Sosyalist İşçi 621

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

621

19 Haziran 2018 3 TL. sosyalistisci.org

BİR OY DEMİRTAS'A , BİR OY HDP'YE

BARISA , ÖZGÜRLÜĞE


2

SOSYALİST İŞÇİ

NEDEN DEMİRTAŞ? PESİMİZME HAYIR! 24 Haziran seçimlerinden önce zaman zaman sosyal medyada paylaşılan fotoğraflar dikkat çekiyor. Bu fotoğraflarda çok sayıda tüfek, tabanca ve kurşun oluyor genelde ve “zamanı gelince hazırız” mesajlarıyla servis ediliyor. Kısa süre önce Ahmet Maranki Akit TV’de “Umudumuz 25 Haziran’dır. Olmadı zaten, o zaman artık Belgrad Ormanı’nda ağacın dibinde, talim şeyimizi oraya gömdük. Çıkaracağız sokağa” demişti. Bu politik ortamı zehirleyen bir kuşku iklimi yayan ve kasıtlı bir şekilde işlenen bir propaganda. Seçimlerden önce, seçim günü ya da seçimlerden sonra “kötü bir şey olacak” beklentisi, bu beklentiyi kim hangi gerekçeyle yayarsa yaysın sadece ve sadece egemenlerin işine yarar. Demirtaş’ın da altını çizdiği gibi seçimlerin dünyanın sonu olmadığını kavramak çok önemli. Seçim sonuçları ne olursa olsun işçi sınıfının sadece mücadele edeceği koşullar değişecek, bu mücadele sona ermeyecek. Bu kavrandığında seçimlerden önce ya da sonra gelişebilecek olaylara serinkanlı bir şekilde yaklaşmak mümkün olabilir. Uzak yakın tarihinde bir soykırım, kitle imhaları, defalarca askeri darbe, aralarında başbakanların da olduğu idamlar, parlamentonun bombalanması, faili meçhuller, siyasi suikastlar, parti kapatmalar, miting alanlarında patlatılan bombalar, kapatılan sendikalar, asit kuyularında öldürülen insanlar, 1 Mayıs gösterisi taranan işçiler olan bir yerde, hala 6 milyon oy almış bir partinin temsilcisinin hücresinden cumhurbaşkanlığı yarışına katılmak zorunda olduğu bir yerde yaşadığımızı unutmayalım. 24 Haziran’da umutlu olmamız için çok sayıda neden var. AKP, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi metal yorgunluğundan değil, kabuk değiştirmekten mustarip. AKP’ye değişimin adresi olacağı düşüncesiyle oy verenler ya da bu partinin tabanında sokak sokak siyasi faaliyet yapanlar, mevcut değişimin umdukları yönde olmadığını acıklı bir şekilde görmeye başladılar. Bu değişimde yeni olan hiçbir şey yok! Eski diye eleştirilen bir dizi yapı ve siyasi figür yeni dönemde de aynı ağırlığa sahipler. AKP’nin liderliği, üst kadroları, zenginleri ve elitleriyle AKP’nin yoksul kitleleri arasındaki açının genişlediği gün gibi ortada.

Türkiye tarihinin en adaletsiz ve an-

tidemokratik seçimlerinden birine imza atan Erdoğan ve Bahçeli bile kabul ediyor: Bu seçimlerin kilit gücü, devrimci sosyalistlerin de desteklediği Demirtaş ve HDP'dir. 24 Haziran akşamı HDP barajı geçer ve Selahattin Demirtaş, daha önceki seçimlerde AKP'yi köşeye sıkıştıran oylarını korursa, seçimler ikinci tura kalabilir, AKP-MHP-BBP koalisyonu yeni oluşacak mecliste çoğunluğu kaybedebilir. Başkanlık sistemi adı altında keyfi bir baskı rejimini dayatan Erdoğan'ın, seçimlerin 2. turunda yenilmesinin tek koşulu bu ve sadece bugüne kadar HDP'ye oy vermiş ezilenler değil farklı kesimlerden bir çok demokrat bunu görüyor. Devrimci sosyalistler, dünya ve Türkiye işçilerinin ortak çıkarlarının gereği, AKP-MHP-BBP ittifakının sandıkta yenilmesini istiyor. Düşmanları da rakipleri de kabul ediyor ki 24 Haziran'da bunu başaracak oyların adresi ne İnce ne de Akşener'dir. 7 Haziran 2015 seçimleri gibi bugün de zorbalığa karşı demokrasiyi, statükoya karşı değişimi temsil eden tek seçenek Demirtaş ve HDP. Emekçilerin ve ezilenlerin tek meselesi, Erdoğan ve Bahçeli'nin gitmesi değildir. Seçim meydanlarında pek de dile getirilemeyen, acil çözüm bekleyen ekonomik ve siyasal taleplerimizi kazanmak asıl meselemiz. AKP-MHP-BBP ittifakı, onlarca yıldır milyonların mücadelesiyle elde edilen demokratik kazanımları gasp

Tutuklu cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş.

etti. OHAL'le yarattıkları istikrarsızlık, büyük bir ekonomik krizi tetikledi. 24 Haziran'dan sonra kim işbaşına gelirse gelsin, AKP'nin yarattığı ekonomik yıkımın faturasını topluma ödetecek. Öte yandan barış, adalet ve özgürlük bu ülkenin ezilenlerin özlemi. Kürt sorununun çözümü, Alevilere yapılan ayrımcılığın son bulması, baskı altındaki halkların, bireylerin ve inançların özgürlüğü kazanılmadan işçiler de kazanamaz. Militarist ve cinsiyetçi zihniyetin zehirlediği bu ortamda, kadın düşmanı siyasetlere ve uygulamalara son verilmesi, milyonlarca kadının talebi.

Suriye'de, Ortadoğu'da, Ege'de yürütülen gerginlik ve savaş politikalarının son bulması, barışın kazanması hepimizin çıkarına. 24 Haziran'da karşımıza sunulan seçenekler arasında, halkın ezici çoğunluğunun taleplerini savunan seçenek Demirtaş ve HDP'dir. HDP'li olmayan sosyalistler, mücadeleden yana olan özgürlükçü kesimlerle birlikte mücadele için seçimlerde bu tutumu alıyor. Tarih gösteriyor ki ekmek, adalet, eşitlik ve özgürlük sandıkta değil mücadeleyle kazanılır. Sandık kapandıktan sonra bizi bekleyen yeni dönemde tabandan yükselen demokratik ve özgürlükçü mücadelelerin büyümesi için oyumuz umuda, barışa, Demirtaş'a!

AKP bir başka açıdan da sorun yaşıyor: Daha önce de Sosyalist İşçi’de altını kalın harflerle çizdiğimiz gibi, iktidarı kalıcı hale getirmek ve tek kişi etrafında merkezi ve otoriter bir hükümet sistemi kurmak için atılan ekonomik, siyasi ve yasal her adım dönüp AKP’ye ayak bağı olmaya başladı. Ekonomide inşaatçılık, siyasette başkanlık sistemi için gerekli olan yasal düzenleme ve referandum zorunluluğu, ittifak kanunu gibi adımlar AKP liderliğinin ayak bağıdır artık. İktidarı garantilemek için ittifak kanunu getirirken farkında olmadan Saadet Partisi’nin bile baraj sorununu ortadan kaldıran hükümetin iç sıkıntılarını, egemen sınıfın çatlaklarını, egemen siyasetin istikrarsızlığını ve yönetme yeteneğinin azalmasını görmeden kabus senaryolarıyla muhalefet için alarm zilleri çalmaya gerek yok. Biz zaten keyfiliğin kesif baskısını soluyoruz. Ama 24 Haziran hem öncesinde propaganda zeminlerini yaratarak hem de sonrasında avantajlı siyasal koşullar yaratacak olması nedeniyle her yönüyle bir fırsattır. Kaos dedikodularıyla bırakalım sosyal medya faşistleri meşgul olsun.

