DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
617
19 Nisan 2018 3 TL. sosyalistisci.org
OHAL'E SON BARISA , EVET DEMEK İCİN ,
HAYDİ 1 MAYIS'A! BU ACI HEPİMİZİN 24 NİSAN 19:15 TÜNEL MEYDANI
2
ERKEN DEĞİL BASKIN SEÇİM: YERLİ-MİLLİ İTTİFAK KRİZDE Devlet Bahçeli artık geleneksel
hale gelen çıkışını yaparak hükümeti erken seçime götürüyor. Bahçeli’nin bu çıkışını Erdoğan’la konuşarak mı konuşmadan yaptığının bir önemi yok artık. Erdoğan-Bahçeli görüşmesi sonrasında yapılan erken seçim açıklaması bu tartışmaları önemsiz hale getiriyor. 24 Haziran’da seçime gidiliyor. Üniversite sınavları bir hafta ertelendi. Derinleşen istikrarsızlık Bahçeli’nin erken seçim çağrısının hamaset yüklü olan yanlarını bir kenara bırakırsak, özetle AKP-MHP ittifakının giderek daha ciddi bir istikrarsızlık kaynağı haline geldiğinin MHP lider tarafından teyit edilmesidir. Hükümet, 15 Temmuz darbesinin ardından, darbeyi püskürten toplumsal hareketten yola çıkarak demokrasi ve çözüm sürecinin yeniden inşası yönünde bir hamleyi değil, demokratik bütün kazanımları askıya alan, yok eden, devletin bekası sorununu gidermeyi merkezine alan ve bunu yaparken de kendi iktidarını konsolide etmeyi amaçlayan bir strateji izledi. İşte bu stratejinin duvara çarpmasının ifadesidir erken seçim kararı. Bu stratejinin, esas olarak OHAL koşullarına yaslanarak sürdürülebilecek bir dizi siyasi hamleyle kaçınılmaz olarak istikrarsızlık yaratacağını görmemeye imkan yoktu. Fakat, muhalefet ve farklı siyasi görüş ve eğilimler üzerindeki ağır baskı koşullarının yarattığı görünürdeki sessizlik ortamı AKP-MHP liderliğinin pervasızca hareket etmekte kendisini rahat hissetmesine neden oldu. İlan edilen yerli ve milli ittifak OHAL koşullarının yarattığı korku atmosferinin içinde hamasi bir söylem ve bu söylemle teorize edilen politik bir yönelim geliştirdi. Esas olarak nüfusun AKP-MHP’ye oy vermeyen kesimlerini gayri milli ya da hain ilan etme sonucuna yol açan bu yönelim, nüfusun yarısını karşısına almakta bir sakınca görmedi. Farkına varılmayan bir başka nokta ise AKP’ye oy veren yoksul
kitleler arasında ve daha önce AKP’ye oy verdiğini açıklayan kanaat önderleri arasında çok sayıda ismin de yerli milli yönelimin hamaset yüklü düşmanlaştırıcı yaklaşımından rahatsız olmaya başlamasıydı. 16 Nisan referandumunu kıl payı kazanması ya da büyükşehirlerin ezici çoğunluğunda AKP-MHP koalisyonunun referandumu kaybetmesi Erdoğan tarafından AKP’nin kadrolarının, il yönetim üyelerinin, belediye başkanlarının “metal yorgunluğu”na yoruldu. Oysa sorun metal yorgunluğu değil, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tercih edilen politik yönelimin toplumun büyük çoğunluğunda yarattığı huzursuzluğun AKP’ye de sıçramış olmasıydı. Dikiş tutmayan yerler Bahçeli’nin erken seçim çağrısının, uzak olmayan bir istikbalde bekleyen ekonomik krizin büyük boyutlarının yaratacağı sorunlarla yıpranmadan seçimleri aradan çıkartmak hesabı yapıldığı çok açık. Gazete Duvar adlı internet sitesinde yayınlanan şu veriler ekonomi alanında yaşanan sorunların derinliğini gösteriyor: “Çarpıcı veriler sunulabilir ancak basit bir hesap yaklaşan buz dağını tarif etmeye yetiyor. Finans sektöründeki borçlar 2005’te milli gelirin yüzde 6’sıydı, 2017 sonunda rakam yüzde 27’ye ulaştı. Reel sektörün bor-
cu da 2005’te milli gelirin yüzde 20’siyi, 2017’de oran yüzde 69’a çıktı. Sonuçta toplam borçların milli gelire oranı yüzde 141’i geçmiş durumda. Kısaca Türkiye’nin bankaları dahil en büyük şirketleri, fabrikaları, holdingleri borç içinde. Bakkalı, marketi, perakendecisi de borçlu. Çiftçisi, halcisi, emeklisi de…” (Erken seçim: Bu gelen bambaşka bir kriz) Ekonomide iktidarın ilk gününden beri IMF’ye laf atan AKP liderliği yeniden IMF’yle ilişki kurmaktan söz etmeye başladıysa, bir erken seçim tartışmasının ekonominin, fakirleşmenin, enflasyon ve hayat pahalılığının yıpratıcı etkisine bütünüyle muhatap olmadan, seçimi aradan çıkartmak isteğiyle açıklanabilir. Fakat tek sorun ekonomi değil. Siyasette bumergang etkisi diye bir şey varsa son bir buçuk yıldır AKP siyasetlerinin başına gelen bunun en açıklayıcı örneği oluyor. Afrin harekatı gerçekleşiyor, bu harekat başkalarının sandığı gibi bir seçim yatırımı değildi, ama 2017’nin sonlarında yıpranan, bölünmüş AKP imajı, Afrin harekatıyla giderilmiş olsa da harekattan kısa bir süre sonra farklı bir düzeyde yıpranmışlıkla karşı karşıya AKP. Trump’ın yanına İngiltere ve Fransa’yı alarak Suriye’ye saldırması ve askeri bir şov yapması, Rusya’nın Afrin’in denetiminin Esad rejimine bırakılmasını istemesi, bölgede Türkiye’nin dışında ve çok daha
güçlü askeri yapıların olduğunun görülmesine neden oldu. Afrin harekatının iç politikada esas avantajı, var olduğu sanılan edilen “Hayır Bloku”nun dağılması oldu.
Yargı alanında, OHAL uygulamalarında, ekonomik alanda, ideolojik alanda, cezaevlerinde, dış politikada biriken muazzam bir enerji var. Toplumun ezici çoğunluğu 15 Temmuz darbecileriyle hesaplaşmadan yanayken, bunun bir beka anlatımı etrafında AKP-MHP ittifakının iktidarını pekiştirmenin lütfuna çevirmek, yerli-milli koalisyonun bugün karşı karşıya kaldığı krizin de temellerini döşedi. Bu açıdan erken seçim, kesinlikle baskın bir seçim olarak biriken enerjinin sağlam bir alternatif bulmasının önüne geçip AKP liderliğinin iktidarını, MHP liderliğinin bekasını sağlama almanın bir aracı olarak görülmelidir. Ne Yapmalı? Sosyalistler ise öncelikle birkaç tutumdan aynı anda vaz geçmelidir. Birincisi, askeri harekattan yana, ırkçı, emekçi düşmanı partilerle ilişkisini kesmelidir. Oy verilmeyecek, seçim ittifakı kurulmayacak güçleri net bir şekilde tayin etmelidir. MHP’nin olduğu politik hatta oy verilmezken Meral Akşener’in olduğu politik hatta oy verilmesi ya da böyle bir figürün içinde olduğu bir ittifaka ılımlı bakılması anlaşılır gibi de-
ğildir.
Bu seçimin baskın karakteri de göz önüne alınınca sol içinde boykotçu bir eğilimin güçleneceği de çok açık. Boykot, milyonlarca seçmen seçim sandığına giderken önerilebilecek bir politika değildir. Milyonlarca insan seçimleri meşru görürken sizin seçimleri meşru görmemeniz gerçeği değiştirmez. Politika ruhunu temiz tutmanın değil milyonlarca emekçinin kaderini paylaşmanın alanıdır sosyalistler için. Önümüzde iki ay var. Baskın bir seçimle elimizden alınan aylar, haftalar ve günler, muhtemelen Türkiye’nin seçimli tarihi açısından bakıldığında en kritik öneme sahip olan seçiminde yapılması gereken, bir yandan AKP’nin tabanında gelişmelerden rahatsız olan kitleleri cezbedecek, bir yandan da krizin faturasının emekçilere yüklenmesine karşı kitlesel bir mücadele platformu haline gelebilecek, seçim dönemini ev seçimlerden sonrasını da bu mücadelenin bir parçası olarak görecek birleşik mücadele zeminlerini örgütlemektir. 1990’lı yıllarda kurulan Emek Platformu gibi yapılar, HDP’den diğer politik platformlara kadar tüm güçlerin laik/dindar bölünmesini aşan emek eksenli birliğini inşa etmek artı tümüyle acil bir meseledir. Bu açıdan 1 Mayıs, çok önemli bir başlangıç olarak görülmelidir.
AYLARDIR TUTUKLU HALA MAHKEMEYE ÇIKMADI www.eminsakir.org
EMİN ŞAKİR’E ÖZGÜRLÜK!
GÜNDEM
POST-MODERN DARBE DAVASINDA KARAR
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
EMPERYALİST İSTİKRARSIZLIK Trump, eski FBI Başkanı’nın söylediği gibi ahlaki açıdan başkan olmaya elverişi mi değil mi bilemiyoruz. ABD’de başkan olmak için büyük tekellerin uşaklığını yapma kararlılığı dışında
bir ahlaki ilke aranmasına
gerek yok. Fakat Trump, George Bush’un bile neredeyse hayırla yad edilmesine neden olacak kadar
Darbeciler binlerce öğrencinin eğitim hakkını gasp etmişti.
