DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
616
29 Mart 2018 3 TL. sosyalistisci.org
ÖĞRENCİLERE, KADINLARA, GÖCMENLERE, HALKLARA, İSCİLERE , ,,
ÖZGÜRLÜK! IRKCILIĞA KARSI , , KÜRESEL PROTESTOLAR
sayfa 4
AKP’NİN EKONOMİ POLİTİĞİ: sayfa 6-7 BÜYÜK ADALETSİZLİK
2
GÜNDEM
HER ŞEYE RAĞMEN BARIŞ TALEBİ Türkiye birliklerinin Afrin’i ele geçir-
2019 SEÇİMLERİ VE BOYKOTÇULUK Seçim iklimi hakim politik iklim hâline geldi. Seçimlerde partilerin ittifak kurmasını olanaklı hâle getiren kanunun yürürlüğe girmesiyle bir anlamda seçim yarışının da başladığı ilan edilmiş oldu. AKP liderliğinin her parti kongresi, her meclis grubu toplantısı ya da her açılışta yaptığı konuşmalar, seçim yarışının başladığını gösteriyor. Bu, bütünüyle eşitsiz bir yarış. OHAL koşullarında seçim yarışının AKP-MHP’nin lehine büyük bir eşitsizlikle başladığı çok açık. HDP’nin milletvekilleri, belediye başkanları, binlerce kadrosu hapiste, en etkili ismi Selahattin Demirtaş hapiste. Meclis içinde HDP’nin yerli-milli politik iklime kökten karşı çıkan tek parti olduğunu düşünürsek, seçim kampanyasının HDP’nin eli kolu bağlanmış bir koşulda başlamasının özgürlükçü bir platform oluşturmanın olanaklarını ne kadar zorlaştırdığı ve bu seçimlerin de taraflardan birisinin kelepçelenerek sahaya sürüldüğü bir boks maçı gibi süreceği çok açık. OHAL koşulları, ayrıca, yerli-milli olmayı doğru bulmayan, öyle bir zorunluluğu olmadığını ilan eden veya düşünen tüm siyasi çevrelerin kriminalize edilmesine de kapı aralıyor. Hem herkes soruşturma tehdidi altında hem de düşünce, gösteri ve ifade özgürlüğü üzerinde ciddi bir baskı ortamı oluşmuş vaziyette. Üstelik yeni seçim kanunuyla, seçim denetleme sürecinde sivil inisiyatiflerin yerine devlet merkezli bir mekanizmanın devreye sokulması, haklı bir güvensizliği de devreye soktu. Bu gelişmeler ise muhalefet içinde farklı seçim eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu eğilimlerin birincisi seçimleri boykot etme önerisi. CHP’nin “sol” kanadı diye tanımlanan ama solla ilgisi eski devlete sadakat üzerinden şekillenen bir grubun başını çektiği bu tartışmanın çıkış noktası, CHP’nin sadakat duyduğu eski devlet ortada olmadığı için yeni devletin oyununa ortak olmanın anlamı olmadığı iddiası. Yargının bağımsızlığını kaybettiğini ilan edenlerin komik duruma düşmesi gibi, eski devlete sadakat göstermenin en azından laikliğe ve cumhuriyete sadakat göstermek anlamına geldiğini düşünenlerin boykot önerisi, ittifak kanununun muhalefetin seçimleri kazanmasını bütünüyle imkansız kıldığını düşünenlerin fikirleriyle birleşiyor. Boykot, öncesi ve sonrasıyla aşağıdan bir kitle hareketinin seçim sınırlamalarını dar bulması, hareketin ve işçilerin kitlesel gücünün sandık demokrasini aşması koşuluyla gündeme gelebilecek bir taktiktir. Böyle bir hareket yokken önerilen boykot taktiği, yerli milli koalisyonunun engel olarak gördüğü tüm kilitlerin açılması anlamına geliyor. Seçimleri Erdoğan’ın “şöyle ya da böyle” kazanacağını öngören bu görüş, karamsarlıkla dolu ve sadece karamsarlık yayıyor. Bu görüşün, sokak hareketleri tarafından desteklenen ve bu hareketler nedeniyle hükümetin seçim güvenliğini sağlamayı garanti altına almak zorunda kalması durumunda seçimlere katılmayı öngören versiyonu ise, siyasal demokrasinin mevcut sınırlarını katbekat aşan bir hareketin önünü açmak için önerilebilecek boykot taktiğini, böyle bir hareketi inşa etmek üzere önermiş oluyor. Boykot tartışmasını bir kenara bırakmak, sokakta birleşik mücadelenin önünü açacak kitlesel bir hareket ve sandıkta bu harekete yaslanacak özgürlükçü bir alternatifi inşa etmek için harekete geçmeliyiz. Hükümetin kendisini seçim ittifakı kanunu gibi kanunları çıkartmak zorunda hissetmesine neden olan gerçekleri küçümsemek anlamına gelen eğilimlerden uzak durmakta fayda var.
mesinden birkaç gün sonra yapılan Newroz kutlamalarında, önceki seneler gibi, barış talebi öne çıktı. Fakat ırkçı partilerin kilit rol oynadığı yerli-milli ittifakının gündeminde Kürt sorununun siyasi çözümü yok. ABD’nin Irak ve Suriye sınırlarına 30 bin kişilik ordu kuracağı açıklamasının ardından oluşan kriz ortamında Rusya’yla anlaşan Türkiye, iki ülkede de askeri operasyonlarını sürdürüyor. Afrin şehrinde kontrolü sağlayan Türkiye, Tel Abyad ilçesini
de aldı. Operasyonun bundan sonraki hedefi olarak ilan edilen Menbiç konusunda ABD ile pazarlıklar sürüyor. Bu pazarlıklar YPG kontrolündeki şehrin akibetinden çok daha fazla sonuçlarla bitebilir. Savaşın, Kuzey Suriye’deki YPG yönetimindeki bölgelere de yayılabileceğini herkes söylüyor. Hükümet, Irak sınırlarındaki Sincar ve Kandil’e operasyon yapacağını söylüyor. Sincar, Irak ordusu ve İran’a bağlı milislerin kontrolüne geçti. Suriye rejimi gibi Irak hükü-
meti de Türkiye’nin askeri varlığına karşı çıkıyor. Ne kadar ilerleyebilirler? Bunu ABD ile Rusya arasındaki gerilimde Türkiye’nin alacağı tutum belirleyecek. Hükümet şimdilik iki taraf arasında gidip geliyor. Devletin bekası adına sınırlarda yürütülen operasyonlar, Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürt vatandaşın eşitlik ve barış talebini ortadan kaldırmadı. Bugüne dek Kürt seçmenlerin yarısından fazlasının oyunu alan Ak Parti ve milliyetçi ittifakın zayıf noktası tam da burası.
BAŞKA BİR SİYASET MÜMKÜN! Partili cumhurbaşkanlığı referandu-
mu sürecinde kurulan yerli ve milli ittifak hız kesmeden faaliyetlerini sürdürüyor ve bu faaliyetin her bir adımında otoriter eğilim daha da pekişiyor. İttifak kanunu, sadece ittifakı mümkün kılan bir düzenleme olmadı, aynı zamanda yerli-milli koalisyonun cumhurbaşkanlığı ve milletvekilleri seçimlerinde avantajlı bir pozisyon kazanmasına ve seçim sürecinin denetiminin sivil inisiyatiflerden, partilerden devlete, devlet bürokrasisine geçmesi anlamına geliyor. Uzun bir süredir alınan siyasi kararlar, yapılan yasal düzenlemeler, atılan hukuksal adımlar demokrasinin standartlarının yükseltilmesi için değil devletin beka kaygısının ve 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşadığı krizin aşılması ve devlet otoritesinin tahkimi için gündeme getiriliyor. OHAL, olağanüstü koşullara verilen bir yanıt olmaktan çıkarak siyasetin ve toplumsal yaşamın normali haline gelmeye başlıyor. Öte yandan en uç örneğini 28 Şubat darbesinin öncesinde gördüğümüz ve darbenin ardından daha da pekiştirilen yapay siyasi ve toplumsal kutuplaşmalar, laik-dindar saflaşmasını da aşarak milli-gayri milli, yerli-gayri yerli gibi bölünmelerle de birleştirilerek karmaşıklaştırılıyor ve derinleştiriliyor. OHAL’in açtığı kapıdan giren ve devlet bürokrasisinin yargıyla kolluk kuvvetleri alanında görünür olan keyfiyetiyle pekişen siyasi ortam sadece kutuplaşmayla değil yarattığı korku atmosferiyle de muhalefeti paralize ediyor. Paralize muhalefet ise bir yandan sadece seçimlere odaklanarak ve yerli-milli ittifakın aslında yenilmez bir armada olduğu fikrinin etkisi altında sağ ittifaka karşı yeni bir sağ ittifak önerisinin
kolaycılığına kapılıyor. Bu AKP-MHP-BBP ittifakına karşı kolaycı bir İyi Parti-Saadet Partisi-CHP ittifakının konumlandırılmasına neden oluyor. Bizler, bu türden kestirme önerilerin kazanma ihtimali olmadığına eminiz. Politikalardan, önerilerden bağımsız bir şekilde inşa edilen ve “Yeni Türkiye” adı verilen yerli-milli koalisyonun milliyetçi politikalarına “Eski Türkiye”nin milliyetçi politikalarıyla meydan okumak, hükümetin bile isteye derinleştirdiği yapay ve her cenahın kendi tabanını konsolide etmesine yarayan kutuplaşmaya hizmet etmek, bu kutuplaşmayı derinleştirmenin bir aracına dönüşmekten, bu anlamda da hükümetin kurduğu oyunun sınırlarına hapsolmaktan başka bir anlama gelemez. Oysa başka bir siyaset mümkün! Yapay kutuplaşmalara teslim olmamak mümkün! Korku atmosferibe teslim olmamak mümkün! En önemlisi, kazanmak, kazanmak için mücadele etmek mümkün! 7 Haziran seçimleri atılması gereken adımın ne olduğunu gösteriyor. 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olma yeteneğini kaybetmesinin nedeni, o seçimde AKP’ye oy veren kitlelerin önemli bir bölümünün oy vermemesiydi. 16 Nisan 2017’de gerçekleşen referandumda da aynı gelişme yaşandı. AKP hem büyükşehirlerde hem de bir dizi kalesinde oy kayıpları yaşadı, seçmenleri anayasa değişikliğiyle getirilen partili, cumhurbaşkanlığı önerisini benimsemedi. Bir başka gelişme ise 2017’nin yaz aylarında yaşanan Adalet Yürüyüşü ve Adalet Mitingi oldu. Bu hareketin
CHP’nin politik perspektifinin ötesinde bir etkisi olduğu ve CHP’nin taşıması mümkün olmayan bir enerjiyi açığa çıkardığı mitingden sonra CHP liderliğinin izlediği politikalarda görünür oldu. Miting toplumda adaletsizliğe, OHAL’den kaynaklı hak gasplarına karşı biriken tepkinin platfomu olmayı, başka bir anlamda AKP tabanında yer alan yoksulların, Kürtlerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin bir kesiminin de tepkisinin ifadesi olmayı başardığı oranda hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği bir etki yarattı. Kutuplaşmayı aşmayı amaçlayan ve yoksullar, emekçiler, ezilenler arasında adalet ve özgürlük köprüleri kurmayı amaçlayan bir harekete, bir seçim bloğuna, bir mücadele çağrısına ihtiyacımız var. Barış ve diyalogdan, göçmenlerin özgürlüğünden ve mülteci haklarının temel insan hakkı olarak tanınmasından, sınırsız düşünce, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünden, bağımsız ve demokratik bir hukuk sisteminin tesisinden, kardan değil insan ve çevreden yana olanların ne “eski Türkiye” ne “Yeni Türkiye”, “Yeni, demokratik ve özgürlükçü, eşitlikçi ve emekten yana bir hayat” diyenlerin bir araya gelmesi, hızla tartışması ve adım atması için kaybedecek bir saniyemiz bile yok. Mücadele için hemen şimdi bir dizi başlık var! Seçim kampanyası ise hükümet çoktan başlattı. Hem mücadelede hem seçimlerde hem de seçimlerden sonra yeniden mücadelede yan yana olmak için harekete geçelim. Başka bir siyaset mümkün!
