DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
609
20 Aralık 2017 3 TL. sosyalistisci.org
EKONOMİ YÜZDE 11 BÜYÜMÜS, AMA BİZ FAKİRLESİYORUZ ,
OHAL ZENGİNLERE YARIYOR Enflasyon %13 n 6 milyon issiz , n
İsten , cıkarmalara , grev yasağına hayır!
FİLİSTİN HALKI YALNIZ DEĞİLDİR Roni Margulies yazdı: Demokratik, eşitlikçi bir Ortadoğu için
sayfa 11
2
GÜNDEM
SEÇİME ODAKLANMANIN KARAMSARLIĞI İktidarda yerli-milli bir koalisyon var. Muhalefet ise bu iktidarla hesaplaşmak için 2019 seçimlerine kilitleniyor yavaş yavaş. İlk bakışta çok mantıklı gelen bir yaklaşım, fısıltıyla yaygınlaşan ve sonunda kamu algısı haline gelmeyi başaran bir çok gerçek dışı politik fikir gibi giderek muhalefetin resmi algısı haline geliyor. Bu, partili başkanlık seçimlerinde ‘ilk turda herkes kendi adayını göstersin, iknci turda Erdoğan karşıtı aday etrafında birleşelim’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşım.
EMİN ŞAKİR’E ÖZGÜRLÜK
AKP’nin MHP’yle seçim ittifakını resmi hale getirmek için çalışmalar yaptığının basına sızdığı, MHP’nin açıktan açığa AKP’ye açık çek vererek bir seçim ittifakı önerdiği koşullarda, ‘ne var ki’ denilebilir, ‘neden muhalefet de bir ittifak ya da cephe kurmasın?’ İyi Parti liderliği bu ilk bakışta akla yatkın olan öneriyi yapıyor, eğer Meral Akşener seçimlere katılmazsa Erdoğan ilk turdan başkanlığı alır götürür diyerek, ikinci tur için de Akşener ismi etrafında birlik öneriyor. Bu sırada gezegenin bu coğrafyasında başka bir evrende ekonomik büyüme yüzde 11 olarak açıklanırken, asgari ücret 1400 TL olmaya, patronlar karlarını yüzde 56 oranında artırmışken 6 milyon kişi işsizliğe mahkum kalmaya, asgari ücretin 1400 TL olduğu koşullarda dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.567,45 TL, yoksulluk sınırı ise 5.105,71 TL olmaya devam ediyor. Her gün kadınlar öldürülmeye devam ediyor, grevler yasaklanıyor, çevre ve ranta dayalı kentsel dönüşümlerle alakalı olarak ne kadar özeleştiri verilse de pratik olarak çevreye ihanet edilmeye ve şehirlerin tüm dokusu tahrip edilmeye devam ediyor, OHAL bir otosansüre neden olacak kadar büyük bir baskı iklimi yaratıyor. Kürt sorununda çözümü savunmak, barışçıl bir siyasi iklimin tesis edilmesini arzulamak, bu arzuyu bir gösteriye ya da kampanyaya dönüştürmek neredeyse suç ilan edilmek üzereyken, 6 milyon oy alan bir partinin simgesi olan Demirtaş milletvekili arkadaşlarıyla birlikte aylardır tutukluyken şimdiden 2019 seçimlerine kilitlenmek, Erdoğan karşıtlığından ibaret olan ve yan yana gelenlerin hiçbir temel politikada anlaşamadığı bir cephe ya da ittifak politikası inşa etmek için kolları sıvamak, bütünüyle yanlış bir politikadır. Bize lazım olan Erdoğan gitsin de kervanı yolda dizeriz yaklaşımı değildir. Bize lazım olan, yeni bir ‘seni başkan yaptırmayacağız’ yaklaşımı da değildir. Bize lazım olan, her bir mücadele başlığında yan yana gelmeye çalışmak, yan yana gelebildiklerimizle siyasal demokrasinin alanını genişletecek kitlesel mücadele olanaklarını geliştirmek. Söz konusu olan işçi sınıfının siyasal bölünmüşlüğü. İşçi sınıfının bölünmüş kesimleri arasında köprüleri kurmayı hedeflemeyen bir hiçbir girişim, antikapitalist bir temelde özgürlüklerin savunulmasına tekabül edemez. Kısacası, İyi Parti’yle bir 2019 ittifakı işçi sınıfı açısından kötüdür!
Emin’le dayanışma açıklaması, 16 Aralık Kadıköy.
DSİP üyesi Emin Şakir’in arşivcilik yüzünden özgür-
lüğünden mahrum bırakılışının birinci ayına yaklaşıyoruz. Emin Şakir solyayin.com isimli bir web sitesiyle Türkiye sol, sosyalist hareketinin farklı çevrelerinden tarihsel ve aktüel süreli yayınları herkesin erişimine açtı. Hakkında iki yıldır süren soruşturma kapsamında evi daha önce basılmış, arşivine, bilgisayarına el konmuştu. Kasım ayının son haftasında ise kaçma şüphesi gerekçesiyle tutuklandı. Soruşturmanın sürdüğü iki yıl boyunca ve hâlâ Emin yoldaşımızın tam olarak neyle suçlandığı, hangi gerekçeyle soruşturulduğu tam olarak bilinmemekte. Avukatı iki yıldır birçok kez yurtdışına çıkıp geri gelen, AB vatandaşlığı bulunan, her çağrıldığında ifade vermeye giden Emin’in kaçma gerekçesiyle tutuklanmış olmasına itiraz etti. Henüz mahkemenin buna ne yanıt vereceğini bilmiyoruz. Emin Şakir’in derhal serbest bırakılması için dünyanın pek çok farklı ülkesinden sosyalistler dayanışmalarını gönderdi. İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi üyeleri ve Türkiye’deki yoldaşları dayanışma videosu hazırladı. HDP İstanbul milletvekili Filiz Kerestecioğlu Adalet Ba-
EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!
kanlığı’na soru önergesi verdi. İstanbul’da Emin Şakir için Galatasaray ve Kadıköy postanelerinden toplu bir şekilde kart yollayıp, basın açıklamaları yapıldı. Tutukluların avukatları ve aileleri dışında görüş listesine isim yazma hakkı olmasına rağmen özellikle OHAL sürecinde bu ve benzeri haklar sıklıkla deliniyor. Emin yoldaşımız da avukatlar ve ailesi dışında kimseyle görüştürülmüyor. Ancak Emin’e mektup ve kart yollamak mümkün. Dayanışmamızı ona mektuplarımızla gösterebiliriz. Emin Şakir’i ait olduğu yere, yoldaşlarının yanına geri alana kadar özgürlük talebimizi büyütmeye devam edeceğiz. n Emin Şakir posta adresi: Maltepe Kapalı Cezaevi L1 C Blok C 18
DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!
YENİ SAYI ÇIKTI!
GÜNDEM
ZARRAB DAVASI: NASIL BİR MUHALEFET?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
TRUMP IRKÇILIĞI RESMİLEŞTİRDİ Dünya politikası uzun süredir ABD’nin öncelikli düşmanlarına göre belirleniyor. ABD başkanı Trump, yeni ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni açıkladı. Bu strateji belgesi ABD başkanlarının dış politikada odaklanacakları hedefi tayin ediyor. Işın Elçin’in yazdığı gibi, ABD’nin politik adımları “bu metin aracılığıyla ete kemiğe bürünüyor ve savaşlardan göç yasalarına dış politikayla ilgili her tür politikanın icraata dönüştürülmesinde kullanılacak temel prensiplerin yer aldığı bir rehber işlevi görüyor.” (http://medyascope.tv/2017/12/18/6-soruda-trumpin-ulusal-guvenlik-stratejisi-ve-turkiye/) Trump’ın bu temel stratejsinin ara başlıkları daha önceden açıklanmıştı. Ülke topraklarının korunması, ABD halkının güvenliğinin sağlanması ve ABD’nin refah düzeyinin yükseltilmesi, barışı güç kullanarak korumak ve Amerika’nın etki alanlarını korumak ve genişletmek.
New York’taki mahkedemede Zarrab ve Atilla.
