Sosyalist İşçi 615

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

615

15 Mart 2018 3 TL. sosyalistisci.org

NEFRET DUVARLARINA HAYIR IRKCILIĞA KARSI , , BİRLESELİM! ,

v Başta Suriyeli göçmenler olmak üzere azınlıkları hedef gösteren ırkçılar, patronların düzenine hizmet ediyor. Irkçılık insanlık suçudur, hep birlikte yenelim.

Irkçılığa karşı küresel mücadele sayfa 10’da

SURİYE BARIŞA UZAK

n Doğu Guta’da bombardıman altındaki sivillere insani yardım ulaştırılamıyor. n Afrin’de yaşayan binlerce kişi şehirden kaçıyor

Meltem Oral 8 Mart protestolarını yazdı:

sayfa 2

Dosta güven, düşmana korku

sayfa 6-7


2

GÜNDEM

PALDIR KÜLDÜR BİR İTTİFAK KANUNU

BİNLERCE SİVİL AFRİN’DEN KAÇIYOR Suriye'de savaş yedi yılı geride bırakırken, siyasi çözüm ve barış daha da imkansız hale getiriliyor. Suriye ordusunun saldırısı altında bulunan Doğu Guta'da sivillere insani yardım için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 30 günlük ateşkes kararı hayata geçirilemiyor. İslamcı muhaliflerin kontrolü altında kalan şehir yoğun hava saldırılarına maruz kalırken, Esad rejimi güçleri kritik yerleri ele geçirerek ilerliyor. Her gün onlarca sivil hayatını kaybederken, insani yardımlar bombardımanla engelleniyor. Suriye ordusunun ilerleyişi

Gerçekten de 20 ay sonra gerçekleşecek seçimler için şaşırtıcı bir hızla ittifak kanunu çıkartmanın peşindeki milletvekilleri herkesin zihninde “Bunlar erken seçime mi hazırlanıyor?” sorusunun oluşmasına neden oluyor. Bir iki başlığı AKP-MHP tarafından tashih edilen seçim ittifak kanununun maddeleri Mecliste gece yarılarına kadar süren çalışmalarla bir bir kabul ediliyor. Erken mi olur zamanında mı bilemiyoruz ama önümüzde üç seçim var. Erdoğan grup toplantısında Aralık ayında yerel seçim kampanyasını başlatmış oluruz dese de aslında bu üç seçimin kampanyasını başlattı. Bu yüzden bugünden seçimlerin sonrasına kadar kazanacak bir mücadele hattı inşa etmek çok önemli. Bunun için bazı deneyimleri yeniden hatırlamakta fayda var. Hatırlamamız gereken ilk deneyim, ABD’nin Irak işgaline katılmak için AKP’nin ilk hükümetinin meclise getirdiği Irak savaş tezkeresiydi. 15 yıl önce 1 Mart’ta yaşanan oylama AKP’nin aldığı ilk siyasi yenilgiydi ve bu yenilginin nedeni, AKP tabanında yer alan, AKP’ye oy veren insanların da desteğini alan bir kampanya inşa edilmiş olmasıydı. Başka bir örnek ise birçok seçimde Kürt illerinde AKP’nin HDP’nin gerisinde oy almasıdır. Uzun süre Kürt illerinde HDP’den daha yüksek oy alan AKP, özellikle çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte HDP’nin gerisinde kalmıştır. Burada da AKP’ye oy veren Kürt kitlesinin önemli bir bölümünün oylarının alınabilmiş olması önemlidir. Bir başka örnek ise 7 Haziran 2015 seçimleridir. Bu seçimlerde AKP’ye oy verenler, bu oylarını gidip başka partilere vermedi fakat AKP’ye de oy vermedi. Bu seçimlerin ardından AKP tek başına hükümet kurma şansını kaybetti. Son olarak 16 Nisan 2017 günü gerçekleşen ve AKP’yle MHP’nin ittifak olmasına rağmen yüzde 50’yi zorlukla geçebildiği referandum örneğini hatırlayabiliriz. Hem 16 Nisan referandumu hem de ardından gelen Adalet yürüyüşü, toplumun geniş kesimlerinde olduğu gibi AKP tabanında da AKP liderliğinin siyasi yöneliminden farklı görüşlerin şekillendiği gelişmelerdi. AKP’ye oy veren, gelişmelerden memnun olmayan, değişimden yana tutum almak isteyen ama güçlü bir alternatif olduğunu düşünmeyen işçiler ve yoksullara politik olarak nasıl sesleneceğini ve bu kitlelerdeki huzursuzluk ve alternatifsizliği aynı anda kavrayabileceğini gösteren bir muhalefet tarzı AKP-MHP ittifakının yenilmez armada olmadığını da gösterebilir.

Rusya'nın desteği sayesinde yenik başladığı savaşı Suriye'nin yüzde 80'inin kontrolünü yeniden ele alarak sürdüren rejimin kendi düzenini yeniden kurması, en başta ABD ve uluslarararası koalisyon güçlerinin ülkedeki varlığını tehdit ediyor. Esad rejimi aynı zamanda Suriye'nin kuzey doğusundaki Arap ve Kürtleri, Türkiye'ye karşı birleşmeye çağrıyor. Rejime bağlı milisler, YPG ile birlikte şehir merkezinde konumlanmış durumda. ABD ise Doğu Guta'da klor gazı kullanmakla suçladığı Esad rejimini, tehdit etmese de uyarıyor. Afrin'de şehir savaşına doğru Suriye ordusu, Doğu Guta'da ilerleyişini sürdürürken, 50 günü aşkın süredir Afrin'de sınır ötesi operasyon yapan Türkiye güçleri, şehrin kapısına dayanmış durumda. Afrin köylerinde yaşayan binlerce insan, kent merkezine kaçtı. Binlerce kişi de şehri terk ediyor Şehri üç koldan saran Türkiye birlik-

Doğu Guta.

leri güneyi açık bırakmış durumda ve yetkililer sivillerin buradan tahliye edileceğini söylüyor. Güneydeki yollar Suriye ordusunun hakim olduğu bölgeye çıkıyor. Afrin kuşatması her an başlayabilir. Gazetemiz yayına hazırlandığı sırada, Washington'da ABD ile Türkiye heyetlerinin kopma noktasına gelen ilişkileri ele aldıkları toplantıların arasında konuşan Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, "Afrin kent merkezine gireceğiz" demişti. Hafta sonu Ak Parti il kongrelerinde yaptığı konuşmalarda Cumhurbaşkanı da Afrin'e girileceğini ve Fırat Kalkanı'nda olduğu gibi burayı da kendisine bağlı Suriyeli muhalif güçlere bırakılarak çıkılacağını söyledi. Emperyalist devletlerin tavrı Afrin'de bir şehir savaşı kapıdayken Suriye hava sahasını açarak Türkiye operasyonuna izin veren Rusya, yeşil ışık yakmaya devam ediyor.

Menbiç'te Türkiye birlikleri ile karşı karşıya gelmek istemeyen ABD ise diplomatik zirveye kadar 'operasyona ara verin' çağrıları yapıyordu ancak Türkiye üzerinde açık bir baskı oluşturmadılar. Çavuşoğlu ise ABD ile Türkiye'nin Menbiç ve Fırat'ın doğusu üzerine anlaştığını duyurdu. ABD Suriye'deki müttefiki YPG'nin yanında mı yer alacak, yoksa NATO'daki ortağı Türkiye devletinin yanında mı? Afrin'deki savaşın seyri bunu kısa sürede gösterecek. Kaybeden Suriye halkları Suriye'de siyasi çözüm olasılıkları ABD ve Rusya'nın hegemonya savaşı ve bölgesel güçlerin müdahaleleri ile engellenmiş durumda. Kapitalistlerin çekişmesinin faturası, bir kez daha bombardıman altında yaşayan Suriye halklarına ödetilirken savaşın bir on yıl daha sürmesinin temelleri de atılıyor. Kazanan ise en başta Suriye devrimini kanla boğarak savaşı başlatan Esad ve Baas devleti.

21. YÜZYILIN ŞEHİR SAVAŞLARI İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da halkların yaşadığı dehşet, 21. yüzyılın başlarında ABD’nin Irak işgali ile şimdiki kuşaklara taşındı. Bağdat’ın, ABD savaş uçakları ile vurulması ve savaşın sonunda Irak’ın ortaçağ öncesi koşullara döndürülmesi yeni savaşlara da model oldu. ABD emperyalizmin yarattığı vahşetin ürünü olan IŞİD’in Suriye ve Irak’ta yayılması ile yıkıcı şehir savaşları da meydana geldi. Musul (2016): Irak’ın ikinci büyük kentinin IŞİD’den geri alınması için ABD ordusu öncülüğündeki koalisyon güçleri ile Irak ordusu ve Peşmergelerin 9 ay süren ta-

arruzunda 9 ila 11 bin sivilin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Şehir büyük yıkıma uğradı. Rakka (2016-2017): Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’in merkezinin bulunduğu şehre ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin başlattığı taarruz 11 ay sürdü. 562’si çocuk 2 bin 371 sivil hayatını kaybederken, 450 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Şehir yerle bir oldu. Suriye’nin birçok şehri Suriye ordusu, Rusya ve ABD savaş uçaklarının saldırısı altında kaldı. IŞİD’in ele geçirmediği Afrin şehri ise savaştan kaçan insanların göçleriyle kalabalık bir nüfusa ev sahipliği yapıyor.


GÜNDEM

ŞEKER FABRİKALARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİNE HAYIR!

