DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
611
18 Ocak 2018 3 TL. sosyalistisci.org
-
-
BEKA SORUNU DEĞİL ACLIK SORUNU VAR
-
SAVAS DEGİL -
HERKESE İS OKUL-HASTANE DEVRİMİN YILDÖNÜMÜNDE
TUNUS’TA PROTESTOLAR
sayfa 4
ROSA LUXEMBURG’UN DEVRİMCİ GELENEĞİ
sayfa 10
sayfa 2
2
GÜNDEM
SAVAŞ DEĞİL HERKESE İŞ!
YERLİ-MİLLİ İTTİFAK ANTİ-EMPERYALİST Mİ?
Afrin’e askeri müdahale hangi sorunu çözecek? İşsizlik sorununu mu çözecek? Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılının Ekim ayına ilişkin iş gücü istatistiklerini açıkladı. Buna göre 3 milyon 287 işsiz, çalışabilir nüfusun yüzde 10.5’i. Afrin’e saldırı yoksulluk sorununu mu çözecek? Türk-İş araştırması, Ekim 2017’de yoksulluk sınırının 5060 TL olduğunu kanıtladı. Açlık sınırı ise 1544 TL. Yenilenmiş asgari ücret, bir işçi ailesini sadece açlık sınırında yaşamaya mahkûm ediyor. Afrin’e müdahale ne kadın cinayetlerini, ne sağlık hizmetlerinin her geçen gün daha da paralı hale gelmesini, ne demokratik alanda yaşanan OHAL kaynaklı kısıtlamaları, ne Anayasa Mahkemesi’yle yerel mahkemeler arasında yaşanan çelişkide görüldüğü gibi hukuk alanında yaşanan keşmekeşi giderebilir. Afrin’in neden hedef tahtasına konulduğu hakkındaki somut açıklama, bir beka kaygısının yaşandığı oluyor. Afrin’de son haftalarda yaşanan hangi gelişme Türkiye’nin beka kaygısını derinleştirmiştir, bu açıklanmıyor. Beka kaygısı, otoriterleşmenin, gerçek sorunların üstünü örtmenin, OHAL’i sonsuza kadar uzatmanın bahanesi olarak kullanılıyor. Bizim hızla demokratikleşmeye, OHAL’e son verilmesine ve bütçenin halk için kullanılmasına ihtiyacımız var.
KÜRTLERE AKIL VERMEK
İncirlik Üssü’ndeki ABD kargo uçakları.
Erdoğan, daha birkaç ay önce "dostum" dediği Trump'ın telefonlarına çıkmıyor. Erdoğancı ve ulusalcı gazetelerin iddia ettikleri gibi Türkiye eksen mi değiştiriyor? Kendi kriziyle boğuşan NATO ile Türkiye'nin arası açık. Fakat Erdoğan ve Bahçeli, NATO üyeliğinden çıkmayı düşünmüyor, NATO'da Türkiye'nin önemli bir müttefikleri olduğunu söylüyor. Yerli-milli ittifakı, ABD'yi "PYD'yi silahlandırmakla" suçluyor, kurmak istediği sınır ordusuna da karşı çıkıyor. Fakat Suriye'de IŞİD'e karşı operasyon yapan ABD ordusunun en önemli harekat ve lojistik merkezi Adana'daki İncirlik Üssü. 15 temmuz darbesinin planladığı yerlerden biri olmasına rağmen milliyetçi ittifak ABD üssünü kapatmayı düşünmüyor. Ak Parti'nin ABD ile olan gerilimine bakıldığında, kökten bir eleştiri, Ortadoğu'da dökülen kanların ve zalim uygulamaların hesabını sormak değil, "PYD'yi bırak bizimle müttefik ol" fikri görülüyor. Yani milliyetçi cephe, Suriye'ye ABD müdahalesine değil ABD'nin müttefiklerine karşı olduğu için gerilim çıkarıyor. Bu gerilim bir kopuş olarak yansıtılsa da aslında uluslararası ilişkilerin günümüzdeki biçimi. Irkçı Trump, 7 ülkeye vize yasağı
getirmesine rağmen, Erdoğan onunla büyük silah ve ekonomik anlaşmaları imzalamaktan imtina etmemişti. Peki ya Türkiye'nin, Rusya ve müttefikleriyle yakınlaşması bir eksen değişikliği değil midir? ABD emperyalizminin derin bunalımı, rakibi Rusya ile mücadelesini sertleştirdi. İki emperyalist devletin hegemonya savaşı, Türkiye'nin sınırlarında gerçekleşiyor. Erdoğan, üstünü çizen ABD ve AB yönetimine karşı, Suriye'ye askeri müdahaleyle etkinliğini artıran Putin'e yaklaşıyor. İki lider ve devlet ise birçok konuda aynı düşünmüyor. Bu pragmatik bir ilişki. Ak Parti hükümeti, iki emperyalist devletin kavgasından yararlanarak iktidarını ve gücünü korumaya çalışıyor. Rusya'nın müttefikleri İran ve Suriye hükümetleri ise Türkiye'nin tarihsel rakipleri, Irak'la da köklü anlaşmazlıklar var. Bunlara rağmen Ak Parti hükümeti, Rusya ile dev silah, nükleer ve ticari anlaşmalar imzalıyor. Tüm bu olgulara bakıldığında, Erdoğan-Bahçeli ittifakının lafta emperyalizme karşı olasalar da gerçekte bundan çok uzak oldukları görülüyor. Onların milliyetçi anti-emperyalizmi, güçlü devletlerin dünyanın geri kalanına uyguladığı zorbalığa son vermek için değil bu güçlü devletler tarafından tanınmak üzerine şekilleniyor.
Selahattin Demirtaş’ın HDP eşbaşkanlığına aday olmayacağını açıklaması hem HDP içinde hem de HDP dışında büyük bir tartışmanın alevlenmesine neden oldu. Sosyalist İşçi, Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığına aday olmasını ilk öneren yayın organıdır. 2014 seçimlerinde “Oyumuz Umuda” kampanyasının her bir adımını yansıtmıştır. Buna rağmen hem Hasip Kaplan’ın parti içinde gerilim yaratan açıklamaları, Kaplan’ın açıklamalarına parti içinden ve dışından getirilen eleştiriler sorunu HDP açısından büyük bir krize dönüştürme potansiyelini açığa çıkartmıştır. HDP’nin bir krize girmesi bugün en son ihtiyaç duyulan siyasi gelişme olacaktır. Bu yüzden, HDP’nin kongreye birleşik bir şekilde gitmesi için bu türden tartışmalar ertelenmelidir. Ama bir konunun altı kalın harflerle çizilmelidir: Kürtlere genel olarak tepeden bakış şeklinde özetleyeceğimiz yaklaşım, HDP içinde de eleştirileri ve eleştirme yöntemi ne kadar kabul edilemez olsa da Hasip Kaplan’a bakışta açığa çıktı. Kürtlere akıl vermek, kendisinde bol miktarda akıl olduğunu düşünenlerin kibrini açığa vurmuyor sadece, siyasal çaresizliğine de işaret ediyor. Aslolan önümüzdeki döneme HDP’nin birleşik bir şekilde hazırlanmasıdır.
METAL İŞÇİLERİ GREVE HAZIRLANIYOR! Metal sektöründe toplu sözleşme görüşmelerindeki anlaşmazlıklar devam ediyor. Patronların örgütü MESS zam teklifini %6.4’e yükseltti. Türk Metal %38 zam talep ediyor. Patronlar, grevleri yasaklayan hükümete güveniyor. Tayyip Erdoğan daha önce OHAL’in işçi grevlerini bastırma işine yaradığını patronlara açıkça söylemişti. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikası MESS’in teklifinin mücadeleye davet olduğunu söyleyerek grev hazırlıklarına başladıklarını duyurdu. Türk Metal bile tabanındaki işçilerin basıncı altında geçtiğimiz hafta birçok kent merkezinde eylem yapmak zorunda kaldı. Bu eylemlerde “Gemileri yaktık geri dönüş yok”, “İşçiler el ele haydi greve”, “Şalter inecek, bu iş bitecek” gibi sloganlar atıldı. Hatırlanacağı gibi 2015 yılında Birleşik Metal-İş’in grevi AKP tarafından yasaklanmış, mücadele devam etmiş ve aynı yılın Nisan-Mayıs aylarında MESS patronlarına ve Türk Metal’e karşı birçok şehre yayılan büyük bir iş bırakma dalgası yaşanmıştı. Metal işçileri bir kez daha eyleme geçerek tüm sınıfın hak ve özgürlüklerinde kazanımlar sağlayabilir
Metal işçileri grev yasağına karşı direniyor.
GÜNDEM
TEK TİPE NEDEN KARŞIYIZ?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
SURİYE’DE İPLER KOPMAK ÜZERE Türkiye son bir haftadır Afrin’i tehdit ediyor. Gazeteler sürekli bir askeri sevkiyattan söz ediyor. Geçtiğimiz hafta Afrin’de bazı yerlerin vurulduğu söylendi. Erdoğan, her konuşmasında daha sert bir şekilde Afrin’e saldırılacağını, bir koridora izin verilmeyeceğini ilan ediyor.
Hükümetin örnek verdiği, Guantanamo’daki ABD hapishanesi. YELİZ TOPRAK
696 sayılı KHK’nın 101 ve 103’üncü maddeleri siyasi mahpusların tek tip elbise giymesini, giymeyi kabul etmemeleri halinde kendilerine disiplin cezası verilmesini öngörmektedir. 101’inci madde, siyasi mahpusların tek tip elbise giymeyi reddetmeleri halinde “ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma” yani aile görüşünü de yasaklamayı karar altına almaktadır. İlgili KHK'ya göre; 1. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında tutuklu veya hükümlü olanlar “duruşmaya sevk nedeniyle ceza infaz kurumu dışına çıkarılmaları durumunda” tek tip elbise giyecektir. 2- Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Anayasayı İhlal” (madde 309) ve “Hükümete Karşı Suç” (madde 312) maddeleri nedeniyle tutuklu ve hükümlü olanlar “badem kurusu”, TMK kapsamında tutuklu ve hükümlü olan diğer mahpuslar ise “gri renginde göğüs ve pantolon bölümü bitişik (tulum) giysiler” giyecektir. 3- Kadın tutuklu ve hükümlülerin giyeceği tek tip elbiseler tulum şeklinde olmayabilir. 4-Çocuklar ve hamile kadınlar tek tip elbise giymeyecektir.
