Sosyalist İşçi 620

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

620

1 Haziran 2018 3 TL. sosyalistisci.org

DOLAR FIRLADI, BİR HAFTADA FAKİRLESTİK ,

sayfa 2-5-8

KRİZİ CIKARTANLAR , FATURAYI ÖDESİN!

sayfa 3-6-7

UMUDA BARISA , DEMİRTAS'A! ,


2

GÜNDEM

DOLAR KRİZİNİN ARKA PLANI Dolar krizi devam ediyor. Yılbaşın-

AKP-MHP: KUSURSUZ BİR İTTİFAK MI? Devlet Bahçeli, adıyla müsemma, sadece bir partinin değil gerçekten de devletin yaklaşık 100 yıldır bir dizi alana çekilen kırmızı çizgisinin de temsilcisi. Bu kırmızı çizgiler Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Aleviler üzerindeki basıklar gibi alanlarda ve özgürlükler alanının bütününde kendisini gösteriyor. Türkeş’in ölümünün ardından MHP genel başkanlığını sürdüren Bahçeli’nin son günlerde Alaattin Çakıcı gibi isimlerin cezaevinden çıkartılması için düğmeye basması, düğmeye basmakla yetinmeyip Erdoğan üzerinde baskı kurmaya çalışması çok ilginç ve mühim gelişmelerin yaşanacağını gösteriyor. Önce Devlet Bahçeli’nin ne dediğini hatırlayalım: “Cumhurbaşkanındaki yetki bende olsaydı şimdiye kadar kullanmıştım.” Af yetkisi olsa ‘ülküdaşı” Çakıcı’yı hemen affedeceğini söyleyen Bahçeli, kendisi bile kendisinin suçlu olduğunu söyleyen Çakıcı’nın neden cezaevinde olduğu belli olmayan, hiçbir suç işlememiş Demirtaş’tan daha suçlu olduğunu söyleyebildi. Bahçeli’nin cumhurbaşkanının üzerine bu ölçüde gidebilmesinin ve dört bir yandan sıkışmış izlenimi veren Erdoğan’ı başka bir alandan sıkıştırmasının öncelikli nedeni, her bir MHP’linin oyuna muhtaç olduğu çok açık olan AKP’nin bu zayıf karnını seçimler yaklaşırken avantaja çevirmek istemesi. Zira AKP her bir MHP’linin oyuna muhtaç değil sadece MHP de AKP’ye muhtaç. Bahçeli değil Akşener o camianın konuşulan, popüler ismi. Bu popülerlik sürer ve MHP alışılagelen oyunun çok altında bir oy alırsa, hükümet açısından işlevsel bir ortak olamayacaktır ve bu duruma bir de Akşener’in MHP’den çok yüksek oy alması eşlik ederse MHP belki de bir daha toparlanamayacak ölçüde hasar alacaktır. İşte Bahçeli, bu ihtimali elemek için en uygun zamanı kolluyor ve eski kadrolarına sahip çıkan lider imajıyla seçimde bir farklılık sergilemeye çalışıyor o tabana. Akşener’in partisine geçen eski MHP’lilerle özeleştiri verirlerse kucaklaşacağını ilan etmesi de Bahçeli’nin planını açığa seriyor. Bir yandan 16 Nisan referandumunda oynadığı rolle, öte yandan erken seçimi gündeme getirirken oynadığı rol AKP’nin MHP’yle kurduğu ve MHP’yle kurarken devletin kadim geleneklerinin temsilcileriyle kurduğu ittifakın çok karlı olmadığını göstermeye başladı. Değişimin temsilcisi ve “Yeni Türkiye”nin inşacısı olmakla övünen bir parti, Türkiye’nin en karanlık dönemlerinin birisi olan bir sürecin figürlerinin affını hem de seçimlerden önce tartışır hale geliyor. Çakıcı’ya özel af talebi basit bir talep olarak görülmemeli. İleride, AKP-MHP ittifakının çatlağının simgesel ifadesi olarak anılacak. Bu simge, MHP’nin kitlelerde hiçbir karşılığı olmayan ve Kürt sorununu çözümsüzlük girdabına iten politikalarla AKP’ye yüklenmekte olduğunu şimdilik örtüyor. Fakat, Türkiye’nin Suriye’de ya da Irak’ta askeri harekat yeteneklerinin Rusya ya da ABD’yle kafa kafaya gelmesi anlamını taşımasına rağmen, Kürt sorununda askeri çözüm yöntemlerinde ısrar etmek sürdürülebilir bir politika değil. Eski başbakan Davutoğlu’nu ağır bir şekilde eleştiren Bahçeli, bununla kalmadı, medyada Erdoğan savunuculuğuyla tanınan bazı gazetecileri de hedef gösterdi. Bu gazeteciler, AKP’nin MHP ile yakınlaşması sonucu kaybedilecek Kürt oylarından bahsediyordu. Toplumsal muhalefetin üzerinden ölü toprağını kaldıran seçim süreci ve kampanyaları aynı zamanda AKP-MHP arasındaki yerli-milli ittifakta çatlaklar yaratıyor. Seçim sonuçları bu çatlakları gizlenemez hale getirecek.

da 3,8 TL olan dolar, şimdi 4,7 TL. Merkez Bankası faizi yılbaşında yüzde 12,75 iken, şimdi yüzde 16,50. Cari açık, petroldeki pahalılaşmanın sürmesi nedeniyle yılbaşında 45 milyar dolar iken, şimdi 55 milyar dolara yükseldi. Cari açığı kapatmanın yollardan biri olan ihracat, son 5 yıldır yerinde çakılmış durumda. 5 yılda TL’nin dolar karşısında yüzde 60 değer kaybetmesine karşın, 2013 yılında 152 milyar dolar olan ihracat, 2018 yılında en fazla 160 milyar dolar olacak. Buna karşın ithalatta petrol kaynaklı artış 10 milyar doları bulduğundan, dış ticaret açığı 2017 yılında 77 milyar dolar iken, 2018’de 80 milyar dolara çıkacak. Döviz ihtiyacı karşılanamıyor Dış borç ödemelerini de göz önüne alırsak, Türkiye’nin bu yıl için yaklaşık 160 milyar dolara ihtiyacı var. Yani kabaca ayda 13 milyar dolar harcanmaya hazır, taze dövize ihtiyaç var. Ama devlet artık borç olarak bile olsa döviz temin etmekte zorlanıyor, çünkü TL cinsinden verdiği faiz, dövizdeki yükselişi karşılamıyor. Özel sektörün borçlanma olanakları ise, derecelendirme kuruluşlarının sürekli not indirimleri nedeniyle her geçen gün daha da zorlaşıyor, temin ettikleri borçların faizleri yükseliyor. Yılbaşından bu yana devlet tahvillerinin ortalama faiz getirisi 5 ay için yüzde 6 oldu. Ama dövizdeki aşınma yüzde 25’e yaklaştı, yabancıların reel kayıpları yüzde 19 oldu. Yani yılbaşında Türk tahvillerine 100 bin dolar yatırım yapan bir yabancı, bugün yaklaşık 80 bin dolarla çıkmaya çalışıyor. Daha fazla zarar etmemek için buna razı oluyor. Pek çok para spekülatörü de Türk tahvillerinden

Geçen 4 ayda yüzde 14 yoksullaştık.

çıkmak için uygun zamanı bekliyor. TL’deki bu değer kaybı bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Sorun ekonomik değil siyasi Peki, aslında sorun ne? En büyük sorun Recep Tayyip Erdoğan’ın davranışları. Otoriter bir yönetim kurduğu, OHAL’i kaldırmadığı, siyaseti, ekonomiyi zapturapt altına almaya devam ettiği için, bütün kapitalist dünya tarafından dışlanıyor. Derecelendirme kuruluşları aslında iki yıldır not indirimlerine başlamışlardı ve bugüne kadar not indirimleri kesintisiz devam etti. Bu ikazlar AKP hükümeti ve Erdoğan tarafından ciddiye alınmadı, felakete adım adım gelindi. Şimdi olanlar, geçmişten, iki yıl önceden bugüne gelen sorunların devamı ve sonucu. Uluslararası kapitalizmin Türkiye

üzerindeki bu baskısı elbette sosyalistler açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Türkiye benzeri ülkelerin borçlandırılıp, sonra faizler yoluyla tekrar tekrar sömürülmesi, kapitalizmin dünyada uyguladığı sömürü sisteminin bir parçasıdır. Ama AKP hükümeti ve Erdoğan, hatalı uygulamaları ile bu sömürünün katmerleşmesine yol açmışlardır. Sonuçta TL’nin değer kaybetmesi sonucu ödenmekte olan bedeli AKP yöneticileri ödemiyor, ağırlıklı olarak Türkiye’deki emekçi sınıflar ödüyor. AKP’nin ekonomi politikaları değil, asıl olarak siyaseti bizi bu günlere getirdi. OHAL rejimi ile toplumu baskı altına alması, toplumu kutuplaştırması, adaletsiz uygulamaları, partizanca uygulamaları bugün yaşamakta olduğumuz her türlü problemin kaynağıdır.

NE İSTİYORUZ? TALEPLERİMİZ: Krizin faturasını başta Erdoğan olmak üzere çıkartanlar ödesin İşten çıkarmalara son Asgari ücretlilerin borçları silinsin, asgari ücret 3 bin lira olsun Zenginler servetleri oranında vergilendirilsin OHAL’e son, grev yasaklarına hayır Savaşa değil emekçiye bütçe


GÜNDEM

DEMİRTAŞ SERBEST KALMALI! HEMEN! HDP eşgenel başkanlığı görevini sürdürürken tutuklanan ve cezaevine konulan Selahattin Demirtaş, hemen serbest bırakılmalıdır. OHAL koşullarının ürünü olan derin haksızlıkların simgesel ismidir Demirtaş. Demirtaş kendi tabiriyle “rehin alındı.” Geçtiğimiz yıllarda tv programı Tarafsız Bölge’nin moderatörü Ahmet Hakan’ın programına konuk olmuştu Selahattin Demirtaş. Ahmet Hakan geçtiğimiz günlerde Demirtaş’la ilgili şunları yazdı Hürriyet’teki köşesinde kısa bir şeyler yazdı: “Tamam, esprilisiniz, anladık. Ama espriye de bu kadar abanılmaz ki! Esprinin de taşıyacağı bir yük vardır yani.” diyerek Demirtaş’a yüklendi. Demirtaş Ahmet Hakan’a şu yanıtı verdi: "Haklısın. Tam 20 ay önce bir gece yarısı evimden adeta kaçırıldım ve suçsuz yere bir hücreye atıldım. Üstelik de Cumhurbaşkanı adayıyım. Dediğin gibi durum hiç komik değil. Zaten ben de 'gülün' diye atmıyorum tweetleri, 'görün' diye atıyorum." Ahmet Hakan’ın bu yanıtı da durumu da görüp görmediği de belli değil ama hakkında süren sayısız davanın bazılarında mahkemeye çıkan Demirtaş, yaptığı savunmalarda, hiçbir suç işle-

mediğini çok net bir şekilde anlatıyor. Rehin! Demirtaş, yerli-milli itifakın rehini durumunda. Demirtaş tek değil, bir çok milletvekili, belediye başkanı tutuklu ve cezaevindeler. Demirtaş’ın durumunu özel kılan 24 Haziran seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olması aynı zamanda. Bu nedenle OHAL dönemi ilan edenlerin iddiasının tersine toplumsal muhalefeti sindirmek için sürdürüldü. OHAL ilan edilirken, 15 Temmuz darbesinin sorumlularına karşı daha aktif mücadele etmek için devreye sokulduğu söylenmişti. Böyle olmadı. OHAL kararnameleri başlı başına bir baskı rejiminin üzerinde yükseldiği zemin oldu. Demirtaş bu zeminin tutsaklarından birisi. Çekiniyorlar Fakat Demirtaş aynı zamanda çözüm sürecinin de önemli figürlerinden birisiydi. İmralı’da Öcalan’la görüşen heyette yer alan Demirtaş, aynı zamanda çözüm sürecinde çok önemli bir rol oynayan BDP’nin de eşbaşkanıydı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından zaten askıya alınmış çözüm

süreci bir de bir intikam konusu haline getirildi. Sürecin aktörleri hem de devletin gözü önünde cereyan eden çözüm süreci girişimleri, adımları nedeniyle cezalandırılmaya başladılar. Son olarak Demirtaş kişisel yetenkleriyle siyaset sahnesinde nadide bir yer tutan bir aktivist. Erdoğan’ın dışında partisinin aldığı oy oranının ötesinde kitlesel bir desteğe sahip olan tek siyasetçi. İçerde, politik kampanyaya katacağı enerji kısıtlanmış Demirtaş’la dışarda, özgür ve kitlelerle buluşan Demirtaş arasında büyük bir fark olacaktı. Bu düzeydeki her bir fark AKP-MHP ittifakının aleyhine olacağı için hem 16 Nisan referandumunda hem de 24 Haziran seçimlerinde oynayacağı rolün önüne geçmek için Demirtaş’ın tutuklu kalması egemenlerin OHAL koşullarına yaslanarak kolayca tercih ettiği bir hamle oldu. Cumhurbaşkanı adaylarından birisinin hapiste olduğu bu seçimler, adaletsiz bir zeminde yaşanmasıyla şimdiden tarihe geçti. Bu yüzden bu adaletsizliğe karşı çıkmak ve seçim sürecinde yapılacak kampanyalarda Demirtaş'ın özgürlüğü için mücadele etmek çok önemli.

