DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
624
5 Eylül 2018 3 TL. sosyalistisci.org
BORC, PATRONLARIN
ÖDEMEYİ ONLAR YAPSIN! Türkiye kapitalizmi derin bir borç krizi yaşıyor Siyasi kriz, ekonomik krizi büyütüyor
Patronların yarattığı krizin faturası işçilere çıkarılıyor
sayfa 6-7-8-9-10
ARETHA FRANKLİN BİZE MÜCADELE VE ÇOK FARKLI BİR DÜNYA VİZYONU SUNUYOR
sayfa 11
ALMANYA’DA FASİSTLERE KARSI , , MÜCADELE sayfa 4
2
GÜNDEM
SAVAŞ, İDLİP VE GÖÇMENLER İyi Parti sözcüleri, bu partinin memleketteki ırkçı noksanlığını gidermek üzere kurulduğunu kanıtlamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Parti sözcüsü Ümit Özdağ, yine şunları söyleyebildi: “Bayram vesilesiyle birçok Suriyeli sığınmacının ülkelerine gittiklerini ve Türkiye’ye döndüğünü görüyoruz. Avrupa’ya giden Suriyeli sığınmacılar Suriye’ye tatil için gittikleri zaman tekrar gittikleri ülkeye kabul edilmiyorlar, doğrusu da budur. Eğer bir ülkeden savaş için kaçıyor ve tatil yapmaya o ülkeye gidiyorsanız bunun anlamı o ülkede kalma şartlarınızın ortaya çıkmış olmasıdır. Biz İYİ parti olarak Suriyeli sığınmacılara Türkiye’de vatandaşlık değil, Suriye’de bir vatan verme fikrindeyiz.” Bu, apaçık ırkçılık kokan sözler, tek bir güdüyle dile getiriliyor: Gerçeği gizlemek için yalan söyleme güdüsü! Özdağ gibiler Suriye’de iç savaşın sürdüğünü bilmiyor olabilirler mi?
yacağının kararını verecek olan Rusya, Rusya’yla rekabetinde avantajlı hale gelmek için Suriye’de mevzi kazanmaya çalışan ABD ve onun koalisyonunun güçleri, Suriye’de muhalefetin İslamcı kanadı dışında herkesle temas halinde olan PYD askeri güçler olarak yer alıyor. Türkiye ise İdlip’te rejimle muhalefet arasındaki sınır bölgesinde 12 adet askeri gözlem noktasına sahip. Manzara, Esad İdlip’e saldırdığında büyük bir bölgesel yangının fitilini ateşlemiş olacağını da gösteriyor. Böyle bir saldırının ilk sonucunun büyük bir göç dalgası olacağı çok açık. Bölgede çalışan sağlık kuruluşları bu göç dalgasının 250 bin ila 700 bin kişiyi kapsayabileceğini öngörüyor. İşte Ümit Özdağ gibiler, bu göç dalgasını engellemek üzere, önce İdlip ardından da Suriye’de halkların özgürce, temel insani yaşam şartları garanti altına alınarak, çatışma olmadan nasıl yaşayacağını dert edineceğine, şimdiden, yeni bir göç dalgasına karşı hükümeti uyarma görevini yerine getiriyor.
Özdağ gibiler Suriye’nin hala dış ve iç göçle çalkalandığını bilmiyorlar mı?
Her ırkçı kaçınılmaz olarak nüfus planlaması müdürü gibi çalışır. İyi Partililer de böyle giderse 2040 yılında Türkiye’deki Suriyeli sayısının 7.5 milyona ulaşacağını hesaplıyorlar.
Elbette biliyorlar!
Ortalık bu ırkçı vasatla dolu!
Özdağ da zaten aynı açıklamasında “Suriye’ye barışın gelmesi için” diye bir cümle kuruyor. Suriye’de barış yok!
Ortalık, bu tür iddialarla, kötüye giden her gelişmenin sorumlusunu Suriyelilerde arayan ırkçılarla dolu.