Z

YENİ SAYILARI ÇIKTI! SOSYALİST İŞÇİ DAĞITIMCILARINDAN ULAŞABİLİRSİNİZ.

Y A Y I N L A R I


SOSYALİST İŞÇİ

FRANSA’DA GREV VE DİRENİŞ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

KÜRT SORUNU ÇÖZÜLDÜ MÜ? Seçim meydanlarında iktidar partisinin sözcülerinden Kürt sorununun çözüldüğü yönünde açıklamalar duyduk. Şaşırdık! Kürt sorunu çözülsün diye başlayan süreç, sorun gerçekten de çözüldüğü için değil esas olarak dış politika ihtiyaçları nedeniyle askıya alınmıştı. Halbuki çok değil, üç sene önce, 28 Şubat 2015’te hükümet yetkilileriyle çözüm sürecinin diğer kutbunda bulunan HDP heyeti birlikte bir basın toplantısı düzenlemişti. O toplantıda hükümet adına basın açıklamasını okuyan Yalçın Akdoğan şunları söylemişti: “Yeni anayasayı birçok köklü ve kronik sorunun çözümünde önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi, uygulama önem taşıyor. Sürecin ete kemiğe bürünmesi, somut gelişmelerin yaşanması önemlidir.”

Paris’te işçiler sokakta. CHARLİE KİMBER

Özelleştirmelere hız kazandıran ve demiryolu işçilerinin iş güvenliğine bir saldırı içeren yeni bir yasanın parlamentoda görüşüldüğü Pazartesi günü, Paris’de yüzlerce grevci demiryolu çalışanı öfkeli bir gösteri gerçekleştirdi. Ve milletvekilleri bu hafta ne karar verirse versin mücadelenin bitmeyeceğinin altını çizmek için, Salı günü düzenlenen “öfke günü”nde demiryollarının büyük bölümü çalışmıyordu. Bu haftaki grevlerle birlikte, Macron’nun neoliberal saldırılarına karşı mücadelenin başladığı Nisan ayından bu yana neredeyse 30 gün süreyle demiryollarında grevler gerçekleştirilmiş oldu. Paris’te vatman olan Matthieu, Salı günü şöyle diyor: “Bu mücadele henüz bitmedi. Bugün tüm sendikaların katıldığı çok büyük bir grev var ve birçok tren de iptal edildi. Hükümetin Parlamento’dan geçirmek istediği saldırıların yeni bir evreyi başlattığı doğru. Ama yeterince mücadele edersek oylar değişebilir. Sendika liderlerinin mücadeleden vazgeçmemesi çok önemli. Benim çalıştığım durakta nadiren greve katılan işçiler var; şimdi tüm eylemlere onlar da katılıyor. Temmuz, Ağustos ve gerekirse aylar boyunca devam edebiliriz. Ama en elzem olan diğerlerinin de bize katılmasını sağlamak ve genel grev için ısrar etmek.

Bu cümlede, Kürt sorununun da içinde olduğu birçok

Bu mümkün. Macron’u durdurmalıyız.” 28 Haziran’a kadar bir dizi demiryolu grevi takvimlendirilmiş durumda. Ancak sonrasında ne yapılacağına dair bir netlik yok. Sendika federasyonlarından biri, CFDT, vazgeçmeye hazır görünüyor. Reformistler CFDT’nin başkanı Laurent Berger geçen haftaki sendika kongresinde “Fransız sendikalarının değiştiğini ve bir reform akımının başladığını çok daha net bir şekilde ortaya koymalıyız” dedi. Hem CFDT hem de Unsa sendikası okullardaki sınav haftalarına denk geldiğinden bu ay için planlanmış grevlerin iptal edilmesini önerdi. Mücadelenin zafer kazanmadan sonlanması felaket olur. Macron işçilerin ayrıcalıkları ve emeklilik haklarına saldırmaya demiryolu işçilerinden başladı; diğer işçileri de kapsayan daha genel bir saldırıya geçmek niyetinde.

Bu hafta Perşembe günü için tüm Fransa’daki emekliler tarafından“öfke gösterileri günü” planlandı. Hâlâ birçok direniş gerçekleşiyor. Hava trafiği kontrolörleri ve posta işçilerinin bazı kesimleri de grevde.

“köklü ve kronik sorun”un varlığının altı çiziliyor ve sorunların çözümü için yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğu söyleniyor.

Bu, Abdullah Gül’ün cumhur-

başkanı Erdoğan’ın ise başbakan olduğu dönemde gerçekleşen bir toplantıydı. Bu toplantıdan bir süre

Air France sendikaları “fırtınalı bir yaz” sözü verdi ve işverenin teklifinin rededilmesinden sonra Haziran sonunda grev çağrısında bulundu.

sonra Erdoğan bu toplantıyı tanımadığını ilan etti.

Bu hafta Cuma günü için 22 Mayıs’ta yapılan eylemde tutuklanan göstericilerin sert cezalarla yüz yüze geldiği mahkemenin önünde büyük bir protesto gösterisi planlandı.

kronik bir sorun olarak tarif ettiği Kürt sorununun çö-

20 Haziran’da mülteci hakları için ve Macron’nun fikir babası olduğu iltica talep edenlere karşı çıkarılan yeni yasalara ve acımasız davranışlara karşı bir günlük çok büyük bir protesto planlandı.

hak, geri alınmaya başlandı. Kürtçe tabelalar yeniden

Bununla beraber, mevcut çeşitli mücadeleler henüz bir araya getirilemedi.

sil etsin ve belediyeleri yönetsin diye seçtiği birçok

Bu yıl Fransa’da gördüğümüz direnişin enerjisinin ve ruhunun akıp gitmesine izin vermemeliyiz.

Ardından çözüm sürecinin rafa kaldırıldığı ilan edildi. O günden bu güne ise hükümet yetkililerinin köklü ve zümü yönünde hiçbir adım atılmadı. Tersine, 2000’li yıllarda başlayan çözüm süreçlerinin ve demokrasi mücadelesinin kazanımları olarak öne çıkan bir dizi kaldırılmaya başlandı, yine Kürtçe şarkı söyleyenler gözaltına alınmaya başladı, mecliste Kürtçe konuşmak bilinmeyen bir dilde konuşmak olarak görülüyor. Daha önemlisi, Kürt halkının oy verip mecliste kendisini temsiyasetçi tutuklandı. HDP milletvekillerinin bazılarının vekillikleri düşürüldü. “Yeni bir anayasa”nın yerinde ise yeller esiyor. Doğru, bir anayasa değişikliği oldu ama Türkiye’deki kronik ve köklü sorunların çözümü yönünde değil, antidemok-

EMİN ŞAKİR ÖZGÜR Yedi aya yakın süredir sebepsiz, iddianamesiz ve haksız bir biçimde cezaevinde tutulan Emin Şakir hakkındaki iddianamenin kabul edilmesi sonucunda İstanbul 33. Ağır Ceza Mahkemesi Emin Şakir’in tahliyesine karar verdi. Maltepe hapishanesi çıkışında Emin’i yoldaşları karşıladı. Hakkında açılan dava ise devam ediyor.

ratik bir başkanlık sisteminin yerleşmesi için yapılan bir değişiklik oldu. 12 Eylül darbesinin kalıntısı olan anayasayı bütünüyle demokratik ve özgürlükçü bir anayasayla değiştirmek yönünde bir adım atılmadı. 24 Haziran seçimleri öncesi mitinglerde Kürt sorununun çözüldüğünü söylemek, bu açıdan Kürtlerin haklarında kısıtlamaların süreceğinde başka bir anlam taşımaz.