GÜNDEM
ÖĞRENCİLERE DOKUNMA! Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Mart’ta
Samsun’da partisinin etkinliğinde yaptığı konuşmada, okulda Afrin’le ilgili lokum dağıtan öğrencileri, protesto eden öğrencileri doğrudan hedef göstererek şunları söyledi: "Orada imanlı, milli, yerli gençlik Afrin'le ilgili lokum dağıtıyor. Bu gençlik orada lokum dağıtırken o komünist, vatan haini gençler onların bu masalarını dağıtmaya yelteniyorlar. Bu terörist gençlerle her türlü çalışmayı yapıyoruz. Üniversitede okuma hakkını vermeyeceğiz." Bu konuşmadan iki gün sonra okulda yeni bir gözaltı dalgası daha başladı. Toplam 100 öğrenciyi bile kapsamayan, büyük bir şiddet dalgasının yaşanmadığı olayla ilgili bir cumhurbaşkanının bu düzeyde sorunun üzerine gitmesi anlaşılır gibi değil. Anlaşılır gibi olmayan bir başka gerçek ise cumhurbaşkanının hem yasama, hem yargı hem de yürütme gücünün kendisinde merkezileştirmiş gibi konuşması. Daha da ötesi üniversitenin disiplin komitesi yerine de karar alması.
Erdoğan hem öğrencilerin iman düzeyi hakkında yargıda bulunuyor hem terörist olduklarını ilan ediyor hem de okulla ilişiğini kesiyor! OHAL koşullarında okullar
Barış İmzacıları olarak bilinen akademisyenler, asistanlar ve hocalar uzun bir süredir baskı altında. Birçok öğretim üyesi OHAL KHK’larıyla okuldan uzaklaştırıldı. Eğitim-Sen üyelerinin okullarıyla ilişiği kesildi. Savaşa karşı çıkanlar hem basın açıklamalarında hem de sosyal medyada yaptıkları paylaşımlar nedeniyle gözaltına alındılar. Bu koşullarda Boğaziçi’nde gözaltına alınan öğrencilere büyük bir haksızlık yapıldığını düşünen öğretim üyeleri ve öğrenciler dayanışmak için büyük bir hareket örgütleyemiyorlar. Ama büyük bir hareketin örgütlenemiyor olması, dayanışma duygusunun zayıflığından değil maddi dayanışma imkanlarının zorlaştırılmasından kaynaklanıyor. Okullarda öğrenciler arasındaki tar-
tışmaları okulda öğrenciler, öğretmenler birlikte tartışarak, tedbirler alarak çözebilirler. Afrin harekatında ölenler için olum dağıtan öğrencilerin stant açmasını normal görenler askeri harekatlar yapılmasın, hiç kimse ölmesin diyen öğrencilerin de düşünce, ifade ve gösteri özgürlüğüne hassasiyetle saygı duymalılar. Cumhurbaşkanı’nın hiçbir mahkeme kararı olmadan, daha öğrencilerin gözaltı süresi dolmadan öğrencilerin terörist olduğunu açıklaması ve öğrenim hayatlarını sona erdireceğini ilan etmesi ise kabul edilemez. Bu, sadece yerli ve milli politikayı benimseyen öğrencilerin “öğrenci”, bundan farklı siyasi fikirlere sahip öğrencilerin ise “hain, terörist, imansız” olarak suçlanabileceği bir iklim yaratmaktadır. Bu okullardaki özgürlük alanlarını daraltan sert bir siyasal müdahaledir. Öğrencilerin okullardaki özgürlüklerine yönelik bir müdahaledir. Ayrıca öğrencilerin okullarını bitirme haklarını ellerinden almaya yönelik bir girişimdir.
NEVİN YILDIRIM’A ADALET Tecavüze karşı hayatını savunan Nevin Yıldırım adaletsizliğe mahkûm ediliyor. Devletin yargısı ‘artık yeter’ dediği için Nevin Yıldırım’ı cezalandırmakta ısrarcı.
2012 senesinde Yalvaç’ın bir köyünde kendisini sistematik olarak taciz eden, silah zoruyla tecavüz eden akrabasını tecavüzden kurtulmak için vuran Nevin Yıldırım yine müebbet hapis cezası aldı. Davasına sahip çıkan feminist avukatlar dosyayı tekrar Yargıtay’a taşıyacak. Nevin Yıldırım’la benzer şekilde hayatını savunan Çilem Doğan ve Yasemin Çakal gibi kadınlar oluşan toplumsal tepki ve uzun yargı mücadelesi sonucunda özgürlüğüne kavuşmuştu. Ancak devlet adeta Nevin Yıldırım üzerinden tüm kadınlara ‘ayar’ veriyor. Tecavüz sonucu gebe kalan Nevin doğurmak istemediğini beyan etmiş olsa da devlet tarafından doğurmaya zorlanmıştı. O dönem kürtajı yasaklamaya çalışan hükümet ‘tecavüz de olsa kürtaj mürtaj yok’ demiş ve buna örnek olarak Nevin Yıldırım’ın yaşadığı trajedinin üzerine atlamıştı. 2015’te Yalvaç Ağır Ceza Mahkemesi ‘tasarlayarak adam öldürmekten’ müebbet hapis cezası vermişti. Yargıtay kararı ‘usulen’ bozunca, yani Nevin’in başkalarından yardım aldığına dair ‘kanaat oluşunca’ dava yerel mahkemeye geri gönderilmişti. Yerel mahkeme yeniden müebbet cezası verdi. Her gün işlenen kadın cinayetlerine karşı yargıda göremediğimiz azim konu direnen bir kadın olunca yargıda baş gösteriverdi. Kadın katilleri söz konusu olduğunda cezalandırmaya ‘kıyamıyor’, hatta iyi
Nevin Yıldırım.
hal indirimleri ile ödüllendiriyorlar. Nevin Yıldırım’ı ise cinsel saldırı beyanını ciddiye almadıkları gibi herhangi bir indirim olmaksızın gözlerini kırpmadan ömür boyu hapse mahkûm ediyorlar. Nevin’in avukatları konuyu tekrar Yargıtay’a taşımakta ve özgürlüğüne kavuşturmakta ısrarcı.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
İŞKENCE, CIA VE İRAN ABD Başkanı Trump Dışişleri Bakanı Tillerson’ı ABD’de alışık olunmadık bir şekilde, tweet atarak görevden uzaklaştırdı. Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturacak yeni ismin ise Mike Pompeo, yani CIA eski başkanı olacağı açıklandı. Pompeo hakkında biraz araştırma yapınca CIA eski başkanının özellikle İran’a yaklaşımda benimsediği siyasetin ne kadar ürkütücü olduğu görülebiliyor. Eski CIA eski başkanı 2017 yılında katıldığı bir toplantıda İran, Suriye ve Kuzey Kore gibi ülkelere karşı önümüzdeki dönemde daha sert bir mücadele sürdürüleceğini, “etkin casusluk köklerini yeniden keşfedeceğini, daha saldırgan olacağını, sıcak bölgelerdeki ajan sayısını artıracağını ve sahada daha fazla risk alacağını” söylemişti. Pompeo’nun Obama döneminde İran’la ABD arasındaki ilişkilerin yumuşamasına karşı çıktığı ve sertlik yanlısı politikaların taraftarı olduğu çok açık. Pompeo’nun yerine CIA’nin başına oturan ise yardımcısı Gina Haspel oldu. Bu yeni başkan ise gezegeni bekleyen tehdidin boyutunu gösteren bir kanıt gibi. ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı, CIA’nin başında artık bir işkenceci var. Waterboarding (gazeteler bu yöntemde sırt üstü yatan kişinin yüzünün ıslak bezle kapatıldığını ve bunun boğulma hissini şiddetlendirdiği bilgisini veriyor) ismi verilen işkence yöntemini çok sevdiği iddia edilen Gina Haspel’in Bush döneminde Tayland’da uygulanan işkencelere izin verdiği söyleniyor. O kadar ki Avrupa Anayasa ve İnsan Hakları Merkezi isimli örgüt Almanya’da savcıların Haspel’in tutuklanması için harekete geçmesini talep etti. Trump iktidara geldiğinden beri süren ABD içi istikrarsızlık yeni bir dengeye kavuşuyor gibi görünüyor. ABD yönetim kademelerinde bu değişiklikler yaşanırken, Trump seçim sürecinde Rusya’yla ilişki kurduğu yönündeki suçlamalardan sıyrılmış görünüyordu. Başkanlık koltuğuna geldiğinden beri kaotik bir yönetim tarzını benimseyen ya da buna mecbur bırakılan Trump yönetimi bir ölçüde istikrar kazanıyor. Bu istikrar Bush döneminin neoconlarıyla Trump’ı destekleyen bir avuç şirket yöneticisinin programlarının birleşmesi anlamına da geliyor. Bu birleşme, ABD’yi, gerileyen küresel hegemonyasını askeri seçeneğin her an uygulanmasını gündeme alarak yeniden gücün merkezileştiği emperyal odak haline getirme amacına kilitlenme olarak tarif edilebilir. Çin, Rusya ve bu ülkelerle ittifak kuranlar, ABD’nin hışmına maruz kalacaklar. Ama kısa vadede Çin veya Rusya değil, bu emperyalist bloğa gözdağı vermek için İran Trump’ın hedef tahtasında olacak. Emperyalist ABD’nin odağında artık İran var. Bölgesel tüm güçler, ABD açısından bu odağa göre yeniden konumlandırılacak. Küresel savaş karşıtı hareket ise acilen ama gerçekten acilen bu tehdide karşı harekete geçmeli. İran’ın Irak olmasına izin verilirse sadece bölge değil tüm dünya sonu bilinmez bir şiddet sarmalına yuvarlanabilir.