5- Tek tip elbiseye dair ayrıntılar çıkarılacak olan bir yönetmelikle belirlenecektir. Adalet Bakanı, KHK’nın ardından yaptığı açıklamada tek tip elbisenin bir ay içinde uygulamaya geçeceğini açıkladı. TTE, sadece siyasi mahpuslara uygulanması açısından öncelikle devlet tarafından ayrımclılık yasağının ihlali anlamına gelmektedir. - TTE, giymeyi kabul etmeyen mahpusların mahkemeye çıkarılmamasına ve adil yargılanma haklarının ellerinden alınmasına ve mahkemeye çıkarılmadan haklarında hüküm verilmesine sebep olacaktır ki bu da masumiyet karinesinin ihlalidir. Bu durum 12 Eylül döneminde yaşanmıştır. Bir devletin, hapishanesinde tuttuğu insanlara tek tip kıyafeti layık görmesi insan onurunu alçaltıcı ve aşağılayıcı bir uygulamadır. TTE uygulaması, insan iradesinin ve kişilik haklarının toptan reddedilmesidir. TTE, 12 Eylül darbecilerinin uygulamasıdır.12 Eylül’ün ardından gündeme getirilen TTE nedeniyle birçok hapishanede mahpuslardan eşofmanları dışında tüm giysileri operasyonlarla toplanmış, zorla TTE giydirilmeye çalışılmış, giymeyen mahpuslar
EMİN YOLDAŞ HAKKINDAKİ İDDİANAME REDDEDİLDİ Soruşturmanın gizliliği nedeniyle tutuklanmasına neden olan suçlamaları bilmeyen Emin Şakir hakkında savcılığın hazırladığı iddianame, mahkeme tarafından reddedildi. Böylece duruşmaya çıkma süresi 1 ay daha uzamış oldu. Türkiye tarihindeki sol yayınları bir internet sitesinde arşivlediği çalışması gerekçe gösterilerek tutuklu olarak yargılanan DSİP üyesi Emin Şakir hakkında hazırlanan
aylarca iç çamaşırlarıyla kalmış ve mahkemelere de öyle çıkmış, baskıların son bulması ve TTE uygulamasından vazgeçilmesi amacıyla günlerce süren birçok açlık grevi yapılmış, 11 Nisan 1984 tarihinde 75 gün süren ölüm orucu sonrasında 4 mahpus yaşamını yitirdikten sonra dayatmacı politikalar gerilemeye başlamış ve 1988 yılında TTE uygulamasından tamamen vazgeçilmişti. Şu an yapılmak istenen 12 Eylül uygulamalarına geri dönmektir. Kıyafetler, kişinin kimliğini, kişiliğini ve hatta mesleğini, aidiyetini ortaya koyma yollarından biridir. Mahpuslar, kıyafetleri aracılığıyla kimliklerini, kişiliklerini, aidiyetlerini tutuklandıktan sonra dahi kısmen ortaya koyabilir, görünür kılabilirler. Kıyafetlerini ellerinden almak ve tüm mahpuslara tek tip kıyafetler giydirmek, kişilik ve kimlikleri sıfırlamayı amaçlamaktadır. TTE'yi, üstelik de Guantanamo gibi tüm dünyanın eleştirilerine maruz kalmış bir örnek üzerinden meşrulaştırmaya çalışmak ve tüm bilimsel değerlendirmeleri, Türkiye tarihindeki acılarla dolu yerini yok sayarak tekrar gündeme getirmek çok talihsiz bir karardır. Kaynak: Türkiye Hapishane Çalışmaları Merkezi.
iddianame, mahkeme tarafından reddedildi. Emin Şakir'in avukatı Funda Ata'dan aldığımız bilgiye göre, savcının hazırladığı iddianame mahkeme tarafından reddedildi, savcılığa iade edildi. Savcılık da iadeye itiraz edip dosyayı bir üst ağır ceza mahkemesine gönderdi. İtiraz burada incelenecek. Funda Ata, Marksist.org'a şunları söyledi: "İddianamenin neden iade edildiğini bilemiyoruz, dosyada gizlilik olduğu için. Süreci ortalama bir ay kadar geciktirecek. Şayet itiraz kabul edilirse mahkemeye tekrar gelir iddianame, duruşma günü belli olur. İtiraz kabul edilmezse iddianame yeniden hazırlanacak."
Türkiye’nin Kürt koridoruna müsaade etmeyeceğini iddia ettiği her seferinde, gözler ABD ve Rusya’ya dönüyor. PYD’nin ABD’yle ittifakı ve Rusya’nın da Türkiye’nin Suriye sahasına karışmasını rejim açısından yanlış bulması düşünüldüğünde Türkiye tehdit ediyor ve sonra sorunu nadasa bırakıyor şeklinde değerlendiriliyor. Fakat bu sefer, gelişmeler her zamanki tehditlerden farklı bir düzeye tekabül ediyor. ABD askeri yetkililerinin Afrin’le ilgili gelişmeler hakkında söyledikleri Türkiye’nin müdahale ihtimallerinin artması anlamına geliyor. ABD liderliği Suriye’nin kuzeyinde kurulan koalisyonun sözcüsü Ryan Dillon, bir gazetecinin Türkiye’nin muhtemel Afrin operasyonuna ilişkin sorusu üzerine “Afrin, koalisyonun operasyon sahası içinde yer almıyor.” açıklaması yaptı. Türkiye hem Rusya hem de ABD’yle derin bir askeri çelişki içerisine girecek mi? Girerse, bu askeri çelişkinin derinleşmesinden ne gibi bir beklentisi olabilir? Yerli-milli mutabakat hükümeti gözünü bu kadar şiddetli bir şekilde karartabilir mi? Devlet, yaklaşık iki buçuk yıldır beka kaygısıyla hareket ediyor ve son gelişmeler bu kaygının en üst düzeyde yoğunlaştığını gösteriyor. Kaygı, soğukkanlı ve barışçıl bir politikanın belirlenmesinin önünde temel bir engel. Türkiye Afrin’i neden bir tehdit olarak görüyor? Bunun nedeni çok açık: Kürtlerin Suriye’de elde edeceği statüko, elde edilecek siyasi kazanımlar, son yıllarda devletin önüne geçmek istediği temel gelişme. Tüm politikalar bu merkezi politika etrafında şekilleniyor. Aşırı milliyetçilerle AKP arasında kurulan ittifak, beka kaygısı üzerinden çok daha etkili bir şekilde hareket etme geleneğine sahip olan güçlerin, böylece aynı zamanda devleti tahkim etme konusunda da mevzi kazanmasıyla sonuçlanıyor. Bir yandan devlet aşırı sağ temellerde yeniden tahkim edilirken, öte yandan 1980 askeri darbesine karşı yıllara yayılan toplumsal mücadelenin kazanımları alınmaya çalışılırken tüm toplum nezdinde devasa bir sorun beliriyor: Beka kaygısına bağlı politikalar, beka sorunu yaratmaya başlıyor. Bakış açısını bütünüyle değiştirmenin çok kritik bir önem taşıdığı günlerden geçiriyoruz.
4
DÜNYA
DEVRİMİN YILDÖNÜMÜNDE TRUMP’IN IRKÇILIĞINA TUNUS’TA PROTESTOLAR KÜRESEL TEPKİ
ABD’nin ırkçı Başkanı Trump geçtiğimiz hafta Beyaz Saray’da hukuk uzmanlarıyla göçmenlik yasası üzerine yaptığı toplantıda Haiti, El Salvador ve Afrika ülkeleri hakkında “neden bu bok çukuru ülkelerden göçmen alıyoruz ki?” diye konuştu. Trump birkaç hafta önce de Haitili göçmenler için ‘Hep Aidsli’ açıklaması yapmıştı. El Salvador’da 2001 yılında felakete yol açan deprem sonrası ülkeye Geçici Koruma Statüsü ile alınan 200 bin El Salvadorlu’nun ülkede kalma süresini ise uzatmayarak ülkelerine dönmeleri gerektiğini söylemişti. Trump, Twitter’dan yaptığı açıklamada toplantıda kullandığı dilin bu olmadığını söylerken Demokrat Partili göçmen vekiller Trump’ı ırkçılıkla suçladı.
Tunus’ta öğrenciler mücadelede. ÖZDEŞ ÖZBAY
Yeni yıl İran’dan sonra Tunus’ta da ey-
lemlerle başladı. 2010 yılının son günlerinde yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı başlayan eylemler Tunus’ta diktatör Bin Ali’nin devrilmesine yol açmıştı. Devrim hızla bütün Ortadoğu’da milyonları umutla sokağa dökmüştü. Tunus diğer Ortadoğu ülkelerine göre daha ılımlı bir geçiş yaşamıştı. Ancak ekonomiyi toparlamak amacıyla kemer sıkma politikaları ve piyasacı uygulamalar sürdürüldü. 1 Ocak’ta halk yeniden yoksulluğa ve kemer sıkma politikalarına karşı sokağa indi. 1 Ocak’ta yürürlüğe giren Finans Kanunu eylemlerin ana nedeni. Bu kanuna göre benzin, araba, içki, gıda ürünleri, konut, telefon tarifeleri ve internet gibi alanlarda alınan vergiler arttırıldı. Çeşitli tarım ürünlerinden alınan gümrük vergileri de arttırıldı. Bu kanun 2016 yılında İMF ile imzalan dört yıllık kredi anlaşmasının bir sonucu. Eğer hü-
kümet vergi artışlarından oluşan kemer sıkma politikalarını yasalaştırmazsa kredi dilimlerini alamayacak.
Başkentte sadece 300 kişi sokağa indi. Öbür tarafta devrimin yıl dönümü kutlamalarına binler katıldı.
Kemer sıkma politikalarının bir sonucu olan vergi artışlarına karşı sokağa inen kitleler iki haftadır gösterilerini sürdürüyorlar. Polisle çatışan göstericilerden birisi atılan gaz bombaları nedeniyle yaşamını yitirdi. Yüzlerce göstericinin gözaltına alınmasına rağmen 11 Ocak’ta hükümet 2018 bütçesinde yer alan kemer sıkma uygulamalarından geri adım atmayacaklarını ilan etti. Hemen ertesi gün yaşanan gösterilerde 778 kişi gözaltına alındı.
Hareket başladıktan sonra kurulan “Neyi Bekliyoruz?” (Fech Nestannew) isimli öğrenci oluşumu ise kısa zamanda 6000 üyeye ulaştığını söyledi. Tunus halkını uyanışa ve mücadeleye davet eden öğrenci hareketi simge olarak da çalar saati kullanıyor. İran’da olduğu gibi Tunus’ta da göstericilerin büyük çoğunluğu 15-30 yaş arası gençler ve işsizler. Yine çoğunluğu muhalefet partilerinden değil bağımsızlar. Halk Cephesi’nin çağrısının yankı bulmaması bu yüzden.
İran’daki lidersiz hareketten farklı olarak Tunus’taki eylemlere muhalefetteki Halk Cephesi destek veriyor. Stalinist ve milliyetçi partilerin ittifakı olan Halk Cephesi parlamentoda yer alıyor. Muhalefet liderleri Bin Ali’nin devrildiği 14 Ocak’ın yıldönümünde tekrar sokağa çağrı yaptılar ancak iki haftadır sokakta olan hareket çağrıya destek vermedi.
Tunus’ta 2014 yılında yapılan seçimlerde seküler Nida Tunus partisi birinci olmuş, muhafazakâr Nahda Partisi ise ikinci olmuştu. Ülkeyi bu iki partiyle birlikte iki merkez sağ partiden oluşan ulusal birlik koalisyonu yönetiyor.
Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Sözcüsü Rupert Colville, Trump'a atfedilen sözleri eleştirmiş "ırkçı" ve "utanç verici" yorumunu yapmıştı. Colville, BM tarihinde ilk kez bir ABD Başkanını ırkçılıkla suçlayarak “Üzgünüm, ama burada kullanılacak 'ırkçı'dan başka bir kelime yok" dedi. Afrika Birliği üyesi 55 ülke de ortak bir açıklamayla Trump’ı “açıkça ırkçı” olmakla suçladılar. Vatikan yaptığı açıklama ile Trump’ın sözleri için “özellikle sert ve saldırgan” ifadelerini kullandı. El Salvador Başkanı, Trump’ın sözlerinin Salvadorlular için hakaret olduğunu söyledi. Bu açıklama Trump’ın yaptığı ilk ırkçı açıklama değil. Daha önce polis şiddeti ile öldürülen siyahların haklarını savunan Siyahların Hayatı Önemlidir hareketine karşı mavi üniformalı polisleri kastederek “Mavilerin Hayatı Önemlidir” demişti. Meksika sınırına duvar örerek göçü durduracağı sözü seçim programında yer alıyordu. Trump’ın seçim kampanyası stratejistliğini alt-right isimli ırkçı-Nazi koalisyonunun önemli isimlerinden Steve Bannon yapmıştı. Seçimden sonra danışmanlık görevini başstratejist olarak sürdüren Bannon, Nazilerin bir anti-faşist eylemciyi öldürmelerinin ardından görevinden alınmıştı.
İRAN’DA İSYANLAR DURULDU Geçen yılın son günlerinde İran’da halk yoksulluğa, yolsuzluğa ve işsizliğe karşı sokaklara indi. Reformist Cumhurbaşkanı Ruhani’nin hem ekonomi hem de dış politikasına karşı olan Muhafazakârların başını çektiği iddia edilen gösteriler hızla rejim karşıtlarının eline geçti. İsyandan sadece birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Ruhani İran tarihinde bir ilke
imza atarak parlamentoda yıllık bütçenin nerelere harcandığını kalem kalem açıklamıştı. Gıda ürünlerinin pahalılaştığı, işsizliğin %12 olduğu ülkede dini ve askeri kurumlara harcanan büyük bütçeler halkın öfkesini topladı. Yoksulluğa karşı başlayan eylemler bu nedenle İslam rejimin devrilmesi taleplerine evrildi.
başı çekiyordu. Genç işsizliğin %30’ları bulduğu ülkede geleceklerinden umutsuz olan gençler rejimin farklı kolları olan Reformistlere de Muhafazakârlara da öfke duyuyor. Taşra kentlerinde başlayan eylemlere destek veren Tahran Üniversitesi öğrencileri “ekmek, iş, özgürlük” sloganları atıyorlardı.
70 kadar kente yayılan eylemlerde gençler
Ülkeyi son birkaç yıldır saran kuraklık ve
su krizi de tarım sektörünün çöküşünde ve köyden kente göç dalgasında önemli bir yer tutuyor. Kuraklık hem gıda fiyatlarındaki artışı hem de işsizliği tetikliyor. Eylemlere polis, asker ve paramiliter Besic gruplarının saldırması sonucu 22 kişi yaşamını yitirdi. 5 kişi de gözaltında işkencede öldü. Eylemler geçtiğimiz haftadan itibaren azalarak sönümlendi ancak yoksulları ve işsizleri sokağa döken nedenler ortadan kalkmadı. Geçmişi kitle grevleri ve ayaklanmalarla dolu olan İran’da halk baskıcı rejime, ülkenin yolsuzluğa batan kurumlarına ve zengin azınlığına karşı öfkesini göstermiş oldu.
RÖPORTAJ
5
"TEK BİR TAŞERON İŞÇİNİN DAHİ DIŞARIDA KALMASINI İSTEMİYORUZ"
23 Aralık’ta Antikapitalistler kampanyasının düzenlediği Emek Forumu vesilesiyle Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nden İsmet Çeçe ile konuştuk. KHK ile taşeron işçilere kadro tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde, yıllardır mücadele veren Çeçe’ye düzenleme hakkında ne düşündüğünü sorduk. Hükümetin kadro hakkı başvuruları için verdiği sınırlı süre dolmak üzere, ayrıca pek çok işçi kadro hakkı kapsamının dışında kaldı. Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nin kuruluşundan ve mücadelenizden bahseder misiniz? İsmet Çeçe: Biz derneği kurmadan önce haftada 60-65 saat çalıştırılıyorduk. Yani bir ayın 24-25 günü 12 saat üzerinden çalıştırılıyorudk. Haftasonu, bayram seyran denmiyordu. Sonra bazı sendikalı arkadaşlarla tanıştık. Çalışma koşullarımızdan bahsettik “beraber çalıştığımız kadrolu arkadaşımız haftada 40 saat çalışıyor biz 60 saat çalışıyoruz bu nedir, mesai de verilmiyor” dedik. Siz taşeronsunuz dediler. Nasıl haklarımızı arayacağız diye sorunca en azından resmi bir dernek kurun dediler. Biz de 5-10 kişi toplanıp derneği kurduk.
Ama derneği kurarken çok zorluklar yaşadık. Sürgünler, rotasyonlar, işten çıkarmalar üst üste geldi. Ama yılmadık mücadelemize devam ettik. Derneğimizi kurduktan sonra başladık haklarımız almaya. Yıllık izinlerimiz, mesai ücretlerimiz verilmiyordu. Taşeron firmanın idari amiri çağırıp “senin bugün işine son verdik” diyordu. Bunları ortadan kaldırdık dernek sayesinde. Çok ezildik, arkadaşlarımız işinden oldu ama hâlâ mücadeleye devam ediyoruz. Ama sistem maalesef benim dediğim olacak diyor. Sen hakkını aramayacaksın hakkını arayan kötüdür diyor. Örnek kendimi veriyorum. Bugüne kadar Türkiye’de benim kadar rotasyona uğramış başka
taşeron işçisi yoktur. İnanın geçen oturdum saydım. 73 birimde çalıştırılmışım ve 400 üzerinde tutanağım var. Tutanaklara bakıyorsun 400 tanesini topladığında bir tane tutanak etmiyor, hep boş işler. Benim olmayan görevleri bana yaptırmaya çalıştılar. Bu 500 kilo ben bunu kaldıramam diyorum, kaldıracaksın diyor. Sen taşeronsun kaldırmazsan kapı orada git istidanı ver diye defalarca tehdite uğradık, işten de çıkarıldık. Sonra eylemle geri döndük. Yani senin anlayacağın taşeron bu ülkenin yüz karasıdır. Bu iktidarın her seçim döneminde verdiği “müjde müjde”. Artık şimdi “müjdeden vazgeçtik KHK’larla işe alacağız” diyor. KHK’larla işe almak
ne demek. Ben atıyorum iktidardaki partinin taraftarı değilim. Ne yapacaklar, zaten mimliyiz. Diyecekler ki “sen yazılı sınavı verdin sözlüyü veremedin” veya tam tersi. Yani bir nevi şutlancağız. Ben KHK’lara da karşıyım. Eğer doğru düzgün kadro verilecekse yıllardır her seçim söz verdikleri kadroyu versinler. Tek bir taşeronun dahi dışarıda kalmasını istemiyoruz. Hükümetin “taşerona kadro düzenlemesi” hakkında ne düşünüyorsunuz? İsmet Çeçe: Şu an iyimser düşünmüyorum. Yıllardır umut tavcirliği, vaatlerle işçileri kandırdı, oyaladı. Şimdi KHK’larla işçileri alacağız diyorlar. Ne demek bu, bunun açıklaması nedir henüz belli değil. Ama işçi sınıfı olarak KHK’larla kadro verilmesine karşıyız. Şayet veriyorlarsa gerçek kadro vermeliler. 657’ye tabi 4D işçi kadrosu. İşçilik yapana işçi, memurluk yapana memurluk kadrosu istiyoruz. Hükümetin bu yöndeki çalışmaları net değil. OHAL işçi sınıfını nasıl etkiledi? İsmet Çeçe: OHAL işçi sınıfnı çok etkiledi. OHAL’den dolayı ne haklarımızı arayabildik ne mahkemeler doğru düzgün karar verebildi. Bir hakimin 3 tane değişik karar verdiğine şahit oldum, aynı duruşma aynı davaya rağmen. Eylem yapamıyorsun, hakkını arayamıyorsun “OHAL var”. OHAL işçiye mi var, işçiye mi uygulanır OHAL. Terörist değliz ki biz. 15 temmuz’dan örnek verirsek en başta işçi sınıfı çıktı. Zenginler, patronlar ATM’lere marketlere koştu. Bu işçi sınıfının kıymetini bu iktidar bilmezse çıktığı gibi inmesini de bilir. Benim bildiğim kadarıyla işçi sınıfı indirir. İşçi sınıfı örgütlülüğünün bölünmüşlüğünün nedeni nedir?
İsmet Çeçe (ortada)
İsmet Çeçe: Sınıfın bölünmüşlüğünün nedeni bana göre sendikalarİsmet Çeçe: dır. Şu ana kadar sendikalar çok pasif kaldı, rant peşinde koştu. Yani üye yapayım da akarı gelsin, para gelsin. İşçi sınıfının şu an sendikalarını düşündüğünü sanmıyorum. Çünkü sendikalar hükümetin sözünden çıkmıyor. Bu yüzden işçi sınıfı kımıldayamıyor çünkü arkasında sendika olmayınca işçi sınıfı ne yapabilir, şu an resmen sendikalar hükümetin sözünden çıkmıyor. Röportaj: Ufuk Yalvaç
6 GÜNDEM
NASIL BİR MUHALEFET?
AKP-MHP-BBP koalisyonuna, onlarla milliyetçilik yarıştırılarak muhalefet edilemez. Milliyetçi argümanlar, her zaman en sağdaki güce can suyu verir. Dolayısıyla 2019’da Erdoğan’I yenmek isteyen herkes öncelikle ırkçılığa karşı çıkmalı. Kürtlerin, Suriyeli mültecilerin, Ermenilerin yanında durmalı. “Dış güçlerin” Türkiye’ye devamlı komplo kurduğuna dair ulusalcı anlatılarla hesaplaşmalı. AKP’ye alternatif olarak “antiemperyalist” kuruluş mitini ve kemalizmi savunmamalı.
MİLLİYETÇİ CEPHEYİ YENELİM! 2019 seçimlerinde Ak Parti-MHP ittifakı kuruldu. Irkçıların yer aldığı bu milliyetçi ittifakın, geleceğimizi belirlemesine izin veremeyiz.