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

“DÜNYA KÖTÜLÜKTEN İBARET DEĞİL” Adalet Zemini (AZ) tarafından 10 Mart’ta düzenlenen panelde çok sayıda konuşmacı bir araya geldi. Toplantılara katılım da büyük oldu. Sadece konuşmacılar değil katılımcılar da görüşlerini açıkladılar. Verimli tartışmalar yaşandı. Benim toplantıdan sonra aklımda kalan en önemli vurgu ise dünyanın sadece kötülükten, savaştan, militarizmden, sağcı, otoriter eğilimlerden ibaret olmadığı ve içinden geçtiğimiz küresel sağcı ve militarist dalganın da geçici bir karaktere sahip olduğu yönündeki görüşlerdi. Birinci Dünya Savaşı, bu savaşın içinde patlayan devrimler ve isyanlar dalgası. Bu mücadele dalgası 1925-1927 Çin Devrimi’nin yenilgisine kadar sürdü. 1920’lerin sonunda faşizmin yükselişi, kapitalizmin tarihinin en büyük krizi ve dünya savaşını hazırlayan çelişkilerin birikmesi, İkinci Dünya Savaşı,

Şeker fabrikalarında direniş.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi-

ne karşı kamuoyunda önemli bir tepki var. Bir yandan milyonlarca insan özelleştirme sonucu işsiz kalacak, bir yandan kanserojen etkisi olan mısır şekeri piyasada egemen olacak.

Özelleştirilecek fabrikaların çoğu kapatılacak, arsaları satılacak veya depo olarak kullanılacak. Çalışmaya devam edecek olanlar ise kısa sürede mısırdan şeker elde edilen tesislere çevrilecek. İnsanlar bu apaçık hatalı uygulamaya karşı seslerini yükseltiyorlar. Şekerin üretildiği pancar, Türkiye’nin bitkisi olarak akıllara gelir, Türkiye pancar üretiminde dünyada beşinci ülkedir. Mısır üretiminde GDO’lu tohumlar yaygın olarak kullanıldığından, mısırdan şeker elde edilmesi sağlık açısından zararlıdır. 10 milyon insanı ilgilendiriyor! Bugün itibarıyla şeker sektöründe 25’i kamunun elinde toplam 33 fabrika var. Bu fabrikalarda 50 bin işçi istihdam ediliyor. Yaklaşık 250 bin aile

pancar ve mısır (şeker üretiminde kullanılan) üretiminde çalışıyor. Nakliyecisi, besicisi ve yöre esnafıyla beraber şeker üretimi 10 milyona yakın insanı ilgilendiriyor. Türkiye’nin 2017 yılı şeker tüketimi 2,7 milyon ton oldu. Bunun 400 bin tonu mısırdan elde edildi, 2 milyon tonu pancardan üretildi, kalan 300 bin tonluk kısmı ise ya ithal ediliyor ya da kaçak yollarla getiriliyor. İthal veya kaçak getirilen şekerin de mısırdan üretildiği yani sağlığa zararlı şeker olduğu biliniyor. Fabrikaların 3 milyon ton şeker üretme kapasitesi var, ama sadece 2,4 milyon şeker üretiliyor, çünkü ithal veya kaçak giren mısır şekeri giderek piyasada daha fazla yer kaplıyor. Sağlığımıza ve işimize zararlı Danıştay daha önce şeker fabrikalarının özelleştirmesini reddetmişti. Hükümet OHAL fırsatçılığına ve KHK’ya dayanarak, yargı yoluna başvurulamayacağı rahatlığı ile şeker fabrikala-

rını özelleştiriyor. Özelleştirme kapsamına alınan 14 fabrika 1 milyon ton şeker üretiyor, 125 bin hektar ekim alanı ile pancar ekim alanlarının yüzde 50’sinin ürününü işliyor. Özelleştirecek 14 fabrikada toplam 5 bin işçi çalışırken tarımsal alanlarda 50 bin çiftçi ailesi üretim yapıyor. Üretim sürecine katılan yan sanayi çalışanları ile birlikte toplam 2 milyon insan şeker fabrikalarının özelleştirilmesinden etkilenecek. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin arkasında tarım alanında uluslararası düzeyde tekelleşmiş bir şirket olan Cargill’in olduğu söyleniyor. Cargill şirketi, hükümete sunduğu raporlarda “şeker pancarı yerine –kendi ürettiği- mısır şurubunun kullanılması’ gerektiğini söylemekte. Bu da şeker pancarı üretimi yerine, kalp, kanser, şeker hastalığı gibi pek çok önemli sağlık sorunlarına yol açan nişasta bazlı mısır şekeri üretiminin ağırlık kazanacağını göstermekte.

ŞEKER DİRENİŞİ BÜYÜYOR

Hükümetin şeker fabrikalarını özelleştirme girişimine karşı işçiler direniyor. Türk-İş özelleştirmeye karşı olduğuna dair bir basın açıklaması yaptı. Şeker-İş Sendikası, fabrikalarda ve pancarın ekildiği 64 ilde çiftçi, besici, nakliyeci birlikleri başta olmak üzere sivil toplum örgütleri ve vatandaşların katılımıyla “Şeker fabrikaları satılmasın” imza kampanyası başlattı, kampanyaya katılım 1 milyona ulaştı. İşçiler çeşitli

illerde sokak eylemlerine başladı, hepimiz şekerin özelleştirilmesine karşı eylemlerle dayanışma içinde olmalıyız. AKP özelleştirmeden yana

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle ilgili kararı hatırlatan AKP hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, “Şeker fabrikalarının özelleştirilmeyeceğini AK Parti hükümetleri hiçbir zaman

söylemedi. Biz her zaman özelleştirmeden yana olduğumuzu söyledik. Yozgat’ta da, Sorgun Şeker Fabrikası'na gittiğimizde işçilerin yüzüne de bunu söyledik, kimseyi aldatmadık, kimseyi kandırmadık. Biz ne yapacağımızı söyleyerek siyaset yapıyoruz, bundan sonra da öyle yapacağız" dedi. Önümüzdeki seçimlerde işçiler elbette AKP’nin bu söylediklerini hatırlayacaktır.

savaşa karşı direniş, refah dönemi, kapitalizmin yapısal krizi, krize tedbir olarak alınan önlemlerin 1968 dünya yangınını başlatması, savaşa, emperyalizme ve kapitalizme karşı dünyayı değiştiren kocaman bir hareketin şekillenmesi, Küba’da, Çin’de ulusal kurtuluş mücadeleleri, Vietnam halkının direnişi, ABD içinde kendi devletlerinin savaşına karşı çıkan benzersiz bir hareketin oluşması. 1970’lerin ortalarından itibaren hareketin geri çekilmesi, askeri darbeler, Teatcher, Reegan gibi liderlerde cisimleşen yeni bir sağ dalga. Sonra bu dalgaya karşı antikapitalist savaş karşıtı hareketin dünyanın kaderine etki eden birleşik gücü. AZ panelinde çok sayıda örnekle mücadelenin inişli çıkışlı bu karakterinin altı çizildi. Fakat, süreçlere bir tarihçi gibi yaklaşamayacağımızı, bugün yaşanan gerilemenin kendiliğinden sona ermeyeceğini de biliyoruz. Bu yüzden önemli olan, bugün hangi mücadele dinamikleri öne çekilebilirse, otoriter eğilimlerin püskürtülebileceğini tayin etmek ve mücadele etmeye istekli tüm aktvistlerin bu politikalar etrafında harekete geçmesine yardımcı olmak, mücadelenin olanakları nı yaratmak. Bu açıdan AZ toplantısında hem savaşın hem de anti demokratik eğilimlerin kapitalizmin kopmaz bir parçası olduğunun birçok konuşmacı tarafından tespit edilmesi, devletlerin baskı mekanizması olarak rolü ve bu rolün demokratik mekanizmaların garantisi olacak kitle hareketleri tarafından denetlenmesi ve giderek geriletilmesi yönündeki tartışmalar, tutulacak politik halkanın hangisi olduğunu da gösteriyor. Bir araya gelmesi tehlikeli görülen, amiyane tabirle farklı mahallelerin aktivistlerinin kapitalizme karşı birlikte barış ve demokrasi mücadelesi. Bu mücadele sadece kitleselleşme şansına sahip olduğu için değil doğru politikalar etrafında sahici saflaşmalara yardımcı olacağı için de önemli.


4

DÜNYA

TRUMP’IN TİCARET SAVAŞI EGEMEN SINIF İÇİN KAOS DEMEK

Bu zincirlerden bazıları belirli bölgelerde yoğunlaşmış durumda – örneğin ABD’nin çevresinde Kuzey Amerika’da, Almanya’nın çevresinde orta ve doğu Avrupa’da. Fakat en büyük ekonomilerin ticareti ve yatırımı – hepsinden önce ABD ve Çin – bütün dünyaya yayılmış durumda.