4
DÜNYA
68 YENİDEN! FRANSA’DA GENEL GREV
IRKÇILIĞA KARŞI KÜRESEL DAYANIŞMA!
İNGİLTERE: ÜNİVERSİTELER GREVDE
Londra.
1960 yılında 21 Mart’ta Güney Afrika'nın Sharpeville kentinde Apartheid yasalarını protesto etmek isteyen göstericilere polis tarafından ateş açılması sonucu 69 kişi ölmüştü. Birleşmiş Milletler 1979’da 21 Mart’ı Irk Ayrımcılığına Karşı Gün olarak kabul etti. Son birkaç yıldır 21 Martlar dünya genelinde ırkçılık karşıtlarının gösterilerine sahne oluyor. Bu yıl da ırkçılık karşıtları faşizme, İslamofobiye ve göçmen düşmanlığına karşı sokaklara indi. Haftasonuna çekilerek 17 Mart’ta düzenlenen eylemler 63 şehirde gerçekleşti. Bu yılın ana vurgusu mültecilerle dayanışmaydı. Dünyanın her yerinde yapılan eylemlere on binlerce kişi katıldı. Türkiye’de ise Antikapitalistler ve Dur De Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yaptı. Ardından da mültecilere yönelik ırkçılık üzerine bir panel gerçekleştirdi. Paris.
ABD’DE SİLAH KONTROLÜ PROTESTOLARI
Fransa’da 22 Mart Perşembe günü başta demiryollarında çalışanlar olmak üzere yüz binlerce kamu çalışanı Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un kemer sıkma politikalarına karşı greve gitti.
İngiltere’de son yıllarda occupy hareketi ve ardından Corbyn kampanyası ile genç bir işçi kuşağı politikleşmişti. UCU grevinde sendika tabanındaki eğitimcilere öğrenciler de büyük destek veriyor. Grev başladığından beri sendika 5 bin yeni üye kazandı.
Grevin yanı sıra ülke genelinde 180 protesto gösterisi yapılırken, bu gösterilerin bazılarına polis saldırdı.
Fransız Ulusal Demiryolu İdaresi (SNCF) İcra Kurulu Başkanı Guillaume Pepy, yaptığı açıklamada, demir yolu çalışanlarının grevi nedeniyle ülkedeki hızlı trenlerin %60'ı, normal trenlerin %75'i ve bölgesel trenlerin %50'sinin sefere çıkmayacağını belirtti. Demiryolcular, özel istihdam haklarını kesmeyi hedefleyen Macron projesine karşı 3 Nisan ile 28 Haziran arasındaki her beş günün ikisinde greve çıkacak. Perşembe günü gerçekleşen grev 1968 Mayıs’ındaki eylem ve grevlerle dünyayı sarsan 68 Hareketi’ni anımsatarak Fransız halkını mücadeleye çağırıyor. Mayıs yaklaştıkça eylemler artacak gibi duruyor.
İngiltere’de yüksek eğitim çalışanlarını örgütleyen Üniversite ve Kolej Sendikası’nın (UCU) emekli maaşları konusunda hükümetle anlaşamaması üzerine 22 Şubat tarihinden itibaren çalışanlar grevlere başladı. Üç haftadan fazla süren grevlere 60’dan fazla üniversite ve kolej katıldı. UCU iki ayrı öğretmenler sendikasının 2006 yılında birleşmesi ile kurulan oldukça yeni bir sendika. Aslında bu zamana kadar hükümet politikalarına karşı etkisiz bir sendika görünümündeydi. Hareketsiz bir sendika olan UCU grev sürecine girmesiyle birlikte büyük bir dönüşüm yaşadı.
Macron’un ‘tasarruf’ adı altındaki kemer sıkma, güvencesizleştirme ve kamu sektöründeki çalışan sayısını azaltma planlarına karşı kamu çalışanları seslerini yükseltti. Ülkede 5,4 milyon kamu çalışanı bulunuyor. Macron beş yıl içerisinde 120.000 kamu çalışanının işine son verileceğini açıklamıştı.
Öğretmenler, hemşireler, hava trafik kontrolörlerinin de katıldığı grevde demiryolu çalışanları önemli bir konumda bulunuyor. Uzun zamandır ülkede yaşanan işçi eylemlerinde fazla bir varlık göstermeyen demiryolu sendikaları bu kez eylemlerin merkezinde yer alıyor.
Öğrenciler kararlı.
Washington.
‘YAŞAMLARIMIZ İÇİN YÜRÜYORUZ! ABD’de 24 Mart’ta 800’den fazla kentte bireysel silahlanmaya karşı eylemler yapıldı. Başta Washington olmak üzere çoğunluğu öğrenci yüz binlerce kişi “Yaşamlarımız için Yürüyoruz” sloganıyla sokaklara çıktı. Eylem Trump döneminde gerçekleşen en büyük eylemlerden birisiydi. Geçen ay ABD’nin Florida kentinde bir okulda gerçekleşen silahlı saldırıda 17 öğrenci silahlı bir başka öğrenci tarafından öldürülmüştü. ABD’de cephede kullanılan otomatik silahlar dahi kolayca silah dükkanlarından satın alınabiliyor. Bu nedenle okul
katliamları çok sık yaşanıyor. Bireysel silahlanma yıllardan beri ülkenin en önemli tartışma konularından biri. Bu son katliam ise bardağı taşıran damla oldu. Washington’daki miting ve yürüyüşe 500 bine yakın kişi katılırken, New York’ta 175 bin kişi yürüyüşe katıldı. Yürüyüşte, silah şiddetine ve silahlanmaya karşı sloganlar atılırken, “Bir daha asla” ve “Yeter artık” sloganları öne çıktı. Eylemciler, ABD hükümetine tüm saldırı silahlarının yasaklanması dâhil bir dizi önlem alınması çağrısında bulunuyor.
Grev noktalarında bir araya gelen eğitimciler ve öğrenciler büyük bir coşkuyla grevi örgütlüyor. Grevin en önünde genç ve kadın eğitimciler var. Occupy’ın da etkisiyle grevciler kampüslerde şarkılar söyleyerek, şiirler okuyarak grev alanını coşkulu bir festival yerine dönüştürerek eylemlerini gerçekleştiriyor. Grev çoğunlukla Oxford, Cambrdige, King’s College London gibi 1990’lardan önce kurulmuş olan üniversite ve kolejlerde gerçekleşiyor. Bu üniversiteler köklü olmalarının yanında neoliberal dönemde oldukça muhafazakar kurumlar haline gelmişlerdi. Her biri birer şirket mantığıyla yönetilen üniversitelerde çalışan eğitimciler ise neoliberal eğitimciliğe karşı başkaldırdı. UCU liderliği ise üç haftalık grevin ardından oldukça yetersiz bir toplu sözleşmeye imza atmak üzere. Ancak grevi örgütleyen ve militanlaşan sendika tabanı anlaşmaya karşı da mücadeleyi sürdürüyor.
DÜNYA
5
BATI İLE RUSYA ARASINDAKİ GERGİNLİK: SOĞUK SAVAŞ II
Dünyayı gerilime sokan iki zorba. VOLKAN AKYILDIRIM
Soğuk Savaş nedir?
Emperyalizmin çok boyutlu bunalımı, yeni
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Hitler Almanya’sı yenilmiş, ABD ve müttefikleri zaferle çıkmıştı. Savaş Rusya’daki stalinist rejimin dünyanın üçte birini kontrol eder hale gelmesiyle sonuçlanırken, Avrupa’yı aralarında paylaşan birbirilerine rakip ve düşman iki emperyalist blok arasındaki askeri mücadele Soğuk Savaş halini aldı. Batı kapitalizmi, NATO gibi birçok kurum yaratarak Doğu Bloku’nun karşına çıkarken, stalinist rejimler de kendilerini batıya kapatıp askeri harcamalara büyük kaynaklar aktararak karşı kurumlarını oluşturdu.
bir soğuk savaş dönemini mi başlattı? ABD ve müttefikleriyle Rusya arasındaki gerginlik hangi sonuçlara yol açabilir?
İngiltere’nin Salisbury kentinde eski çift taraflı ajan Sergey Skripal ve kızına suikast, büyük bir diplomatik krize yol açtı. Sinir gazı nedeniyle meydana gelen ölümlerden Putin’i sorumlu tutan İngiltere, Rus diplomatları sınır dışı etme kararı aldı. Avrupa Birliği, kendisinden ayrılan İngiltere ile birlikte tutum alırken, AB’yle arası iyi olmayan Trump yönetimi de müttefiki Avrupa devletleriyle kol kola girdi. ABD ve müttefiklerinden oluşan 20 devlet ülkelerindeki Rus diplomatların bir bölümünü sınır dışı edecek. Batı kapitalizminin askeri örgütlenmesi NATO, temsilci olarak görev yapan 7 Rus diplomatın akreditasyonunu iptal edip, yenilerinin başvurusunu reddetti. Böylece Rusya’nın NATO’daki delegasyonu üçte bir azaltılırken, bunun Rusya’ya bir mesaj olduğu, “davranışlarının maliyeti ve sonuçları olacağı” söylendi. Suçlamaları reddeden Rusya, aynı sayıda ABD diplomatını sınır dışı etme kararı alarak, Batı kapitalizmine misliyle diplomatik yanıt vereceğini açıkladı. Bütün bunlar, aslında kendini bir süredir birçok yerde ve olayda hissettiren Soğuk Savaş’ın yeniden hortladığı kanısı doğurdu.