Barış vurgusu Güçlü bir muhalefet inşa edebilmek için bugün içinde bulunduğumuz koşulların sebebini iyi kavramak gerekiyor. Baskı koşulları, Rojava’da Kürtlerin devlet kurmasını engellemek için geliştirilen savaş politikalarına zemin hazırlamak için devreye sokuldu. Dolayısıyla, Türkiye’deki barış mücadelesi, aynı zamanda Suriye’deki durumun istikrara kavuşmasıyla da yakından ilgili. Bu yüzden, muhalefetin yapması gereken, “beka kaygısı” ile oluşturulmasına rağmen devleti gerçek bir beka sorunuyla karşı karşıya getiren yerli-milli ittifaka karşı tüm halkların kendi kaderini tayin hakkını, Katalonya’dan Irak’a kadar, koşulsuz olarak savunmak. Suriye’de ve Türkiye’de Kürt halkıyla diyalog yoluyla çözüm ve barış talep etmek. Bunu ise sınırötesi tezkerelere “Evet” oyu vererek yapmak mümkün değil. Önce mücadele! Muhalefetin bir diğer vurgusu ise bugünden 1.5 yıl sonraki seçimlere kilitlenerek parlamenter hesapları her şeyin önünde tutmak değil, bu süreci çeşitli mücadelelerde yan yana gelme çabalarıyla birlikte örmek olmalı. Metal işçileri için grev kapıda. Bir inşaat işçisi yoksulluğa isyan ederek TBMM önünde kendini yaktı. Cerattepelilerin altın madenine karşı mücadelesi sürüyor. LGBTİ’ler, kadınlar kitlesel olarak talepleriyle sokağa çıkıyor. Asıl yapılması gereken, tüm bu mücadeleleri birleştirecek inisiyatifler kurmak, dayanışmayı koşullar sebebiyle canı sıkılan tüm aktivistlere moral verecek şekilde inşa etmek. Deneyimlerimiz AKP’li yıllarda muhalefet adına böylesi birlikteliklerin, çeşitli mücadelelerin seçim süreçlerine aktarabildiği deneyimlere sahibiz. 2007’de sol adına Baskın Oran ve Ufuk Uras etrafında yürütülen kampanyalar, o dönemin darbelere, iklim değişikliğine, ırkçılığa ve neoliberalizme karşı mücadele eden aktivistlerini harekete geçirmişti. Bu sayede bağımsız sol adaylara on binlerce oy toplandı. Bir diğer örnek ise 7 Haziran seçimleri öncesi Selahattin Demirtaş’ın kutuplaşmayı aşan ve toplumun tüm yoksullarına seslenen kampanyasıydı. AKP’yi “laikçi” kamptan ayrışarak eleştiren, İslamcı olduğu için değil neoliberal ve sağ bir parti olduğu için hedefe koyan siyasi hat, Kürt hareketinin geleneksel oyunun iki katı destek görmüş, %13’le HDP’yi meclise taşımış ve AKP’yi tek başına hükümet kuramaz hâle getirmişti.
Ankara’da OHAL protestosu.
Devlet Bahçeli’nin 2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri için
aday göstermeyeceklerini açıklamasıyla, AKP ile MHP’nin bu dönemeçte bir kez daha ittifak yapacağı kesinleşmiş oldu. AKP sözcüsü Mahir Ünal, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi bir millî mücadele verdiğini iddia ederek bu durumu “millî mutabakat” olarak tanımladı. Bahçeli de buna “cumhur ittifakı” diyor. Hükümete göre “Türkiye’nin çok ciddi anlamda milli ve yerli unsurların milli mutabakatına ihtiyacı var”. Bu yüzden, cumhurbaşkanlığı seçiminin yanı sıra, parlamento seçimlerinde de ittifak yapılabilmesi, bunun yasal zemininin olabilmesi için AKP ve MHP’den üçer ismin yer aldığı bir komisyon görüşmelere başladı. Faşistlerin keyfi yerinde Büyük faşist parti MHP, böylelikle hükümetin yanında seçimlere girmeye hazırlanıyor. Küçük faşist parti BBP de bu durumdan memnun. Partinin genel başkanı Mustafa Destici, “BBP olarak Türk milliyetçilerinin, muhafazakarların, maneviyatçıların birlikteliğinden işbirliğinden memnuniyet duyduğumuzu, bunu desteklediğimizi, bu işbirliğinin yanında olduğumuzu güçlü bir şekilde ifade etmek istiyorum” diyerek bunu açıkça ifade etti. Yerli milli koalisyon Hükümet, 2013 yılının son günlerinde Gülen cemaatiyle arasında başlayan kavganın sonucunda, ilerleyen dönemde öncelikle daha önceden Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davalarından tasfiye edilen ekiplerle devlet bürokrasisi içinde ittifak kurmuştu. 2015 yılı ortasında çözüm süreci, Rojava’da Kürtlerin bir devlet kuracağı ve bunun Türkiye’nin kontrolü dışında olacağı endişesiyle bitirildi. Meclise girecek tüm vekillerin “yerli ve milli” olması temenni edildi. Devletin bekasının korunması için kurulan bu ittifaka, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından faşist parti MHP de eklendi. MHP ne yapıyor? Bahçeli, 15 Temmuz’da hükümetle işbirliği yaparak kendi partisindeki muhalefeti devre dışı bıraktı. Meral Akşener ve ekibi bu süreçte ayrılarak İyi Parti’yi kurdu. Devlet Bahçeli bir yandan kendi iktidarını “FETÖ karşıtlığı” ve Yenikapı Ruhu’na bağlılık ile pekiştirdi, diğer yandan devlet
bürokrasisinde boşalan kadrolara yerleşmeye başladı. Yerli ve milli koalisyon Kürt sorununda çözümün rafa kaldırılmasının yanı sıra, son 10 yılda ırkçılığa karşı elde edilen tüm kazanımların da gaspı anlamına geliyor. Bu bağlamda AKP, girişilen bu ittifakta toplumu devlet sopası ile, tam da MHP’nin istediği katı baskı koşullarında yönetiyor. OHAL’in süreklileştirilmesi 15 Temmuz’dan sonra “halka değil devlete karşı” olduğu iddiasıyla ilan edilen Olağanüstü Hâl ise 6. kez uzatıldı. Devlet bürokrasisinden FETÖ’cülerin temizlenmesi iddiasıyla ardı ardına çıkartılan KHK’lar, tüm toplumun canını yakıyor. Memurluğa giriş için liyakat sistemi yine işlemediği gibi AKP’nin veya MHP’nin onayını almak olmazsa olmaz koşul hâline geldi. OHAL’de parlamento bütünüyle devre dışı bırakıldı ve bir buçuk yıldır KHK’larla yönetiliyoruz. 16 Nisan’da oylanan başkanlık sistemi de demokratik kontrol mekanizmalarının olabildiğince azaltıldığı, iktidarın hemen hemen bütünüyle cumhurbaşkanının yetkilerinde toplandığı bir yönetim getiriyordu. 2019 seçimlerini Tayyip Erdoğan kazanırsa, OHAL ile başlayan bu otoriterleşme kalıcı hâle gelecek. “Hain” bolluğu Otoriterleşen Türkiye’de milliyetçilik geçer akçe. Leyla Zana’nın vekilliğinin ırkçı yemin dayatması nedeniyle 24 yıl sonra bir kez daha düşürülmesi, durumun vehametini gösteriyor. Devletin, AKP-MHP koalisyonunun söylemlerinden en ufak sapma “hainlik”, “FETÖ’cülük” olarak damgalanıyor. Hükümet sözcüleri tüm HDP’lileri terörist ilan ediyor. Zaten çok sayıda vekil hapiste. Gazeteciler, haber yapmaya çalıştıklarında “Batı’nın casusluğuyla” suçlanıp hapse atılıyorlar. CHP İstanbul il başkanı hakkında seçildiği gün soruşturma başlatılıyor; gerekçe ise “PKK’lı olması”. Bütün bunlar, birkaç sene önce “milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyen AK Parti’nin iktidarında gerçekleşiyor. Eski Türkiye, tüm baskıcı heybetiyle karşımızda dikiliyor. 2019 seçimlerinde en önemli görevimiz, bütün bu uygulamaların, milliyetçi devlet baskısının geriletilebilmesini sağlamak. Bu da Erdoğan-Bahçeli koalisyonunu geriletecek bir muhalefet mücadelesini inşa etmekten geçiyor.
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
TARİHTEKİ ÜÇ DENEYİN GÖSTERDİKLERİ
ONLARI İŞÇİLER DURDURUR
BOK ÇUKURLARI VE ÇADIR DEVLETLERİ Donald Trump’ın Afrika ülkeleri ve Haiti hakkında “bok çukuru” ifadesini kullanması bütün dünyada konu oldu. Trump, doğal felaketler, savaş ve salgın hastalıklardan kaçanlara oturum izni vermek yerine, Amerika’ya “Norveç gibi ülkelerden” gelen göçmenleri almak gerektiğini söylemiş. “Bok çukuru ülkelerden bütün bu insanlar niye buraya geliyor?” demiş. Yani yoksul siyahlar değil, sarışın, mavi gözlü, uzun boylu olanlar gelsin! Bir başka Cumhurbaşkanı tam aynı günlerde Kazan Soda Elektrik Üretim AŞ tesislerinin açılışında bir konuşma yaptı. Önce, artık alışagelmiş olduğumuz iç düşmanlardan söz etti: “Gezi, çukur eylemleri, darbe derken bugünlere geldik.” Sonra, konuşmasını sanki Kazan’da değil de Washington’da yapıyormuş gibi, Trump’la konuşmaya başladı.
2015’ten bu yana işçilerin başlıca mücadele yöntemi: Grev.
Irkçı partinin kilit rol oynadığı milliyetçi-sağ ittifaklar, sisyasi krizin derinleştiği her dönemde Türkiye işçi sınıfının karşısına çıkarıldı. Bunların ilki, 1970'lerin ortasında, işçi hareketinin ve solun güçlendiği bir dönemde, Ecevit liderliğindeki CHP'nin hükümet kurmasını engellemek için kuruldu. 31 Mart 1975'te sağcı Süleyman Demirel liderliğindeki AP, MSP, MHP ve CG, ilk Milliyetçi Cephe (MC) hükümetini kurdu. 2. Milliyetçi Cephe hükümeti, sol politikalarla yüzde 41,39 oy alan Ecevit'in CHP'sinin meclisteki vekil sayısı yetmediği için hükümet kuramamasının üzerine geldi. AP, MSP ve MHP yeniden koalisyon kurdu. Bu koalisyonun ömrü de bir yıl sürdü. Her iki milliyetçi koalisyon, kısa ömürlü olsalar da, bu sayede MHP'nin devlet içinde örgütlenmesini kolaylaştırdı. İşçi hareketi ile sola saldırılarının başlaması, bunun giderek tırmandırılması, biri dizi suikast ve katliam ile iktidar yürüyüşü başlatan faşistler 12 Eylül darbesine zemin yaratan koşulları hazırladı. Bu dönem grevlere saldırıldığı, öncü işçilere ve sendikacılara kurşun sıkıldığı bir dönemdir. 1970'lerin ortasında gelişen, her grevi kazanımla sonuçlanan, beraberinde radikal solu da büyüten işçi sınıfının önünün kesilmesi için devlet destekli faşistler kullanıldı. 12 Eylül askeri diktatörlüğü sonrası kurulan ilk Milliyetçi Cephe, 28 Şubat darbesinin üzerine geldi. Erbakan ve Çiller tarafından kurulan
Refahyol hükümeti, Milli Güvenlik Kurulu'nun yayınladığı bildiri ile devrildi. Dönemin cumhurbaşkanı olarak karşımıza çıkan Demirel, hükümet kurma yetkisini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verdi. Yılmaz, Ecevit ve bugünlerde bazı sol platformlara davet edilen Hüsamettin Cindoruk'u da yanına alarak ANASOL-D hükümetini kurdu. Fakat siyasi kriz o kadar derindi ki bu hükümet dağıldı, DSP azınlık hükümeti de işe yaramadı. Ecevit 28 Kasım 1999'da, ANAP ve MHP ile 3. Milliyetçi Cephe hükümetini kurdu. 2002 seçimlerine kadar iktidarda kalan bu hükümet, bankaların hortumlanması, Marmara depremine gelen yardımların yağmalanması, birçok yolsuzluk ve yoksullaştırma politikasıyla anıldı. 2001'de yaşanan ekonomik kriz ve Türkiye halkının bir gecede yüzde 35 yoksullaşmasının sorumlusu olan üçüncü MC partileri ilk seçimde silindi ve onlara olan tepkiyle birlikte Ak Parti iktidara geldi. 3. Milliyetçi Cephe hükümetiyle insan hakları, düşünce ve ifade öz-
gürlüğünün ayaklar altına alındığı bu anti-demokratik dönem işçi sınıfının tüm kesimlerinin katıldığı büyük mücadeleler, kitlesel protestolar ve genel grevlerle geride bırakıldı. Bahçeli'nin başkanlık sistemine verdiği destekle başlayan süreçte yaşananları ise saymaya gerek yok. OHAL baskısı ile birleşen bir iki yıllık dönem, Türkiye'de büyük şiddet olaylarının yaşandığı, Kürt sorununun barışçıl çözüm olasılığının rafa kaldırıldığı, bir darbe girişiminin püskürtülmesine rağmen darbecilere karşı on yıllardır verilen mücadeleyle elde edilen tüm kazanımların geri alındığı bir dönem. MHP (ve BBP) gibi ırkçı partilerin içinde bulunduğu hükümetler işçilere daha fazla yoksulluk, grev yasağı, sendikasızlık, baskıdan başka bir şey getirmez. Seçmenlere tek vaatleri, vergilerimizle finanse edilen sürekli bir savaş olan yeni Milliyetçi Cephe'yi durdurmalıyız. Bunu yapacak tek güç, hakları için mücadele eden işçi sınıfıdır.