4

SOSYALİST İŞÇİ

CUMHUR İTTİFAKI’NIN VAATLERİ: YOKSULLUK, BA AKP’nin İstanbul mitinginde konuşan Binali

Yıldırım “Bu seçim çok önemli. Türkiye’yi 100. yılına taşıyacak kadroların seçimidir” dedi. İktidar partisi bir süredir tam da bunu hedefliyor. Önce Ergenekon ve eski rejimin artıklarıyla girilen ittifak, 15 Temmuz’dan sonra MHP ile kurulan koalisyon, AKP’nin cumhuriyetin 100. yılında kemalizmin yanına muhafazakârlık soslu yeni “yerli ve milli” bir ideolojiyi, Mustafa Kemal Atatürk’ün yanına Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni bir kurucu önder olarak yazılması iştahını artırmıştı. Bu yüzden Yenikapı mitinginde aynı zamanda “Büyük Türkiye güçlü lider ister” yazıyordu. Sürekli olarak 1990’ları, eski baskıcı rejimi, o dönemin partilerini ve koalisyonları kötüleyen AKP, şimdi o dönemin en kirli unsurları tarafından destekleniyor. Mehmet Ağar, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı gibi isimlerden sonra Tansu Çiller de “milli şuurla” yerli milli ittifaka destek verdi ve Yenikapı Mitingi’ne katıldı. Ancak bu 2023’teki “ikinci kuruluş” hevesi AKP’nin kursağında kalabilir. “Eski devlet” tarafından desteklenmek halk tarafından desteklenmenin garantisi değil, hatta genellikle tam tersi. İki yıllık OHAL uygulamaları, otoriterleşmenin artması, çözüm süreci gibi politikalar yerine eski çatışma diline dönülmesi, ekonomide istikrarsızlık ve Erdoğan’ın müdahaleleri sonucu oluşan döviz kurundaki dalgalanmanın yarattığı yoksullaşma, halkın geniş kesimlerini AKP’den soğuttu. Erdoğan fanatikleri ne kadar aksini iddia ederse etsin, anketler gösteriyor ki hükümet büyük ihtimalle parlamentodaki çoğunluğunu kaybedecek, başkanlık seçimi ise ikinci tura kalacak ve bu aşamada Erdoğan ile İnce’nin şansı aşağı yukarı eşit olacak. Tüm bu noktaya, AKP+MHP+BBP koalisyonunun %65’e yakınlık oy gücünden gelindiğini, yani %15’e yakın bir erimenin olduğunu akılda tutmamızda fayda var. Peki Cumhur İttifakı, 24 Haziran için seçmenlerine ne vadediyor? AKP-MHP-BBP’nin vaatlerini ve yalanlarını gerçeklerle birlikte ele alıyoruz…

ÖZGÜRLÜKLERİ YOK ETTİLER

AKP yıllarca özgürlükler konusunda Kemalist rejimin yaptıklarına karşı getirdiği değişimi anlattı. Fakat bugün tam tersi geçerli, aşağıdan mücadeleyle elde ettiğimiz tüm özgürlükler iktidardaki yerli milli koalisyon tarafından gasbediliyor. Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi devlet eliyle tepeden aşağı topluma şırınga ediliyor. Tayyip Erdoğan ise hâlâ meydanlarda Muharrem İnce ile polemik yaparken anadilde eğitimin önünü açtıklarını söylüyor. “Kürtler için, Kürtlere rağmen” özgürlük, Kürtlerin haberi yok! Üç yıl önce çözüm

OHAL’de grevleri yasaklanan metal işçilerinin protestosu, İstanbul.

MİLİTARİZMİN VE IRKÇILIĞIN İKTİDARI

Suriye ve Irak’taki bölgesel savaşlardan daha fazla pay alma hırsı ve MHP’nin iktidara ortak edilmesi, Türkiye’de yeniden devlet eliyle üretilen ırkçılığın güçlenmesine neden oluyor.

Trump ve Putin gibi otoriter liderler dünyanın çeşitli yerlerindeki savaşlarda karşılaşıp olası bir dünya savaşını tetikleme riskini taşırken, AKP-MHP iktidarında Türkiye de barışçıl bir dış politika izlemeyip agresifliğiyle dikkat çekiyor. “Güçlü Türkiye” diye anlatılan ve “yerli savunma sanayi” diye övülen, Suriye’de girişilen operasyonlar.

AKP ile MHP, tıpkı muhalefet gibi, Suriye’deki askeri operasyonların tamamlanmasıyla mültecileri geri göndermeyi vadediyor. Türkiye toplumundaki sorunların sebebinin Suriyeliler olduğunu iddia eden ırkçı anlatıyı besliyor.

Çözüm politikasının sona erdirilmesi,

Fakat bundan birkaç yıl önce üçte ikiden

süreci vardı, bugün ise “Kandil’i dümdüz edeceğiz” diye propaganda yapan bir iktidar var. Diyarbakır’da “Kürt sorunu yoktur” denilerek eski inkâr politikaları dillendirilirken Kürt inşaat işçileri beşinci kattan aşağıya atılıyor. Kürt halkının oylarıyla seçilen belediyelere kayyımlar atandı. Bu yönetimler parklardan, tabelalardan Türkçe dışındaki dilleri siliyor. Binlerce Kürt siyasi aktivist hapiste. AKP’nin 360 sayfalık seçim beyannamesinde “Kürt” sözcüğü sadece bir kez kullanılmış. LGBTİ+ aktivistlerin mücadele ederek elde ettikleri kazanımlar tırpanlanıyor. Onur yürüyüşleri “ahlaka aykırı” bulunarak yasaklanıyor, eylemlere polis saldırıyor. Polis zaten neredeyse tüm eylemlere sal-

Ermenilere, Yahudilere, gayrimüslim azınlıklara yönelik nefret söylemi artıyor.