PARLAMENTER SİYASETTEKİ EŞİTSİZLİK AYŞE DEMİRBİLEK

2017, 16 Nisan’da yaptığımız Referandumun üzerinden 1 yıl geçmeden, erken seçim haberi ile yine bir seçim sürecine girildi. AKP’nin seçim ortağı MHP’nin önerisi ile 24 Haziran baskın seçim tarihi olarak açıklandı. Nihayet pusula kuraları, sıraların belirlenmesi derken geçen hafta itibari ile milletvekili aday listeleri de sunuldu ve kimin nereden milletvekili aday olduğu açıklandı. Zaten adaylıklar açıklanana kadar kürsüleri ve ekranları çoktan erkek başkanlar işgale başlamıştı. Hali ile listelerde kadınların sayısının azlığına kimse şaşırmadı. Listelere konan kadın milletvekili adaylarının büyük bir çoğunluğunun ikinci ve üçüncü sıralarda olması, yıllardır siyasi partilerde süren, kadınlar söz konusu olduğunda sus payı verme alışkanlığının yine değişmediğini gösterdi. En çok kadın milletvekili adayını gösteren parti %38 oranıyla, 228 kadın milletvekili adayı ile HDP oldu. 81 ilin 18’inde ilk sıradan, tamamını kazanacaklarını düşündükleri illerde de kadın-erkek sayılarını eşit tutarak bu seçimlerde kadınlardan yana tutumunu teoriden pratiğe,

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

BU DEKLARASYON ÖNEMLİ Adalet Zemini (AZ) kısa süre önce bir deklarasyon yayınladı.

24 Haziran seçimlerine yaklaşımını bu

metinle ortaya koyan AZ bileşenleri, seçimin önemini şöyle dile getiriyor: “Adalet Zemininde bir araya gelen bizler, 24 Haziran seçimlerine, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal sorunlarına çözümler üretecek bir fırsat olarak bakıyoruz. Bu topraklarda sadece bugün değil, yarın da barış, huzur ve refah içinde yaşamak istiyoruz. Bunun için de gittikçe artan kutuplaşma halinin ortadan kaldırılması, ekonomik ve siyasal sorunları çözme sanatı olan siyasetin güçlendirilmesi gerekiyor.” Kutuplaşma, hepimizin hakkında kafa yormamız gereken bir gelişme. Bu kutuplaşmanın temel sorumlusunun hükümet, daha doğrusu AKP-MHP ittifakı olduğunu düşünüyorum. 2000’li yılların başından 2012-2013 yıllarına kadar, kutuplaşmanın kışkırtıcısının askeri vesayet yanlıları olduğu çok açık. Ama özellikle 15 Temmuz darbesini püskürten hareketi siyasal demokrasinin sınırlarının genişlemesi için değil, bir beka vurgusu etrafında iktidarı konsolide etmek için kullanan AKP-MHP liderliği, olmadık insanları, grupları, çevreleri düşman ilan ederek kutuplaşmayı derinleştirmeyi bir politik enstrüman olarak gördü. Bu nedenle AZ’ın kutuplaşmaya dikkat çeken ve seçimleri bu açıdan, kutuplaşmayı aşmak için bir fırsata çevirmeyi öneren yaklaşımının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Metinde önemli bir bölüm de siyasetin güçlenmesi ve siyaset alanının genişlemesi için yapılan çağrı: “Oyumuzu siyasetin güçlenmesi için kullanmalıyız. 24 Haziran seçimlerinin en olumlu sonucu, siyaset alanını genişletecek bir tablonun ortaya çıkması olacaktır.” dedikten sonra AZ metni siyasetin bu topraklarda yaşayan ve yıllardır mağdur olan insanlara nefes aldırması için şu taleplere cevap üretmesi gerektiğini söylüyor:

Sermaye partileri kadınlara yine sırtını döndü.

laftan icraata götürebildi. HDP bir önceki seçimlerde de meclise giren kadın milletvekilleri sayesinde mecliste ilk kez kadın milletvekili oranını %18’e çıkarmayı başarmıştı. Bu oran AKP’de %21, CHP’de %22.8, İP ise genel başkanı bir kadın adayı ama listesinde kadınlara en az yer veren parti odu. Oysa meclis koltuklarını kadınlara kaptırmak istemeyenler seçim sürecinde kadınların alanlardaki çalışmalarından, kadınları vitrinlerine koyarak, seçim malzemelerine ve sloganlarına alet ederek kullanılacak bir malzeme olarak görme siyasetinden bir adım geri atmıyor, mecliste de koltukları kaptırsalar, kürsüleri kaptırmamak üzere ayrı bir savaş veriyorlar.

Onlar koltuk ve kürsü savaşı verirken kadınlar meydanlarda barış, özgürlük, adalet ve ekmek mücadelesi veriyor. Bugünlerde 35 yıldır kürtaj hakkı için mücadele eden İrlandalı kadınlar büyük bir zafer kazandı. Dünya’ya kan kusturan ABD Başkanı Trump’a karşı kadınlar her fırsatta kadınlar sokaktalar. Çıkardığı yasalar ile kadınların hayatını zorlaştıran Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı binlerce kadın 8 Mart’ta sokaktaydı. Birçok yasayı geri püskürtmeyi başardık. Bunları başardığımız gibi koltukları da kürsüleri de kazanacak, miting platformlarında onların eşleri olarak değil bizzat sözü söyleyenler, mikrofonların sahipleri olarak yer almayı da başaracağız.

HSYK’da, yargıda bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlayacak özerk bir işleyişi mümkün kılmak için yeni düzenlemeler yapılması, Cumhuriyet başsavcıları ve valiler gibi kamu görevlilerinin de seçimle belirlenmesi,

OHAL’in kaldırılması, Siyasetteki kutuplaştırıcı ve

cinsiyetçi dilin değiştirilmesi,

Toplumsal şiddetin her

çeşidiyle mücadele edilmesi, Haksız işten çıkarmalarda işe iadelerin hızla sağlanması, Sendikal hakların güvenceye kavuşturulması, Asgari ücretin vergiden muaf tutulması ve artırılması. Ben bu taleplerin yanı sıra, esas olarak AZ’ın öne çıkarttığı şu talebin gerçekleşmesinin siyasal iklimin demokratikleşmesinin ilk adımı olduğunu düşünüyorum: “Anadilde eğitim hakkının anayasal güvenceye kavuşturulması ve Barış ve çözüm sürecine yeniden dönülmesi.”


4

DÜNYA

İRLANDA’DA TARİHİ ZAFER

Sosyalist İşçi gazetesi İrlanda’da 25 Mayıs’ta gerçekleşen kürtaj yasağı referandumu hakkında İrlanda Sosyalist Ağı üyesi ve Kârdan Önce İnsan Platformu üyesi Memet Uludağ ile bir röportaj gerçekleştirdi. Referandumda halka kürtaj yasağını içeren anayasa maddelerinin değiştirilip değiştirilmemesi sorulmuştu. Evet oyları değiştirilmesi yani kürtaj yasağının kaldırılması isteğini temsil ediyordu. Kilisenin oldukça güçlü olduğu Katolik İrlanda’da halkın %67’si Evet diyerek kürtaj hakkını savunmuş oldu. Bu referandumun ve sonucunun anlamı nedir? Memet Uludağ: İrlanda’da kazanılan kürtaj hakkı, hem devlet ve kilise egemenlerinin bugüne kadar gelen baskıcı ve yasakçı yapısı hem de gelecek mücadeleler açısından tarihi bir zaferdir. Bu zafer, 1800’lerden beri yasak olan kürtajın 35 yıl önce anayasaya eklenen bir maddeyle iyice imkânsız ve yasak hale geldiği günden beri verilen mücadelenin bir sonucu. 1995’te boşanma, 2015’te de eşcinsel evliliği haklarını referandumla kazanan çoğunluğu Katolik İrlanda halkı 25 Mayıs’ta yapılan referandumda kürtaj hakkını %67 ile kazandı. 18-24 yaş arası gençlerin %85 oranında Evet dediği referandumda 40 bölgenin 39’unda ve işçi sınıfının yoğun olduğu pek çok bölgede büyük oranlarda evet oyu çıktı. Kadınların öncülüğünde, çok bileşenli bir kampanya ile kazanılan bu sonucun önemini anlamak için İrlanda’da devlet-kilise ve egemen sınıf arasındaki tarihsel güç ilişkisini anlamak gerekli. 1922’de kurulan devletin o dönemde yaşanan sivil savaş sonrası hakimleri karşı-devrimci, muhafazakar güçler oldu. Kilise kurumu ile el ele veren bu güçlerin hedefinde hep kadınlar ve fakir işçi sınıfı vardı. Eğitim-sağlık gibi sosyal ve kamusal alanların pek çoğunda kilise otoritesinin doğrudan veya dolaylı kontrolü bugüne kadar devam etti. Kürtaj hakkı kadınların sadece bedensel özgürlüklerini kazanması değil, aynı zamanda devletin ve muhafazakâr egemen güçlerin en büyük kalelerinden birinin yıkılması anlamına da geliyor. Nasıl bir kampanya gerçekleştirildi? 25 Mayıs’ta kadınlar, gençler, erkekler büyük bir mücadele ile kadınları ikinci sınıf gören eski İrlanda’yı tarihin çöplüğüne gönderdiler. 35 yıldır kürtaj hakkına karşı ayak direyen politik egemenler ve bugün varolan neoliberal sağcı hükümet tabandan gelen baskı nedeni ile bu referandumu ilan etmek zorunda kaldı. Bu toplumsal baskı kürtaj hakkı konusunda karneleri kırık pek çok merkez

TRUMP SÜREKLİ KRİZ ÇIKARARAK NEYİ HEDEFLİYOR? ABD Irak’ı işgal ettiğinden beri Ortadoğu halklarının en nefret ettiği ülke durumunda. Irak işgali o kadar maliyetli oldu ki ABD hem ekonomik olarak ağır kayıp verdi hem de bölgede dengeler İran-Rusya lehine değişti. Geçtiğimiz haftalarda arka arkaya Lübnan seçimlerini İran destekli Hizbullah’ın ve Irak seçimlerini ABD karşıtı Sadr liderliğindeki koalisyonun kazanması ABD’yi iyice zora soktu. Suriye’de diktatörlüğün Rusya ve İran desteği

Referandum sonuçları kitlesel olarak kutlandı.

