalarıyla hükümet, iklim değişikliğinin başlıca sorumlularından. Üstelik Karadeniz’de doğa umur-
Faşizme karşı
Her seçim döneminde HDP aktivistleri yüzlerce kez saldırıya uğruyor. Seçim otobüsleri, bürolar yakılıyor, stantlara saldırılıyor, mitingler bombalanıyor. Saldırıların başını ülkücü ve alperenci faşistler çeker-
ken, Erdoğan ve AKP’nin HDP’yi hedefe koyan dili tüm saldırganlara cesaret veriyor. Faşizme karşı mücadele etmek isteyen herkes, Kürt halkıyla dayanışma göstermeli ve seçimlerde HDP’yi desteklemeli.
sanmadan yapılan yollar, imara açılan dere yatakları, her dereye kurulan HES’ler, sellerin şiddetinin artmasının temel sebebi. Doğayı, gezegeni, iklimi ve canlı yaşamını savunanlar, AKP’nin bunları tehdit eden politikalarına karşı HDP’yi desteklemeliler.
ERGENEKON’A DARBEYE HAYIR AKP, Ergenekoncularla uzlaştı, darbecilerin yargılandığı davaların “kumpas” olduğunu duyurdu. Tayyip Erdoğan gidip subaylardan özür diledi, “Aldatıldık” dedi. AKP’nin savaş politikaları, TSK komutanlarının siyasete müdahale etme yeteneklerini artırıyor. Kürt halkına çözümsüzlük dayatıldıkça generallerin insiyiatifi artıyor.
Ergenekoncuları, darbecileri, TSK’yı ve askeri vesayet rejimini yıllar süren mücadeleler sonunda gerilettik. Geri dönmelerine izin vermeyeceğiz. Askeri vesayete karşı çıkmak aynı zamanda barışı ve Kürt halkını savunmayı gerektirir. Bu yüzden HDP diyoruz.
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
AKP ÇİRKİNLEŞTİKÇE CHP GÜZELLEŞİR Mİ? CHP ile sosyalizm arasındaki hayalî ilişki tümüyle kırıldığı güne kadar Türkiye’de sosyalizmin işi zor. Bu ilişki, 1950’de CHP’nin tek parti iktidarının sona erdiği gün başladı, Ecevit’in kısa “Karaoğlan” döneminde pekişti, bugün de devam ediyor. CHP’nin 65 yıldır muhalefette ve iktidarda yaptıklarına ve söylediklerine bakılınca, “sol” bir parti olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok. Kendisine sosyalist diyen herhangi bir kişi veya örgütün CHP’yi solcu olarak düşünmesine yol açabilecek herhangi bir CHP politikası, söylemi veya eylemi yok. CHP’nin Ecevit’ten beri kullandığı garip “sosyal demokrat” söylemin geniş kitleleri kandırdığı düşünülebilir. Olabilir. Ama bir sosyalist nasıl kanabilir buna? Hiçbir kanıt, hiçbir uygulama yokken. Ve tersine kanıtlar sayısız miktarda çokken. Çok açık ki, solun geniş kesimlerinin CHP’ye olumlu bakmasının, şöyle veya böyle “sol” bir parti olarak bakmasının, en azından ehven-i şer olarak görmesinin, CHP’nin yapıp ettiklerinden bağımsız bir nedeni var. Nedeni şu: Solun pek çok örgütü ve pek çok örgütsüz solcu, Kemalist devletin ve onu temsil eden CHP’nin her şeye rağmen, tüm sorunlarına ve olumsuzluklarına rağmen nispeten “iyi” bir şey, bazı açılardan “ilerici” bir şey, “anti emperyalist” ve “millî” bir şey olduğunu düşünür. Özellikle iki açıdan “iyi” bir şey olduğunu düşünür: Birincisi, emperyalizme ve dış güçlere karşı “bağımsızlığımızı” koruduğu için; ikincisi, şeriata ve irticaya karşı “laikliğimizi” koruduğu için. Bağımsızlık ve laiklik “iyi” ve “ilerici” şeyler olduğuna göre, son tahlilde, yumurta kapıya geldiğinde, CHP’ye karşı bir zaaf, hayırhah bir bakış vardır. Solun pek çok örgütünün fabrika ayarlarında bu zaaf zaten her koşulda var. Ama özellikle “iyi” ve “ilerici” şeylerin tehdit altında olduğu algılandığında, bu zaaf iyice ortaya çıkıyor. Erbakan’ın 1996’da, Erdoğan’ın 2002’de iktidara gelmesinden bu yana, solun devlete ve CHP’ye düşkünlüğü hiç gündemden düşmedi, düşmüyor. AKP’nin iktidarı uzadıkça, CHP’ye düşkünlük daha da artıyor. AKP çirkin ve otoriter yüzünü açık ettikçe, CHP’ye düşkünlük hem artıyor hem de sol içinde daha kolay savunulabilir hâle geliyor. Sol içinde kolay savunulabilir hâle geliyor, ama halk arasında hiç böyle bir yanılgı yok. CHP’nin oylarında tık yok. Ben solun değil halkın doğru düşündüğüne inanıyorum. Ve bıkmadan tekrarlama ihtiyacı hissediyorum: AKP’ye muhalefet, CHP ile el ele tutuşarak yapılamaz. AKP’yi yenmenin yolu, CHP’nin millî ve ulusal tabanıyla birleşmek değil, AKP’nin tabanını kazanmaktır. CHP ile yan yana durarak barış mücadelesi verilemez, hiçbir mücadele verilemez.