dırıyor. İfade ve örgütlenme özgürlüğü tamamen kısıtlanmış durumda. AKP’ye karne veren liselilere bile çok sert müdahale ediliyor. Yürüyüş yapmak, hak aramak imkansız hâle getirilmek isteniyor. Lümpenleşme ve cinsiyetçi saldırılar el ele artıyor. Kadınların kıyafetine, yaşamına ve her şeyine karışma hakkını kendinde görenler, otobüste, metroda veya sokakta kadınlara saldırıyor. Saldırganlar yargı tarafından cesaretlendiriliyor; ancak kamuoyunda büyük tepki gören olaylarda geri adım atılmak zorunda kalınıyor. Binali Yıldırım muhalefete “FETÖ’yü PKK’yı ağzına alamayanlar bu ülkeyi yönetmeye talip oluyorlar. Önce çıkın bu terör örgütleriyle nasıl mücadele edecek-

fazla bir oranla Kürt sorununda çözüm sürecini destekleyen bir toplumda, bu politikaların ne kadar kabul görmekte olduğu tartışmalı. Üç yıllık baskı politikalarının sonucunda bugün Erdoğan meydanlarda Demirtaş’ın idamı üzerinden söylem geliştiriyor. Ancak bütün muhalefet partileri Demirtaş’ı ya ziyaret etti ya da serbest bırakılmasını savundu. HDP’nin hapisteki liderini savunmak, muhalefetteki partiler için oy kaybettirecek bir hamle olarak görülmüyor. Demirtaş’a ve HDP’ye verilecek oylar da barış isteğinin hâlâ canlı olduğunun göstergesi olacak.

siniz, onu ortaya koyun” diyor. Sanki bu konuda AKP “başarılı” bulunuyormuş gibi konuşuyor. Oysa tam tersi, referandumda yaşanan ve bugün devam ettiği görülen oy kaybının temel sebeplerinden biri OHAL dönemindeki haksızlıklar. On binlerce kişi işlerinden oldu, hapse atıldı. Mağduriyetleri gidermesi için kurulan komisyon başvuruları doğru düzgün incelemedi bile. İnsanların hayatları “terörle mücadele” iddiasıyla çalındı. Anketlere göre AKP tabanında ekonomik gidişatın dışında rahatsızlık yaratan iki şey var: 1- Giderek “devletleşme”, 2- OHAL dönemi haksızlıkları. Yani Binali Yıldırım’ın “FETÖ ve PKK ile mücadele” olarak kodladığı şeyler.


SOSYALİST İŞÇİ

, BASKI VE SAVAŞ

AKP’NİN SEÇİM YALANLARI

Erdoğan ısrarla her gün, Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yaptığı çağrıyla 53 kişinin öldüğünü iddia ediyor. Kobanî olayları seçimden çok önce, 2014’te yaşanmıştı. Demirtaş’ın ispatlanmış bir çağrısı yok, zaten kendisine yönelik davalarda bu konuyla ilgili bir suçlama da yok. Olaylarda 53 değil 43 kişi ölmüştü ve birkaç kişi hariç tamamı HDP seçmenleriydi. Demirtaş tarafından öldürülmediler. Bu olaylardan birkaç ay sonra AKP tek başına hükümet kuramayacak hâle gelmiş, HDP ise %13 oy alarak barajları paramparça etmişti. Erdoğan, tek parti döneminde 75 kişilik sınıflarda okuduğunu iddia etti. Oysa ki doğduğu yıl olan 1954’te çok partili sisteme geçilmişti. Erdoğan, Isparta'da partisinin düzenlediği mitingdeki konuşması sırasında Isparta'da bulunan Süleyman Demirel Üniversitesi'ni kendilerinin kurduğunu iddia etti. Oysa üniversite daha önceden açılmıştı. Erdoğan, Demirtaş’ın TRT konuşmasıyla ilgili YSK’ya talimat verdiğini söylemişti. YSK başkanı bu iddiayı yalanladı. Erdoğan, “o zamanki komünistlerin” köprüyü satmak istediğini, Özal’ın sattırmam dediğini iddia etti. Oysa ki 1983 seçim dönemindeki bir TV konuşmasında Özal köprüleri satacağını söylüyor. Binali Yıldırım, Dersim mitinginde doğalgaz olan il sayısını 79’a çıkardıklarını söyledi. “Tunceli’de doğalgaz var mı?” sorusuna “Hayır” yanıtını aldı. Takvim gazetesi Mart ayında 81 ilin 81’ine doğalgazın geldiğini yazmıştı.

5

GÖRÜŞ Roni Margulies

YENİ BİR “KÖR TOPAL” DÖNEMİ TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop, “24 Haziran’da Meclis’te cumhurbaşkanının siyasî partisinin çoğunlukta olması çok önemli. Aksi halde sistem kör topal başlar” demiş. Bu cümle, şu ana kadar gördüğüm en doğru seçim tahmini. Ve aynı zamanda şu ana kadar gördüğüm en doğru durum tespiti. Bence gerçekten de Erdoğan eninde sonunda cumhurbaşkanı seçilebilse bile, Meclis’te AK Parti hükümet kurabilecek bir çoğunluğu kazanamayacak. Ve gerçekten de bu durumla birlikte yeni bir “kör topal” dönemi başlayacak. Binali Yıldırım da seçimleri “Türkiye için yeni bir milat” olarak tanımlamış. Evet, tam da öyle olacak. Ama Binali Bey’in umduğu anlamda değil. Cumhurbaşkanının yetkileri ne kadar kapsamlı olursa olsun, AKP’nin Meclis çoğunluğunu kaybetmesi, cumhurbaşkanı olabildiği durumda bile Erdoğan’ın altından halının çekilmiş olması anlamına gelecek. Ve ister AKP’nin bir azınlık hükümeti kurulsun, ister diğer partilerin bir koalisyonu hükümet olsun, sonuç kör topal bir yönetim olacak.

EKONOMİ: PATRONLARIN YANINDA, İŞÇİLERİN KARŞISINDA

Ekonomik durum giderek bozulurken, kriz ve istikrar-

artık bu parayı borç olarak dahi bulmakta zorlanıyor.

zenginler zenginleşmeye devam ediyor.

Özal’ın başbakanlığının ardından, 1980’lerin ortala-

Erdoğan bir yandan faiz oranları üzerinden Merkez Bankası’yla kavga ederken, diğer yandan ekonomide yaşananların “dış güçler” tarafından tezgahlandığını ve amacın Türkiye’nin önünü kesmek olduğunu savunuyor. Erdoğan kendisini uluslararası kapitalizm ile çelişkide gibi göstermeye çalışıyor.

Seçimden sonra beklenen ekonomik krizin bedeli ise işçilere ödetilmeye çalışılacak. AKP’nin yarattığı krizden “çıkış” için ücretler kısılacak, yoksulların ödediği vergiler artırılacak, işten çıkarmalar başlayacak. Yerli-milli ittifak işçilere bunları vadediyor. Biz de bu saldırıya farklı emek örgütlerinin yan yana geleceği birleşik mücadele platformlarıyla yanıt vermeliyiz.