ALEX CALLINICOS

Seçildiğinden bu yana, Trump’ın sadece geleneksel sağ kanat Cumhuriyetçi bir başkandan daha fazlası olup olmayacağı tartışılıyor. Onun döneminde zenginler kesinlikle iyi durumda. Multimilyarder Warren Buffet’ın Berkshire Hathaway fonu, Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu kongre tarafından kabul edilen vergi kesintileri sayesinde 21 milyar Pound daha fazla kazanacak. Ancak geçtiğimiz Perşembe günü Trump, çeliğe yüzde 25 ve alüminyuma yüzde 10 ithalat gümrük tarifesi uygulayacağını açıkladı. Bu uygulama ile Çin’i hedeflediğini iddia ediyor ancak bu tarifeler ABD’nin Kanada, Almanya, İngiltere ve Güney Kore gibi müttefiklerini de etkileyecek. Trump bu kararını kışkırtıcı bir dizi tweet ile savundu, “ABD, hemen hemen birlikte iş yaptığı bütün ülkelerle ticaret yaparken milyarlarca dolar kaybederken ticaret savaşları iyidir ve bu savaşların kazanılması kolaydır” dedi. “Eğer bir ülke ile yaptığımız işten 70 milyar dolar zarar ediyorsak ve bu ülke açıkgözlülük yapıyorsa o zaman o ülkeyle artık ticaret yağmayacağız – büyük kazanacağız. Çok basit.” Çin’in bu hamleye karşı yanıtı çok ılımlı olurken AB, kendi gümrük tarifeleri ile misilleme yapacağını söyledi. Avrupa Ko-

Ticaret savaşı, çelikten başladı.

misyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, AB’nin Harley Davidson motorsikletlerini, viskiyi ve jeanleri hedef alabileceğini söyledi. Resmi bir AB görevlisi Financial Times’a, “Brüksel’in sert ve açık bir yanıt hazırlığı içinde olduğunu” söyledi. Trump buna Avrupa’dan araba ihracı ile ilgili tarifelerle tehdit ederek yanıt verdi. Dünyanın gördüğü son gerçek ticaret savaşı 1930’da, ABD Kongresi’nin Smoot-Hawley Kanunu ile tarifeleri yüzde 40.1’den yüzde 59.1’e çıkarmasıyla yaşanmıştı. Bu, dünya pazarını darmadağın eden birkaç hamleden biriydi. Bunun üzerine örneğin İngiltere altın standardından çıkmış, poundu devalüe etmiş ve Imperial Preference tarife sistemini kabul etmişti

Büyük liberal ekonomist Maynard Keynes, bu konuda daha rahattı. “Fikirler, bilgi, bilim, misafirperverlik, seyahat – doğası gereği uluslararası olması gerekenler bunlardır. Ancak mümkün olan her durumda mallar ev yapımı ve her şeyden önemlisi finans milli olabilir” demişti. Hegemonya Fakat İtalyan Marksist Antonio Gramsci, faşist hapishane hücresinden olan biteni daha doğru bir şekilde anlayabilmişti. “Her önemli ulus, kendi politik hegemonyasını ekonomik bir temel ile güçlendirme eğilimindedir. Bu eğilimin sonucunda dünya pazarı artık bir dizi ulusal ekonomiden değil uluslararası (devletlerarası) pazarlardan oluşacak” dedi.

Diğer bir deyişle, 1930’ların ticaret savaşı dünya ekonomisini her biri kendi müşterilerine ve sömürgelerine sahip birbirine rakip büyük emperyalist bloklar oluşturmaya zorladı. Bu bloklar İngiltere, Fransa, ABD, Almanya ve Japonya idi. Ve tabii ki bu süreç gerçek bir dünya savaşına zemin hazırladı. Fakat Trump’ın büyük bir memnuniyetle başlattığı ticaret savaşı farklı bir durum. Keynes ne düşünürse düşünsün günümüzde üretim ve finans artık uluslararasılaşmış durumda. Bugün dünya ekonomisine hakim olan büyük ulusötesi şirketler sınırları kesen bir üretim zincirine dayanıyorlar. Brexit’in İngiliz kapitalizmini bu kadar zor bir duruma sokmasının nedeni bu.

ÇİN’DE 'ÖMÜR BOYU' BAŞKANLIK Dünya, Trump ve etkisindeki otoriter yönetimleri tartışırken Çin Komünist Partisi (ÇKP) anayasayı değiştirerek, devlet başkanlığının iki dönemle sınırlandırılmasına son verdi. Çin'de Mao'dan sonra en güçlü lider olarak kabul edilen Şi Jinping, mutlak diktatör ilan edilmiş oldu.

1.5 milyara yaklaşan nüfusa sahip Çin'in anayasasına mutlak diktatörlüğü getiren değişiklik 2123 delegenin katıldığı parti kongresinde oylandı. 2 'hayır' ve 3 'çekimser' oy dışında tüm delegeler "Baba Şi"ye ömür boyu devlet başkanlığına 'evet' dedi.

2023'te görev süresi bitmesi beklenen Komünist Partisi liderinin lakabı tıpkı Stalin gibi "baba." Şi, kendisine bağlı ÇKP'nin dünyanın ikinci büyük ekonomisini merkezi olarak yönetmesini savunuyor. Ulusal kalkınma ve başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletlerle rekabeti esas alan Şi, Çin'de devlet kapitalizmini savunurken Trump'ın karşısına serbest piyasacı ve küreselleşmeci olarak çıkıyor.

Oylama sembolik, 2123 delegenin üstünde 204 üye ve 167 alt düzey yöneticiden oluşan merkez komitesi, onun üstünde 24 üyeden oluşan politbüro, politbüronun üstünde 9 kişilik yürütüme kurulu ve en tepede devlet başkanı yer alıyor. Bir bürokratik elitin tepeden müdahalesiyle Çin'deki mutlak diktatörlüğün yasallaşması, demokratik yöntemleri reddeden 21. yüzyıl otoriterlerinin ortak vizyonlarını da sergiliyor.

Mao ve Şi.

Dolayısıyla bugün ticaret savaşı ABD’nin kendi içindeki büyük kapitalistlerin çıkarına bir durum değil. Bu çıkarlar Trump’ın Beyaz Sarayı’nda Goldman Sachs’ın eski başkanı Gary Cohn tarafından temsil ediliyor. Micheal Wolff Cohn’u “Hillary Clinton’a oy vermiş bir demokratik küreselci-kozmopolitan Manhattanlı” olarak tarif ediyor. Yeni tarifeler Cohn için yenilgi ve Trump’ın Ulusal Ticaret Konseyi başkanı Peter Navarro için zafer anlamına geliyor. Navarro Mart ayında “Trump yönetiminin en büyük hedeflerinden birisi, aslında ABD içinde var olabilecek (ancak şu anda olmayan) tedarik zincirlerini ve üretim olanaklarını yeniden geri kazanmaktır” dedi. Ancak tedarik zincirlerinin var olmasının nedeni katılımcı firmalar için kârlı olması. Geçtiğimiz Cumartesi günü Trump gazetecilere “kaosu seviyorum. Kaos gerçekten çok iyidir” dedi. Trump o çok sevdiği kaosa erişecek gibi görünüyor. (Çeviri. Arife Köse)


RÖPORTAJ

5

“YENİ 1 MARTLAR LAZIM BİZE” 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin Irak’a yönelik işgal girişimi Türkiye’de daha öncekilere hiç benzemeyen bir savaş karşıtı hareketin mücadelesini tetikledi. 2000’li yılların ilk yarısına damgasını vuran bu hareketin aktivistlerinden Şenol Karakaş’la kampanyanın niteliğini konuştuk

1 Mart 2003, Ankara’da tezkereye karşı miting.

Savaş karşıtı kampanyayı inşa ettiğinizde bir yıl içinde böylesine başarılı, kapsamlı bir örgütlenmeye ulaşacağınızı düşünüyor muydunuz? Şenol Karakaş: Elbette. Ömrü billah küçük bir sekt olarak kalmak isteyenler var mıdır bilmiyorum ama her örgütlenme, her kampanya konusu etrafında kitlesel olmak, başarı kazanmak, kalıcı olmak üzere atar adımlarını. Biz de savaşa karşı kitlesel ve tam da bu nedenle başarı kazanan bir kampanya olmak hedefiyle, bu hedefi hayata geçireceğimize duyduğumuz derin bir inançla harekete geçtik. Hangi faktörler başarılı olmanızda etkili oldu? Şenol Karakaş: Irak işgaline karşı dört temel faktörün başarı kazanmamızda belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu faktörlerin en başında küresel antikapitalist hareket geliyor. Bu müthiş bir hareketti. 1980’li yıllardan 2000’li yıllara kadar süren sağ dalgaya verilen ve ABD’de Seattle’da başını kaldıran dev bir hareketti. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, NATO gibi küresel sermayenin ekonomik ve askeri hegemonya aygıtlarının bütününe karşı, kapitalist sistemi sorunların kaynağı olarak gören bu hareket, büyük şirketler, bu şirketlerin yürütme komitesi gibi çalışan devletler ve bu devletlerin uyguladığı neoliberal politikalar arasındaki bağı yaygın bir şekilde teşhir etmeye başlamıştı. Özellikle hileli bir seçimle ABD başkanı olan George W. Bush, tam bir şirket memuru olarak antikapitalist hareketin keskin eleştirilerinden payına düşeni almış ve tüm dünyanın gözünde sermayenin kuklası yeteneksiz bir siyasetçi olarak damgalanmıştı. 11 Eylül saldırılarında sonra ABD’nin Afganistan’a yönelik intikam savaşına, “Benim adıma savaşma” kampanyası yapan ABD’deki hareket tarafından hemen karşı çıkılmıştı. Antikapitalist hareket tüm dünyada şirket ve devletlerin arasındaki bağın eleştirisinden, şirketler, devletler, silahlanma, askeri-sanayi kompleks ve emperyalizm arasındaki bağlantıların teşhirine doğru büyük bir sıçrama yaşadı. Artık tüm dünyayı etkisi altına alan dev gibi bir savaş karşıtı hareket vardı ve bunun bizim harekete geçmemize etki etmemesi mümkün değildi. Bu hareket sizi nasıl etkiledi? Şenol Karakaş: Biz bu hareketi gördük, kavradık ve bu hareketin dinamiklerine uygun bir şekilde kendimizi yeniledik. Tabii ki bu yenileme çabasının karşısına yine herkesten önce daha sonra ulusalcı olduğu iyice kesinleşecek solun bazı kesimleri çıktı. Biz kampanyayı inşa ederken onlar