8
SOSYALİZM
HDP’YE TEPEDEN BAKAN “SOL”
Kemalist ve stalinist geleneğe yaslanan Türk solu, Kürtlerin mücadelesini, Türkiye devriminin altında bir başlık, sadece bir kimlik meselesi olarak gördü. KEMAL BAŞAK
7 Haziran’da, Kürt halkının blok oylarıyla 12 Eylül kalıntısı barajı parçalayıp meclise 80 vekil gönderen HDP ve 40 yıllık mücadelesi ile inkâr ve imha politikalarını boşa çıkararak Kürt halkının büyük çoğunluğunun desteğini kazanan PKK, yeniden Türk devlet aygıtının ve onun şaşmaz savunucusu düzen partilerinin hedef tahtasına konuldu. Özellikle HDP, cumhurbaşkanından enerji bakanına iktidar partisinin bütün mensuplarının tehditlerine maruz kalıyor. Çok değil daha altı ay önce, iktidar partisi, Dolmabahçe mutabakatı ile Kürt Siyasi hareketini resmi olarak muhatap kabul etmek zorunda kalmış, ancak iş somut adım atma noktasına geldiğinde Büyük Türk Şovenizminin kibri ile görüşme masasını devirmişti. Masanın devrildiği günden itibaren iktidar partisinin ve faşistlerin saldırılarına maruz kalan HDP, bir taraftan da kendisini destekleyen veya destekler görünen “sol” partiler ile uğraşıyor. Bu partiler, öncelleri ile birlikte, siyaset sahnesine çıktıkları günden itibaren Kürt Siyasi Hareketine “akıl veriyorlar”. Öyle ki, bu ülke, PKK’nin silahlı mücadeleyi derinleştirdiği dönemlerde silah bırak çağrısı yapan, ateşkes ilan ettiği dönemlerde ise “teslimiyet” yaygarası kopartan partiler gördü! Geçmişlerinde, her seferinde Kürt Siyasi Hareketinin yaptığının tersini öneren bu partiler günümüzde de aynı tavrı sürdürüyor. HDP’nin Kandil ile ilişkisinden seçim hükümetine dair görüşlerine kadar her şey “tepeden bakan” bir gözle eleştiriliyor. Bütün bu olgular, Büyük Türk Şovenizminin sadece sağcı düzen partilerini değil, kendisini devrimci olarak addeden partilerin bazılarını da etkilediğini kanıtlıyor. Bu “sol” şovenizmin kökleri 1920’li yıllara, “Büyük Rus Şovenizmine” dayanıyor. Stalin ve “Büyük Rus Şovenizmi” 1917 Ekim ayında iktidarı ele geçiren Rus işçi sınıfı çok kısa bir süre sonra kendisini bir iç savaşın içinde buldu. İç savaş, öncü işçilerin büyük çoğunluğunun cephede hayatını
kaybetmesi pahasına kazanıldı, devrimci işçi sınıfı adeta felç olmuştu. Yaraların sarılması için devreye sokulan NEP (yeni ekonomim politikası), işçi sınıfının gücünü yeniden toparlaması şöyle dursun, iyiye bürokrasinin gücünü arttırmaya yaradı. Bürokrasi, Ekim Devriminin iktidar organları ve öncü partisi içinde büyük bir güç haline gelmişti. Ve bürokrasi bu gücünü, nüfusunun % 56’sı azınlık halklardan oluşan Rusya’da, Rus temsilcileri aracılığı ile gerçekleştirmeyi bir ilke haline getirmişti. Benzer hastalık sadece Rusya ile sınırlı kalmamış, SSCB’nin bileşenlerinin oluşturan Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’a da sirayet etmişti. Bu ülkelerde de parti ve devlet organlarında çoğunluk ya Ruslardan ya da Rusya tarafından atanan yerel unsurlardan oluşmaktaydı. İlerleyen hastalığı ve bu hastalık bahane edilerek Politbüro tarafından kendisine uygulanan tecrit nedeni ile, devrimin lideri Lenin’in politik müdahalede bulunmasını neredeyse imkansız hale gelmişti. Buna rağmen Lenin, elinde bulunan sınırlı imkanlarla bürokrasiye karşı ölümüne bir savaş açtı. Daha 1920 Mart ayında Dokuzuncu Parti kongresinde Lenin şunları söylüyordu: “Bazı komünistlerin yüzünü kazıyın, atından Büyük Rus şovenistlerinin çıktığını göreceksiniz.” Bu yüzü cilalı komünistlerin en tepesinde, iç savaşın ardından partide bürokrasinin temsilcisi olarak hızla yükselen ve elinde pek çok yetkiyi toplayan Stalin vardı. Stalin’in bu yüzü 1922 yılında açığa çıktı. SSCB’nin kuruluşu üzerine yazdığı sonuç metninde Stalin, Rusya Federal Sosyalist Hükümetini, bağımsız sosyalist ülkelerin hükümeti olarak gösterdi. Bu ülkelerin yasal bağımsızlığını kağıt üzerinde bile tanımadı. Ardından Gürcistan sorunu patlak verdi, Gürcistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Stalin’in yazdığı bu karar metnini reddetti. Ancak Stalin, Rusya Komünist Partisi Sekreterliğindeki gücü ile Gürcistan KP MK’nin istifa etmesini ve yerine kendi denetimi altında bir MK seçilmesini sağladı. Lenin’in kısmi tecrit koşullarında, her fırsatta kendisini Lenin’in sadık devamcısı olarak göster-