Peki Özdağ gibiler, Suriye’de ayaklanma iç savaşa döndüğünden beri en sert çatışmanın kapısının İdlip’te aralandığını bilmiyor olabilir mi?
Bunların Almanya’daki kardeşleri bir haftadır Almanya’da Chemnitz’te Iraklı, Suriyeli, göçmen, Müslüman avı peşindeler.
Bal gibi biliyorlar!
Olamaz! İdlip’te kan gövdeyi götürmek üzere. Gelişmelere “kanlı iç savaşın final sahnesi” diyenler var. İdlip’te 2.4 milyon insan yaşıyor, onlarca örgütün binlerce militanı İdlip’te. Rejim İdlip’i kuşatmış vaziyette ve herkes nefesini tutmuş saldırının ne zaman başlayacağını hesaplamaya çalışıyor. İdlip ve civarında 17 İslamcı örgüt, Esad rejimi, bu rejimle işbirliği içindeki İran, Esad’ın saldırıp saldırma-
Sosyalistler ise bir yandan Suriye’de devrimi çalan tüm güçlere karşı Suriye halkının kendi kaderini belirlemesini, tüm askeri güçlerin Suriye’yi terk etmesini, Esad rejiminin savaş suçlarının tescil edilmesini savunurlar. Ama biz öte yandan, Almanya’daki kardeşlerimiz gibi, Almanya’da ırkçılara ve faşistlere karşı göçmenlerle dayanışanlar gibi, göçmen düşmanlığına karşı kitlesel eylemler örgütlemeyi hedefliyoruz. Irkçılara geçit yok!
CUMARTESİ ANNELERİ: MÜCADELEYE DEVAM
701. hafta eylemi, polis ablukasında yapıldı.
Cumartesi Anneleri’nin 700. buluşması bizzat İçişleri Bakanı’nın talimatıyla polis şiddetiyle engellenmeye çalışıldı. Biber gazıyla, plastik mermiyle ve Emine Ocak gibi kayıp yakınlarını ve insan hakları aktivistlerini gözaltına alarak buluşmanın engellenmeye çalışılması geniş bir öfkeye sebep oldu. Cumartesi Anneleri’nin yirmi yılı aşkın mücadelesinin çok güçlü bir toplumsal meşruiyeti var. 700. haftada Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelmeye çalışan binlerce insanın olması, kitlenin tüm müdahalelere rağmen saatlerce dağılmadan İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarını doldurması, Garo Paylan, Hüda Kaya, Arat Dink gibi isimlerin gözaltılara karşı direnişi tam da bu meşruluktan geliyor. 701. haftada yine oturma eylemi Yerli milli iktidar, annelere yönelik polis şiddetinin ve gözaltıların yarattığı geniş tepkiden kendince ‘ders çıkarmış’ olacak ki bir sonraki hafta, 701. buluşmayı engellemek için sabahın erken saatlerinden itibaren tüm Taksim’i adeta sıkı yönetim ilan edilmiş bir bölgeye çevirdi. OHAL sözde kaldırılmış olsa da süreklileşmiş bir OHAL rejiminin kurulduğu bir kez daha ‘hatırlatıldı’. Polis ablukasına rağmen yüzlerce insan İnsan Hakları Derneği’nin önünde adalet arayışını haykırdı. Cumartesi Anneleri’nin eylemine müdahaleyle birlikte bundan sonra İstiklal Caddesi’ndeki her türlü eylem, basın açıklaması gibi demokratik hakkın yasaklandığı açıklandı. Ne İstiklal Caddesi’nin ne de Cumartesi Anneleri’nin gör-