antikapitalist hareketin batı merkezli bir hareket olduğunu iddia etmekle meşguldüler. Ama görmezden gelseniz de gerçek keskinliğinden bir şey yitirmez. Hareket o kadar güçlüydü ki varlığını inkar edenler de son anda antikapitalist hareketin vagonlarına atlamak zorunda kaldılar. Bizim bu hareketi görmemiz ise bütünüyle enternasyonalist bir örgütlenme olmamız sayesinde oldu. ABD’de, Avrupa’da ve dünyanın çeşitli ülkelerinde aynı temellerde örgütlendiğimiz kardeş örgütlerimiz 1999 yılında gerçekleşen Seattle eylemiyle birlikte bu hareketin karakterini ve önemini tartışmaya başlamıştı. Biz de hızla bu tartışmaya katıldık. Üstelik, aşağıdan sosyalizm geleneğine bağlı olan bir sol grubun aşağıdan yükselen bir dinamiği kavraması şaşırtıcı değil. Son olarak Türkiye’de bir dizi mücadele başlığında yepyeni dinamiklerin ortaya çıktığını ve yeni, genç bir aktivist kuşağın da bu mücadelelere katılmaya başladığını görecek kadar mücadelenin içindeydik. Hareketin gücünü belirleyen diğer faktörler nelerdir? Şenol Karakaş: İkinci faktör, bizim Savaşa Hayır Platformu’nu kurmaya başladığımız dönemin 28 Şubat darbesinin yarattığı toplumsal bölünmeye, laik hassasiyetin zirvesinde olduğu koşullara tekabül etmesiydi. Bu bölünme, işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin de bölünmesi anlamına geliyordu ve laik-dindar bölünmesi yerine, ABD’nin savaşından yana olanlar-karşı olanlar bölünmesinin hakim hale gelmesi büyük bir heyecan dalgası yarattı. Bu kadar net bir slogan etrafında, “Savaşa hayır!” sloganı etrafında, 28 Şubat darbesinin muhatap aldığı İslamcılarla solun, aktivistlerin ve demokratların bir araya gelmesi ilk kez oluyordu. Bu çok heyecan uyandıran bir gelişmeydi ve hareketin başarı kazanmasında belirleyici oldu. 28 Şubat darbesinin yarattığı ve sonuçta darbecilerin işine yarayan kutuplaşma, savaş karşıtı hareket tarafından aşılmış oldu. İçinden geçtiğimiz günlerde yeni bir yapay bölünme, gerçek sorunları gizleyen bir saflaşma yaşanıyor ama bu başka bir hikaye. Sendikaların hareket içindeki rolü neydi? Şenol Karakaş: Bu sorunun yanıtı zaten savaş karşıtı kampanyanın başarısındaki bir diğer temel faktöre işaret ediyor. Eğer Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu farklı siyasi görüşlere sahip liderliklerin yönetimi altındaki tüm sendikaları bir araya getirememiş olsaydı, savaş karşıtı kampanya güç kazanamazdı, kalıcı kazanım elde edemezdi,

hükümeti geri adım atmaya zorlayamazdı ve hareketin bileşeni olan 200’e yakın kurumu bu kadar kendine güvenli olamazdı. Türk-İş, Hak-İş, KESK, DİSK, odalar savaş karşıtı hareketin sadece imzacısı değil aktif bileşeni oldular. Bu, bugünlerde hatırlanmayabilir ama onlarca şehirde savaş karşıtı kampanyanın örgütlenmesinin kolaylaşmasına ve meşrulaşmasına yardımcı oldu. Sadece eylemlerin kitle gücünde büyük bir artışın yaşanması anlamında değil, tek tek işyerlerinde savaş karşıtlığının güçlenmesi anlamında sendikaların kampanyaya katılmaları çok belirleyici bir rol oyandı. Son olarak, Türkiye’de antikapitalist hareketin aktivistlerinin yenilikçi, yaratıcı, mücadeleci tutucu fikirlerden uzak olması, yenilgi yaşanan bir dönemin ruhuyla hiç temas etmemiş olması çok önemli bir ivme kattı savaş karşıtı harekete. Küreselleşme karşıtı mücadele diye de anılan hareketten etkilenen, öğrenen ve politikayı kavrayışı doğası gereği enternasyonalist olan, dünyanın tüm ezilenleriyle dayanışmayı öncelikli politik görevi olarak kavrayan antikapitalist kuşak müthiş bir heyecan ve örgütlenme becerisi kattı harekete. Bu hareket daha sonra iklim değişimine karşı mücadeleyi, sosyal forumların küresel ağlarının örgütlenmesini, darbelere, nükleer enerji ve silahlara karşı kitle hareketlerinin inşa edilmesini bu aktivist kuşağın enerjisiyle birleşerek gündemine aldı. Barış panayırları, Barışarock festivalleri, tiyatrolar, konserler, sempozyumlar, filmler, belgeseller, kitle eylemleri düzenlemek, eylemlerde koşarak, coşarak en keskin sloganları atarak tüm kortejleri etkilemek ve daha sonraki tüm hareketlerin simgelerini, slogan belirleme şekillerini, görsellerini, kullandığı renkleri etkilemek bu hareketin güçlü yanlarından birisi oldu. Genç aktivistler harekete geçti, işçi sınıfının hareketiyle karşılaştı, sayısız kurum bir araya geldi ve küresel savaş karşıtı hareketin en önemli başarısına imza attı. 1 Mart savaş tezkeresi TBMM’den geçemedi. Bu aslında AKP hükümetinin zaaflı olduğu noktanın da açığa çıktığı bir dönem oldu. AKP, ilk ciddi yenilgisini, bir kitle hareketi hem de kendi tabanını etkileyen bir kitle hareketi tarafından geriletilmesi sorununu 1 Mart’ta savaş karşıtı hareket sayesinde yaşadı. Bu derse sahip çıkmak, AKP’yle mücadelenin kazanması için izlenmesi gereken yolların neler olduğunu kavramak açısından da önemli. Bize, yeni 1 Mart’lar lazım. 15 sene sonra savaş karşıtı kampanyanın en önemli dersi budur!


6 KADIN HAREKETİ

8 MART: DOSTA GÜV DÜŞMANA KORK MELTEM ORAL

Bu yıl 8 Mart’ta yine dünya çapında kadınlar sokaktaydı. Hindistan, Pakistan, Filipinler, Türkiye, İngiltere, İspanya, Fransa, İtalya, Güney Kore ve daha bir dizi farklı ülke kitlesel protestolar, grevler ve gösterilere tanık oldu. Türkiye’de protestoların merkezi yine İstiklal Caddesi’ndeki ‘feminist gece yürüyüşü’ oldu. İkinci senesine merdiven dayayan OHAL gerekçesiyle Türkiye çapında grevler, yürüyüşler, protestolar yasaklanırken, bu süre içinde kadınlar defalarca kitlesel olarak sokağa çıktı. Ankara’da 4 Mart’ta yapılmak istenen yürüyüşe izin verilmezken 8 Mart’ta yüzlerce kadın gece eylemi için buluştu. İzmir’de yürüyüş yasağına rağmen kadınlar sokakta basın açıklaması için toplandı. Birçok ilde irili ufaklı buluşmalar gerçekleşti. İstanbul’da ise sağanak yağmura rağmen yine on binlerce kadın cinsiyetçi devlet politikalarına, Nurettin Yıldızgillere, gündelik hayattaki kadın düşmanı pratiklere karşı sloganlarla sokaktaydı. “Jin, jiyan, azadi”, “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” yine en çok atılan sloganlardandı. Herhangi bir talep için gösteri ve eylem yapmanın anti demokratik bir şekilde engellendiği bir ortamda kadınlar “susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” dedi. Neden önemli?

8 Mart gece yürüyüşü, İstanbul.

8 Mart gece yürüyüşlerinin gücü birçok açıdan çok önemli. Öncelikle son zamanlarda genel politik iklimdeki sağ otoriter yükseliş, toplumdaki cinsiyetçiliğin dozunun giderek artmasında çok etkili. Kitlesel kadın gösterileri cinsiyetçiliğe karşı çok güçlü bir yanıt. Hamasetin siyasetteki hakim ses olduğu, yargıda adaletin yerini bulacağına dair inancın neredeyse sıfırlandığı, militarizmin kutsandığı, demokratik hakların tırpanlandığı, otoriter ve milliyetçi politikaların yükseldiği bir atmosfer cinsiyetçiliği de güçlendiriyor, normalleştiriyor. Böylesi bir iklim Nurettin Yıldız gibi isimlerin kadın düşmanı fikirlerini çok rahat bir şekilde ortalığa saçmasına vesile oluyor. Basına yansımayan çokça benzer örneğin, bir dizi kadının hayatını dar ettiğini tahmin etmek güç değil. Çocuk istismarı, taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetleri konularında her geçen gün yeni bir şok edici gelişme öğre-

niyoruz. Gündelik hayatta kadının giyimine, gülüşüne, varlığına müdahale eden toplumdaki bu cinsiyetçiliğin yanına kadınların elde ettiği kazanımları otoriter politikalarının bir parçası olarak tırpanlayan iktidarı da eklemek gerekir. Yani kadınlar sadece genel otoriter iklimin yansımalarıyla değil doğrudan kadınların hayatlarına müdahale eden devlet politikalarıyla da muhatap. Aile kurumunu güçlendirmeyi merkeze alan ve kadınları annelik rolleriyle sınırlayan sistematik politika üretimi boşanmanın zorlaştırılması, doğum kontrol ilaçlarına erişimin zorlaştırılması, esnek ve güvencesiz çalışma, erkeklerden daha az ücretle çalışmak gibi pratikler anlamına geliyor. Kısaca gerek bizzat hayatlarındaki erkekler gerekse de iktidar politikası nedeniyle kadın olduğu için ezilen on binlerin OHAL’e rağmen sokakta haykırması cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin gücünü gösteriyor. Üstelik son yıllarda 8 Mart feminist gece yürüyüşünün kitlesinin ve kapsam alanının giderek büyüyor olması dünyadaki kadın mücadelesiyle de eşzamanlı ilerliyor. İkincisi son yıllardaki malum siyasi iklimde kadın yürüyüşleri, cinsiyetçiliğe karşı kadın özgürlüğü mücadelesinin sınırını aşan bir öneme ve etkiye sahip. Gösteri, yürüyüş, eylem, ifade özgürlüğü konusunda yasakların hüküm sürdüğü, bir dizi insanın asılsız iddialarla tutuklandığı, muhalefetin sokak gücünün büyük oranda kırıldığı, demokrasi, barış ve adaletten yana olanların sokağa çıkma motivasyonunu büyük ölçüde yitirdiği koşullarda onbinlerce kadının kararlı eylemi çok önemli. Genel otoriter havayı kırmak, OHAL yasaklarını aşmak, haklarımız için mücadeleden vazgeçmiş olmadığımızı muktedirlere ve hâlâ mücadelenin mümkün olduğunu dostlara göstermek için 8 Mart’ın rolü büyük. Dolayısıyla sadece kadın özgürlüğü adına değil mevcut sisteme karşı başka bir dünyayı mümkün kılma mücadelesi için de merkezi bir öneme sahip. Yerli-milli döneme sokaktaki muhalefette başrol, kadın hareketinde. Takvimi aşmak Geçen seneki 8 Mart’ın ardından yürüyüşe katılan başörtülü kadınların bir fotoğrafı sosyal medyada İslamofobik yorumlarla