AKP sürekli olarak “yatırım” anlatıyor. Yapılan köprüler, otoyollar, havalimanları, statlar, mega sanayi bölgeleri ve Kanal İstanbul gibi “çılgın” projeler. Halkın derdi ise son aylarda iyiden iyiye hızlanan yoksullaşma. Bu yüzden AKP dahil tüm partiler memurlara ve emeklilere yönelik bayram ikramiyesi, ücret artışı gibi konuları gündemine almak zorunda kalıyor. İşsizlere daha fazla sosyal koruma vadediliyor. OHAL politikaları siyasi istikrarsızlığı derinleştirdikçe, kredi derecelendirme kuruluşlarının not kırması Türkiye ekonomisindeki yapısal kırılganlığı iyice ayyuka çıkardı. 2001 krizinden Kemal Derviş’in neoliberal programıyla çıkışın ardından yaşanan inşaat odaklı büyüme döneminin sonuna gelindi. Herkes seçimlerden sonra büyük bir ekonomik krizin kapıda olduğunu söylüyor. Yılbaşından beri TL, dolar karşısında %25 değer kaybetti. Benzinin ve her şeyin fiyatı artıyor. Sadece borç ödemeleri için aylık 13 milyar dolarlık bir döviz gerekli, ancak devlet

AKP’nin 16 yıllık iktidarında 70 milyar dolarlık dış borç 453 milyar dolara çıktı. Üstelik kamu mallarının özelleştirilmesi sonucunda en az 100 milyar dolarlık bir gelir elde edilmesine rağmen. Şu anki kriz durumundan çıkılması için de sürekli olarak patronlara teşvikler sağlanıyor, paralar akıtılıyor. Söz konusu olan işçi sınıfı ise durum tam tersi. Erdoğan patronlara OHAL ile grevleri ne kadar kolay yasakladıklarını anlatıyor. “Bizim dönemimizde grevler azaldı” diyor. Mitinglerinde kadro isteyen taşeron işçileri, atama bekleyen öğretmenleri azarlıyor. Buna rağmen, dolar milyonerlerinin sayısı artıyor,

sızlık kapıdayken, yeni döneme Türkiye örgütsel tabanı zayıflamış bir cumhurbaşkanı ve zayıf bir hükümet ile girecek. Ekonomik istikrarsızlığa artık siyasî istikrarsızlık da eşlik edecek. Türkiye egemen sınıfı bu kör topallığı iyi tanır: Turgut rından ta 2002’ye kadar memleket zayıf ve sallantılı koalisyon hükümetleriyle yönetilmiş, egemen sınıfın istediği hiçbir siyaset doğru dürüst uygulanamamış, hiçbir ekonomik sorun onların istediği şekilde çözülememişti. Büyük olasılıkla yine böyle bir döneme giriyoruz. İş dünyası, yatırımcılar, borsacılar için yeni bir kâbus başlıyor. Egemen sınıfın önemli bir kesimi laiklik, hayat tarzı gibi nedenlerle AK Parti’yi sevmiyor da olsa, 12 Eylül’den sonra 20 yıllık istikrarsızlık dönemini hatırlar, güçlü bir hükümetin önemini bilir: 16 yıldır böyle bir hükümete sahiplerdi. Artık olmayacaklar. Buna karşılık, ekonomi sıkıştıkça yoksullaşan, tüm önemli grevleri “ertelenen” (yani yasaklanan) işçi sınıfı için yeni ve daha kolay bir mücadele dönemi açılacak. İstikrarsızlık koşulları işçileri ve yoksulları hem mücadele etmek zorunda bırakır hem de mücadelenin önünü açar. Prof. Dr. Mustafa Şentop’un “kör topal” dediği tam da bu. Egemenler için kör topal, bizim için hareketli, renkli, canlı bir döneme giriyoruz.


6

SOSYALİST İŞÇİ

MARX 200 YAŞINDA: O HAYALET DOLAŞMAYA DEVAM EDİYOR meye çalıştığım kimi eleştiriler bu devlet kapitalisti karşı devrim pratiğinin eleştirisini Marksizmin eleştirisi olarak sunmaya devam ediyor. Üçüncü dünyacı Marksizm ise dünyayı karakterize eden eşitsiz ve bileşik küresel kapitalist sistemden uzak basit emperyalizm algısı ile kimi zaman kampçı çoğu zaman ikameci ve milliyetçi bir militanlık geleneğini sürdürmeye çalışıyor. Bu Marksizm de işçi sınıfının uluslararası ve ulusal bölünmüşlüğüne dayanışmacı bir çözüm üretmekten yoksun.

CANAN ŞAHİN

5 Mayıs 1818’de doğan Marx’ın 200. yaşı dünya genelinde çeşitli etkinliklerle kutlanırken ana akım bir sürü basın yayın organı da Marx’ın fikirlerini farklı perspektiflerden tartışmaya açtı. Kimi yazılarda Marx’ın günümüzün problemlerini anlamanın ve dönüştürmenin aracı olarak yeniden yükselişinin yarattığı kaygıyı görmek mümkün. İşçi sınıfının artık merkezi önemini yitirdiği, dijital devrimin ve otomasyonun işçi sınıfına ihtiyacı ortadan kaldıracağı, imalat işçilerin sayıca azalmasının beyaz yakalılardan menkul yeni bir sınıf yarattığı, devrim fikrinin kitle katliamı ve özgürlüklerin yok edilmesiyle sonuçlandığı, kapitalizmin krizleri aşmayı sağlayan rasyonalitesinin hafife alındığı gibi bir dizi argüman bu yazıların ana vurgularını oluşturuyor.

Marx’a ihtiyacımız var Post-modernizmin açtığı kulvardan ilerleyen kimi post-Marksist ve otonomcu Marksist bakış açıları ise işçi sınfını toplumun sömürülen ve çoğunluğun çıkarları adına hareket edebilecek gerçek birleştirici güç olarak görmek yerine siyasal özneyi farklı ezilmişlik deneyimleri yaşan grupların koalisyonundan teşkil edeceklerini düşünüyorlar. Bir çok mücadalede dostça yan yana geldiğimiz bu son gelenekle yükselen sağı anlamak ve yenmek konusundaki fikir ayrılıkları devrimci Marksistler için en güncel tartışma başlıklarından biri. Neoliberalizmin krizinin soldan eleştirisini yapamazsak, kriz halindeki sosyal demokrasinin daha solda varyantları olan radikal parlamenterizme bel bağlarsak popülist sağın bu sürecin yarattığı umutsuzluğu örgütlemesinin önüne geçmemiz zor.

Bu paniğin yanında oldukça geniş bir konsensus da var. Dünyanın durumu üzerine kafa yoran hemen herkes yükselen sağın ya da eriyen merkez sağ ve sosyal demokrasinin müsebbibi olarak kapitalizmin krizini gösteriyor. Yani Marx’ın parmağı ile işaret ettiği canavarı herkes tanıyor ama o canavarın kafasını kesecek sınıf artık merkeziliğini, kitlesel eylem yapma kapasitesini, siyaseten örgütlenme becerisini yitirmiş ilan ediliyor. Dolayısıyla Marx’ın doğumunun ikinci yüzyılını kutlamak onun entellektüel kimi keşiflerini ve teorisinin tarihsel etkisini teslim edip rahmet okumaya dönüşüyor.

Medeniyetler çatışması diye sıklıkla ifade edilen dinsel-kültürel çarpışma ise kaba materyalist kimi Marksizm anlayışlarla besleniyor. İdeoloji ve din tartışmasını yeryüzünün eleştrisini yapmadan gökyüzüne ve oraya bakanlara lanet okuyarak yürütenler Marx’ın kendi döneminde idealizme ve kaba materyalizme karşı verdiği savaşı anlamıyor.