düğü ilk yasak bu. İlk kez bir devlet yetkilisi Cumartesi Anneleri oturma eylemine katılanlara terörist demiyor. En son ‘bunlar kullanılıyorlar’ diyen bir başbakan, bir yıl sonra Cumartesi Anneleri’yle makamında görüşmüştü. Kayıp yakınlarının mücadelesi dün başlamadı Eylem yasağının sürdürülebilir olmadığının ve adalet için mücadele verenlere her türlü karalamayı yapanların, hakaret edenlerin, küçümseyenlerin, kaba kuvvetle sindirebileceğini zannedenlerin tarihin çöplüğüne gideceğinin en büyük kanıtı yine Cumartesi Anneleri’nin uzun soluklu mücadelesi. Gözaltına alındıktan 55 gün sonra Hasan Ocak’ın işkence edilmiş cansız bedeninin bulunması üzerine, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen yaklaşık 20 kişi sessizce oturdu. Arkadaşıma Dokunma kampanyası aktivistlerinin öncülük ettiği Cumartesi oturmaları hızla gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının uzun soluklu bir mücadele dalgasına dönüştü. Her hafta, toplanan birkaç on kişiye karşılık yüzlerce polisin ablukası ve çoğu zaman yoğun şiddetle geçti. Mart 1999’da, o günlerin keskin milliyetçi havasında artan polis şiddeti ve gözaltılar nedeniyle Cumartesi Anneleri oturma eylemine ara verildi. Tam 10 yıl boyunca Galatasaray Meydanı’ndaki Cumartesi buluşmaları yapılmadı. Verilen uzun araya rağmen, 1990’lı yıllar boyunca terörle mücadele politikası adı altında uygulanan sistematik ‘zorla kaybet-
meler’ için hesap sorma arzusu ve adalet talebi eksilmedi, büyüdü. Özellikle Ergenekon ve derin devletin azılı simalarının yargılandığı dönemde geçmişte işlenmiş pek çok suç gibi, faili belli cinayetler, yargısız infazlar ve zorla kaybetmeler de daha yaygın tartışılan bir mücadele haline geldi. 2009’da Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray’daki haftalık buluşması yeniden başladı. Bu dönemde güçlenen mücadelenin etkisiyle bazı zorla kaybetme vakalarına dair davalar açıldı. 2010’da Jitem Ana Davası olarak birleştirilen bazı davalar görülmeye devam ediliyor. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın baş sanıklarından olduğu, maktuller arasında Musa Anter’in de yer aldığı cinayetlerle ilgili davanın bir sonraki duruşması önümüzdeki Kasım ayında yapılacak. Şimdi, aradan bir 10 yıl daha geçtikten sonra yeniden savaş, çatışma ikliminin, sağcılığın, milliyetçiliğin yükseldiği bir politik dönemdeyiz. Ergenekon vb. davalardan geri adım atıldı, sorumluların yargılanması tamamlanamadı. Bu iklimden istifade 1990’lı yılların suçları yine inkar edilmeye başlandı. Yeniden şiddet devreye sokuldu. 1995’te ilk Cumartesi buluşmasını başlatan, Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak mı kazanacak, yoksa geçen hafta onu gözaltına aldıranlar mı? Geçmişi inkar ettikçe bugün işlenen suçların üzerini örtmeye çalışanların kazanma şansının olmadığını, 20 yıldır zorla kaybedilen yakınları için hesap soran ve adalet isteyenlerin, aktivistlerin kararlılığı gösteriyor.