Devrimci sosyalistler, darbelere, tepeden yapılan müdahalelerle yapılan siyasi düzenlemelere karşıdır. Zorba ve ırkçı iktidarların, emekçi sınıfların aşağıdan siyasi mücadelesiyle yenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tepeden müdahaleler zorbaları, mazlum gibi gösterirken kahramanlaştırır. Onlara oy veren seçmenleri tutmasını kolaylaştırır. Milliyetçilik tutkalıyla bezenmiş sağcılığın dağılmasına yol açacak şey, emekçi kitlelerin kendi mücadeleleri.
“Şimdi kıçı kirli bazıları Suriye’de kalkıp bize tehdit sallıyor. Türkiye’yi kendi kabuğuna çekmek istiyor. Kusura bakmasınlar. PYD’ymiş, YPG’ymiş, DEAŞ’mış, topunuz gelin, ne olursanız olun tepenize ineceğiz. Şu anda zaten obüslerle vuruyoruz. Vurmaya da devam edeceğiz. Kabuğumuza çekilip sizin vurmanızı mı bekleyeceğiz? DEAŞ denen terör örgütünü bir başka terör örgütü ile yok etmeye çalışmanızı asla kabul etmiyoruz dedik. Stratejik ortaksak, bu işi bizimle yapmak zorundasınız.” Trump’la konuştuğu, “kıçı kirli” gibi ifadeler kullanmasından belliydi. Sonra şöyle devam etti: “Müttefikimiz dediğimiz bir ülke tüm ikazlarımıza rağmen sınırlarımız boyunca bir terör ordusu kurmakta ısrar ediyor. Türkiye sınırı boyunca kurulacak bir terör yapılanmasının Türkiye’den başka hedefi olabilir mi? Bize düşen bu terör ordusunu daha doğmadan boğmaktır. Orada 30 bin kişilik bir terör örgütü kurmuş. Biz stratejik ortağınız isek, bize güven. Rakka’ya ordu gönderilecekse biz iki tugay da göndeririz.” Yani Trump’a dedi ki, “Abi, n’olur yapma, Kürtlerle değil bizimle çalış Suriye’de. Bir izin ver, oraya girip Kürtleri ezelim, sonra her istediğinizi yaparız. N’olur, lütfen ya.” Türkiye’nin iç ve dış politikası zaten uzun zamandır bundan ibaret: İçeride baskı, dışarıda yalvarma. Ama bu yalvarmanın yalvarma olduğunu gizlemek gerek; dolayısıyla müthiş bir efelenme ile el ele gidiyor. Şöyle: “Ne yaparlarsa yapsınlar bizi engelleyemeyecekler. Türkiye artık yerini konumunu bilsin diyor bazıları. Tamam da, biz Türkiye’yiz ya. Biz sıradan bir çadır devleti değiliz.” “Çadır devleti” dediği belli ki Arap ülkeleri. Komşularımız. Trump’ın ırkçılığı dünyayı ayağa kaldırıyor. Bizimkinin ırkçılığına gık diyen yok. Ne dışarıda ne içeride. Doğal karşılanıyor herhalde.
8 GELENEK
ULUSLARARASI İŞÇİ HAREKETİ, SERMAYE DÜZENİNİ NASIL SARSTI? Fransa, İtalya ve Almanya’da patlak veren grevler işçi sınıfının dünya çapında yeni bir mücadele dalgasının başlangıcına işaret etmekteydi. Polonya’da Baltık üzerinde 1970-71 kışında temel mallardaki fiyat artışlarını geri almaya zorlanan mücadeleler yaşandı. Devlet kapitalizminin en ağır biçimiyle yaşandığı rejimlerde bile sınıf mücadelesi en üst seviyede var oldu. Polonya’da işçiler yönetenlere olan öfkelerini “Kahrolsun Kızıl Burjuvazi” sloganlarıyla gösterdiler. İspanya’da Franko rejimine rağmen işçiler mücadeleye atıldılar. 1974 yılında tüm endüstriyel bölgeler grevlerle sarsıldı. Barselona’nın yoğun işçi merkezlerinde dayanışma grevleri yapıldı. İşçiler 1970’ler boyunca İngiltere’de de kitlesel mücadeleler gerçekleştirdi. 1979’da Britanya işçilerinin milyonluk grevi istatistiksel olarak Fransa 68’inden sonra ikincidir. İngiltere’deki sınıf mücadelesi sonucunda iki kez başbakan değişti. Dünyanın diğer ucunda Arjantin’de Mayıs 1969’da bugün “Cordobazo” olarak anılan olaylar gerçekleşti. Mayıs’ın 29’unda askeri cuntanın sert saldırıları ve baskısı karşısında mahallelerde gerçekleşen bir dizi hareketlenmenin ardından, Cordoba’daki işçiler tanklarla silahlanmış polis ve ordu güçlerini yenilgiye uğrattı. İşçiler ülkedeki ikinci büyük kentin hakimi durumuna geldi. Devlet ancak ertesi gün büyük birlikleri çıkartarak “düzeni” yeniden sağlayabildi.
ÇAĞLA OFLAS
ABD’nin Vietnam işgaline karşı devasa savaş karşıtı hareket ve Sivil Haklar Hareketi temsilcisi Martin Luther King’in öldürülmesinin ardından patlak veren isyan dalgasıyla ABD hegemonyası darbe aldı. Irkçılığa karşı yükselen siyah hareket ile birlikte toplumsal muhalefet büyüdü. Yüz binlerce kişinin katıldığı savaşa ve ırkçılığa karşı gösteriler yapıldı. Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da dalga dalga öğrenci isyanları, okul boykotları yaşandı. Sadece öğrenciler ve siyahlar değil, devrim toplumun tüm ezilen kesimlerini içine çekti. 2. Dalga olarak tanımlanan kadın hareketi de 68’de başlayan büyük değişim rüzgârının bir parçası olarak yeniden yükselişe geçti. Yüzyıllardır ağır baskı altında yaşayan eşcinseller, 1969'da New York'ta polisle günlerce çatışmaya girdikleri Stonewall İsyanı sonrasında cinsel yönelimleri yüzünden gördükleri bakıya karşı daha etkili bir mücadele içinde oldular. Fransa’da milyonluk grev Kuşkusuz, toplumun geniş kesimlerini içine çeken mücadele dalgası hem mevcut statükoyu değiştirmesi, hem de taleplerinin güncelliği açısından kapitalizme karşı mücadelede belirleyici bir dönemi temsil ediyor. Ancak 1968 olaylarına dair en önemli nokta, hareketin en can alıcı kısmını işçilerin grevlerinin oluşturmasıdır. Ne yazık ki, 1968 hareketi ile ilgili yayınlanan çok az yayında tüm Avrupa’ya dalga dalga yayılan işçi grevlerinden, fabrika işgallerinden söz edilmekte. Fransa’da 68 Mayısı öğrenci hareketi olarak başladı. Sorbonne’de başlayan hareket diğer üniversitelere yayıldı. Polis baskısı karşısında liseliler de harekete katıldı. 10 Mayıs’ta yapılan büyük yürüyüşe polis saldırdı. Polisin gaddarlığı karşısında işçiler harekete geçti. 13 Mayıs’ta işçi sendikalarıyla öğrencilerin katıldığı yürüyüşe bir milyondan fazla insan katıldı. 14 Mayıs’ta üç bin işçiyle başlayan grev, 18 Mayıs’ta, bir milyon işçiye, 22 Mayıs'ta ise 9 milyon işçiye ulaştı. Bu greve katılan işçilerin 4 milyonu 18 gün boyunca grevi aralıksız sürdürdü. Fransa 68 Mayıs’ına asıl damgasını vuran da kitlesel grevler oldu. Dönemin cumhurbaşkanı General de Gaulle, 29 Mayıs’ta ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Ancak işçi sınıfı içindeki stalinizmin etkisi altındaki önderlik, sistemle uzlaşmadan yanaydı. İşçi sınıfı içinde köklü bir örgütlenme geleneğine sahip olan Fransız Komünist Partisi (FKP) ve onun kontrolündeki en büyük sendikal konfederasyon CGT kapitalistlerin imdadına yetişti. "Grenelle Anlaşmaları" olarak anılan müzakere süreci sonunda bazı kırıntılar karşılığında uzlaşma sağlandı. Stalinizm uluslararası işçi hareketine bir kez daha ihanet etti. Ancak Çekoslavak-
68 Türkiye’de işçi sınıfının büyük atılımı
Grevci işçiler, Paris sokaklarında.
ya’nın işgaline karşı direniş, Polonya’daki işçi eylemleri gibi olaylar stalinizmin de hegemonyasının sarsılmasına yol açtı. Fransa bir istisna değildi Bir dünya sistemi olan kapitalist sistemde bir ülkede patlak veren olaylar, tek bir ülkeyle sınırlı kalmaz. İşçi sınıfını uluslararası düzeyde harekete geçiren şey, İkinci Dünya Savaşı sonrasında muazzam büyüyen ekonominin sınırlarına dayanmış olmasıydı. Üstelik işçi sınıfı kendisine verilen kırıntılarla yetinmek istemiyor daha fazlasını istiyordu. İtalya’da da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük işçi ha-
reketi meydana geldi. Grevler kentin temel fabrikası olan Turin’deki Fiat fabrikasında başladı. Ardından tüm bölgelerdeki fabrikalara yayıldı. 3 Temmuz 1969’da kira artışlarına karşı sendikanın düzenlediği bir günlük eyleme öğrencilerin de katıldığı işçi grupları Fiat fabrikasına doğru yürüyüşe geçti. Bunun üzerine polisle çatışmalar yaşandı. Ağustos sonunda grevler Milan’daki Prelli’ye ve pek çok firmaya yayıldı. İtalya’daki gibi yaygın olmasa da Almanya’da da işçiler “ücret ılımlılaştırılması çerçevesinde” sendikalar tarafından imzalanan anlaşmaya karşı kendiliğinden patlak veren grevler gerçekleştirdi.