21 yıl önce, 28 Şubat 1997’de gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı aldığı kararlarla yeni türden bir askeri darbenin gerçekleştiği zemin olmuştu. 1996 yılında Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller liderliğinde kurulan Refah Partisi-DYP ittifakı, kurulduğu günden itibaren askerlerin hedef tahtasındaydı. Önce 24 Ocak’ta partisinin düzenlediği Kayseri toplantısı sırasında parti üyeleri tek tip elbise giydiler diye Cumhuriyet Başsavcılığı suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusu, özellikle Refah Partisi’ne karşı devlet yaptırımlarının arka arkaya gelmesinin işaretini verdi. “Demokrasiye balans ayarı” 31 Ocak 1997’de RP üyesi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın sorumluluğunda düzenlene Kudüs Gecesi’nde İran Ankara Büyükelçisi’nin konuşma yapması, aynı yıl Şubat ayında Erbakan’ın üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi imzaya açması gibi adımlar darbeci odakların tüylerini diken diken etmeye yetti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri Sincan Belediye Başkanı hakkında dava açtı. 4 Şubat’ta ise 15 tank Sincan’ın merkez caddelerinden geçerek tatbikat alanına gitti. Bugünlerde İyi Parti’nin “demokrasi” kahramanı ilan edilen lideri Meral Akşener ise dönemin İçişleri Bakanı olarak durumdan vazife çıkarıp Sincan Belediye Başkanı’nı görevden uzaklaştırdı. 13 Nisan 2018’de darbe suçlamasıyla yargılandığı mahkemede Sincan’dan tankların geçirilmesinin abartıldığını söyleyen Orgeneral Çevik Bir, 21 Şubat’ta “Biz demokrasiye balans ayarı yaptık” diyordu. Darbe 28 Şubat 1997’de gerçekleşen MGK toplantısı yaklaşık 9 saat sürmüştü ve toplantı sonrası yapılan açıklama, hükümete karşı tam bir darbe bildirisiydi. MGK bildirisinde 4 temel madde vardı ve özetle şunları söylüyordu: Ordu laikliğin güvencesidir,
tehlikeli, şımarık, maço, dengesiz, istikrarsız ve tehlike-
hükümet ise anti Atatürkçülüğün karşıtı olan uygulamaların odağı haline gelmiştir, MGK laik, sosyal ve demokratik düzenin bozulmasına göz yumulmayacağını Bakanlar Kurulu’na bildirmeye karar vermiştir! 28 Şubat’tan üç hafta sonra Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde konuşan Cumhurbaşkanı Demirel, "Kimse laik Cumhuriyet'e alternatif aramaya kalkışmasın" diyerek hükümete yönelik darbe girişiminin aktif bir parçası olduğunu göstermiştir. Bundan sonra Erbakan’ın darbeye kısa süren direnişinin hemen ardından; Refah Partisi’nin hükümetten çekilmesiyle başlayan süreç, parti hakkında kapatma davasının açılması, hükümetin düşürülmesi, hükümet kurma görevinin TBMM’de çoğunluğu olan DYP lideri Çiller’e değil ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmesi, başörtüsü takan on binlerce kadının üniversitelerden tasfiye edilmesi, şeriatçı olduğu iddiasıyla onlarca derneğin kapatılması, bir çok insan hapis cezası alması ya da işinden olmasıyla sonuçlandı . Dönemin kuvvetli komutanları, devrin değişeceğine en küçük bir ihtimal dahi vermeden, 28 Şubat’ın 1000 yıl sürebileceğini ilan ettiler. 1000 yıl sürmedi! Darbe 1000 yıl sürmedi. Sosyalist İşçi gazetesi, en demokratik sol grupların bile en fazla “Ne darbe ne şeriat” diyebildiği 28 Şubat darbesi günlerinde “Darbeye hayır! Tanklar kışlaya!” manşetiyle çıkmıştı. 7 Mayıs 1997’de yine darbeye karşı çıkarak şunu savunmuştuk: “Darbe yanlıları emekçileri bölüyor.” 28 Mayıs 1997’de ise “Onlar bizi savunmaz! Biz onları savunalım: Refah’ın kapatılması çözüm değil” sloganıyla manşet yapmıştık. Darbeye bu netlikle karşı çıkan başka hiçbir siyasi odak yoktu. Tarih, kısa sürede darbeci generallerin değil bizim haklı olduğumuzu kanıtlayacak ve siyasal İslamcı hareket darbeyle kovulduğu alana seçim-
lerle birkaç sene içinde yerleşecekti.
li. Fakat, bu kişisel özelliklere sahip siyasetçinin ABD
13 Nisan 2018’de yargılandıkları mahkemede müebbet hapis cezası alan emekli generallerin durumu yine de darbelere karşı mücadele edenlerin “hakettikleri cezaları aldılar” diyebileceği bir sonuç değil. Bunun üç nedeni var: Birisi, OHAL koşullarında yargı alanında yaşanan olumsuzluklar, haksızlıklar tüm yargı kararlarını töhmet altında bırakıyor. İkincisi, 28 Şubat darbesini yargılatan süreci başlatan hukukçuların durumu. Davayı açan savcı FETÖ’den tutuklandı, davanın eski hakimlerinden biri ve davayı başlatan CD’nin ihbarcı eski bir subay tarafından teslim edildiği savcı firari durumda, bilirkişilerin bir kısmı ve davaya bakan askeri savcı da müebbetle yargılanıyorlar.
başkanı olması, gelişmelerin tesadüf etkeniyle açık-
28 Şubat davasının sonucunda yüzbinlerce insanın hayatını karartan, 28 Şubat’ta hükümet deviren, 28 Şubat’tan sonra da 2000’li yıllar boyunca kaldığı yerden devam eden askerlerin ceza alsalar da hapis yatmayacak oluşları. Ortalama yaşları 75 olduğu için bu makul görülebilir. Fakat darbeye fiilen katılmış olduğu hiçbir şekilde kanıtlanmamış olan, haklarında hazırlanan iddianamalerde dahi bu yönde bir suçlama bulunmayan Ahmet Altan gibi çok sayıda gazeteci yaşlarına aldırılmaksızın hapis cezası almışken darbeyi bizzat gerçekleştiren, darbeyle birlikte Batı Çalışma Grubu gibi örgütlenmeleri kuran 28 Şubat generallerinin hapis yatmayacak olması, askeri vesayetin gerilemesiyle demokrasi arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığını da gösteriyor.
fark, ABD emperyalizminin birkaç yıl öncesine göre
Ordunun siyasete müdahalesi
Odağımızı buradan kaydırdığımızda Esad’dan anti
28 Şubatçıların yargılandığı bugünkü koşullar ise iki sivil partinin ittifak kurduğu bir siyasal iklimin üzerinde yükseliyor. Bu koşullar, özgürlükler alanının kısıtlanması, bölücü, düşman ilan eden bir milliyetçiliğin güçlendirilmesi gibi faaliyetlerle 28 Şubat günlerini fazlasıyla andırıyor.
emperyalist çıkartanlarla, Esad’ın ABD füzeleriyle vu-
lanamayacağını da gösteriyor.Trump bir istisna gibi görünebilir ama değil. Trump’ın bir istisna ve geçici bir siyasi karakter olarak düşünülmesi, kapitalizme ve Lenin’in özetlediği tanımla emperyalizme Trump gibi tiplerden azade, olumlu bir özellik atfetmek anlamına gelir. Kapitalizmin tarihi, tuhaf adamların kanlı kararlar almak üzere iktidara çöreklenmesinin de tarihidir. Kapitalizm, her krizde bu tuhaf adamların iktidara gelmesine kapı aralayan bir ahlaksızlığı örgütlemek zorundadır çünkü. Trump bir istisnaysa Obama neydi? Çok mu ahlaklıydı? Trump’la bir ve aynı siyasi eğilime sahip değildi belki ama Trump’la aynı sermaye çevrelerinin hizmetçiliğini yapıyordu. Obama’yla Trump arasındaki temel kendisini çok daha büyük bir tehdit altında hissetmesi ve bu tehditle başa çıkmak için ne yapacağını tam bilememesi. Trump işte bu dönemin, genel bir otoriter eğilimin belli başlı ülkelerde siyasi iktidara oturduğu dönemin sıradan siyasi temsilcilerinden birisi. Emperyalizmin gerilemesi, çok yönlü yaşadığı krizden çıkamaması, emperyalist hegemonya alanında yaşanan belirsizliğin güç gösterileriyle giderilmeye çalışılması, şimdilik Suriye gibi ülkelerin kanlı gösterilerin hedefi olmaya devam edeceğini gösteriyor. Lenin, emperyalizmi can çekişen kapitalizm olarak tarif etmişti. Fakat bu can çekişen organizma her inleyişinde binlerce insanın ölümüne, göç etmesine, yok olmasına neden oluyor. Emperyalizmin ölümünü hızlandırmamız lazım. Gezegen, yoksullar, işçiler, kadınlar, çocuklar, ezilen halklar, fakir ülkeler için bu bir mecburiyet.
rulmasından medet umanlarla tartışmak zorunda kalıyoruz. Esad’ı yüzbinlercesini katlettiği Suriye halkları yenecek. Bir diktatörden hesabı halklar yerine emperyalizm sorduğunda sonucun ne olacağını, hiç değilse Saddam’dan kurtulma gerekçesiyle başlatılan Irak işgalinde görmek zorundayız.
4
DÜNYA
FRANSA’DA İŞÇİ SINIFI AYAKTA
MACARİSTAN’DA SEÇİMLERİN SONUCU OTORİTERLEŞME Macaristn seçimlerinde ırkçı Viktor Orban ve partisi Fidesz %49 oy alarak kazandı. Parlamentoda ise seçim sisteminden dolayı aldığı oy oranın çok üzerinde bir temsiliyet kazandı. Yeni parlamentonun üçte ikisini Fidesz milletvekilleri oluşturacak. 2010 yılından beri iktidarda olan Orban, seçim sisteminde ve devlet kurumlarında yaptığı değişikliklerle Avrupa’nın en otoriter rejimlerden birini kurmuş durumda. Seçimlerde faşist parti Jobbik %19 oy alarak ikinci, Sosyalist Parti (MSZP) ise %12 oy alarak üçüncü oldu. Sol muhalefet bir tek Budapeşte’de oyların çoğunluğunu alabildi.
Hava yolları çalışanlarının grevi sebebiyle yüzlerce uçuş iptal edildi.
Macron yönetiminin işçi
haklarını tırpanlayan sermaye yanlısı yasal düzenlemelerine karşı Fransız işçi sınıfı direnişini sürdürüyor. Macron genel olarak istihdam ve çalışma koşullarında sermaye lehine düzenleme yapmanın yanı sıra zarar ettiğini söylediği Fransız demiryollarında (SNCF) da düzenleme yapacağını duyurmuştu. Macron, SNCF’deki istihdam haklarını değiştirip güvencesizleştirerek piyasa rekabet koşullarıyla uyumlulaştırmayı hedefliyor. Fransız işçi sınıfının en örgütlü olduğu demiryolu sektörü yasaya karşı direnişin başını çekiyor. Ülkenin en büyük dört sendikası, 3 Nisan’dan itibaren 28 Haziran’a kadar her beş günde iki gün grev yapma kararı almıştı. Böylece demiryolu işçileri 36 gün greve gitmiş olacak. Üstelik 68 Hareketi’nin 50. yıldönümüne denk gelen Mayıs ayı boyunca da grevler sürecek ve muhtemelen ülke çapına yayılacak, gösteriler artacak. 3 Nisan’da başlayan demiryolu işçileri grevinde işçiler kamusal hizmeti ve kamu sektörünü savunduklarını söylüyorlar. Demiryolu işçilerine destek veren Fransız havayolları, elektrik ve doğalgaz çalışanları sendikaları da bazı günler greve gidiyor ve kendi taleplerini dile getiriyorlar. Grevci demiryolu işçileri
ile dayanışmak için açılan dayanışma fonunda iki hafta içerisinde 580 bin Euro para toplandı. Hükümetin Şubat ayında kanunlaştırdığı eğitim ve üniversiteye giriş reformunu protesto eden bazı öğrenciler de hem demiryolu grevine destek vermek hem de eğitim reformunu protesto etmek amacıyla Nisan’ın ilk haftasından itibaren kampüslerde eylemlere başladı. 21’den fazla üniversiteye bağlı 60’dan fazla kampüste eğitimi engelleme eylemleri ve işgaller yaşandı. Geçen hafta Paris Nanterre Üniversitesi’nde biraraya gelen 35 üniversite temsilcisi bir öğrenci hareketi başlatma kararı aldılar. Çeşitli üniversitelerde dersler boykot edilmeye başlandı. Bazı yerlerde faşist gruplar öğrencilere saldırdı. Nantes, Bordeaux, Paris, Lille, Caen, Dijon, Grenoble ve Strasbourg’da polis öğrencilere müdahale etti. Uzun zamandır havayolu yapımına karşı mücadele eden Notre-Dame-des-Landes bölgesinde ise polisle eylemciler arasında günlerdir çatışma yaşanıyor. CGT sendikası 19 Nisan’ı ülke çapında eylem günü olarak ilan etmişti. Sendika tabanında eylem gününün genel grev günü olarak ilan edilmesi tartışmaları sürüyor. 22 Mart’ta büyük bir kamu sektörü grevi örgütleyen
7 sendika 22 Mayıs tarihi için de genel grev ilan etti. Greve demiryolu, havayolu, deniz taşımacılığı işçileri, hastane ve okul işçileri, itfaiyeciler ve elektrik-gaz işçileri gibi kamu sektörünün tamamından katılım olacak. İşçiler ve öğrenciler mücadeleye hevesli olduklarını göstermelerine rağmen sendikalar direnişi yaygınlaştırma konusunda ayak diriyorlar. CGT ısrarla 19 Nisan’ı genel grev olarak ilan etmiyor. Ülkenin ikinci büyük sendikası CFDT 22 Mayıs grevine destek vermiyor. 68 Hareketi’nin 50. yıldönümüne bir aydan az bir süre kalmışken yükselen işçi ve öğrenci hareketi büyük bir potansiyel taşıyor ancak bir o kadar da risk barındırıyor. Sendikaların hâlâ genel grev konusunda birleşememiş olması hareketin ezilmesi tehlikesini barındırıyor. Eğer ülkenin en örgütlü sektöründeki işçilerin başını çektiği direniş yenilirse 1980’lerde Thatcher yönetiminde madenci grevinin ezilmesi sürecinde olduğu gibi işçi sınıfı üzerinde yıkıcı etkiler doğurabilir. Eğer işçi hareketi birleşerek Macron’u yenerse bütün dünyada işçi sınıfı için tarihi bir zafer olacaktır. Dünyanın hızla otoriterleştiği ve militaristleştiği koşullarda Fransa’dan yükselecek böylesi bir zafer tüm dünya işçi sınıfı için moral verici olur.
