Sosyalist İşçi 612

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

612

1 Şubat 2018 3 TL. sosyalistisci.org

n 30 MİLYON KİŞİ BANKALARA BORÇLU n 4.5 MİLYON KİŞİ BORÇ BATAĞINDA n BİR KEREDE BANKALAR FEDAKARLIK YAPSIN

BORÇLAR SİLİNSİN!

sayfa 9

BARISIN , KAYBEDENİ OLMAZ URSULA LE GUİN: HEDEF VE YÜRÜNEN YOL İLİŞKİSİNİN YAZARI

BÜLENT SOMAY YAZDI

sayfa 10


2

GÜNDEM

CHP’YLE ÇIKIŞ OLMAZ

TTB yöneticilerinin gözaltına alınmasıyla birlikte konu giderek bir fikri tartışma özgürlüğünün sınırları tartışmasına gerilemeye başladı. Fakat dikkat edilmesi gereken bir noktanın daha altını çizmeliyiz: Cumhurbaşkanı Erdoğan, son konuşmalarında Afrin harekatının ve Türkiye’nin sınırötesi girişimlerinin Türkiye’ye sığınan 3.5 milyon Suriyeli ülkelerine dönene kadar süreceğini söylüyor. Bu açıklama Türkiye’deki her sorunun, her olumsuzluğun Suriyeli göçmenlerin başının altından çıktığını düşünenlerin ellerini ovuşturmalarına neden oldu. Kardeşlerimiz Suriye’den kaçıp Türkiye’ye sığınmaya başladığından beri söylediğimiz gibi: 1. Suriyeli göçmenler başımızın tacıdır! Nerede yaşamak istiyorlarsa orada yaşamalıdırlar. 2. Mülteci hakkı bir insan hakkıdır ve Suriyeli mültecilerin tüm hakları tanınmalıdır.

İRAN’DA BU KEZ KADINLAR SAHNEDE İran’da Aralık ayının son günlerinde ekonomik sıkıntılar nedeniyle başlayan ve Ocak ayı ortasında durulan eylemlerin sembol ismi Vida Movahed için kadınlar sokağa indi. 27 Aralık’ta başörtüsünü çıkararak Enghelab caddesinde beyaz bir eşarp sallayan Vida Movahed gösterilerin en önemli sembolü olmuştu. 29 Ocak Pazartesi 31 yaşındaki ve 20 aylık bebek sahibi Movahed’i ziyaret eden avukatı, yetkililerin Movahed’i dün serbest bıraktıklarını söylediğini duyurdu. Ancak kendisinden haber alınamaması üzerine “Movahed nerede?” başlığıyla sosyal medyada kampanya başladı. Movahed’den haber alınamaması ve hayatından endişe duyulması kadınları sokaklara döktü. Birçok kadın tutuklanmayı göze alarak öğlen saatlerinden itibaren Movahed gibi telekom kutularının üzerine çıkarak, başlarını açıp eşarp sallamaya başladı. Tahran’da Narges Hosseini isimli bir kadın daha polis tarafından gözaltına alındı. 9 Ocak’tan beri tutuklu olan Sepideh Farahan için de #FreeSepideh hashtag’iyle bir sosyal medya kampanyası başladı. Kampanya Sepideh’in yanısıra bütün tutuklu göstericilerin serbest bırakılmasını da içeriyor. İran hapishanelerinde Ocak ayındaki gösterilerden dolayı 8000 kadar tutuklu bulunuyor ve hapishanelerden işkence ve ölüm haberleri geliyor.

Adalet yürüyüşü ve Kılıçdaroğlu’nun sağcılığı CHP’nin son yıllarda attığı tek olumlu adım Adalet Yürüyüşü oldu. OHAL’den bıkmış olan kitleler bu yürüyüş ile birlikte sokağa çıkmanın bir yolunu buldular, herkes için moral verici bir gelişme oldu. Ancak yanılgıya düşmemek lazım, ne Adalet Yürüyüşü CHP’nin solculaşmasının bir sonucuydu, ne de bu yürüyüş CHP’nin milliyetçi politikalarını bir kenara bırakmasına yol açtı. Adalet Yürüyüşü CHP’yi aşabildiği, onun kontrolünde tutulamayacak bir enerjiyi açığa çıkardığı ölçüde önemliydi. Bakılması gereken yer de budur. Yoksa CHP liderliği açısından Adalet Yürüyüşü, Kııçdaroğlu’nun parti içindeki muhalefetin bir kısmının gazını alarak, bir kısmına ise meydan okuyarak gücünü konsolide etme hamlesiydi. Tam da bu yüzden yürüyüş biter bitmez Kılıçdaroğlu en iyi bildiği işe, sağcılığa döndü. Suriyeli mültecileri hedef gösterdi, Ege denizindeki adalara dönük milliyetçi bir hamasete sarıldı ve elbette Kürtler söz konusu olduğunda yerli-millî blokun arkasında yerini aldı.

EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!

Kılıçdaroğlu’na karşı adaylığını açıklayan üç isim de şu anki parti liderliğinin sağında politikalar savunuyor.

CHP’deki bölünmelere nasıl bakmalı? Canan Kaftancıoğlu gibi CHP çizgisine göre son derece demokrat görünen bir adayın İstanbul İl Başkanı seçilebilmesi, CHP’ye umut bağlamaya yol açmamalı ancak görmezden de gelinememeli. Bu seçim bizlere Adalet Yürüyüşü’nde de gördüğümüz gibi CHP tabanında kemik ulusalcılardan tamamen farklı, demokrat, özgürlükçü bir kesimin yıllar içinde oluştuğunu gösteriyor. Bu kesimin karşısında ise Ümit Kocasakal gibi klasik CHP ulusalcılığının yılmaz temsilcileri, aşırı milliyetçi bir Kemalist klik duruyor. Kılıçdaroğlu öncülüğündeki CHP liderliği bu iki kesimin arasında pragmatik bir sağcılık ile sermayenin, devletin ve her tür uluslararası gücün onayını kazanmaya, AKP tabanına ise milliyetçi bir popülizm ile seslenmeye çalışıyor. Tam da bu yüzden tüm tezkerelere onay veriyor, HDP’li vekillerin tutuklanmasının yolunu açıyor, Kürtlere uzak, devlete yakın duruyor. Buradaki özgürlükçü kesimle bir iletişim kurulmak isteniyorsa yapılması gereken CHP tabanında bir

araya gelmeye çalışarak Kılıçdaroğlu’nun milliyetçi popülizmine güç vermek değil, özgürlükçü kesimleri CHP liderliğinin etkisinden koparmaya çalışacak zeminler yaratmaya çalışmak olmalı. Yoksullara CHP ile seslenilmez CHP, büyük sermayenin bir bölümüyle organik bağı bulunan bir sermaye partisidir. Tam da bu yüzden CHP yoksulların, işçilerin önemli bir kısmına seslenmeyi başaramamaktadır. O yüzden yıllardır solun ve demokratların CHP ile yan yana gelmeye çalıştığı hiçbir girişim gerçek bir alternatif üretememiş, AKP karşısında bir kazanım elde ettirmediği gibi yan yana gelmeye çalışan kesimlerin de küçülmesine, etkisizleşmesine, moralinin bozulmasına hizmet etmiştir. Bugün yapılması gereken özgürlükçü muhalefeti CHP tabanına çağırmak değil, CHP ve AKP tabanındaki işçileri, yoksulları bu iki partinin liderliğinden uzaklaştırmaya çalışan, barışı, özgürlüğü, emeği, adaleti herkes için isteyen bir politik hattı adım adım inşa etmekten geçiyor.

YENİ SAYI ÇIKTI!

DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!

NECMIYE ALPAY MUSTAFA ARSLANTUNALI HAKAN ATAMAN KADIR DAĞHAN ATILLA DIRIM AHMET EKEN MURAT ERKMAN NURCAN GÜNDOĞAN KEMAL GÖKHAN GÜRSES ŞENOL KARAKAŞ FERHAT KENTEL FERDA KESKIN EMRE TANSU KETEN SERDAR KORUCU KOSTAS LAPAVITSAS ARIFE KÖSE RONI MARGULIES RUMEYSA ÖZÜYAĞLI ONUR DEVRIM ÜÇBAŞ ELÇIN POYRAZ

25/

O C A K M A R T

2018

FERDA KESKİN IRKÇILIK VE KAPİTALİZM

DEVRİMLERİ HİÇ KİMSE YARATMAZ

NECMİYE ALPAY İLE SÖYLEŞİ NURCAN GÜNDOĞAN & MUSTAFA ARSLANTUNALI

8

Sorunun çözümünün başka bir yolu olduğu fikri, uydurma ya da şu ya da bu odaktan feyz alan bir fikir değil. Bu 2013 yılından 2015 yılına kadar uygulanan çözüm sürecine işaret etmek demek. Bir önceki dönemin aylarca provoke edilmeden uygulanan politikalarının bir ve aynısı değil ama özü, yeniden hayata geçirilebilir. Gelişmelerin bir Türkiye’yi beka sorunuyla baş başa bıraktığı söylenerek çözüm sürecinin yeniden başlamasına itiraz ediliyor. Oysa, bir beka sorunundan, bir sınır güvenliğinden, bir bölünme kaygısından söz edilecekse, işte tam da bu türden kaygıları giderecek olan, çözümü hedefleyen diyalog ve demokratik yöntemlerdir.

TL

Türkiye’nin sınır ötesi askeri müdahalelerine karşı çıkanların bir çoğu her şeyden önce ilkesel bir tutum alıyor. İlkesel olarak askeri yöntemlerin bir çözüm yöntemi olarak kullanılmasına karşı olan köklü bir gelenek var, dünyada da Türkiye’de de.

KDV DAHİL

BİZ BARIŞTAN YANAYIZ

Türkiye’de toplumsal muhalefetin dönüp dolaşıp önüne çıkan ciddi bir bariyer var: CHP. Politik tablo daha karanlık gözüktükçe çıkış arayan solcular, liberaller veya demokrat Müslümanlar gibi pek çok güç gözünü CHP’ye dikiyor. CHP ise her zaman olduğu gibi bu kesimlerin enerjilerini emerek sağcı, milliyetçi politik hattına tercüme ediyor. Özgürlükçü bir alternatif yaratmak isteyenler için CHP tuzağına düşmemek, umudu CHP’ye bağlamamak hayati bir önem taşıyor.

RUMEYSA ÖZÜYAĞLI KADINLARIN 2017’Sİ

Kadınların yaktığı kıvılcım Pazartesi akşamüzeri Bandar Abbas şehrinde kitle gösterilerinin başlamasına neden oldu. Gösteriler birkaç saat içerisinde Kerman ve Shiraz’a sıçradı. Shiraz’da “diktatöre ölüm” sloganları atılmaya başlandı. İranlı yorumcular İran’da rejime karşı ikinci bir eylem dalgasının başladığını söylüyorlar. HAKAN ATAMAN MÜLTECİLERİN ARAÇSALLAŞTIRILMASI

ARİFE KÖSE NÜKLEER SAVAŞ NE KADAR UZAK

ELÇİN POYRAZ KAPI ÇALANA AÇILIR

SERDAR KORUCU TOKATLIYAN OTELİ’NİN NAZİ BAYRAĞI


GÜNDEM

İLAÇ ŞİRKETLERİ DAHA FAZLA KÂR İÇİN STOKÇULUK YAPIYOR

Hastalar, ilaca ulaşamıyor.