Türkiye’de de söylenenlerin ve yazılanların aksine, öğrenciler değil, işçi sınıfı harekette merkezi bir rol oynadı. Türkiye’de 1960’lı yıllardan itibaren gelişen sanayileşmeye paralel örgütlenme düzeyini geliştiren işçi sınıfı hem sendikal haklarını tanımayan hükümete hem de sendikal bürokrasiye karşı muazzam kazanımlar elde ettiler. 1961'de İstanbul Saraçhane'de sendikal haklar için büyük bir miting yapıldı. Ardından Kavel, Demir Döküm, Sungurlar, Paşabahçe, Derby gibi pek çok grev ve direnişler gerçekleşti. Hareketin yükselişi sonucunda 1952 yılında kurulan bir tür devlet sendikacılığı yapan Türk-İş bölündü. 1967 yılında DİSK kuruldu. DİSK’in tasfiyesine karşı İzmit ve İstanbul arasında yer alan tüm fabrikalardaki işçiler sokaklara dökülerek DİSK’in kapatılmasını durdurdu İşçi sınıfının önemi Sonuç olarak 68 isyanının önemi ne öğrenci isyanından ne de çeşitli alanlarda verilen özgürlükler mücadelesinden kaynaklanır. Bu döneme asıl anlamını veren işçi sınıfının dünya çapında sermayeye karşı başkaldırısı olması ve tüm mücadelelerin işçi sınıfının kendi eylemiyle birleşmesi ve hareketin devasa bir çeşitliliğe sahip olması.
EMEK GÜNDEMİ
'BİR MİLLETVEKİLİ GELSEYDİ HİÇ BİR ŞEY OLMAYACAKTI' Milyonlarca emekçi borçlarla boğu-
şup geçim sıkıntısı çekerken, aralarından biri sesini duyuramadığı için meclis önünde kendini yaktı. İnşaatlarda 15 yıllık kalıpçı ustası olarak çalışan Sıtkı Aydoğmuş, Ak Parti'ye oy vermiş ve 15 Temmuz'da sokakta darbecileri durduranlardan biri. Aynı zamanda bir taşeron işçi, son KHK'da kadro hakkı tanınmayanlardan. "Benden provokatör çıkartamazsınız", Aydoğmuş, yaralanmasıyla sonuçlanan bu eyleme neden girşitiğini şöyle anlatıyor: "15 yıllık kalıpçı ustasıyım. 2013 yılında SİNPAŞ’a bağlı Delta isimli bir taşeronda çalıştım. 13 Şubat 2013’te hiçbir iş güvenliği olmadığından kaynaklı şantiyenin üçüncü katından düştüm. Kaburgam kırıldı, omuriliğimde ve kafatasımda zedelenme oldu. Hastanede tedavi altına altındım. Omurulik zedelenmeme sebebiyet verdiği için bir aylık tedavi sürem boyunca hastanede hiç kıpırdamadan yatmak zorunda kaldım. Tam bir ay!
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞÇİLERİN BİRLEŞİK MÜCADELESİ ŞART Hükümet işçi sınıfına yüklenmeye devam ediyor. Çünkü içinde bulunduğu ekonomik krizden bir nebze de olsa çıkmak için gözünü dikmesi gereken asıl yerin işçi ücretleri olduğunu biliyor. İşçi sınıfına ne kadar az ücret verilirse, patronların o kadar rahat edeceğini, özellikle ihracat imkânlarının artacağını, bunun da en büyük problem olan döviz krizini çözmek için önemli olduğunu görüyor. Hükümeti frenleyen tek şey, önümüzde üç seçimin bizi bekliyor olması. İşsizlik bir ay önceye göre yüzde bir arttı, yüzde 12’ye yükseldi. Eylül ayında açıklanan resmi işsiz sayısı 3,4 milyon, gerçek işsiz sayısı ise 6 milyon kişi oldu. Bu yüksek işsizliğe rağmen işsizliği düşürecek hiçbir tedbir alınmıyor, çünkü işsiz sayısının çok olması, işçi ücretlerini aşağı çeken bir faktör.
Önce sansürlendi, sonra suçlandı.
ama mahkeme hala sürüyor.
Bizlerin ancak cenazesinin değerli olduğu bu ülkede, firma yetkilileri hastanede yanıma geldi. Benim tedavi sürecimde yardımcı olacaklarını, şikayet etmemem durumunda bana ev alacaklarını, araba alacaklarını, para vereceklerini vaat ettiler. Bir ayın sonunda sanki bir köpeği dışarı atarmışçasına hastaneden çıkınca beni sedyeyle evimin kapısının önüne bırakıp çekip gittiler. Ha birde 200 TL verdiler, sadece 200 lira!
SİNPAŞ ile mahkemelik olmamdan kaynaklı girdiğim her yerde beni işten çıkartıyorlar. Hatta bu yüzden kimi yerlerde kaçak çalıştım, sırf üç kuruş para kazanabilmek için. İnşaat işçisine her şeyi geçtim ücreti dahi verilmiyor, bedavaya çalıştırmak peşindeler. Sigortalarımız eksik ve gerçek ücret üzerinden değil, asgari ücret üzerinden yatırılıyor. Devletin bize verdiği Asgari Geçim Ücreti’ne patronlarımız sağ olsun el koyuyorlar. Göstermelik iş güvenliğinin olduğu şantiyelerde cambaz gibi çalıştırılmaya mecbur bırakılıyoruz.
Bunun üzerine yine 2013 yılında SİNPAŞ’ı mahkemeye verdim. Gerek mahkeme süreci için gerekse çalışamadığımdan dolayı hayatımı sürdürebilmem için çeşitli ihtiyaçlarımı karşılamak suretiyle 30 bin TL kredi çektim. Yetmedi, 10 bin TL daha kredi çekmek zorunda kaldım. 5 senedir bu mahkeme devam ediyor, bu süreçte işsiz kaldım, tam 6 kere hakim değişti
TBMM önüne sadece sesimi duyurmak için gittim. Giderken kendimi yakmak gibi bir niyetim yoktu. İstiyordum ki sadece bir milletvekili gelsin, inşaat işçisinin sorununu dinlesin, yaşadıklarımızı bir bilsin. Bir milletvekili gelseydi hiç bir şey olmayacaktı. Sırtımı duvara dayadım, elimde benzin bidonuyla bekledim. Ben bir milletvekilini beklerken, apar topar
polisler üzerime geldiler. Hiçbir şey yapmayacaktım aslında. Polisleri öyle görünce, ben de dayanamadım. Üzerime benzini döküp çakmağı çaktım, kendimi ateşe verdim. Sadece bir milletvekili ile görüşmek için illa ölmek mi gerekiyor?" En fazla iş cinayetinin yaşandığı inşaatlardaki sömürünün sonucu olan bu trajik eylem üzerine, kendilerine oy vermiş bir işçinin feryatlarına karşı, Erdoğan ve Ak Parti hükümetinden hiçbir ses yok. Sıtkı Aydoğmuş şimdi hastane masraflarıyla boğuşurken, onun hakkını savunması beklenen CHP'nin lideriyse kendini "Saray'ın önünde yakmasını" söyledi. Meclis, darbeye karşı mücadele etmiş bir işçiye sırtını dönerken inşaatlarda, madenlerde, ofislerde, fabrikalarda sömürülen işçilerin geçim sıkıntılarını çözmek için birleşmekten ve kolektif mücadele etmekten başka yolu yok.
Hükümet, 2015 yılında seçim vaadi olarak verdiği taşerona kadro sözünü, 3 yıl sonra gerçekleştirmeye çalışıyor, ama Meclis’ten geçen Taşeron yasası işçileri öfkelendirmeye devam ediyor. Kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) olarak adlandırılan kurumlarda çalışan on binlerce taşeron işçi düzenlemeye dahil edilmedi. Türkiye’de en az 3 milyon taşeron işçi var, düzenleme kapsamına bunların ancak yüzde 20’si dâhil edildi. Taşeron yasasında yapılan açık haksızlıklar nedeniyle AKP milletvekilleri seçim çevrelerine gitmekte zorlanıyorlar. Asgari ücret, sefalet ücreti olmaya devam ediyor ve üstüne üstlük işçilere bu ücreti beğenmedikleri için hakaret ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018’de uygulanacak asgari ücretin açıklanmasından bir gün sonra, asgari ücreti az bulan, aralarında Türk iş ve Hak iş Genel Başkanlarının da olduğu sendikacıları, işçileri ve emekten yana çevreleri nankörlükle suçladı. Karşı karşıya olduğumuz sorun, AKP hükümetinin işçileri sevip sevmemesi, emeği ile geçinenlere saygı gösterip göstermemesi değil. Asıl sorun, işçilerin güçsüzlüğünden, örgütsüzlüğünden, mücadelenin etkisizliğinden yararlanarak, meydanı boş bulup istediğini yapabilmesidir. Tüm sorunların kökeninde sendikaların ve mücadelelerin bölünmüş olması yatıyor. İşçiler, sendikalar her türlü haksızlığa karşı mücadele etmelidir, bunun için tabandan başlayarak bir araya gelmelidir. Yoksa işçi sınıfına yönelik saldırılar giderek artacak. Her konuda işçilerin birleşik mücadelesi şart.
İŞ BIRAKAN TAŞERON İŞÇİLERE KADRO SÖZÜ VERİLDİ
İŞYERLERİNDEN HABERLER
İki gün boyunca İSKİ Genel Müdürlüğü önünde iş bırakma eylemi yapan işçiler direnişin üçüncü gününde eylemlerine son verdi. İSKİ’ye bağlı 30 şubede çalışan 3000’e yakın bakım-onarım hizmeti veren taşeron işçisi, belediyelerde çalışan işçilere kadro verilirken dışarıda bırakılmıştı. Eylemin üçüncü günü Genel Müdürlük tarafından işçilerden oluşan bir heyet görüşmeye çağrıldı. Daha önce kabul edilmeyen kadroya geçme dilekçeleri bu kez işleme alındı. Eyleme katıldıkları gerekesiyle işten atılan işçilerin geri alınacakları garantisi verildi ve Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kadroya geçişi görüşmek üzere bir komisyon kurulacağı işçilere iletildi.
n Metal sektöründe grev kapıda. Birleşik Metal-İş sendikası bu yönde bir açıklama yaparken, Türk Metal üyesi işçiler birçok şehirde toplu sözleşme görüşmelerindeki talepleri için eylem yaptı.