İşçi sınıfı yok olmadı Bu argümanların bir kısmı günümüz kapitalizminin nesnel gelişimini bilimsel olarak açıklamaktan yoksun. 2013 ILO verilerine göre 1.6 milyar kişiden oluşan işçi sınıfı yok olmak şöyle dursun sadece Güney Kore ve Mısır’daki işçi sınıfı sayısal olarak Marx’ın yazdığı dönemdeki dünya işçi sınıfını geçmiş durumda. Mal ve hizmet üretmek için emek gücünden başka hiçbir metaya sahip olmayan işçi sınıfının ürettiği değerin bir bölümüne el konarak sömürülüşü hala üretim ilişkilerinin temelini oluşturuyor. İşçi sınıfı değişmiyor mu? Elbette değişiyor ama bu dönüşümler niteliksel olarak işçi sınıfını politik öneminden yoksun kılmıyor. İmalat sektöründe yoğunlaşmış geleneksel militan eylemliliğinin yerini bir süredir hizmet sektörü ve kamu işçileri almış durumda. İmalat sektörü ise yok olmuş değil. Türkiye’deki metal grevlerini hatırlamak yeterli. İşçi sınıfının bireysel yenilgiler aldığı ve selefi mücadelelerle aynı militanlık düzeyini sergilemediği iddia edilebilir ama işçi sınıfının değişen

Karl Marx.

kompozisyonunu anlamamız açısından her bir grev, kolektif mücadelede çok önemli deneyimler sunuyor. Hangi Marksizm? Üçüncü olarak kapitalizmin işleyişine dair Marx’ın yaptığı tespitler hala geçerli. 20072008 krizininin altında yatan rekabetçi birikim ve kar oranlarının düşme eğilimi yasası egemen sınıfı finansal olarak büyük finansal operasyonlar yapmaya itti ve ikinci bir krizde kurtulma şansları olmadığı sıkça tekrarlanan tespitlerden. Marx’ın 26 yılını vakfettiği Kapital’in son cildinde detaylardırmaya çalıştığı “finans” olgusu günümüzün krizlerini karakterize ediyor ama bunu meta-emek-değer-kar-sömürü

kavramları olmadan açıklamak imkansız. Dolayısı ile kapitalizmin devrimci eleştirisini Marx’a yaslanmadan yapmam mümkün değil. Peki tek bir Marksizm mi var? Bir dizi Marksizm var ama tek bir devrimci Marksizm var. İkinci Enternasyonal’in reformizmin temelini oluşturan evrimci Marksizmi Yunanistan’da iktidarda ve parlamento çoğunluğunu elde edip verili devlet aygıtı ile radikal değişimler getirmenin imkansızlığını bir kez daha gösteriyor. Stalinist Marksizm ise tek ülkede sosyalizm ve devlet mülkiyetinin sosyalizmi belirleyen tek şey olduğu fikriyle Marksizmin enternasyonalist karakterinin tam tersi bir fikirler bütününü temsil ediyor. Yukarıda özetle-

Marx’ın fikirlerini gerçek içeriklerinden yoksun bir çarpıtmayla yanlış argümanlara dayanak eleştiri konusu yapanlara karşı amansız bir tartışma yürütmek zorundayız. Fikirlerimizin netliği pratiğimizin gücünü oluşturacaktır. İşçi sınıfı gerçek devrimci sınıftır ve bu sınıfı bölmekten başka bir yolu olmayan kapitalistlere karşı yapmamız gereken bu sınıfın birleşik çıkarlarını savunmaktır. Yabancılaşmanın ve ideolojik hegemonyanın yarattığı rızanın ne kadar kırılgan olduğunu görmemiz gereken kapitalizmin en gelişkin döneminde Marx’ın hayaletine cinsiyetçiliğe, ırkçılığa, sömürüye, iklim değişimine, savaşlara ve emperyalizme karşı mücadele etmek için ihtiyacımız var.


SOSYALİST İŞÇİ

7

BİR KİTAP: AİLEM VE DİĞER YAHUDİLER MARKSİST ailesini kurtarmasını rica ediyor ama Saraçoğlu bu; bugün git yarın gel diyerek büyükbabayı geri çevirmiyor, yardım da etmiyor, sonunda da iş işten geçiyor. Bu iki ailenin çocuklarının yaptığı evlilikten, Roni dünyaya geliyor. Roni, maddi durumu ortanın az üstü olan, büyük çalkantıların yaşanmadığı bir ailede, aşırı korumacı annesinin himayesinde büyüyor. Önce Şişli Terakki'ye, sonra Robert Koleji'ne devam ediyor. Edebiyat dersinde Steinbeck'ten Kafka'ya, Pirandello'dan Camus'ye, Beckett'ten Sartre'a, Ionesco'dan Faulkner'e, yirminci yüzyıl Avrupa ve Amerika edebiyatının bütün kalburüstü isimleriyle tanışıyor.

ATİLLA DİRİM

Bir keresinde bir tarihçi dostum "Hatıratlar kişinin kendisini haklı çıkarma, mazur gösterme gayretinin gölgesinde kalır, bu yüzden fazlaca güvenmemek gerekir. Gelecekte ne olacağını bilmeden, aynı gün yaptığı değerlendirmeleri içerdiği için, günlükler daha güvenilir kaynaklardır" demişti. Ne kadar haklı olduğunu, aradan geçen zaman zarfında okuduğum çok sayıda hatırat ve günlükte gördüm. Hatıralarını günlük samimiyetiyle yazanların sayısı belli ki bir elin parmaklarını geçmiyor. Ve belli ki, Roni Margulies sayıları bir elin parmağını aşmayan bu kişilerden biri. İmparatorluklar çöker, ulus devletler doğarken Margulies'in ailesinin hikâyesi, 20. yüzyılın ilk yarısının o çalkantılı günlerinde başlıyor. Çalkantı da ne demek, feodal sistemin dağılmaya başlayıp kapitalist ilişkilerin hakimiyeti giderek daha fazla ele geçirdiği o günlerde, İzmir'in Tire ilçesinde yaşayan, kendi halinde bir Sefarad Yahudisi ailesi olan, anadili olarak İspanya'dan miras kalan Ladino konuşan anne tarafı, yeni düzenin baskısına dayanamayarak, kardeş çocukları olan anneanne ile dedenin İstanbul'a göç etmesine neden oluyor. Yeni bir hayat beraberinde yeni sorunları, Tire'deki büyük Yahudi cemaatinin, ama aynı zamanda kapalı bir toplumun bir parçası olmaktan çıkıp İstanbul'da, yeni kurulan ulus devletin "öteki" vatandaşı olmanın baskısını ortaya çıkartıyor. Ama altından kalkıyorlar. Aynı çalkantıların çok daha şiddetlisi, Avrupa'da da yaşanıyor. Polonyalı babaanne ile Çekoslovakyalı büyükbaba, büyük savaşlarla oradan oraya sürüklenirken, birbirleriyle tanışıyorlar. Babaanne

CUMHUR İTTİFAKI EKOLOJİDE YIKIM VADEDİYOR ÇAĞLA OFLAS

Seçim vaatlerinin merkezine ekolojik yıkım projelerini koyan Cumhur ittifakı seçimi kazandığı takdirde enerji alanında ekolojiye darbe vurmaya devam edecek. 2018 yılında Akkuyu Nükleer Santral inşaatının biteceğini söyleyen Enerji Bakanı Albayrak 3. Nükleer santralin Trakya’da kurulacağını açıkladı. Türkiye’nin doğalgaz kullanımı kapasitesini arttıracağını söyleyen Albayrak, madencilik alanında Türkiye’nin 7 kat büyümek kapasitesi olduğunu iddia etti. Kömür üretiminin 80 milyon tondan, 100 milyon tona çıkartılacağını söyledi.