1989’da Doğu Avrupa’da stalinizmin yıkılması ile biten Soğuk Savaş, milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği iki dünya savaşı kadar kanlı bir dönemdir. Farkı, bugün G-8 olarak karşımıza çıkan dünyanın en zengin ve güçlü kapitalist devletlerinin birbirleriyle doğrudan değil, dünyanın geri kalan bölgelerinde destekledikleri güçlerle savaşmaları. Kamboçyalılar, Kongolular, Etiyoplılar ve Somalililer için bu sıcak bir savaştı. 1945-1989 yılları arasındaki Soğuk Savaş, 1965’te Küba’da Domuzlar Körfezi kriziyle üst noktasına varan nükleer savaş tehdidini de gündemine getirmiştir. Küresel kapitalizmin insanlığa “armağan” ettiği Soğuk Savaş II’nin ne denli kanlı olduğunu Suriye savaşından biliyoruz. İlk Soğuk Savaş’tan farkı iki emperyalist bloğun sınırları ayrışmış değil Ukrayna’da görüldüğü gibi içi içe geçmiş olması.
Soğuk Savaş II’nin temeldeki nedeni 2008 küresel ekonomik krizinden sonra ortaya çıkan durum, ABD’nin dünya ticaretindeki payı gibi askeri ekonomisinin gerileyişi. Trump’ın ticaret savaşı gibi casus krizi de bu sürece verilmiş yanıtlar. Seçildiği günden bu yana Rusya ile işbirliği yapmakla suçlanan Trump, Putin’in arkadaşı Tillerson’u kovup, dış politikanın başına eski CIA başkanını getirdi. Böylece Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağ kanadı dünyanın en büyük askeri gücünü tam yönetir hale geldi. Her türden kitle imha silahı konusundan rakibinden kat be kat güçlü ABD kapitalist sınıfının siyasal tercihlerinin yön verdiği yeni Soğuk Savaş dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının aleyhinedir. Aleyhimize çünkü Soğuk Savaş II, bir ekonomik krize ve yeni savaşlara yol açabilir. Bunların bedeli bizlere ödetilmek istenecektir. Uluslararası Sosyalizm Akımı, Soğuk Savaş yılları boyunca ‘Ne Washington Ne Moskova’ sloganıyla iki kapitalist bloka karşı çıkarak, işçi sınıfının bağımsız mücadelesini savundu. Bu slogan, bir kez daha güncel bir küresel tutum haline geliyor. Peki ya Türkiye? Düne kadar Türkiye, NATO üyesi olarak ABD emperyalizminin en sadık “ortaklarından” biriydi. Afganistan ve Irak yenilgisi sonrası ABD, Ortadoğu’da gerileyen bir güç halini alırken, Rusya ve bölgenin hegemon
devletleri bu boşluktan faydalanarak etki alanlarını geliştirmek istedi. Bölgesel güç olmayı hedefleyen 15 yıllık Ak Parti hükümeti, bir yandan İncirlik, Diyarbakır ve Malatya’daki üslerini ABD’ye açarken, öte yanda ABD merkezli koalisyonda yer alan YPG’ye karşı Suriye’de müdahale başlattı. Erdoğan ve Putin dostluğu ilerlerken, S-400 füze sistemi anlaşmasıyla birlikte iki ABD ve NATO arasındaki gerginlik had safhaya çıkmıştı. Türkiye de ABD ve müttefikleri gibi İngiltere’deki suikastı kınarken, Rus diplomatları sınır dışı etmeye kalkmadı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ABD karşıtı bir söylem tutturan hükümet, her fırsatta batı blokunun bir parçası olduğunu vurgulayarak ABD’nin Suriye’de kendisini müttefik olarak kabul etmesini istiyor. Bu, yerli ve milli ittifakın, emperyalizmle kökten kavgasının olmadığını, sadece bu güç merkezleri tarafından tanınır hale gelmek istediği gösteriyor. İki emperyalist blok arasındaki çelişkilerden faydalanmak isteyen milliyetçilerinin değişmez tercihi, her zaman ABD emperyalizmi olmuştur. Trump ya da Putin, iki zorbanın da hegemonya arzusu ve Soğuk Savaşı, Türkiye işçi sınıfının ne denli aleyhine olduğunu sınırlarda sürmekte olan gerginlik ve çatışmalarla bizzat görüyoruz. Burada ve her yerde, dünyayı silaha ve yoksulluğa mahkum edenlere karşı birleşmenin ve örgütlenmenin zamanı.
6 EKONOMİ
n EKONOMİ BÜYÜDÜ AMA NEYE RAĞMEN? 2003-2017 arasında (büyük kısmı 2003-2008 döneminde olmak üzere) yıllık ortalama yüzde 6 büyüme sağlandı. Önceki 50 yılda sağlanan büyüme ise yüzde 5 idi. Bu anlamda AKP döneminde yaşanan büyüme, önceki dönemlere göre daha yüksek. Ama bu tümüyle yabancı sermayeye bağımlı bir büyüme. Yabancı sermaye olmadan ekonomi yerinden kıpırdayamaz hale geldi. Yabancı sermaye ise belirli bir faiz karşılığında geliyor. AKP’nin ilk yıllarında yabancı sermayenin Türkiye’ye maliyeti yüzde 4 idi, büyüme ise yüzde 7-8 civarındaydı. Bugünlerde gelen yabancı sermayenin maliyeti yüzde 7, büyüme ise yüzde 6.
AKP’NİN EKONOMİ POLİ
Büyümeden daha fazla faiz öder duruma geldik. Sermayenin getirisi, yani faiz, büyüme oranını geçerse, o ülkeden yurt dışına sermaye transferi gerçekleşiyor demektir, yani o ülke faiz lobisinin egemenliği altına girmiştir. Tayyip Erdoğan ve danışmanlarının sık sık söylediği “Ülkemizi faiz lobisinden kurtaracağız” söylemi, uygulanmakta olan ekonomi politikalara bakıldığında boş bir söylem olmaktan öteye gitmiyor. Moody’s Türkiye’nin notunu bir kez daha indirirken şöyle dedi; “Yabancı sermaye bağımlığınız çok yüksek. Bu bağımlılığı azaltırsanız kredi notunuz yükselir”. Uluslararası kapitalizm, Türkiye’deki kredi bağımlılığını tespit ediyor ve bu durum düzeltilmezse kriz olacağını söylüyor, ama AKP iktidarı borçla büyüme dışında bir icraat sergileyemiyor. Türkiye bu ekonomik tablosu ile dünya kapitalizminin zayıf halkalarından biri haline gelmiştir. Türkiye işçi sınıfı, ekonomik krizi dikkatle izlemeli, krizin yükünün kendi üstüne yıkılmasına itiraz etmeli, kazanılmış haklarını titizlikle korumalıdır.
n ZENGİN VE YOKSUL ARASINDAKİ UÇURUM Uygulanan yanlış ekonomik büyüme modellerinin bir sonucu olarak Türkiye gelir adaletsizliğinin en yoğun yaşandığı ülkeler arasında yer alıyor. Gini katsayısı kıyaslanarak hazırlanan gelir adaletsizliği tablosunda Türkiye, OECD ülkeleri arasında Şili’den sonra en kötü durumda olan ülke. G20 ülkeleri arasında ise Türkiye bu kez Güney Afrika’nın ardından ikinci sırada yer alıyor. Türkiye ekonomisinin görünen tablosu şöyle:
n 1 dolarlık yerli imalat için 0,82 dolar ithalat gerekiyor. Yabancı sermaye ve yabancı mallara bağımlılık haddinden fazla arttı. n 4 milyon yurttaş, borçlarını ödeyemiyor.. n TÜİK verileri ciddi derecede sorgulanır noktada, TÜİK güvenilirliğini kaybetti. n 50 milyar dolar civarında cari açık. n Son iki yılda sürekli değer kaybeden TL. n Çift haneli enflasyon. n Çift haneli işsizlik. n Artmayan maaşlar. n Bozukluğu bir türlü düzelmeyen gelir dağılımı. TÜİK bugün kişi başına gelirimizin 12 bin dolar olduğunu söylüyor. Buna göre sadece 4 kişilik bir ailenin yıllık geliri 48 bin dolar, aylık geliri 4 bin dolar yani 15 bin lira olmalı. Ailesinin aylık geliri 15 bin lira olan kaç kişi vardır? TÜİK’in Yaşam ve Gelir verilerine göre aylık geliri bu seviyenin altında olan kesim nüfusun yüzde 90’ının oluşturuyor. Bu gelir adaletsizliğinin ulaştığı korkunç boyutları gösteriyor.