Pek çok ilaç şirketi ve eczacı, Şubat

ayında ithal ilaçlarla ilgili yapılacak kur düzeltmesini bekledikleri için yurtdışından ithal olan ilaçları depolarında tutuyorlar. Bu durum başta yurtdışından ithal ilaçlar olmak üzere pek çok ilacın bulunamamasına yol açıyor. Sorunun kökeninde Sosyal Güvenlik Kurumu’nun belirlediği kur oranlarıyla, güncel kur arasındaki fark ve ilaç şirketlerinin kâr hırsı ya-

tıyor. SGK, avro kurunu 2 lira olarak sabitlemişti, kurdaki değişim ise Şubat ayında açıklanacak. Bu değişim ile birlikte ilaç fiyatlarının %20 artacağını öngören ilaç firmaları ilaçları depolarında saklıyor. Bu durum hem halkın ilaca ulaşımını engelliyor hem de fiili bir karaborsa yaratarak fiyatların yükselmesine neden oluyor. İlaçların bulunmasının önündeki tek engel bu kur farkı da değil. Pek çok

ilaç şirketi özellikle toplam ilaç pazarının %11’ini oluşturan kanser ilaçları gibi ilaçlarda devletin belirlediği fiyatları düşük bularak ürünlerini pazara arz etmeme yoluna gidiyor. Bu durum da kan ve lenf kanserinin tedavisinde kullanılan ilaçlarla, kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ithal ilaçların erişiminde sorun yaratıyor.

EMİN ŞAKİR’DEN MEKTUP VAR

3

ÖNE ÇIKAN Meltem Oral

İSTİSMARA GÖZ YUMULAMAZ Küçükçekmece’deki Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi’nin sadece 5 ay içerisinde hastaneye gelen 250 gebe çocuğun 115’ini adli kurumlara bildirmediği ortaya çıkınca skandalların devamı çorap söküğü gibi geldi. Hastanenin sorumluluğunu yerine getirmediği gibi konunun peşine düşen işçinin görev yerini değiştirdiği, konunun üzerini kapamaya çalıştığı, skandal ortaya çıktıktan sonra Valiliğin soruşturma izni vermediği, Sağlık Bakanlığı’nın konuyu meşrulaştıran ve kamu görevlilerini korumaya çalışan açıklamalar yaptığı bir göz yumma ve ihmaller zinciri söz konusu. Her gün kadınların öldürüldüğü, kadına yönelik şiddette ciddi bir artışın yaşandığı, kadınları sadece doğurganlıklarıyla ele alan açıklama ve uygulamaların yoğunlaştığı Türkiye’de 18 yaş altı gebeliğe dair kamu görevlilerinin ihmalinin sadece İstanbul’la ve bir hastaneyle sınırlı olduğunu düşünmek saflık olur. Sorumluluğunu yerine getirmeyen tüm kamu görevlileri cezalandırılmalı. Gerek nüfus hizmetleri kanununda gerekse farklı bakanlıkların yönetmeliklerinde, mevzuatlarda yapılan birçok değişiklik var. Bu değişiklikler yasalar ve mevzuatlar arasında ya da farklı devlet kurumlarının yetki alanları konusunda birçok çelişki yaratıyor. Bu çelişkiler ihmalleri kolaylaştırıyor, görünmez kılıyor. TCK’ya göre 18 yaşının altındaki herkes çocuk kabul ediliyor. Ancak 18 yaş altı doğum ve evliliği yasal kılabilecek yönetmelikler de mevcut. Öncelikle tüm yasalar, mevzuatlar kadınları ve kız çocuklarını merkeze alan, onları doğurganlık, annelik, eş rollerinde gören cinsiyetçi bakış açısından sıyrılmış bir şekilde düzenlenmeli. Yasalar ve Bakanlıklar arasındaki çelişkiler giderilmelidir. Hastanelerin bildirmek zorunda olduğu her vaka adli makamlarca istismar, şiddet, zorlama olup olmadığı yönünde tek tek incelenmelidir.

Emin Şakir iki ayı aşkın süredir tutuklu, duruşma tarihi ise belirsiz.

Kasım ayı sonundan beri Maltepe Cezaevi’nde tutuklu bulunan DSİP üyesi Emin Şakir, yoldaşlarına ve dostlarına selamlar yolladı. Emin Şakir, solyayin.com adlı sitesinde tüm sol örgütlerin yayınlarını arşivlediği için tutuklanmıştı. Özgürlüğü için hem Türkiye içinde hem de uluslararası alanda kampanya yürü-

tülmeye devam ediyor. Bu arada, Emin, kendisine yollanan mektuplara yanıt yazmaya başladı. Emin'e gönderilen mektuplar erişirken, kitaplar ise teslim edilmiyor. Yoldaşlarına gönderdiği ilk mektupta, Şakir bu sorunu dile getirdi. Ayrıca, mücadelenin içinde olama-

MİKROPLU ETLER SOFRALARIMIZDA! Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından Bosna’dan ithal edilen etten , insan sağlığına zararlı E.coli 0157 bakterisi çıktı.

manın eksikliğini hissettiğini dile getiren Emin Şakir, kendisi için kampanya yürüten DSİP üyelerine ve Uluslararası Sosyalist Akım örgütlerine teşekkürlerini yolladı. Emin Şakir, “Kavgaya tekrar omuz vermek için sabırsızlanıyorum” ifadelerini kullandı.

Hükümetin yüksek et fiyatlarını düşürmek iddiasıyla başlattığı et ithalatı, şaşırtıcı olmayan bir şekilde felaketle sonuçlandı. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından Bosna'dan ithal edilen karkas ette, insan sağlığına zararlı E.coli 0157 bakterisinin bulunduğu belirlendi. Hastalığın belirlenmesiyle birlikte, analizi yapan laboratuar Et ve Süt Kurumu Genel Müdürlüğü'nü uyardı. Kurum da etlerin muhafaza edildiği depolara bir yazı göndererek, etlerin imha edilmesini istedi. Ancak analiz sonuçlarının açıklanmasıyla, etlerin imha edilmesinin istendiği tarih arasında 5 aylık bir süre vardı ve etler bu esnada çoktan A101 ve BIM raflarında satışa sunularak, sofralardaki yerini almıştı.

Ancak bu konu sadece yasalarla yönetmeliklerle ilgili değil ne yazık ki. Kadınlar hakkında fetvalar veren Diyanet İşleri’nde, devletin en tepesindeki yetkililer dahil geniş bir çerçevede cinsiyetçilik hakim. 15 yaşından küçük çocukların cinsel istismarından tutuklu olan ‘kocaların’ serbest kalmasını sağlamaya çalışan bir hükümet var. Devletin, hükümetin kadın politikası değişmek zorunda. Doğum kontrol araçlarına erişimi kısıtlayan politikalar son bulmalı, ergenlere cinsel eğitim zorunlu olmalı, çocuk yaşta evlilik ve doğumu özendiren, önünü açan, göz yuman her türlü politika değişmeli.

2017 Ağustos ayında hastalığın tespit edilmesinden üç ay sonra, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Fakıbaba ithal edilen etlerin sağlığa zararlı olmadığından şüphesi bulunmadığını, vatandaşın yediği etten kendisinin de yediğini iddia etmişti. Böylece Çernobil nükleer faciasından sonra piyasaya verilen radyasyonu çaylar için "radyasyon kemiklere yararlıdır" diyen diktatör Kenan Evren, "radasyonlu çay daha lezzetlidir" diyen dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın, "çayda radyasyon yok" diyerek kameralar önünde ne olduğu belirsiz bir sıvı içen dönemin Sağlık Bakanı Cahit Aral'ın, Kızılırmak suyuyla ilgili olarak sağlığa zararlı iddialarını çürütmek maksadıyla kameraların önünde ne olduğu belirsiz bir sıvı içen Ankara eski Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile aynı suç kategorisindeki yerini almış oldu.


4

DÜNYA

3,6 MİLYAR İNSANIN SERVETİ KADINLAR 42 KİŞİNİNKİNE EŞİT TRUMP’A Her yıl gelir adaletsizliği üzerine rapor yayınlayan yardım kuruluşu Oxfam, Ocak ayında 2017 yılının raporunu yayınladı. Rapora göre en varlıklı %1'lik kesim, geçen yıl yaratılan küresel servetin %82'sine sahip oldu.

ması gelişen bir ekonominin işareti değil, başarısız olan ekonomik sistemin belirtisidir" dedi.

Rapora göre milyarderlerin %90’ı erkek ve ücretliler arasında kadınlar erkeklerden daha düşük ücret alıyor.

Yine rapora göre, dünyanın en büyük beş moda markasının genel müdürlerinin maaşlarının sadece dört günlük toplamı Bangladeş'teki tekstil işçilerinin bir hayat boyu kazandığından daha fazla.

"Çalışmayı ödüllendir, zenginliği değil" adlı rapora göre 2010 yılından bu yana milyarderlerin serveti sıradan çalışanlara göre altı kez daha hızlı büyüdü. Mart 2016 ile Mart 2017 arasında her iki günde bir yeni bir milyarder ortaya çıktı ve milyarderlerin sayısı rekor bir seviye olan 2043'e ulaştı. Bu rekor milyarder sayısına rağmen 2016 yılında 61 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının servetine eşitken, 2017 yılında bu sayı 42 milyarder olarak açıklandı.

KARŞI YİNE SOKAKTA

Oxfam direktörü Winnie Byanyima yaptığı açıklamada "Milyarder patla-

KIBRIS’TA SAVAŞA VE FAŞİZME KARŞI KİTLESEL GÖSTERİ

Washington.

Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduğu 21 Ocak 2017’de Beyaz Saray’ın önü yüzbinlerce kadın tarafından doldurulmuş ve cinsiyetçi Trump protesto edilmişti. Bu yıl da kadın hareketi 21 Ocak’ta ikinci Kadın Yürüyüşü ile Trump’ı protesto etti. Women’s March resmi hesabından yapılan açıklamaya göre dünyanın 34 ülkesinde 120 gösteri düzenlendi. Üstelik bu rakamlara ABD’de yapılan gösteriler dâhil değil. Sadece Washington’da 1 milyon kişi gösteriye katıldı. Los Angeles şehrindeki gösterilerde 500 bin, Chicago’da 250 bin, New York’ta 200 bin kişi meydanları doldurdu.

Lefkoşa.

Kıbrıs’ın kuzeyinde yayınlanan Afrika gazetesi, Afrin operasyonu hakkında “Kıbrıs’a Barış Harekatı, Suriye’ye Zeytin Dalı Harekatı… Türkiye’den Bir İşgal Harekatı Daha” manşeti atmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Bursa’da 21 Ocak’ta yapılan AKP kongresinde gazeteyi “Kıbrıslı kardeşlerimin cevap vermeleri lazım” sözleriyle hedef göstermişti. Erdoğan’ın çağrısı Kıbrıslı milliyetçileri ve faşistleri harekete geçirdi. Erdoğan’ın konuşmasının ertesi günü 12.00’den itibaren, gazetenin Lefkoşa bürosu önünde toplanan kalabalık önce taş, yumurta ve pet şişelerle büroya saldırdı. Ardından içeride gazeteciler varken büroya girmeye çalıştılar. Eylem esnasında iki eylemci, KKTC, Türkiye ve İyi Parti bayraklarıyla Meclis binasının çatısına çıktı. Gazetenin tabelaları söküldü. Eylem çağrıcılarından olan Milli ve Manevi Dayanışma Platformu adına AKP KKTC Temsilcisi Mehmet Demirci, Afrika gazetesini sınırı aşmakla suçladığı bir konuşma yaptı.