Adı kamuoyunda Zarrab davası olarak duyulan ancak aslında jüri karşısına çıkarılan tek ismin Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla olduğu dava bir süredir muhaliflerin gündeminin üst sıralarında yer alıyor. Adı 17-25 Aralık operasyonunda sıklıkla gündeme gelen ve yakın bir zamana kadar iktidar çevrelerinin bir kahraman muamelesi yaptığı Reza Zarrab, ABD’de “İran ambargosunu delme” suçlamasıyla gerçekleşen davanın itirafçısı olarak yerli-millî iktidar blokunun düşmanları arasında yerini aldı. Kuşkusuz Zarrab’ın hükümetten isimlere rüşvet verdiği iddiaları ve ortada dönen paranın miktarı, bahsedilen paraları rüyasında bile göremeyecek olan biz ezilenler, işçiler, emekçi kesimler açısından çok önemli. Görünen o ki bizler artan vergiler, pahalılaşan temel gıdalar, artan işsizlik ile güvencesizlik ve bir türlü yoksulluk sınırının üstüne çıkamayan asgari ücret ile uğraşırken devletin içinde Zarrab gibi zenginlerle kol kola girerek ceplerini dolduran isimler var. İşçi sınıfı açısından bu davanın tek ama tek önemli
“KÜRDİSTAN” YİNE YASAK SÖZCÜK! HDP Urfa milletvekili Osman Baydemir, mecliste Kürdistan sözcüğünü kullanınca önce Meclis Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı’nın “Türkiye’de Kürdistan diye coğrafi ve siyasi bir tanımlama yoktur” uyarısı ile karşılaştı, ardından ise sözcüğü kullandığı için iki birleşim Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. Kürdistan, tarihsel
yanı burası ve Zarrab davasına bakılması gereken nokta tam da bu. Teşhir edilmesi ve hesap sorulması gereken kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan yolsuzlukların işçi sınıfını giderek yoksullaştırılması üzerinde yükselmesi. Davanın bir de muhalefetin bir kısmında çeşitli beklentiler yaratan diğer kısmı var. Hükümetin giderek artan baskıcı uygulamaları ve otoriterizmi, dünyanın büyük jandarması olduğunu her daim kanıtlamaya çalışan ABD’nin Türkiye’ye dönük bir yaptırımla sonuçlanabileceği veya bu dava sayesinde “rezil olan” hükümet ile ona oy veren kitleler arasındaki bağın kopabileceği beklentisi. Bu sebeple belgeler ve ABD devletinin “hukukundan” beklenti duyan bir muhalefet tarzı zaman zaman alıcı bulabiliyor. Bu noktada bir kısım “muhalefet” açısından elverişli bir zemin gibi görünebiliyor olabilir ama bu türden bir muhalefetin, sıradan insanların, emekçilerin hareket yeteneğini arttırması mümkün değil. Hatta davada tanıklık eden İstanbul olarak Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı tanımlamak için yüz yıllardır kullanılan bir tanımlama. Cumhuriyet tarihi boyunca yasaklı olan bu sözcük, Cumhuriyet öncesinde sıklıkla kullanılıyordu. 1913 Osmanlı Devleti’nin son yıllarında toplanan Meclis-i Mebusanlar’da Kürdistan mebusları da yer alıyordu, hatta bizzat Baydemir’e ceza veren TBMM’nin 1920-23 arası ilk döneminde de Kürdistan mebusları yer almaktaydı. 19 Kasım 2013’te Kürdistan sözcüğü Tayyip Erdoğan tarafından da Atatürk’e referansla kullanılmıştı. Ancak mesele
Mali Suçlarla Mücadele Şubesi Müdürü Komiser Yardımcısı Hüseyin Korkmaz gibi isimlerin gösterdiği gibi bu kapışmada kötü kokan bir şeyler var. Korkmaz, 17-25 Aralık operasyonları gerekçesiyle tutuklanıp daha sonra bu operasyonda yer aldığını inkar ederek 2016 Şubat ayında serbest bırakılan bir isim. Bugün FBI’ın tanığı olarak operasyonu yürüten ekibin başı olduğunu söylüyor. 17-25 Aralık’taki operasyonların artık 15 Temmuz darbe girişiminin liderliğini yapan Fethullahçı darbeciler tarafından planlandığı biliniyor. İstihbarat örgütlerinin, darbeye bile kalkışabilen güç çevrelerinin eliyle veya argümanları ile yürütülecek bir muhalefetin AKP’yi zayıflatmadığı, hatta güçlendirdiği daha önce defalarca görüldü. Türkiye’nin bunu bir “milli dava” gibi gösteren tavrına karşı çıkarken odaklanılması gereken yer, geniş kitlelerin çıkarları olmalı, dolayısıyla zenginler arasındaki kapışmada değil yoksullarla zenginler arasındaki kavgada taraf olmak gerekiyor. Kürdistan sözcüğünün Atatürk veya Erdoğan tarafından kullanılıp kullanılmaması değil, tarihsel olarak var olan, üstelik nüfusu 20 milyonu bulan bir halkın kabul ettiği bir coğrafyanın var olması. Yerli-milli blokun estirdiği milliyetçi hava ile yeniden sözcükleri yasaklamaya kalkmak, Kürtleri inkar politikalarına geri dönmek Kürt sorununu derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Yapılması gereken Kürt halkıyla barışmak, Kürtlerin dillerini, tarihsel referanslarını kabul eden bir çözümü ortaya koymaktır.
Barışı güç kullanarak korumak, 11 Eylül saldırılarının ardından neocon liderliğin ilan ettiği ‘Önleyici savaş doktrinini’ çok andırıyor. ‘Önleyici savaş doktirini’ ABD’nin gelecekte tehdit olma ihtimali olan ülkelere ve bölgelere, bu ülke ve bölgelerden güncel somut hiçbir tehdit yönelmiş olmasa da askeri müdahalede bulunmak için ideolojik bir zemin sunuyordu. Barışı güçle korumak da, ABD’nin, kendi bakış açısından barışa ve ABD’ye tehdit olduğunu düşündüğü her ülke ve bölgeye yerinde müdahale etmek için ideolojik bir zemin sunuyor. Reagan’dan beri ABD başkanlarının açıkladığı bu strateji belgelerinin sonuncusu, Kuzey Kore, Rusya, Çin gibi ülkeleri hedef tahtasına koyuyor. Trump yeni strateji belgesinde, zamanında Bush’un Saddam Hüseyin Irak’ını hedeflemesine benzer terimlerle düşmanlaştırdığı gibi bugün İran’ı düşmanlaştırıyor. İran tüm strateji belgesinin merkezi noktası. Uluslararası toplumu tehlikeye atan nükleer silahlara sahip olan bir ülke olarak kodlanıyor. Tıpkı zamanında Irak’a söylendiği gibi İran’ın da terörizmi desteklediği ilan ediliyor. Sadece İran değil, İran’la iletişim içinde olanlar da ABD tarafından cezlaandırılabilir bundan böyle! Trump, ABD’nin Ortadoğu’da 2018 yılında daha etkin olacağını da söyledi. ABD’nin 2018 yılında Ortadoğu’da dost olarak gördüğü iki ülke cuntanın iktidarda olduğu Mısır ve Ortadoğu’da zulmün temel direği olan Suudi Arabistan. Trump öte yandan radikal İslam kavramını kullanarak, terör-İslam ve radikallik arasında Bush’un kurduğu bağları bir kez daha kurmuş oldu. ABD Kuzey Kore’i dünyaya tehdit olarak gördüğünü, Çin ve Rusya’nın ABD’nin ulusal güvenliğini tehlikeye attığını dile getirmekle kalmadı sadece, iç politikada göçmen düşmanlığını, Meksikalılara yönelik özel ırkçılığı yeniden dile getirdi ve Meksika sınırına duvar örüleceğini söyledi. Aynı saatlerde BM Güvenlik Konseyi, ABD’nin Kudüs’ü ‘İsrail’in başkenti’ olarak tanıma ve büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararına karşı Filistin’in hazırladığı karar tasarısını görüştü ve ABD Filistin’in tasarısını veto etti. Vetonun hemen ardından ABD başkanının açıkladığı bu starteji belgesi, tüm dünyada savaş karşıtlarını, ırkçılık karşıtlarını, göçmenlerle dayanışan kampanyaları ve antikapitalistleri hızla harekete geçirmeli. Bu göçmen düşmanı ırkçı belge dünya göçmenler gününde açıklandı. Unutmayalım!
4
DÜNYA
TRUMP’IN KUDÜS HAMLESİ NE ANLAMA GELİYOR?