sağ-sol örgütü de harekete geçmek zorunda bıraktı. İrlanda başbakanı ve bakanlarının medyada boy göstermeleri ve zafere ortak olma girişimleri aslında yükselen bu radikal taleplerden çekinmelerinden dolayı. Bu mücadelenin en aktif unsurlarından biri sosyalistlerdi. Kârdan Önce İnsan (People Before Profit) olarak biz bu kampanya boyunca tabandan örgütlenme ve kitlesel mücadele yöntemini izledik. Bir yandan politik olarak kürtaj hakkının kadınlar için bir bedensel tercih ve en temel hak olduğunu savunurken, diğer yandan da çok bileşenli kampanya boyunca ülkenin her bölgesinde kapı kapı dolaşıp yüzbinlerce bildiri dağıttık. Bu zorlu süreçte kapı önlerinde, sokaklarda insanlarla konuşmaktan kaçınmadık. Kürtaj olmanın 14 yıl cezası olduğu ülkede 1980’lerden

ile devrimci hareketi kanla bastırması ve Türkiye ile arasının açılması Trump’ı Ortadoğu’da radikal adımlar atmaya zorluyor. Trump, daha önce Katar krizi ile Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeleri kendi yanına çekmişti, Kudüs’e Büyükelçilik açarak başlattığı krizle de İsrail ile ilişkilerini düzeltti. İran’a yönelik ambargoyu yeniden başlatarak da bölgede İran’ın yükselişinden rahatsız olan bütün bölgesel güçleri etrafında toparlıyor. Ancak Trump kelimenin gerçek anlamıyla ateşle oynuyor. Ortadoğu’da güç dengelerini kendi lehine çevirmek için attığı adımlar kendisi için de bölge için de

büyük riskler barındırıyor. Ayrıca ABD Uzak Asya’da derinleştirmeye devam ettiği Kore krizi üzerinden Çin ile ciddi bir militarist rekabete girmiş durumda. Dünyanın iki önemli bölgesinde Rusya ve Çin gibi iki büyük emperyal güçle mücadele etmeye çalışırken Avrupa ülkelerinden pek bir destek bulamıyor. Bu durumun etkisiyle Avrupa Birliği ile serbest ticarete son vermek ve Avrupa’dan gelen malların bir kısmına kota koymak üzere adım atıyor. İki bölgede birden militarist rekabeti yükseltmenin imkânsızlıkları nedeniyle ekonomik yaptırımları öne çıkarıyor. Bu koşullar altında Trump, 13

beri 170 binden fazla kadın gizli yollarla başka ülkelere gitmek zorunda kalıyordu. Özellikle fakir-işçi sınıfı kadınlar için bu ekonomik olarak da bir baskı oluşturuyordu. Artık İrlanda kadınları bu zulmü yaşamak zorunda kalmayacak. Şimdi vereceğimiz mücadelelerde ‘kadınların tercih hakkı’ sadece kürtaj olma hakkı değil, doğurdukları çocuklar için ev, sağlık, eğitim ve diğer haklardır da diyeceğiz. 30 yıl önce ilk defa kürtaj hakkı için mücadeleye başlayan İrlanda’lı aktivist Crea’nın dediği gibi: “Artık bizim yaşadığımız baskıcı İrlanda’da değiliz, yeni bir İrlanda var önümüzde. Devletin, kurumların ikinci sınıf göremeyeceği, ellerini, yasalarını bedenimizden çekmek zorunda kaldıkları bir İrlanda bu. Yolumuza yaşamın her alanında, ekonomik ve sosyal haklarımız için mücadelelerle devam edeceğiz.”

Temmuz’da İngiltere’ye gideceğini ilan etti. İngiltere’de zor günler yaşayan Teresa May, Trump’ı başkan seçildikten sonra ziyaret eden ilk ülke başkanı olmuştu. Ardından da Trump’ı İngiltere’ye davet etmişti ancak Trump, İngiltere’de yükselen sol hareketin protestoları nedeniyle ziyaretten vazgeçmişti. Trump’ın yeni ittifak arayışı May’in hiç istemese de ülkesini AB’den çıkarmak zorunda olması, İşçi Partisi’nin yükselişi ve ülkede artan işçi eylemleri, ABD’nin de güçlü ittifaklar arayışı ziyareti yeniden gündeme getirdi. May, bu ziyaret ile Trump’tan serbest ticaret anlaşması koparmayı umuyor.

Trump’da İngiltere’yi küresel güç mücadelesinde daha aktif olarak yanında görmek istiyor. Sol protestoya hazırlanıyor İngiltere’de İşçi Partisi’nin başkanlığına sosyalist Corbyn’in gelmesi ve işçi hareketindeki toparlanmanın ardından sol Trump’I protesto etmeye hazırlanıyor. Londra’nın İşçi Partili Müslüman belediye başkanı Sadık Khan, Trump’ın protestolarla karşılaşmaya hazır olması gerektiğini söyledi. Trump’ı Durdur Koalisyonu’nun açtığı eylem çağrısına facebookta şimdiden 200 bin kişi katılmış durumda.


RÖPORTAJ

5

‘SEÇİMLER NE BİR BAŞLANGIÇ NE DE BİR SONDUR’

HDP Ankara 1. bölge adayı İshak Kocabıyık, akademisyen Sinan Laçiner, yazar Canan Şahin ve DSİP’ten Volkan Akyıldırım ile baskın seçimi konuştuk.

İSHAK KOCABIYIK: HDP KUTUPLAŞMAYA KARŞI BİR YOLDUR “24 Haziran’da milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turu yapılacak. Tabii, Halkların Demokratik Partisi (HDP) olarak son derece eşitsiz bir ortamda bu seçimlere katılıyoruz. Binlerce üyesi tutuklu, milletvekilleri, eşbaşkanları siyasi rehin olarak tutulmakta. Hatta Cumhurbaşkanı adayımız Sayın Selahattin Demirtaş bile hâlen Edirne Cezaevi’nde tutulmakta. Bu kadar eşitsizliğe rağmen bu ülkede 24 Haziran’da tek adam rejimine karşı durabilecek, bunu yıkabilecek, geriletebilecek tek güç hepimizin bildiği gibi HDP. Bu ülkeye demokrasi gelecekse, barış gelecekse, özgürlük gelecekse, emekçiler, kadınlar, çocuklar, işsizler, işçiler, köylüler mutlu bir ülkede yaşamaya başlayacaklarsa bu ancak ve ancak HDP ile olabilir. HDP bugün için Türkiye’de hepimizin ihtiyacı olan, bu kutuplaşmanın dışında bir yoldur, bir yürüyüş koludur. Bu yürüyüş kolunda herkes Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Çerkesiyle, Sünnisiyle, Alevisiyle omuz omuza yürümektedir ve HDP’nin gücü, örgütlülüğü de bu omuz omuza yürümekten gelmektedir. Ben inanıyorum ki halkımızın çabası 24 Haziran’da sonuç verecek. Onlar Belgrad Ormanları’nda gömdüklerini çıkarmaya uğraşırken biz demokratik bir ülke yürüyüşünü çoktan başlatmış olacağız.”

MARKSİST.ORG YAZARI CANAN ŞAHİN: SANDIKTAN KİM ÇIKARSA ÇIKSIN KRİZE KARŞI SOLDAN MUHALEFET “TL’nin Dolar karşısındaki muazzam değer kaybıyla birlikte AKP, “faiz lobisi” nidalarının ve Merkez Bankası’na parmak sallamaların doğal sınırına ulaşmış görünüyor. Serbest piyasa ekonomisine uymaya ant içerek 2001 krizi sonrası Kemal Derviş’in temellerini attığı neoliberal ekonomi rejimiyle 16 yıldır büyüme ve istikrar anlatan AKP’nin takkesi düştü kel göründü. Başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası başkanı Murat Çetinkaya, Londra’da portföy yöneticilerine el aman deyip Erdoğan’ı Merkez Bankası’nın faiz arttırımına ikna etmişken, bu krizin emekçiler için anlamı borç krizine ortak edilmek olacak. Sadece 2018 yılında 238 milyar dolar dış borç ödemesi olan özel sektör borçları çevirmekte zorlandığında IMF kapılarını çalmaktan başka çare kalmayacak. Krizle birlikte gelecek işten çıkarmalar, emekçilerin vergi yükünü arttırma politikaları, zamlar, enflasyon karşısında ücretleri sabit tutma ve kurtarma operasyonları ile KOBİ’lerin ve kamu ihaleleri verilmiş şirketlerin iflaslarını engelleme çabaları işçi sınıfı için zor günlerin kapıda olduğu anlamına geliyor. İktidara geldikten bir yıl sonra çıkardıkları iş yasasıyla esnek ve güvencesiz çalışmayı yasalaştıran, tarihin en büyük özelleştirme hamlelerini yapan, taşeron sistemiyle sigortasız ve sendikasız büyük bir işçi sınıfı yaratmış ve

VOLKAN AKYILDIRIM: MÜCADELENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AŞALIM “Darbenin halkın direnişi ile püskürtülmesinin ardından oluşan demokrasi ve kardeşlik havası kısa sürdü. Düne kadar birbiriyle kanlı bıçaklı olan iki parti yanlarına irili ufaklı ırkçı grupları da çekerek bir ittifak kurdu. OHAL'in ilanıyla birlikte Türkiye'deki ifade özgürlüğü ve örgütlenme hakkı gibi darbecilere karşı on yıllardır sürdürülen mücadelelerin elde ettiği tüm kazanımlar geri alındı. AKP-MHP ittifakının nasıl bir ge-

lecek önerdiği iki yıllık OHAL pratiğinde sınanmıştır. İçeride baskı, dışarıda savaşla geçen iki yılda demokratik kazanımların gaspını, grevlerin yasaklanmasına yeni bir yoksullaşma dalgası da eşlik etti. Bizzat Erdoğan'ın tetiklediği bir mali krizin, büyük bir iflasın ne kadar yakın olduğunu ortaya dökmesi ile AKP-MHP ittifakının yürüttüğü çatışmacı-şahin politikanın ekonomik faturasının biz emekçilere ödetilmesiyle karşı karşıyayız. Türkiye işçi sınıfının çıkarı, yoksullara az az veren, büyük sermaye ve kendisine yakın elitleriyse ihya eden eden AKP-MHP ittifakının yenilmesidir.

bu sınıfı kredi kartları, ipotekli konut kredileri ile kısa ve uzun vadeli borç sarmalına dahil etmiş olan AKP’nin, bizzat oy aldığı bu kentli kitleye verecek seçim vaadi bile kalmamış görünüyor. DİSK-AR raporuna göre %66’sı 2000 TL’nin altında kazanan ve % 54’ü kirada oturan, haftada ortalama 49,5 saat çalışan, 10 milyonu asgari ücret alan işçi sınıfı krizin faturasına ortak olmamak için mücadele etmek zorunda. OHAL’in sağladığı olanaklarla yasaklanan grevlere, engellenen sendikalaşma çabalarına rağmen işçi sınıfı kıpırdanıyor.

SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ’NDEN DR. SİNAN LAÇİNER:

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı üzerine kurulu para, faiz ve kur politikalarına sözde karşı çıkanlar bu krizdeki sorumluluklarını milliyetçi hamasetle başkalarına havale etmeye çalışıyor ve çalışacak. İster Japon yatırımcıların geri çektikleri paralardan ister ABD ve AB’ye dönen sıcak sermayeden kaynaklanmış olsun bu kriz Türkiye’de en sert biçimde olmakla birlikte gelişmekte olan ülkelerde yerel para birimlerinin düşmesine yol açıyor ve borç krizi ile uluslararasılaşacak yeni bir dönemin habercisi. 2001 krizi merkez sağın geleneksel partilerini Türkiye’de bitirmiş AKP’yi iktidar yapmıştı. Derinleşen krizin 24 Haziran’da sandıktan kim çıkarsa çıksın kemer sıkma politikalarıyla çözülmemesinin tek yolu krize soldan muhalefet etmek ve Yunanistan işçi sınıfı başta olmak üzere Arjantin’den Hindistan’a ezinlerin dayanışmasını örmek olacak.“

Her krizde olduğu gibi bu krizde de egemen sınıf, yaklaşan çöküşü önlemek veya kendi üzerindeki etkisini hafifletmek için faturayı işçi sınıfına ödetme peşinde. Nitekim Erdoğan, sermaye sınıfının ne kadar sadık bir temsilcisi olduğunu kanıtlamaya çalışırken OHAL’i bunun için de ilan ettiklerini, bu sayede grevlere anında müdahale edip yasaklayabildiklerini gururla açıklamıştı. Gerçekten de bir tarafta kriz yükselirken diğer tarafta da çalışan sınıfların krizin faturasını ödememek adına, çoğu durumda sendikalarına rağmen yürüttükleri kararlı mücadeleler ve örgütledikleri grevler, pek çok örnekte OHAL duvarına çarptı. OHAL, işçi sınıfındaki bu hareketlenmeyi tam olarak durduramasa da etkisini bir ölçüde kırmayı başardı.

Bu sadece Türkiye'de yaşayanların değil Ortadoğu halklarının, Trumplara, Putinlere karşı mücadele eden küresel direniş hareketinin de çıkarınadır. Baskıcı yönetimlerden birinin yenilmesi, diğerlerinde yürütülen mücadelelere güç ve cesaret verecektir. Biz HDP'li olmayan sosyalistler Demirtaş'ı sadece barış yanlısı ve özgürlükçü siyasi çizgisinden dolayı değil sandıktan sonraki mücadeleyi esas aldığımız için destekliyoruz. Seçimler ne bir başlangıç ne de bir sondur. Yönetenleri zor, emekçileri ve ezilenleriyse mücadele dolu bir dönem bekliyor.”

"Türkiye ekonomisinde aslında uzunca bir süredir yaşanmakta olan kriz, son birkaç ay içerisinde Türk Lirası’nın aşırı değer kaybı ile önlenemez bir görünürlük ve derinlik kazandı. Temelinde AKP’yi iktidara taşıyan bir önceki büyük kriz sonrasında Kemal Derviş programı ile şekillenen sermaye birikim rejimindeki tıkanmanın sonucu olarak yorumlanan bu krizin, yakın zamandaki diğer kriz ve dalgalanmalarla kıyaslanamayacak büyük bir çöküşün habercisi olduğu da çeşitli ekonomik göstergelerden anlaşılabiliyor. Çöküş senaryolarıyla birlikte gelen iktisadi krize erken seçim kararı ile derinleşen bir siyasi krizin de eşlik ediyor olması, hem korku senaryolarını, hem de olasılıkları çeşitlendiriyor.

Öte yandan kamu kurumlarında çalışanlar açısından OHAL’de cisimleşen baskı rejimi, etkisini çok daha belirgin biçimde hissettiriyor. Burada bir yandan neoliberal ekonomi politikaları ile birlikte gelen güvencesiz istihdam biçimleri ile taşeronlaşmanın giderek norm halini alması, diğer yandan da görece güvenceli kadroları da içerecek biçimde hemen tüm kamu çalışanlarının KHK sopasıyla haklarını savunacak bir siyasal davranış ve örgütlenme girişiminden uzak durmaya itilmeleri, kamu çalışma rejimi içerisinde yer alanların kendilerine ödetilmeye çalışılacak faturaya güçlü biçimde itiraz edemeyecek bir dağınıklık içerisinde olmalarına yol açıyor. Ne var ki bu karanlık tabloya salt bir korku senaryosu olarak değil aynı zamanda imkân ve olasılıklar açısından da bakmakta yarar var. Özellikle seçim öncesi yükselen politizasyonun da sayesinde egemen sınıf, onun mevcut siyasal temsilcileri ve aynı temsile aday olan diğer siyasal aktörler, niyetleri ile birlikte teşhir edilebilir ve bu politikleşmeye sınıf içeriği ve tavrı daha fazla katılabilir. Böylelikle işçi sınıfında bir dip dalgası biçiminde yükselmekte olan direniş tavrı kitleselleştirilebilir. “Kemer sıkma” veya “acı şerbet” adı altında bedeli işçi sınıfına ödetmeye dönük ücret kesintilerine, güvencesizleşmeye, sendikasızlaştırmaya, hak gasplarına ve işten çıkarmalara dayalı “çözüm”yollarına karşı bu tür bir tavizsiz ve kitlesel karşı çıkış, neoliberal krizi neoliberal araç ve yöntemlerle çözme eğilimindekileri yenilgiye uğratıp ezilenlerden yana sol bir çözüm seçeneğini ete kemiğe büründürebilir. Bunun dışındaki her türlü yol, gerçekten de çalışanlar açısından gerçek bir korku tüneli anlamına gelecektir."


6 SEÇİMLER

OYUMUZ UMUDA BARISA , DEMİRTAS’A ,

Tutuklu cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş.

24 Haziran’da gerçekleşecek Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerine katılacak olan partilerin hepsinin adayları belli oldu. Bir yanda AKP-MHP ittifakı diğer yanda CHP, Saadet Partisi (SP), İyi Parti (İP) ve Demokrat Parti (DP)’nin oluşturduğu ‘millet ittifakı’ dört koldan sağcı bir seçim kampanyası için kolları sıvamışa benziyor. Devlet Bahçeli seçim kampanyasına derin devlet adamı, çete lideri Alaattin Çakıcı’nın serbest kalması için kendisini adayarak başladı. ‘Muhalefetteki’ CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce ise Suriyeli göçmenlerin suratına kapıları kapamaktan bahsediyor. Genel olarak adayların çoğunluğunun erkek olmasıysa eleştirilmesi gereken bir başka nokta. Seçim yarışının tek sol seçeneği ise hiç kuşkusuz Selahattin Demirtaş ve HDP. Sadece barışı savunan ve milliyetçiliğe karşı Türkiye’de yaşayan farklı halkların varlığını yansıtmaya çalışan adaylarıyla değil. Afrika kökenli, saya işçisi Yalçın Yanık gibi “göçmenlere tüm hakları verilmeli, sınırsız ve sınıfsız bir dünya istiyorum” diyebilen adaylar yalnızca HDP’de. Sosyalist İşçi gazetesi tüm gücüyle 24 Haziran’da Demirtaş’ın ve HDP’nin zaferini savunacak. Demirtaş ve HDP’ye verilecek her oy, barışa verilmiş oylar olacak. Yerli-milli

koalisyonun, devlet bekası kaygısıyla yürüttüğü savaşçıl politikalara son verip, devleti yeniden Kürt meselesinin demokratik, barışçıl, eşit koşullarda çözümü için adım atmaya zorlayacak bir toplumsal gücü göstermek açısından seçimlerde Demirtaş’ın alacağı her oy çok kritik. Nasıl bir seçim kampanyası olmalı? Bizim için 24 Haziran’da zafer kazanmak sadece rakamlarla ilgili bir mesele değil. Taktik ittifaklar, stratejik yerlere gidecek adaylar, çeşitli hesaplar yapılabilir ama aslolan politikadır. Ekonomik krizin kapıyı zorladığı, yoksulluğun, işsizliğin arttığı, iki yıldır OHAL baskısının hüküm sürdüğü, tüm dünyada savaşın ve militarizmin kışkırtıldığı, milliyetçiliğin yükseltilerek halkların birbirine düşman edilmeye çalışıldığı koşullarda politik olarak ne söylenileceği, nasıl bir politik çizgiyle seçim kampanyası yapılacağı her şeyden daha önemli. Bu durum seçim sürecinde kritik bir role sahip HDP açısından daha da önemli. Bu önemin nedeni, AKP-MHP ittifakının meclis çoğunluğunu kaybetmesi için HDP’nin alacağı her oyun belirleyici olmasının yanı sıra toplumdaki barış arzusunun yaygınlığını gösterecek olmasından kaynaklanıyor. 16 Nisan referandumunda Türkiye toplumunun adeta kar-

puz gibi ikiye bölündüğü bir manzara ortaya çıkmıştı. Bir yanda AKP-MHP koalisyonu diğer yanda bu koalisyon karşısındaki ‘herkesin toplamı’ gibi bir matematik hesabının iktidarı geriletmek için yeterli olmadığı görülmüştü. Çünkü öyle bir herkes yok. AKP ve MHP karşısında yer alanlar birbirinden çok farklı politikalara sahip kesimler ve politik farklılıkları yok sayarak hedeflenen her türlü ilkesiz ittifakın başarısızlığı son yıllarda defalarca kanıtlandı. Beş benzemezlerin sırf iktidarı geriletmek üzere oluşturduğu ittifak mantığı kadar, AKP’yi geriletmek için tabanından oy kazanılması gerektiğine dair bir perspektifin olmaması da son derece yanlış. Keza 16 Nisan referandumunda yan yana gelmenin yeterli olmadığı, ona oy verenleri AKP’den koparmak gerektiği görüldü. Politikanın önemli olduğu nokta tam da budur. Barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olanlar veya genel anlamıyla sol açısından esas hedef AKP’ye oy veren işçi sınıfını, emekçileri politik olarak ikna etmek olmalı. İktidarın da işine gelen, mevcut kutuplaştırmayı kışkırtan, toplumdaki sınıfsal bölünmeyi silikleştirip esas bölünmenin dindarlık ve sekülerlik arasında olduğunu iddia eden, AKP’ye şimdiye kadar işçi sınıfının geniş kesimlerinin neden oy vermeyi tercih ettiğini anlamaktan uzak politik yaklaşımların seçimlerde başarılı olabilme şansı son derece sınırlıdır.


SEÇİMLER

DSİP NE DİYOR?

7

GÖRÜŞ Roni Margulies

KENDİ TOPLUMSAL KURTULUŞUNUN İLK KOŞULU Karl Marx’ın tüm yazdıklarını okumuş olduğum iddiasında değilim. Ama Türkiye’de 2018 Haziran seçimleri, Erdoğan ve AKP, Demirtaş ve HDP hakkında hiçbir şey yazmamış olduğuna eminim. Daha doğrusu, bu konularda doğrudan bir şey yazmış değil; yazdıklarını dolaylı olarak yazmış, Türkiye’ye hiç değinmeden yazmış. Bu yazdıklarından en önemlisi, 9 Nisan 1870 tarihinde Sigfrid Meyer ve August Vogt adlı iki eski yoldaşına yazdığı bir mektup. Marx, mektubunda Ezop dili kullanmış; “İngiltere” dediği yerde siz “Türkiye” diye okuyun. “İrlanda” dediği yerde de siz başka uygun bir yer düşünün. Mektubun bir kısmı şöyle: “Ve her şeyden daha önemlisi: İngiltere’de tüm sanayi ve ticaret merkezlerinde, İngiliz proleterler ve İrlandalı proleterler olmak üzere iki düşman kampa bölünmüş

Gezi Parkı direnişi, 2013.