meyi başaran Stalin, Lenin’in en önem verdiği ilkelerden birini, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini ayaklar altına almıştı. Lenin’in son mücadelesi Stalin’in yazdığı karar metni eline geçince Lenin, 6 Ekim 1922 tarihinde Politbüro’ya “Egemen Ulusal Şovenizmle Mücadele Üzerine” başlıklı bir memorandum gönderdi. Memorandumda, Stalin’in bağımsız cumhuriyetlerin hükümetlerini Rusya’ya bağlı kılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği formülüne karşı şu ifadeleri kullandı: “Egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne kadar savaş ilan ediyorum… Birlik Merkez Yürütme Komitesi’ne şu sırayla başkanlık edilmesinde mutlak surette ısrar edilmesi gerekir: Rusya, Ukrayna, Gürcistan,.., ama mutlak surette!” Ne yazık ki nesnel koşullar Lenin’in bu ölümüne mücadeleyi kazanmasına olanak tanımadı. Lenin, sağlık koşullarının iyice ağırlaşmasının ardından 1924 yılında hayatını kaybetmesi ile iktidarı kaybettiklerini göremedi, ama ölmeden önce bürokrasinin, etkisiz hale getirilme noktasını çoktan geride bırakmış ve işçi devrimini bir ahtapot gibi kuşatmış olduğunun farkındaydı. Bir süre daha yaşasaydı ve 1930’ları görebilseydi, belki de diğer Bolşevik liderler gibi idam edilecekti. Lenin’in ölümünün ardından bütün fikirleri ile birlikte ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi de stalinist deformasyona uğratıldı. Devrimciliği stalinizm olarak görenlerin, UKKTH ilkesini de Stalin’den öğrendiklerine, Stalin’in Gürcistan’a baktığı gibi Kürdistan’a baktıklarına artık hiçbir şüphe yok! Lenin’in devrimci geleneğine yaslanan Türkiye’li sosyalistler, yarım kalan “egemen ulusal şovenizme karşı ölümüne kadar savaş”ı kazanmak zorundalar.
SINIF MÜCADELESİ
SOMA: DAVA ERTELENDİ, SANIKLAR TERFİ ETTİRİLDİ Soma davasında 9 gün devam eden 3’üncü duruşmada ara
karar verildi. Kararda, tutuklu sanıkların tahliye talebi reddedilerek duruşma ertelendi.
Müşteki avukatları ve madenci yakınları tarafından yapılan açıklamada, iki haftalık duruşma süresi boyunca paranın her şeyi satın alamayacağının görüldüğünün, Soma A.Ş.’nin ise kamu görevlileri tarafından da korunan bir şirket olduğunun altı çizildi. Davada, ailelerin avukatlarının Soma A.Ş.’nin patronu Alp Gürkan’ın da sanık olarak dava dosyasına eklenmesi isteminin mahkeme tarafından kabul edilmesiyle davanın 1
numaralı sanığı değişerek Alp Gürkan olacak. Dava, 13 Ekim saat 9.00’a ertelendi. Duruşma sonrasında, tutuksuz olarak yargılanan iki Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu (TKİ) çalışanı ise terfi ettirildi. "Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ile birlikte birden fazla kişinin yaralanmasına neden olma" suçlamasıyla yargılanan TKİ Kontrol Şube Müdürlüğü’nde Başmühendis Adem Ormanoğlu ile aynı birimdeki Maden Mühendisi Efkan Kurt, katliamla ilgili hiçbir sorumlulukları olmadığını iddia ettikleri saatlerde terfi ettirildiler.
İŞTEN ATILMALARA KARŞI DİRENİŞ
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, MEMURSEN’İ KAZANMAK Türkiye’de hâkim sendikacılık anlayışı, sınıfın örgütlü gücüne güvenerek mücadele etmek değil de devletin çeşitli kurumlarına, iktidar partisine ya da en azından iktidara gelme olasılığı olan, mecliste belli bir ağırlığı bulunan burjuva partilere yakın durmak ve onunla iyi geçinerek sendikacılık yapmak şeklinde olmaktadır. Muhafazakar kesim cumhuriyet dönemi boyunca Kemalist devlet geleneği ile çeşitli alanlarda çelişkiler yaşamaktaydı. 1990’lı yılların sonunda 28 Şubat askeri darbesine karşı, Irak’a ABD müdahalesine karşı eylemlerde aktif olarak yer alan muhafazakâr kesime yakın işçi sendikaları, AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte giderek uzlaşmacı, devlete yaslanan, onunla iyi geçinen bir çizgiye evrildiler. Devletle girilen yakın ilişkiler, işçi sınıfının muhafazakâr kesimi içinde işbirlikçi, uzlaşmacı sendikacılığı öne çıkardı, yaygınlaştırdı. Ama artık bu dönemin sonuna gelindi. Hem AKP’nin eski etkinliğinin kalmaması, hem de dünya ekonomik bunalımının giderek yükselmesi işçi sınıfının tüm kesimlerini uzlaşmacılığı terk etmeye, kendi sınıfsal çıkarları için mücadeleye zorlamaktadır.