KADIN HAREKETİ

VEN KU paylaşılmış, cinsiyetçiliğe karşı durduğunu iddia eden pek çok hesaptan, ayrımcılığı yeniden üreten ve kadın hareketini “laik-şeriatçı” olarak bölen yorumlar yapılmıştı. Benzer şekilde bu sene de yürüyüşe katılan kadınların çoğunluğunun bireysel olarak hazırladığı ve gündelik hayatlarındaki cinsiyetçiliğe tepkisini gösterdiği dövizler “topa tutuldu”. Kadınların kadınlıklarından, cinselliklerinden, arzularından, seks işçiliğinden, memelerinden bahsetmeleri kendisini muhalif zannedenleri rahatsız etti. Rahatsız olanlar egemen zihniyetten farksız “kadınlar, kadınlarımız” bakış açısına sahip, yürüyüşteki kadınları kendi kafasındaki “iffetli, ahlaklı” muhalif kadın şablonuna yakıştıramıyorlar ve aslında başımıza bela olan ahlakçılığı dayatıyorlar. Bu gibi tartışmaları aşmak, kadınlar hakkında bazı şeyleri “söylenemez kılmak”, saldırıya maruz kalan haklarımızı, hayatlarımızı korumak ve kadın hareketini daha da güçlendirmek için günün sorusu, 8 Mart’ların ivmesinin yıl boyunca nasıl muhafaza edilebileceği. Cinsiyetçilik her gün yeniden üretilen bir şey. Eğitimde, medyada, işte, kampüste, mecliste, yolda hayatın her günü bazen şiddet, taciz, tecavüzle bazen de ideal kadın söylemleriyle, esprilerle, yok saymalarla türlü türlü farklı formlarda karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla cinsiyetçiliğe karşı her gün bir mücadele günü kadınlar için. Bu mücadeleyi daha örgütlü, güçlü, kitlesel kılmanın yollarını tartışmak gerekir. 8 Mart feminist gece yürüyüşleri orada olan binlerce kadının hayatı için çok önemli bir etkiye sahip. Son yıllarda özellikle lise ve üniversite öğrencisi kadınların katılımında ciddi bir artış var. Her sene birçok kadının hayatında katıldığı ilk eylem 8 Mart gece yürüyüşü oluyor. Hiç şüphesiz hayatlarındaki bir dönüm noktası oluyor gece yürüyüşleri. Yılda birkaç kez bir araya geldiğimiz gösterileri aşmaya, mevcut potansiyeli süreklileşmiş bir harekete kanalize etmeye çalışmak gerekir. Dünya çapındaki kadın eylemlerinde giderek daha yoğun bir şekilde merkezi başlıklar haline gelen “eşit işe eşit ücret”, kreş hakkı gibi taleplerle Türkiye’de temel sorunlardan şiddet, kadın cinayetleri, taciz, istismar, tecavüzün önlenmesi gibi talepleri birleştiren sürekliliği olan bir hareketi kitleselleştirmenin olanakları var.

7

KÜRESEL KADIN HAREKETİ

Madrid’de grev ve protestolar.

Geçen sene Trump karşıtı öfkenin de bir parçası olan kitlesel kadın gösterileriyle ABD küresel harekete damga vurmuştu. Bu yılın öne çıkan gösterisi İspanya’daydı. İspanya’da 10 sendikanın çağrısıyla kapsamlı bir ‘feminist grev’ gerçekleşti. Katalonya ve İspanya’da yaklaşık 5 milyon kadın grevdeydi. Yüzlerce tren seferi iptal oldu. Bir dizi kentte büyük yürüyüşler yapıldı. Cinsiyetçilik, taciz, kadın cinayetlerine tepkinin yanı sıra “eşit işe eşit ücret” talebi öne çıktı. “Eşit işe eşit ücret” Özellikle son yıllarda Avrupa’da da ivme kazanan kadın hareketinin öne çıkan taleplerinin başında “eşit işe eşit ücret” geliyor. Dünyanın her bir köşesinde, sektörü, statüsü fark etmeksizin kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklerden daha az maaş alıyor. Özellikle 2008 finansal krizinden beri Avrupa’da kesintiye uğrayan şeylerin başında kadınların sosyal hakları geliyor, öncelikli olarak kadınlar işsizlikle yüzleşiyor. Türkiye’ye benzer aile merkezli muhafazakâr söylem kürtaj hakkı tartışmalarında olduğu gibi yükseltiliyor. Ekonomik krizin bedelini işçilere ödetmeye çalışan egemen sınıf politikalarına karşı taleplerle kadın merkezli talepler birçok yerde iç

içe geçmiş durumda. Mevcut manzaraya bakınca bu iç içe geçme halinde şaşılacak bir taraf yok elbette. İspanya’da kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklerden kamuda yüzde 19, özel sektörde yüzde 13 oranında daha az maaş alıyor. Fransa’da ise bu rakam yüzde 24. Çalışma saati ve alınan farklı maaşlar üzerinden yapılan sembolik bir hesaplamayla Fransa’da kadınlar aslında saat 15.40’tan sonra bedavaya çalışıyor. Geçen seneki gibi bu yıl da Fransa’daki kadınlar 15.40’tan sonra iş bıraktı. “Antikapitalist bir şekillenme” Küresel kadın hareketinde yükselen antikapitalist çerçeveyi gözlemlemek çok önemli. Daha doğru bir ifadeyle kadınların ezilmesinin gayet sınıfsal bir mesele olduğu, kadın özgürlüğü mücadelesinin işçi sınıfının antikapitalist mücadelesinden bağımsız düşünülemeyeceği gerçeği son yıllarda daha da görünür oldu. Geçen yıl ABD’de yayınlanan “yüzde 99 için feminizm” çağrısı hem kriz içindeki dünyada egemen sınıf olan ve krizin faturasını yoksullara kesmeye çalışan zengin yüzde 1’i hem de ırkçılık, iklim değişikliği, göçmen düşmanlığı gibi politikaları teşhir etmesi ve bunlara karşı mücadelenin birliğini vurgulaması açısından önemli bir

adımdı. Özellikle son iki senedir 8 Mart vesilesiyle farklı ülkelerde “kadın grevi” çağrılarının yapılması da bu kapsamda dikkat çekici. Sadece “özel alandaki görünmeyen emeği” yani ev işlerini, çocuk, yaşlı bakımını veya partnerle sevişmeyi durdurmak değil iş yerinde de iş bırakmak bu çağrıların kapsamında. Küresel kadın hareketi, ücret eşitsizliği karşısında kadınlara üretimi durdurmayı ve işçi sınıfının en güçlü aracı olan grev silahını kullanmayı öneriyor. İşyerlerinde sadece kadınların değil tüm çalışanların dâhil olduğu, kadın emekçilerin eşit ücret, kreş, regl izni gibi haklarını kazanması için yapılacak grevler bu talepleri kazanmak için en etkili olabilecek yöntem. Bu noktada tüm dünyada örgütlü solun, antikapitalist hareketin, işçi sınıfı mücadelesinin, sendikaların “kadın meselesinin” kapitalizme muhalefetin merkezindeki yerini daha çok tartışması, taleplerini, eylemliliğini bu gerçekliğe göre şekillendirmesi elzem. Üstelik tüm dünyada esen #MeToo (BenDe) rüzgârı gibi deneyimler kadın hareketinin gücü, meşruiyeti, kararlılığı ve öfkesiyle kar topu gibi büyüyen bir hareket olduğunu gösteriyor.