Antikapitalistler eylemde, 11 Aralık Beyoğlu. ÖZDEŞ ÖZBAY
ABD Başkanı Trump iç politikada sıkıştıkça dış politikada radikal ve tehlikeli adımlar atıyor. Trump Başkanlığa gelir gelmez Rusya ile ilişkileri sebebiyle soruşturmaya uğramıştı. Amerikan egemen sınıfındaki çatışmalar da Trump yönetiminde kaotik bir duruma yol açmıştı. Yönetimde üst düzey yetkililer sık sık istifa ediyor veya kovuluyorlar. Trump iç politikada köşeye sıkıştıkça Kuzey Kore ve Ortadoğu siyasetinde agresifleşiyor. Kuzey Kore’de ülkeyi dünyadan sileceğini söyleyecek kadar ileri gidebildi. Ortadoğu’da önce Katar Krizi şimdi de Kudüs açıklaması ile krizi körüklüyor. Suriye’de IŞİD’e karşı operasyona girişmişti ve Rusya ile arası giderek açılıyor. Trump hakkında süren Rusya ile ilişkileri konusundaki soruşturmalar, taciz davaları, yönetim kadrosunda yaşadığı sorunlar ve yaklaşan parlamento seçimleri Trump’ın gündemi değiştirecek radikal dış politika hamleleri gerçekleştirmesine neden oluyor. Böylece yükselttiği milliyetçilik etrafında eleştirilerin üzerini kapamayı amaçlıyor. ABD’yi hegemonik kılma siyaseti Trump ayrıca ABD emperyalizminin 21. yüzyılın hegemonik gücü olarak kalmasını sağlamak için de askeri avantajını kullanabileceği hamleler yapıyor. Ekonomik olarak özellikle rakibi Çin’e karşı gerileyen ABD; Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’de de üstünlüğü Rusya’ya kaptırdı. ABD hala dünyanın en büyük silah gücü olması avantajına yaslanarak rakiplerine gözdağı
vermeyi amaçlıyor. Kudüs bu politikanın son halkası oldu. Trump’ı iç politikada bekleyen zorluklar 2018’in Aralık ayında ABD’de Temsilciler Meclisi’nde 435 koltuk ve Senato’da 33 koltuk için seçimler gerçekleşecek. Ayrıca 39 eyalette yerel seçimler de gerçekleşecek. Bu seçimler Trump’ın Başkanlığa devam edip etmemesi açısından hayati öneme sahip. Trump’ın partisinin Kasım ayında yapılan iki eyalet meclisi seçiminde çoğunluğu ve geçen hafta Alabama eyaletinde yapılan senato seçiminde sandalyeyi Demokratlara kaptırdığını göz önüne aldığımızda Trump’ı zor bir yıl bekliyor. Amerikan egemen sınıfındaki çatışma kendini Trump yönetimindeki sık sık yaşanan değişimle de gösteriyor. Bugüne kadar Trump yönetiminden 12 kişi istifa etti veya istifa etmeye zorlandı, 3 kişi Trump tarafından görevinden kovuldu, 4 kişinin de görevleri değiştirildi. Trump’ın FBI Başkanlığına atadığı Michael Flynn’in Rusya ile ambargo konusunda görüşmesi hakkında FBI’a yalan söylemesi de Trump’ı sıkıştırıyor. Trump her ne kadar Flynn’i kovsa da görüşme seçim kampanyası sırasında yaşanmıştı. Aralarında Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) ve Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA)’nın da bulunduğu istihbarat örgütleri, Ocak 2016'da hazırladıkları raporda, Rus hükümetinin en üst düzeyde seçim sonuçlarını ve seçmen kararını etkilemek için doğrudan müdahale ettiğini belirtmişlerdi. Bu
konuda birden fazla soruşturma sürüyor. Sürmekte olan soruşturmalardan en önemlisi Trump’ın kampanyası ile Rusya’nın doğrudan bir ilişkisi olup olmadığı hakkında. Soruşturmanın Trump’ın seçim kampanyası danışmanlarından Papadopolous’a ulaşması sonucu Papadopolous itirafçı oldu ve Rusya’dan para aldığını itiraf etti. Soruşturma Trump’ın yakın çevresine ve oğluna kadar ulaşmış durumda. Trump bu zorluklara uğraşırken birkaç hafta önce Trump tarafından tacize uğradığını söyleyen 19 kadın da ABD başkanının soruşturulmasını talep ettiler. Trump ayrıca içeride büyük bir toplumsal muhalefetle de sarsılıyor. Kadın düşmanı açıklamaları ile seçim kampanyasını sürdürürken, Başkanlık koltuğuna oturduğu gün Washington’da 500 bin kadın protesto gösterisi yapıyordu. Aynı gün tüm dünyada milyonlarca insan Trump’a karşı sokağa çıkmıştı. İktidara gelir gelmez imzaladığı Kuzey Dakota Boru Hattı Projesi nedeniyle tüm ülkede binlerce insan sokağa inip protesto eylemi gerçekleştirmişti. Altı Müslüman ülkenin vatandaşlarına ABD’ye seyahat yasağı koymasının ardından da binlerce insan havaalanlarını işgal ederek göçmenlerle dayanışma gösterip seyahat özgürlüğünü savunmuştu. ABD başkanı koltuğa oturmasının yüzüncü gününde de iklim aktivistleri tarafından protesto edilmişti. Paris İklim Anlaşması’ndan çıkılmasını protesto eden onbinlerce Amerikalı ikim adaleti talep etmişti. Trump’ın Kudüs üzerine yaptığı açıklamadan hemen sonra Dışişleri Bakanı Tillerson
Kudüs’e büyükelçilik açılmasının “büyük ihtimalle iki yıl gerçekleşmeyeceğini” duyurması bu hamlenin iç politikadaki sıkışma sebebiyle atılan popülist bir adım olduğunu gösteriyor. Yükseltilen militarizm ve silah ticareti Trump seçim kampanyası boyunca müttefiklerinin artık güvenlikleri için kendi paralarını harcamaları gerektiğini söylüyordu. Başkanlığa geldiğinden beri de sürekli olarak dünyada silahlanmayı arttıracak hamleler yapıyor. Bu şekilde ABD ekonomisini de toparlamayı amaçlıyor. Suriye’ye müdahale etmeye başlamasının ardından Suudi Arabistan’a bir ziyarette bulunmuş ve 350 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Hemen ardından Kuveyt Krizi başlamış bu kez de ambargoya uğrayan Kuveyt ABD’den 12 milyar dolarlık savaş uçağı alımı için anlaşma imzalamıştı. Trump, İran’ın nükleer anlaşmasına uymadığını söylemesinin ardından İran, Amerikalı Boeing şirketi ile 8 milyar dolarlık uçak alım anlaşması imzalamıştı. Kuzey Kore ile yaşanan karşılıklı nükleer gerilimin ardından Trump Japonya, Güney Kore ve Çin’e ziyarette bulunup üç ülke ile de ticaret, enerji ve silah alımı konularında anlaşmalar yapmıştı. Kuzey Kore gerginliğinin en fazla etkilediği ülkeler Japonya ve Güney Kore savaş uçağı ve savunma amaçlı roket sistemleri alımı konusunda ABD ile anlaştılar. Trump bu anlaşmaları “bu bizim için çok sayıda istihdam demek” sözleri ile duyurmuştu. Çin ile de 250 milyar dolarlık ticaret anlaşması yaptığını açıkladı.
2017’de DÜNYA İKLİM KRİZİ BÜYÜYOR Donald Trump, başkanlık koltuğuna oturur oturmaz iklim değişikliğiyle ilgili bölümü Beyaz Saray’ın sitesinden kaldırtmıştı. İlerleyen dönemde ise ABD’yi Paris Anlaşması’ndan çekti. İklim inkârcısı Trump’a yanıtı ise Harvey ve Irma kasırgaları verdi.
OTORİTERLEŞME VE DİRENİŞ
184 ülkeden 15 bin 364 bilim insanının imzasıyla BioScience dergisinde yayınlanan 'İnsanlığa Uyarı' mektubu ise "şiddetli bir biyo çeşitlilik felaketiyle karşı karşıya kalınacağı" saptamasını yaptı. Bilim insanları dört önemli noktanın altını çiziyor: 1. Sera gazının salımı azaltılmıyor , 2. Ormansızlaşma hızlanıyor, 3. Tarım üretiminde ve toprak kullanımında müthiş bir gerileme yaşanıyor, 4. Altıncı büyük kitlesel yok oluş sürecine girilmiş olabilir.
MERKEZ ERİYOR
2017’nin ikinci yarısı, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadele açısından iki çarpıcı olaya şahit oldu. Irak ve İspanya’da gerçekleşen iki referandum, Katalanların ve Kürtlerin bağımsızlık özlemlerini ortaya serdi.
Güney Kore’de Tump protestosu, 2017.
2017 yılı tüm dünyada, bir yandan krizlerini çözemeyen egemen sınıfların daha otoriter seçeneklere yönelmeye devam ettikleri, diğer yandan da geniş emekçi yığınların bu tarz bir sağa kayışa direndikleri bir yıl oldu. Kasım 2016’da başkanlık seçimlerini kazanan Donald Trump, Ocak 2017’de görevine başladı.
Fransa’da yapılan başkanlık seçimlerinde Le Pen’in faşist Ulusal Cephe’si %21.3 oy ile sandıktan ikinci çıktı. Aynı seçimde radikal sol aday Jean-Luc Mélenchon da %19.6 oy almayı başardı. İkinci turda Le Pen’e karşı herkesin birleşmesi çağrılarının sonucu neoliberal merkezin adayı Macron seçimi kazandı.
Irkçı ve trilyoner bir kapitalist olan Trump, ilk gününde milyonlarca kadını sokakta karşısında gösteri yaparken buldu. En az 20 ülkede 700’den fazla noktada 5 milyonu aşkın kadının eylemlere katıldığı tahmin ediliyor. Bu da, Trump’ta simgeleşen otoriterleşme eğilimlerine karşı tepkinin küresel düzeyde ne ölçüde yaygın olduğunu gösteriyor.
Yılın son çeyreğindeki Almanya seçimleri de ırkçı AfD’nin yükselişi ve merkez partilerin koalisyon oluşturmadaki kriziyle anılıyor.
HALKLARIN EŞİTSİZLİĞİNE İSYAN
Katalan işçiler grevde, 2017.
Küresel istikrarsızlık her yerde kutuplaşmaları körüklüyor, merkez sağ ve sol siyasi partilerin güç kaybetmesi ve onun yerine hem sağda hem de solda yeni alternatiflerin ortaya çıkması sonucunu doğuruyor.
İngiltere’deki genel seçimlerde ise Corbyn, %19’lardan başladığı yarışı son anda burun farkıyla kaybetti. Kampanyalar iki hafta daha sürseydi, radikal sol aktivist, muhtemelen şu an İngiltere başbakanı olacaktı.
5
ABD’deki mücadele, göçmen karşıtı yasak girişimini durdurmak için on binlerce aktivistin havaalanlarını işgal etmesiyle, iklim insanlarının gösterileriyle ve çeşitli ayrı muhalefet dinamiklerinin etkinliği sonucu Trump’ın anketlerde oylarının bir hayli düştüğünün görülmesiyle devam etti. Krizin sonu var mı? Dünyada neoliberal konsensüsün çöktüğü ve muazzam bir istikrarsızlığın hakim olduğu bu dönemi belirleyen ise 2008 yılında başlayan küresel ekonomik kriz. Tüm dünyada 2010’dan beri görülen en yüksek büyüme oranlarıyla karşı karşıyayız.