ORS fabrikası işçileri, işten atılan arkadaşları için direnişte.
n Ankara’nın Polatlı ilçesinde bulunan ORS’de 500’den fazla işçinin işten atılmasına, kalan 1600 işçi direnişle yanıt verdi. n Liman-İş sendikası, 3 Eylül itibarıyla TCDD’ye bağlı 16 nolu işkolunda örgütlü olduğu Haydarpaşa ve İzmir Limanları ile Vangölü Feribot Müdürlüğündeki işçilerle greve çıkacağını bildirdi. n Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinde Bostanbaşı Ortaokulu inşaatında çalışan ve 7 aydır ücretleri gasbedilen 20 işçi, inşaatın çatısına çıkarak eylem yaptı. n Ankara Numune Hastanesi’nde çalışan Genel-İş üyesi taşeron işçileri, toplu sözleşme haklarının verilmesi için
MARKSİZM TARTIŞMALARI Volkan Akyıldırım
ÖNCÜ İŞÇİLER VE AKTİVİSTLER YAN YANA GELİRSE HDP’nin yükselişi, parlamenter alandaki muhalefet boşluğunu dolduruyor. Batı’da öncü işçiler ve aktivistlerin, ayrı ayrı yürüyen mücadeleleri birleştirmek için bir araya gelmesiyle soldaki boşluk devrimci bir alternatifle dolacak. Gezi Parkı direnişinin üzerinden iki yıldan fazla zaman geçti. Görüldü ki Erdoğan ve AKP hükümeti, mücadeleye atılan öğrenciler ve beyaz yakalı işçiler ile fabrika işçilerinin ve fakirlerin arasına giremedi. Gezi Parkı direnişinin özgürlükçü kanadı ile düne kadar AKP’ye oy veren emekçiler arasındaki ilişki kopmak bir
eylem yaptı. n İzmir’de Kocaer Haddecilik’in A2 fabrikasında bir işçinin işten atılması üzerine dün işçiler iş bıraktı. İş bırakma üzerine patron işçilerin taleplerini kabul etti ve atılan işçiyi geri almak zorunda kaldı. n DERİTEKS’e üye oldukları için işten atılan SF Deri işçilerinin işe iade davaları görülmeye başlandı. Patron ise direnişi bölme girişimlerinde bulundu. n Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan taşeron işçiler, haklarında tutanak tutulup ücretlerinin kesilmesi ve soruşturma açılmasına tepki gösterdi. yana daha derin bir ilişkiye evrildi. Türkiye’nin her yerinde, her görüşte insanın katıldığı, başörtülü ve başıaçık kadınların liderlik ettiği doğanın yıkımına karşı mücadeleler gibi Bursa’da büyük fabrikalarda başlayıp bir çok işyerine yayılan işgal ve grev dalgası da işçilerin Gezi’nin dili, kolektif kitlesel mücadele yöntemi ve kapsayıcılığı ile hareket etmesi bunun açık kanıtı. AKP’nin çözülüşü ve emekçilerin kopmaya başlaması politik yüzü. Sorun her yerde patlak veren mücadelelerin birleşmesi. Tofaş’ta direnişçi işçiler işten atıldığında buna farklı işkollarındaki işçilerin işyerilerinde dayanışma ile yanıt vermesi. Tabandan kopuk sendikaların silkelenmesi ve gerçek mücadele örgütlerine dönüştürülmesi. Gezi Parkı’nı geri alan öğrencilerin, okullarda yan yana gelmesi. Türkiye işçi sınıfı ve sol hareketin en büyük sorunu olan tabandaki örgütsüzlüğün elbirliğiyle aşılması. Nerede bir mücadele varsa, o mücadelenin kazanması ve kazanımlar üstünde yükselen kararlı bir hareketin yaratılması.