Rusça konuşuyor, büyükbaba Lehçe; ancak aşk dil farkı dinlemiyor, büyükbaba sevdiği kadınla anlaşabilmek için hızla Rusça öğreniyor. İkisi de kapitalist ilişkilerin daha erken geliştiği, kadınların doktor, erkeklerin mühendis olduğu ailelerden geliyor. 1925 yılında büyükbaba çalıştığı şirket tarafından bir yıllığına İstanbul'a gönderiliyor; sevdiği kadınla evlenip birlikte İstanbul'a geliyorlar. Bir yıllık süre de uzayarak tüm bir ömrü kapsıyor. Değişip dönüşen bir aile, bir şehir, bir toplum Tire'den gelen anneanneyle dede zorluklar içinde de olsa iş kuruyor, Avrupa'dan gelen babaanneyle büyükbaba, ailenin Polonya'da kalan kısmının toplama kamplarında öldürülmesini izlemek zorunda kalıyor. Büyükbaba iş icabı tanıştığı Dışişleri Bakanı Saraçoğlu'ndan Türkiye ekonomisinin cari açığını kapatması açısından enerji üretiminin merkezi bir önemi var. Ancak Bakan Albayrak’ın Türkiye’nin enerji merkezi olması iddiası gerçeklikleri yansıtmıyor. TANAP, Türk Akımı ve İsrail gazının Türkiye’den Avrupa’ya aktarılması, ya da olası bir İran gazı gibi kritik gaz kaynakları açısından Türkiye kilit bir ülkeden çok bir koridor olma işlevi yükleniyor. Dolayısıyla enerjide ithal petrol ve doğalgaz ürünlerine bağımlılığını “yerli ve milli” olarak adlandırdığı nükleer enerji üretimini ve kömür üretimini artırmak suretiyle kapatmak istiyor. Sadece Türk akımı projesi 57 bin ağıcın katledilmesine yol açacak. Doğanın, kamunun zararına, sermaye yanlısı her tür projeyi seçim propagandasının merkezine yerleştiren Cumhur ittifakı, ekonomide hızlı büyüme politikalarının gerektirdiği enerjiyi üretebilmek için tüm

Yaş aldıkça Arnavutköy'de Yeni Güneş, Sarıyer'de Andon meyhanelerine uğramaya başlıyor. Başka uğrak yerleri Beyazıt'ta Sahaflar Çarşısı, Osmanbey'de Sander, Nişantaşı'nda Nejat Yalkı. Yanındaysa Benjamen, Davut, İrvin, Maryo, Haluk, David. Sonra Kamondo Han, Boton Han, Maçka Palas Apartmanı, Lale Apartmanı, Berna Apartmanı. Ve Marika… Ve İstanbul'un değişip dönüşen Yahudi toplumu… Kayayı dağın tepesine itmek Daha fazla uzatmaya ne gerek var? Bir devrin kapanıp yeni bir devrin açılmasına, dünya savaşlarına tanıklık eden, uzak Polonya'dan İstanbul'a, Ladino'dan Rusça'ya, Fransızca'ya uzanan, farklı kültürlerin, yaşam tarzlarının, bin bir çeşit mücadelenin, ancak her şeyden önce, her yerde bir "öteki" olmanın hamuruyla yoğrulmuş olmak, Roni'yi kendi deyimiyle "kayayı dağın tepesine çıkarmaya" zorluyor. Kitabın sayfalarını okurken, belki kendi omuzlarınızdaki kayaları da fark edeceksiniz. Kolay gelsin! doğal kaynakları sermayenin yararına kullanmak için seferber etmeye hazırlanıyor. HES’ler altın ve gümüş madenleri, Albayrak’ın açıklamalarına bakılırsa bor madenleri olmak üzere tüm doğal koruma alanları sermayenin talanına açılacak. Tüm bunlara Akkuyu, Sinop ve Tekirdağ’da kurulmak istenen nükleer santrallere hız verme kararlılığını, iklim değişiminin hızlanmasına katkı yapacak termik santrallerin kapasitesini arttırmak kararlılığını da eklemek gerek. Sonuç olarak 24 Haziran seçimleri doğanın ve gezegeni tahrip eden sermaye yanlısı enerji politikalarına karşı mücadele açısından da önemli bir dönüm noktası. Ama sermayenin talanını asıl durduracak olan “güneş ve rüzgâr bize yeter” talepleriyle “krizin faturasını patronlar ödesin” diyen işçilerin taleplerinin ortak bir mücadele için yol gösterici olmasıdır.

SÖZLÜK HEGEMONYA

Hegemonya, kelime olarak liderlik, üstünlük gibi anlamlara gelmekle beraber kullanımı zaman içinde genişlemiştir. Kökeni Antik Yunan’daki hēgemonía sözcüğüne kadar uzanır. Antik Yunan’da kavram “liderlik” anlamında kullanılırken, aynı zamanda bir şehir devletinin birkaç şehir devleti üzerindeki egemenliğini tanımlamak için de kullanılırdı. Marksizm açısından ise hegemonya kavramı her ne kadar İtalyan Marksist Antonio Gramsci ile özdeşleşmiş olsa da sosyalist hareketin tarihi içinde yaygın kullanılan bir kavramdı. Hegemonya, Kautsky, Bauer, Plehanov gibi II. Enternasyonal liderlerinin ve Lenin, Buharin, Troçki, Zinovyev gibi III. Enternasyonal liderlerinin yazılarında da karşımıza çıkıyor ancak kavramın o zamanki kullanılışı bugün edinmiş olduğu anlamdan farklıydı. Kautsky ve Bauer hegemonyayı çoğunlukla proletaryanın egemenliği anlamında kullanırlarken, Rusya’daki sosyalist hareket için kavram, köylülük ile kurulacak ittifakta işçi sınıfının liderliğini tanımlamak üzere kullanılıyordu. Gramsci, hegemonya kavramını Lenin’e atıfla kullansa da kavramı oldukça genişletti ve bir politik stratejinin parçası hâline getirdi. Gramsci’ye göre hegemonya rıza ve zorun diyalektik birliğiydi. Burjuvazinin iktidarını nasıl sürdürdüğünü anlamaya çalışan Gramsci, işçi sınıfı da dâhil tüm bağımlı sınıfların rızasını kazandığı bir hegemonyanın hayata geçtiğini ortaya koyuyordu. Ancak daha sonra Gramsci’yi bir sivil toplum düşünürüne indirgeyen bazı yorumlarda olduğu gibi hegemonya sadece rızaya dayanmıyordu. Gramsci’ye göre devlet aynı zamanda sivil toplum tarafından kuşatılıyor ve korunuyordu. Egemen fikirler, sivil toplum içinde rıza işlevini yerine getirirken, politik toplum (yani devlet) ise tahakküm ve zor görevini üstleniyordu. Bu iki işlevin aynı anda yerine getirilebilmesi bir sınıfı hegemonik kılıyordu. Gramsci, buradan yola çıkarak işçi sınıfının da diğer bağımlı sınıflara liderlik ederek kendi hegemonyasını kurması gerektiğini anlatıyordu. Hegemonya mücadelesi uzun vadeli bir mücadeleydi. Buna göre doğrudan devleti hedef alan bir mücadelenin kazanma şansı yoktu. İşçi sınıfı henüz iktidara gelmeden sivil toplum içindeki mevzileri kazanmak yani egemen sınıfın fikrî iktidarını kırmaya başlamak zorundaydı. Gramsci buna mevzi savaşı adını veriyordu. Can Irmak Özinanır