8 GELENEK

1968: VİETNAM, ANGOLA VE SAVAŞ KARŞITLARI

1968, savaş karşıtları sokakta. RONİ MARGULİES

Richard Nixon 1968 Kasım ayında Cumhurbaşkanı seçildiğinde, seçim vaadlerinin başında Vietnam savaşını sona erdirmek, Amerikan askerlerini memlekete geri getirmek geliyordu. Vietnam, ülkenin başlıca tartışma konusu olmuş, savaşın kazanılabileceği kamuoyunda giderek kuşkuyla karşılanmaya başlamış, savaş karşıtı hareket üniversitelerden taşarak her yanı kaplamıştı. İşler Nixon'un umduğu gibi gelişmedi. Yirmi yılı aşkın bir süredir, ta 1950'lerden beri, birkaç askeri danışman göndererek başladığı Vietnam müdahalesine her yıl asker sayısını artırarak sürdüren eden Amerika, aynı şekilde devam etti. Ama Amerikan toplumu artık devam etmeye niyetli değildi. Tet Taarruzu Nixon'un seçilmesinden tam bir yıl önce, Başkomutan General Westmoreland 21 Kasım 1967'de şöyle demişti: "Komünistler artık önemli bir saldırıya girişebilecek güçte değil... Kesinlikle eminim ki, 1965'te savaşı kazanmakta olan düşman bugün savaşı kuşkusuz kaybetmekte... Önemli bir aşamaya vardık: savaşın sonu artık görünür oldu." Gerçekten de, Nixon koltuğuna otururken, hükümeti onaylayanların oranı 8 puan artıyordu. Ama anketler yine de kamuoyunun %47'sinin savaştan memnun olmadığını gösteriyordu. Bu iyimser hava yaratılır, kazandık kazanıyoruz propagandası yapılırken, saldıramazlar bile denilirken, 30 Ocak 1968 günü 84.000 Viet Kong gerillası ve Kuzey Vietnam askeri savaşın en kapsamlı saldırısını başlattı! Tet Saldırısı toplam 64 şehri, daha da fazla sayıda küçük yerleşimi ve tüm Amerikan hava üslerini kapsıyordu. Saldırının amacı bir halk ayaklanmasını tetiklemekti. Bu amacına ulaşamadı. Vietnamlı bir komutanın ifadesiyle: "Doğrusunu söylemek gerekirse, ana hedefimizi gerçekleştiremedik. Ama Amerikalılara çok büyük kayıplar yaşattık, kazanımımız bu oldu. Amerika'da bir etki yaratmaya gelince, amacımız bu değildi, ama bizim açımızdan çok olumlu bir sonuç elde etmiş olduk." Saldırının sonucunda, Amerika'da savaşın kazanılabilece-

ğine inananların sayısı daha da azaldı; savaş karşıtlarının eli iyice güçlendi. Ertesi ay tüm savaş boyunca bir haftada en çok Amerikan askerinin öldüğü (543) hafta yaşandı. Ve 1968 yılı en çok Amerikalının (16.592) öldüğü yıl oldu. Şubat ayında, seçim vaadlerinin tam tersine, Nixon 48.000 kişinin askere alınması emrini imzaladı. My Lai Katliamı Ertesi yıl Kasım ayında Amerikan askerleri My Lai köyüne girip 400 ile 500 arası sivil köylüyü katletti. Olay bütün dünyada bir öfke dalgasına yol açtı. Aralık ayında öğrenci ve öğretmenlerin artık askerlikten muaf olmayacağı açıklandı. Üniversitelerde öğrenciler askere celp kağıtlarını yakarken; askere gitmemek için Kanada'ya kaçan genç Amerikalıların sayısı giderek artıyordu. Savaşın sona erdirilmesi beklenirken, 1970 başında Amerika Kamboçya'yı işgal etti. Üniversitelerde kitlesel savaş karşıtı eylemler patlak verdi. Mayıs ayında Kent State üniversitesinde gösteri yapan öğrencilere Ulusal Muhafızlar saldırdı, ateş açtı ve dört öğrenciyi öldürdü. Ülke çapında başlayan boykot hareketine dört milyon öğrenci katıldı. İngiltere'de Vietnam Dayanışma Kampanyası (Vietnam Solidarity Campaign, VSC) 1966 yılında kurulmuştu. Kampanyanın 1967 Ekim'inde örgütlediği 20.000 kişilik savaş karşıtı gösteri polisin tüm çabalarına karşı Londra'da Amerikan Elçiliği'nin bulunduğu meydana girmeyi başardı. Ertesi yıl Mart ayında 100.000, Ekim ayında 200.000 kişilik iki gösteri örgütlendi. Bunlar İngiltere tarihinin belki de o güne kadarki en büyük gösterileriydi. Portekiz Devrimi Vietnam savaşının yanı sıra, dünyanın ve 1968 hareketinin ilgisini toplayan diğer savaşlar Portekiz'in Afrika'daki üç sömürgesi Angola, Mozambik ve Gine-Bisau'daki kurtuluş savaşlarıydı. İspanya'daki Franco rejimi gibi, Portekiz'de de 1930'larda kurulmuş olan faşist rejim hâlâ varlığını sürdürüyordu.

Üç sömürgede süren savaş ülke ekonomisini giderek zora sokuyor ve Portekiz'i dünyada ve Birleşmiş Milletler'de dışlanan, kınanan bir hâle getiriyordu. Diktatör Salazar 1968'de 79 yaşında hastalanıp yerine Caetano geçtiğinde, sömürge savaşlarına karşı çıkmak tüm rejim karşıtlarını birleştiren konu olmuştu. Nihayet, 25 Nisan 1974'te Portekiz ordusunun içindeki bir grup, Silahlı Kuvvetler Hareketi, darbe yaparak Caetano'yu devirdi. Darbede tek bir kurşun atılmamıştı. Darbeyle birlikte halk sokaklara döküldü. Halkın askerlerin tüfek namlularına soktuğu karanfiller nedeniyle Portekizde faşizme son veren hareketin adı tarihe Karanfil Devrimi olarak geçti. Yeni hükümetin ilk kararlarından biri tüm askerleri Portekiz'den çekmek, sömürgelerin bağımsızlığını tanımak oldu. Afrika'daki bir diğer sömürgede, İngiliz sömürgesi Rodezya'da mücadele sürüyordu. Orada bağımsızlığın kazanılması biraz daha uzun sürecekti, ama artık sona yaklaşılmıştı: Ancak 1968 hareketinin artık sönümlendiği günlerde, belki de hareketin son zaferi olarak, Rodezya 1980 yılında Zimbabwe oldu. Tek dünya, tek mücadele Hareket 1968'de ve izleyen yıllarda Vietnam'da savaşa karşı mücadele etti, Afrika'da sömürgeciliğe karşı mücadele etti, Amerika'da ve Güney Afrika'da ırkçılığa karşı mücadele etti, Portekiz ve Çekoslovakya'da diktatörlüğe karşı mücadele etti. Ve tarihsel zaferler kazandı, dünyanın çehresini değiştirdi. Dünyayı yönetenler her yanda geri adımlar attı, yenilgiler yaşadı. Sonra, 1970'lerin ikinci yarısından itibaren toparlanmaya başladılar, karşı saldırıya geçtiler. Ve 1980'lere gelindiğinde, iktidarda Reagan, Thatcher, Kohl ve Özal vardı. Tarih, sınıf mücadelesinin tarihidir. Bazen onlar üste çıkar, bazen biz. O dönemde biz kazanıyorduk. Nihaî darbeyi vurmamıza ramak kalmıştı. Vuramadık. Vuramadığımız için, tarih ve mücadele devam ediyor.


İŞÇİ HABER

‘GENEL SAĞLIK SİGORTASI ÇÖKTÜ’ Ak Parti’nin “sağlıkta dönüşüm” adını verdiği sistem 15 yılda ne hale geldi? TTB Başkanı Raşit Tükel gelinen yeri şu verilerle özetliyor: n Genel Sağlık Sigortası ile herkesin faydalanabileceği bir sistem oluşturulduğu söyleniyordu. 4.5 milyon kişi primlerini ödemedi, bu yüzden sigorta kapsamı dışında kaldı.Tükel, Genel Sağlık Sigortası’nın çöktüğünü söylüyor.

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

SENDİKALAR, KADIN İŞÇİLERİN ÖRGÜTLENMESİ İÇİN DAHA FAZLA ÇABA GÖSTERMELİDİR Kadınlar 8 Mart’ta önemli eylemler gerçekleştirdi.

n Hükümet sağlık hizmetlerinin parasız hale getirildiğini savunuyordu. Bugün 14 farklı kalemde katkı/katılım payı hastalardan alınıyor.

Aynı günlerde DİSK tarafından “Türkiye’de kadın işçi

n Birinci basamak aile hekimliği sisteminde de büyük sorunlar yaşanıyor. Aile hekimleri, performansa dayalı sözleşmeli çalışırken, açık ceza puan sistemiyle sözleşme feshi baskısı altında ve ücret kesintileri karşı karşıya. Koruyucu sağlık hizmeti vermesi beklenen aile hekimleri, bir şirket gibi yönetilen sistemden bunalmış durumda. Acil servislere başvurular, yılda 110 milyonu geçiyor.

var. Önce TÜİK istatistikleri:

gerçeği” raporu yayınlandı. Bu raporda ve daha önce yayınlanan TÜİK istatistiklerinde önemli saptamalar

Çalışabilecek yaştaki kadınların yüzde 34’ü çalışma hayatına katılıyor, erkeklerde bu oran yüzde 72. İşsizlik kadınlarda yüzde 16, erkeklerde yüzde 9. 15-24 yaş arası genç kadınların ne eğitimde ne çalışma hayatında olmayanlarının oranı yüzde 33, er-

Aciller dolup taşıyor.

keklerde yüzde 14.

TAŞERON DÜZENLEMESİNE KARŞI GREV VE PROTESTOLAR

DİSK raporuna göre kadınların çalışma hayatındaki en önemli sorunları; düşük ücret, ayrımcılık, işsizlik ve güvencesizlik. Rapordan kısa başlıklar: Kadınların yüzde 64’ü çalışma hayatından, aldığı ücretten memnun değil. Kadınların yüzde 23’ü işe alım sürecinde ayrımcılık yaşıyor. Terfi, ücret zammı, eğitim vb. konularda her zaman erkek işçiler tercih ediliyor. Kadınların yüzde 24’ü güvencesiz işlerde, sigortasız olarak çalışıyor, bu oran erkek işçilerde yüzde 19. Kadınların istihdamda kalma süresi erkeklere göre daha kısa ve süreksiz. 2 yıl istihdamda kalan kadınların oranı yüzde 14, erkeklerin oranı ise yüzde 9. 16 yıl ve üzeri istihdamda ise erkeklerin oranı yüzde 24’e yaklaşırken, kadınların oranı yüzde 13’te kalıyor. Kadınların yüzde 92’si sendikasız, yüzde 8’i sendika üyesi, bu oran erkeklerde yüzde 14. İşten atılma korkusu ile kadın işçilerin sendika üyeliği engelleni-

İzmir.