Devlete, burjuva partilere yaslanan bir sendikal hareketin anti-demokratik yasalara ve uygulamalara karşı tutarlı bir mücadele yürütemeyeceği ve dolayısıyla işçi sınıfının ekonomik çıkarları uğruna mücadeleyi layıkıyla yerine getiremeyeceği açıktır. Sendikaların tabanındaki milyonlarca işçi sınıfsal çıkarları gereği er geç doğru yolu bulur. Yapılması gereken ona siyasal ve ekonomik gerçekleri anlatmak, mücadelenin yolunu yöntemlerini göstermektir. İşçiler devletle işbirliği yapan kendi sendikal önderliklerine rağmen sınıfsal çıkarlarının nerede olduğunu eninde sonunda görürler ve o hedefler için mücadele ederler. İster barış, ister taşeronlaştırma ya da iş cinayetleri, ister kamu çalışanlarının toplu sözleşmeleri olsun, her sorunda işçi sınıfının Hak-İş, Türk-İş, Memur-Sen gibi örgütlerini kazanmak için mücadele etmeliyiz. Liderlikleri AKP’nin yanında tutum alıyor diye, bu sendikaların tabanlarındaki milyonlarca işçiyi gözden çıkartamayız. AKP’nin 13 yıllık iktidarının sona ermesi ile bu sendikaların yönetimlerinin sürdürdüğü uzlaşmacı politikalar sürdürülemez hale geldi. Artık muhafazakâr kesime yakın işçiler açısından haklarını kazanmak için daha mücadeleci bir dönem başlıyor. İşçilerin mücadeleye kazanılması için de sınıfın içine girerek bıkmadan, usanmadan ve sabırla çalışmak tek yoldur. Hiç kimse güçlü sendikaları, güçlü öğrenci örgütlerini, kitlesel devrimci partiyi bize armağan etmeyecek. Bunu hep birlikte, mücadelelerin içinde yaratacağız. İşyerlerinde grev ve direnişlere öncülük eden işçiler ve farklı alanlarda sosyal mücadeleleri sürdüren aktivistlerin ortak talepleri kazanmak için tabanda bir araya gelmesi başlangıçtır. Son on yılda bir çok farklı kampaya, hareket ve mücadelenin başını çekmiş aktivistler, Türkiye’nin her yerinde mücadele eden aktivitler ve öncü işçilerle bir arada mücadelenin yolunu açmak için bir araya geliyor. 7 Eylül’de İstanbul’da yapacağı ilk forumla tabanda birlik, mücadele ve dayanışma ağı Antikapitalist Blok’un inşası konuşulacak. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde büyüyen antikapitalist hareketin Türkiye’de güçlenmesi ve kitlesel hale gelmesi, birleşmek ve kazanmanın da yoludur.
10 AKTİVİZM
‘SELİN ŞİDDETİNİ ARTTIRMAK İÇİN NE GEREKİYORSA HOPA’DA VARDI!’
MEKTUPLAR ÇATIŞMALI ORTAM DEVLET ŞİDDETİNİ ARTIRIYOR HDP Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu savaşın yeniden başladığı 17 Haziran-26 Ağustos tarihleri arasında, insan hakları ihlallerini, hukusuzluğu ve devlet şiddetinin ulaştığı boyutları açığa çıkartan bir rapor yayınladı. "Sivil kayıplar ve HDP binalarına saldırılar bilançosu" başlıklı rapora göre, bu tarihler arasında 78 sivil yaşamını yitirdi, 1628 kişi gözaltına alındı ve 298 kişi tutuklandı. HDP İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre, HDP binalarına yönelik 9 saldırı gerçekleşti. Raporun en dikkat çekici yanı, çatışma ortamının özellikle polisleri ve özel harekatçıları şiddeti keyfi bir biçimde kullanma konusunda pervasızlaştırması. Polisler sadece çatışmaya girdikleri insanları değil, evlerinde oturan insanları da öldürmekten çekinmiyor. Raporun bütününde bu eğilimi doğrulayan sayısız örnek var: “25 Temmuz 2015 Şırnak Cizre’de başlatılan gözaltı ve sınır ötesi operasyonları protesto eden gruba özel harekât polislerinin açtığı ateş sonucu olayları evinin balkonundan izlediği belirtilen Abdullah Özdal (21) göğsüne isabet eden kurşunla yaşamını yitirdi.” Rapor bu türden onlarca veriyi aktarıyor. Bu nedenle barış süreci, polisin ve devlet güçlerinin pervasızlığını kısıtlamak açısından da çok önemli. Ayşe
Hopa’da yaşanan felaket tüm yönleriyle doğal değil doğanın yıkımı ve betonlaştırma politikalarının sonucu olduğunu ortaya koydu.