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

15-16 HAZİRAN 1970’TEN BUGÜNE İSCİLER DİRENİYOR ,, FARUK SEVİM

15-16 Haziran 1970 tarihinde işçi sınıfı önemli bir direniş gerçekleştirdi. Sendikal örgütlenmelerini yok etmeye çalışan hükümete karşı büyük yürüyüşler, gösteriler düzenledi, yüz bine yakın işçi iki gün boyunca İstanbul’da sokaklardaydı. Gösteriler büyüyerek devam etti. Polis Kadıköy’de Abdurrahman Bozkurt, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Baylan isimli üç işçiyi öldürdü. Hükümet sıkıyönetim ilan etti, DİSK yönetimi direnişi sonlandırdı, ama sonuçta hükümetin getirdiği sendika yasası Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. 1970 yılına gelindiğinde, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) işçiler arasında giderek güçleniyor, sermaye sınıfı örgütleri ve hükümet ise bu gidişatı durdurmak istiyordu. Çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen yasalarda değişiklik yapan tasarı 13 Haziran 1970’te hükümet tarafından meclise sunuldu, komisyonlardan geçti, oylandı ve 14 Haziran’da yasalaştı. Yasanın amacı DİSK'in kapanmasını sağlamaktı. DİSK’in kapatılmasına karşı direniş 15 Haziran 1970 günü DİSK'in çağrısına uyan işçiler, yasaya karşı gösteri yapmak üzere üç koldan, Kartal, Beykoz ve Topkapı’dan İstanbul şehir merkezine doğru yürüyüşe geçtiler, yürüyüşe on binlerce işçi katıldı. 16 Haziran'da Gebze'den başlayan yürüyüş Kadıköy’e kadar ulaştı. Yoğurtçu Parkı civarında polis işçilere ateş açtı, üç işçi öldürüldü, çok sayıda işçi yaralandı. Aynı gün Topkapı dışındaki kesimlerinden gelen kollar birleşip Eminönü'ne geldi. Valilik, Haliç üzerine yer alan iki köprüyü açtırarak, işçilerin Beyoğlu tarafına geçmesini engelledi. Levent ve Beyoğlu'nda yürüyüş kolları oluştu. İşçi direnişini bastıramayacağını anlayan hükümet 16 Haziran’da sıkıyönetim ilan etti, DİSK yönetimi de direnişi sonlandırdı. 15-16 Haziran işçi eylemleri, işçi sınıfının kendi gücünü tanıması bakımından çok büyük bir öneme sahiptir. İşçi sınıfının öncülerini içinde toplayan bir devrimci parti olsaydı, bu olaylar çok daha farklı bir şekilde gelişebilirdi. Çok daha fazla sayıda işçi sokağa çıkabilir, hareket önce İstanbul, sonra da Türkiye geneline yayılabilirdi. Yine de işçi hareketi 15-16 Haziran direnişinden başarı ile çıktı, Türkiye İşçi Partisinin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi yasa değişikliklerini iptal etmek zorunda kaldı.

İŞÇİ SINIFI HAKLARI İÇİN MÜCADELEYE DEVAM EDİYOR İşçi sınıfı, bugün artık çok daha büyük bir sınıf. 15-16 Haziran 1970’te toplam işçi ve memur sayısı 2 milyon, sendikalı işçi ve memur sayısı 500 bin iken, bugün bu sayılar sırasıyla 22 milyon ve 3,3 milyon. 1970’ten günümüze Türkiye’nin nüfusu 2,3 kat arttığı halde, işçi sınıfı yaklaşık 11 kat büyüdü, sendikalı işçi sayısı 7 kat büyüdü. Ve işçi sınıfı hakları için mücadeleye devam etti. Bugün başlıca mücadele alanları şunlar: İşsizlik

Göçmen işçilerle dayanışma Göçmenlere yönelik ırkçı milliyetçi tavırlara karşı mücadele etmeliyiz. Göçmen işçiler, Türkiyeli kapitalistler tarafından ucuz iş gücü olarak kullanılmakta ve azgın bir sömürüye tabi tutulmaktadır. Göçmenlerle dayanışma, işçi örgütlerinin, sendikaların her zaman gündeminde olmalıdır. Yapabileceklerimiz: n Sendikal örgütlenmenin zayıf olması en önemli sorunumuz, bunu değiştirmek için kolları sıvamalıyız, her işyerinde sendika örgütlemeliyiz.

İşsizlik artıyor, yeni iş bulanlar asgari ücretin bile altında ücretlerle çalışmaya zorlanıyor. Türkiye işçi sınıfı dünyaya ucuz emek pazarı olarak sunulmak isteniyor. Sendikalar, işçi sınıfının bugünleri bile aratacak çok daha ağır sömürü koşullarında çalıştırılmasını önlemek için şimdiden kolları sıvamalı, örgütlenmeli, hak arama mücadelesini yükseltmelidir.

n İşçilerin birleşik mücadelesini büyütmek zorundayız. Her iş kolunda tek sendikada toplanmalı, işçi sınıfını bölen suni ayrımlardan kaçınmalıyız.

Enflasyon ve asgari ücrete zam

n Taşeron için, iş cinayetleri ve güvencesiz çalışma için kamuoyunu aydınlatıcı etkinlikler düzenlemeliyiz.

Enflasyon yüzde 15’i geçti. Seçimler nedeniyle karşılıksız para basıp dağıtan hükümet, sonuçta bunun faturasını enflasyon aracılığı ile işçilere emekçilere yıkacak. Biz bu faturayı ödememeliyiz. Bunun için ücretlere, en başta da asgari ücrete en kısa sürede zam talep etmeliyiz. Asgari ücret en az 2500 TL olmalıdır.

n İşsizlik 6 milyon kişiye ulaştı. Bu durum işyerlerinde muazzam bir basınç yaratıyor. İşsizlerin de sendikalarda örgütlenmesini sağlamalıyız.

n Asgari ücretin 2500 TL olması için sokakta eylemler yapmalıyız, sendikaların devlet ve patronlarla pazarlığına müdahil olmalıyız. n Patronlardan daha fazla vergi alınmasını talep etmeliyiz.

İş cinayetlerine karşı direniş

n OHAL’in kaldırılması için mücadele etmeliyiz.

Esnekleştirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirme devam ettikçe ölümler de kazalar da devam ediyor, son bir yılda iş cinayetlerinde en az 2200 işçi yaşamını kaybetti. İşçi sendikaları iş cinayetlerini engellemek için kamu ve özel kesimdeki işverenlere baskı yapmalı, sahada iş güvenliğine aykırı hususları tespit ettiğinde üretimi durdurabilmelidir.

n 24 Haziran seçimlerinde işçi düşmanı iktidardan hesap sormalıyız. n İşçi sınıfı 15-16 Haziran’da nasıl ki, kendi geleceğini savunmak için mücadeleye atıldıysa, 24 Haziran’da da otoriter yönetim anlayışına geçit vermeyecektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.