Binlerce işsiz, İş-Kur kapısında. FARUK SEVİM
Türkiye üretimde karşılığı olmayan, krediye-borca dayalı bir büyüme gerçekleştirmeye çalışıyor. Bunun için piyasaya karşılıksız para sürüyor, devlet garantili inşaatlar, havaalanları, köprüler yapıyor. Sanayi üretiminin milli gelire oranı son 15 yılda yüzde 20’den yüzde 16’ya düştü, ama inşaat yatırımları devam ediyor. Çünkü sanayi alanında yatırım yapacak kapitalist bulunamıyor, kapitalistler kısa dönemde hızlı kar getirecek olan inşaat alanını tercih ediyorlar. Ekonomide kredili, sağlıksız büyüme Tümüyle sağlıksız olan bu büyüme, artık yeterli döviz girdisi de sağlanamadığı için son bulmaya başladı. Üstelik geride yükselen bir enflasyon, peş peşe firma iflasları ve işsizler ordusu bırakıyor. Çünkü piyasalara sürülen bu paranın devamlılığı yok, yabancı sermaye girişleri çok dengesiz. Sıcak para şeklinde, sadece borsa ve tahvil alımı için gelen yabancı para ani çıkışlarla ekonominin kırılganlığını daha da artırıyor. 2016 yılında 32 milyar dolar olan cari açık, 2017 yılında 47 milyar dolara yükseldi. Cari açığın önemli bir kısmı geçmişte yabancı sermaye yatırımları ile finanse edilirdi, şimdi borç alınarak karşılanıyor, çünkü yatırım yapacak yabancı kalmadı. Kredi derecelendirme kuruluşlarının düşük not vermesi nedeniyle, alınan döviz borçlarının faiz oranları da yüksek oluyor. Son olarak Moodys Türkiye’nin notunu Mart ayında bir basamak daha indirdi. Büyümenin bedelini işçiler ve yoksullar ödüyor AK Parti 2002 sonunda iktidara geldiğinde, yaşanmakta olan ekonomik krizin çözümü için, o dönem uygulanmaya başlanan Kemal Derviş-IMF reçetesini uygulamaya devam etti. Bu IMF reçetesinin iki önemli hedefi vardı, birisi ka-
munun boşalan kasasını doldurmak, diğeri de bankaları güçlendirmek. Bu iki sorun, dünyada o dönem ortaya çıkan düşük faizli bol kredi mekanizmasıyla hızla “çözüldü”. Ama Türkiye’de kredilerin milli gelire oranı 2003’te yüzde 13 iken, bugün yüzde 70 oldu. Yani yağmurdan kaçarken, doluya tutulduk, döviz kaynaklarımız arttı ama aynı zamanda kredi borçlarımız çoğaldı. Çünkü dışarıdan gelen düşük faizli krediler, üretken yatırımlara değil, kısa vadede hızlı kar getiren sektörlere, örneğin inşaata yönlendirildi. Dışarıdan gelen ucuz kredilere aracılık eden bankalar çok para kazandılar, kamu ise KDV, ÖTV diyerek vergileri artırdı, özelleştirme adı altında halkın kaynaklarını sattı ve böylece o da rahata kavuştu. Ama olan vatandaşa oldu. Bugün Türkiye’de 4 milyon kişi kredi borcunu ödemekte sorun yaşıyor, bu önemli bir rakam. Özelleştirilen işletmelerden yüz binlerce işçi atıldı, şimdi Şeker Fabrikaları özelleştirilmek isteniyor, hem işçiler, hem de pancar üreticisi köylüler işsiz kalacak. AKP dönemindeki büyümenin bedelini işçiler ve yoksullar ödedi, ödemeye devam ediyor. İşsizlik sürekli artıyor Hükümetin durgunluğu aşmak, günü kurtarmak için piyasaya karşılıksız para vermesinin sonucunu, enflasyondaki ve işsizlikteki yükselişte görüyoruz. Açıklanan resmi enflasyon bir yılda yüzde 8’lerden yüzde 12’lere çıktı. Pazar yerlerindeki gerçek enflasyonun ise yıllık en az yüzde 30’ları bulduğunu hepimiz biliyoruz. TÜİK’in Mart 2018’de açıkladığı verilere göre 2017’de Türkiye’de işsizlik yüzde 11 oldu, resmi işsiz sayısı 3,5 milyon olarak açıklandı, gerçek işsizlerin sayısı ise 6 milyona ulaştı. 2017 yılı enflasyonu yüzde 12 olarak açıklandı. Gıda ürünlerindeki artış ortalama yüzde 30’u buldu. Memurların, emeklilerin ve asgari ücretlilerin maaşları ise son bir yılda
EKONOMİ 7
İTİĞİ: BÜYÜK ADALETSİZLİK
OHAL’İN EKONOMİK SONUÇLARI Resmi işsizlik yüzde 11’e yükseldi. İşsizliğin azaltılması için yatırımların artması, yeni iş yerlerinin açılması gerekir. Ama OHAL koşullarında yerli veya yabancı hiçbir kapitalist yatırım yapmaya yanaşmıyor. Dolar+euro ortalama kuru, son dönemde 4,50 TL’ye kadar yükseldi. Ortalama kur geçen yılın başında 3,10 TL seviyesindeydi. Son bir yılda dövizde meydana gelen artış yüzde 40’a yaklaştı. Mevduat faizleri yüzde 15’lere yükseldi, ama TL’nin döviz karşısındaki değer kaybı engellenemedi. OHAL koşullarında hiçbir kapitalist, Türkiye’de iş ve yatırım yapmak istemiyor. OHAL’in peş peşe uzatılması, piyasalarda “Artık OHAL kalıcılaştı” algısını yarattı. Bu da yatırımları durma noktasına getirdi. Batı dünyasıyla gerginleşen ilişkiler, uzun vadede Türkiye kapitalizmini daraltan etki yapıyor.
Binlerce kişi, açlıkla mücadele ediyor.
sadece yüzde 8 arttı. Aralık 2016’da yüzde 12’ye kadar çıkan işsizlik oranı biraz düşse de hala çift hanelerde dolaşıyor. Zaten 2017’de düşen işsizlik oranı ile ilgili iki sorunlu noktanın olduğunu belirtmek gerekir:
HASSAS NOKTA: KREDİ BORÇLARI
Çırak, stajyer ve kursiyer sayısında suni bir artış oldu, bu da işsizliği görüntüsel anlamda azalttı, gerçekte bu kişiler sürekli ve sigortalı bir işe sahip değiller. Yüksek büyüme için piyasaya karşılıksız para sürüldü, bütçede yüksek açık verildi. İşsizlik alanındaki temel sorun işsizliğin 1980’lerden bugüne düzenli bir şekilde artması. 1980 ve 1990’larda yüzde 7’lerde seyreden işsizlik oranı 2000’lerde yüzde 9’a sonrasında da yüzde 11’e kadar yükseldi. Çözüm: Birleşik mücadele, tek sınıf, tek sendika. İşçilerin büyük çoğunluğu sendikalara olumlu bakıyor. Çünkü işçiler, sendikaların kendi haklarını savunmada önemli bir kurum olduğunun bilincinde. Her bir işçinin çalıştığı işyerinde muhakkak ya bir sigorta kaydı konusunda, ya izin hakkı için veya ücret alacakları ile ilgili sorun yaşaması kaçınılmazdır. Sendikalar bu noktada işçinin en önemli destekçisi olmaktadır veya olmalıdır. Sendikal alanda yaşanan en büyük sorun işçi sınıfının pek çok sendikal yapıya bölünmüş olması. Bu sınıfın mücadele gücünü azaltan bir husus. Bunu aşmalıyız, en azından çalıştığımız her işyerinde tek bir sendikada toplanmayı başarmalıyız. İşçileri sendikalara üye olmaya teşvik edelim, sendikal harekete güç kazandıralım. Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadeleyi, göçmenlerle dayanışmayı, her türlü ayırımcılığa karşı mücadeleyi, işçi sınıfının enternasyonal dayanışmasını, işçi sınıfının haklarını savunmayı öne çıkaralım, bu konularda gösteriler örgütleyelim.
Günümüzde Türkiye ekonomisindeki darboğazın odak noktası krediler. 2001 krizinde faizler bir anda yüzde 3 bine fırlamıştı, ama kredi kullanımı bugünkü ölçüde yaygın değildi. Kredilerin GSYH’ye (Milli Gelire) oranı yüzde 13’lerdeydi, bugün bu oran yüzde 70’lere dayanmış durumda. Bankaların dağıttığı kredilerin toplamı 2 trilyon TL’yi geçti. Bu nedenle faizlerdeki en ufak kıpırdanma anında iflaslara yol açabiliyor. Bankalar ticari kredi faizlerini artık yüzde 18’lere yükseltmiş durumda. Konut kredileri yüzde 14’lerde seyrederken ticari kredilerdeki bu yükseklik, yatırımları büyük ölçüde engelliyor. Ama dövizde (euro ve dolar ortalamasında) son bir yılda yaşanan yüzde 40 artış, faizleri yüzde 18’lerde tutmayı da irrasyonel hale getiriyor, çünkü hiçbir banka bu rakamlar ortadayken piyasadan TL mevduatı toplayamaz, topladığı döviz mevduatını da bu faiz oranları ile dağıtamaz. Bankaların uzun süre dövizdeki yüzde 40 artış ile faizlerdeki yüzde 15’lik düzey arasındaki makasa dayanması mümkün olmaz. Yani ya faizler artacak, dövizdeki artış oranını yakalayacak, ya da dövizdeki artış durdurulacak.
OHAL koşulları, keyfi KHK yayınlamalar ekonomide bozulmalara yol açıyor. Hukuksal olarak kendini güvende hissetmeyen yerli ve yabancı yatırımcılar hızla ülkeden kaçıyorlar, döviz ve faizler almış başını gidiyor. Hükümetin ise bütün bu gelişmeler karşısında tek yapabildiği piyasaya karşılığı olmayan TL sürmek. Bugünlerde yaşadığımız ani döviz yükselişleri, borsadan ve tahvillerden çıkmakta olan sıcak paranın geride bıraktığı yıkımlardır. Türkiye kapitalizmi bu yıkımlarla uzun bir süre boğuşmaya devam edecek. Çünkü dış ticaret sürekli açık veriyor. Turizm gelirleri, OHAL koşullarında yeterince turist gelmediği için bu açığı kapatmaya yetmiyor. Açığı kapatabilecek doğrudan yabancı sermaye yatırımı OHAL nedeniyle gelmiyor, hatta var olanlar kaçıyor. Bütün bu gelişmeler üst üste eklendiğinde dövizin TL karşısında değerlenmesi kaçınılmaz hale geliyor. Hükümet, dünya kapitalizminin krizine ek olarak kendi yarattığı OHAL sistemi ile krizin daha da derinleşmesine yol açıyor. Ayrıca enflasyona yol açarak krizin faturasını yoksullara çıkarıyor. Enflasyonu engellemek için hiçbir şey yapmıyor. İşsizlik ve pahalılık, işçi ve emekçiler için can yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Türkiye’yi yöneten AKP’nin kapitalist bakışının yoksulların sorunlarına çözüm üretmesi mümkün değil.
8 GELENEK
TONY CLIFF’İN MARKSİST ANALİZİ YENİDEN TÜRKÇE’DE!
RUSYA’DA DEVLET KAPİTALİZMİNİ ANLAMAK ARİFE KÖSE
Günümüzde insanların sosyalist fikirler ile arasına mesafe koymasının en önemli nedenlerinden biri, Marks’ın geliştirdiği sosyalizm fikri ile Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimin bir ve aynı şey olduğunu düşünmeleridir. Tony Cliff’in geliştirdiği ve Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabında etraflıca açıkladığı teorisi bize, Sovyetler Birliği’nde Stalinist rejim tarafından gerçekleştirilen korkunç ve vahşi uygulamaların sosyalizm ile hiçbir ilgisi olmadığını anlama ve gerçekte ne olduğunu açıklama olanağı tanır. Ancak bu sadece bir tarih tartışması değildir. Sosyalizmin ancak ve sadece kitlelerin, işçi sınıfının kendi eyleminin sonucunda gerçekleşebileceğini, işçi sınıfının her anlamda yenildiği bir devrimin artık sosyalist olamayacağını bilenler, Sovyetler Birliği’nin devlet kapitalisti olduğunu tespit etmenin aşağıdan sosyalizm geleneğini günümüzde devam ettirmenin tek yolu olduğunun farkındadırlar.
işçi sınıfı kalmamıştı. İşçi sınıfı hem nitelik hem de nicelik olarak zayıflamış, devrimi gerçekleştiren sınıf büyük ölçüde iç savaşta yok olmuştu. Devrim sırasında 3 milyon olan işçi sayısı iç savaştan sonra 1 milyon 250 bine düşmüştü.
birikimi gerçekleştirebilmek için milyonlarca Afrikalıyı köle olarak kullanmış, milyonlarca yerli halkı yok etmiş ve milyonlarca köylünün toprağını elinden alarak, sadece fabrikalarda patronu için çalışarak hayatta kalabilecek bir sınıf yaratmıştı.