n Hükümetin taşeron düzenlemesi sonucu binlerce kişinin işsiz kalacağını dile getiren Genel-İş sendikası, İzmir’de yarım gün iş bıraktı. İşçiler Başbakanlık önünde protesto gösterisi düzenledi. n KHK saldırılarıyla İstanbul’da ihraç edilen KESK üyesi emekçilerinin başlattığı direniş 55. haftasını tamamladı. n Bodrum Güvercinlik Mahallesi’ndeki turistik tesisin inşaatında çalışan ve 3 aydır ücretlerini alamayan işçiler, çalıştıkları 5 katlı otel binasının üstüne çıkarak eylem yaptılar. n Sendikalaştıkları için işten çıkarılmaları üzerine direnişe başlayan TÜMTİS işçilerinin mücadelesi sürüyor.

n Şeker fabrikalarının özelleştirmesi kararı her yerde protesto ediliyor. Ankara, Lüleburgaz ve birçok yerde daha fabrika önlerinde eylem yapılırken, Şeker-İş sendikası özelleştirme kararına karşı imza toplamaya devam ediyor.

kıyımına karşı bir saatlik iş bırakma eylemi yaptı.

katılma konusunda çekince yaşıyor, iş yeri temsilciliği, yöneticilik konularında erkek işçiler baskın çıkıyor. Kadın işçilerin yüzde 86’sı işyerlerinde çocuk bakım desteği alamıyor. Ortalama sendikalaşma oranı yüzde 12 iken kadın-

n Bursa’da Çimtaş işçileri toplu sözleşme talepleri için eylem yaptı, fabrika yönetimini protesto etti.

ların örgütlenmesinin çok daha az olması, sorunun boyutlarının büyük olduğunu gösteriyor. Sendikalardaki kadın yöneticiler ise yüzde 8’den de az, yüzde 1

n Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde MNG Holding bünyesinde çalışan inşaat işçileri, haklarının gasbedilmesine karşı iş bıraktı. Bir haftaya yakın süren grev sonucunda patron geri adım attı, işçiler taleplerini kazandı. n PTT’nin Topkapı merkezinde çalışan işçiler, yapılmak istenen işçi

yor. Sendikalara üye olanlar da sendikal faaliyetlere

civarında. Hem genel sendikalaşmanın, hem kadınların sendikalaşmasının, hem de kadınların sendikalarda belirleyici güç olmasının önemi çok büyük. Kadınların sendikalaşması, kadına yönelik şiddetin işçi sınıfının merkezi sorunu haline gelmesine de yardımcı olacaktır. Sendikalar, kadın işçilerin örgütlenmesi için daha Topkapı’da grev yapan PTT işçileri.

fazla çaba göstermelidir.


10

GELENEK TOPLANTI DUYURULARI

#M17: IRKÇILIĞA KARŞI BİRLEŞELİM!

Beyoğlu

17 Mart günü dünyanın 50’den fazla şehrinde ırkçılık karşıtları sokağa çıkarak mültecilerle dayanışmayı büyütecekler.

15 Mart Perşembe 19:00

Dünyada ırkçılığa karşı mücadele deneyimleri Konuşmacı: Deniz Güngören Yer: Leylek Kafe - İstiklal Caddesi Küçük Parmakkapı Sok. 15/3

Kadıköy 16 Mart Cuma 19:00

17 Mart 2017, Londra protestosu. OZAN TEKİN

Irkçılığın varlığı, insanlık tarihinin bütününe kıyasla oldukça yeni; her zaman var olan ve olacak bir olgu veya insan doğasının değişmez bir parçası değil. Geçmiş birkaç yüzyılda ne kadar “bilimsel” gerekçeler üretilmeye çalışılırsa çalışılsın, ırkçılık, kapitalizmin erken dönemlerindeki gelişimi sırasında, egemen sınıfların sömürü ihtiyacını karşılamaya yönelik üretilmiş bir ideoloji. Kapitalizm öncesi toplumlarda da bir dizi önyargı ve ayrımcılık biçimi vardı. Ancak bir grup insanın, ortak olarak taşıdıkları öne sürülen -çoğunlukla fiziksel olan- karakteristik özelliklerden dolayı sistemli bir şekilde ayrımcılığa uğramaları, kıtalar arası köle ticaretinin hızlanmasıyla başladı. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa’da burjuva devrimleri gerçekleşirken, herkesin eşit ve özgür olduğu fikri öne çıkarılıyordu. Fakat kapitalistler, vahşi bir köle ticareti ve emek sömürüsü üzerinden zenginleşiyorlardı. Irkçılık, bu çelişkiyi gidermek için, siyahların insandan çok hayvanlara yakın bir alt tür olduğunu anlatan ayrımcı bir teori olarak şekillendi. Fakat ırkçılık, kölelik sona erdikten sonra da ufak tefek değişikliklerle çeşitli biçimlerde var olmaya devam etti. Bu sayede, insanlar arasında fiziksel veya kültürel gruplaşmalar yaratarak, egemen sınıf, sömürdüğü emekçi sınıfları bölerek zayıflatma fırsatı yakalıyordu. İnsanların çıkarlarının, üretim ilişkilerinde tuttukları pozisyona, ait oldukları toplumsal sınıfa göre değil, fiziksel veya kültürel olarak ortak özellikleri taşıdıkları insanlarla ortak tanımlanması, gerçek sınıfsal çelişkiler etrafında mücadeleyi engellemeye yarıyordu. Mültecilere yönelik ırkçılık Bugün artık ırkçılık için biyolojik gerekçelerden çok “kültürel” argümanlar öne sürülüyor. Ancak ırkçılık birçok ülkede hâlâ siyasetin temel sorunlarından biri. Özellikle de son yıllarda Afganistan, Somali, Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki savaşlardan kaçan mülteciler sebebiyle, Batı dünyasında sağcılar ve ırkçı siyasi hareketler, göçmen düşmanlığı üzerinden ırkçı politikaları yükseltiyorlar. Dünyanın en zengin topraklarında birkaç milyon mülteciye

yetecek “kaynaklar” olmadığı iddia ediliyor; birçok Avrupa ülkesi sınırlarına duvarlar, çitler örüyor. Kendilerinin çıkardığı savaşlardan kaçan insanlara karşı “Kale Avrupası” inşa ediyorlar. Her yıl binlerce mülteci umuda yolculuk sırasında Akdeniz’de ve Ege Denizi’nde can veriyor. Göçmenleri hedef tahtasına koyan ırkçılar ise bilindik yalanlarını söylüyorlar. Onlara göre, mülteciler “çok suç işliyor”, “işlerimizi elimizden alıyor”, “kültürümüzü bozuyor”. Türkiye’de bunlara, AKP’nin Suriye politikaları sebebiyle, mültecilerin “hükümetten maaş aldıkları”, “üniversitelere sınavsız girdikleri”, “seçimlerde oy kullandıkları”, “vergi vermeden dükkan açtıkları” gibi yalanlar ekleniyor. Teyit.org gibi siteler ve mülteci alanında çalışan STK’lar bunların gerçeği yansıtmadığını defalarca açıkladı. Fakat buna rağmen başta CHP ve MHP olmak üzere milliyetçilerin kara propagandası sürüyor. Sınırları açın! Hükümet ise Suriye Devrimi başladıktan sonra ilk birkaç yılda uyguladığı açık kapı politikası nedeniyle üç milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapmakla övünüyor. AKP liderliği bir yandan bunu “insani bir tutum” olarak yüceltirken, diğer yandan mültecilerin statüsünü ve haklarını niçin tanımadığını, niye onları AB ile pazarlığında bir koz olarak kullandığını, ikide bir Avrupa’ya “Kapıları açar mültecileri üstünüze salarız” diye diklendiğini açıklamıyor. Üstelik, son üç yıldır AKP’nin mültecilere yönelik politikası 180 derece değişti. İktidar şimdi de Suriye sınırına “dünyanın en büyük duvarını” örmekle övünüyor. Bu duvarın “teröre karşı” dikildiği iddiası yersiz. Birincisi, Afrin harekâtı başlatılırken sınırın öte yanından füzeler atıldığı argümanı dile getiriliyordu. Demek ki duvar bu türden saldırıları durdurmuyor. İkincisi, duvar inşaatının başlamasıyla birlikte Suriyelilerin sınırdan geçişleri tamamen durduruldu ve kaçak geçmeye çalışanlara yönelik kötü muamele ve saldırı örnekleri arttı. Üçüncüsü, zaten hangi devlet kötü bir şey yapsa buna “terörle mücadele” adını takıyor. Öte yandan, AKP bir yandan da AB ile “geri kabul anlaşması” yaptı ve Ege Denizi’nden

botlarla Yunanistan’a geçişleri önemli ölçüde engelledi. Dolayısıyla, AKP mültecilere kucak açan bir politikanın değil, Avrupa devletleriyle el ele, NATO’nun sınırlarını “koruyan” ve mültecilere karşı Batı emperyalizminin bekçiliğini yapan bir parti. Dayanışmayı büyütelim AKP bunları yaparken, onun mültecilere “kıyak” geçtiğini iddia eden ırkçı muhalefet partilerinden güç alıyor. Kılıçdaroğlu, referandum günlerinde bütün kampanyasını Suriyelilere düşmanlık üzerinden şekillendirdi. “Evet” çıktığı takdirde AKP’nin Suriyelilere vatandaşlık vereceğini söyledi. Referandum biteli bir yıl oldu, böyle bir şey gerçekleşmedi. Berberoğlu için adalet arayan CHP lideri, iş Suriyelilere gelince adaletsizliğin artırılmasını istiyor. AKP’nin ortağı MHP ise zaten ırkçılığın kalesi. MHP gibi ondan kopan Akşener’in kurduğu İyi Parti de Türkiye toplumundaki sorunların kaynağı olarak Suriyelileri görüyor ve gönderilmelerini istiyor. Sosyalist İşçi gazetesi ise en başından beri mültecilerle dayanışmayı, kardeşliği ve ırkçıları geriletme perspektifiyle bir sokak hareketi inşa etmeyi savunuyor. Zira sosyalistler, işçi sınıfını bölen tüm ayrımcı egemen sınıf ideolojilerine karşı mücadele ederler. 19. yüzyılda İngiltere işçi sınıfının durumunu (İrlandalı göçmen işçilerle birlikte) ele alan Marx, milliyetçi ve ırkçı fikirleri benimseyen işçilerin, bu yolla kendi egemen sınıflarının çıkarlarına ortak edildiklerini saptıyordu. İngiliz egemen sınıfının İrlandalılara yönelik ırkçı fikirlerinin emekçiler içinde de kabul görmesi, Marx’a göre, İngiliz işçi sınıfının oldukça örgütlü olmasına rağmen güçsüz olmasının sırrıydı. Uluslararası Sosyalist Akım’ın öncülüğünde son birkaç yıldır, BM tarafından ırkçılık karşıtı gün kabul edilen 21 Mart’a denk gelen hafta sonunda, dünyanın çeşitli yerlerinde eş zamanlı eylemler yapılıyor. Bu yıl Antikapitalistler ile Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe platformları, 17 Mart’ta 50’den fazla şehirde yapılacak etkinliklerin bir parçası olarak sokağa çağrı yapıyorlar. İstanbul’da saat 18:00’de Galatasaray’da basın açıklaması, 19:00’da ise Cezayir toplantı salonundaki panelde buluşalım.