Aynı gün 19.00’dan itibaren de gazeteyle dayanışmak için büronun önünde toplanıldı. Dayanışma eyleminde “Yaşasın basın özgürlüğü”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Afrika Madımak olmayacak” sloganları atıldı. 27 Ocak Cumartesi günü ise Lefkoşa’da Sendika Platformu’nun çağrısı ile Afrika gazetesiyle dayanışma eylemi düzenlendi. Binlerce kişinin katıldığı eylemde faşizme ve savaşa karşı sloganlar atıldı. Barış ve Demokrasi Yürüyüşü adıyla düzenlenen eylemde, “Barışa, Demokrasiye, Toplumsal Varlığımıza Sahip Çıkacağız” pankartı açıldı. Eylemciler “Faşizme karşı omuz omuza”, “Bu memleket bizim, biz yöneteceğiz” ve “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları attı. Eylemciler saldırılarda yer alan Milliyetçi Demokrasi Partisi binası önünde de sloganlar attı. Eylem alanında Sendikal Platform adına yapılan konuşmalarda, barış, sevgi ve hoşgörü ortamının yerini linç ve saldırı kültürüne bırakmasına izin verilmeyeceği belirtildi.

Kadınlar, Trump yönetiminin sağlık haklarındaki saldırılarına (özellikle kürtaj ve doğum kontrolü konularında), göçmenlere yönelik ırkçı tutumuna ve #metoo (ben de) kampanyası ile ülkeyi sarsan taciz ve tecavüzlere karşı sokaklara indiler. Geçen yıl eylem çağrısı Demokrat Parti tarafından yapılmıştı. Sokağa inenler ise Demokratların çok daha ötesinde occupy hareketinin kitlesiydi. Bu yıl Demokrat Parti, kitleleri kendisine kanalize edebilmek için yeni bir taktik denedi. Kampanyanın ana sloganı “Power to the Polls” (İktidar Sandıklara) olarak belirlendi. Böylece Trump’a yönelik öfkeyi 2018’de yapılacak eyalet ve senato seçimlerinde kendi partisine doğru evriltmeyi hedefledi. Oysa bu slogan 1999’da Seattle’dan yükselen antikapitalist hareket tarafından “Power to the People” (İktidar halka) şeklinde söyleniyordu. Amerika’da Sanders kampanyası ile varlığını gösteren radikal sol muhalefet ise Demokratların bu adımını eleştiriyor. 8 Mart’ta çok daha radikal bir eylem çağrısı yapmaya hazırlanıyorlar.


RÖPORTAJ

5

“BEN DİRENİRSEM HERKES YAŞAR”

Farklı sektörlerden işçilerle emek hareketinin güncel durumuna dair yaptığımız röportajlara devam ediyoruz. Bu sayıda Plaza Eylem Platformu’ndan Gökçe Tatlısu sorularımızı yanıtladı. Plaza çalışanlarının örgütlenmesine dair deneyimlerinizden bahseder misin?

tanınması, mazeretsiz izin ve dinlenme hakkının kullanımındaki zorlukların kaldırılması gibi.

Gökçe Tatlısu: Beyaz yakalı mücadelesi tüm emek hareketinde elbette daha yeni bir yere sahip. Türkiye’deki en görünür olan ilk örnek 2008’de IBM’deki mücadele olmuştu. Bu deneyimin ardından Plaza Eylem Platformu, Biçda, Kaç Bize Gel gibi beyaz yakalılar alanında mücadele veren alan örgütleri kuruldu.

Gezi direnişi döneminde plaza çalışanlarının mücadelesi açısından yakalanan ivme sence neden devam edemedi?

Hareketlenmenin yeni olmasının bu alana özel birçok sebebi var elbette. Bir kere somut olarak çalışma alanları ve mekanları çok parçalı; bunun dışında işveren çalışanları yönetme biçimini görev tanımları ve titrler yolu ile olabildiğince farklılaştırıyor. Bu bağlamda “toplu” bir mücadele daha az görünüyor gibi olsa da, biliyoruz ki “bireysel” ya da daha küçük ölçekli de olsa beyaz yakalılar hareketi toplumda daha görünür olmaya başladı. En başta bahsettiğimiz alan örgütleri, gittikçe iş güvencesini yitiren ve “esnek” yönetim biçimleri altında çalışma koşulları zorlaşan beyaz yakalılar alanında yeni örgütlenme biçimlerini tetikliyorlar. Bu anlamda sadece sınıf mücadelesinin bugüne kadar gelen kazanımlarını savunmanın yanı sıra yeni hak ve kavram üretimi konusunda da adımlar var. Stajyerlik, STK ve yayınevleri özelindeki gönüllü emek ve idealizm sömürüsü, mesai sonrası mail ve telefonla ilgilenmemeyi içeren “bağlantıyı kesme” talebi, bilgisayar karşısında çalışmanın sonucunda oluşan karpal tünel sendromu gibi meslek hastalıklarının gündeme gelmesi gibi konular, beyaz yakalıların sadece durumlarını korumaya yönelik bir konumda olmasından ziyade yeni hak taleplerinde de bulunabileceğini gösteriyor. Neoliberal dönemde plaza işçilerinin, üretim sürecinin parçası olan diğer çalışanlardan ayrıcalıklı olduğu anlatısı çok yaygın. Bu anlatının sömürünün üzerini örten yönlerinden bahseder misin? Gökçe Tatlısu: Bu anlatı elbette belirttiğiniz gibi neoliberal düzlemde kurulmuş ve işverenin dilinden olan bir anlatı. Bununla birlikte, beyaz yakalıların elbette çalışma koşullarından doğan bir öznellik de var. Bu öznelliği mücadele tarafında da görüyor olmamız, önümüze yeni düşünme fırsatları açabilir. Şimdiye kadarki hareketlenmelere genelde neoliberal politikaların yarattığı toplu kayıplara karşı gelişen bir direnç kaynaklık etti. Gittikçe iş güvencesini yitiren ve emeğin “esnek” denetimi altında çalışma koşulları zorlaşan beyaz yakalılar en azından durumlarını korumak için mücadele verdiler / veriyorlar. Fakat bu mücadeleler bir yandan da beyaz yakalıların durumlarını “korumaktan” öte yeni yönetim tekniklerini ve sömürü mekanizmalarını ifşa ederek alana dinamizm getirdiler. Mobbing, esnek çalışma, performans yönetimi gibi kavramlar artık günlük kullanımdalar ve hepsi ayrı ayrı bir direniş noktası teşkil ediyor. İlk noktadan tekrar bağlarsak elbette bugün sermaye beyaz yakalılara ayrıcalıklı bir rol biçerek mücadeleyi ayrıştırabileceğini düşünüyor olabilir. Fakat bunu bir saldırıdan ziyade harekete bir cevap olarak da algılamak mümkün ve bunu yeniden üretmemek de bizim elimizde. Bugün beyaz yakalılar elbette bazı somut çalışma koşulları açısından bir inşaat, maden ya da tekstil işçisinden daha şanslı görünebilirler. Buna rağmen tam da bu nokta emek mücadelesinin bütünü açısından beyaz

Gökçe Tatlısu.

yakalıların hareketini sıralamada geriye düşürmek ya da daha önemsiz bulmak anlamına gelmemeli. Çünkü beyaz yakalıların yaptığı fazla mesai ya da içine düştüğü performans sistemi ile madenlerdeki toplu iş cinayetleri birbirine birebir bağlı. Biz performans sistemine hayır diyemedikçe Soma’da da “hadi hadi” diye adlandırılan bir kıyım mekanizması işlerlik bulabiliyor. Soma nöbetinde geliştirdiğimiz bir slogan “Ben direnirsem herkes yaşar” idi. Dolayısıyla alanların kendi dinamiklerini ve mücadelelerini bir hiyerarşiye sokmayan, tam tersine bu mücadeleleri üst üste koyacak bir yaklaşım sergilemek gerekiyor. "Elini benliğimden çek" kampanyanızı kısaca anlatır mısın? İşyerlerinde mobbingin yaygın ve sistematik yönünü ortaya koymak için neler yapılabilir? Gökçe Tatlısu: Bu aslında bir kampanya değil de, Yapı Kredi çalışanı Nadide Kısa’nın intiharından sonra yaptığımız eylemde kullandığımız bir kavramdı. Uzun yıllardır bankacılık yapan Nadide Kısa’nın özellikle son zamanlarda iş tanımı olmadığı halde satış hedefleriyle bunaltıldığı ve deneyim seviyesinin çok altında pozisyonlarda çalışmaya zorlandığı biliniyordu. Bu olay yeni oldu fakat tam bu sözcüklerle olmasa da işletmeler ve çalışmanın kendisinin kişiliklerimiz üzerinde kurduğu tahakküm konusunu gündeme getirmeye çalışıyorduk. Bugünün çalışma düzeni, işe dair gösterilen performansın yanı sıra duygularımızı ve benliğimizi de işe koşuyor. Çalışanların karakter özellikleri, işletmenin onları değerlendirmesinde bir kriter haline geliyor. İş yerlerinde “çatışmalı” bir ortam çoğunlukla işveren tarafından destekleniyor ve çalışmayı hızlandırmak için bir araç olarak kullanılıyor. Benzer biçimde mobbing de işletmeler tarafından bir verim arttırıcı olarak görülüyor; mobbing sonucunda yaratılan rekabet ortamında çalışanların işletmenin gözündeki pozisyonları netleşiyor. Bu tamamen bir yönetim biçimi. Çalışanların “naif ve kırılgan” ya da “atak ve pozitif” olmalarına vurgu yapılıyor ve rekabet buradan körükleniyor. Yaygın bir kanı olarak naif bireylerin mobbinge daha çok maruz kaldığı tartışılıyor. Bu günün sonunda böyle olsa bile bunun sebebi kişinin naifliği değil, iş yerinde yaratılan bu yapay rekabet ortamı ve mobbinge uygun zemin. Tüm bu bağlamda çalışanlar olarak kendi duygularımız ve benliğimizle, işveren dolayımından geçmeyen dayanışma ilişkilerini örmemiz çok önemli. İş yerinde kurduğumuz ve bir hiyerarşiye bağlı olmayan paylaşımlar, yalnızlığı kırma noktasında bir işlev görüyor. Bunun dışında elbette devletten talep edebileceğimiz noktalar da var: Çalışmadan kaynaklanan ruhsal ve fiziksel tahribatın