Hızlı sanayileşme
Stalinist rejim de aynısını yaptı, çok daha hızlı yaptı. Devrimden hemen sonra ekonominin önceliği kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamaktı. Ancak Stalin döneminde bu önceliğin yerini birikim ve batı ile rekabet aldı, dolayısıyla tüketim azaltıldı. 1927’de tüketim ekonominin yüzde 67.2’sini oluştururken 1940’da bu oran yüzde 37.8’e düştü. Köylülerin üretimlerine el konuldu ve bunun sonucunda 1930’larda Rusya ve Ukrayna’da büyük bir kıtlık yaşandı. Ve tıpkı batının ilkel birikim için köle emeğini kullanması gibi Stalin rejimi de insanları çalışma kamplarında zorla çalıştırdı.
Cliff kitabında, Sovyetler Birliği’nin, İngiltere ve Fransa’nın işgaline uğrama tehdidi karşısında hızlı sanayileşme yolunu tercih ettiğini ve bu yön değişikliğinin sonucunda devlet kapitalisti bir rejim haline geldiğini anlatır. Böylece Sovyetler Birliği gelişmiş kapitalist ülkelerden gelen tehditleri savuşturabilecek askeri güce ulaşabilecektir. Böylesi bir sanayileşme hamlesi, Sovyetler Birliği’nin batının yaklaşık üç yüzyıl önce gerçekleştirdiği ve Marks’ın ‘ilkel birikim’ olarak adlandırdığı süreci yaşaması anlamına gelmektedir. O dönemde batılı devletler bu ilkel
Sovyetler Birliği’nin devlet kapitalisti karakterinin anlamanın günümüz açısından bir başka önemi ise, bugün hala Çin gibi, Kuzey Kore gibi devlet kapitalisti rejimlerin varlığıdır. Rekabet Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabında Rusya’nın Stalin döneminde kapitalist toplum biçiminin belirli bir şeklini aldığını ve bunun adının devlet kapitalizmi olduğunu, Rusya’nın batılı rakipleri ile rekabet halinde olduğunu ileri sürer.
Tüm bu saldırılar karşısında ise, artık işçi sınıfının devrimin sonucunda elde ettiği kazanımları savunabilecek bir
Devlet kapitalizme yönelik en büyük eleştirilerden biri, mülkler kamulaştırıldığı ve devlet tarafından kolektif olarak yönetildiği için Sovyetler Birliği’nin kapitalist olmasının mümkün olmadığı iddiasıdır. Ancak, Cliff’in bu iddiaları kapitalizmi sadece özel mülkiyet olarak anlamakla eleştirmiş ve kapitalizmin özünün özel mülkiyet değil sermaye birikimi olduğunu ileri sürmüştür. Bir diğer eleştiri ise, işyerleri arasında rekabet olmadığı için Rusya’nın kapitalist olamayacağı şeklindedir. Cliff, bize Sovyetler Birliği’nin bir bütün olarak devasa tek bir fabrika gibi çalıştığını ve batı ile rekabet ettiğini ve bu rekabetin itici gücünün de askeri rekabet olduğunu anlatır. Sovyetler Birliği’nde bürokrasi, tıpkı herhangi bir “özel” kapitalist şirket gibi, sadece birikime ve üretim seviyesine rakiplerinin üretim seviyesi ile eşitlemeye odaklanmıştır.
Cliff, Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Doğu Avrupa’ya doğru genişlediği dönemde, 1948’de ortaya attığı bu teorisini, Rusya’daki rejimi tek bir kritere göre test ederek geliştirmişti. Bu kriter, devletin ve üretim araçlarının işçi sınıfının kontrolünde olup olmadığıdır. Cliff, çalışmasında Sovyetler Birliği’nde de işçilerin kendi üretimlerine en az batıdaki işçiler kadar yabancılaşmış olduklarını ortaya koydu. 1920’lerin başında bile, iç savaşın yol açtığı büyük yıkım ve yoksulluğa ve devrimin tek başına kalmış olmasına rağmen hala üretim büyük ölçüde işçilerin kontrolündeydi. Her bir işyeri işçilerden, Bolşevik Partisi komitelerinden ve fabrika müdüründen oluşan bir komite tarafından yönetiliyordu. Fakat 1928’den itibaren bu durum işçilerin aleyhine olacak şekilde değişti ve her iş yeri tepeden atanan bir yönetici tarafından yönetilmeye başladı. Sovyet seçimleri neredeyse yapılmaz hale geldi ve yapılabildiği zaman da oy pusulasında sadece tek bir adayın olması ve bütün oyların bu adaya verilmesi sağlandı. Artık Sovyetler’e seçilen her kişi yaklaşık yüzde 99.9 oyla seçilir hale geldi.
Eleştiriler
Cliff’in bu tezini ortaya attığı yıllarda Sovyetler Birliği sürekli büyüyen parlak bir ekonomiydi. Dolayısıyla batı ile rekabet etme ve hatta ona yetişme hedefinde başarılı olmuş gibi görünüyordu. Birinci Beş Yıllık Plan, devasa bir büyümeyle ve sanayinin hızla gelişmesiyle sonuçlanmıştı. Ancak Cliff, bunun devam etmeyeceğini ve eninde sonunda Sovyetler Birliği’nin krize gireceğini ileri sürdü. İlk dönemde yaşanan hızlı büyümenin ardından ekonomi yavaşlamaya ve tıpkı Cliff’in ileri sürdüğü gibi, 1980’lerden itibaren de krize girmeye başladı. Bunun üzerine ülke yönetiminde ayrılıklar ve halk arasında da büyük grevler ve gösteriler patlak verdi. Nihai olarak da rejim 1989’da çöktü.
Kitabı istemek için bizi arayın: 05547307216 facebook @zyayinlari
Cliff, Sovyetler Birliği çökmeden çok önce, hatta en parlak günlerinde bu teoriyi geliştirmişti. Onun bunu yaparken kendisine rehber edindiği ilke günümüzde aşağıdan sosyalizm geleneğinin savunanların da tek yol göstericisidir: sosyalizm kitlelerin kendi eylemidir, işçi sınıfının yenildiği bir rejim sosyalizm olamaz.
İŞÇİ HABER
6 MİLYONDAN FAZLA İŞSİZ
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-AR) tarafından 15 Mart 2018 günü Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun açıkladığı Aralık 2017 dönemi Hanehalkı İşgücü Araştırması’na yönelik değerlendirmede, dar tanımlı işsiz sayısı 3 milyon 291 bin ve işsizlik oranı yüzde 10,4; geniş tanımlı işsiz sayısı 6,1 milyon ve işsizlik oranı ise yüzde 18,3 olarak saptandı. Gençlerde bu oran %19’un üstüne çıkıyor. Her beş gençten biri işsiz. Kadınlarda işsizlik oranı %27. Hükümet sürekli olarak ekonomik durumun tekrar toparlandığını ve büyümenin başladığını anlatıyor. Ancak bu durum işçi sınıfına yansımıyor. Kayıtdışı çalışma, Suriyeli mültecilerin sömürüsü başta olmak üzere birçok sektörde oldukça yaygın. 6 milyondan fazla işsiz var. İstihdamın artırılması için çalışanların çalışma saatleri gelir kaybı olmaksızın düşürülmeli. Güvencesiz çalışma biçimlerine ve taşerona son verilmeli. Ev içi bakım hizmetleri devletin gereken nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini sağlaması ile kadının üzerinden alınmalı. Tüm işçiler için uluslararası standartlara uyularak en az bir ay yıllık izin tanınmalı. Çırak, stajyer, kursiyerlerin ve bursiyerlerin sistematik bir şekilde ucuz işgücü deposu olarak kullanılmasına son verilmeli. İş hayatı rekabet kuralları çerçevesinde işçilerin en fazla sömürülmesinin olanakları aranması ekseninde değil, “herkesin çalışması için, herkesin daha az çalışması” prensibi etrafında düzenlenmelidir.
TAŞERON ÇALIŞMAYA HAYIR!
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN
n Çerkezköy Prettl Endüstri fabrikasında toplu iş sözleşmesi görüşmeleri döneminde 19’u kadın 20 işçinin işten atılması üzerine 200 kadın işçi fabrikayı işgal etti.
Taşeron yasasından faydalandırılmayan yüz binlerce işçi hakkını istiyor.
Taşeron sistemi patronlara hizmet eder. İşveren, bazı işleri aracı firmalar aracılığıyla kiralanan işçilere yaptırtarak, kendi ölçeğini küçültür ve 4857 sayılı İş Kanunu Çerçevesinde iş güvencesine ilişkin getirilen temel yükümlülüklerden kurtulur. Böylelikle maliyetlerini azaltır, kârını artırır. İşçiler için ise durum tam tersidir. Taşeron işçiler çalıştıkları kurumlarda sendika ve toplu sözleşme haklarından mahrumdur, yaptıkları süreli sözleşmeler nedeniyle kıdem tazminatı gibi haklarından yoksun kalırlar, iş güvenceleri yoktur. 12 Eylül askeri darbesinin ardından uygulanan neoliberal politikalarla birlikte taşeronlaştırma hem kamuda hem özel sektörde yaygınlaşmaya başladı. Önce nakliye, temizlik vb alanlarda taşeron çalışma vardı, 1990’larda işletmelerdeki asıl işlere
de sıçradı. AKP döneminde ise Türkiye’deki taşeron işçi sayısı 387 binlerden 2 milyonun üstüne çıktı. Yani bu hükümet döneminde taşeron işçi sayısı 5 kat arttı. AKP, 1 Kasım 2015 seçimlerinden önce taşerona kadro vaadini dillendirmeye başlamıştı. İki yıldan fazla süre sonra, KHK ile taşeron işçilerin çok sınırlı bir bölümüne kadro verilmeye başlandı. Ancak bu da soruşturmalara, performans testlerine, sınavlara bağlı. Üstelik binlerce işçi de bu süreçte işini kaybetti. Belediye işçileri, karayolu işçileri, üniversite çalışanları gibi pek çok işçi grubu, taşerona kadro talebiyle iş bıraktı veya eylemler yaptı. Bu konu Erdoğan’ın mitinglerinde dahi o kadar çok dile getirildi ki, cumhurbaşkanı son olarak bunu söyleyenleri azarladı. Yüz binlerce işçinin hayatı taşeronla kabuse dönerken, Erdoğan
hakkını arayan yoksullara “Kaç kere konuştuk, anlamıyorsunuz” diye kızdı. Taşeron sistemi, temel demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı, sendikal hakların yok edildiği, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın egemen olduğu, düşük ücretle çalıştırılmanın esas olduğu bir “kölelik” düzenidir. Bunun kaldırılması için verilen mücadele, tüm işçilerin çıkarınadır. Taşeron düzenine son verilmesi için emek örgütleri ortak bir mücadele platformunda bir araya gelmelidir. 1 Mayıslarda en merkezi taleplerden biri taşeronun kaldırılması olmalıdır. Sosyalist İşçi yayına hazırlanırken, karayolu işçileri “taşerona kadro” talebiyle grev yapıyordu. Emekten ve adaletten yana olan herkes bu talebin etrafında birleşik bir mücadele sürdürmeli.