Ancak OECD araştırmalarına göre, kişi başına düşen gelir üzerinden bakıldığında, yine kriz öncesi seviyeleri yakalamak mümkün olmayacak. Üstelik, 2017-2018’de zirve yaptıktan sonra, toparlanmanın duracağı öngörülüyor. Üretkenlik ve yatırım konusundaki göstergeler ise hedeflenenin altında kalmaya devam edecek. Hem özel sektörde hem de kamuda küresel borcun görülmemiş düzeylere ulaşması ise yeni bir durgunluğun riskini beraberinde getiriyor. Ekonomik krizin aşılamaması, egemen sınıfın neoliberalizmin yerine neyin konacağı konusundaki bölünmüşlüğü, bunun yansıması olarak her yerde istikrarsızlık, çatışma ve savaş ihtimalleri gibi sonuçlar doğuruyor. Savaş tamtamları Trump’ın “içe kapanmacı” ekonomik politikalarının dış dünyaya yönelik uzantıları hiç de barışçıl değildi. 2014’ten beri Ortadoğu’yu “IŞİD’e karşı” bombalayan emperyalist koalisyon, Trump’ın başa gelmesiyle birlikte çok daha ölçüsüz davranmaya başladı. Mart-Nisan aylarından başlayarak Irak ve Suriye’de binlerce sivil ABD’nin hava saldırıları sonucu hayatını kaybetmeye başladı. Musul ve Rakka operasyonlarında IŞİD, çok sayıda sivilin katledilmesi sonucu “temizlendi”. Öte yandan ABD, Suudi Arabistan’la rekor bir silah anlaşması yaptı. Bu ül-
kenin diğer Körfez devletlerini de yanına alarak Katar’ı izole etme çabasını destekledi. Ortadoğu’da son olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etti. Ortadoğu’da farklı bloklaşmalar, bunlara benzer gelişmelerin sonucunda kapsamlı bir çatışmaya girişebilir. Trump’ın körüklediği bir diğer savaş eğilimi ise Kuzey Kore ile ABD arasında. Irkçı başkan, “dünya barışının korunması” amacıyla kurulduğu anlatılan bir platform olan BM’nin genel kurulunda, bu ülkeyi “tamamen haritadan silmekle” tehdit etti. Direniş Savaş ve her yerde yükselen milliyetçilik ve otoriterlik işçi sınıfı açısından ciddi bir sorun. Fakat buna karşılık birçok yerde direnişler de var. Avrupa’da ırkçılığa karşı mültecilerle dayanışan hareketler hâlâ son derece güçlü. Mart ayında birçok ülkede eşzamanlı gösterilerin yanı sıra, örneğin Barselona’da göçmenler kardeşimizdir diyen 150 bin kişi sokağa çıktı. Yunanistan’dan Brezilya’ya bir dizi yerde genel grev ve kitlesel iş bırakma eylemleri gerçekleşti. ABD’de Sanders’ı destekleyen hareketin sonucunda sosyalist örgütlere katılım arttı. İstikrarsızlığın kalıcılaştığı dünyada eşitlik ve özgürlük isteyenlerin sesinin diğerlerini bastırması için bütün bu mücadeleleri birleştiren devrimci partileri güçlendirmeliyiz.
İkisi de uygar dünyanın efendileri tarafından sopa zoruyla bastırılmak isteniyor. Güney Kürdistan referandumunu bölgesel ve küresel hiçbir büyük güç tanıyamadı. 2003 işgalinden beri Barzani’nin müttefiki olan ABD, Irak’ın merkezi hükümetiyle ilişkilerine zarar gelmemesi kaygısıyla Kürtleri yüz üstü bıraktı. İran, Türkiye ve Suriye, Kürtlerin özgürlüğüne karşı tutum aldılar. Irak ordusu ve mezhepçi Şii milisleri, savaş çıkartarak bazı bölgeleri IKBY’den aldı. Diğer taraftan Katalonya’da ise Avrupa’nın göbeğinde İspanyol devletinin şiddetine tanık olduk. Referandum günü bazı sandıklara polisler zorla el koydu, göstericilere şiddet uygulandı, yaşlı kadınlar sokak ortasında yerlerde sürüklendi. Tüm AB devletleri bu zorbalığı gerçekleştiren İspanya hükümetini destekledi. Bağımsızlıkçı Katalan siyasetçiler hapse atıldı. Ne yapılırsa yapılsın, milyonlarca Kürdü ve Katalanı iradeleri dışında sonsuza kadar başka devletlerin boyunduruğu altında yaşatmak mümkün değil. Bize düşen, ezilen halkların mücadelesini koşulsuz desteklemek.
6 2017’de TÜRKİYE
MİLYONLAR ADALET ARIYOR
YERLİ VE MİLLİ İSTİK
Adalet mitingi, 9 Temmuz İstanbul.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından bir sivil itaatsizlik eylemi olarak Ankara’dan İstanbul’a yürüyüş başlattı. Bunun sonucunda Maltepe’de yapılan mitinge iki milyon kişi katıldı. AKP, yürüyüşün her aşamasında polis saldırısı ihtimalini gündemde tuttu, kendi tabanını adalet yürüyüşüne karşı kışkırtmaya çalıştı. Ancak bu girişimler başarısız oldu ve yürüyüş tamamlandı. Üstelik, CHP yürüyüş boyunca kemalizm ve laiklik takıntısına saplanmamış bir dil tutturunca, Maltepe’de CHP kitlesinin birkaç katı insan buluştu. Burada Kılıçdaroğlu tarafından okunan manifestoda demokrasi ve özgürlük vurguları yapıldı. Dış politikanın ise Kürtlere dost olacak şekilde yenilenmesi talep edildi. Ancak yerli-milli ittifaktan kopuş anlamına gelen bu barış vurgusu çok uzun sürmedi, Irak Kürtlerinin referandumuna karşı CHP bir kez daha askeri tezkere lehine oy verdi. 2017’de en fazla eylem yapan işçi kesimi, OHAL mağdurları oldu.
DEVLETİN BEKA SORUNU Türkiye devletinin “beka sorunu” yaşadığını düşünerek kurduğu yerli-milli ittifakın dış politika çizgisi, gerçekten bir beka sorunu yaratmayı başardı. Suriye’de Kürtlerin kazanımını engelleme girişimleri bir türlü gerçeğe döndürülemedi. Erdoğan iki ayda bir Afrin ve Rojava’nın diğer bölgeleri için “müdahale” edeceklerini söylüyor. Ancak bazen ABD, bazen Rusya bunu engelliyor. Trump’tan beklenti içinde olan, gerçekleşmeyince tekrar “antiemperyalist” kesilen AKP liderliği, mecburen katil Esad’ın baş destekçisi Rusya ile ittifak kurdu. Ancak buradan da Kürt karşıtı yeterli kazanımı elde edemedi. Rusya da PYD’ye bir ölçüde destek veriyor. En azından Türkiye’nin bölgeye müdahalesini engelliyor. Yerli-milli ittifak döneminde, Suriye’yi engellemek bir kenara dursun, neredeyse Irak’taki Kürt bölgesi de resmi devlet statüsü kazanacaktı. Bölgesel diğer devletlerin çıkarlarının da buna karşı olmasıyla, Türkiye bu “tehlikeden” kurtuldu. Ancak bu süreçte Türkiye daha önce defalarca itiştiği Irak merkezi hükümetiyle müttefik olmak zorunda kaldı. AKP’nin dış politikada hiçbir prensibi veya somut bir stratejisi kalmamış durumda. Sadece Kürtlerin Irak ve Suriye’de kazanım elde etmesini engellemek için geçici ittifaklar peşinde koşan bir çizgiye çekildiler. Bu yüzden Putin’in, İran’ın ve bunun mantıksal sonucu olarak Esad’ın yanında duruyorlar.
Türkiye de 2015 yılından beri tüm dünyada gelişen sağcılaşma ve otoriterleşme dalgasının parçası. Çözüm sürecinin rafa kaldırılması, Suriye’de Kürtlerin bir statüko elde etmesini önlemek için kurulan yerli-milli koalisyon ve bunun agresif Ortadoğu politikası, büyük kentlerde arka arkaya patlayan bombalar, 15 Temmuz askeri darbe girişimi ve bunun arkasından ilan edilen OHAL, tüm muhalefetin üzerine kabus gibi çöktü. Ancak 2017 yılı aynı zamanda AKP, MHP ve milliyetçiler arasında kurulan bu yerli-milli ittifakın ne kadar kırılgan olduğunu ve mücadele ederek geriletilmesinin imkanlarını da ortaya koydu.
nüz 2017’nin ilk yarısında böyle davrananların oranı %9 idi. Erdoğan’ın “acırsak acınacak hâle düşeriz” sertliği düşünüldüğünde bu oranın artmış olması muhtemel. AKP, 16 Nisan referandumunda gördü ki, “Evet” cephesinin oylarında toplamda %12 civarı bir erime var ve bunun kabahati bütünüyle Devlet Bahçeli’ye yüklenemez. Büyük şehirler, bu şehirlerde AKP’nin kalesi olan kimi ilçeler kaybedildi, kimilerinde büyük gerilemeler görüldü. Zaten bu yüzden belediye başkanları istifa ettiriliyor, “kentlere ihanet ettik” itirafları geliyor.
AKP tabanında huzursuzluk
Tayyip Erdoğan şu an 2019 başkanlık seçimleri yarışında %50’nin altında olduğunu düşünüyor ve hamlelerini buna göre kuruyor.
OHAL’in yarattığı mağduriyetler AKP tabanında ciddi bir küskünlük yarattı. Hükümete yakın bir yazara göre he-
Her ne kadar AKP tabanında çatlaklar derinleşse de alternatifsizlik muhalefeti zorluyor. Faşist partinin bölünme-
sinden ortaya çıkan Meral Akşener’in İyi Parti’sine “sekülerlik” adına umut bağlanamaz. Adalet Mitingi öncesi izlediği kapsayıcı hatla iki milyona aşkın kişiyi bir araya getirmeyi başaran CHP ise sık sık kurucu ayarlarına geri dönüyor. HDP ise esas olarak devlet baskısı sonucu zayıflamış durumda. Aşağıdan mücadeleyi büyütmek Yalnızca 2019’u düşünen reformist ve burjuva muhalefet çizgilerinin karşısında, önümüzdeki bir buçuk yılda sokakta ve işyerlerinde mücadeleler inşa etmeyi ve birliği bunun üzerinden tartışmayı savunmalıyız. OHAL koşullarına rağmen işçi grevleri, kadın eylemleri, adalet mücadeleleri bir düzeyde sürüyor. Çözüm başkanlık seçimlerinde sağdan sola “AKP karşıtı” bir blok kurmak değil, bu mücadelelerin gelişmesini sağlamak. Özgürlük için bize nefes aldıracak olan budur.