Marx nasıl marksist olmuştu? Konuşmacı: Şenol Karakaş Yer: DSİP - Serasker Cad. No: 88-90 Kat 3

Şişli 16 Mart Cuma 19:00

Kent hareketleri ve işçi sınıfı Konuşmacı: Özdeş Özbay Yer: DSİP Şişli -Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey


GELENEK

EMİN ŞAKİR’DEN SELAM VAR

DSİP üyesi Emin Şakir’in kurucusu olduğu “solyayin” internet arşivi gerekçesiyle tutukluluğunun dördüncü ayına yaklaşıyoruz. Yaklaşık dört aydır hangi suçlamayla tutuklu olduğuna veya mahkemeye ne zaman çıkacağına dair herhangi bir gelişme yok. Emin Şakir tam olarak neyle suçlandığını bilmeden ve suçlamalara karşı kendisini savunma hakkını kullanamadan, son dönemde binlerce insanın başına geldiği gibi özgürlüğünden mahrum bırakılıyor. Emin yoldaş haftalık olarak avukatlarıyla görüşüyor. Haftada bir de ailesiyle telefonda konuşma hakkı var. Bu sayede cezaevindeki koşullarından haberdar olabiliyoruz. Son avukat görüşünde, OHAL gerekçesiyle haklarının tırpanlanmasına rağmen genel olarak iyi ve moralli olduğunu iletti. Dışarıda kendisinden haber bekleyen herkese de moralli olmalarını istediğini söyledi. Emin yoldaş kitaplara erişim, teslim edilmeyen mektuplar ve birçok farklı meselede OHAL bahane edilerek yapılan haksız uygulamalara karşı tek tek dilekçeler yazıp itiraz ediyor. İki yoldaşının yolladığı mektupların cezaevi tarafından “suçluyu övmek” olarak değerlendirilerek kendisine teslim edilmeyeceğini öğrendikten sonra Emin yine Adalet Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli kurumlara dilekçeler yazarak duruma itiraz etti. Son avukat görüşünde söz konusu mektupların kendisine teslim edilmesi yönünde karar çıktığını söyledi. Kısacası Emin yoldaş cezaevinde de olsa haksızlığa karşı mücadeleyi elden bırakmıyor. Sadece kendisiyle ilgili konularda değil genel olarak cezaevi koşulları ve tüm koğuşu ilgilendiren konularda haksız uygulamalara karşı hukuki itirazlarını

Yıkılan SSCB ve Doğu Bloku’ndaki rejimler, kapitalizmden daha ileri toplumlar mıydı? Stalinizm neden sosyalizm değildir? Tony Cliff’in tarihi analizi, Roni Margulies’in çevirisiyle yeniden yayında!

Kitabı istemek için bizi arayın: 05547307216 facebook @zyayinlari Z Yayınları

Emin Şakir.

sürdürüyor. “Duvarın diğer tarafında” ise Emin Şakir’in yoldaşlarının, arkadaşlarının, ailesinin, avukatlarının onun bir an evvel özgürlüğüne kavuşması için mücadelesi sürüyor.

11

MARKSİST SÖZLÜK

BOLŞEVİZM CAN IRMAK ÖZİNANIR

1903 yılının Haziran ayında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) kongresi toplanır. Kongre, parti içindeki kanatların örgütsel ayrılıkların su yüzüne çıktığı bir havada geçer. Parti üyeliğine ilişkin madde tartışılırken Lenin liderliğindeki kanat ile eski yoldaşı Julius Martov Lenin, Troçki, Bolşevikler. önderliğindeki kanat arasında sert tartışmalar yaşanır. Lenin, partinin merkezi bir yapıya kavuşması gerektiğini, parti örgütlerinin birinde bizzat görev alan ve partiye maddi olarak katkıda bulunanların parti üyesi olması gerektiğini savunurken, Martov daha açık bir parti yapısı öngörmektedir. Kongre’de Lenin’in önerisi çoğunluğu kazanarak kabul görür, Martov ve arkadaşları ise azınlıkta kalırlar. O günden sonra örgüt fiili olarak çoğunluk anlamına gelen bolşevikler ve azınlık anlamına gelen menşevikler olarak ikiye bölünür. Küçük bir ayrıntıdan ibaretmiş gibi gözüken bu ayrışma başlangıç noktası sayılabilecek olsa da, bolşevizm ve menşevizm arasındaki farklar politiktir. Ayrışma 1903 yılındaki tartışmaya indirgenemeyecek kadar derinleşmiştir. Menşevikler bir tür evrimci Marksizm anlayışı çerçevesinde Rusya’da önce bir burjuva devrimi arkasından ise sosyalist devrimin gerçekleşmesi gerektiğini savunmuşlar, burjuvazi ile ittifak yapacak noktalar aramışlardır. Bolşevikler ise burjuva demokratik bir devrimde bile asıl rolü işçi sınıfının üstleneceğini savunmuşlardır. Bolşevikler her zaman demokratik merkeziyetçiliğe sahip çıkmakla beraber, örgütü hiçbir zaman donuk, sabit bir yapı olarak ele almamışlardır. Lenin ve yoldaşları partiyi her zaman sınıfın o günkü ihtiyaçlarına ve hareketin düzeyine bağlı olarak yeniden yapılandırmayı başarmışlardır. Bolşevizm, sınıf mücadelesi içinde gelişmeye devam etmiştir. Bunun sağlayan temel sebep. Lenin’in örgüt konusunda marksizme yaptığı katkıdır. Lenin, merkezi ve demokratik bir parti savunuyordu, bu parti hem işçi sınıfının bir parçası olacak, hem de onun en ileri unsurlarını bünyesinde toplayacaktı. Böylece bolşevizm donuk teorilerin değil, sınıf mücadelesinin yaşayan bir parçası olarak 1917’de Ekim Devrimi’ne önderlik etmeyi başardı. Stalinizm bir karşı devrimle iktidarı ele geçirdikten sonra tepeden inmeci parti yapısını ve tek ülkede sosyalizm garabetini bolşevizm olarak yutturmaya çalıştı. Oysa Troçki’nin de söylediği gibi stalinizm ve bolşevizm zıt kutuplardır. Bolşevizmin “işçiler partiye, parti iktidara” ya da “tek ülkede sosyalizm” gibi bir anlayışı hiçbir zaman olmamıştır. Bolşevizm, sınıf mücadelesinin güncel gerçekliği üzerine şekillenir ve kendisini işçi sınıfı yerine ikame etmez. Bolşevizmin hedefi tüm dünyada işçi sınıfının iktidarıdır ve Rosa Luxemburg’un söylediği gibi: “Gelecek her yerde Bolşevizmin olacaktır.”


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

2018

MARKSiZM GÜNLERİ 3-4-5-6 Mayıs İstanbul

DÜNYA-TÜRKİYE- AŞAĞIDAN SOSYALİZM HAKKINDA 13 TOPLANTI Dünya sağcılaşıyor mu? Türkiye’de ne yapmalı? Güncel sorunlar, mücadeleler ve çözüm önerileri altı ayrı başlıkta konuşulacak.

EMPERYALİZMİN KRİZİ VE ORTADOĞU n BARIŞA NE KADAR YAKINIZ? n İŞÇİ HAREKETİ: DENEYİMLER, İHTİMALLER n KADIN MÜCADELESİNİN ÖZGÜRLEŞTİREN DİNAMİKLERİ n GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIKLA MÜCADELE n 2019’A GİDERKEN NASIL BİR SOL MUHALEFET? n ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR ALTERNATİFTE BİRLEŞELİM! n

KARL MARX

200 YAŞINDA!

Aşağıdan sosyalizmin başlatıcısı Karl Marx’ın 200. doğum gününü, devrimci teorisini ve günümüzdeki anlamını tartışarak kutluyoruz.

ANLATILAN SENİN HİKAYEN: KARL MARX 200 YAŞINDA n MARX NASIL MARKSİST OLDU? n KARL MARX VE DİN n MARX'TAN SONRA MARKSİZM

50. YILDÖNÜMÜNDE 1968 İSYANI

n

Dünya devrimi bir hayal mi? 50 yıl önce dünyada kurulu düzeni sarsan ve bir çok değişimi yaratan büyük isyan, iki toplantıda ele alınacak. n

DÜNYAYI DEĞİŞTİREN YILn TÜRKİYE'DE SOL DALGA

YER: CEZAYİR SALON HAYRİYE CADDESİ NO: 12 BEYOĞLU (GALATASARAY LİSESİ’NİN ARKASI) İLETİŞİM: 05558631636 @MarksizmGunleri


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.