Faşist parti Jobbik 2008 krizinden önce sadece %1,7 oy alan küçük bir parti iken 2010 seçimlerinde %16,6, 2014 seçimlerinde ise %20,2 oy almıştı. Jobbik geçen hafta %19 oy alarak en büyük ikinci parti oldu. Önceki seçimlerde üçüncü parti konumunda olan Jobbik merkez partilerin tamamen dağılması nedeniyle ikinci sıraya yükseldi. Jobbik uzun zamandır paramaliterlerini sıradan bir gençlik örgütlenmesi gibi gösteriyor, partisinin söylemlerini ise sıradan bir sağ parlamenter partiymiş gibi düzenliyordu. Jobbik partisi genel başkanı Gabor Vona 2014 seçimlerinden önce partisinin radikal sağ görünümünü değiştirerek merkez sağ bir parti görünümüne sokmuştu. Seçim kampanyası sırasında Orban’dan daha ılımlı gibi gözüken Vona bu başarısızlık nedeniyle seçim gecesi istifa etti. Şimdi partinin yeniden radikal sağ söyleme geri döneceği tahmin ediliyor. Irkçı seçim kampanyası Ülkeyi “göçmenler ülkesi” yapmayacağını ilan eden iktidardaki Fidesz lideri Orban bütün bir seçim kampanyasını göçmen karşıtlığı ve Soros’un başını çektiğini iddia ettiği bir komplo üzerine
kurdu. Orban, ülkede artan anti-Semitizmden faydalanarak, dünyanın en zenginlerinden biri ve Macaristan uyruklu bir Yahudi olan George Soros’un ülkeyi yıkmak isteyen karanlık biri olduğunu söylüyor. Hatta Soros kelimesini genellikle Yahudi ile eşanlamlı bir şekilde kullanıyor. Bu duruma rağmen, Orban’ı ilk tebrik eden ülke lideri İsrail Başbakanı Netanyahu oldu. Ancak ikili arasındaki yakın ilişki yeni değil. Netanyahu geçen yıl da Orban’ı ziyaret ederek Filistin sorununda İsrail’e verdiği destek için teşekkür etmişti. Otoriterleşme artıyor Macaristan seçimleri dünyada giderek artan otoriterleşme dalgasının son halkası. Seçim atmosferindeki tartışmalar Türkiye’de yaşananlara da oldukça benziyor. Viktor Orban bu seçimlerin “Macaristan için en önemli seçimler” olduğunu belirtiyordu. Orban’a göre seçimlerde “göçmenler” ile “uluslararası güçler” tarafından tehdit edilen Macar halkının bekası tehlikedeydi. Eğer kendisi iktidarda olmazsa Macarlığın yok olacağını ve Macaristan’ın batacağını söylüyordu. Orban yönetimi seçimlerden önce seçim sisteminde oyların çoğunluğunu alan parti lehine değişiklikler yapmıştı. Seçim bölgeleri Fidesz’in ihtiyaçlarına göre düzenlenmişti. Seçim sistemi, muhalefet partilerini ortak adaylar çıkarmaya zorluyor. Orban yönetimi, devlet bürokrasisini tamamıyla değiştirip, adli sistemde kontrol gücüne sahip bütün makamlara kendisine sadık yöneticiler atadı. Hükümete karşı ciddi yolsuzluk iddiaları olmasına rağmen seçimler sürecinde medyada bu iddialar fazla yer bulmadı. Çünkü medyada ele geçirilmişti.
ORBAN KARŞITLARI SOKAKLARA İNDİ - Seçimi Orban liderliğindeki Fidesz’in kazanmasının ardından muhalifler Budapeşte’de gösteri düzenledi. 14 Nisan’da 100 bin kişinin katıldığı gösterinin ülkede son yıllarda gerçekleşen en büyük gösteri olduğu söyleniyor. Eylemciler “Çoğunluk biziz” ve Viktor Orban’a karşı “Vik-tatör” sloganları attı. Eyleme katılanların çoğunluğunun genç olması dikkat çekti. Eylemi düzenleyenler daha büyük bir eylemi haftaya gerçekleştireceklerini ilan etti.
5
2018
MARKSiZM GÜNLERİ
aslolan dünyayı değiştirmektir!
3 MAYIS PERŞEMBE 17:00-18:15 21. yüzyıl emperyalizmi, Ortadoğu’da savaşlar ve direniş Konuşmacılar: Mühdan Sağlam - Ozan Tekin
KARL MARX 200 YAŞINDA!
19:00-20:15 Anlatılan senin hikayen: Karl Marx 200 yaşında Konuşmacılar: Ferda Keskin - Tom Hickey
4 MAYIS CUMA 17:00-18:15 1968 Türkiye’de ezilenlerin mücadelesini nasıl etkiledi? Konuşmacılar: Melek Ulagay - Nadire Mater - Nuran Yüce 19:00-20:15 2019’a giderken nasıl bir sol? Konuşmacılar: Ayşe Erzan - Garo Paylan - Yıldız Önen
5 MAYIS CUMARTESİ 11:00-12:15 Otoriterleşen dünyada medya Konuşmacılar: Işın Eliçin - Murat Belge - Murat Çelikkan - Roni Margulies 13:00-14:15 Marksizm ve Din Konuşmacı: Sinan Özbek
-
15:00-16:15 Kadın mücadelesinin dip dalgaları ve özgürleştiren dinamikleri Konuşmacılar: Aylime Aslı Demir- Filiz Kerestecioğlu -Merve Diltemiz - Rümeysa Çamdereli
50. YILDÖNÜMÜNDE 1968 İSYANI
17:00-18:15 İşçi sınıfının mücadelesi: Deneyimler, ihtimaller Konuşmacılar: Arzu Şenel Atmaca - Irmak Özinanır - İshak Kocabıyık 19:00-20:15 1968: Dünyayı değiştiren yıl Konuşmacılar: Argyi Erotokritou - John Molyneux
6 MAYIS PAZAR 13:00-14:15 Göçmen düşmanlığı, ayrımcılık, nefret söylemi: Irkçılığı durdurabiliriz Konuşmacılar: Alev Erkilet - Deniz Güngören - Mulham Samir 15:00-16:15 Marks'tan sonra Marksizm Konuşmacılar: Foti Benlisoy - Şenol Karakaş 17:00-18:15 Kürt sorunu: Çözümün baharı ne kadar yakın? Konuşmacılar: Meltem Oral - Necmiye Alpay - Özgür Sevgi Göral - Reha Ruhavioğlu 19:00-20:15 Özgürlükçü bir alternatifi inşa edelim Konuşmacılar: Argyi Erotkritou - Dila Ak -İshak Kocabıyık - Meltem Oral - Şenol Karakaş
YER: CEZAYİR TOPLANTI SALONU
HAYRİYE CADDESİ NO: 12 BEYOĞLU (GALATASARAY LİSESİ’NİN ARKASI)
İLETİŞİM: 05558631636 @MarksizmGunleri
DSiP
6 DÜNYA
KİMYASAL SİLAH İDDİASI BİR KOMPLO MU? Dünyanın en büyük emperyalist güçlerinin Suriye’yi vururken “kimyasal silah” gerekçesini göstermesi, savaşa karşı olanlar arasında da tartışmaları beraberinde getiriyor. Baasçılar, bu iddianın rejime yönelik bir komployu gerçekleştirmek için öne atılmış bir yalan olduğunu söylüyorlar.
Duma’daki hastaneden.
SAVAŞA VE EM KARŞI MÜCAD
ABD emperyalizminin Irak’ı işgal ederken de “kitle imha silahları” gerekçesini öne sürmesi ve daha sonra bunları bulamadıklarını söylemesi, kuşkuyu büyütüyor. Oysa iki durum arasında bir fark var. Suriye’de 2011 yılında bir ayaklanma patlak verdi, rejim bunu ezmek için tüm askeri olanaklarını seferber ederek büyük bir savaş başlattı. Bugün herhangi bir yerde kimyasal saldırı olduğunda, bağımsız heyetlerin burada inceleme yapmasına izin vermeyen güç de Baas rejimi. Esad’a bağlı güçler hem konvansiyonel silahlarla hem de kimyasal silahlarla daha önce defalarca katliam gerçekleştirdi. Batı emperyalizminin askeri saldırganlığına karşı olan öfke, hiçbir şekilde Suriye içerisinde muhalif herkesi ezen ve öldüren bir devlet aygıtının savunusuna dönüşmemeli. Baasçılar daha önce Körfez Savaşı’nda ve sayısız olayda Batılı emperyalistlerle işbirliği yaptılar. Bugünkü küresel saflaşmada Rusya ile yakın duruyor olmaları, onları “ilerici” veya “antiemperyalist” yapmıyor.