GÜNDEM
HÜKÜMETİN AKLINA DEMOKRASİ NEDEN GELDİ? AKP hükümeti, bir kez daha AB ile ilişkilerini toparlama yoluna girdi. Oysa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, son iki yıl içinde hem Hollanda ile hem de Almanya ile yaşanan krizlerde, bu ülkelere “Nazi” demişti. Ekonomik krizle boğuşulmaya hazırlanılan dönemde ise hükümet Nazi olarak gördükleriyle ittifak sürecini hızlandırmayı planlıyor. İlk toplantısını Kasım 2014’te yapan ve Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda gerçekleştireceği reformlar için takvim- çalışma prensibi ortaya koyan Reform Eylem Grubu’nun üç yıldır yapılamayan toplantıları yeniden başladı. Aralık 2015’ten sonra gerçekleştirilen ilk toplantıya Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak katıldı. Dışişleri Bakanlığı AB Başkanlığı’ndaki toplantının ardından dört bakan bir basın toplantısıyla görüşlerini kamuoyuna açıkladı. AB sürecinin öneminden bahseden bakanlar, AKP’nin “reformcu” yönüne vurgu yaptılar. Demokratikleşme ve yargı konusunda adımların atıl-
masından bahsettiler. Hükümete yakın yazarlardan Abdulkadir Selvi de AB ile işbirliğinin temeli ekonomik hedeflerle belirlense de AB’nin siyasi kriterleri önümüze getireceğini hatırlatarak, “sembolik tutuklamalar” konusunda adımlar atılabileceğini yazdı. Yani Enis Berberoğlu, Osman Kavala ve tutuklu belediye başkanlarının serbest bırakılması gündeme gelebilir. Neden AB? AKP hükümeti kısa süre öncesine kadar Avrupa Birliği’yle fasılların kapanması ihtimalinden çekinmiyor, AB’nin krizde olan bir yapı olduğunu söylüyor, Türk egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda Avrupa egemen sınıflarıyla itişip kakışıyordu. Şu an böylesi bir sürece dönülmesinin sebebi, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı. Türkiye’yi ekonomik olarak köşeye sıkıştırmak isteyen ABD, aynı zamanda AB’deki müttefiklerine de benzer tehditleri yöneltiyor. Özellikle Almanya’yı ticaret savaşı ilan ettiği ülkelerin arasında sayıyor. Trump liderliğinin bu agresif politikası, AB ile Türkiye’yi yeniden zorunlu olarak müttefik olmaya itiyor.
Zira Fransa ve Almanya’dan ABD’ye karşı Türkiye’yi koruyan açıklamalar gelmişti. Ayrıca, TL üzerinden Türk ekonomisinde yaşanan dalgalanmanın, kötü sonuçlanması hâlinde Avrupa bankalarını da krize sokabileceği öne sürülüyor. Hukuk, demokrasi ve reform mu? Öte yandan, Selvi’nin yazısı ve kısa vadede yaşanacak gelişmeler gösteriyor ki, Türkiye’de hukuk tamamen hükümetin politikasının yön verdiği bir araca dönüşmüş durumda. Osman Kavala, bütünüyle saçma iddialarla ve hiçbir elle tutulur delil olmadan bir seneye yakın süredir tutuklu. Ancak serbest bırakılması AB ile yürütülecek “müzakerelere” bağlı. Bu, AKP’nin Rahip Brunson krizinde ortaya attığı, Türkiye’de yargının “bağımsız” olduğu iddiasını çökertiyor. Bakanların vurguladığı AKP’nin “reformcu” kimliği ise çok uzaklarda kalmış bir hatıra. 2002-2010 döneminde, Avrupa hükümetleri için AKP, Türkiye’deki klasik Kemalist rejimden uzaklaşma adımları atan, dolayısıyla Batılı liberal demokrasilere benzemeye çalışan bir iktidarı