n 12 mağazasında çalışan 1700 işçiyi hiçbir hakkını ödemeden işten çıkaran Real Hipermarketleri hakkındaki iflas kararı mahkeme tarafından durduruldu. İşçiler haklarını almak için aylardır mücadele ediyorlardı. n İstanbul Kadıköy Sahrayıcedit Mahallesi'nde İnşaat-İş sendikasına üye olan ve Evril İnşaat'ta taşeron olarak çalışan Area inşaat işçileri, 4 aydır paralarını alamadıkları için şantiye önünde direniş başlattı. Eylem kazandı ve işçilerin talepleri karşılandı. n Ankara ve İzmir’de Karayolları Genel Müdürlüğü’ne bağlı çalışan taşeron işçiler, kadro talepleri karşılanmadığı için iş bıraktı. n Aydın Söke’de Tekgıda-İş’e üye oldukları için işten atılan SİBAŞ işçilerinin mücadelesi sürüyor. n Kastamonu ve Burdur’da şeker fabrikalarında çalışan işçiler, özelleştirme sürecine karşı eylemler yaptı.
10
MEDYA
DOĞAN MEDYA GRUBU: HEP DEVLETİN YANINDA gelip medyanın nasıl iş göreceğini planlamaz. Doğal bir süreç işler. Medya işletmeleri büyük yatırımlar gerektirir, bunu zaten ancak büyük sermaye sahipleri yapabilir. Ve zaten patronların tanıdığı, bildiği, yaşam tarzını paylaştığı kişiler yayın yönetmeni olarak atanır.
RONİ MARGULİES
Sizi bilmem, ama Hürriyet gazetesini düşününce benim aklıma hâlâ Ertuğrul Özkök gelir. Bir yandan gazetenin logosunun altındaki "Türkiye Türklerindir" ibaresi, bir yandan Meclis'teki türban oylamasını izleyen "411 el kaosa kalktı" manşeti ve daha pek çok habislik de gelir elbet, ama tam 20 yıl, 1990'dan 2010'a kadar, yakın dönem Türkiye tarihinin en cafcaflı dönemlerinde gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapan Özkök yine de benim aklımda ön plana çıkıyor.
Hâl böyleyken, medyanın özgür, bağımsız, tarafsız olması hemen hemen imkânsızdır. Şu veya bu siyasî partiye bağlı olmamak anlamında bir bağımsızlık olabilir. Ama kâh dolaylı kâh dolaysız olarak, kâh kör gözüm parmağına, kâh daha hassas bir şekilde, medya egemen sınıfın dünyasını yansıtır.
Gazetenin ruhunu, dünya görüşünü, siyasî yaklaşımını belki de Aydın Doğan'dan daha keskin ve açık bir şekilde yansıtır Özkök. Aydın Doğan basitçe bir iş adamıdır; para kazanmak için ne gerekiyorsa onu yapar, onu düşünür. Özkök de para kazanmaktan hiç geri durmamıştır elbet, ama ideolojik yanı her zaman daha önemli olmuştur. Gazetenin ne anlattığını, ne istediğini, ne düşündüğünü ve okuyucunun ne düşünmesini istediğini anlamak için reklam, ilan ve tek tük haber dolu sayfaları okumaya gerek olmadan Özkök'ün köşe yazısını okumak yetmiştir. Medya ve egemenler Gazete ve televizyon ilginç ürünlerdir. Bir yandan, tüm ürünler gibi kâr amacıyla üretilirler. Ama aynı zamanda medya özel bir üründür: Mevcut düzenin, mevcut egemenlerin dünyaya bakışını tüm topluma anlatan, en doğru, tek
Kırmızı çizgiler Aydın Doğan medyasının yansıttığı dünya hangisiydi?
Ahmet Kaya’nın sürgünde ölmesine katkıda bulunan Hürriyet manşeti, Doğan Medya’nın yayın çizgisinin tipik bir örneği.
doğru olarak anlatan ideolojik mekanizmanın en temel unsurudur. Hürriyet gazetesi ve CNN Türk hem kâr eder hem toplumun görüşlerini etkiler, şekillendirir. Aydın Doğan kâr eder, Özkök bu kârdan pay alır ve ideolojik işlev görür. Burada bir komplo yoktur. Egemenler bir araya
VİVA ESPANYA!
Doğaldır, Türkiye millî takımı Avrupa'da maç yapıyor, Özkök onu destekleyecek.
Uzun zamandır Ertuğrul Özkök'le dalga geçen bir yazı yazmamıştım. Hatta, ne yalan söyleyeyim, gazetelerin bütünü o kadar berbat bir hâle geldi ki, hayatım boyunca her fırsatta yerin dibine soktuğum Hürriyet'i zaman zaman okur oldum şimdi!
Tamam, desteklesin, bir şey demiyorum. "Haydi aslanlar!" desin, hatta kendine özgü cinsiyetçi ifadelerle Türk futbolcusunu göklere çıkarsın.
Hürriyet, normal ülkelerdeki büyük gazeteler gibi, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda yayın yapıyor. Biz de ne yaptığını biliyoruz, ona göre okuyoruz. Biraz da gazetecilik yapmaya çalışıyor, muhabirleri var filan. Diğer gazeteler artık haberlerle falan hiç ilgilenmiyor. Bir odada bazı adamlar oturuyor, hangi gazete olduğuna bağlı olarak, belli bir merkezden gelen talimatlar doğrultusunda palavralar yazılıyor Bu nedenle, Özkök'ü ihmal etmişim. Yanlış yapmışım. Ne kadar habis bir görüşün temsilcisi olduğunu unutmuşum; geçen hafta hatırlattı. Üstelik futbol hakkında bir yazı yazarak hatırlattı.
Ama hayır, desteklemek yetmiyor. Futbol maçları bile "millîlik" propagandası, derin devlet desteği ve Kürt düşmanlığı için vesile oluveriyor Özkök'ün zehirli kaleminde. Önce, Fransız bir gazeteciden alıntı yapıyor: “Biz oyuncularımızın birlikte milli marşımızı söylemelerini ve son yıllarda tehdit altında olan bayrağımızı onurlandırmalarını istiyoruz. Biz kimlikçi politikalardan nefret ediyoruz.” Sonra, asıl söylemek istediğine geliyor: "Biz de kimlik çatışmalarını yaşayan bir ülkeyiz. Ne yazık ki parçalandık. Ne yazık ki birbirimize düşürüldük. Ne yazık ki dışımızdan değil, içimizden vurulduk..." Fakat, ne mutlu bize, "parçalanmamızın", "içi-
Sinan Laçiner'in marksist.org'da yazdığı gibi, "Başta Kürt sorunu olmak üzere devletin 'kırmızı çizgi' saydığı tüm alanlarda sonuna kadar devletçi/orducu, bunun dışında da piyasacıydı. 'Türkiye Türklerin'di, soykırım yalandı, Yunan'a haddi bildirilmeliydi, ama bu arada kamu ihaleleri şahaneydi. Askerî müdahaleleri, katliamları, işgalleri ve savaşı açıkça; faili meçhulleri, yargısız infazları, işkenceyi, türlü hak ihlallerini de hakikati karartma yoluyla destekledi. Yakın bir tarihte gururla söylediği gibi 'hep devletinin yanında' idi." Şimdi ne olacak? 'Hep devletin yanında' olmaya elbette devam edecek. mizden vurulmamızın" çaresi de var. Fatih Terim'e hitaben, şöyle diyor Özkök: "Yine de şanslıyız... Milli Takımımızın başında siz varsınız... Biz bölündük ama Milli Takımımız milli kaldı... Hocam... Çıkın... Göğsünüzü gere gere milli marşımızı söyleyin. Hiç olmazsa bugün bizi milli yapın " Kim kurtaracak yani Türkiye'yi, hiç olmazsa bugün? Milliyetçi, Türkçü, faşistlerle ve derin devletle yakın ilişkileri olduğu iyi bilinen bir adam! Fatih Terim! Mehmet Ağar'ı, yani 1990'ların 17.500 faili meçhul cinayetinin doğrudan sorumlusu olan kişiyi hapiste ziyarete giden ve yanında millî takım kaptanını da götüren bir adam. Ve aynı Ağar'ı millî takım kampına "VIP Konuk" olarak davet eden bir adam. Allah İspanyollardan razı olsun. Terim’in millî takımına üç gol attılar da, hiç olmazsa bugün millî yapılmaktan kurtulduk.
22 Haziran 2016, Sosyalist İşçi, sayı 569. sayıda yayınlanmıştır.
TOPLANTI DUYURULARI 5 Nisan Perşembe 19:00 Beyoğlu
Marx’tan sonra Marksizm Üsküdar
21. yüzyıl emperyalizmi ve Ortadoğu 6 Nisan Cuma 19:00 Kadıköy
Marx 200 yaşında Şişli
1968’de Türkiye Fatih
2019’a giderken nasıl bir sol muhalefet? 12 Nisan Perşembe 19:00 Beyoğlu
İşçi hareketi: Deneyimler, ihtimaller Üsküdar
Kadın mücadelesi 13 Nisan Cuma 19:00 Şişli Irkçılığa karşı küresel mücadele 20 Nisan Cuma 19:00 Kadıköy Marksizm ve din Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3, Üsküdar: Abbara Kahve, Sultantepe Mahallesi, Selmani Pak Cd. 27 B
AKTİVİZM
11
EKONOMİK BÜYÜMENİN MARKSİST SÖZLÜK DAYANAĞI ORMAN VE SU
CİNSİYETÇİLİK CAN IRMAK ÖZİNANIR
Cinsiyetçilik en basit hâliyle bir cinsiyet kimliğinin, diğer cinsiyet kimliklerinden üstün olduğunu savunan bir ideolojidir. Sınıflı toplumlardaki işbölümü her zaman cinsiyet ayrımcılığına dayanmıştır. Diğer sınıflı toplumlar gibi kapitalizm de cinsiyetçi bir sistemdir. Kapitalist toplum devamlılığını sağlamak için dayandığı aile kurumuna ihtiyaç duyar ve bu kurumu yüceltir. Ailenin sınırlarını zorlayabilecek her türlü cinsel kimlik ve davranış kalıbı baskıya maruz bırakılır. Kadına ev içindeki emeğin zorunlu uygulayıcısı gözüyle bakılır. LGBTİ+’ler sapkın ilan edilir.