AK PARTİ'NİN KÜRT SEÇMENLERDEN KOPUŞU AKP, Barzani’nin düzenlemek istediği referanduma en şiddetle karşı çıkan parti olarak, kendi tabanındaki Kürtlerle büyük bir sorun yaşadı.
Bölgede AKP’ye yakın çizgideki tüm siyasi parti ve STK’lar Irak’taki referandumu destekledi. “Kürtlere değil teröre” karşıtlık içinde olduğunu
söyleyen AKP’nin tutumu ise onu bölgede bir hayli zor duruma düşürdü. Irak’taki referandumda %93 bağımsızlık lehine oy verdi.
2017’de TÜRKİYE 7
KRARSIZLIK
OHAL'DE MÜCADELE SÜRÜYOR
REFERANDUMDA HAYIR’IN BAŞARISI
8 Mart gece yürüyüşü, İstanbul 2017.
Referandumdan %51.5 ile “Evet” çıktı ancak AKP liderliğinin yüzünden düşen bin parçaydı. Üç büyük şehrin tamamında “Hayır” kazandı. En büyük 20 kentin 13’ünde, GSYH’nın %62’sinin üretildiği yerlerde “Hayır” öndeydi. 30 büyükşehirin 17’si “Hayır” dedi; 1 Kasım’da Hayır diyen partilerin toplam oy oranları yalnızca 7 tanesinde “Evet” diyenlerin önündeydi. 9 ilde “Evet” oyları, 2015’in 1 Kasım seçimlerinde yalnızca AKP’nin aldığı oy oranını dahi yakalayamadı. İstanbul’un en büyük seçmen sayısına sahip iki ilçesi Küçükçekmece ve Esenyurt “Hayır” dedi. Bu iki ilçeye Eyüp ve Üsküdar da eklendi. Bu dört ilçede AKP’li belediyeler tarafından yönetiliyor ve 1 Kasım seçimlerinde AK Parti bu ilçelerde birinci partiydi. “Anlamlı bir evet” çıkaramayan Erdoğan, metal yorgunluğu kavramını ortaya atarak partisini yenileme çabalarına girişti. Bunun için belediye başkanları zorla istifa ettirildi. “Hayır” cephesinde ise AKP’yi yenmenin mümkün olduğu görüldü.
Maden işçileri özelleştirmeye karşı direnişte, 6 Kasım Zonguldak.
2017 metal sektöründeki grevle açıldı. Hükümetin yasağına rağmen Birleşik Metal-İş üyesi işçiler fiili olarak grevi birkaç gün daha sürdürdüler. Bu sayede EMİS patronlarından bazı fabrikalarda kazanımlar elde edildi. AKP daha sonra binlerce cam işçisinin de grevini yasakladı. Hatta Erdoğan, OHAL’i bunun için kullandıklarını itiraf etti. Buna rağmen 2017’nin ilk 6 ayında emek hareketi toparlanmaya başladı. Tüm yıl boyunca sayısız sektörde grevler oldu ve kazanımlar elde edildi. Denizcilik çalı-
şanlarından madencilere, lastik işçilerinden STK çalışanlarına, taşerona, güvencesiz çalışmaya, özelleştirmelere ve işten çıkarmalara karşı mücadeleler devam etti. Diğer yandan 2017’de kadınlar sokaktaydı. Türkiyeli kadınlar, dünyadaki direniş atmosferinin havasını soludu ve 8 Mart’ta on binlerce kadın İstiklal Caddesi’ni doldurdu. 25 Kasım’da da benzer bir şekilde yasaklama girişimi aşıldı ve coşkuyla yüründü. Öte yandan KHK ile ihraç edilen kamu emekçileriyle ve barış akademisyenleriyle dayanışma yıl boyunca sürdü.
8 2017’de KADIN
KADINLARIN KÜRESEL MÜCADELESİ 2017’nin mücadele takvimine damgasını vuran başlıklardan biri de kadınlardı. Yıl boyunca dünyanın birçok ülkesinde tacize, tecavüze, şiddete ve cinsiyetçiliğe karşı bir dizi çarpıcı protesto gerçekleşti. Yılın ilk günlerinde, 21 Ocak’ta ABD merkezli çağrıyla gerçekleşen Uluslararası Kadın Yürüyüşü ile kadınlar 2017’ye güçlü bir giriş yaptı. Seçim kampanyası süreci dahil olmak üzere cinsiyetçi açıklamaları ve pratiğiyle sıkça gündeme gelen Donald Trump’ın ABD başkanı olmadı kadınları sokağa döktü. Trump’ın ABD başkanı olarak ilk mesai gününde farklı eyaletlerden milyonlarca kadın cinsiyetçiliğe karşı gösterilere katıldı. Dünyanın birçok ülkesinde kadınların eşzamanlı eylemleriyle desteklenen gösteriler kadın özgürlüğü taleplerinin yanı sıra ırkçılığa, islamofobiye, ekolojik krize ve yoksulları daha da yoksullaştıran ekonomik kriz politikalarına karşı tepkileri de içeriyordu. Gösterilerin merkezinde neoliberal politikaların savunucusu Hillary Clinton’ın destekçileri olduğu kadar Demokrat Parti dışında antikapitalist sol seçenekleri ve “yüzde 99’un feminizmi”ni kapsayan örgütler de vardı. Cinsiyetçiliğe karşı farklı politik perspektiflerden gruplar bir arada eyleme geçmiş olsa da yaşanan tartışmalar mücadele içerisinde de mücadelenin sürdüğünü gösterdi. Hareket içerisindeki neoliberalizme, ırkçılığa, ekolojik krize karşı çizgi 8 Mart için tüm dünyadan kadınlara yapılan grev çağrısıyla öne çıktı. 8 Mart ivmesi 8 Mart 2017 uzun yılların ardından ilk kez küresel çapta güçlü kadın eylemlerine sahne oldu. Farklı ülkelerden kadınlar greve çıktılar, sokağa döküldüler. Guardian gazetesi son 8 Mart’ı yakın tarihin küresel çapta en coşkulu ve politik Kadınlar Günü olarak duyurdu. Tokyo, Nairobi, Londra, Dublin, ABD’nin birçok eyaleti, Arjantin, İtalya, Filipinler, Avustralya, Tayland ve daha pek çok yerde sokağa çıkıldı. Türkiye’de OHAL’e rağmen 40 bin kadın İstiklal Caddesi’ndeydi. Küresel gösterilerde eşit işe eşit ücret, kürtaj hakkı, kadına yönelik şiddetin önlenmesi, ekonomik kriz bahanesiyle yapılan kesintilerin sonlandırılması gibi birçok farklı ekonomik ve politik talep öne çıktı. 2017’nin son aylarında cinsiyetçiliğe karşı küresel dalga sokak gösterileri olarak değil tacize karşı teşhir dalgası olarak kendisini gösterdi. Ünlü Hollywood yapımcısı Weinstein’ın taciz, tecavüz, tehdit ve şantajla dolu kabarık bir listesinin olduğu kadınlar tarafından ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine sadece Weinstein’ın tacizine uğrayan kadınlardan değil Hollywood’un pek çok isminin, bizzat sektörün yapılanışının nasıl bir sistematik taciz mekanizması olduğunu ortaya koyan geniş bir teşhir dalgası başladı. Dalga Avrupa Parlamentosu’na, müzik sektörüne vb. yayıldı. Tacize karşı küresel çapta başlayan dalga, popüler kültürde kadın sorununu merkezine alan dizilerin, sinema filmlerinin sayısının ve bunlara ilginin artması gibi irili ufaklı birçok örnek kadın özgürlüğü mücadelesinin farklı bir evresinde olduğumuzu yıl içerisinde gösterdi. Yıl boyunca neredeyse her gün, tacize, şiddete, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa dair bir ‘skandal’ veya protesto, dayanışma dalgası vb. gündeme geldi. Kadın özgürlüğü mücadelesindeki yeni hareketlilik ve cin-
Trump, koltuğu oturduğu gün milyonlarca kadın tarafından protesto edildi.
siyetçiliğe karşı yükselen öfke kuşkusuz tesadüf değil. Son yılların politik iklimiyle kadın hareketinin yükselişi arasında güçlü bağlar söz konusu. Özellikle dünya çapında otoriter, sağ seçeneklerin güç toparlaması kadınların öfkesine ve mobilizasyonuna etki ediyor. Sağ muhafazakarlık cinsiyetçidir Egemen sınıfın krize yanıt olarak sürdürdüğü ekonomik saldırılar kadınların kazanılmış sosyal ve ekonomik haklarını törpülüyor. Kadın bedeninin denetimine dönük politikalar, kürtaj hakkının kısıtlanması, aile kurumunun güçlendirilmesi gibi pratikler ekonomik saldırı paketleriyle uyumlu bir şekilde ilerliyor. Sağ muhafazakar propaganda egemen sınıfın çıkarına olan sosyal-ekonomik saldırılara payanda olduğu kadar toplumdaki cinsiyetçiliğin yükselmesine vesile oluyor. Dünyadaki durumla benzer şekilde OHAL uygulamala-
rının keyfiliği, savaş politikalarıyla yükselen militarist ve sağcı iklim gündelik hayattaki pervasız şiddeti arttıran, cezasız bırakan hatta destekleyen bir etki yaratıyor. Dahası hükümetin yerli-milli koalisyonu kadınların kazanılmış haklarına göz dikmiş durumda. Ancak buna karşı kadınların bir araya gelme, mobilize olma, sokağa çıkma, tepkiyi büyütme konusunda daha güçlü ve daha hızlı olduğu bir yıl geçirdik. Bu sene de OHAL yasağına rağmen Taksim’deki yürüyüş yasağını aşan hem 8 Mart’ta hem 25 Kasım’da kadınlar oldu. Şiddete Karşı Gün’de Ankara, İzmir gibi kentlerin yanı sıra İstanbul’da da polis barikatını sadece kararlı bir şekilde durarak aşan bir gösteri gerçekleşti. Önümüzde birçok politik başlıkta çetin mücadelelerinin yaşanacağı bir dönem var. 2017 kadınlar açısından tacize, şiddete, cinsiyetçiliğe taviz vermeyen ve görüldüğü yerde refleks gösteren bir iklimin varlığını fark ettirdi. Önümüzdeki süreçte bu hareketin içerisindeki antikapitalist potansiyelleri, talepleri büyütmeyi hedeflemeliyiz.