Gökçe Tatlısu: Gezi direnişi döneminde toplumun tümüne sirayet eden bir hareketlenme vardı. Beyaz yakalılar özelinde de özellikle NTV’ye karşı öğle arasında Doğuş Holding’de yapılan toplu protesto gösterilerini hatırlıyoruz. Fakat elbette toplumdaki dinamiğin de bir göstergesi olarak, beyaz yakalıların örgütlenmesi uzun vadede toplumsal tepkiye dahil olmaktan çıkıp kendi çalışma koşullarına ve örgütlenmelerine yönelik bir eksene evrildiğini söylemek zor olur. Örneğin Gezi Parkı’nın kazanıldığı ilk iş gününde benim çalıştığım iş yerinin genel müdürü yaklaşık 400 çalışana “Şirketi tatil ediyoruz diyemeyiz, fakat bir yandan da gündemden dolayı işe odaklanamadığınızı biliyoruz. Dolayısıyla dileyen Gezi’ye gidebilir” şeklinde bir mail attı. Bu örneği bir ölçüde genelleştirirsek, birbirine dokunan insanların ortak bir şeye tepki vermesindeki dirsek temasını arttırmış olan bir olay olarak tanımlayabiliriz Gezi’yi. Fakat bunun iş yeri örgütlenmesine dönecek olan kısmı elbette hâlâ başka dinamiklere de bağlı. Yine de o dönemde edinilen öğle arası yemekhane toplantıları, iş yeri forumları gibi çalışanların paylaşımını arttıran deneyimler var. Bunun gibi hiyerarşiyi dahil etmeyen, çalışanları birbirine eşit kılan kolektif paylaşımların bu doğrultudaki kritik biçimler olarak görüyoruz. Plazalarda örgütlenme konusunda dünyada nasıl deneyimler yaşanıyor? Gökçe Tatlısu: Direkt bir temasımız yok maalesef ama elbette Avrupa’da örgütlülük açısından durumun daha iyi olduğunu biliyoruz, en azından beyaz yakalı alanında sendikaların daha uzun bir tarihi var ve iş yerlerinin önemli bir kısmında örgütlü. Bunun dışında daha önce de bahsettiğimiz mesai dışı bağlantıyı kesme hakkı Fransa’da yasalarca tanındı. Mesai saatleri dışında çalışanını işle ilgili telefon ya da e-postaları cevaplamaya zorlayan işverene yaptırım uygulanıyor. Plazalar OHAL’den nasıl etkilendi? Gökçe Tatlısu: Hepimizin tanık olduğu üzere OHAL’in çalışma yaşamındaki en büyük etkisi KHK’lar ile kendini gösterdi. Akademisyenlerin bir gecede işlerinden edilmesinin yanı sıra, birçok iş yerinin de darbe yanlılığı vb gibi sebeplerle kapatıldığını ve toplu işten çıkarmaların olduğunu biliyoruz. Plaza Eylem Platformu olarak istenatildim.org adlı, işten çıkarılanların destek alma bağlamında başvurduğu bir çalışmamız var, bu tip olayları oradan daha rahat takip edebiliyoruz. Buraya emek pazarının tümünden vakalar geliyor, dolayısıyla söyleyeceklerimiz daha geneli kapsayabilir. Siteye gelen başvurularda OHAL yüzünden kapatılan iş yerlerinin yanı sıra aslında işverenlerin bunu tamamen bir bahaneye dönüştürdüğünü de gözlemliyoruz. Birincisi OHAL bir belirsizlik olarak eskinin “ekonomik kriz”i anlamında kullanılıyor ve önünü göremediğini söyleyen işveren bu noktayı çalışan sayısını azaltmada bir bahane olarak kullanıyor. İkincisi ise yine OHAL sopasının krizden ziyade iş yeri içindeki tüm durumlara karşı kullanılması. Yine başvurulardan gözlemlediğimiz, iş yerindeki en ufak bir tartışma, anlaşmazlık çalışanın 25/2 maddesi ile tazminatsız olarak işten çıkarılmasına sebebiyet verebiliyor.


6 GÜNDEM

HAREKATIN EKONOMİSİ Afrin harekâtının asgari maliyetinin 400 milyon dolar (yaklaşık 1,5 milyar TL) olacağı hesaplanıyor. Ancak sahadaki gelişmeler büyük ihtimalle bu bedelin iki üç katına çıkmasına yol açacak.

İŞÇİLERİN ÇIKARI

Operasyonda uçaklar tarafından ilk defa kullanılan yeni nesil akıllı mermilerin tanesi 600 bin TL. Bu mermilerden en az 300 adet kullanılacağı tahmin ediliyor. Çok namlulu roketatarların (ÇNRA sistemi olarak biliniyor) mermilerinin (T 107, T 122 ve T 300 versiyonları var ve sırasıyla 107, 120 ve 300 milimetrelik mermi kullanıyorlar) tanesi ise ortalama 200 bin TL ve bu mermilerden de en az 700 adet kullanılacağı tahmin ediliyor. Afrin harekâtına katılan tek erin savaş harcamalarının asgari maliyetinin ise 150 bin TL olacağı hesaplanıyor. Bu durumda toplam maliyetin 3 ila 5 milyar TL arasında olacağı söylenebilir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e göre operasyonun bütçeye etkisi “son derece sınırlı”. Bundan henüz birkaç hafta önce, bir inşaat işçisi yoksulluğa isyan ederek TBMM önünde bedenini ateşe vermişti. 400 milyon dolarla başka ne yapılabilirdi? n 3 milyon 125 bin asgari ücretliye ekstra bir maaş daha verilebilir. n 80 bine yakın yeni konut yapılıp aileleriyle birlikte 300 binden fazla kişinin ev sahibi olması sağlanabilir. n 5 bine yakın okul veya bine yakın hastane binası inşa edilebilir.

SURİYELİ GÖÇMENLER KARDEŞİMİZDİR Afrin, Kuzey Suriye.

Suriye sınırında aylardır yükseltilen

tansiyon, Afrin'de askeri harekâta dönüştü. IŞİD'in var olmadığı, çatışmasızlık sebebiyle yüz binlerce göçmenin yaşadığı Kuzey Suriye'deki Afrin şehri Türkiye askeri birlikleri tarafından kuşatılırken, bölgede şiddetli çatışmalar ve bombardımanlar yaşanıyor. Rusya'nın işbirliği, NATO ve İngiltere'nin desteği, AB ve ABD'nin onayı, İran ve Suriye yönetimlerinin de diplomatik kınamayla aslında onay verdiği operasyon sürüyor. Antikapitalistler basın açıklaması, İstanbul 2015

Çözümsüzlüğün geri dönüşü

Cumhurbaşkanı, Afrin harekâtının hedeflerinden birisinin Türkiye'deki 3,5 milyon Suriyeli göçmeni göndermek olduğunu söylüyor. CHP ve İP gibi göçmenlerin kovulmasını isteyen partiler ve ırkçı gazeteler, onun kendi çizgilerine geldiğini söylüyorlar.

Türkiye'nin Rusya ordusunun hâkimiyetinde ve ABD koalisyonunda yer alan YPG'nin kontrolündeki Afrin'e başlattığı harekât, 1974'te Kıbrıs'ın kuzeyine yapılan çıkartmayla kıyaslanıyor. Fakat aslında bugün olanlar bir ilk. 1985'te Kuzey Irak'ta peşmergelere yapılan hava saldırıları bir yana bırakıldığında, Türkiye devleti ilk kez bu tarzda bir sınır ötesi harekâta girişti.

Suriyeli göçmenlerin gönderilmesi, savaş sayesinde, ilk kez devlet katında dile getirildi. 3,5 milyon Suriyeliyi sınır dışı mı edeceksiniz? Irkçılara tavize, göçmenler üzerinden siyasete hayır. Afrin savaşının kaybedeni Suriyeli göçmenler olmamalıdır. Onlara Türkiye’de yaşama ve çalışma hakkı başta olmak üzere eşit haklar tanınmalıdır.

2000'lerin başında gerek ordunun üst

kademesi gerekse Ak Parti tarafından reddedilen askeri seçeneklere ve politikalara geri dönmüş olundu. Türkiye'nin sınır güvenliği ve huzuru için yapıldığı söylenen bu harekâtın Afrin'den Menbiç'e, oradan Kuzey Irak'a uzanacağı söyleniyor. Demek ki aylarca sürebilecek bir çatışma sürecinin başındayız. 1984'ten beri askeri yöntemleri kullanan, Çözüm Sürecinde bir süreliğine buna ara veren Türkiye devleti tekrar askeri yöntemlere dönmüş oldu. Yaşanan onca acıdan bunlar huzur getirecek mi? Hep birlikte göreceğiz. Emperyalizme karşı savaş mı? Afrin’deki operasyona milliyetçi desteğin en önemli gerekçelerinden biri Türkiye ordusunun ABD ile savaştığı iddiası. Bu sadece bir iddia. Gerçekteyse Türkiye birlikleri Afrin'de ABD'nin müttefiki YPG ile savaşırken, ABD ordusu Irak ve Suriye operasyonlarında İncirlik ve Malatya askeri üslerini kullanmaya devam ediyor. Bu üslerde 15 Temmuz darbesi planlandı-

ğı halde. Ak Parti-MHP-CHP ittifakının Afrin operasyonu, emperyalizmle kapışmak değil ABD'yi pazarlık masasına oturtmak için yapılıyor. Suriye'de varlığını on yıllarca sürdüreceğini, 30 bin kişilik bir sınır ordusu kuracağını söyleyen Trump yönetiminin işgalci planları, Türkiye devletine istediği gerekçeyi sunmuş oldu. Milliyetçi sermaye partileri, ABD devletinin iç çatışmasından faydalanarak, ABD’nin YPG ile ilişkisini kesmek, kendileriyle müttefiklik kurmasını sağlamak istiyor. Bunun için Suriye'de taş üstünde taş bırakmayan, Esad rejimini ayakta tutan emperyalist Rusya ile ittifak kuruyor. Bu Orta Doğu'da emperyalizmin varlığına son verme mücadelesi değil, onların hâkimiyetinde dünya düzeninde daha fazla yer kapma isteğinin bir ifadesi. İlk kaybeden, yine siviller. Bombardıman sonucu onlarca Suriyeli kadın, çocuk ve yaşlının hayatını kaybettiği söyleniyor. Sınırdan atılan roketler, Reyhanlı’yı vuruyor ve aralarında


GÜNDEM 7

BARIŞTA

NE İSTİYORUZ?

GÖRÜŞ Roni Margulies

NOEL BABA KIYAFETLİ TERÖRİSTLER Afrin operasyonu hakkında düşündüklerimi yazamayacağım. Hem kendimi tutuklattırmayı hem gazete ve siteyi kapattırmayı şu anda tercih etmiyorum. İlle de gerekliyse, lütfen kendiniz tahmin edin neler düşündüğümü. Ama soran olursa ve özellikle bu soran resmî bir kişilikse, şöyle demenizi rica ediyorum: “Vatan aşkıyla yanan bir kişidir, hayatta en büyük korkusu vatan haini durumuna düşmektir, savaşa hiçbir şekilde karşı

çocukların da bulunduğu Türkiyeli siviller ölüyor, yaralanıyor. Diğer kaybedenler ise işçiler ve demokratik haklar oldu. On binlerce metal işçisinin grevi yasaklandı. Barışı sokakta yasal basın açıklamalarıyla bile savunmak yasak. Medyada tek ses hâkim olurken, sosyal medyada oto-sansür hakim durumda. Sadece barış isteyenler değil, ekmeğini ve hakkını savunanların seslerini duyurması daha da zorlaştı. Silahların sesi ortalığı kaplayınca, barışın sesi duyulmaz oluyor. Fakat gerçek, insani, ekonomik ve toplumsal faturalar çıktığında görülecek. Beka kaygısı ve demokratik çözüm Tüm bunlar, çözüm sürecinin el birliğiyle yenilgiye uğratılmasının, 17/25 Aralık'tan 15 Temmuz'a uzanan, birçok intihar saldırısı ve kanlı bir darbe girişimiyle şiddeti doruğuna ulaştıran, devletin kendi içinde de yaşadığı derin bir ayrışma ve kapışmanın üzerine geldi. Devlet güçlerinin içindeki kapışmanın, ABD ve Rusya gibi emperyalist devletlerle tepede yapılan pazarlık ve kavgaların faturası halka ödetilemez. Türkiye halkları huzur, barış ve güvenlik içinde yaşamak istiyor. Barışın hâkim olduğu bir Ortadoğu, komşu devletlerle anlaşmazlıkların son bulması, siyasi müzakereler ve anlaşmalarla mümkündür. Devletin bekası için savaş başlatanlar, daha büyük sorunlar ve anlaşmazlıklar yaratmaktalar. Huzur ve demokrasi, adalet ve barışla gelecek.