Kuzey Ormanları’ndaki tahribat. NURAN YÜCE
6831 sayılı Orman Kanunu 1956 yılında kabul edildi. Şimdiye kadar toplamda 29 kez değiştirildi. Son 15 yılda ise 15 kez değişikliğe tabi tutuldu. Geçtiğimiz hafta TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda ’Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile yeniden Türkiye’nin ormanlarını ve tarımsal sulamayı radikal bir biçimde etkileyecek düzenlemeler hayata geçirilmeye çalışılıyor. Yapılan her bir değişiklikle doğal varlıkların koruma statüleri azaltılıyor, daha fazla kullanımın, talanın önü açılıyor. n 6831 sayılı Orman Kanunu’na ek bir madde ilave ediliyor. Bu madde ile ormanlık alanlar daraltılırken yeni 2B alanlarının önü açılıyor. 2B alanları orman sınırları dışına çıkarılmış, bir daha geri kazanılmayan, ıslah edilmeyen, üzerinde her türlü yapılaşmaya izin verilen alan demek. Oysa Anayasa’nın 169. Maddesi sadece 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini yitirmiş alanların orman sınırları dışarısına çıkarılmasına izin veriyordu. Bu değişiklikle söz konusu tarih bugüne kadar çekilmiş oluyor. Ormanlar atık deposu olacak n Yine tasarının 12. Maddesi ile or-
man alanlarından ormancılık dışı faydalanmaların sınırları genişletiliyor Devlet ormanlarında “arkeolojik kazı ve restorasyon yapılmasına ve bu alanların kullanımına, tarihi eserlerin restorasyonu ve korunması için gerekli tesislere, işletilmesinde ağaç kullanılan ocakların açılmasına, yeraltında depolama alanı kurulmasına” bedeli karşılığında 29 yıllığına izin veriliyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “Yeraltı depolamasına” ilişkin çok talep olduğu gerekçesiyle böyle bir düzenleme yaptıklarını, ormana zarar vermeden belli bir derinlikte tüneller açılacağını iddia ediyor. Eroğlu’nun bu açıklaması yine meseleyi sadece teknik olarak ele aldığının göstergesi. Yer altı depolama sistemleri orman ekosisteminin bütünlüğünü bozacağı gibi bu depolama alanları olarak ilan edilen yerlerde çeşitli tehlikeli atıkların depolanmasını da mümkün hale getirecek. Nükleer ile bugüne kadar tanışmamış olan Türkiye’de 3 nükleer santral kurulma girişimi var. Dünyanın hiçbir yerinde yüzlerce yıl etkisini koruyan toprağa, suya, havaya karışmaması gereken nükleer atıkların depolanmasına yönelik güvenli bir yöntem bulunmuş değil. Kimi ülkelerde ise bu tehlikeli atıklar toprağın altına gömülüyor. Ormanlık alanlarda yeraltı depolarında olası nükleer atıklar için depolama alalarının yaratılmak istenmesi de hiç azımsanmayacak bir olasılık. Yine aynı madde kapsamında izin alma süreçleri
kolaylaştırılıyor.Orman içinde veya ormana 1 veya 4 kilometre mesafede özel mülkiyete tabi arazilerde kurulacak tesisler bile özel izne tabi iken, düzenlemeyle bu kısıtlama kaldırılıyor. Bu düzenlemeler ile hem kapsamı daraltılan hem bütünlüğü bozulan ormanlık alanlarda artık çok daha kolay biçimde yeni lüks villalar yapılabilecek. Kayseri büyüklüğünde orman yok oldu Türkiye’de 2016 yılı sonu itibariyle orman alanlarında ormancılık dışı amaçlar için 91 adet izin verilmiş. Bu izinler yaklaşık 700 bin hektarlık alanı kapsıyor. Küresel Orman Takip ve Uyarı Sistemi kapsamında Ocak 2000-Aralık 2012 tarihlerine ilişkin raporda ise Türkiye’nin net orman kaybı 164 bin 222 hektar yani Kayseri büyüklüğünde bir alan. Hükümet ormanlık alanları daha fazla kullanıma açacağı tasarıyı tam da 1975 yılından beri Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ilan edilen Dünya Ormancılık Günü’nden bir gün öncesinde Meclis’e getirdi. Cumhurbaşkanı da 21 Mart’ta 23 milyon haneye mektup içinde karaçam tohumları gönderme kampanyasının startını verdi. Bu tohumları şehirlerde ekebileceğimiz, beton dökülmemiş bir karış toprak bırakmayan hükümet, ormanlık alanlarında yok edilmesine hız kesmeden devam ediyor. Cidden kavraması güç bir durum.
Cinsiyetçilik ve erkeğin iktidarına dayalı ataerki, kapitalizmle birlikte değilse de sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile birlikte başlamıştır. Bunun öncesinde anaerkil toplumlar vardır. Her sınıflı toplum kendi birikim rejimine uygun cinsiyetçi ideolojiler ve formlar üretmiştir. Kapitalist toplumdaki ailenin daha önceden geniş topluluklar hâlinde yaşayan aileden farklı olmasının sebebi budur. Sermaye birikiminin sağlanması için çok fazla emek gücüne ihtiyaç duymaktadır, bu yeni işçi kuşaklarının üretimini ve bu kuşakların iş hayatı dışındaki ihtiyaçlarının karşılanarak iş gününe hazır hâle getirilmesini gerektirir. Kapitalizm, bu durumu bir maliyet olmaktan çıkartmak için kapitalizme içkin bir yapı olarak aileyi kutsamış, bu yolla ev içindeki emeği bedavaya getirmiştir. Bu cinsiyetçi yapı kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun olarak dönemler içinde ufak değişiklikler yaşayarak devam eder. Örneğin, II. Dünya Savaşı öncesinde son derece muhafazakâr bir şekilde kadının yerinin evi olduğu, ailenin bakımını kadının üstlenmesi gerektiğini anlatan ABD egemenleri, savaşın başlaması sonucu erkeklerin askere gitmesiyle kadınlara fabrikalarda da ihtiyaç duymuştu. Çok bilinen üzerinde “We can do it” (Yapabiliriz) diyen ve pazısını sıkan bir kadının bulunduğu poster, II. Dünya Savaşı’nda duyulan bu ihtiyacın bir sonucuydu. Savaşın bitmesiyle beraber kadınların eve dönmesi propagandası devam etti. Çalışmak, kadınların ezilmesinin tek çözümü de olmuyor. Günümüzde kadınlar çoğunlukla aynı işi yaptıkları erkeklerden daha düşük bir ücret alıyorlar. Ayrıca bir yandan erkek işçiler gibi emek güçleri sömürülürken, ev içindeki emek süreci, yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi işler de kadının işi olarak görülmeye devam ediyor, dolayısıyla kadınlar çifte bir sömürüye maruz kalıyor: patrondan ve ailesinin erkeklerinden... Bunların yanısıra erkeklerin bir iktidar pratiği olarak taciz, tecavüz, şiddet gibi pek çok olaya maruz kalıyorlar. Cinsiyetler arasındaki bu bölünme aynı zamanda işçi sınıfını bölüyor ve direnişini zayıflatıyor. Cinsiyetçiliğe karşı mücadele devrim sonrasına ertelenebilecek bir mücadele değil, gündelik hayat içerisinde sürekli olarak verilmesi gereken bir mücadeledir.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
2018
MARKSiZM GÜNLERİ 3-4-5-6 Mayıs İstanbul 3 MAYIS PERŞEMBE
17:00-18:15 21. yüzyıl emperyalizmi, Ortadoğu’da savaşlar ve direniş Konuşmacılar: Mühdan Sağlam - Ozan Tekin 19:00-20:15 Anlatılan senin hikayen: Karl Marx 200 yaşında Konuşmacılar: Ferda Keskin - Tom Hickey
4 MAYIS CUMA 17:00-18:15 1968 Türkiye’de ezilenlerin mücadelesini nasıl etkiledi? Konuşmacılar: Melek Ulagay - Nadire Mater - Nuran Yüce 19:00-20:15 2019’a giderken nasıl bir sol? Konuşmacılar: Ayşe Erzan - Garo Paylan - Yıldız Önen
5 MAYIS CUMARTESİ 11:00-12:15 Otoriterleşen dünyada medya Konuşmacılar: Işın Eliçin - Murat Belge - Murat Çelikkan - Roni Margulies 13:00-14:15 Marksizm ve Din Konuşmacı: Sinan Özbek
-
15:00-16:15 Kadın mücadelesinin dip dalgaları ve özgürleştiren dinamikleri Konuşmacılar: Aylime Aslı Demir- Filiz Kerestecioğlu -Merve Diltemiz - Rümeysa Çamdereli
DÜNYAYI DEĞİSTİRMEK , İCİN , DEVRİMCİ FİKİRLER YER: CEZAYİR SALON HAYRİYE CADDESİ NO: 12 BEYOĞLU (GALATASARAY LİSESİ’NİN ARKASI) İLETİŞİM: 05558631636 @MarksizmGunleri
17:00-18:15 İşçi sınıfının mücadelesi: Deneyimler, ihtimaller Konuşmacılar: Arzu Şenel Atmaca - Irmak Özinanır - İshak Kocabıyık 19:00-20:15 1968: Dünyayı değiştiren yıl Konuşmacılar: Argyi Erotokritou - John Molyneux
6 MAYIS PAZAR 13:00-14:15 Göçmen düşmanlığı, ayrımcılık, nefret söylemi: Irkçılığı durdurabiliriz Konuşmacılar: Alev Erkilet - Deniz Güngören - Mulham Samir 15:00-16:15 Marks'tan sonra Marksizm Konuşmacılar: Foti Benlisoy - Şenol Karakaş 17:00-18:15 Kürt sorunu: Çözümün baharı ne kadar yakın? Konuşmacılar: Meltem Oral - Necmiye Alpay - Özgür Sevgi Göral - Reha Ruhavioğlu 19:00-20:15 Özgürlükçü bir alternatifi inşa edelim Konuşmacılar: Argyi Erotkritou - Dila Ak -İshak Kocabıyık - Meltem Oral - Şenol Karakaş