EMEK GÜNDEMİ
ASGARİ ÜCRET EN AZ 2300 TL OLMALI
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TÜM TAŞERON İŞÇİLERE KADRO VERİLMELİ Taşeron işçiler yıllardır kadrolu, yani güvenceli çalışmak için mücadele ettiler. Özellikle AKP’nin 16 yıllık hükümet döneminde yaygınlaşan taşeron sisteminde bugün kamuda 900 bin, özel sektörde 1,2 milyon, toplamda 2,1 milyon taşeron işçi çalışıyor. Taşeron sisteminde çalışan işçiler herhangi bir iş güvencesinden yoksun oldukları için, hem en düşük ücretlerle, hem de en tehlikeli işlerde, herhangi bir iş güvenliği tedbiri alınmaksızın çalıştırılıyorlar. İşçi sınıfının yüzde 10’unu oluşturdukları halde, iş kazalarında ölen işçilerin yüzde 50’sinin taşeron işçisi olması tesadüf değildir. AKP, 1 Kasım 2015 seçimlerinden önce ve 2016 Mart ayında “bütün taşeron işçiler kadroya alınacak” sözünü vermişti, ama şimdiye kadar bunu yapmadı. Şimdi yine taşeron işçiye kadro sözü ortada dolaşmaya başladı.
Asgari ücret protestosu, İstanbul.
kalar, petrol satanlar, telekomünikasyoncular ve diğer pek çok şirket 2017 yılında önemli kar artışları sağladılar. Tüm şirketlerin genel ortalaması karlılığın yüzde 56 oranında arttığını gösteriyor.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçi kesimini temsil eden Türk-İş 1900 TL, DİSK 2300 lira talep ediyor, Hakİş’in sesi çıkmıyor. Türk-İş’in talep ettiği 1900 TL, yine bir devlet kurumu olan TUİK’in açıkladığı “bir işçinin asgari geçim rakamı”.
İşçiler ise 1400 TL olan asgari ücretin ne kadar artırılacağını merakla bekliyor. Çünkü Türkiye’deki 20 milyondan fazla emekçinin 7 milyonu asgari ücretle çalışıyor.
Büyümenin yüzde 11, enflasyonun yüzde 13 olduğunu kendisi açıklayan hükümetin zaten asgari ücrete buna uygun bir oranda zam yapması gerekir. Patronların yüzde 56 kar açıkla-
Havayolu firmaları, holdingler, ban-
dığı bir ortamda, işçiye de bu oranda zam yapılması hakkaniyete ve adalete en uygun olanıdır. Ama şimdilerde ihracata dayalı bir büyümeyi kendi kurtuluşu olarak gören patronlar ve hükümet, ucuz işçiliği daha da aşağı çekmenin yollarını arıyorlar. Sendikalar ve emekçiler olarak daha fazla sömürülmeye izin vermeyelim, asgari ücret en az 2300 TL olmalıdır.
İŞSİZLİK ARTIYOR, ÜCRETLER AZALIYOR TÜİK verilerine göre Eylül ayında işsiz sayısı 3,4 milyon kişi oldu. Açıklanan resmi işsiz sayısına, son 3 ayda iş arama kanallarını kullanmayan 1,6 milyon gizli işsiz katıldığında rakam aslında 5 milyon oluyor. Buna bir de iş aramaktan tümüyle vazgeçmiş olan 1 milyon kişiyi eklediğimizde gerçek işsiz sayısı 6 milyona yükseliyor.
siyerler. Patronlar ucuz işçilik için her türlü yolu kullanıyorlar.
Son bir yılda zorunlu sigortalı sayısı 200 bin kişi artmış iken, çırak, kursiyer kapsamındaki sigortalı sayısı 1 milyon kişi arttı. Yani yeni iş bulduğu söylenen 1 milyon kişi aslında asgari ücretin üçte biri maaşla çalıştırılan çıraklar ve kur-
Sendikalar işçi sınıfının bugünleri bile aratacak çok daha ağır sömürü koşullarında çalıştırılmasını önlemek için şimdiden kolları sıvamalı, örgütlenmeli, hak arama mücadelesini yükseltmelidir.
n Ankara’da Çankaya Belediyesi’nin taşeronu Norm Altaş firmasına bağlı çalışırken işten atılan 12 temizlik işçi mücadele sonucunda işlerine geri iade ediliyor. n Çankırı Sumitomo Lastik fabrikasında sendikaya üye oldukları için 4 işçinin sözleşmelerinin feshedilmesi üzerine 600 işçi iş bıraktı. n Boğaziçi Üniversitesi’nde taşeron işçiler, Sayıştay denetiminden çıkan cezanın yönetim tarafından işçilere ödettirilmek istenmesine karşı okul içinde yürüyüş düzenledi. n İzmir ve İstanbul’da DİSK Genel İş üyesi işçiler, herkes için ayrımsız kadro talebiyle meydanlara çıktı.
Özellikle belediye işçileri ile ilgili yeterlilik sınavı ve performans değerlendirmesinde, örneğin eğer İŞKUR görevlendirilirse, muhalif belediyelerin işçi alımı da engellenmiş olacak. Bu belediyelere, diğer tüm kamu kurumlarında olduğu gibi AKP’nin istediği kişiler alınacak. Basına yansıyan hükümetinin açıkladığı yeni düzenleme işçilerde şimdiden hayal kırıklığı yarattı. Kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) olarak adlandırılan kurumlarda çalışan yaklaşık 100 bin taşeron işçi düzenlemeye dahil edilmedi. Düzenlemenin kamudaki tüm taşeron işçileri kapsaması gerekir. KİT’lerde çalışan işçiler, mevsimlik işçiler ve 4C’li personel düzenleme kapsamına alınmalıdır. Taşeron işçilerin tümüne kayıtsız şartsız kadro verilmelidir. Yerel yönetimlerdeki taşeron işçiler de tümüyle kadroya geçirilmelidir, yerel yönetimlerin kendi işçilerini kendilerinin almasına hiçbir engel koyulmamalıdır. Kamuya geçişte ücret ve hak adaleti sağlanmalı, taşeron işçilerin birikmiş ve kazanılmış hakları korunmalıdır. Taşeron işçilerin kamuya alınması süreci sürüncemede bırakılmamalıdır.
Bu tablodan çıkan sonuç şu: İşsizlik artıyor, yeni iş bulanlar asgari ücretin bile altında ücretlerle çalışmaya zorlanıyor. İşçi ücretleri enflasyon sayesinde son bir yılda en az yüzde 5 geriledi. Türkiye işçi sınıfı dünyaya ucuz emek pazarı olarak sunulmak isteniyor.
İŞYERLERİNDEN HABERLER
Medyada yazılanlara göre, kadroya alınacak taşeron işçilerin yeterlilik sınavına tabi tutulacağı, ücretlerinde hiçbir artışın yapılmayacağı, güvenlik soruşturması yapılacağı, 3’er yıllık sözleşme imzalanacağı ve dönem sonunda performans değerlendirmesi yapılacağı anlaşılıyor. Bütün bu söylenenlerden çıkan sonuç şu: AKP hükümeti taşeron işçiye “kadro, iş güvencesi” vermiyor, onları sınavla ve 3 yıllık geçici bir süre için kamuya alıyor.
İşsizler iş arıyor.
n Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için patronun baskısına karşı direnişe geçen HT Solar işçileri, 6 işçinin işten çıkarılmasının arından fabrikada direnişe geçti. n Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası ile sektördeki işçi sendikaları arasında yapılan grup toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanmasının ardından fabrikalarda Türk Metal ve Birleşik Metal-İş üyesi işçiler eylemlere başladı. n Zonguldak’ta DİSK/Enerji-Sen’de örgütlendikleri için Eren Enerji’de işten çıkarılan işçiler, yılbaşına kadar işlerine geri dönecek. n KESK üyelerinin ihraçlara karşı direniş eylemlerinde
Sendikalar ve tüm emekçiler “taşeron işçiye kadro” sözünün hangi kurallar çerçevesinde gerçekleştirileceğini dikkatle izlemelidir.
43. hafta geride kaldı. n İzmir’de Star Rafineri’de İlk İnşaat’ın taşeronuna bağlı çalışan işçilerin iş bırakma eylemleri iki aydır ödenmeyen maaşların yatmasını sağladı. n İzmit’teki Posco Assan fabrikasında DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasına üye oldukları için işten atılan işçiler fabrika önünde eylem gerçekleştirdi. n Sendikalaştıkları için işten atılan DHL Express ve Kod-A Bilişim işçilerinin İstanbul’da iş yerleri önünde başlattıkları direnişler devam ediyor. n Bilecik’teki iCP Piliç fabrikasında sendikaya üye oldukları için işlerine son verilen işçiler direnişe başladı.