n Ortadoğu'nun, emperyalist devletler ve despot yönetimler tarafından belirlenen tarihi gösteriyor ki savaşlar, çok daha büyük sorun ve çatışmaları doğururken, yeni savaşları da yaratıyor. Dışarıdan müdahaleler, halkların özgürlüğünü getirmediği gibi, yerel diktatörlükleri besliyor. Biz sosyalistler, askeri seçeneklere, çatışmalara, gerginliklere karşıyız.

değildir, silah, kan ve kahramanlığa bayılır, evinin

n Kapitalistlerin ve devletlerin tepeden inme politikaları, halkların açlık, yoksulluk, ezilmişlik, adaletsizlik, eşitsizlik gibi hayati sorunlarını çözmediği gibi yaratılan şiddet ortamı, siyasi demokratik mücadeleleri de imkânsızlaştırıyor. Suriye'de yaşananlar bunun en açık örneğidir. Tek taraflı dayatmalar, silah ve şiddet değil, Suriye'de demokratik, çoğulcu, eşitlikçi, adaletli bir çözümle gelen barışı istiyoruz.

payım.

n Ne Washington ne Moskova! Emperyalizm, Ortadoğu'dan defol! Türkiye'nin sınırlarında savaşa dönüşen ABD ve Rusya arasındaki emperyalist rekabeti, yükseltilen militarizmi toptan reddediyoruz. Ne Putin’in Rusya'sının ne Trump'ın ABD'sinin Orta Doğu'da yeri yok. Sosyalistler, bir emperyalist devlete karşı diğeriyle ittifak kurmaz. Bugün ırkçıların yönetiminde olan dünyanın en büyük silahlı gücü ABD kadar, despot ve yayılmacı Rus emperyalizmi de tehlikedir. Ortadoğu'da emekçiler için adalet ve barış gerçekleşecekse, bu emperyalistler kovulunca olacak. n Türkiye hükümeti, Afrin harekâtının Kürtlere karşı yapılmadığını vurguluyor. Fakat sahada savaşan güçlerin kimlik ve motivasyonları, toplumda yükseltilen milliyetçilikle birlikte zaten güçlü olan ırkçılığa yeni kapılar açıyor. Arap-Kürt, Türk-Kürt çatışması gibi halkların geleceği için tehlikeli olan seçeneklerin gündeme getirilmesine hayır! Her türden ırkçılığa hayır! Sosyalistler halkların eşitliğini savunur. Irkçılığın ne kadar kötü bir şey olduğunu görmek isteyenler, göçmenlerin ayaklarına zincir vurulup sınır dışı edildiği Trump yönetimindeki ABD'ye baksın. n Milliyetçi ittifakın belirlediği bir geleceğe hayır! 15 Temmuz darbe girişiminin halkın direnişiyle birlikte püskürtülmesinin ardından, özlediğimiz ve beklediğimiz demokrasi gelmedi. Ak Parti-MHP ittifakı sadece Suriye'de değil, birçok devlet ve uluslararası güçle kavgalı. CHP ve İyi Parti gibi düzen partileri ise harekat başlar başlamaz muhalif gömleklerini çıkardı. OHAL yönetiminin süreklileştirilmesiyle şahin politikalar el ele gidiyor. Bir savaş, Rusya ile anlaşsanız ya da ABD'ye geri adım attırsanız da cephede yaşanan bir çatışmayla başka yerlere gidebilir. Bu 15 Temmuz gecesi, darbecilere direnen milyonların reddettiği seçenektir.

her tarafında Türk bayrakları vardır ve bazen durup dururken naralar atar, Ne Mutlu Türk’üm Diyene diye bağırır. İyi ve millî bir çocuktur.” Operasyonun niye yapıldığı, başarı şansının ne kadar olduğu gibi konularda görüş belirtmeyeceğime göre, bari başkalarının millîliği üzerine bazı yorumlar yaÖncelikle, Zeytin Dalı operasyonuyla ilgili Hürriyet gazetesinin çizdiği logoya dikkatinizi çekmek isterim. Şöyle: Yeşil kalın bir halka, halkanın üzerinde döne döne Zeytin Dalı yazıyor, ortasında bir tank var, tankın uzun namlusu halkanın dışına doğru uzanmış. Çok güzel olmuş! Operasyonun çevreci ve barışçı niteliğini güzel simgelemiş. Afrin’in denize yakın olduğu düşünülürse, keşke biraz mavi de olsaymış. Deniz kenarında oyun oynayan çocuklar olsa, operasyonun çocuk sevgisiyle ilişkili olduğu da gösterilmiş olurdu, iyi olurdu. Yeni Şafak gazetesi tabii ki Hürriyet kadar başarılı değil. Ama fena da değil doğrusu. “Geldiğiniz gibi gidersiniz” başlıklı bir haber dikkatimi çekti. Hemen okudum. Zaten üç cümleden ibaret. Azıcık kısaltarak aktarırsam: “Amerikalı komutan Votel, Münbiç’ten çekilmeyeceklerini söyledi. Türkiye ise Münbiç’i temizlemekte kararlı. ABD PYD’nin oradan çekileceği sözünü vermiş ama bu sözü tutmamıştı.” Peki, “Geldiğiniz gibi gidersiniz” ne? Kim söylemiş? Haberde böyle bir cümle yok. Yeni Şafak söylemiş! Manşetteki cümle haber filan değil yani, Yeni Şafak’tan Amerika’ya mesaj. Millî gazeteciliğin güzel ve cesur bir örneği. Güzel, ama daha güzeli de var. Vatan, Takvim, Millî Gazete daha da millî bir haber yakalamış, bir ay kadar önce: “Rakka’daki Amerikan askerlerine Noel nedeniyle hediye dağıtan teröristler, Noel Baba kıyafetleriyle görüntülendi.” Habere göre, “Amerika’nın verdiği silahlarla ayakta duran terör örgütü, bölgedeki Amerikan askerlerinin gözüne girmek için elinden geleni yapıyor.” Zeytin Dalı operasyonunun haklılığını böylece kanıtladıktan sonra, başka diyeceğim bir şey yok.


8 GELENEK

HALKLARIN BAHARI

MARX DA MARKSİST 1818 OLMUŞTU 2018 ŞENOL KARAKAŞ

Karl Marx 5 Mayıs 1818’de, Almanya’da Trier’de doğdu. 5 Mayıs 2018’de, 200. yaşgünü kutlanacak. Marx’ın fikirleri bir anda belirmedi kafasında, zamanla şekillendi, evrimleşti ve radikal bir değişiklik yaşadı. Sol kanat bir Hegelcilikten, Feuerbachçılığa yöneldi. Tarihin akışına dair bütünlüklü bir fikre ulaşması şu önermesinin Marx’ın kendisine de uyarlanmasıyla ancak anlaşılabilir: “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır."

1968 Prag, Kızıl Ordu işgaline karşı halk sokakta. ÇAĞLA OFLAS

1968 eylemleri büyük bir şok etkisi yarattı. Çünkü isyan başlamadan önce kapitalizmin istikrarı konusunda kimsenin şüphesi yoktu. 1960’ların başında özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sistemin savaş yıllarının sorunlarından kurtulduğuna inanılıyordu. Ekonomik açıdan istikrarlı bir büyüme vardı. Enflasyonun kontrol edildiği, üretimde istihdamın sağlandığı koşullarda sınıfsal bir çatışma öngörülmüyordu. Aksine, egemen sınıfın ideologları mevcut statükonun korunmasında ve geliştirilmesinde öncelikli çıkarları olan eski düşmanları, işçi sınıfını ve burjuvaziyi birleştirdiğini söylüyorlardı. Hemen hepsi az gelişmiş ülkeler dışında tarih ya da sınıf mücadelesinin sona erdiğini düşünüyordu. Ne var ki, 1968’de yaşananlar mevcut statükoyu alt etti. Dünyanın hemen her yerinde protestolar, gösteriler, grevler, işgaller yaşandı. Hareketin ilk sokağa çıkan güçleri öğrenciler olduysa da eylemleri dünyayı sarsar hale ulaştıran işçi sınıfının motor güç olmasıydı. Fransa’da o güne kadar görülmüş en büyük grev yaşandı. Tüm Avrupa kıtası yaygın grevlerle sarsıldı. Tüm bu eylemler ve grevler toplumsal güçlerin çatışmalarını tetikledi.

bir direnişi yaşandı. Ancak, muazzam bir pasif muhalefet oluştu. Gösteriler ve grevlerle geçen dokuz ayın sonunda muhalefet güçlükle kontrol altına alınabildi. Prag Baharı, 1980’lerin sonunda Rusya ve Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalisti rejimlerin çöküşüne yol açan ayaklanmaların provası olması açısından önemli bir dönüm noktası oldu. ABD’nin emperyalizminin yenilgisi ABD ve müttefiklerinin Vietnam’ı işgal etmesine karşı direnişinin ABD’nin yoksul mahallerinde yarattığı kayıplar ABD’nin yenilgisinde önemli bir paya sahip oldu. Kuzey Vietnam Ordusu’nun 31 Ocak 1968'de başlattığı saldırı, Eylül ayına kadar devam etti. Savaşta bir dönüm noktası olarak kabul edilen Tet Saldırısı işgal güçlerine ağır kayıplar verdirdi. Bu olay savaş karşıtı hareketin dünyanın merkezine taşınmasına ve uluslararası savaş karşıtı hareketin sıçrama yaşamasına yol açtı. Emperyalizmin her iki kamptaki müdahaleleri anti-emperyalizmin hareketin gündemine taşınmasına yol açtı. Sola kayan yeni genç kuşaklar arasında ‘Doğu ve Batı emperyalizm’lerini lanetlemek yaygın bir tutum haline geldi.

Prag baharı: Stalinizmin düşüşü

Emperyalizmin gerileyişi ve ulusal hareketler

1968’de “Soğuk Savaş Dönemi” diye anılan iki kutuplu emperyalist dünyada yer alan iki blokta da hegemonik sarsıntılar yaşandı. Vietnam’da Tet saldırısı ile yükselen savaş karşıtı mücadele ABD’nin yenilgisine yol açtı. Çekoslavakya’da ise “Prag Baharı” diye anılan olaylar dönemin stalinist rejiminin hegemonyası açısından dönüm noktası oldu. 1956 yılında Rusya’nın Çekoslovakya’yı işgali Stalinist sistemin ideolojik açıdan hasar almasına yol açtı. Çekoslavakya’da 1960’ların başından itibaren büyüme hızının düşmesi toplumun hemen her kesiminde hayal kırıklığı yarattı. Yönetici sınıf olan bürokraside meydana gelen bölünmelerle birlikte toplumun çeşitli kesimleri örgütlenme ve kendilerini ifade etme fırsatı buldular. Sansür mekanizması çöktü. Öğrenciler özgür öğrenci birlikleri kurdular. Devletin atadığı sendika görevlileri tasfiye edildi. Stalin döneminde yapılan zalimlikler alenen konuşulmaya başlandı. Rusya, Çekoslovakya’da aşağıdan yükselen harekete tanklarıyla cevap verdi. Rus tanklarına karşı çok az fiziki

Emperyalist kampta meydana gelen çatlaklar ulusal kurtuluş mücadelelerinin de yükselişine yol açtı. 1960'lı yıllar çeşitli coğrafyalarda ulusal kurtuluş hareketleri yaşandı. Vietnam'ın dışında, Kongo, Mozambik, Angola, Gine-Bissau gibi bir dizi Afrika ülkesinde sömürgeciliğe karşı mücadeleler emperyalizme önemli darbeler vurdu. 1960’lı yılların sonu ve 1970’li yılların başında Avrupa’da uzun süredir uykuya dalmış olan İrlanda, Bask ve Katalan ulusal kurtuluş hareketleri yeniden canlandı. Aynı durum Irak coğrafyasında yer alan halklar için de geçerli oldu. Döneme damgasını vuran önemli bir mücadele de Filistinlilerin kurtuluş mücadelesi oldu. 1948'de İsrail tarafından vatanından kovulan Filistinliler 1960'lı yıllarda gerilla mücadelesi başlattılar. Özellikle 1970’li yılların ortasına kadar yükselen hareket, dünyanın dikkatini bu vahim soruna çekmeyi başardı. Ve hareketin liderliği sürgünde bir devletin çekirdeğini oluşturabilecek demokratik bir yapılanmayı şekillendirmeyi başardı.