Küresel Eylem Grubu sözcüsü Nuran Yüce sel felaketi yaşayan Hopa ziyareti sonrası Sosyalist İşçi’ye konuştu: Hopa’da ne gördünüz? Nuran Yüce: Hopa’da yaşanan felaketin nedenlerini bütün boyutlarıyla ele almaya çalışan bir belgesel ekibiyle birlikte Hopa’nın Sunduru, Taşköprü ve Efkar Tepesi bölgelerini tam bir gün boyunca dolaşma imkanım oldu. Hepimizin gördüğü şey şuydu: Doğal olmayan bu felaketin oluşması için nedenler adeta birincilikte birbiri ile yarışmış, birbirini desteklemiş ve büyütmüş. Tarım politikası, altyapının olmayışı ya da yetersizliği, dere yataklarının imara açılması, derenin yönünün değiştirilmesi, daraltılması, iklim değişikliği, enerji politikaları. Selin şiddetini arttırmak için ne gerekiyorsa Hopa’da vardı. Toprak kaymaları ağırlıklı olarak dikine inen kökleri ile toprağı yeterince tutamayan çay bahçelerinde olmuş. 5, 6 metre yüksekliğinde hiçbir eğim vermeden yapılan isnat duvarları, suyun akışını hızlandırmış. Ve bu su köprülerden, kanallardan taşmış önüne ne geldiyse sürüklemiş, bazı yerlerde koca koca ağaçları kökünden sökmüş, araçlar, evler sürüklenmiş. Hopa Çayı’nın denize döküleceği mevkiye yakın bölgelerde, yerleşimin olduğu alanda isnat duvarları ile çayın sağa sola keskin dönüşler yaptırıldığını görüyorsunuz. İsnat duvarlarının hemen dibinde ise evler bulunmakta. Selin getirdiği toprak, ağaçlar, balçık bu evlere dolmuş. Dere yatağının yol ya da ev yapımı için daraltıldığını gözlerinizle görebiliyorsunuz. Bölgede konuştuğumuz insanlar her zaman yoğun yağışlara alışkın olduklarını ama bu seferki yağışın çok şiddetli olduğunu söylüyorlar. Selden bir gün
önce belediye anonsları ile suyun akışını sağlamak için arıklar açan ve evinin önündeki bahçeyi selde tamamen kaybeden biri “yağmur Pazar günü yağmaya başladı ama asıl ne olduysa Pazartesi saat 10 ile 14 arasında oldu. Ömrü hayatımda böyle bir yağış görmedim, iklim değişikliği denilen şey böyle bir şey mi?” diye soruyordu. Kriz yönetimi konusunda neler söyleyebilirsin, zarar görenlere yeterli yardım yapılmış mı? Nuran Yüce: Hopa’da çok sayıda kamyon ve kepçenin sokakları balçıktan temizlemeye çalıştığını görebiliyorsunuz. Ama balçık kamyonlarla taşınıp, denize boşaltılıyor. Boşaltım yapılan yerde denizin rengi sarıya dönmüş. İllegal biçimde depolanan çöpler, sel suları ile Karadeniz sahil yoluna akmış. Bu çöpleri şimdi görmüyorsunuz ama denize döküldüğü söyleniyor. Sunduru, Taşköprü civarında lağım kokusunu alabiliyorsunuz. Elektriğin ve içme suyunun kesik olduğu bölgeler, hala ulaşıma kapalı yollar bulunuyor. Dağ köylerine ulaşmanın daha çok vakit alacağı söyleniyor. Belediye’nin yardım merkezine insanların kendilerinin ulaşması bekleniyor. Oysa bölge halkının oluşturduğu sivil inisiyatif zarar gören yerlere tek tek gidip, su ve gıda yardımında bulunuyor. İnsanlar içme suyu borularını kendi imkânları ile yenilemeye çalışıyorlar. Sivil inisiyatif tarafından 200 evin tamamen kullanılamaz halde olduğu tespit edilmiş. Kolonları kırılan, zemini kayan riskli evlerin henüz tespiti yapılmamış ve bunlara nasıl bir yardımda bulunacağı henüz bilinmiyor.
SOSYALİST İŞÇİ’Yİ DÜZENLİ OLARAK OKUMAK İÇİN BİZİ ARAYIN Ankara 05324750150 Sincan: 05397440268 İstanbul Beyoğlu: 05368474650 Şişli: 05547307216 Fatih: 05053524099 Kadıköy: 05334479709 Üsküdar: 05075550272 İzmir 05544602111 Karşıyaka: 0505822991 Tekirdağ 05332334150 Eskişehir 05543127196 arşivimiz: Akhisar 05443270445 www.sosyalistisci.org Üniversiteler 05397980171
GÜNDEM
11
SOL REFORMİZM NE KADAR RADİKAL?
Syriza’nın zaferini kutlayan Çipras ve Podemos llideri Iglesias. Bu mutlu kare 6 ay gibi kısa bir sürede yerini, Syriza’nın AB ile uzlaşmasına ve bölünmesine bıraktı. ÖZDEŞ ÖZBAY
1991’de Sovyetler yıkıldığından beri sosyalizm fikri ve sosyalist partiler taban kaybetmişti. Fakat çok kısa bir süre “radikal sol” partiler yükselmeye başladı. 1990’larda Asya’dan başlayarak Latin Amerika’ya yayılan ekonomik kriz Latin Amerika’da arka arkaya radikal sol partileri iktidar yapmıştı. Venezuella’da Chavez, Arjantin’de Kirschner, Brezilya’da Lula da Silva, Bolivya’da Evo Moralez iktidar oldular. Her biri ülkelerinde yükselen militan işçi sınıfı rüzgârını arkasına alıyordu. En radikal lider olarak görülen Chavez’e karşı iki defa ABD destekli darbe girişimi dahi olmuştu. Chavez diğer liderlerden farklı olarak 21. Yüzyıl sosyalizminin Venezuella’da kurulmakta olduğunu söylüyordu. Bugün Chavez yok ama partisi hala iktidarda. Yaklaşık 16 yıl oldu ve Venezuella’da sosyalizme dair her hangi bir gelişme yok. Bugün Brezilya’da milyonlarca insan Lula’nın İşçi Partisi yönetimine karşı sokaklarda mücadele ediyor. Bolivya ve Arjantin’de hala aynı Başkanlar var ama işçi sınıfı örgütlenmesinde ve eylemliliğinde her hangi bir radikalleşme yok. 2008 küresel finans krizinden sonra da önce Avrupa ülkelerinde büyük işçi eylemleri yaşanmıştı. Daralan ekonomi Avrupa’ya ekonomik olarak bağımlı olan Kuzey Afrika ülkelerinde işsizliğin ve enflasyonun artmasına yol açmıştı. 2011’de Tunus’ta başlayan devrimler tüm Ortadoğu’ya yayıldı. Kısa sürede Yunanistan ve İspanya’da yüzbinlerce insan meydanları işgal etti. Hareket, ekonomik krizin en ağır vurduğu Avrupa ülkesi olan Yunanistan’da daha da radikalleşti. İşçi sınıfı üç yıl içerisinde gerçekleş-