AKP EMPERYALİZMİN YANINDA AKP liderliği, Suriye’de Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemeye yönelik müdahalelerini sürekli olarak ABD’ye karşı savaştıkları yalanıyla meşrulaştırmaya çalışıyordu. Ancak bir kez daha, füze saldırısı, hükümetin ABD’nin arkasına dizilmesine yol açtı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Yapılan operasyonu doğru buluyoruz” dedi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “Müdahale rejim yönelik, halka olsa karşı çıkardık” diye konuştu. Başbakan Binali Yıldırım “Bunu olumlu bir adım olarak görüyoruz ama kalıcı barış için daha fazlasına ihtiyaç var” ifadelerini kullandı. Tüm AKP’liler, konvansiyonel silahlarla yapılan katliamlara karşı da bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirdiler. AKP, Suriye’ye yönelik planlarına yıllardır Batılı müttefiklerinden destek bulamıyor. Rojava’da yaşanan gelişmelerin ardından Türkiye devletinin durumu “beka sorunu” olarak görmesiyle birlikte, AKP daha önce uçağını düşürdüğü Rusya’dan özür diledi ve Suriye sahasında söz sahibi olabilmek için Esad’ın baş destekçileri ile müttefik oldu. Bu sayede Cerablus ve Afrin operasyonlarını gerçekleştirme iznini elde etti. Bu politikalar doğrultusunda “ABD karşıtı” laflar havada uçuşuyordu. Ancak Türkiye devletinin bölgesel bir güç olma doğrultusunda kendi emperyal heveslerine yönelik politikalar üretmesi, Erdoğan’ı ve arkadaşlarını “antiemperyalist” yapmıyor. Bu saldırıyla bir kez daha görüldü ki, AKP kendi çıkarları doğrultusunda bir işaret gördüğünde tekrar ABD ile ve onun ırkçı başkanı Trump ile müttefik olabilir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron da saldırının ardından “Türkler kimyasal silahları kınadı. Bu saldırıyla Türkiye’yi Rusya’dan ayırdık” diye konuştu.
Yorumcular, ABD ve müttefiklerinin saldırısının etkisiz olduğunu söylüyor.
Suriye Devrimi, önce Baas rejiminin
korkunç şiddeti, daha sonra ise bölgesel ve küresel güçlerin müdahaleleri sonucu boğuldu. Şimdi savaşın durması için gereken şey, tüm dış güçlerin Suriye’den elini çekmesini sağlamak. 14 Nisan günü, Pentagon, Suriye’de birden fazla hedefin vurulduğunu bildirdi. ABD’nin saldırısına İngiltere ve Fransa’nın da destek verdiği duyuruldu. 2017’deki benzer bir saldırıda 59 füze atılmıştı. Bu kez sayı 105’e çıktı. Trump saldırının amacını "kimyasal silahların üretim, yayılım ve kullanımına karşı güçlü bir caydırıcılık oluşturmak" olarak açıkladı. Tomahawk füzeleriyle yapılan saldırı Rusya tarafından kınandı. Tansiyon yükseliyor Trumpların, Putinlerin ve Erdoğanların yönettiği bir dünyada, tüm ulus devletler kendi çıkarlarını öncelemek için “güvenlik” politikalarını ve otoriterliği artırıyor. Her ülkede milliyetçi siyasi akımlar güç kazanıyor. Böylesi bir ortamda, özellikle Ortadoğu’daki kamplaşmalar, her gün yeni bir savaş ihtimalini ve bunların küresel çapta büyük bir yıkımı içererek yeni bir dünya savaşı olasılığını beraberinde getiriyor. ABD ile AB’nin başını çektiği blok ile Rusya-Çin ve müttefikleri, sürekli olarak farklı yerlerde karşı karşıya geliyorlar. ABD bundan birkaç ay önce Kuzey Kore ile füzeler üzerinden gerilim
yaşamıştı. Geçtiğimiz yıl, Suudi Arabistan öncülüğünde, Körfez ülkelerinden Katar’a abluka uygulandı. İngiltere’nin Rusya ile yaşadığı gerginlik kamplaşmanın bir başka safhasını oluşturdu. Öte yandan son haftalarda İran’la ABD arasındaki gerginlik yeniden tırmanıyordu. Doğu Guta’da Esad rejiminin kimyasal silah kullanımı ise son aşamayı oluşturdu. Güç gösterisi Öte yandan, saldırı ABD tarafından daha büyük bir işgal gücü ile devam ettirilmeyecek. Savunma bakanı Mattis, bunun “bir kerelik bir şey” olduğunu ve herhangi bir kayıp haberi olmadığını söyledi. ABD’nin ırkçı başkanı Donald Trump da “Görev başarıyla tamamlandı” dedi. Bu söz, Bush’un Irak işgali zamanında kullandığı kelimelerin aynısını içeriyordu. Trump da ABD emperyalizminin vahşetinde sürekliliği sağladığını ima etmiş oldu. Devrimleri boğdular Arap devrimleri başladığında, özellikle Libya ve Suriye’de, diktatörlerin devrilmesi için Batı’nın öncülüğünde bir askeri müdahalenin gerekli olup olmadığı sürekli tartışılıyordu. Özellikle Suriye’de her gün yüzlerce kişinin ölmesi, devrimi başlatan aktivistlerin arasında da çaresizliğin böylesi bir yanılsamayı yaratması sonucuna yol açıyordu. Oysa NATO ve ABD hiçbir zaman sıradan insanların çıkarına hareket etmedi. Libya’da NATO öncülüğündeki müdahalenin ardından
Kaddafi öldürüldü, fakat ülke daha büyük bir iç savaş sarmalına ve kaosa sürüklendi. Devrimin talepleri ve onu yaratanlar ise tasfiye edildi. Suriye için Obama yönetimi kimyasal silahların kırmızı çizgisi olduğunu söylüyordu, 2013 yazında kimyasal silahlar kullanıldığında Rusya ile ABD anlaştı ve Esad’ın kimyasal silahlarının elinden alındığı iddiasıyla yola devam ettiler. ABD ve diğer batılı güçler, Mısır’da Sisi cuntasını destekleyerek tüm Arap devrimlerinin yok edilmesinde önemli rol oynadılar. ABD’den hayır gelmez ABD, 2014 yılının ikinci yarısından beri “IŞİD’e karşı” Suriye’yi müttefikleriyle birlikte bombalıyor. Bu noktadan itibaren ise PYD ile ABD arasında yapılan ittifak sonucunda, Türkiye’de soldan kimileri de dünyanın en büyük militarist gücünün Suriye’deki askeri hamlelerini olumlamaya veya sessiz kalmaya başladı. ABD emperyalizmi bizzat Ortadoğu’daki acıların büyük bölümünün kaynağı. Afganistan ve Irak işgalleriyle bölgedeki savaşları tırmandıran, bir milyondan fazla kişinin ölümüne sebep olan Bush liderliğindeki neoconlardı. Yemen’de ABD’nin müttefiki Suudi Arabistan’ın bombardımanı sonucu insanlar ölüyor. ABD elini uzattığı her yere daha fazla kan, ölüm ve gözyaşı götürüyor. Dolayısıyla doğru tutum, dünyanın bir numaralı teröristlerinin Suriye, Irak ve bölgedeki her yerden defolmasını savunmak.
DÜNYA 7
MPERYALİZME DELEYE
Londra’da savaş karşıtı protesto.
KÜRESEL BAK: “SURİYE’DE SAVAŞA HAYIR”
DIŞ GÜÇLERİN HEPSİ GİTMELİ Suriye’de kalıcı barışın tesis edilmesi için ön koşul, ülkenin üzerin akbaba gibi üşüşen tüm devletlerin ellerini buradan çekmeleri. Bunun en başında Esad diktatörlüğünün yaşamasını sağlayan Rusya ve İran geliyor. Bu güçler en başından itibaren savaşa dahil olarak, Suriye halkının katledilmesi için her türlü desteği sağladılar. Rusya açısından Akdeniz’deki tek üssünü kaybetmemek kritik önem taşıyor. İran ise Suudi Arabistan ile kapışmasında, Ortadoğu’nun her ülkesinde nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Türkiye gibi bölgenin Sünni rejimleri de muhalefetin içindeki çeşitli mezhepçi güçleri finansal ve askeri olarak desteklediler. Böylesi İslamcı gruplar, Suriye devrimini yaratan ve onun özgürlükçü taleplerini savunan aktivistleri ve yerel inisiyatifleri yok ettiler. Birçok yerde halk, rejimle birlikte cihatçı grupları da protesto etmeye başladı. Ancak aldıkları dış destek, Sünni mezhepçisi grupların muhalefetin eli silahlı kanadı içerisinde büyük bir güç kazanmasına neden oldu. Türkiye Cerablus’ta PTT şubesi açıyor, Afrin’e “vali atayacağını” söylüyor. Türkiye’nin desteğiyle yaratılan polis gücü Erdoğan sloganları atıyor, okullar Türkiye bayraklarıyla açılış yapıyor. Bunun yanı sıra, ABD, İngiltere, Fransa ve Ortadoğu’da bir asırdan fazla süredir sömürgeci olan güçler, ikiyüzlü bir şekilde Suriye’deki insani drama müdahale adı altında kendi hedeflerini gerçekleştirmek için müdahalede bulunmamalı. “IŞİD’e karşı” Musul ve Rakka’ya düzenlenen operasyonlarda binlerce sivil hayatını kaybetti. Her ülkede yaşayan özgürlükçü aktivistler kendi ülkelerinin Suriye’ye yönelik müdahalelerine karşı çıkmalı ve Suriyeli mültecilere kapıların açılmasını sağlamak için mücadele etmeliler.
Irak savaşına karşı protestolar, 2003.
SAVAŞA KARŞI KÜRESEL BİR HAREKET İHTİYACI Dünyada otoriterlik ve savaş ihtimalleri artıyor. Tüm devletler askeri kapasitelerini artırıyor ve gerginliklere karşı önlemini alıyor. Sürekli farklı yerlerde ortaya çıkan gerilimler, bir dünya savaşına gidilip gidilmediği sorusunu önümüze koyuyor. Bu ihtimale karşı şimdiden harekete geçmek, önümüzdeki en önemli görev. Hatırlanacağı gibi, “teröre karşı savaş” doktrini ile birlikte Afganistan’a ve Irak’a yönelik ABD işgalleri, karşısında devasa bir savaş karşıtı hareket bulmuştu. Irak işgaline karşı eşzamanlı eylemlere tüm dünyada 36 milyon kişi katılmıştı. Bu hareket, tezkerenin engellendiği Türkiye örneğine rağmen, savaşı durdurmayı başaramadı. Ancak bu devasa eylemlilik, ABD’nin yalanlarını ortaya serdi, Irak işgalinin itibarsızlaşmasını sağladı. Onun etkisiyle Irak içerisindeki direniş birleşince, işgalin vahşeti herkes açısından netleşti. Bugün artık ABD basınında Irak’a yönelik askeri harekâttan “fiyasko” olarak bahsediliyor. O günkü hareket, Irak işgalinden önce her ülkede aylar boyunca gün be gün inşa edildi. Bunun sonucunda, örneğin Londra’da iki milyon, Ankara’da yüz binlerce kişi gösteri yaptı. Bugün savaş karşıtı hareket dağınık, zayıflamış ve ideolojik olarak bölünmüş durumda. IŞİD gibi vahşi örgütlerin ortaya çıkması, ABD’nin İslamofobik argümanlarının alıcı bulmasına yol açtı. Ancak IŞİD gibi örgütlerin ortaya çıkışında, tam da ABD’nin işgallerinin yarattığı acıların birinci dereceden etkisi var.
Bombardımanlar sorunu çözmedi büyüttü.
Trump’a, Putin’e, ABD’ye, Rusya’ya ve tüm otoriter ve militarist güçlere karşı bugünden harekete geçmeliyiz. Küresel çapta koordine olan, aynı gün eyleme geçmeyi hedefleyen, her ülkede kendi devletinin militarist saldırganlığına karşı çıkan bir seferberlik sürecini başlatmalıyız.