Bu gelişmeler üzerine işçiler direnişlerine son verdiler. Sosyalist İşçi gazetesine konuşan bir işçi temsilcisi “Dilekçelerin işleme alınması prosedürü sonrasında komisyon oluşturulacak ve bizlerin kadroya alınması sağlanacak. Eğer bu gerçekleşmezse yine mücadele edeceğiz.” diye konuştu.
n Batman Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Taşkın Tekstil’de işçiler yaşadıkları baskı ve haksızlıklara karşı iş bırakarak kazanım sağladı. n Eti Bakır A.Ş.’nin Artvin’deki Murgul ve Cerattepe işletmelerinde işçiler yüzde 25 zam ve iki ikramiye talepleriyle greve çıktı. n Büro Emekçileri Sendikası (BES), Memur-Sen ve hükümet
arasında imzalanan yüzde 4’lük sözleşmeye karşı Ankara’da Maliye Bakanlığı önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. n İstanbul’da KESK üyeleri ihraçlara karşı 48. haftada Bakırköy ve Kadıköy’de eylemler gerçekleştirdi. KESK’in İstanbul’da OHAL’e karşı demokrasi talebiyle gerçekleştirdiği mitinge yüzlerce işçi katıldı. n Ankara’da Etlik’te inşası devam eden şehir hastanesi projesinde maaşları gasbedilen işçiler vincin üzerine çıkarak eylem yaptı. n Bursa’da Nilüfer Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Harput Kinteks farikasında Öz İplik-İş sendikasına üye 75 işçi, sendikalaşmanın duyulması ile işten atıldı. İşçiler fabrika önünde direnişe geçti.
10
GELENEK
ROSA LUXEMBURG'UN DEVRİMCİ GELENEĞİ Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminde Almanya'da işçiler ayaklandı. Emperyalist savaşı destekleyen sosyal-demokrat hükümete karşı Ekim Devrimi'nden yana işçilerin başlattığı ayaklanma, zorbalıkla bastırılırken, Rosa Luxemburg dipçiklerle katledildi. Polonya'dan Almanya'ya uzanan enternasyonalist mücadelesi ve fikirleriyle Rosa Luxemburg, 20. yüzyıla damgasına vurmuş marksistlerden biridir. Yaşamı boyunca işçi sınıfının kurtuluşu için politik aktivizmle birlikte, üretken bir yazardır. 15 Ocak 1915'te, yoldaşı Karl Liebknecht'le birlikte öldürülen Rosa Luxemburg'un fikirleri, hem teorik ve politik yazıları, hem de çarpıcı yaşamını konu alan biyografik kitap ve filmlerle bugüne taşındı.
Varşova’da tutuklandığında.
BİR DEVRİMCİ KADININ ÇOK YÖNLÜ HAYATI Margarethe von Trotta’nın yönettiği Rosa Luxemburg filmi, tarihe damgasını vuran kadın devrimcinin çok yönlü yaşamını anlatmayı başarıyor. Barbara Sukowa'nın canlandırdığı Rosa karakterinin otobiyografik hikayesini ele alan film 1986 yapımı. 1988'de Türkiye sinemalarında gösterilmiş, politik aktivistlerin ilgi odağı olmuştu.İki saatlik film Türkçe altyazılı olarak internetten izlenebiliyor.
1905 DERSLERİ
Ekonomik taleplerle kendiliğinden harekete geçen emekçi kitleler, hızla siyasi taleplere ulaşır. Rosa Luxemburg'un 1905'te gerçekleşen ilk Rus Devrimi'nden çıkarttığı bu ders, geçtiğimiz haftalarda İran'da baş gösteren isyanda bir kez daha görüldü. Kitle grevlerinin eksikliği, İran'daki isyanın şimdilik sönmesinin de başlıca nedeni. 1900-1903 yılları arasında Rusya'da işçiler arasında grev hareketleri hızla yayıldı. Rus-Japon savaşının gerçekleştiği 1904 yılının son günlerinde sanayinin kalbi Petersbug şehrinde hoşnutsuzluk had safhaya ulaştı. 3 Ocak'ta Rusya'nın en büyük fabrikası Putilov'da grev başladı. 9 Ocak 1915, pazar günüydü ve 200 bin işçi "Baba" dedikleri Çar'a ekonomik taleplerini içeren bir dilekçeyi vermek istedi.
ÜÇ ROSA KİTABI n Sosyal Reform Mu Sosyal Devrim Mi? Belge Yayınları'ndan çıkan bu kitapta Luxemburg, Alman sosyal demokrat partisinin teorisyenlerinden biri olan Bernstein’ın reformist görüşlerini eleştirir. Bu kapsamlı eleştiri, sosyal demokrasi denilen akımının ilk marksist eleştirisidir. n Rosa Luxemburg Kitabı: Dipnot'tan çıkan derleme Rosa'nın en önemli siyasi yazılarını içeriyor. Emperyalizm üzerine yazılarla başlayan derleme 1917 Ekim Devrimi üzerine yazdığı değerlendirmeyle bitiyor. Derlemede yer alan “Spartakistler ne istiyor?” ise tarihi bir metin. n İktisat Nedir? Rosa Luxemburg, ekonomi politikle ilgilenmiş, emperyalist dönemde kapitalizmin analizine odaklanmış bir marksistti. Belge'den çıkan bu kitabında Rosa, Alman üniversitelerinde okutulan resmi iktisatın köklü eleştirisini yapıyor.
Önde dev haçlarla yürüyen, polislerin kurduğu sendikalarda örgütlenmiş, Papaz Gapon gibi amacı aslında uzlaştırmak olan bir lidere sahip işçi kitlesine Çar'ın tepkisi, askerlerine ateş açma emri vermesi oldu. Çar'ın sarayının önünde o gün bin işçi öldürüldü. Kanlı Pazar'dan üç gün sonra yeniden sokağa çıkan işçiler, "Artık bizim çarımız yok. Hükümet derhal devrilmeli. Yasaşın özgürlük mücadelesi" diyordu. Bununla da kalmayıp Çarlık devletine karşı kendi alternatiflerini de yarattılar. İşçilerin fabrikalarda seçtikleri kendi temsilcilerden oluşan sovyet yani konsey tarihte ilk kez ortaya çıktı. Devrim başladığında Rosa Luxemburg, Almanya'daki bütün işlerini bırakıp katılmak için Çarlık işgali altındaki Varşova'ya gider, fakat burada polis tarafından yakalanır ve Petersburg’a yakın olan Kuokala’ya sürgün edilir.
İYİ BİR BİYOGRAFİ Rosa Luxemburg hakkında birden fazla biyografi ve derleme var. Bular arasında en önemlisi kuşkusuz Peter Nettl’in yazdığı biyografi. Everest Yayınları'ndan çıkan kitapta, Rosa Luxemburg'un yaşamına yön veren mücadeleleler, bunlar içinde yan yana ve karşı karşıya olduğu kişiler, emperyalizm döneminin başlagıcında verilen büyük mücadeleler karşımıza çıkıyor.
Luxemburg sürgünde, Bolşeviklerin yöneticileri olan Zinoviev ve özellikle Lenin'le devrim konusunda uzun tartışmalar yapar. 1906'da Petersburg'da yazdığı Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar kitabı, ekonomiyle siyaseti birbirinden ayıran, işçileri ekonomik mücadeleye davet edip siyasi mücadeleyi parlamenter alandaki partiyle sınırlayan Alman sosyal demokrat partisine, devrimin canlı pratiğinden çıkan deneyimle getirilmiş bir eleştiriydi. Sosyal demokrat partiler, kitle grevini yalnızca partinin kararıyla gerçekleşebilecek şeyler olarak görürken kendiliğinden grev hareketinin taşıdığı devrimci potansiyel Rosa Luxemburg tarafından ortaya konmuştur. Z Yayınları'ndan çıkan Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar broşürüne gazetemiz aracılığıyla ulaşabilirsiniz.
GÜNDEM
‘IRKÇILIĞIN KAPİTALİZMLE İÇSEL BAĞI VARDIR’ Antikapitalistler platformunun dü-
zenlediği "Irkçılığa Karşı Birleşelim" atölyelerinin 10 Ocak’ta Cezayir salonunda yapılan ilk oturumunda kapitalizm ve ırkçılık ilişkisi Ferda Keskin’in sunumu ile ele alındı. Atölye’den notlar özet olarak şöyle: Irkçılığın kapitalizmle içsel bir bağı vardır. Irkçılık moderniteye özgü yeni bir kavramdır. Irk kavramı modernite öncesi de vardı, ama bir tahakküm aracı değildi. Irklar arasında ayrımcılık, modernite öncesi yoktu. Irkçılık ilk olarak kapitalizmin gelişme döneminde batı kültürü içinde, batının kendi kendisiyle kurduğu ilişkide ortaya çıktı. Kapitalist ideologlar, daha fazla üretim için daha sağlıklı beden ihtiyacı olduğunun propagandasını yaptılar. Bu görüşler, insan bedeninin disiplin altına alınması, hasta sağlıksız insanların yok edilmesi fikrine kadar ilerledi. Özellikle Alman ırkçılığı bu kanaldan gelişti. Batı ırkçılığı, ideolojik gelişimi sırasında tıp, psikiyatr, pedagoji vb. pek çok bilimden destek aldı. Bu ırkçılık tipine içsel ırkçılık denebilir. Kendisini bir ırk olarak tanımlayan bir toplumun, daha güçlü bir ırk yaratmak adına kendi topluluğu içindeki insanlara karşı ırkçılık yapması, içsel ırkçılıktır. Bir insan topluluğunun kendisini ırk olarak tanımlaması ve kendi ırkı dışında kalanları ötekileştirmesi, onlar üzerinde tahakküm kurması dışsal ırkçılıktır. Kapitalist batı toplumlarının kendisinden olmayan insanların (Asyalı, Afrikalı vd) emek gücü üzerinde kurduğu tahakküm, dışsal ırkçılıktır.
EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!
Antikapitalistler ırkçılığa karşı atölyelere devam edecek.
19. yy.da Batı’daki üniversitelerde ırkçılık önemli, araştırılması ve desteklenmesi gereken bir düşünce olarak ele alınırdı. Ari, üstün ırk oluşturmanın önemli olduğu, bazı ırkların niçin aşağı olduğu bilimsel olarak anlatılırdı. Irkçılık, kapitalizmin gelişiminde, ilk sermaye birikimlerinin yaratılmasında kapitalistlerin epeyce işine yaradı. Irkçılık konusuna yaklaşımımızda şu noktayı önemle vurgulamalıyız: İnsan doğası diye bir şey yoktur. İnsan doğası, tarihsel bir süreçte, toplumsal ilişkiler içinde oluşur, kapitalizm tarafından kullanılır. Dolayısıyla insan doğası gereği ırkçı değildir, kapitalist devlet insanların ırkçı fikirlere savrulması için bizzat çalışır. Kapitalizm ile mücadele, ırkçılığa karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır." Tartışma ve mücadele Salondan yapılan katkılarda ise ırkçılığa karşı mücadelenin cinsi-
DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!
yetçilik, homofobi, milliyetçilik vb. sorunlara karşı mücadeleyle birleştirilmesinin gerekliliği, neoliberal kapitalizm krize girdikçe ırkçılığın yükseldiği, Türkiye'de tarihsel olarak pek çok kimliğe yönelik ırkçılığın vuku bulduğu, ancak bugün en önemli maddenin mültecilere yönelik ırkçılık olduğu vurgulandı. Irkçılığın kapitalizmden ayrı ele alınıp alınamayacağına dair bir tartışma yürütülürken, işçi sınıfı içinde ırkçı fikirler yenilgiye uğratılmadan işçilerin çıkarları için mücadelenin eksik kalacağı ifade edildi. Türkiyeli ve Suriyeli Saya işçilerinin pek çok yerde ortak mücadele ettikleri ve haklarını kazandıkları anlatıldı. Antikapitalistler, iki haftada bir yapacağı atölyelerle "Irkçılığa Karşı Birleşelim" kampanyasını hızlandıracak, ikinci atölye 24 Ocak Çarşamba, üçüncü atölye 7 Şubat Çarşamba yapılacak. Ve 17 Mart'ta tüm dünyadaki ırkçılık karşıtlarıyla birlikte sokak etkinliklerine katılacak.