Önümüzde uzun soluklu bir mücade-

le dönemi var. Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın dünyadaki ve Türkiye’deki politik istikrarsızlık koşulları devam edecek, üstelik ekonomik kriz kapımızda. 24 Haziran seçimine giden süreç aynı zamanda seçim sonrasında bizi bekleyen mücadelelere bir hazırlık dönemi olacak. Ekonomik krizin faturasının biz emekçilere ödetilmesine karşı işçi sınıfının birliğini sağlamak, hamaset dolu yerli-milli ittifakı parçalamak, OHAL’e son vermek için

HDP’NİN ADAYLARI

Seçim sürecinde tek sol seçenek olarak öne çıkan HDP’nin öne çıkan milletvekili adayları, AKP’den tabanını koparacak bir politik çizgiyi ortaya koymak açısından ne yazık ki son derece tartışmalı. Türkiye’nin batısındaki sol muhalefeti en geniş anlamıyla HDP adaylığı şemsiyesi altında birleştirme çabası, tıpkı 16 Nisan referandumu sürecindeki gibi yekpare bir ‘hayır’ cephesinin mevcut olduğu varsayımına dayanan fikirlerle benzer bir politik hata. HDP’nin büyük bir seçim zaferi kazandığı 7 Haziran 2015’teki seçimde, sonuçların açıklanmasının hemen ardından zaferin kaynağının Batı’dan, yani aslında CHP’den gelen ‘emanet oylar’ olduğunu iddia eden yaklaşımla benzer bir hata bu. Bu fikre göre HDP, CHP’nin bir kesiminden emaneten

bir işçi sınıfı var. Sıradan İngiliz işçisi, yaşam standar-

seçim süreci önemli bir fırsat. 24 Haziran’da AKP’den kopması muhtemel olan oyları HDP’ye kazanmakla yetinmeyip, önümüzdeki mücadele dönemine hazırlık için güç biriktirmeliyiz. Seçim sürecini ‘parlamento ittifakı’ değil kültürel kutuplaşmayı reddedenlerin, antikapitalistlerin, barış talep edenlerin birliğinin inşası için önemli bir dönemeç olarak görenler “Umuda-barışa-Demirtaş’a” kampanyasında bir araya gelecekler.

Yerli-milli koalisyonun çözümsüzlükte ısrarcı politikaları ve OHAL baskısı karşısında en ağır basıncı yaşayan HDP ve Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş. Son derece eşitsiz koşullarda, tek taraflı propagandanın hüküm sürdüğü seçim yarışında tüm engellere rağmen, cezaevinde bile olsa seçim çalışmasını yürütmeye kararlı olan Demirtaş ve HDP’ye barış ve adalet için omuz verecek herkesi birlikte mücadeleye çağırıyoruz.

oy alarak barajı aşmıştı ve seçim zaferinin ardından emanetin hakkını vererek CHP’yi kazanmaya ve ittifak kurmaya yönelik bir politik çizgi izlemeliydi. İktidarı liderliği ve tabanı arasındaki çelişkiyi açığa çıkartarak teşhir etmek yerine kerameti kendinden menkul bir ‘ilerici güçler’ ittifakı yaratma hedefinin ardında yatan politika, Türkiye’deki temel ayrımın dindarlık-sekülerlik arasındaki kutuplaşma olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayıma göre AKP’nin tabanında kazanılacak bir şey yoktur ve iktidar dışındaki her kesimin yan yana gelmesi yeterlidir. AKP’ye oy verenlerle liderliği yürütenlerin çelişkilerini, sınıfsal çatlaklarını görmeyen ve seçmeninin değişmesi mümkün olmayan, kazanılamayacak kitleler olarak düşünmek yanlış ve kazanmayı engelleyen bir politika. Bugün HDP’nin farklı sol çevrelerden çıkarttığı aday profili böylesi yanlış bir mantıkla ortaklaşmaktadır. HDP’nin CHP’den aday olsa şaşırmayacağımız, sanki eşit güçlermiş gibi ‘HDP’ye de CHP’ye de

eşit mesafede’ olduğunu açıklayan isimlere ihtiyacı yok. Önemli olan daha önce oy verenleri bu seçimde AKP’ye oy vermemeye ikna edecek olan bir politik kampanyadır ve gerçek ihtiyaç böylesi bir kampanyayı yürütebilecek adaylardır.

para cinsinden faiziyle karşılık veriyor, İngiliz işçiyi İr-

Ancak HDP’nin adayları nasıl olursa olsun, barajı geçmesi ve mümkün olan en büyük güçle parlamentoya girmesi Türkiye’deki barış mücadelesi için son derece kritik önemdedir. Türkiye’nin batısındaki sola bu süreçte düşen görev parlamenter hayallerle hesaplar yapmak değil, HDP’yi ve Demirtaş’ı destekleyecek bağımsız, güçlü bir hareketi örgütlemek için kolları sıvamaktır. Seçimler içinde bulunduğumuz siyasi ve ekonomik alarm halinde sadece bir aşama. Önemli olan sokaktaki mücadeleyi inşa edebilecek toplumsal zeminleri oluşturabilmek. AKP-MHP’nin yerli milli ittifakını güçsüzleştirecek, batıda işçi sınıfını ve yoksulları AKP’den geri kazanacak olan bir politikaları güçlendirmeliyiz.

İngiliz işçi sınıfının iktidarsızlığının sırrı bu düşman-

dını düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçiyle ilişkisinde kendisini

egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve dolayısıyla kendini aristokratlarla kapitalistlerin elinde İrlanda’ya karşı bir araç haline getiriyor ve böylece aristokratlarla kapitalistlerin kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendirmiş oluyor. İrlandalı işçiye yönelik dinî, toplumsal ve ulusal önyargıları benimseyip bağrına basıyor. İrlandalıya karşı yaklaşımı, Amerika’nın eski köleci eyaletlerindeki yoksul beyazların zencilere karşı yaklaşımıyla aşağı yukarı aynı. İrlandalı da İngiliz işçiye karşı aynı landa’daki İngiliz tahakkümünün hem suç ortağı hem aptal aracı olarak görüyor. Bu düşmanlık, basın, din adamları, çizgi romanlar, yani egemen sınıfların elindeki tüm araçlar yoluyla canlı tutuluyor ve pekiştiriliyor. Örgütlülüğüne rağmen

lıkta yatıyor. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrı bu. Ve kapitalist sınıf bunun tümüyle bilincinde… Sermayenin metropolü olarak, dünya piyasasını bugüne dek yönetmiş olan güç olarak İngiltere şu anda işçi devrimi açısından en önemli ülke ve üstelik bu devrim için gerekli maddî koşulların belli bir olgunluk derecesine ulaşmış olduğu tek ülke. Bu nedenle, İngiltere’de sosyal devrimin gerçekleşmesini hızlandırmak Enternasyonal’in en önemli amacıdır. Bunu yapmanın tek yolu İrlanda’nın bağımsızlığını kazanmaktır… Londra’da Merkez Konsey’in özel görevi, İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun İngiliz işçi sınıfı için soyut bir adalet

veya insancıl hassasiyet meselesi değil, kendi toplumsal kurtuluşunun ilk koşulu olduğu bilincini İngiliz işçi sınıfında uyandırmaktır.”


8 KRİZ

EKONOMİK KRİZLER VE SİYASAL SINIFSAL DERSLER ONUR ÖZTÜRK

Gerek dünyada gerekse Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerin derin sosyal ve siyasi sonuçları olmuştur. Sosyal sonuçlar işsizlik, yoksulluğun artması, sosyal harcamaların kısılması, toplumsal gerilimin artması ve gelir adaletsizliği olarak karşımıza çıkar. Krizin siyasi veçhesi ise ise ülkeyi yöneten partinin itibar kaybı, siyasi istikrarsızlık ve egemenlerin artık yönetemez hâle gelmesi şeklinde kendini gösterir. Dolayısıyla kriz sonrası daha radikal siyasi hareketler güç kazanır. Bu bazen devrimci radikal bir hareket olarak belirirken, bazen de 1929 bunalımı ortamında olduğu gibi faşizm ve Nazizm güçlenmesi ile sonuçlanır. 1989 ve 1994 krizleri Türkiye kapitalizmi de 20. yüzyıl içerisindeki kendi gelişme aşamalarında sık sık kriz sürecine girmiştir. Özellikle son 35-40 yıllık süreçte yapısal dönüşüm içerisinde olan ekonomik sistem daha kırılgan hâle gelmiştir. 1980’li yıllarla birlikte başlayan dışa açık sermaye birikim modeli ilk ciddi bunalımını 1988 sonu ve 1989 başında yaşamıştır. 1989 yılında yaşanan durgunluk karşısında bedel ödemek istemeyen işçiler ve emekçiler harekete geçmiş ve ünlü bahar eylemlilikleri yaşanmış, ardından 1990 sonunda 1991 başında ise Zonguldak’ta binlerce maden işçisi Ankara’ya yürümüştür. Siyasi arenada ise dönemin SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti)’si daha sola yaklaşmış hatta Kürt sorunu konusunda sınırlı da olsa çözüm önerileri getirmiştir. Bu durum karşılığını 1989 yerel seçimlerinde bulmuş ve bu seçimlerde SHP birinci parti olarak çıkarken, 1991 genel seçimleri sırasında ise SHP ve Kürt siyasi hareketinin o dönemki partisi HEP ittifakı gerçekleşmiştir. Aynı süreçte sosyalist solda ise 12 Eylül yenilgisi ve 1989-1991 arası gerçekleşen devlet kapitalisti rejimlerin çöküşü nedeniyle ciddi bir ideolojik bunalım yaşanmıştır. Ancak işçi hareketinin verdiği sınırlı moralin sosyalist soldaki bu tartışmanın gecikmesine neden olduğunu da söyleyebiliriz. Egemen sınıf cephesinden baktığımız zaman ise 1989 ekonomik krizini aşabilmek için dönemin Özal yönetimi kambiyo rejimi serbestleştirirken, konvertibilitenin kabul edilmesiyle birlikte ülkeye giriş ve çıkış yapan bütün finansal hareketler serbest hâle gelmiştir. Diğer yandan 1990’lı yıllarda koalisyon hükümetleri ve siyasi istikrasızlık yeni ekonomik krizleri de tetiklemiştir. Örneğin 1994 yılı başında patlak veren ekonomik kriz emekçi kitlelerin hayatını derinden etkilemiştir. Kriz karşısında egemen sınıfın çare olarak sunduğu ünlü “5 Nisan kararları” yeni zamlar, kamu harcamalarının kısıtlanması, özelleştirmeler gibi bir dizi “önlem” içermekteydi. Kazanımlara yönelik saldırılar karşısında işçiler yeniden harekete geçmti. Kasım 1994 tarihinde yaşanan bir dizi eylemliliğin ardından 20 Aralık 1994 tarihinde kamuda çalışan emekçiler iş bırakma eylemi gerçekleştirmişti. Hareketin asıl ivme kazandığı yıl ise 1995 olmuştu. Aynı yıl içerisinde anayasadki bazı değişiklikler nedeniyle kamu emekçileri Kızılay Meydanı’nı iki gün boyunca işgal ederek grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkını talep etmişlerdi. Yine aynı dönem içerisinde kamuda “0” zam dayatmasına karşı Türk-İş’e bağlı 200 ila 300 bin arasında kamu işçisi greve gitmiş ve ardından Ankara’da merkezi bir miting düzenlemişti. Türk-İş tabanındaki işçilerin mücadelesi Tansu

1991, Zonguldak. Maden işçileri eylemde.