Türkiye’de yıllardır savaşa karşı mücadele eden Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) son gelişmelerle ilgili şu açıklamayı yaptı: “Emperyalist güçler Suriye’de doğrudan silahlı bir çatışmanın çok yakınına kadar geldiler. ABD, İngiltere ve Fransa devletleri; Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığı iddiası ile Suriye’deki bir takım hedeflere 100’den fazla füze attı. Şimdi hepimiz bu saldırı öncesi tehditler savuran Rusya’ya endişe ile bakıyoruz, onun karşılık vermesi durumunda çıkabilecek bir dünya savaşının korkusunu yaşıyoruz. Geçen hafta Doğu Guta’da yaşanan kimyasal katliamda onlarca insan öldü veya yaralandı. Saldırı kimden gelirse gelsin elbette korkunçtur, kimyasal silah kullanmak insanlık suçudur, cezalandırılmalıdır. Ama kimyasal silaha karşı Tomahawk füzesi fırlatmak da çözüm değildir, füzelerle ne barış gelir, ne de adil bir düzen kurulur. Maliyeti 100 milyon dolar, bir saatlik uçuş harcaması 40 bin dolar olan uçaklardan, tanesi 100 bin dolarlık bombaları, günde ortalama 1 dolarla yaşayan insanların üzerine öldürmek için atıyorlar. Sonra bunun adına savaş diyorlar. Savaşlar, askeri müdahaleler; dünyada zaten zorlukla sürdürülen demokrasi, eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesine büyük zarar vermektedir. Suriye halkları dış güçlerin müdahalelerinden de, rejimin katliamlarından da çok zarar gördü, yüz binlerce insan öldü, milyonlarca insan zorunlu göç yaşadı. Barıştan yana güçler Suriye’de hem barış ve diyalog ortamının sağlanması, hem de daha adil bir düzen kurulması çabalarına destek vermelidir. Suriye halkları arasında adil bir çözüm ve diyalog kanallarının açılması için katkı sunmalıdır. Kimyasal silah kullanmak insanlık suçudur, cezalandırılmalıdır. Suriye’de eşit, özgür, demokratik bir düzen Suriye halkları tarafından kurulacaktır. Emperyalist ülkelerin Suriye’ye müdahalesine hayır.”
8 GELENEK
SAVAŞ KARŞITLIĞI MEŞRUDUR Fransa'nın Cezayir'i sömürge olarak tutabilmek ve 1954'te başlayan kurtuluş hareketini bastırabilmek için yaptıkları gerçekten de dünya tarihinin en kanlı ve karanlık sayfalarından birini oluşturur.
"Giderek artan sayıda Fransa yurttaşı, bu savaşa katılmayı reddettikleri veya Cezayirli savaşçılara yardım ettikleri için kovuşturmaya uğruyor, mahkûm ediliyor ve cezaevine atılıyor... Bu insanların davranışlarının sebebi çoğunlukla yanlış anlaşılıyor. Kamu otoritesine direnmenin saygın bir davranış olduğunu teslim etmek yeterli değildir. Onurlarının ve haklı hakikat anlayışlarının saldırı altında olduğunu hisseden insanların protestosu, gerçekleştirildiği ortamın ötesine geçen bir anlam taşır ve vurgulamak gerekir ki olayların sonucundan bağımsız olarak önemlidir.
Cezayir savaşının en kanlı günlerinde, 6 Eylül 1960 tarihinde, Vérité-Liberté (Hakikat-Özgürlük) dergisinde '121'lerin Manifestosu' yayınlanır. Adı üstünde, 121 ünlü kişi tarafından imzalanmıştır. Aralarında her Fransız'ın tanıdığı (ve hatta bugün bizim bile tanıdığımız) Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, François Truffaut, André Breton, Françoise Sagan, Simone Signoret, Alain Resnais, Alain Robbe-Grillet, Marguerite Duras, Pierre Boulez gibi yazarlar, sinema oyuncuları, felsefeciler, müzisyenler ve akademisyenler vardır. Metin şöyle der:
Cezayirlilerin aklında (ister askerî ister diplomatik yollarla yürütülsün) bu mücadelenin doğasına dair hiçbir şüphe yok. Bu bir bağımsızlık mücadelesi. Peki Fransızlar neyin savaşını veriyor? Bu, yabancı bir ülkeye karşı girişilen bir savaş değil. Fransız toprakları tehdit altında değil, hiçbir zaman da olmadı. Dahası, devletin Fransız olarak tanımlamakta ısrar ettiği insanlara karşı girişilmiş bir savaş bu – her ne kadar söz konusu insanlar tam da bu tanımlamaya karşı mücadele ediyor olsa da. Bunu bir fetih savaşı, ırkçılık tarafından tırmandırılmış
RONİ MARGULİES
Fransa Cumhurbaşkanı Macron'u kastederek, Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle demiş: "Geçen bir tanesine söyledim telefonda: Siz Cezayir'de 5 milyon insanı katletmediniz mi? Önce bunun hesabını verin. Şimdi Suriye ile ilgili bana akıl veriyorsun." Doğru söze ne denir?
KARL MARX VE İŞÇİ SINIFI VOLKAN AKYILDIRIM
Eşitliğe ve özgürlüğe dayalı yeni bir toplum fikri, sınıflı toplumların tarihi boyunca varoldu. İnsanlığın her türden baskı, sömürü ve engelden kurtularak topyekun özgürleşmesine kafa yoran genç devrimci Karl Marx, bunu sağlayabilecek gücün işçi sınıfında olduğunu keşfederek aşağıdan sosyalizm geleneğini başlattı. Neden işçi sınıfı? Marx’ın doğduğu bundan 200 yıl önceki dünyada işçi sınıfı henüz çoğunluğu oluşturmamıştı. En kalabalık işçi kesimi hizmetçilerdi. Fakat sanayi devrimi ve modern fabrikanın ortaya çıkışı ile birlikte bu yeni sınıf, her geçen gün daha fazla kişiyi saflarına katarak büyüyordu. Günde ortalama 12 saat çalışan, temel eği-
timden yoksun, bir çoğu koyu dindar olan bu işçilerde Marx neyi görmüştü? Kapitalist toplum, iki temel sınıfın varlığına dayanır. Kapitalist sınıf, yani üretim araçlarının sahibi zengin azınlık. Hiçbir üretim aracına sahip olmayan ve yaşamak için emek gücünü kapitaliste kiralayan işçiler. Marx, kapitalistin kârının kaynağının işçilerin ödenmeyen emeği olduğunu gösterir. Sermaye büyüdükçe toplumun geri kalanı işçileşir. Tarihte ilk kez, üretimde birleşen bir emekçi sınıf ortaya çıkmıştır. Marx'ın işçi sınıfında gördüğü güç, üretimde tuttuğu nesnel konumdan ve kolektif davranma yeteneğinden kaynaklanır. Her gün hayatı üreten ve toplumları ayakta tutan işçiler birleşirse, kapitalist sınıfın çıkarları temelinde örgütlenmiş bu dünyadan, yeni ve özgür bir dünyaya geçilebilir. Peki işçi sınıfı bu mücadeleye nasıl atılacak? Marx, "İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır" diye düşünüyor ve şu vurguyu yapıyordu: "İşçi
Paris’te savaş karşıtı protesto.
emperyalist bir savaş olarak tanımlamak da yetmez. Bu tanım bütün savaşlar için geçerlidir ve belirsizliği gidermez. İşin aslı, devlet, temel bir tecavüz teşkil eden bir kararla, bir 'polis operasyonu' olduğunu kendisinin de itiraf ettiği şeyi tatbik etmek adına bütün genç erkek yurttaşları, ezilmiş ve nihayet bağımsız bir halk olarak tanınmak istediği için en temel insanlık onuru uğruna isyan eden bir halka karşı seferber etti. Ne bir fetih, ne bir ‘millî müdafaa”, ne de bir iç savaş olan Cezayir Savaşı, gitgide sadece ordunun ve kolonyal imparatorlukların her yerdeki çöküşünün farkında olan sivil iktidarın bile haklılığını teslim etmeye hazır gözüktüğü bir başkaldırının karşısında hiçbir şekilde geri adım atmaya yanaşmayan zümrenin çıkarlarına hizmet eden bir operasyona dönüştü." Ve Manifesto şöyle biter: "Aşağıda imzası bulunan bizler... Konumumuz ve imkânlarımız uyarınca, bu kadar ciddi meseleler karşısında kendi kararlarını kendileri vermek zorunda olan insanlara akıl vermek için değil, ama bu insanları sınıfı, önce kurtarıcılardan kurtulmalıdır." Bu fikir, monarşiye son veren ve burjuvazinin yeni egemen sınıf olmasıyla sonuçlanmış burjuva devrimlerin ve eski komünist-sol geleneklerin deneyimlerinin eleştirisi üzerinde yükselir. İşçi sınıfı kendi mücadelesiyle kurtulmalıdır çünkü: 1) Kapitalizmin zincirleri, üretildiklerleri yerlerde kırılabilir. Buralar fabrikalar ve işyerleridir. İşçi sınıfı kolektif olarak üretimi kontrol etmeden kapitalistlerin işini bitiremez. 2) Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfı kendi mücadelesiyle dünyayı değiştirirken, kendi devrimci gücünün farkına vararak kolektif hareket eden bir sınıfa dönüşür. Marx, "işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şeydir" der. Her gün işyerlerinde verilen ekonomik mücadeleler genel mücadeleye dönüşmeden, işçi sınıfı acil sorunlarına çözüm içeren ortak talepler etrafında birleşerek mücadele etmeden, bu mücadele içinde devletin kime ait oldu-
yargılayanların kelimelerin ve değerlerin muğlaklığına kanmamalarını talep etmek için, müdahil olmak gibi bir sorumluluğumuz olduğuna inanıyor ve dolayısıyla aşağıdaki açıklamayı yapıyoruz: - Cezayir halkına karşı silah kullanmayı reddetmeyi saygıyla karşılıyor ve bu reddi haklı buluyoruz. - Fransız halkı adına ezilen Cezayirlilere yardım ve koruma sağlamayı görev bilen Fransız yurttaşlarımızın tutumuna saygı duyuyor ve bu tutumu haklı buluyoruz. - Kolonyal sistemin yıkımına kesin bir şekilde katkıda bulunan Cezayir halkının davası tüm özgür insanların davasıdır." Sayın Cumhurbaşkanı'nın haklı sözlerini tekrar edeyim: "Geçen bir tanesine söyledim telefonda: Siz Cezayir'de 5 milyon insanı katletmediniz mi? Önce bunun hesabını verin." Sonra da sorayım, merak ediyorum çünkü: Cezayir Savaşı günlerinde Fransa devletinin yaptıkları mı haklı ve meşruydu, yoksa 121 imzacının mı? ğunu görmeden ve egemen sınıfın ezdiklerinin farkına varmadan, toptan kurtuluş için harekete geçmeden mevcut koşullardan kurtulamaz. Son 200 yılda yaşanan sınıf mücadeleleri ve devrimleri Marx'ın sosyalizminin haklılığını ve eleştirisinin güncelliğini ortaya koyuyor. Marx sadece bir düşünür değil, hayatını işçi sınıfının örgütlenmesine ve mücadelesine adamış biriydi. Küresel kapitalizmin birleştirdiği dünyada bugünün işçi sınıfı, toplumun büyük bir çoğunluğudur. İki yüz yıl öncesine göre çok daha eğitimli, deneyimli ve örgütlüdür. Üretimin geri dönülemez bir şekilde küreselleşmesi, çok daha birleşmiş ya da birleşebilecek büyük bir sınıf yarattı. Konu ister Türkiye'de otoriterleşmeyi durdurmak, isterse dünyadaki iklim değişikliğini durdurmak olsun bunu başarabilecek güç, birleşen işçilerdir.