YENİ SAYI ÇIKTI!
11
ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır
IRKÇILIK GÜÇ İLİŞKİLERİNDEN BAĞIMSIZ DÜŞÜNÜLEMEZ Selahattin Demirtaş’ın eş başkanlığa aday olmayacağını duyurmasından sonra başlayan tartışma kötü bir hâl aldı. Bu hafta eski HDP milletvekili Hasip Kaplan’ın Demirtaş’ın yerine bir Türkün geçmemesi gerektiğini söyleyen tweetinin ardından, önce HDP Genel Merkezi Kaplan’ın paylaşımının ırkçı olduğunu açıkladı, ardından ise HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder çok sert bir yanıt verdi. Hasip Kaplan’ın attığı tweetler elbette üzücü, en basit hâliyle söylenecek olursa HDP’yi zaten zorlu bir süreçte daha da zor durumda bırakan bir anlayışı yansıtıyor. Üstelik HDP bütün Türkiyelilik projesine rağmen başından beri Kürt politik hareketinin ağırlığının açıkça ortada olduğu bir parti. Dolayısıyla Kaplan partisindeki diğer isimlere yönelik yanlış bir üslup kullanıyor. Kaplan, belli ki sürmekte olan bir tartışmayı ortaya koyuyor ama bunu yanlış ve çözüm olmayacak bir şekilde sunuyor. Önder’in cevabı ise daha da rahatsız edici. Kaplan’ı ırkçılık sebebiyle insanlıktan çıkmakla ve insanlar bedel öderken sessiz kalmakla suçluyor. Bu hem haksızlık, hem de yanlış. Hasip Kaplan’ın attığı bir tweet üzerinden Kaplan’ı ırkçı ilan etmek politik olarak da, yöntem açısından da bir soruna işaret ediyor. Kaplan, yıllardır sadece Kürt sorununun çözümü için değil Türkiye’deki demokrasinin genişlemesi, insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılması, ezilenlerin özgürlüğe bir adım daha yaklaşması için mücadele eden bir Kürt politikacısı. 1990’lı yılların başında DEP’ten bugünkü HDP’ye uzanan gelenek Türkiye’deki egemen ırkçılığın her zaman hedefinde oldu. Kaplan, bütün bu yıllar içinde ırkçılığın hedefindeki bu partilerde yer aldı. Bugün de durum farklı değil, başta AKP olmak üzere yerli-millî blokun tüm bileşenleri; Türkiye’nin açık ara en ırkçı partisi MHP ve onun BBP türü küçük örnekleri, ulusalcı Kemalist Vatan Partisi HDP’yi hedef alıyor. Partinin eş başkanları ve vekilleri tutuklu, yüzlerce üyesi hâlen yargılanıyor. Ana muhalefet partisi CHP ise en iyi hâlinde “HDP’ye yakın görünmeyelim” politikası güderken, İstanbul İl Başkanlığı seçimlerinde görüldüğü gibi Kürt sözcüğünü ağzına alan temsilcilerine çok sert milliyetçi tepkiler gelebiliyor. Bütün bunlar Türklük ve Kürtlük gibi kimliklerin eşit görülemeyeceğini gösteriyor. HDP’nin üzerindeki baskının hatta sadece HDP’nin üzerindeki baskının değil bugün bütün muhalefetin yaşamakta olduğu baskı dalgasının temel sebebi Kürt sorunudur. Cumhuriyetin 95 yıllık tarihinde bu toprakların kadim Hristiyan halklarının yok edilmesi ve ardından Kürtlerin ve Alevilerin egemen ulusun Türk ve Sünni anlatısına asimile edilmeye çalışılması daha başından itibaren Türk kimliğiyle diğer kimlikler arasına bir eşitsizlik koyuyor. Ancak sorun sadece tarihi değil, bugün üzerinde uzlaşılan “yerli-millî” veya MHP ittifakında işaret edildiği gibi “millî mutabakat” da asıl olarak Kürtleri dışlamak üzerine kurulu. Dolayısıyla dışlanan bir ulusal kimliğe dönük bir talebi “ırkçılık” olarak kodlamak hem tarihten gelen, hem de sürmekte olan güç ilişkilerini görmezden gelmek ve sistematik olarak ırkçılık yapanların elini güçlendirmek anlamına geliyor.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
HRANT DİNK'SİZ 11 YIL
ADALET MÜCADELESİ SÜRÜYOR 19 Ocak 2007’de kaçarken “Ermeni’yi vurdum” diye bağıran beyaz bereli katili yakalamaları uzun sürmemişti. Eline tutuşturdukları bayrakla bir kahraman edasıyla boy boy resim çektirmiş, gülerek sırtını sıvazlamışlardı; belli ki Ermeni’yi öldürmüş olmasından gayet memnunlardı. Ancak beklenmedik bir olay, devlet görevlilerinin yüzlerindeki gülüşü dondurmuştu. Hrant Dink’in katlinin ardından yüz binlerce insanın 100 yıldır içlerinde biriken öfke patlamış, Dink’in cenazesinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” dövizleriyle sel olup akmaya başlamışlardı. Bu, bir milattı. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Artık 24 Nisan günleri Ermeni Soykırımı büyük şehirlerin alanlarında kutlanacak, ırkçılık ve milliyetçilikle hesaplaşmak isteyenler sokağa çıkacak, Ermeni Cemaati kabuğunu kırarak kendi örgütlenmelerini yaratacaktı. Ankara’nın karanlık dehlizleri Yüz binlerin mücadelesi karşısında dönemin başbakanı Erdoğan da Dink’in ailesini ziyaret etmiş ve öldür diyenlerin mutlaka bulunacağı, dosyanın Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceği sözünü vermek zorunda kalmıştı. Ancak aradan bir süre geçtikten sonra, azmettirici olarak sunulan yerel bir faşist ile bir polis muhbirinden başka kimse ortaya çıkartılmamıştı. Ağır aksak yürüyen işlemlerin, ancak üç yılda temin edilebilen telefon kayıtlarının, alınamayan ifadelerin ardından, cinayetin örgüt işi olmadığına karar verilmişti. Türkiye’yi ve dünyayı sarsan bu cinayetin, yerel birkaç faşist tarafından öylesine işlenmiş olduğuna bizi inandırmak istemişlerdi.
Ankara’nın karanlık dehlizleri bir kez daha gerçekleri öğütüyordu. Kamuoyunun bu karara verdiği tepkiler üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı mahkemenin kararının, “sanıkların atılı suçları örgütün faaliyeti çerçevesinde işlediği” gerekçesiyle bozulmasını istemişti. Yargıtay 9. Ceza Dairesi de örgüt yönünden verilen beraat kararını bozmuştu. Daire, sanıkların “silahlı terör örgütü değil, suç işlemek amacıyla oluşturulan örgüt” üyesi oldukları gerekçesiyle yargılanmaları gerektiğine hükmetmişti. Bu arada, paralel bir davada Emniyet Müdürlüğü’nün istihbarat birimlerinde görev yapan bir kısım polisler ve amirleri de tutuklanarak yargılanmaya başlamıştı.
15 Temmuz darbe girişiminden bu yana ise Hrant Dink Davası tümüyle cemaatin üzerine yıkılmaya çalışılıyor. 24 Nisan 2017’de hazırlanan üçüncü iddianamede bir numaralı şüphelinin Fetullah Gülen olduğu ilan edildi. Eski savcı Zekeriya Öz, kapatılan Zaman Gazetesi müdürü Ekrem Dumanlı’nın da aralarında bulunduğu 51 kişi şüpheli olarak yer aldı. Şüpheliler arasında jandarma görevlileri ve bazı gazetecilerin isimleri de yer alıyor.
Sanki Dink’i İstanbul Vali Yardımcısı’nın odasına çağıran MİT Bölge Başkanı, yanındaki 2 MİT mensubuyla birlikte “Hrant Bey, dikkatli olun! Ülkeyi ve ortamı gerecek davranışlardan kaçının!” sözleriyle
1954 doğumlu, Malatyalı bir Ermeni'dir. Ailesinin İstanbul'a taşınmasından sonra, Ermeni yetimhanelerinde büyüdü. İstanbul Üniversitesi'nde zooloji okudu. Kendisi gibi yetimhanede büyümüş olan Rakel ile evlendi. Kardeşleriyle birlikte açtıkları yayınevi, kırtasiye işini sürdürürken, eşi Rakel’le birlikte, kendileri gibi Anadolu’dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştiği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nı yönetmeye başladı. Açılışından 21 yıl sonra kampa devlet el koydu. Ermeni toplumunun sesini daha iyi duyurabilmek için Agos gazetesini kurdu. Kısa sürede ırkçı saldırılara maruz kaldı, Türklüğe hakaretten mahkemeye verildi. 19 Ocak 2007'de Agos bürosundan çıkarken öldürüldü.
ADALET İÇİN
Oysa hepiniz oradaydınız
Sanki Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen’in gerçekte bir Ermeni yetimi olan Hatun Sebilciyan olduğunu ilan ettiğinde Genelkurmay Başkanlığı “genetik şifrelerimizle oynamayın!” açıklamasını yapmamıştı.
HRANT DİNK KİMDİR?
''Ben Ermeni'yim... İyi bir Ermeni'yimdir, iyi de solcuyumdur... İkisi bir arada olunca belasındır sen bu ülkede ... '' Hrant Dink onu tehdit etmemişti.
yapmamıştı.
Sanki Veli Küçük’ten gelen tehdit telefonundan sonra, Dink şimdi ilk defa tedirgin olduğunu söylememişti.
Bize Hrant Dink cinayetinin sadece Fethullahçı darbecilerin işi olduğunu anlatmaya çalışıyorlar ama biz şunu çok iyi biliyoruz: Cemaatiyle, derin yapılanmaları ve bu yapılanmanın parçası olan jandarmasıyla, polisiyle, yargısıyla hepsi oradaydı, hepsi cinayet mahallindeydi, birbirlerinin ellerini yıkamaya çalışıyorlardı.
Sanki Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol, Doğu Perinçek mahkeme kapılarında arkalarındaki ırkçı güruhla Dink’i beklememiş, onun hakkında nefret propagandası
Hrant Dink'in hayatı, Ermeni soykırımı gerçeğini halkları birbirine yaklaştıracak bir şekilde anlatmakla, gasp edilen Ermeni mülklerinin sahiplerine geri verilmesi için mücadele etmekle geçmişti. Kendisinin de yetiştiği Tuzla Ermeni Yetimhanesi "Kamp Armen"'in geri alınması için başlattığı girişimler ölümüyle yarım kalmış, ancak Ermeni gençler ve dostlarının 2015'te verdiği mücadeleyle Kamp Armen yıkılmaktan kurtarılarak geri alınabilmişti. On bir yıldır "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeni'yiz" diyerek alanları dolduranlar, Hrant'ın mücadelesinin bir parçasıdırlar. O büyük acıların bir daha yaşanmaması, bir daha soykırım olmaması, Hrant Dink'in çabalarının sonuçlanmasının yolu, bu mücadeleyi büyütmekten geçiyor.