temsil ediyordu. Ancak Kürt sorununda çözümün rafa kaldırıldığı, ifade ve gösteri özgürlüğünün bütünüyle yasaklandığı, eşcinsellerin ve kadınların baskı altına alındığı, polis sopasının, milliyetçiliğin ve ırkçılığın hakim olduğu bugünlerde ne Avrupa ne de herhangi bir bağımsız gözlemci açısından böyle bir özelliğinden söz edilebilir. Kitlesel mücadele Sonuç olarak, Türkiye’de demokrasinin gelişmesi için AB ile yürütülecek görüşmelere bel bağlamak da büyük bir hata olur. AB bir demokrasi kurumu değil, Avrupalı kapitalistlerin çıkar birliğidir. İkiyüzlülüğünü hatırlamak için, Erdoğan’a yapılan onca otoriterlik eleştirisine rağmen, 2016 yılının başında imzalanan mülteci geri kabul anlaşmasına dönülebilir. Erdoğan içeride hangi politikaları uygularsa uygulasın, mültecileri Avrupa’ya salmama konusunda AB’yle uyumlu davrandığı sürece müttefiklik ilişkisi sürmüştü. Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi için işçi sınıfının merkezinde olduğu kitlesel hak mücadelelerinin gelişmesine ihtiyacımız var.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞ GÜNÜ! Devletin eylem alanlarına müdahalesi her geçen gün artıyor, her hafta yeni bir eylemin yasaklandığı haberini alıyoruz. Cumartesi Anneleri eylemi, iş cinayetlerinde yaşamını kaybeden ailelerin eylemi, Galatasaray Meydanı’nda yasaklandı. 1 Eylül barış mitingi bu yasakları protesto etmek, hem barışı hem de özgürlükleri savunmak için bir fırsat olabilirdi. Olmadı! Mitingler, özellikle İstanbul mitingi çok sönük geçti. Bu sönüklüğün nedenlerinden birisinin yaşanan politik mağlubiyet havası olduğunu görmek lazım. Dile kolay, 2015 yılında seçimlerin ardından “seni başkan yaptırmayacağız” halayları çekilirken, 2018 yılının yaz aylarında Erdoğan başkanlık koltuğuna oturdu! Sorunu başından sonuna kadar Erdoğan’ın başkanlık koltuğuna oturup oturmamasından ibaret görenler açısından, yaşanan kesin bir mağlubiyet oldu. Oysa Erdoğan başkanlık koltuğuna otursa da bunu ancak OHAL koşullarının ağır havası içinde, neredeyse sadece Erdoğan’ın sesinin duyulduğu propaganda koşulları altında, ancak ve ancak MHP’yle kurulan ittifak sayesinde ve üstelik bu ittifakın kendi toplamından çok daha az oy almasıyla ve iktidar gücünün tüm merkezileşmesine rağmen toplumun yaklaşık yarısının oyunu almayı başaramadan gerçekleştirebildi. Mağlubiyet duygusunun ağırlığı, bütünüyle ve tüm gerçekliğiyle kavrandığında olayların içinde mücadele etmek için gerekli potansiyelleri taşıdığının görülmemesine neden oluyor. Kuşkusuz, barış mitinginin düşük katılımla ve coşkusuz gerçekleşmesi, sadece mağlubiyet duygusundan kaynaklanmıyor. Özellikle 2015 IŞİD Gar katliamının ardından o vakte kadar sokaklara her şeye rağmen güçlü bir şekilde çıkan barış aktivistleri, bu alanlardan geri çekilmeye başladılar. Gar katliamının yarattığı hasar onarılıp yeniden kitlesel bir şekilde sokağa çıkılabilirdi ama bu sefer de 15 Temmuz darbesi ve darbeden sonra ilan edilen OHAL’in doğrudan demokratik haklara bir saldırı şeklini alması eylem yeteneğinin gerilemesine neden oldu. Bir başka sorun ise özellikle bu yıl, barış mitinginin, mitinge çok kısa bir süre kaldığında duyurusunun yapılmış olmasıydı. Diğer bir deyişle, barış mitingi çok ciddiye alınmamıştı. Fakat asıl sorun, bunların hiçbirisi değil. Bu sorunların her birinin etkilediği temel mesele, Türkiye’de savaş karşıtı hareketin Suriye’de son 7 yılda yaşanan gelişmeler karşısında net bir şekilde bölünmüş olması. Tutarlı, antikapitalist bir savaş karşıtı hareket, küresel askeri güçlerin ve bölgesel güçlerin karmaşık bir şekilde dahil olduğu Suriye iç savaşında hem bu güçlere hem de Esad’ın katliamcılığına aynı anda karşı çıkmalıydı. Fakat Esad rejiminin katliamlarının IŞİD’in katliamcılığının yanında giderek silikleşmesi savaş karşıtı hareketi felç etti. Hala sadece Türkiye’de değil dünyada büyük bir çoğunluk IŞİD’in Esad rejiminden daha fazla insanın ölümünden sorumlu olduğunu düşünüyor.