MÜCADELE
EMEK FORUMU: “TAŞERONA KARŞI, İŞÇİLERİN BİRLEŞİK MÜCADELESİ” Antikapitalistler platformu olarak 7 Nisan Cumartesi İstanbul Eğitim-Sen 3 No’lu şubede “Güvenceli bir gelecek ve iş için taşerona dur de!” konulu Emek Forumu düzenledik. Ekim ayında büyük bir forum örgütlemek için kolları sıvamak gerektiğini kararlaştırdık. Taşeron sistemine karşı mücadele kazanıyor Forumda Antikapitalistler Platformu aktivisti Faruk Sevim şunları söyledi: Günümüzde işçilerin en önemli mücadele başlıkları; kıdem tazminatı, iş cinayetleri, sigortalı çalışma, sendikalaşma ve taşeron sistemidir. AKP iktidarı, taşeronu yaygınlaştırdı. Taşeron işçi sayısı, 200 binden 3 milyona yükseldi. Taşeron sistemindeki sınırlı iyileştirmeler, taşerona karşı kamuoyunda oluşturulan yaygın tepki sonucu gerçekleşti. Taşeron sistemi kamuda sınırlı olarak kaldırıldı ama peşinden pek çok adaletsizlik de geldi. 300 bin işçi kapsam dışında bırakıldı, 200 bin işçi güvenlik soruşturmaları nedeniyle işsiz kaldı. Taşeron sistemi tümüyle kaldırılmalı, tüm işçiler kadrolu olmalı, kadroya geçişlerde hak kayıpları ve ücretlerde adaletsizlikler olmamalıdır. Taşeron işçilerin güvenlik soruşturmaları gibi uygulamalarla işlerine son verilmemelidir.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
1 MAYIS, OHAL DÖNEMİNİN TÜM MAĞDURLARININ BİRLEŞİK PLATFORMU OLMALIDIR 1 Mayıs’a, bir kez daha OHAL koşullarında giriyoruz. İşçi ve emekçiler bir yandan yasaklar, baskılar, hapislerle karşı karşıya, bir yandan hayat pahalılığı ve düşük ücretlerle boğuşuyor.
Metaldeki isyanın kazanımları Birleşik Metal-İş sendikasından İrfan Kaygısız şunları anlattı: Metal sektörünün Türkiye’deki sınıf mücadelesinde tarihsel önemi vardır, metal sektöründeki eylemlilik başka sektörleri ve fabrikaları da etkiler. 2015 yılında Metal Fırtınada daha fazla ücret talebi ile büyük bir grev dalgası yaşandı, 49 fabrikada 58 bin işçi eyleme geçti, işçiler önemli kazanımlar elde ettiler. 2018 yılında Metal Fırtınanın baskısı ile toplu sözleşme sürecine girildi. 130 bin işçi, 180 fabrikada her gün eylem yaptı. Sonuçta işçiler yüzde 30’a yakın zam aldı. Sağlık sektöründe taşerona karşı mücadele devam ediyor Sağlık Emekçileri Sendikasından Güneş Cengiz şunları anlattı: Çapa Hastanesi’nde 24 saat açık tuttuğumuz bir çadırla direnişi sürdür-
İŞYERLERİNDEN HABERLER n KESK’li emekçilerin KHK’larla gelen ihraçlara karşı Kadıköy ve Bakırköy’de sürdürdükleri oturma eylemleri 61. haftasını geride bıraktı. n Hükümetin “taşerona kadro” vaadiyle başlayan sürecin sonunda güvenlik soruşturmasını geçemeyerek işinden atılan Zeytinburnu Belediyesi’nden taşeron işçi Kenan Güngördü oturma eylemine başladı. n Hileli iflas yoluyla hakları gasbedilen Real Market işçileri, Kozyatağı Metro market önünde Almanya’dan gelen şirket yetkililerine sorunlarını anlatmak için eylem yaptı. n KESK’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın önünde yapmak istediği “İnsanca yaşam ve iş güvencemiz için OHAL’e hayır” içerikli basın
dük. Farklı görüşlerden işçilerle birlikte mücadele ettik. Direniş kazandı, ancak üniversite yönetimi mahkeme kararını uygulamadı, taşeron işçileri kadroya almadı. Çapa’da Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği olarak taşerona karşı mücadelemiz devam ediyor. Saya işçilerinin sorunlarını görünür kılmaya çalışıyoruz Deri, Tekstil ve Kundura İşçileri Yardımlaşma Derneği’nden Yalçın Yanık şunları anlattı: Bizim sektörümüzde güvencesiz, sendikasız, sigortasız, taşeron, olabilecek her türlü olumsuz çalışma biçimi vardır. İzmir’de 10 yıldır faaliyet yürütüyoruz. Parça başı çalışma, esnek çalışmayı getirdi. Suriyeli işçilerin de sektöre girmesiyle son birkaç yıldır esneklik iyice arttı. 50-60 yaşına gelip 1000 günden az sigortası olan çok sayıda işçi var. Meslek hastalıkları çok faz-
açıklamasına polis saldırdı. n Bartın’ın Amasra ilçesinde maaş ve tazminatları ödenmeksizin işten çıkarılan Hema Maden işçileri, Cumhuriyet Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirdi. n Yozgat Şeker Fabrikası’nda çalışan taşeron işçiler, fabrika önünde toplanarak kadro eylemi yaptı. n Beşiktaş Belediyesi’nde “taşerona kadro” beklerken güvenlik soruşturmasını geçemeyen 30 taşeron işçi, iki haftadır eylemlerini sürdürüyor. n Tekirdağ’daki Prettl Endüstri fabrikasında toplu iş sözleşmesi görüşmeleri sırasında 20 işçinin işten çıkartılmasına karşı iş bırakan işçiler, hem arkadaşlarını geri aldırdı hem de taleplerini kazandı. n Etimesgut Şeker Fabrikası önünde
la, çocuk işçilik çok yaygın, bunları görünür kılmak için mücadele ediyoruz.
Ekonomik kriz kendisini iyice hissettirmeye başladı.
Taşeron sisteminde iş cinayetleri,
anlaşmaları yapmaya çalışıyor, diğer bazıları iflas
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllüsü Aslı Odman şunları söyledi: 2017’de en az 2006 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti, bunun beş katı işçi meslek hastalıklarından öldü. En fazla iş cinayeti inşaat sektöründe yaşandı. Maden, metal sektörlerinde ve mülteci işçilerin çalıştığı işyerlerinde iş cinayetlerinde artış var. Kölelik ve işçi simsarlığı yüz yıl önce kaldırıldığı halde, taşeron sistemiyle işçi simsarlığı çalışma hayatına geri getirildi. Taşeron sistemiyle birlikte asıl işverenler, iş güvenliğini alt işverenlere devretmekte, çok sayıda alt işverenin olduğu sektörlerde koordinasyonsuzluk iş cinayetlerini arttırmaktadır. Özellikle tersanelerde bunun acı sonuçları yaşanmaktadır.
dı. Kamuda 200 bin taşeron işçisi işten atıldı. Özel
Türk-İş’e bağlı Şeker-İş’in çağrısıyla basın açıklaması yapılarak özelleştirmeler protesto edildi. n Ataşehir Belediyesi’nde güvenlik soruşturması nedeniyle kovulan 109 taşeron işçi, direniş sonucunda işe geri alındı. n Sakarya Pamukova’da bulunan Betra Prefabrik’te daha önce talepleri için iş bırakan işçilere verilen sözlerin tutulmaması üzerine tekrar iş bırakma eylemi başladı.
Asgari ücret 1600 TL, açlık sınırı 2000 TL’ye dayandı. Büyük holdingler bankalarla kredi erteleme başvurusunda bulunuyor. Yaygın işten atmalar başlasektör sürekli işçi çıkarıyor. OHAL baskısı kesintisiz devam ediyor. İlk ilan edildiğinde “3 ay bile sürmeyecek” demişlerdi. 21 ayını doldurdu, şimdi tekrar uzatılıyor. OHAL döneminde hemen bütün grevler yasaklandı, işten atılanların hak arama eylemlerine müdahale edildi. Şeker fabrikalarının her biri bir yıllık kazancına denk gelmeyen paralar karşılığında satılıyor. Bir yandan yüz binlerce işçi ve köylü özelleştirme sonucu işsiz kalacak, bir yandan kanserojen etkisi olan mısır şekeri piyasada egemen olacak. Hükümete muhalif sendikalar baskı altına alındı. En büyük ve etkili muhalif konfederasyon KESK’in üye sayısı, baskı ve tehditler sonucu son iki yılda 240 binden, 176 bine indi. Ama hükümet yanlısı sendikalar adeta hormonlu bir şekilde büyümeye devam ediyorlar. Grev yasaklamaları, işsizlik, pahalılık, baskılar vb. tüm bu olumsuzlukları daha da artıran içinde yaşadığımız OHAL koşullarıdır. Bunlarla mücadele edebilmemiz için öncelikle barış ve adaletin yeniden Türkiye’de egemen kılınması, OHAL düzeninin kalkması gerekir. İşte 1 Mayıs’a bütün bu saldırıların yoğunlaştığı, işçi ve emekçilere sendikaların, sokakların, meydanların kapatılmaya çalışıldığı bir dönemde giriyoruz. 1 Mayıs bu saldırılara dur dediğimiz, mücadelemiz için güç biriktirdiğimiz bir gün olmalıdır.1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak yaygın, kitlesel ve birlikte alanlara çıktığımız bir
n Kadro beklerken işsiz kalan Ege Üniversitesi taşeron işçilerinin rektörlük önünde başlatmış olduğu oturma eylemleri devam ediyor.
gün olmalıdır.
n Diyarbakır’da Bağlar Belediyesine bağlı olarak çalışan 255 taşeron işçi, taşerondan kadroya geçişte işsiz kalmaları üzerine işlerine dönmek için belediye önünde eylem yaptı.
birleşik platformu olmalıdır. İşçi ve kamu emekçileri
1 Mayıs işçi sınıfının başta olmak üzere can alıcı sorunlarına karşı OHAL döneminin tüm mağdurlarının sendikaları konfederasyonları 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel bir eylem platformu olması için üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.