Çiller hükümetinin devrilmesine neden olmuş ve uzun süre yeni hükümet kurulamamıştı. Refah Partisi’nin yükselişi 1994 krizi siyasi arenada solun gelişimi açısından beklenen etkiyi yapmamıştır. SHP 1991-94 arası hükümet ortağı olması nedeniyle ciddi anlamda yıpranmış ve ayrıca dünyada da sosyal demokrasinin krizi bu itibar kaybını hızlandırmıştı. Sosyalist solda ise 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası Türkiye’deki konjonktür gereği ertelenen ideolojik hesaplaşma gün yüzüne çıkmış ve gelişen harekete yeterince cevap verilememişti. Siyaset boşluğunu “adil düzen” sloganıyla kent yoksulları ve örgütsüz işçiler arasında da örgütlenebilen Refah Partisi doldurmuştu. 28 Şubat, 2001 krizi ve KESK’in güç kaybı 1997 yılına yaşanan 28 Şubat süreci ise siyasette bambaşka dengeleri beraberinde getirdi. 28 Şubat sürecini destekleyen veya süreç karşısında nötr kalan solun bir bölümü giderek ulusalcılaştı ve şoven milliyetçi bir hat sergiledi. Solun diğer bir kesimi ise edilgen kalması nedeniyle siyaset sahnesinden giderek silinmeye başladı. Bu nedenle bir sonraki kriz süreci egemenler açısından daha kolay geçti. 1998-1999 krizi, yükseltilmeye çalışılan milliyetçilik ortamında krize çözüm olma iddiasındaki MHP’yi güçlendirdi. Ve DSP-MHP ve ANAP koalisyonu kuruldu. Ancak bu koalisyon hükümeti döneminde de 2001 yılında derin bir kriz yaşandı. Ancak koalisyon hükümeti kurulur kurulmaz ciddi bir işçi direnişi ile karşı karşıya kaldı. Mezarda emeklilik yasasına ve çalışanlar aleyhine gerçekleştirilmek istenen düzenlemelere karşı iş bırakma, basın açıklaması gibi yerel eylemlilikler 24 Temmuz 1999 tarihinde Ankara’da güçlü bir mitingle sonlanmıştı. Ancak ardından gelen Gölcük depremi nedeniyle nedeniyle eylemlilik süreci sona erdirilmişti. Böylece emekli-

liği düzenleyen yasa kolayca geçmiş oldu. 2001 krizinde ise KESK’in karşısına grev ve toplu sözleşme içermeyen sendika yasası tekrar gündeme getirildi. KESK hükümetin bu girişimi karşısında bir dizi etkinliğe girişmiş olsa da “sahte sendika yasası” kısa sürede yasalaştı. Bunda MHP yanlısı Kamu-Sen’in büyük etkisi oldu, hatta kanunun yürürlüğe girmesinden sonra MHP’li bakanlıklar sayesinde Kamu-Sen geniş örgütlenme imkânı buldu. Buna karşılık yeni sendika kanununun yürürlüğe girmesinden sonra KESK gücünü kaybetmeye başladı. Krizin faturasını ödememek için: Sokakta mücadele, sandıkta Demirtaş ve HDP 1999 ve 2001 krizlerinin siyasi sonuçlarına baktığımız zaman üçlü koalisyonun ciddi bir itibar kaybına uğradığını görürüz. 2002 genel seçimlerinde ise hemen hemen bütün siyasi partiler ciddi bir itibar kaybına uğrar. Milli Görüş geleneğinden gelen ve bu hareketin bölünmesiyle ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi büyük bir zafer kazanır. Bu siyasi başarıda sermaye çevrelerine verilen güven kadar geniş emekçi kitlelerin “değişim” taleplerinin de istismar edilmesinin büyük etkisi olmuştur. Bugüne yeni bir krizin eşiğindeyiz ve egemenler seçim sonrası yine faturayı emekçilere çıkarma niyetindeler. Fakat bugün biraz daha şanslı durumdayız. OHAL’e ve bütün baskılara rağmen tüm ezilenleri ve barışı savunan HDP gibi bir parti bulunmaktadır. Her ne kadar sosyalistler açısından çözüm tek başına sandık olmasa ve seçimden sonra da mücadele devam etse de seçimleri de kazanıma çevirmek gerekmektedir. O nedenle barış, demokrasi, özgürlük ve emekten yana politikalar için genel seçimlerde HDP, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Selahattin Demirtaş için kampanyalar yürütülmeli. Öte yandan seçim öncesinde ve sonrasında sokaktaki mücadele sürdürülmeli ve işçi sınıfı ve ezilenleri kapsamayı amaçlayan sosyalist bir alternatifin inşasına güç verilmelidir.


MÜCADELE

BİR NUMARALI GÜNDEM: GEÇİM SIKINTISI Seçim meydanlarında vaatler havada uçuşurken hayat her geçen gün daha da pahalanıyor. Türk-İş araştırmasının, dolar krizi ve Merkez Bankası'nın faiz artırımlarının sonuçlarının yansımadığı, 2018 Mayıs ayı sonucuna göre:

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

BİRLEŞİK MÜCADELE ACİL İHTİYAÇ, OHAL KRİZİ TETİKLİYOR 24 Haziran seçimlerine OHAL koşulları altında giriyo-

Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.686,12 TL oldu.

ruz. İşçi ve emekçiler bir yandan yasaklar, baskılar, hapislerle karşı karşıya, bir yandan hayat pahalılığı ve düşük ücretlerle boğuşuyor.

Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 5.492,24 TL'ye ulaştı.

Döviz sürekli yükseliyor, ithalat pahalılaşıyor, ilaca, benzine, doğal gaza zamlar sırada, seçimlerden sonra büyük bir zam dalgası bizleri bekliyor. İnşaat sektörü krizi ilk yaşamaya başlayan sektör, sektörü kurtarmak için evler yüzde 20 ucuza satılmaya

Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyeti ise 2.084,36 TL olarak hesaplandı.

başlandı. Aylık kredi faizleri yüzde ikiye dayanmışken, daire alanlara yüzde bir faiz uygulanıyor, ma-

“FAKİRLEŞİYORUZ”

liyetini devlet ve müteahhitler birlikte karşılıyor. Ama

Barış bildirisini imzaladığı için KHK ile Ankara Üniversitesi’nden atılan Merve Diltemiz Mol, doların yükselişi ve kriz hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Diltemiz Mol, krizin KHK’lılar açısından alım gücünü azalttığını ve iş bulma olanaklarını zorlaştırdığını söyledi. Diltemiz Mol, şöyle konuştu:

her hangi bir toparlanma belirtisi yok.

“Alım gücümüz ciddi oranda düşüyor. Artık dışarıda yemek yemek mümkün değil. Evde alırsam yarı fiyatına gelir diye düşünüyorum ama market alışverişinde de durum çok hissedilir bir durumda. Markete girip çıkmak çok fazla paraya mal oluyor. Zaten gelir elde etmekten mahrum bırakılmış durumdayız, her şeyin fiyatının artması bizi çok kötü etkiliyor. Bir akademisyenin ihtiyaç duyduğu teknolojik aletleri almak hayal oldu. Her şeyden çekinir bir hâldeyiz. Aynı zamanda iş bulma konusu da zorlaşıyor. Zaten bizi hazır bekleyen işler yok. Krizin derinleşmesi giderek daha düşük ücretlerle daha kötü işler bulmak veya hiç iş bulamamak anlamına geliyor.”

METAL İŞÇİLERİNDEN MANİFESTO Metal işçilerinin DİSK'e bağlı sendikası, 24 Haziran seçimlerine dair bir manifesto yayınladı. Manifesto, dolar krizi ve ekonomik çalkantı karşısında işçi talepleriyle başlıyor: "• 23 Mayıs Çarşamba günü döviz kurunun fırlaması ve ardından gelen Para Piyasaları Kurulu’nun faizi artışı kararı arasındaki süreçte büyük vurgun yapanlar kamuoyuna açıklanmalıdır.

bir milyon boş konutun var olduğu söylenen sektörde

Kamuda 200 bin taşeron işçisi işten atıldı. Özel sektör sürekli işçi çıkarıyor. OHAL baskısı kesintisiz devam ediyor, ilk ilan edildiğinde “3 ay bile sürmeyecek” demişlerdi, 22. ayını doldurdu. OHAL dö-

Seçimlerden sonra ‘acı reçete’ konuşulmaya başlandı.

“İŞÇİ ÜCRETLERİ ERİYOR” Genel İş Sendikası Uzmanı Gökhan Keskin: “Var olan ekonomik kriz işçilerde özellikle bir tedirginlik hâli yaratıyor. Özellikle de taşerondan geçiş sağlayan işçilerin ücretlerinde herhangi bir iyileştirme olmaması, önümüzdeki dönemde de asgari ücret zammını alamayacak olmaları işçilerin ücretlerinin daha da geriye gitmesine neden olacak. İşçiler bunu görüyorlar, bunun çıkış yolu olarak sendikalaşmayı görüyorlar ancak hükümet de çıkarttığı yasalarla toplu iş sözleşmelerinin önüne geçiyor ve işçinin alacağı ücret zamlarını kısıtlamaya çalışıyor. Bu da zaten doların artmasıyla var olan ekonomik krizi derinleştiriyor ve işçilerin 2020’ye kadar olan

ücretlerinin enflasyon karşısında düşmesine neden oluyor. Bu bir kemer sıkma politikasının örneği. Buna dönük çalışmalar yapıyoruz, işçilerden bu yönde ciddi talepler var. Geçmişte taşeron işçiler asgari ücret zammı üzerinde de zam alsalar, ihale bazlı çalıştıkları için zam ücrete yansıyordu çünkü ücretleri asgari ücretin katları olarak belirleniyordu. Şimdi bu ortadan kalktığı için bu zamları alamayacaklar. Hükümetin 2020 yılına kadar verdiği zam ise 4+4, yılda yüzde 8 bir zam. Bu da enflasyonun yüzde 11-12’lere çıktığı bir ortamda enflasyonun altında bir zam oranı ve işçinin ücretlerinin her geçen yıl erimesi demek.”

• Krizin maliyetinin kamuya yıkılmasının önüne geçilmelidir.

dir, krizin faturası emekçilerin sırtına yüklenmemelidir

• Kamu kaynaklarının, şirketlerin borçlarının üstlenmesinin önüne geçilmelidir.

• Nasıl sermaye için kredi garanti fonu gibi programlar söz konusuysa kriz sürecinde ihtiyaç kredilerini ve kredi kartı borçlarını ödemekte güçlük çeken halka da borçların yeniden takvimlendirilmesi borç yüklerinin azaltılması sağlanmalıdır.

• Ekonomik çalkantının maliyeti ve şirketlerin risklerinin toplumsallaştırılması uygulamasına son verilmelidir. • “Karlar sermayeye zararlar kamuya” zihniyetinin bu süreçte bir kez daha hortlamasına izin verilmemeli-

• Grev yasakları kalkmalı, bu çerçevede bakanlar kurulunun grev erteleme yetkisine son verilmelidir." Manifestosunun tam metnini www.birlesikmetal.org/dan okuyabilirsiniz.

neminde bütün grevler yasaklandı, işten atılanların hak arama eylemlerine müdahale edildi. Son olarak makyaj malzemeleri üreten Flormar işyerindeki grev, kamu güvenliği gerekçesi ile yasaklandı. Seçim çalışmalarında işçilerin, emekçilerin talepleri giderek öne çıkmaya başladı. Cumhurbaşkanı adaylarından Muharrem İnce, asgari ücreti 2200 TL yapacağını, gençlere işsizlik maaşı vereceğini, emeklilere yılda iki defa ikramiye dağıtacağını, kamuda haksız yere işten atılanları işe geri alacağını söyledi. Selahattin Demirtaş ise asgari ücretin 3000 TL olacağını, güvencesiz, kaçak, taşeron işçiliğin kaldırılacağını, iş cinayetlerine son vermek için çalışacağını açıkladı. Benzer vaatler diğer adaylarda da var. Ama bu vaatlerin gerçekleşmesi için işçi sınıfının güçlenmesi, güçlü bir emek platformu kurması gerekir. Seçimlerden sonra, vaatlerin gerçekleşmesi bir yana, muhtemelen çok hızlı bir ekonomik bozulma ve pahalılık yaşayacağız. Bu krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçiler olarak ödememek için şimdiden bir araya gelmeliyiz. İşyerlerinde, sendikal alanda birliktelikler oluşturmalıyız. Aksi halde ne vaat edilenleri elde edebiliriz, ne de krizin tahribatından kurtulabiliriz. Seçimlerden sonra gelebilecek zam dalgasına karşı koymak ve vaatlerin takibini yapabilmek için, işçi ve kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları, üzerine düşen görevi yerine getirmeli, birleşik bir emek platformunun oluşturulması için şimdiden kolları sıvamalıdır.


10

KİTAP

MARKSİZM: EŞİTLİKÇİ SİMGESELLEŞTİRME ÖNERİSİ ve disiplin, aslında tam aksine erkeğin bir tür ebedî oğlan kalmasına yol açacak bir sakatlamadır. Benliğin hiyerarşik makineye uygun bir dişli hâline gelmesi, oğlanın aynı zamanda tüketime hazır olduğunu gösterir. Artık potansiyel bir müşteri değil, fiili bir tüketicidir. Çünkü ergenler pazarın kalbidir. Parayı ve rekabeti öznelliğin kurucu öğesi hâline getirmek için kat edilen bu uzun yol baştan sona nihilisttir, sanki kariyerin bir anlamı varmış gibi bu böyledir. Ezeli ergenlik, bu tavrın evin temel tuğlası haline getirilmesidir.