10
KÜLTÜR
NİL OTELİ CİNAYETİ: DEVRİM ZAMANINDA SUÇ VE CEZA FOTİ BENLİSOY
Kahire sosyetesinin gözde mekânlarından olan Nil Oteli’nde ünlü bir kadın şarkıcı ölü bulunur. Emniyet personeli, talihsiz hadisenin eskilerin deyimiyle bir “tutku cinayeti” olduğuna kanidir. Ancak cinayeti araştırmakla görevli müfettiş Nureddin araştırmasını derinleştirdikçe karşısına, milletvekili ve aynı zamanda dev bir müteahhitlik firmasının patronu olan Hatim Şefik çıkacaktır. Şefik, Başkan’ın (yani Mübarek’in) oğlunun yakın bir arkadaşıdır ve devasa reklam panolarında “Yeni Kahire” sloganıyla tanıtılan büyük inşaat ve kentsel dönüşüm projelerinin ardındaki isimdir. Şefik’in meseleye dahil edilmesi, Nureddin’in amirlerini rahatsız eder doğal olarak. Zaten emniyet birimleri arasında haraca kesilen bölgelerin sınırları ve kimin ne kadar aldığı-alacağı hususunda ihtilaflar vardır. Bir de Başkana yakın isimleri bir cinayet davasına karıştırmanın yeri de zamanı da değildir. Mısır’da ulusal bir bayram olan 25 Ocak “Polis Gününe” şunun şurasında fazla bir şey kalmamıştır. Belki de en iyisi, “su testisi su yolunda kırılır” deyip şarkıcının ölümünü intihar diye duyurup kapatmaktır. Ancak (haklı olarak) polise güvenmeyip kaçan ve Sudanlı temizlik işçisi olan bir görgü tanığı da vardır ve meseleyi kapatmak öyle göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Tarık Salih’in yönettiği yeni nesil bir “film noir” olan “Nil Hoteli Vakası”, Nureddin’in (Fares Fares) belki de farkında olmadan bu cinayet davasının içine sürüklenişini anlatıyor. Nureddin, eşi ve kızını bir trafik kazasında yitirmiş, tavandan tabana çürümüş polis teşkilatında o yozlaşmanın ister istemez parçası olmuştur. Tipik bir “anti-kahraman” olan, etrafındaki insanlarla anlamlı ilişkiler kurabilme yetisini çoktan
Filmin başrol oyuncusu Fares Fares.
yitirmiş, yalnız ve elbette sinik Nureddin, Mısır Mübarek’i devirecek devrime doğru yol alırken kendini, cinayetin karman çorman düğümünü çözmeye çalışırken bulur. Kariyerine, belki de yaşamına mal olacağı muhakkak olan bu çabası, onun kişisel devrimi, kendi ayaklanmasıdır adeta. “Doğu”ya, azgelişmiş “Güney”e has bir politik gerilim filmi değil “Nil Hotel Vakası”. Mübarek Kahire’sinin çürümüşlüğü, yolsuzlukları, eşitsizlik ve tahakküm biçimleri hepimiz için çok tanıdık. Nureddin’in arşınladığı tozlu kentin distopik atmosferi, Şefik gibilerinin yaşadığı ve yemyeşil bahçelere, golf sahalarına sahip villalarla, Sudanlı göçmenlerin yarısı kesilmiş plastik şişelerle yağmur suyunu topladıkları mahalleleri arasındaki çarpıcı tezat, tam da yaşadığımız, her şey olduğu gibi kalırsa yaşayacağımız dünyanın bir özeti. Aslında “film noir”ın pek çok klişesine başvurduğu için rahatlıkla bir “tür
parodisine” dönüşebilecek bir filmken bu “sahicilik”, bu “güncellik” Nil Oteli Vakası’nı etkileyici kılıyor.
leceği üzere) toplumsal eşitsizlikleri, siyasal kokuşmuşluğu ve aleni riyakârlığıyla Mübarek Mısır’ından başkası değil.
Ernest Mandel, polisiye romanın toplumsal tarihini incelediği çalışmasının sonunda, “polisiye romanın yükselişi bir bütün olarak burjuva toplumunun bir suç toplumu olmasıyla açıklanır” diye yazıyordu. Burjuva toplumunun yükseliş çağında suç, Sherlock Holmes tipi rasyonel birey tarafından çözülecek bir düğümden ibaretti. Ancak bu medeniyetin çözüldüğü, çürüdüğü devirde suç, artık o toplumun kendisinden, o toplumun işleyişini karakterize eden hiyerarşik ve eşitsiz ilişkilerin kendisinden başka bir şey değildir. Tam da bu manada, “Nil Hoteli Vakası”, suçlunun ya da caninin artık bir birey ya da grup değil de bizatihi sistemin kendisi olduğu “kara polisiyenin” mahirane bir örneği. Bir tür “spoiler” sayılır mı bilmem ama katil, (aslında rahatlıkla tahmin edi-
Film, Mübarek’e karşı toplumsal ayaklanmayla Nureddin’in cinayeti çözmeye kilitlenmiş kişisel başkaldırısının kesişim noktasında sona eriyor. Umutla değil, tam da türe has çıkışsızlık, umutsuzlukla. Daha doğrusu, yukarıda bahsi geçen “katilin”, hızla kabuk değiştirip hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştiriyor görüntüsü verme kabiliyetine yapılan atıfla bitiyor film. Nureddin’in aynı zamanda amcası olan amiri Kemal’in kâhince deyişiyle, ayaklanmanın harareti durulunca “önce ordu çağrılacak sonra gene bize ihtiyaç duyacaklardır” nasıl olsa. Kemal’lere ihtiyaç her devirde yeniden doğacaktır. Belki karanlık ama şu son yıllardaki bir dizi mücadelenin karşı karşıya kaldığı karşı devrimci kuşatmaya dair sert bir ikaz niteliğinde bir son.
düzenlediği etkinliklerde bu büyük deneyimi ele aldı. Fakat söz uçar, yazı kalır. Yüz yıl önce, bugüne göre çok daha zor koşullarda işçilerin neleri nasıl başardıklarını detaylarıyla öğrenmek, 21. yüzyıl devrimlerinin zaferi için dersler çıkarmak açısından muazzam kaynaklar var. Çizgi roman - 1917: Rusya'nın Kızıl Yılı. Tim Sanders'in çizgileri, tarihçi John Newsinger'in anlatımıyla devrimi yapan işçilerin hikayesi. Z Yayınları, 2017.
1917'Yİ KAVRAMAK İÇİN BEŞ KAYNAK Tarihte zafere ulaşan ilk işçi devrimi, yüzyıl sonra da etkisini gösteriyor. Bir çok büyük medya kuruluşu, 1917 Ekim Devrimi'ni konu ederken, DSİP ve solda bir çok hareket
Roman- Dünyayı Sarsan On Gün. Amerikalı gazeteci John Reed, Rusya'da 1917 yılına tanıklık etti ve Bolşevikleri destekledi. Yazdığı roman ile devrimin gerçekte ne olduğu dünya işçilerine anlattı. Yordam Yayınları, 2015. Tarih çalışması- Rus Devrim Tarihi. 1917'nin iki liderin-
den biri olan Lev Troçki'nin 3 ciltlik eseri, şimdiye kadar yazılmış en özgün tarih çalışmalarından biri olarak kabul edilmektedir. Yazın Yayıncılık, 1998. Tarih çalışması - Bolşevik Devrimi. Eğer 'Troçki taraflıdır' diyorsanız size İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nda çalışan fakat çok önemli bir tarihçi olan E. H. Carr'ın üç ciltlik çalışmasını önerebiliriz. Teori, pratik, taktikler - Lenin. Tony Cliff'in dört ciltlik biyografisi, devrimin gerçekleşmesinde büyük rol oynayan Lenin ve Bolşeviklerin düşünceleri, tartışmaları, eylemleri, işçi sınıfıyla kurdukları ilişkileri ve örgütlenmelerini anlatıyor. Z Yayınları, 1994.
FİLİSTİN
11
DEMOKRATİK, EŞİTLİKÇİ BİR ORTADOĞU İÇİN Bu durumda, Filistin halkını destekleyenlerin (ve sadece Filistin'de değil, bölgenin her yanında, Irak'ta, Mısır'da, Suriye'de, emperyalizmin yaptıklarına karşı çıkanların) meseleyi siyasî bir şekilde ele alması, ırkçılığa, antisemitizme, din düşmanlığına kapılmaması gerekir. İsrail devletinin ırkçılığına, ırkçılıkla karşı çıkılamaz. Düşman olarak Yahudi'yi görmek hedef şaşırtır. Emperyalizmden medet ummaya yol açar.
RONİ MARGULİES
Türkiye'de, Filistin halkının haklılığını, İsrail devletinin ırkçı saldırganlığını anlatmak çok da acil bir iş olmasa gerek. Nüfusun çok büyük çoğunluğu, işin tarihini, ayrıntılarını bilse de bilmese de, zaten Filistinlilerle en azından bir gönül bağı hissediyor, mücadelelerini haklı buluyor, destekliyor. Ne var ki, çok zaman bu destek Filistinlilerin Müslüman, İsrail'in ise bir "Yahudi devleti" olmasından kaynaklanıyor. Oysa sorun, dinî bir mesele değil, Müslüman-Yahudi meselesi değil.