tirdiği 30 kadar genel grevle arka arkaya hükümetleri devirdi. Sonunda radikal sol parti Syriza’yı iktidara taşıdı. İspanya’da ise 2014 Ocak ayında kurulan ve radikal sol politikaları savunan Podemos Mayıs ayındaki AB Parlamentosu seçimlerinde %8 oy alarak büyük ses getirmişti. 2015 Kasım ayında yapılacak genel seçimlerde birinci veya ikinci parti olacak gibi duruyor. Peki, radikal sol olarak ortaya çıkan bu partiler neden Latin Amerika ve Syriza örneğinde olduğu gibi giderek radikalliği bırakıp merkez politikalara kayıyorlar? Hem Latin Amerika solunda, hem de Syriza ve Podemos liderliğinde ortak bazı yönler var. Birincisi bu partiler devrimci değil reformist partiler. Yani sosyalist bir topluma işçi sınıfının kendi öz örgütlenmelerini oluşturarak varabileceği gibi bir aşağıdan sosyalizm teorisine sahip değiller. İşçi sınıfının burjuva devlet aygıtını sadece oy vererek değiştirebileceğini düşünüyorlar. “Radikal” parti liderlikleri işçi sınıfı lehine uygulamalara giriştiğinde sosyalizme doğru adım attıklarını düşünüyorlar. İkincisi bu partiler siyaseti sınıflar arasında değil ulusal kimlik ve ulusal onur etrafında örüyorlar. Latin Amerika’da egemen olan sol retorik ABD emperyalizminden bağımsızlaşmak. Syriza lideri Çipras ise daha seçimleri kazandığı akşam tüm Yunan halkının iktidarı olduğunu söylemişti. Podemos lideri Iglesias, siyasi mücadelenin elitler dediği kötü siyasetçiler ile halk arasında olduğunu anlatıyor. Bu sol popülizm burjuva devlet aygıtını dağıtmak, alternatif örgütlenme pratikleri ortaya koymak gibi bir vizyondan yoksun. Reformist liderlikler parlamento gücünü işçi ve
işsizler lehine kullanmaktan öte bir perspektife sahip olamıyorlar. Burjuvazinin çıkarlarını temsil etmek üzere organize edilmiş devlet aygıtlarının radikal sol partiler tarafından kullanılması çelişkili bir durum yaratıyor. Kapitalizmin kurallarına göre işleyen devlet aygıtını bu şekli ile işletmeye çalışmak bürokrasiden ve egemen sınıftan basınç yemelerine neden oluyor. Syriza’nın bankaların çalışması için küresel finans kurumlarıyla anlaşmak durumunda kalması bunun en güncel örneği. Bir diğer basınç ise yaşam koşulları çekilmez bir hal alan işçi ve işsiz yığınlardan geliyor. Partilerin radikalliğinden ziyade bu kitlelerin radikalliği nedeniyle iktidara gelen sol partiler destek aldıkları kesimlerin acil sorunlarına çözüm bulamadıkları zaman onları siyasetin dışında bırakmak için merkez politikalara yöneliyorlar. Polis gücünü grevcilerin, eylemcilerin üzerine gönderiyorlar. Kemer sıkma politikalarının bir kısmını uygulayabiliyorlar. Oysa iktidar olan radikal partiler devrimci bir perspektife sahip olsalar yapabilecekleri başka şeyler var. Egemen sınıfın çıkarına işleyen devlet aygıtını reforme etmek yerine onu çalışamaz hale getirebilirler. Ordu ve güvenlik güçlerine bütçe vermeyi redderek bunu emekçiler çıkarına kullanabilirler. Grev, gösteri ve iş yeri işgallerine yönelik her türlü devlet baskısını engelleyebilirler. Böylece zaten radikalleşmekte olan işçi sınıfının daha büyük bir özgüvenle kendi örgütlenmesini artırmasının önünü açabilirler.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BÖREK, AİLE VE AKP Hükümet yetkililerinin kadınlara yönelik cinsiyetçi tutum ve söylemleri bu ay da hız kesemeden devam etti. Daha birkaç gün önce geçici seçim hükümetinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olarak görev alan Ayşe Gürcan’ın önce kadının aile dışında tek başına ele alınamayacağını H2O örneklendirmesi ile anlatması ve ardından sosyal medyada epey ilgi ve şaşkınlık uyandıran “Müslüman bir kadın börek yapmayı bilmiyorsa o aile dağılmaya mahkûmdur ” açıklaması bize bir kez daha cinsiyetçiliğin bu geçici hükümette de kalıcı olacağını gösteriyor. Kadınlara bağıranlar Geçtiğimiz ay meclis kürsüsünden HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan’ın mecliste Başbakan yardımcısı Bülent Arınç tarafından bağırılarak susturulmaya çalışılması, atama ile gelen rektörlerin kadının kimliğinin anne olduğu ve