SİBEL ERDUMAN

Gerçek Yaşam; Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı, Alain Badiou 50. yılını andığımız 1968 dönemi sonrası kapitalizm bugün küresel olarak tüm dünyayı kucakladığı halde, insanların büyük bir kısmını anlamlı herhangi bir bilişsel haritadan yoksun bırakıyor. Ne kapitalist dünya görüşü ne de kapitalist uygarlık diye bir şey vardır, söz konusu olan kapitalizmin kendisini bütün uygarlıklara uyarlayabilmesi yani küresel piyasa mekanizmasının gerçeğidir.

Badiou, Kızların Çağdaş Yazgısı Hakkında adlı son bölümde insanlık tarihi boyunca adı her fırsatta silinmiş olan kızları sahneye çağırır. Geleneksel toplumda lanetli pay daima kadının payıdır. Bekâr anne lanetli paydır. Yaşlı kız, kız kurusu da bir diğeridir. Kız tanımı gereği genç olmalıdır. Evet, genç kadınlar eskiden olduğu gibi “eril dolayım”la çıkmaz sahneye ama bu özerklik, kadının başka bir dolayımın ağına yakalanmadığı anlamına da gelmez.

Bu bağlamda Badiou kitabında gençlerin yeni bir dünyanın eşiğinde olduklarını fakat bunun binlerce yıllık geleneksel dünya olmadığını söylüyor. Bu yüzyılda gençlerin geleneğin son kalıntılarını sarsan ve yok eden bir toplumsal kriz döneminde yaşadığını belirtiyor. Bu yıkımın, bu inkârın olumlu yanının ne olduğunu bilmediğimizi ama bunun bir tür özgürlüğe yol açtığını bildiğimizi söylüyor. Ama arkasından bunun olumsuz bir özgürlük olduğunu, tüketici olduğunu ve ürünlerin, moda ve görüşlerin sürekli değişmesine mahkûm olduğunu belirtiyor. Badio, modernite geleneğin terkidir, esas üzerinde durulması gereken budur dedikten sonra yaşanan kopuşun binlerce yıldır varlık sürdüren örgütlenme biçimlerini üç yüzyıl gibi bir süre içinde süpürüp atan insanlık üzerindeki bu gerçek kasırganın öznel bir kriz yaratması olduğunu söylüyor. Bu gelişmenin en belirgin veçhelerinden birinin özellikle gençliğin bu yeni dünyada kendine bir yer bulmasının aşırı ve giderek büyüyen güçlüğünden bahsediyor. Badiou, gelenekten kopuşun gerçekte insanlığın sembolik örgütlenmesinde devasa bir krize kapıyı açtığını söylüyor ve 1848’de, Marx’ın “Burjuvazi kişisel haysiyeti bir mübadele değeri haline getirdi ve bin bir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yerine, o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Tek kelimeyle dini ve politik aldatmacaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz doğrudan ve çıplak sömürüyü koydu.” tanımının onun döneminden ziyade günümüzde daha doğru olduğu için çarpıcı olduğunu söylüyor. Irkçılık, batının kendine hayranlığı Badiou’ya göre, yansız bir özgürlük kisvesi altında evrensel gönderge olarak sadece parayı öneren bu krizin gözünden bakıldığında günümüzde iki farklı alternatif vardır. Ve bunların ikisi de tutucudur ve gençliğin karşı karşıya olduğu gerçek öznel meselelere uygun değildir. Bunlardan ilki Badiou’nun‘Batı arzusu’ cazibesi diye adlandırdığı şey, yani Fransa’nın ve aynı türdeki diğer bütün ülkelerin liberal, ‘demokratik’ modelinden daha iyi hiçbir şeyin var olmadığı ve olmayacağı savıdır. Diğeri isi geleneksel, yani hiyerarşik simgeselleştirmeye geri dönüş yönündeki tepkisel arzu. Bu arzu ister ABD’deki Protestan sektler olsun, ister Ortadoğu’daki tepkisel İslamcılık ya da Avrupa’da ritüalist Yahudiliğe geri dönüş şeklinde görülsün, genellikle herhangi bir dinsel anlatı kisvesine bürünür. Fakat bu arzu ‘yaşasın safkan

Fransız’ gibi ulus hiyerarşilerinde, ‘islamofobi, anti semitizm’ türü katıksız ırkçılıkta ya da nihayet ‘yaşasın Ben kahrolsun ötekiler’ gibi atomlaşmış bireycilikte pusuya yatabilir bir arzudur. Bunlar gerçek çelişkinin etkili olmasını engelleyen sahte çelişkilerdir. Esas çelişki korkunç eşitsizlikler ve patojen başıboşluklar yaratan Batı kapitalizminin simgesellikten çıkmış bakışı ile genellikle ‘komünizm’ diye adlandırılan ve Marx’tan ve çağdaşlarından bu yana eşitlikçi bir simgeselleştirme öneren bakış arasındadır. Gençlerin gelenekten gerçek kopuşun ve sahte çelişkinin hayali boyutunun ikili etkisi altında ve gerçek yaşam, günümüzde piyasa yansızlığının ve eski hiyerarşik ideaların ötesinde yer alıyor. Kadınların mücadele içinde değişen rolleri Badiou, Platon’un “Filozof gençlere ne söyleyebilir?” sorusuyla hareket ettiği birinci bölümden sonra, ikinci bölümde cinsiyet farklılıkları konusunu ele alıyor; Oğlan çocuklarının Çağdaş Yazgısına Dair olan ikinci bölümün ilk kısmında, erkek çocuklarının saldırganlığını sistemin lehine örgütlemede ilk adımın askerlik olduğuna dikkati çekiyor. Böylece şiddet tekeli, kendisine bir zemin bulmakla kalmaz, aynı zamanda potansiyel failini de icat etmiş olur. Elbette, bu yalnızca ilk adımdır. Ardından pek çok geleneksel kodun yeniden üretilmesini sağlayacak olan iş bulma ve aile kurma gelir. Böylece döngü tamamlanır. Oğlanın güya “erkekliğe” adım atmasını sağlayan bu düzen

Gelenekteki simgesel rolü, feminist mücadele sayesinde büyük oranda değişmiş olsa da kadına yönelen tehdit okları azalmamıştır. Günümüzde genç kadının karşı karşıya kaldığı en temel tehlike, gençliğini yaşamadan mecburi bir olgunlaşma sürecinin içine itilmesidir. Genç kadınların çocukluğunu elinden alan bu düzenek, ezelî ergenleri kontrol etmek zorunda bırakılmış ebedî bir anne yaratır. Bu rolün niteliklerini yaşamın her aşamasına yayarak, genç kadını kendinden başka herkese ve her şeye ihtimam göstermek zorunda olan birine dönüştürür. Kapitalist canavara teslim edilmiş çağdaş toplum ne istemektedir? İki şey ister: Eğer mümkünse pazardaki ürünleri satın almalıyız, ama bu mümkün değilse uslu durmalıyız. Geleneksel buyruk temelde ‘Baban gibi bir erkek ol annen gibi bir kadın ol, İdea’ları asla değiştirme!’dir. Çağdaş buyruk ise ‘Sen küçük arzularla dolu, asla herhangi bir İdea’sı olmayan bir insan hayvansın, öyle kal!’dır. Sonuç olarak, Badiou çağdaş toplumun kız ve oğlanları iki imkânsızın buyruğu altında yaşamaya mecbur bıraktığını söyler: Bu simgesel düzenekte genç kadınların çocukluğunu yaşamaları, oğlanlarınsa büyümeleri imkânsızdır. Bir diğer önemli nokta ise çağdaş kapitalizm bu kız-kadın’dan rekabetçi ve tüketimci bu bireyciliğin sağlam, olgun, ciddi, yasal ve cezalandırıcı bir versiyonunu hayata geçirmesi talep eder; burjuva ve tahakkümcü bir feminizm bu nedenle vardır, bu feminizmin talebi kesinlikle başka bir dünya yaratmak değil mevcut haliyle dünyayı kadınların gücüne teslim etmektir. Müdür, bakan, vekil, cumhurbaşkanı olamayan kadınlar için bile kadın eşitliğinin ve toplumsal değerlerinin normunun bu olması gerekir. Bu amaçla kadınlara muzaffer kapitalizmin yedek ordusu gözüyle bakılır. O halde özgürleşme siyasetine katılan kadın kimdir? Çoğunun ismini bilmiyoruz ama çoğalıyorlar çünkü kadınlar da artık ‘ne gelenek ne de egemen çağdaşlık’ şeklinde ifade edilebilecek yeni bir ‘iki aradalık’ içinde bu sorularla uğraşmaktadır.

TOPLANTI DUYURULARI

OY YOK HAFTASI 13 HAZİRAN (ÇARŞAMBA) SAAT 19:00 BEYOĞLU: GREV DÜŞMANLARINA OY YOK İşçi aktivistler anlatıyor.

Yer: Leylek Cafe İstiklal Caddesi Küçük Parmakkapı Sk, No 15 Kat 3

KADIKÖY: KADIN DÜŞMANLARINA OY YOK Konuşmacı: Ayşe Demirbilek

Yer: DSİP Kadıköy Serasker Caddesi, No:88 Kat:3

ŞİŞLİ: IRKÇILARA OY YOK! Konuşmacı: Eli Haligua Yer: DSİP Şişli Nakiye Elgün Sk. No: 32/3, Osmanbey

ÜSKÜDAR: DOĞAYI YIKANLARA OY YOK Konuşmacı: Nuran Yüce Yer: Abbara Kahve Sultantepe Mahallesi, Selmani Pak Cd. 27 B


AKTİVİZM

AKP'NİN ÇEVRESEL YIKIM BELGESİ Seçim beyannamesinin “Neler Yapacağız” bölümünde ise “ÇED süreçlerinin daha etkin uygulanmasını sağlayacağız. Yatırım süreçlerinde izin ve lisans uygulamalarını hızlandıracağız.” ifadesi ile önümüzdeki dönemde bu süreci yine sermayeden yana işleteceklerini taahhüt ediyorlar. Bu bağlamda diğer başlıklar altında ifade edilen; ağaç sayısının artırılması, Su Havzalarında bütünlükçü yaklaşım, biyolojik zenginliğin, yaban hayatının korunması gibi hedefler ise “koruma-kullanma” ilkesinde kullanma, ÇED süreçlerinin basitleştirilmesi ile yatırımların hızlandırılması ana hedefleri altında hiçbir anlam ifade etmemekte.

NURAN YÜCE

AKP’nin 360 sayfadan oluşan “Yaparsa yine AK Parti Yapar” sloganı ile açıklanan 2018 seçim beyannamesinde Çevre, Şehircilik ve Yerel Yönetimler başlığı altında çevre politikaları da var. Bu bölüm “Neler yaptık?”, “Neler yapacağız” alt başlıklarından oluşuyor. Bir sürü rakama ve laf kalabalığına yer verilen çevre başlığının özü ise kapitalist rekabet ortamında “Güçlü Türkiye”yi yaratmak için doğal varlıkları sermayenin, kalkınmanın, büyümenin birer girdisi haline getirmek; devlet imkan ve garantileri altında daha fazla çevresel yıkıma yol açmaktan başka bir anlama gelmiyor. Seçim beyannamesinin çevre başlığının her bir satırı bu amacı ifade eden cümlelerle dolu.