Marx başyazarlığını yaptığı gazetede, kereste hırsızlıklarıyla ilgili yasal düzenlemeleri incelerken, özel mülkiyet ve devlet arasındaki ilişkiye başka bir açıdan bakmaya başladı. O zamana kadar devleti her yurttaşın paylaştığı evrensel çıkarların sınıflar üstü temsilcisi olarak görüyordu. Marx sanayi kapitalistlerinin ve toprak sahiplerinin savunduğu özel mülkiyetin devlet tarafından güvence altına alındığını gördü. Engels, “Marx'ın, kereste hırsızlığı yasası ve Mozel köylülerinin durumuyla ilgilenmesinin kendisini saf politikadan alıp ekonomik koşullara götürdüğünü, oradan da sosyalizme ulaştırdığını birçok kere söylediğini duydum.” dediğinde, Marx’ın genel bir özgürlük arzusu fikrinden tarihin akışı içinde insanın özgürlüğü fikrine sıçramakla yetinmediğini de anlatmış oluyor. Marx, insanın özgürlüğü fikrinden, özel mülkiyet-devlet ve sınıflı toplumların bu özgürlüğü imkansız kılan karakteri fikrine vardı. Buradan, teorinin ve tarihin hareketinin merkezine işçi sınıfının kendi eylemini koyan temel yaklaşıma ulaşmak, daha kolay oldu. Marx’ın Marksist olması, işçi sınıfının, sınıflı toplumların varlığına, bu varlığın temelini oluşturan mülk edinmenin özel niteliğine ve bunun üretimin toplumsal karakteriyle arasındaki çelişkiye son verecek tek toplumsal güç olduğunu kavramasıyla bir ve aynı şeydir. Devleti vatandaşların genel oy hakkıyla denetleyeceği halk demokrasisinin bir aracı olarak değil, işçi sınıfının üretim araçlarına kolektif olarak el koyma sürecinin doğrudan bir parçası olarak yıkacağı bir ur olarak görmeye başlaması, marksizmin yepyeni bir tarih anlayışı olarak sahneye çıkması anlamına geliyordu. Fransa’da devlet aygıtının evriminin izini süren Marx, yıllar sonra şöyle yazacaktı: “Tüm devrimler bu makineyi parçalamak yerine onu kusursuz hale getirdi. Egemenlik için sırayla uğraş veren taraflar bu devasa devlet yapısının mülkiyetini galip gelenin en önemli ganimeti olarak kabul ettiler.' (…) İşçilerin devrimi 'tüm yıkım güçlerini ona karşı yoğunlaştırır.” Genç Marx, marksist olduğunda sadece Eric Hobsbawm’ın dediği gibi "Tarih yazımının 'modernleşmesinde' ana etken” olmakla kalmadı, tüm yaşamını sosyalst devrim mücadelesine adamanın önemini de kendi eylemiyle gösterdi. İyi doğdun Karl Marx!


EMEK GÜNDEMİ

BİR AYDA İKİNCİ KEZ: İŞSİZLİĞE İSYAN ETTİ BELEDİYE ÖNÜNDE KENDİNİ YAKTI Defalarca yaptığı iş başvuruları kabul edilemeyen 35 yaşındaki Muhterem Birgül, Balıkesir’de Karesi ve Altıeylül Belediyelerinin bulunduğu binanın önünde kendini yaktı.

Geçmişte aldığı cezadan dolayı, yarım gün bir kamu kurumunda çalışan Birgül, günün geri kalanı çalışmak için iş arıyordu. Başvuruları defalarca reddedildi. Bu süreçte çevresine borçlandığını ve bu borçları ödeyemez hale geldi. Muhterem Birgül, "Artık çaresiz kaldım. Hata yapmak da istemiyorum. Tetikçilik mi yapsaydım? Ben bunu yapmak zorunda kaldım. Belki insanlar benim gibi insanları görürler diye düşündüm. Bir an aklımı yitirdim’ diyor.

16 Ocak'ta İzmir'de Battal Sağır adlı işçi, çalıştığı işyerinden aylardır ücretini alamadığını, İŞKUR’un da şikâyetini geçiştirdiğini söyleyerek, üzerindeki kıyafetleri İŞKUR binasının önüne fırlatmıştı.

İŞYERLERİNDEN n Muğla'nın Milas ilçesinde üç aydır ücretleri ödenmeyen taşeron işçiler, çalıştıkları inşaatın tepesine çıkarak eylem yaptı. n Sendikalaştıkları için işten atılan Akkim, Poliya Polyester, DHL Express, Babacanlar Kargo ve Kod-A işçilerinin direnişleri sürüyor. n TÜPRAŞ İzmir Aliağa rafinerisinde taşeron olarak çalışan ve 3 aydır paralarını alamayan işçiler hakları için rafineri girişinde bekliyor. n OHAL’in ilanından sonra TMSF’ye devredilerek kayyım atanan Adularya madenindeki işçiler, ayladır verilmeyen ücretleri için direnişe geçti. İşçiler ücretlerin ödeneceği sözü üzerine eylemi sonlandırdı.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

OHAL DÜZENİNE RAĞMEN İŞÇİLER KAZANDILAR

OHAL düzeninin işçi sınıfına nasıl zarar verdiğinin bugünlerdeki tipik örneği Metal Grevinin ertelenmesi oldu. AKP iktidarı, insanca yaşamak için işçilerin yeterli ücreti talep etmesini “milli güvenliği” bozucu olarak nitelendirdi ve yasakladı.

Birgül özellikle yüzünde ve kollarında oluşan yanıklardan dolayı hastanede tedavi altında. Durumu iyi, insan onuruna yaraşır bir iş ve hayat istediği için kendini yakarak sesini duyurabildi. Bu, işsizlik ve borç batağı yüzünden, son bir ayda gerçekleşen ikinci kendini yakma eylemi. 12 Ocak'ta, 15 yıllık kalıpçı ustası Necmi Aydoğmuş Ankara'da meclisin önünde kendini ateşe verdi.

9

Metal işçilerinin bağlı olduğu üç sendika, Türk Metal, Birleşik Metal İş ve Çelik İş sendikaları 2 Şubatta greve başlayacaklardı, ama grev hükümet tarafından yasaklandı.

Balıkesir’de belediyenin önü.

29 Ocak'ta Balıkesir'de Muhterem Birgül'ün kendisini yakmasıyla birlikte bu işsizliğe, bireysel borçlanmaya, geçim sıkıntısına karşı üçüncü isyan gerçekleşmiş oldu. Resmi açıklamalara göre 2018 Ocak ayında 3 milyon 287 bin işsizdi. Gerçek

rakamın bunun çok üzerinde olduğu söyleniyor. Her beş gençten birinin işsiz olduğu Türkiye'de, 2018'in ilk ayında yaşanan bu üç olay, ekonomik büyümeden pay verilmeyen milyonlarca insanın içinde bulunduğu durumu ve ruh halini gösteriyor.

30 MİLYON KİŞİ BANKALARA BORÇLU Başbakan

Yardımcısı Mehmet Şimşek, geçen yılın son günlerinde bankalara kredi borcu olan gerçek kişi sayısının 30.9 milyon kişi olduğunu açıklamıştı. 80 milyon nüfuslu Türkiye'de çocuklar dışındaki nüfusün neredeyse tamamı borçlu! Ak Parti'nin hükümetinin yönetiminde, 2002 -2017 yılı Şubat ayı arası 15 yıllık dönemde, bankalara olan kredi ve kredi kartı borcu 64 kat artarak 6.6 milyar liradan yaklaşık 426 milyar liraya yükseldi. 4.5 milyon kişi borç batağında Her 100 kişiden beşi, borç

batağı denilen yerde yaşam kavgası veriyor. Ödenemeyen borçlar, açılan davalar, icralar, cezalar, faizler, bütün bunlarla başetmeye çalışırken ayakta kalmak... Adli Sicil istatistiklerine göre, Türkiye genelindeki mahkemlerin icra ve iflas dairelerinde 18 milyon icra dosyası bulunuyor. Bankalar kazandıkça kazanıyor Milyonlarca çalışan geçim sıkıntısı çekerken, para satan bankalar ise kazanmaya devam ediyor. 2017 yılında Türkiye'deki bankaların net karı bir önceki seneye göre, yüzde 29

artarak 45 milyar 188 milyon liraya ulaştı. Boçlar silinsin! Cumhurbaşkanı zaman zaman yüksek faizleri eleştiriyor, fakat borç batağındakilerin ve onlara katılmak üzere olanların nefese alması için hiçbirşey yapılmıyor. Ak Parti hükümeti, patronlara vergi affı ve kredi verirken, onların çalıştırdığı milyonlarca insan bankaların tahakkümü altına giriyor. İnsan onuruna yakışan bir hayat herkesin hakkıdır. Bir kere de bankalar fedakarlık yapsın. Bireysel borçlar silinsin!

Buna rağmen işçiler kararlı tutumları ile MESS’e geri adım attırdılar, 2 yıllık sözleşmeyi ve yüzde 25 zammı kabul ettirdiler. AKP, 15 yıllık iktidar döneminde toplam 62 bin işçinin grevini erteledi, şimdi ertelenen grev nedeniyle ise 130 bin işçi mağdur edildi, yani 15 yılda işçilere yapılan haksızlığın, adaletsizliğin iki katı geçen hafta yapıldı. Grev hakkının kullandırılmaması, yasaklanması, ertelenmesi çok büyük bir hukuksuzluktur. Hükümet bir yandan bütçenin aslan payını askeri harcamalara ayırıyor, enflasyonu yüzde 15’lere doğru tırmandırıyor, işçilere, memurlara yüzde 4 zam veriyor. Diğer yandan hakkını aramak isteyenlerin hak arama yollarını tıkıyor, engelliyor. Yüksek büyüme rakamları ile övünen hükümet, işçilerin enflasyon farkını istemesine bile tahammül edemiyor. Açlık sınırı 2000 TL’ye dayanmışken, işçiler 1600 TL asgari ücretle, uzun çalışma saatlerinde ve zorunlu mesailerle çalıştırılıyor. Bu koşullarda biraz daha iyi bir yaşam için mücadele etmeye, yasaların kendilerine tanıdığı grev hakkını kullanmaya çalışıyorlar, onu da hükümet patronları korumak için yasaklıyor. Hükümet bu tutumu ile emekçilerin değil patronların hükümeti olduğunu, yoksulları değil zenginleri koruduğunu bir kez daha göstermiştir. Grev yasaklamaları en büyük işçi düşmanlıklarından birisidir ve bunu mümkün kılan içinde yaşadığımız ortamdır. Öncelikle bu ortamın düzelmesi, barışın yeniden Türkiye’de egemen kılınması, OHAL düzeninin kalkması gerekir. Bunun için barıştan, adaletten yana tüm güçler olarak çaba göstermeliyiz. Bu mücadeleyi başarıya ulaştıracak olan ise asıl olarak işçiler, işçi örgütleri, sendikalardır. İşçiler grev yasaklarını kabul etmez ve diğer toplumsal kesimler işçilerin hak, adalet, demokrasi mücadelesinde onlarla dayanışma içinde olurlarsa patronlara karşı mücadele kazanılabilir.