şiddet olaylarını tetikleyen unsurun kadınların erkekleri eleştirmesi ve aşağılaması olduğu açıklamaları cinsiyetçiliğin hayatımızın tüm alanlarına sirayet ettiğini gösteriyor. Tüm bu yaşananlara gösterilen tepkilere rağmen yetkililerin bu tür olayların tekrarlanmaması üzere herhangi bir önlem almaması ve yaptırım uygulamaması kadına yönelin cinsiyetçi tutumun meşrulaşmasına, şiddet olaylarının artmasına neden oluyor. Aile ve kadına yönelik şiddet Bütünlüğü bir böreğin yapılması gibi küçücük bir ayrıntıya bağlı olan kutsal aile birliği ise tüm güzellemelerinin aksine şiddet, tecavüz ve cinayetlerin yaşandığı ilk adres. Eğitim sisteminde bireyin eğitime başladığı ilk anda başlayan cinsiyetçi iş bölümüne yönelik tutumlar, içindeki cinsiyetçi, ayrımcı ve ırkçı anlatılara rağmen ısrarla değiştirilmek istenmeyen eğitim müfredatı, iş hayatındaki eşitsiz uygulamalar ve hala kadının ek iş gücü olarak görülmesi kadını hayatın tüm alanlarında kesintisiz bir mücadeleye zorluyor. Cinsiyetçiliğin tüm alanlara bu kadar sirayet etmesi elbette bir tesadüf değil. Irkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik gibi cinsiyetçilik de kapitalist sistemin pisliklerini kapamak için ihtiyaç duyduğu egemen fikirlerden bir tanesi. Doğal olarak
tüm kaynaklarını da bu fikirlerin toplumda kabul görmesi ve yerleşmesi için kullanıyor. Sare Davutoğlu’nun “kadın cinayetlerinin medyada sık yer alması sonucu artması” açıklamasında anlattığının tersine, birkaç yıla kadar sokak ortasında işlenen kadın cinayetlerini medya görmezden geliyor, gelmediği durumda kadını kendi ölümünün faili gösteren manşetler atıyordu. Bugün bunun biraz kırılmış olması şüphesiz ki buna karşı verilen ısrarlı mücadelenin sonucu olmuştur. Cinsiyetçiliğe karşı topyekun mücadeleye
laklı ve doğru hayata” mahkûm etme çabası artık karşılık bulmuyor. Dünya’nın her yerinde kadınlar hem kendi eşitlik ve özgürlük mücadeleleri hem de toplumun tüm ezilen kesimleri ile birlikte başka bir dünya için direniyor. Hindistan’da başlayan tecavüz karşıtı hareketin kısa sürede geniş kesimleri kapsayan bir harekete dönüşmesi, Türkiye’de Özgecan’ın öldürülmesi sonrası ortaya çıkan tepkinin milyonlara ulaşması, savaş karşıtı hareketten işçi direnişlerine kadar kadınların her alanda mücadelesi cinsiyetçi fikirlerin yenilmesinde ve mücadelenin ortaklaşmasında büyük önem taşıyor.
Kadının vasfını anneliğe ve ev içi yaşam/hizmete indirgemek egemen sınıfın tarih boyunca vazgeçmediği bir fikir oldu. Egemenler ne kadar kendilerinin tarihini yazmakta ısrar etseler de gerçek dünya tarihini ve bugünün toplumunu yaratan ve değiştiren şey halkların ve ezilenlerin kendi mücadelesi oldu, olmaya devam ediyor. Egemen sınıfın tüm imkânları ile kadını kendilerince kurguladıkları “ah-
Kadının yerini ev içi olarak koyan, namusu kadın bedeni üzerinden tanımlayan ve annelik ile kutsayan, bunun sonucu olarak da şiddet, taciz, tecavüz ve ölüme mahkûm eden cinsiyetçiliğe karşı mücadele kadının eşitlik ve özgürlük mücadelesini iş, ekmek, adalet, barış, özgürlük mücadelesi ile birleştiren, kapitalizme karşı verilecek topyekûn bir mücadele olacaktır.
KADINLARI BABALAR VE KOCALAR ÖLDÜRÜYOR Sadece Temmuz ayında 19 cinayet, 36 yaralama ve 12 tecavüz olayı yaşandı. Bu her iki günde bir bir kadının öldürüldüğü anlamına geliyor. Cinayetlerin %47’si kocalar, %16’sı ise babalar tarafından işlendi. Cinayetlerin %40’ı kadınlar boşanmak/ayrılmak istedikleri için gerçekleşti. Bu yıl 7 ay içinde 160 kadın cinayeti, 70 tecavüz olayı yaşandı. Kadına huzur ve güvenin adresi olarak anlatılan “aile” cinayet ve tecavüzlerin ilk adresi oldu. 36 yaralama-şiddet olayından sadece 1 tanesi kadının tanımadığı biri tarafından gerçekleştirildi.
YARGI TACİZİ AKLIYOR Araştırmalara göre kadınların %40’ı hayatının bir döneminde tacize uğruyor. Her 4 saatte bir bir taciz vakasının yaşanıyor. Resmi kaynaklarda ise buna yakın verilere ulaşmak mümkün değil. Kadınlar hem hukuki sürecin zorluğu hem de yargıda da devam eden ayrımcı ve cinsiyetçi tutumlardan dolayı şikâyetçi olamıyor. Kadınlara tecavüz eden ve bunu kayda alan iki tecavüzcünün daha ilk duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması ve 12 tecavüz olayında sadece 3 tutuklamanın gerçekleşmesi yargının kadın cinayet, taciz ve tecavüzlerine karşı olan tutumunu açık bir şekilde gösteriyor.