Bir de büyük bir yalan var

Neler yapmadılar ki! Neler Yaptık bölümü “Koruma ve kullanma dengesini gözeten bir anlayışla politika ürettik ve doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir bir anlayışıyla yönettik” ifadesi ile başlıyor. Burada AKP hükümetlerinin iktidarları boyunca bunun tam aksini yaptığını korumanın esamesinin okunmadığı her daim kullanımın ön planda tutulduğunu onlarca örnekle anlatmak mümkün. Ama en can acıtıcı örneklerden biri olan; kullanım ömrü 40-50 yıl ile sınırlı bir enerji projesi için 12 bin yıllık tarihi-kültürel mirası sulara gömecek, Dicle Havzası’nın ekosistemini yerle bir edecek Ilısu Barajı’nı hatırlamak yeterli. AKP İktidara geldiğinden beri çevre politikalarında ve uygulamalarında yeni bir dönem başlattı. Seçim beyannamesinde de yer alan bu yeni dönemin en önemli enstrümanı da Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçlerinde yapılan değişiklikler, kendilerinin ifadeleriyle ÇED’in “ basitleştirilmesiydi.”

Halk kirli enerjiyi reddediyor.

Övündükleri bu uygulama ise tamamen doğal varlılardan azami faydalanmaya ve yatırımların önünü açmaya yönelikti. Ilısu Barajı, Akkuyu Nükleer santrali, Cerattepe gibi projeler ve bunlar gibi onlarca enerji projesi, maden, ulaşım projeleri basitleştirdik diye övündükleri içi tamamen boşaltılan ÇED süreçleri dahilinde yapılabildi.

Çevre bölümünden dile getirilen bir diğer önemli nokta ise İklim değişikliği konusunda. AKP “Küresel iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında en önemli uluslararası anlaşmalara imza attık. 2016 yılında ise Paris Anlaşmasına imza attık” açıklaması yaparak koca bir yalanı da belgelemiş oldu. Türkiye Paris anlaşmasını imzalamadı. Türkiye'nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Binpınar, "Meclisten geçirmediğimiz ve onaylamayı bu şartlarda düşünmediğimiz bir anlaşmayı nasıl askıya alalım" diye açıklama yapmıştı. Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, AKP hükümeti anlaşmayı içeriğine karşı olduğu için imzalamadı. Türkiye karbon emisyonlarından artışı (2030 yılında yüzde 21’e kadar artıştan azaltmayı) hedefleyen ve ayrıca uluslararası iklim fonlarından para almayı isteyen bir ülke. Şimdiye kadar bu çevre politikaları büyük yıkımlar oluşturdu, yaptıkları yapacaklarının teminatı olacak nitelikteki seçim beyannamesinin çevre bölümü de bu yıkımı derinleştireceğinin açık belgesi halinde.

11

MARKSİST SÖZLÜK

GREV

OHAL’in sermayeye ne kadar yararlı ol-

mak istediğini anlatmak isteyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “OHAL’de grev olmuyor” açıklaması bir tesadüf değil. Gerçekten de grevler, kapitalist sınıf açısından en korkutucu eylemlerin başında geliyor. 2015 yılında henüz metal sektöründeki grevin sadece tehdidi ortadayken pek çok metal patronunun işveren birliği MESS’ten ayrılmaya başlamaları bu korkuyu en net gördüğümüz anlardan biriydi. Grev, işçi sınıfının tek mücadele yöntemi değilse de üretimden gelen gücünü kullandığı en önemli mücadele yöntemidir. İşçilerin, patrona karşı pazarlık gücü kolektif olarak davranabiliyor olmalarından ve kapitalizmin kalbi olan üretim mekanizmasını durdurabilecek tek sınıf olmalarından ileri gelmektedir. Grev, pek çok ülkede 1900’lü yılların başlarında yasallaşmaya başlasa da bu hakkın elde edilmesi işçilerin uzun ve kararlı mücadeleleri ile gerçekleşmiştir. 8 saatlik işgünü dâhil pek çok kazanım işçilerin grevleri ve devletlerin bu grevlere sert saldırıları sonucunda ağır bedeller ödenerek kazanılmıştır. Grevler, genellikle ekonomik taleplerle başlar. Zam talebi veya çalışma saatlerinin azaltılması talebi, dolayısıyla patronun işçiden elde ettiği artı değeri azaltma talebi kapitalistle işçi arasında süren sınıf mücadelesinin kaçınılmaz ve de tipik örnekleri olarak karşımıza çıkar. Ancak grevler bazen sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmaz. Rosa Luxemburg’un kitle grevi üzerine yazdığı broşüründe işaret ettiği gibi ekonomik talepler, hızla siyasallaşabilir ve basit bir pazarlık aygıtı olmaktan çıkarak işçi sınıfının iktidarına giden yolun temel adımı olabilir. G. Caire, Marksizm Sözlüğü’nde grevin iki temel işlevine değiniyor: -Ekonomik düzlemde işçilerin kendi aralarındaki rekabeti ortadan kaldırmak için ilk girişimlerden biri olarak ortaya çıkması -Politik düzlemde ise sınıf bilincinin ortaya çımaya başlaması.

Z

YENİ SAYILARI ÇIKTI! SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ULAŞABİLİRSİNİZ.

Y A Y I N L A R I

Grev, işçi sınıfı için bir okuldur. Ortaya çıkması kaçınılmazdır ancak sınıfın tam bir kurtuluşunu sağlayabilmesi için sendikal hedefleri ve genellikle işçileri frenlemeyi amaçlayan sendika bürokrasisini aşarak genelleşmesi ve politikleşmesi gerekir. Sosyalistler, her grevi işçi sınıfının sosyalizme doğru bir adım daha yaklaşabilmesi için bir olanak olarak görürler ve her grevin yanında olurlar. Can Irmak Özinanır


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

IRKCILIĞA HAYIR! , GÖCMENLERDEN ELİNİZİ CEKİN , , ÇAĞLA OFLAS

16 Nisan Başkanlık referandumundan 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçte ana akım siyasette değişmeyen tek bir şey var: Göçmen düşmanlığı. İktidarından, ana muhalefetine göçmen düşmanlığında o kadar anlaşıyorlar ki, kurdukları cümle bile aynı. Örneğin: Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Haziran seçimleri öncesinde yaptığı muhtarlar toplantısında "Afrin'i, İdlib'i çözeceğiz ve mülteci kardeşlerimizin tekrar evlerine dönmesini istiyoruz. 3.5 milyonu saklayacak halimiz yok.” dedi. İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Mersin'de yaptığı konuşmada seçilirse 2019 Ramazanı'na kadar Suriyelileri göndereceğini söyledi. Ana muhalefet partisinin adayı Muharrem İnce ise mülteci düşmanlığının önde gelen ismi. Hemen her ağzını açtığında Suriyeli mültecilere hedef göstermekten imtina etmiyor. Geçen hafta ekonomik programını açıkladığı bir televizyon programında kaynak sorununa ilişkin yaptığı açıklamada; mültecilere aktarılan kaynakla, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine aynı şekilde israf olarak yaklaştığını gösterdi: “Saray yaparsanız, Suriyelilere 40 milyon dolar harcamazsınız alın size kaynak”. Göçmen düşmanlığında hızını alamayan İnce, Suriyeli Mültecilerin evlerine bayramlaşma ziyaretlerine ilişkin ise “Bayrama giden Suriyeliyi almam” dedi. Kapitalizmin çok yönlü krizi derinleştikçe tüm dünyada işçi sınıfına yönelik saldırıları arttıran otoriter yönetimler göçmen düşmanlığı kartını ileri sürüyorlar. Faşist partilerin de yükselişine yol açan mülteci düşmanlığı otoriter sağ yönetimleri iktidara taşıyan en temel politika. Türkiye’deki ana akım siyaset mevcut krizin ancak işçi sınıfına yönelik yeni saldırılarla atlatabilineceğinin farkında. O

SAVAŞA, SERMAYEYE DEĞİL EMEKÇİYE BÜTÇE Dolar kuru arttıkça, işsizlik rakamları artıkça, alım güçleri azaldıkça, Suriyeli mülteciler ile Türkiyeli emekçiler karşı karşıya getirilmekte. Türkiye’de kötü giden her şeyden Suriyelilerin sorumlu tutulması milyonlarca işçinin düşük ücret ve güvencesiz koşullarda çalışmasına yol açan, yoksullaştıran yeni liberal politikaların üstünü örtmeye yaramakta. Oysa geniş emekçi kesimlerin güvencesiz koşullarda çalışmasının, yoksullaşmasının

Suriyeli göçmenler, kanlı bir savaştan, canlarını kurtarmak için geldiler.

nedenle, AKP’den, CHP, İYİ partiye tüm sermeye partileri göçmen düşmanlığında birleşiyorlar. Biz birlikte yaşamak istiyoruz Suriyeli mülteciler evlerinden, yurtlarından göç edeli sekiz yıl oldu. Sekiz yıldır mültecileri sınır dışı etme tehdidi bitmedi. Ekonomik ve sosyal yaşamımızdaki bütün sorunların nedeni olarak mülteciler hedef gösterildi. Oysa ekonomik ve sosyal yaşamımızın erozyona uğramasının nedeni artık her yönüyle çürüyen kapitalizm.

Toplumunun en saldırıya açık, en yoksul ve en ezilen kesimini oluşturan mülteciler kapitalizme karşı mücadelenin önemli bir bileşenidir. Çalışma yaşamında en güvencesiz en ağır koşullarda çalışmaya maruz kalan mülteciler patronlara karşı birlikte mücadele eden işçi sınıfının bir parçasıdır. Dolayısıyla Krizin faturasının işçi sınıfına çıkarılmasını engellemek mültecilerle omuz omuza verilen mücadeleden geçiyor. Irkçılığa karşı mültecilerle birlikte örgütlenmek, birlikte mücadele etmek aynı zamanda eşit koşullarda birlikte yaşam irademizi güçlendirmek, sermayenin egemenliğini de kırmanın tek yolu.

nedeni Suriyeli Mülteciler değil, patronlar ve patronların dostu hükümetin sermaye ve militarizm yanlısı politikaları.

KİRLİ SAVAŞIN MALİYETİ 226 MİLYAR DOLAR

Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanan yıllık rapora göre Türkiye’nin Savunma Bütçesi 18 milyar 200 milyon. Hükümet 16 yıllık iktidarı boyunca sermaye dostu olduğunu her fırsatta ortaya serdi. OHAL ‘in ilanının ardından emekçiler yeni saldırılarla karşı karşıya kaldı. KHK’larla on binlerce kamu emekçisi işinden edildi. Zorunlu BES, Varlık Fonu, İşsizlik Fonu gibi alanlardan patronlara yeni teşvikler verilmesi gibi düzenlemelerle sermayeye para aktarılırken işçi ve emekçilerin hakları daha da geriletildi.

Yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalmış, üstelik hiçbir hak ve statü elde etmeden bu ülke topraklarında yaşamak zorunda bırakılan mülteciler için harcanan 40 milyon dolar fazla geliyor. Oysa bu rakam Suriye’de sürmekte olan kirli savaşın ortaya çıkardığı yıkımın boyutları düşünüldüğünde az bile. Suriye’de 2011 yılından beri emperyalist yayılmacılık ve kirli çıkarlar için sürdürülen savaşa milyon dolarlar aktarılıyor. Üstelik savaşın sürmesi, ortaya çıkan insani, ekonomik, sosyal yıkımın telafi edilemez boyutlara ulaşmasına neden

olmakta. 2017 yılında Dünya Bankası tarafından yayınlanan “Savaşın Bedeli” başlıklı bir raporda Suriye’de sürmekte olan savaşın bedelinin 226 milyar dolar olduğu belirtildi. Her fırsatta Suriyelilerin gönderilmekle tehdit edildiği Suriye ise yoksulluğun pençesinde. Her 10 Suriyeliden 6'sı aşırı yoksulluk çekiyor ve bu süreçte olumsuz koşullarda 200 bin bebek dünyaya geliyor. Savaşın başladığı 2011'den günümüze kadar Suriye'deki evlerin yüzde 7'si kullanılmaz hale geldi ve yüzde 20'si ağır hasarlı. Ayrıca ülkede tıbbi hizmet sağlayan merkezlerin yarısı kısmi yıkıma uğradı ve ülke genelindeki merkezlerin yüzde 16'sı ise tamamen yok edildi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.