10

KÜLTÜR

URSULA LE GUİN: HEDEF VE YÜRÜNEN YOL İLİŞKİSİNİN YAZARI

Ursula Le Guin. BÜLENT SOMAY

Ursula Le Guin’in ölümüyle edebiyat dünyası ve feminist hareket önemli bir mensubunu kaybetti. Le Guin, bilimkurgunun, fantezinin, feminizmin en önemli yazarlarından biriydi. Le Guin bilimkurgu, fantezi, deneme, şiir, gerçekçi kurgu alanlarında pek çok eser yazdı. Çok yönlü bir yazardı. Ölümü ile özellikle en çok boşluğu bilimkurgu alanında yaşayacağız. 2008’de tamamladığı Marifetler, Sesler, Güçler üçlemesinden sonra bir şey yazmadı. Bu nedenle aslında bir süredir zaten bu boşluğu yaşıyorduk. Le Guin 1960’larda bilimkurgu yazmaya başladı, bilimkurgu yazan ilk kadın yazar değildir, ama ilk defa erkekler gibi yazmayan bir kadın yazardır. 1929 doğumludur, ilk öyküsü 1962 yılında yayınlanır. İlk romanı Rocannon’nun Dünyası 1966 yılında basılır. 1968’de Paris’te, 68 hareketinin içinde yer alır, politik kimliği bu dönemde şekillenir. Le Guin ajitatif bir radikal değildir, söylediklerini belli bir yumuşaklıkla söyler. 1968’de yazdığı Yerdeniz Büyücüsü bir fantezi yazarı olarak tanındığı ilk eseridir. Bu eseri çocuk öyküleri olarak yayınlanır. Bilimkurgu alanında tanınmasını sağlayan ilk eser ise 1969’da yazdığı Karanlığın Sol Eli kitabıdır. Bu eser ilk anda çok sofistike bulunduğu için yayınevleri tarafından basılmak istenmez. Basıldıktan sonra ise çeşitli ödüller alır. Edebiyat dünyası o dönemde Le Guin’i nereye koyacağını bilemez. Çocuk kitapları yazarı mıdır, bilimkurgu yazarı mıdır? 1980’lerde feminist yönü ortaya çıkar, feminist bilimkurgu yazmaya başlar. Aynı zamanda Kropotkinci, dayanışmacı anarşisttir. Tao’cudur, Tao’nun düşüncelerinden etkile-

nir. Psikanalizle ilgilenir, özellikle Yung’un düşüncelerini kendisine yakın hisseder. Edebiyattan psikanalize yönelen herkes gibi Yung’un temel kavramlarını kullanır. Bu özellikleri yani anarşist, feminist, Tao’cu olması ve Yung düşüncesine yakınlığı başlıca dört özelliğidir. Babasının antropolog olması da düşüncelerini etkilemiştir. Mülksüzler kitabı, bir nevi manifestosudur. Bugün 1968’in 50. yılını kutluyoruz, her ne kadar dünya daha geri bir noktada olsa da yine de bazı uyanışlar var, Le Guin bunun yol göstericilerindendir. 68 hareketi, geleneksel sosyalizm, geleneksel anarşizm, geleneksel Marksizm akımları ile arasına mesafe koydu. 68 hareketi sonuçta kalıcı yapılara evrilemedi, ama yine de bizlere yeni yollar gösterdi. 68 geri çekilirken yerine yeni muhafazakârlık, sonrasında da neoliberalizm geldi. Mülksüzler 1974’te yazılmıştır, 1968’in sistem karşıtı birikimlerini içerir. Mülksüzler kitabında 68 hareketinin kazanımları derlenir, sistemli bir dünya görüşüne çevrilir. Kitaptaki anarşist gezegen Anarres’teki sistem Le Guin’in Kropotkinci düşüncelerinin yansımasıdır. Ama aynı zamanda Anarres’tekiler çaresizdir, kıtlık vardır. Bütün devrimlerin başına gelenler Anarres’in de başına gelmiştir. Le Guin bu problemleri anlatır. Le Guin, Anarres’te“hepimiz kardeşiz, hepimiz anarşistiz, dayanışma içindeyiz, ama yine de belli bir sistem, gizli de kalsa bir hiyerarşi içindeyiz” der. Çünkü paylaşılacak şeyler azdır, bunu da birilerinin paylaştırması gerekir, kim paylaştıracak, bir anlamda çaresizdirler. Mülksüzler kitabının öne çıkan ismi Shevek, “çözüm” için eski kapitalist dünyaya, Urras’a gider, ama onun da çözüm olmadığını anlar. Anarres-Urras dışında başka dünyalar

olduğunu öğrenir, Arz ve Hain’i tanır. O dünyaların da başka alanlarda başarılı olduğunu görür. Aslında hepsi, Anarres, Urras, Arz ve Hain bir araya gelmeli, hep birlikte konuşup bir yol aramalıdırlar. Ama yine de eksik kalan şeyler hep olacaktır. Sonuçta evrende sonsuz yaşamlar, sonsuz sistemler ve sonsuz çözümler vardır. Le Guin “kurtuluş sistemde değil, yolun kendisinde, mücadelededir” der. Le Guin bir hakikat anlatıcısıdır. “Hakikate en çok yaklaştığımız yer, hayal kurduğumuz zamanlardır” der. Le Guin bilimkurgu ile fantastik edebiyatı kolay kolay birbirinden ayırmaz. Kendisine hayali yerler, adalar, dünyalar yaratır, başka bir dünyanın hayalini kurar, onu yazar. Bu dünyayı başka türlü hayal etmesi, aslında şu sloganı başka bir şekilde söyleyişidir: Başka bir dünya mümkün, o dünya sadece bizim hayalimizde olsa da. Bugün neoliberaller “hani nerede bu dünya” diye soruyorlar, onlara cevap vermek zorunda değiliz. Bu hatayı Sovyet devrimi sonrası yaptık, başka bir dünya olarak Sovyetler Birliği’ni gösterdik, sonra o başımıza çöktü. Neoliberaller alsınlar o sorularını ve gitsinler, kendi dünyalarının haline baksınlar. Biz başka bir dünya istiyorsak, ancak o dünyanın hayalini kurarak bunu yapabiliriz. Le Guin işte bunu yaptı, sürekli yeni dünyalar, yeni yaşamlar hayal etti. Her zaman önemli olan yol’dur, hedef değil. Elbette hedef ne olursa olsun fark etmez, diyemeyiz, hedefimizi çok dikkatli bir şekilde belirlemeliyiz, ama hedefimiz çok ulaşılabilir olmak zorunda değil. Hedefimiz ufuk gibidir, sürekli ona gideriz, ama biz gittikçe o da bizden uzaklaşır. Bu da Le Guin’in Tao’cu yönüdür. Tao’da da önemli olan yol’dur.


ŞEHİR

11

KANAL İSTANBUL TESLİMİYETÇİ BİR YAKLAŞIMIN ÜRÜNÜ

Animasyonla tanıtımı yapılan Kanal İstanbul projesi. KORHAN GÜMÜŞ

Kanal İstanbul gibi bir projenin getireceği riskleri bilmek artık çok zor değil. Benim burada cevaplandırmaya çalışacağım soru, Kanal İstanbul Projesi’nin hangi koşullarda gerçekleştiği. Kanal İstanbul gibi mega projeler siyasetçilerin fikri değil Bizzat Belediye (Eski) Başkanı Kadir Topbaş'ın deyişiyle “Şehrin Anayasası” olduğu söylenen, onun dışında “şehre bir çivinin dahi çakılmasının imkansız olduğu” söylenen "Çevre Düzeni Planı"nda Kanal İstanbul (ve 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kuzey Uydu Şehri, Araç Tüneli...) yok. Olmadığı gibi (her dönem Büyükşehir Belediyesi için hazırlanan “İstanbul Master Planları”nın bir devamı niteliğinde olan) bu çalışmada tam tersi söyleniyor: İstanbul’un kuzeyindeki doğal kaynakların, ormanların korunması, yapılaşmanın teşvik edilmemesi…. Ancak İstanbul’un Master Planları’nda bu mega projelerin olmaması, yatırım ve finans tröstlerinin gündeminde de olmaması anlamına gelmiyor, elbette. Buna karşılık kamuoyuna bu projeleri sanki siyasetçiler geliştiriyor, “onların aklına gelmiş de, bu nedenle yapılıyormuş” gibi sunuluyor. Ancak burada kamu politikalarının nasıl oluştuğuna, hangi maddi pratikler, kurumsal işleyişler içinde gerçekleştiğine bakmak gerekiyor: Bilimsel analizler kimi zaman mevcut olan üzerinde yapılır, kimi zaman da mevcut olmayan üzerinden yapılır. Planlar, projeler bu analizler ile gerçekleştirilir. Öngörülü olmak değil ama planlama imal edilmiş riskleri bilgi yardımıyla tanımlamaktır. Bu durumun, bugün yaşadığımız çelişkilerin de temelini oluşturması söz konusu. Bilgi, dar bir alan içinde muhafaza edilen, çoğulcu bir deneyime açılmayan, eşitsizlik yaratan bir "sermaye" oluyor. Evet, risklerden bahsediyorlar; bunu halkla da paylaştıkları oluyor. Ama yine bir sorun var; risklerle korkutup Cemal Saydam'ın yaptığı gibi, bir de üzerine "bunu unutun!" gibi bir tavrı benimsemek. (Zaten planlar yapılırken, kararlar verilirken kimsenin haberi olmuyor ki.) Bunun gibi bir tavır temel sorunu üretiyor: Teslimiyetçilik. Projenin risklerini anlatırken zaten sanki artık hiçbir çıkış yolu yokmuş gibi karamsar bir tablo çizilmesi söz ko-

nusu. Bu iktidarın toplum üzerindeki gölgesini büyüten, çaresizce kabullenme yaratan bir şey. İnsanların, halkın bilincinde, diyelim olası bir direnişle ilgili en baştan kırılma yaratan bir durum. Böylece daha baştan muhalefet iktidar alanına sıkıştırılıyor, izole ediliyor. İktidar alanında, yukarıdan bakışla, bizim dışımızda bir nesne olarak bir doğanın bulunduğunu varsayıyorlar. Evet, insan imgeleminin dışında bir doğa var. Ama onu biz gene kendi imgelemimiz dolayımıyla algılıyoruz. Bu nedenle dışımızdaki doğa, şehir, araştırma konusu neyse deneyimle bilgi arasındaki gidiş gelişlerle, eylemlerle imal edilir. Onun (gerçek olarak bir varlığı olsa bile) zihinsel varlığından başka bir varlığı yoktur. Bu nedenle "bilimsel olarak yanlış" gibi bir söz daha baştan bir eylemsizlik getiriyor. Neoliberal denen devlet işleyişi gücünü kamusal nitelik üretmeyen, siyasal alanı adeta bir uyuşturucu gibi felç eden bürokratik kamu fikrinden alıyor. İktidara bağımlı olarak kendi ayrıcalıklarını temsil eden bir toplumsal tabakaya dönüşen bilim sınıfı, bir "üst-dil" olarak bilimden söz ediyorlar. Ancak bilgi imtiyazlı ilişkiler içinde dolaşımdan kaldırıldığı için popülist siyasetçiler onları bir "ruhban sınıfı" gibi algılıyor. Örneğin bir Büyükşehir şirketi, Bimtaş adı verilen imtiyazcı bir yapı içinde, 500 adet uzmanın bir araya getirilerek bir büyük üniversite kuracak kadar bir bütçeyle (70 Trilyon!) bir planın hazırlanmış olması, bu planda bu projelerin yer almaması, olmaması bir şehircilik politikasının olması anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu konuda bir siyaset yokluğu anlamına geliyor. Bilginin kutsallığına kimse inanmıyor ve bu da otoriter popülizmi sınırlandıracağına güçlendiriyor. Bilgi iktidarın alanında, sistemin kendini sürekli yeniden üretmesini sağlamaya devam ediyor. Giddens'ın söylediği gibi "düşünümsellik için kamusallık, bilginin iktidar alanından çıkarılması" gerek. İstanbul Boğazı’nın hidrolik işleyişi üzerine araştırmalar yapan üniversitelerin bu tür projelerde görev aldıkları biliniyor. Ancak bir de şehrin ve doğanın nesneleştirilmesi meselesi var; ki bu uzman kültürünün, pozitif bilimlere dayanarak konuşmanın doğal bir getirisi. Mesele sahiden doğanın bilinip bilinemeyeceği değil; nitekim risk hesaplamaları zaten doğanın ne kadar nesneleştirilmiş bir şey olduğunu bize göstermiyor mu? Şehrin atık suları arındırılmıyor İstanbul’un atıksularını arıtmak için Boğaz’da bir araştır-