10
SİNEMA
SERGİO VE SERGEİ: KÜBA ÜZERİNE BİR POLİTİK MİZAH ÖZDEŞ ÖZBAY
Kübalı yönetmen Ernesto Daranas’ın İstanbul Film Festivali’nde gösterilen filmi Sergio ve Sergey görselliğinden anlatımına izleyiciyi muhteşem bir yolculuğa çıkarıyor. Film son derece zekice bir mizahla örülü. 2015 yılında Daranas’ın bir önceki filmi Conducta yine festivalde gösterilmişti. Uluslararası festivallerde birçok ödül alan film bir çocuğun gözünden Küba’nın eğitim sistemini, yoksulluğu gösteriyor ve gündelik hayat üzerinden Küba’daki rejimin eleştirisini yapıyordu. Yönetmenin diğer filmleri de Küba’daki yoksulluğu, eşitsizlikleri ve seks işçiliğini anlatarak ülke durumun eleştirisini yapıyor. Küba rejiminin muhaliflere yönelik sert tavrına rağmen Daranas’ın günlük yaşam üzerinden yaptığı eleştiriler, rejimin şu ana kadar baskı kurmasını engellemiş gibi duruyor. Sergio ve Sergei filmi, Kübalı bir akademisyenin gözünden dünya tarihinin en önemli değişimlerinden birinin yaşandığı Soğuk Savaş’ın sonunu anlatıyor. Felsefe profesörü Sergio Moskova’da marksizm eğitimi aldıktan sonra ülkesinde akademisyenlik yapmaktadır. Fakat aynı zamanda amatör bir telsiz tutkunudur. Dünya ile bağlantısı olmayan Küba’da ancak telsiz sahibi olanlar dış dünya ile sıkı bir kontrol altında da olsa bağlantı kurabilmektedir. Sergio’nun Amerikalı bir gazeteci arkadaşı vardır ve telsiz onların tek bağlantısıdır. Nixon döneminin gizli politikaları üzerine kitaplar yazan bu gazeteci Sergio’ya gelişmiş bir telsiz gönderir. Kübalı güvenlik görevlileri kargoyu ele geçirerek Sergio’yu sorgular. Fakat sonunda kargosunu teslim ederler. Bu teslime izin verilmesinin sebebi onu dinleyerek Amerikalı gazeteci arasındaki bağı çözebilmektir. Film bu andan itibaren hareketlenmeye başlıyor. Sergio, üniversitedeki derslerinden sonra telsizi başında sohbet edebileceği kişileri ararken inanılmaz bir sürpriz yaşıyor. SSCB’nin uzay istasyonu olan MİR’de bulunan kozmonot Sergey ile tesadüfen iletişime geçiyor. Sergey “komünist” bir rejim tarafından uzaya gönderilmiştir ancak artık rejim yıkılmıştır. Başa-
TOPLANTI DUYURULARI 20 Nisan Cuma 19.00 Yoldaşımız Nurdan Düvenci Tarkan’ı anıyoruz Yer: DSiP Şişli Nakiye Elgün Sk. No: 32/3, İkbal Apt. Osmanbey 22 Nisan Pazar 17.00 Turgay Fişekçi ve Roni Margulies Nazım Hikmet’i anlatıyor Yer: Woodstock Kadıköy Osmanağa Mahallesi, Osmancık Sk., Kadıköy 26 Nisan Perşembe 19.00 Beyoğlu 1 Mayıs: İşçi sınıfı hareketi ve ihtimaller Konuşmacı: Çağla Oflas Yer: Leylek Cafe İstiklal Caddesi Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3
Sergio ve Sergey. rabilirse yeni kurulan Rusya Federasyonu’na dönecektir. Ama rejim çöktüğü için memurların maaşları ödenemez duruma gelir. Sergey uzayda kalmıştır. Sergio ile Sergey telsiz sayesinde sohbet ederler ve Sergio onu kurtarmak için Amerikalı arkadaşına da durumu anlatmaktadır. Tüm sohbetler ise rejim tarafından dinlenmektedir. Filmin arka planında Küba'da ekonomik hayatın işçiler açısından ne kadar zor olduğu gösteriliyor. Sergio'nun dindar annesinin politikaya olan mesafesi aslında rejime yönelik bir tepki. Eşi ise rejime destek verip hep iyi günler göreceklerini bekleyen politik birisi olarak hayatını geçirmiş. Ancak anne onu “hep hayal perestti” diye anlatıyor. Sergio'ya da babasına benzediğini söylüyor. Hatta Moskova'ya Marksizm felsefesi okumaya gittiğinde babasına dönüp "aç kalmaya hazır olmalı" dediğini söylüyor. Sovyetler dağıldıktan sonra ekonomik olarak Sovyet desteğine bağımlı olan Küba'da maaşlar ödenemez hale geliyor. Karaborsa artıyor. İnsanlar ülkeyi terk etmek için kaçak botlarla Miami sahillerine geçmeye çalışıyor. Sergio dahi akademisyen maaşı ödenmediği için kaçak içki
RUSYA’DA DEVLET KAPİTALİZMİ TONY CLİFF
üretimine girişiyor. Bir seferlik bir satıştan bile bir yıllık maaşından daha fazla gelir elde ediyor. Aslında tüm bu arka plan bize Küba'da işçi sınıfının iktidar olmadığını, ülkede bir devlet kapitalizminin hakim olduğunu gösteriyor. Sıradan insanların hikayesi olan filmde parti ve bürokrasi bir tür komedi unsuru olarak yer alıyor. Sergio'yu takip eden muhbir ve bağlı olduğu memur komplocu fikirleri ile gerçeklerden kopuk, rasyonal olmayan karakterler olarak işlenmiş. Filmin son sahneleri ise muhteşem bir ironi içeriyor. MİR'de mahsur kalan Sergey, NASA'nın kendisini indirme teklifi üzerine Yeltsin'in dikkatini çekebiliyor. Bir milliyetçi gururla Yeltsin NASA'nın teklifini reddedip Sergey'in dünyaya getirilmesi emrini veriyor. Ancak Rusya ekonomik kriz içerisinde olduğundan operasyon için sponsor alınıyor. O sponsor da Coca Cola. Dünyaya indirilmesine karşılık olarak Sergey kendisini kurtarmaya gelen mekikteki kolaları içerek poz veriyor. Bu sırada MİR'de hâlâ SSCB bayrağı, Sergey'in uzay kıyafetinde ise SSCB flaması var.
Z 1917: RUSYA’NIN KIZIL YILI TIM SANDERS JOHN NEWSINGER
Y A Y I N L A R I
27 Nisan Cuma 19.00 Şişli 1 Mayıs: İşçi sınıfı hareketi ve ihtimaller Yer: DSiP Şişli Nakiye Elgün Sk. 32/3,Osmanbey Fatih 1 Mayıs: İşçi sınıfı hareketi ve ihtimaller Konuşmacı: Faruk Sevim Yer: Ehhiba Cafe Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy Marksizm ve Din Konuşmacı: Sinan Özbek Yer: DSiP Kadıköy Serasker Caddesi, No:88 Kat:3
AKTİVİZM
NURDAN YOLDAŞ MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAK
11
MARKSİST SÖZLÜK
DEVRİM
1970’lerin sonlarından 2011 yılına gelinene kadar devrim düşüncesi geçmişte kalmış, modası geçmiş, başarısız olmuş bir düşünce olarak görülürdü. Neoliberalizmle birlikte kapitalizm zaferini ilan etmiş, artık devrimlerin olmayacağı bir dünyanın doğduğunu müjdelemişti. Ancak durum böyle olmadı 2011 yılında önce Tunus, sonra Mısır, sonra çok daha geniş bir coğrafyada sıradan insanların ayaklanması ve mevcut rejimleri devirmeleriyle devrim hayatımızdan çıkmadığını bir kere daha gösterdi.
Nurdan Düvenci Tarkan.
DSİP’in kurucu kadroları arasında yer alan ve 1990’lı yılların başından itibaren gazete formatında yayınlanan gazetemizin yazı kadrosunda yer alan Nurdan Düvenci’yi geçirdiği beyin kanamasının ardından 13 Nisan’da kaybettik.
Nurdan Düvenci 1990’lı yılların başından itibaren gerçek marksist geleneğin savunulması için büyük bir enerji harcadı. Doğu Bloku rejimlerinin yıkıldığı dönemde sol içinde artan karamsarlığa karşı aşağıdan sosyalizm geleneğinin açıklama gücüyle yanıtlar verilmesinde, Tony Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi kitabında sergilediği yöntemle teorinin ve hareketin merkezine işçi sınıfının konumlandırılması mücadelesinde Nurdan Düvenci benzersiz bir rol oynayan kadrolar arasında yer aldı. Nurdan yoldaş tanışan herkesin üzerin-
de hemen anlaşacağı gibi nazik, sevecen, cesur, kararlı ve ısrarlı bir devrimciydi. Örgütlü sosyalizm mücadelesinde sürükleyici bir rol oynamak için gerekli olan bütün özellikler Nurdan Düvenci’de vardı. Bu özellikler arasında örgütlenme süreçlerinin ayrıntılarını düşünmek ve teorik kavrayışla bu ayrıntılar arasında uygun bağlantıları kurmak, Nurdan’ın başarıyla altından kalktığı işlerdendi. Sosyalist İşçi’nin hem içeriği hem de çıkış süreciyle ilgili bir çok fikri vardı Nurdan’ın. Gazetemizde bu fikirler doğrultusunda adım atmaya başlamıştık. Nurdan yoldaşımızın iki önemli özelliği daha vardı. Mücadeleye başladığı ilk günden itibaren kadınların özgürlüğü mücadelesinin kopmaz bir parçası olmuştur. Sadece 8 Mart’larda değil, yılın her günü kadınlar üzerindeki baskıya karşı işçi sını-
fını birleştiren bir mücadelenin önemine sürekli vurgu yapmıştır. Her işyerine kreş talebindeki ısrar, Nurdan’ı tanıyanlar tarafından mutlaka işitilmiştir. Kadınların yaşadığı baskıyla kadın işçilerin maruz kaldığı katmerli sömürü arasında kurduğu bağlarla mücadele arkadaşlarının perspektiflerini geliştirmesine sürekli yardım etmiştir. Nurdan yoldaşın bir diğer özelliği ise örgütlü bir sosyalist olmasıdır. Liseyi bitirmesinin hemen ardından, üniversite yıllarının en başında örgütlü bir sosyalist olarak devrimci mücadeleye katıldı Nurdan. Örgütlü mücadelenin, kolektif dayanışmanın kuru sözlerden ibaret olmadığını mücadele dolu yaşamıyla gösterdi. Anısı mücadelemizin her bir gününde yaşayacak.