“Köktendinci terörist” Bugün sorun tamamen kangren olmuş durumda. Her Amerikan cumhurbaşkanı önce ilk seçildiğinde, sonra da başkanlık dönemi sona ermek üzereyken bir “barış” girişiminde bulunur. Bu girişimler, Filistinlilere kendi topraklarının yüzde 15-20’si üzerinde saçma sapan bir devleti kabul ettirmeye çalışır. Örneğin, "iki devlet çözümü" İsrail'in 1967'de yeni alanlar işgal etmeden önceki sınırlarına çekilmesini, geri kalanında Filistin devleti kurulmasını önerir. Bu "çözümün" Filistinlilere verdiği toprak, toplamın yüzde 23'üdür. Oysa toprakların tümü Filistinlilerindir, yüzde 67'sinden niye vazgeçmeleri gerektiğini anlamak zordur!
Filistinlilerin haklılığı Dünyanın bir ucundan bir insan topluluğu kalkıp dünyanın bir başka ucuna gitse. Ve o başka uçta yaşayan yoksul, kendi halinde, toprakla cebelleşerek, zeytin, hurma ve limon dışında pek bir şey üretemeden zor bela geçinen insanlara “Biz 2.000 yıl önce burada yaşıyorduk, geri geldik, bu topraklar bizim, siz başka bir yere gidin” dese. Bu zeytin, hurma ve limon üreticileri, “Başka gidecek yerimiz yok, gidemeyiz” dese. Ve dışarıdan gelenler “Yok yahu, bal gibi gidersiniz!” deyip savaş açsa ve bu savaşta müthiş bir vahşet uygulasa, gitmek istemeyen köylülerin korkup gitmesi için özellikle korkunç yöntemlere başvursa, dünya ne derdi? Ve çoğu gerçekten korkup evini ve toprağını bırakıp gittiğinde, dışarıdan gelenler, “Artık burası bizim, burada sadece bizim gibi olanlar yaşayabilir” dese ve kendi devletini kursa. Sonra da, ya cesur ya yaşlı ya inatçı olduğu için kaçmayanlar o devletin sınırları içinde tüm haklarından mahrum üçüncü sınıf vatandaşlar gibi yaşamak zorunda bırakılsa, dünya ne derdi? Örneğin, İngiltere’nin kuzeyinde yaşayan ve Viking asıllı oldukları herkesçe bilinen İngilizler Danimarka’ya yerleşse ve tepeden tırnağa silahlanarak Danimarkalılara, “Burada eskiden bizim atalarımız yaşıyordu, burası bizim, siz çevre ülkelere gidin, burada biz yaşayacağız” dese, dünya kamuoyu bunu kabul edilebilir mi bulurdu? Uluslararası hukuk bunu onaylar mıydı? Filistin’de kabul edilebilir bulundu ve tam 70 yıldır onaylanıyor. Niye? Emperyalist devletlerin tavrı Dünyanın en zengin petrol bölgesinde, en istikrarsız bölgesinde, jeopolitik açıdan en önemli bölgelerinden birinde emperya-
Filistinliler her yerde sokakta.
lizm sorgusuz ve kuşkusuz bir müttefiğe, eli sopalı bir jandarmaya ihtiyaç duyuyor. Başta Amerika olma üzere emperyalist ülkeler için bu jandarmanın varlığı her türlü hak ve hukuktan daha önemli. Emperyalist devletlerin tavrını anlamak kolay. Peki, İsrail’in Batı’da halk arasında da yaygın sempati uyandırmasını, Filistinlilerin başına gelenlerin adeta görmezden gelinmesini nasıl açıklamalı? Kolay: Nazi soykırımı. Yaygın görüş, Nazilere altı milyon kurban veren bir halkın, kendi toprakları diye düşündüğü topraklarda rahatça yaşama hakkı olduğu. İnsancıl bir görüş. Avrupa'nın suçluluk duygusundan kaynaklanan bir görüş. Ama bir sorun var. Filistin’deki Yahudi nüfusun devede kulak olduğu, ancak Hitler iktidara geldikten sonra büyük sayıda Yahudi’nin Filistin’e göçtüğü doğru. Ama göçtüklerinde Filistin’in yerel halkına “Avrupa’da bizi kırdılar, orada yaşamak istemiyoruz, izin verin bu topraklara gelelim, burada birlikte, kardeşçe yaşayalım”
demek başka şey olurdu, “Buralar bizim, siz gidin” demek başka şey. Birincisi kabul edilebilir, ikincisi hiçbir açıdan (hukuksal, etik, ahlakî) kabul edilebilir değil. Ve Filistinliler bunu kabul etmediği, Arap ülkelerinde göçmen kamplarında yaşamayı sessizce kabullenmediği içindir ki, İsrail sorunu 70 yıldır dünyanın gündeminden çıkmadı. Irkçılığa karşı ırkçılık İsrail sorunu bir "oyun" veya "Yahudi komplosu" değildir; ne Tevrat'la alakalıdır ne de Yahudilik diniyle. Tümüyle siyasî bir olgudur. İsrail'in kurulduğu 1948 yılında, Avrupa'dan kaçıp gelen Yahudileri ve bunların arasında örgütlenen Siyonist hareketi Amerikan emperyalizmi kendi amaçlarına uygun bulup desteklemeseydi, devletin kurulması mümkün olamazdı. O günden bugüne Batı, yine kendi emperyal amaçları doğrultusunda, İsrail'i destekliyor olmasaydı, bu devlet yaşamını sürdüremezdi.
Buna rağmen, "çözümü" kabul ederler. İsrail, Amerika’yı kızdırmamak için kabul etmiş gibi görünür. Sonra şu veya bu şekilde anlaşmayı bozar. Filistinlilerin terörist olduğu, Hamas’ın köktendinci olduğu, zaten tüm Müslümanların ve/veya Arapların kana susamış barbarlar olduğu tartışılmaya başlanır. İsrail daha fazla Filistin toprağına el koyar, duvarlar inşa eder, “terörist” öldürür. Bir dahaki “barış” girişimine kadar. Amerika'nın başında Trump olduğuna göre, bir daha "barış" girişimi olacağı da artık kuşkulu. Gerçek çözüm zaten Amerika'dan gelmeyecekti, gelemezdi, bundan sonra hiç gelmeyecek. Sorunun kaynağı olan emperyalizm, sorunun çözümü olamaz. Çözüm, önce Filistin halkının kendi mücadelesinde, sonra ve daha önemlisi, çevre Arap ülkelerinde işçi sınıfının o berbat rejimleri, krallıkları, diktatörlükleri, emirlikleri devirmesinde. Bölgenin tümünde demokratik, eşitlikçi, adil bir düzen kurulmasında.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BİRLEŞEN İŞÇİLER YENİLMEZ
Farklı sektörlerdeki işçilerin bir araya gelmesini sağlayan Emek Forumu, işçilerin aşağıdan mücadelesinin kürsüsü olmayı hedefliyor. Forumda işçiler mücadele deneyimlerini paylaşacak, birlikte konuşup, birlikte mücadele olanaklarını arayacaklar. Yaptığımız görüşmelerde işçiler en çok örgütsüzlükten yakınıyor. Sendikalaştıkları için işten atılan direnişteki Kod-A işçileri işçiler arasındaki yapay bölünmelerin örgütlenme önünde de bariyer oluşturduğuna dikkat çekiyor. Birkaç ay önce ücret artışı için Kürt, Türk, Arap işçiler olarak birlikte mücadele eden Saya işçileri de, KHK ile işten atılan kamu çalışanları da en çok dayanışma ve desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Büro çalışanları işyerlerinde örgütlenerek mobingi durdurabileceklerini söylüyor. Hükümetin taşeron işçiler konusundaki politikası “sağ, muhafazakâr” sendikalarda dahi huzursuzluk yaratmakta. Koşulsuz, şartsız tüm işçilere kadro verilmesi için siyasi görüş ayrımı yapılmadan tüm işçilerin birlikte mücadele etmesi gerektiğini söylüyorlar. Mücadele eden işçileri bir araya getirmek, hem cesareti çoğaltmak hem de işçiler arasındaki birlik eğilimini geliştirmek önemli ve gerekli.
Direnişteki Kod-A işçileri, İstanbul.
İşçi sınıfı mücadelesi OHAL’e karşı mücadelede merkezi rol oynamakta. İşçiler örgütlenip, harekete geçtiğinde başta OHAL olmak üzere demokratikleşme önündeki tüm engelleri aşacaktır.
SAYA İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
İzmir’de Saya işçilerinin protesto yürüyüşü, 2017. ÇAĞLA OFLAS
Birkaç ay önce Kürt, Türk, Arap işçilerden oluşan SAYA işçileri İstanbul, İzmir, Adana’da eş zamanlı direniş yaptılar. Kırklareli’nde işten atılan Şişecam işçileri mücadeleleri sonucunda işlerini geri kazandılar. Zonguldak’da 3000 işçi madeni işgal ederek, hükümetin madenleri özelleştirme girişimini püskürttü. Öte yandan taşeron işçilerin kadrolaşması meselesi yaklaşık 1,5 milyon işçinin geleceğini yakından ilgilendiriyor. Üstelik hükümetin taşeron işçilere kadroya geçmesi için; sınav, güvenlik soruşturması, emeklik zamanı gelenlerin kapsam dışı bırakması vb. koyduğu bariyerler, farklı siyasi partilere oy veren, pek çok farklı kesimde işçilerin tepkisine yol açmakta. Koşulsuz, şartsız, özel, kamu ayrımı yapılmadan tüm taşeron işçilere kadro talebi yüz binlerce işçinin harekete geçmesi için de önemli bir fırsat. Hatırlanacağı gibi 2015 yılında Ak Parti hükümeti tarihindeki en büyük işçi mücadelesiyle karşılaştı. Yasaklanan metal grevinin ardından Bursa’da dev otomotiv fabrikaları işgal edildi, eylemler kısa zamanda başka illere yayıldı. Direniş, hem ücretleri artırdı hem de patronların çıkarlarını kollayan sendikayı sarstı.