ma yapılmıştı. Nükleer işaretleyiciler kullanılan ve uydu gözlemleriyle gerçekleşen bu araştırmada atıksuların dip akıntıya verilmesi ile sorunun çözüleceği söylenmişti. Buna karşılık o güne kadar atıksu arıtımı için Dünya Bankası kredileri kullanan Büyükşehir’in bu konudaki programı değişmiş miydi? Atıksu arıtımı çok masraflı bir iş. Elde edilen kurutulmuş zehirli atıkların depolanması da ayrı bir sorun. Peki on milyar dolardan fazla bütçe ayrılan iş nasıl sonuçlandı, politika nasıl oluştu, biliyor muyuz? İstanbul’un atıksularınınkimi bilim insanlarına göre yüzde yetmişi, kimilerine göre yüzde doksanı arıtılmıyor. Herkes böyle bir projenin yaratacağı ekolojik vs. risklerden söz ediyor. Zaten bu tür bilgilerin kamuoyuna sunulması gerekir ki olan bitenden haberimiz olsun. Buraya kadar bir sorun yok. Örneğin Ömer Madra yıllardır iklim değişikliğiyle ilgili gelişmeleri/çalışmaları izliyor, yayınlar yapıyor. Bunları paylaşmak, bilgilenmek açısından çok yararlı. Eylem için zemin hazırlayacak türde bilgiler bunlar. Ancak Ömer Madra'nın yaptığı çok farklı; "unutun" demek bir yana, sürekli hatırlatıyor. İster iyi niyetli, isterse de hangi amaca hizmet ettiği belli olmayan kişilerce yapılmış olsun bu tür bilgi paylaşımlarında ve uyarılarda, eylemselliği bastırabilecek nitelikte bir korku kültürü de yaratıldığını, bununla olacaklar karşısındaki çaresizliğin ön plana çıktığını düşünüyorum. Gezi sonrası atmosfer gibi. Galiba iyi niyetli girişimlerin esas eksiği eyleme zemin hazırlayacak bu bilgileri paylaşırken bir kamusal alan yaratmadaki yetersizlik. Bilgi iktidar alanından çıkmamış oluyor. Görünüşte insanın müdahalesiyle bozulan bir "doğal denge" var. Uzmanlar bu denge bozulmasın diye çalışıyorlar. Bildiğimizin dışında bir doğa var mıdır? Bilip, bilmemek meselesi değil sorun. Nesneleştirici, kendisini merkeze koyan bakış, kendisini görünmez kılar. Hiçbir zaman kendisinin sorgulanmasına izin vermez. Bu durumda bilgi, tepkinin takıntılı libidinal ekonomisinden kurtulamıyor: Bu ekonominin içinde imtiyaz sahipleri durumdan hoşnutlar çünkü zaman hep onların haklı olduğunu ortaya çıkarıyor. Haklı olduklarını görmek için “gerçekliğe çarpmak”, yani yıkım gerekiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmemiz gerekli. Acaba söylemimizin “gerçekliğe çarptığı nokta”da değil, bunu başka bir yöntemle yapmamız mümkün olamaz mı? Tahribat, felaket anlarında (deprem, çevre felaketi, yıkım…) gerçekliğe dokunuyoruz. Peki başka bir dokunma yöntemimiz olamaz mı?


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

METAL İSCİLERİNİN KARARLILIĞI ,, KAZANMALARINI SAĞLADI

130 bin metal işçisini ilgilendiren ve patronların örgütü MESS ile sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması sonucu işçi sendikaları Türk Metal, Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş grev kararı aldı, hükümet ise grevleri yasakladı.

130 bin Metal işçisi, grevlerin yasaklanması kararı üzerine pek çok işyerinde kısa süreli iş durdurmalar gerçekleştirdiler ve yasağı tanımayacaklarını açıkladılar, 2 Şubat’ta da greve gitmeye hazırlanıyorlardı. İşçilerin kararlı tutumu sonucu Metal İşverenlerinin örgütü MESS ile üç işçi sendikasından birisi olan Türk Metal arasında toplu sözleşme imzalandı. Sözleşme 2 yıllık ve yüzde 25 zamlı olarak gerçekleştirildi. Böylece işçilerin en önemli kırmızı çizgisi olan 2 yıllık toplu sözleşme gerçekleşmiş oldu. Başlangıçta yüzde 3 zam teklif eden işveren örgütü MESS, yüzde 25 zam vererek işçilerin yüzde 30’luk talebine epeyce yaklaşmış oldu. Gazetemiz baskıya girerken diğer işçi sendikalarının nasıl bir yol izleyeceği henüz netleşmemişti. Metal işçileri ne istiyor? İşçiler özellikle üç konuda taviz vermeyeceklerini açıklıyorlar: - 2 yıllık toplu sözleşme, - İlk yıl en az yüzde 30 zam, - Kıdem farkı nedeniyle doğan eşitsizliklerin giderilmesi Bu üç talep işçilerin kırmızıçizgisi, bu talepler tartışmaya açık değil. Metal sektöründe örgütlü sendikalardan

Kazanan metal patronları değil işçiler oldu. 2015 yazında Bursa’da otomotiv fabrikalarında başlayan mücadele, zorlu ve değişken dış koşullara rağmen kazanımlar elde etmeye devam ediyor.

Birleşik Metal-İş, parasal isteklerini şöyle özetliyor: “İkramiye dahil ortalama 2145 TL olan ücretimize, ilk altı ay için, net 695 TL zam istiyoruz. İşçi başına ortalama aylık 7 bin TL kâr eden patronlar bu paranın 700 TL’sini versinler.” İşçiler, patrona sağladıkları kârın yüzde 10’unu talep ediyorlar. Patronlar bu parayı verseler zarar mı ederler, hayır. Örneğin kişi başına yıllık 75 bin TL kâr elde eden Ford şirketi işçi başına ücretlere aylık bin lira zam yapsa, zammın yıllık tutarı 120 milyon TL’yi bulur.

Bu da firmanın 750 milyon TL’ye ulaşan kârını 630 milyona düşürür. Ford bu durumda işçi başına yıllık 75 bin değil 63 bin lira kâr elde eder. Görüldüğü gibi, 1000 TL’lik zamdan sonra da çok fazla bir şey değişmez, yüksek kârlılık sürer. Bilançolar devasa kârlara işaret ediyor. Sektörde işçi başına, büyüklüklerine göre 40 bin, 50 bin, 75 bin, 100 bin, 150 bin lira kâr elde eden firmalar var. Patronlar işçi başına 60 bin değil de 50 bin lira kazanınca sanki ‘zarar edeceklermiş’ gibi bir hava estiriyorlar. AKP Hükümeti pek çok uygulaması ile pat-

ronların hükümeti olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı “OHAL’i grev yasaklamak için kullanıyoruz” diyerek bunu patronlara da söylemişti. Hükümetin milli güvenliği tehdit ediyor gerekçesi ile grev yasaklaması, ekonomik krizin faturasını işçilerin sırtına yıkması demektir. Hükümet patronların parasal güvenliği için grev yasağı kararını aldı. Bu nedenle işçiler grev yasağını tanımayacaklarını açıklıyorlar. İşçiler, sendikalarının hem daha etkili eylem kararları almasını hem de 2 Şubat’ta fili olarak greve çıkmasını istiyor.

TÜRKİYE’DE İŞÇİLER HEM UCUZ, HEM DE HASTA OLMUYOR

SENDİKALAR YASAĞA TEPKİ GÖSTERİYOR

FABRİKALARDA İŞÇİ KOMİTELERİ KURULUYOR

Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından hazırlanan ‘Metal İşçisinin Gerçeği’ başlıklı raporuna göre Türkiye’deki metal işçileri Avrupalı işçilere göre çok ucuz çalışıyor. Avrupa’da metal işçisinin işverene saat maliyeti ortalama 33 Avro. Türkiye’de ise sadece 2.58 Avro, onda biri bile değil.

Birleşik Metal-İş sendikası, hükümetin grev yasağını tanımadıklarını, daha önce duyurdukları gibi 2 Şubat’ta greve çıkacaklarını bildirdi. Türk Metal sendikası, “Grev hakkımızın, çeşitli gerekçelerle yasal olarak kullanılmasını engellemek, özgür toplu sözleşme düzenine vurulmuş bir darbedir” dedi.

Fabrikalarda grev yasağına ve MESS’in aylık 200 TL zam teklifine büyük öfke var. İşçiler; “Bölümlerde ve bantlarda sorumlular belirlemeliyiz. Hakkımızı aramak için sadece sendikalara güvenemeyiz, kendi fabrika örgütlenmelerimizi kurmalıyız” diyor. “Beklemek bizim kaybımıza” diyen işçiler “Bir an önce bölümlerde ve bantlarda sözcüleri belirleyerek komitelerimizi kuralım, fiili mücadeleyi başlatalım” çağrısı yapıyorlar.

Çelik-İş sendikası, “MESS, hükümetin almış olduğu grev yasağının arkasına sığınmasın, bu karardan medet ummasın. Taleplerimiz karşılanmadığı sürece, üretimden gelen gücümüzü devreye sokmaktan geri durmayacağız” diye açıklama yaptı.

Metal işçilerinin sözleşme sürecinde elde edeceği kazanımlar bütün işçilerin hak alma mücadelesine ışık tutacak, yol gösterecek. O yüzden hem MESS grup sözleşmesi dışında kalan metal işçilerinin hem de tüm iş kollarında çalışan işçilerin bu mücadeleye destek olması çok önemli.

Üstelik Türkiye’de işçiler Avrupalı metal işçilerine göre çok daha kötü koşullarda çalışıyorlar. Burada metal işçisi için hasta olmak lüks. Metal işçileri, OECD verilerine göre, hastalık nedeniyle yılda yalnızca 3,2 gün işe gitmiyor. Bu rakam Avrupa’da ortalama 7-8 gün. Meksika’da 27,6 güne kadar çıkıyor. En az hastalık izninin Türkiye’de olması, en sağlıklı işçinin Türkiye’de olması anlamına gelmiyor. Türkiye’de işçi hasta olsa bile işe gitmek zorunda, yoksa işinden olabilir. Çalıştırılırken en insani ihtiyaçları görmezden gelinen işçiye şimdi enflasyondan kaynaklı kayıpları bile verilmek istenmiyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.