Sosyalist İşçi
NURDAN’I YÜZLERCE YOLDAŞI VE ARKADAŞI UĞURLADI Nurdan Düvenci Tarkan, İstanbul’da yüzlerce kişinin katıldığı bir cenaze töreniyle defnedildi. Cenaze törenine Nurdan Düvenci Tarkan’ın DSİP’ten yoldaşları, farklı sol grup ve partilerden aktivistler, HDP milletvekileri, İstanbul Barosu’ndan çalışma arkadaşları, ailesi ve dostları katıldı. Cenaze namazı Şakarin Camii’nde kılındı. Törene DSİP, Antikapitalistler Platformu, Küresel BAK, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ve İstanbul Barosu başkanlığı ve personeli çelenk gönderdi. Cenaze töreninde bir konuşma yapan DSİP MYK üyesi Meltem Oral şunları söyledi: “Nurdan çok güçlü bir kadındı. Her zaman çok imrendim, bir insan hayata nasıl bu kadar sıkı sıkı tutunabilir diye. Aynı anda
bir sürü şeyi yapmayı başarabiliyordu. Canı sıkkın olan yoldaşlarına, bunların ancak mücadele ile aşılabileceğini çok iyi anlatıyordu. Çok ince bir şekilde hepimizi güçlendiriyordu.” Cenaze töreninde konuşma yapan HDP milletvekili ve Nurdan’ın çok uzun yıllardır arkadaşı olan Filiz Kerestecioğlu ise Nurdan’ın kendisi için çok özel bir dost olduğunu dile getirdi, İstanbul Barosu’ndaki ve Kadın Hakları Merkezi’ndeki arkadaşları adına da söz söylemek istediğini belirtti. 8 Mart’ın Nurdan’ın doğum günü olduğunu ve her sene bu günde kadınlar günü eylemlerine katıldıklarını ifade eden Kerestecioğlu, hayatın ve siyasi gelişmelerin zalimlikleri karşısında güçlü durmaya çalıştıklarını, ancak çok sayıda değerli
arkadaşlarını kaybettiklerini söyledi. Filiz Kerestecioğlu barış vurgusu yaparak sözlerini sonlandırdı. Cenaze töreninde son olarak konuşan DSİP MYK üyesi Şenol Karakaş 1991 yılında Eskişehir’de genç bir devrimciyken Nurdan yoldaşıyla tanışmasının hikayesini anlattı. Nurdan’ı tarif ederken dayanışma, nezaket, paylaşma, kararlılık, özgürlük tutkusu ve muazzam bir inanç ifadelerini kullanan Şenol Karakaş, “Bizim biz olmamızda, kararlı olmamızda, bu kadar baskıya rağmen ayakta durmaya, büyümeye çalışmamızda, özgürlük bayrağını yere düşürmeme mücadelesini sürdürmemizde Nurdan’ın çok belirleyici bir rolü vardı” dedi. Cenaze töreninde “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları atıldı.
Devrim sözcüğü, yaygın inanıştaki gibi alaşağı etmek anlamındaki devirmek kökünden gelmemektedir. Kökeni Latincedeki revolvō uzanan ve Türkçeye asıl olarak Fransızcadaki revolucion üzerinden geçen devrim sözcüğü daha çok harekete vurgu yapar ve bu anlamda kökeni dönme, dönüş anlamındaki devirdir. Duménil, Löwy ve Renault tarafından derlenen kavramlar sözlüğünde ise sözcüğün geleneksel olarak yıldızların yörüngeleri etrafındaki hareketlerini tanımladığı söylenmektedir. Marksizm, en basit şekilde kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde baskı kurmasının bir aygıtı olarak tanımlanan mevcut burjuva devlet aygıtının devralınamayacağını, yerine işçilerin kendi özyönetimlerine dayanan yepyeni bir yapı kurmak gerektiğini söyler. Bu sebeple işçi sınıfı, parlamenter yolla, gerilla eylemiyle, bir grup elitin öncülüğüyle vb değil sadece ve sadece kendi kitlesel hareketinin sonucunda iktidara gelebilir. Marksizm için devrim işçi sınıfının bu kitlesel eylemine verilen isimdir. Ancak Marx ve Engels, işçi sınıfı devrimi dışında başka devrimler de tanımlamışlardır: Köylü devrimi, burjuva devrimi gibi… Devrimler çoğu zaman her sınıfın yerinin tam olarak belli olduğu bir saflık içinde gerçekleşmezler. Bazı devrimler, her zaman sosyalizmle veya yeni bir ekonomik sistemle sonuçlanmaz ve sadece politik yönetimin değişmesiyle sonuçlanır, bazıları ise toplumun üzerinde yükseldiği temeli, kapitalizmi veya geçmişte feodalizmi bütünüyle altüst eder. İlk durum gerçekleştiğinde politik devrimden, ikincisinde ise toplumsal bir devrimden bahsediyor oluruz.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KİRLİ ENERJİ SEKTÖRÜ DOĞAYI YOK EDİYOR Termik santral protestosu, Bursa.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 129,4 mil-
yar kWh olan elektrik üretimi, 2015 yılı sonunda iki kattan fazla artarak 261,8 milyar kWh’ye yükseldi. Kaynaklara göre dağılımın %33,7’sini hidrolik, %29’unu doğal gaz, %22,1’ini kömür, %6,7’sini rüzgar, %1’ini jeotermal, %1’ini güneş, %6,5’ini ise diğer kaynaklar oluşturuyor. Hükümet, önümüzdeki 10 yılda enerji talebinin iki katına çıkacağı öngörüsüyle 2023 ana hedeflerini çizmişti. Buna göre 2023’te %70 civarında enerji kurulu gücünde artışa gidilmesi planlanıyor. Bu, çok sayıda HES, termik santral ve nükleer enerji santrali kurulması anlamına geliyor. Ancak bu resmi senaryoların şişirildiği de sıklıkla vurgulanan konulardan biri. Mesela 9. Kalkınma Planı’nda 2013 için öngörülen elektrik enerjisi talebi 295 bin 500 GWh iken, reel talep bu rakamın %20 altında kalmıştı. Resmi senaryoların belirgin şekilde yüksek tutulduğu gerçeği WWF’nin “Türkiye’nin Yenilenebilir Gücü” raporunda da göze çarpıyor. Rapor, enerji bakanlığının resmi plan senaryosu da dahil olmak üzere üç farklı senaryoyu karşılaştırarak 2030
NÜKLEER SANTRAL İSTEMİYORUZ! Türkiye uzun zamandır nükleer enerji santrali yapmaya çalışıyor. Şişirilen enerji talebi raporları ile hükümet nükleer enerjiye ihtiyaç olduğunu üstelik nükleerin temiz bir enerji olduğunu anlatıyor. Oysa Türkiye’nin yıllık enerji miktarının %10’unu tek başına üreteceği söylenen nükleer santralin Türkiye’nin enerji ihtiyacı ile hiç bir ilişkisi yok. Nükleer enerji temiz bir enerji de değil.
yılında elektrik talebinin resmi projeksiyonlara göre %25 daha düşük olacağını öngörmekte. Hükümet enerji ihtiyacını abartıyor çünkü enerji üretimi için yapılacak santraller inşaat sanayi açısından önemli. Ayrıca fazla üretim ile elektrik ihracatı da hedefleniyor ve nükleer santral yapımı meşrulaştırılmış oluyor. Yerli kömürle kirli enerji üretimi artacak 2015 yılında yaklaşık 36,2 milyar kWh olarak gerçekleşen yerli kömür kaynaklı enerji üretiminin 2018’de 57 milyar kWh’ye çıkarılması 2023’e kadar da yerli linyit ve taşkömürü kaynaklarının tamamının yani %100’ünün enerji üretimine açılması planlanıyor. Bu plan doğrultusunda aktif durumda olan 26 termik santrale ek 70 termik santral projesi geliştirilmiş durumda. Türkiye bir yandan kömürün tamamını kullanmayı hedeflerken bir yandan da Paris İklim Anlaşması gereği karbon salımını azaltacağını taahhüt ediyor. Oysa ikisini bir arada yapmanın mümkün olmadığı ortada.
Türkiye altmışar yıl ömür biçilen ve sırasıyla 4800 ve 4480 MW enerji üretmesi beklenen Akkuyu ve Sinop nükleer santrallerini yapmayı hedefliyor. Bir de konumunun İğneada olacağı birçok kez kamuoyuna açıklanan üçüncü nükleer santral projesi var.
2015 yılında Türkiye’de hava kirliliği ölçüm istasyonlarından toplanan verilere göre ulusal sınır değerleri 50 ilde, Dünya Sağlık Örgütü’nün standartlarına göre ise Çankırı dışında 80 ilde aşılmış durumda. Termik santrallerin dört kat arttırılması ile bu kirlilik daha da artacak. Jeotermal enerjinin arttırılması hedefi Hükümet açısından yenilenebilir enerji kaynakları arasında görülen jeotermalde, Türkiye 700 MW enerji üretim kapasitesine ulaşmış durumda. Ancak jeotermal anlatıldığı kadar masum bir enerji kaynağı değil. Jeotermal enerji kullanımı yeraltındaki zehirli gazların da yer üstüne çıkmasına neden oluyor. Ayrıca kullanılan sıcak suyun soğuduktan sonra boşaltılması gerekiyor ki bunun yapılış biçimi bulunduğu çevreyi etkiliyor. Özellikle Aydın ve çevresinde yoğunlaşan jeotermal enerji üretim santrallerinin toplu zehirlenmelere sebep olduğu, kanser vakalarını arttırdığı, tarım alanlarını çoraklaştırarak bölge çiftçisinin geçim kaynağı incir, üzüm gibi ürünleri tahrip ettiği, hayvan ölümlerine yol açtığı ve su kaynaklarını kirlettiği biliniyor.
Fukuşima Nükleer Santrali’nde yaşanan felaketin ekolojik, ekonomik ve insani yıkımı yıllardır sürüyor.
Nükleer santral aslında nükleer silah üretiminin ilk evresidir ve bu girişim esas olarak militarist bir projedir.
Nükleer santral ekolojik olarak son derece yıkıcıdır. Dünya genelinde nükleer santrallerde sızıntılar yaşanması çok sık görülür. Greenpeace 2009 yılında yayınladığı bir raporda sadece Fransa’daki nükleer santrallerde her yıl ortalama 900 kaza ve sızıntı meydana geldiğini belirtmişti.
Nükleer santral Türkiye gibi bir deprem ülkesinde ayrıca risklidir. 2011 yılında Japonya’da gerçekleşen bir deprem sonucu
Nükleer atıklar da yüzlerce yıl radyasyon yaymaya devam ettikleri için saklama koşulları bir diğer ekolojik felaket tehdidir.
DAHA FAZLA BARAJ VE YIKIM 2023 hedefleri kömür gibi ülkenin hidro (su) potansiyelinin de %100’ünün kullanılacağını belirtiyor. Bu amaca yönelik olarak 727 olan baraj sayısının 2023 yılına kadar, yani sadece 5 yıl içerisinde, iki katına yani 1.454’e çıkarılacağı bizzat Orman ve Su İşleri Bakanı tarafından açıklandı. Buna sayıları 600’ü bulan HES’lerin de radikal bir biçimde artarak ekleneceğini eklemek gerekiyor. Dünyada hidro potansiyelinin tamamını kullanan hiçbir ülke yok. BM’ye göre bir ülkenin su potansiyelinin %20’den fazlasını kullanması doğayı olumsuz etkiliyor. %20 -40 arası kullanım ise ekolojiye zarar vermekle beraber tolere edilebilir deniyor. Türkiye şuan %33’ünü kullanır durumda. Dünyada %40’ın üzerinde su potansiyelini kullanan sadece 2 ülke var; Mısır (%52) ve İran (%97). İran’ın su politikalarının ülke ekoloji ve ekonomisi üzerinde yarattığı yıkım ise son yıllarda İran yönetimi tarafından da kabul ediliyor.
Nükleer santraller su varlıkları açısından da büyük bir tehdittir. Nükleer santrallerin soğutma işlemleri için çok fazla suya ihtiyaçları var. Örneğin Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santralin bir günde Türkiye’nin günlük kullandığı suyun iki katını kullanacağı yani 28 milyon metreküp su tüketeceği bekleniyor. Bu soğutma suyuna her hangi bir radyasyon sızıntısı olması durumunda da yine bir ekolojik felaket yaşanacaktır. Santralden boşaltılacak yüksek miktarda sıcak su santral çevresindeki canlı yaşamını da yok edecektir.