1 Kasım 2017’den bu yana cezaevinde tutulan Osman Kavala.
Ama daha fazla geri adım atamayız. Bir yandan uzun soluklu bir kampanya yaparak savaş karşıtı mücadeleyi yükseltmeli ve bir yandan da ırkçılığa da kapı aralayan Suriye iç savaşına ve göçmen sorununa doğru politik temellerde yaklaşmak için hızla ve kararlı bir şekilde tartışmalıyız.
4
DÜNYA
ALMANYA’DA FAŞİSTLERE KARŞI DİRENİŞ
Antifaşistler sokakta.
Almanya'nın Chemntiz şehrinde düzenlenen bir festivalde, sabaha karşı birçok kişinin karıştığı bir kavga sonucunda bir Alman'ın mülteciler tarafından öldürüldüğü haberi hızla yayıldı. Haberin yayılmasıyla birlikte, başta sağcı/ırkçı Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi, mülteci karşıtı ve ırkçı Pegida ve neonazi unsurlar tarafından yönlendirildiği bilinen Pro Chemntiz örgütü tarafından sokağa çıkma çağrıları yapılmaya başlandı. Irkçılar sokağa çıktı Kısa sürede Chemnitz sokaklarında toplanan binlerce ırkçı, şehrin sokaklarında yabancıya benzediklerini düşündükleri herkesi kovalamaya ve darp etmeye başladılar. Birçok kişi ırkçılar tarafından dövülerek hastanelik edildi. Bütün bu olaylar esnasında polis kuvvetleri son derece yetersiz kaldı, hatta ırkçıların eylemlerine seyirci kaldı. Pazartesi günü yine binlerce ırkçı ve neonazi, Chemnitz'de büyük bir gösteri düzenledi. Antifaşist güçler de bu gösteriye kalabalık bir şekilde karşı koymaya çalıştılarsa da, güçleri ırkçıların yürüyüşünü durdurmaya yetmedi. Gösteri sırasında ırkçılar tarafından "Almanya Almanlarındır, yabancılar dışarı" sloganları atıldı ve
YEMEN’DE SAVAŞ SUÇLARI Birleşmiş Milletler (BM) Yemen'de devam eden savaşta tüm tarafların savaş suçu işlemiş olabileceğini belirtti. Raporda, tutsaklara yönelik işkence ve tecavüz gibi insanlık suçları da yer alıyor. Yemen’in Batı bölgesini Şii muhaliflerin, yani Husilerin de, sivillerin yaşamını gözetmediği raporda yer alan bir başka unsur.
Hitler selamı verildi. Sol mücadele ediyor Bütün bunlar olurken, başta Sol Parti olmak üzere sendikalar, antifaşist örgütler, dernekler ve siyasi partiler, Chemnitz'de yaşanan ırkçı saldırganlığı ve kalkışmayı kınayan açıklamalar yapmaya başladılar. Son olarak Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas da olayları kınayarak, ırkçılıkla daha radikal bir şekilde mücadele edilmesi çağrısında bulundu. Türkiye ile kirli mülteci anlaşmasına imza atarak bugünkü ırkçı kalkışmaya zemin hazırlayan Merkel dahi, antifaşist kitlelerin baskısı altında Almanya sokaklarında ırkçılığa yer olmadığını söyledi. 1 Eylül Cumartesi günü AfD, Pegida ve Pro Chemnitz tarafından düzenlenen yürüyüşe, binlerce ırkçı ve Neonazi katıldı. Ancak bu defa karşılarında yaklaşık aynı sayıda antifaşist vardı ve ırkçılar yürüyüşlerini vaktinden önce sona erdirmek zorunda kaldılar. Yaklaşık 70 dernek, örgüt ve partinin oluşturduğu "Nazisiz Chemnitz İttifakı" tarafından düzenlenen gösteri, Chemnitz'de şehir merkezi yakınlarında bulunan Johannis Kilisesi önünde gerçekleştirildi. Gösteriye Sosyal Demokrat Parti (SPD) Genel Sekreteri Lars Klingbeil, Sol Parti Meclis Grup
Başkanı Dietmar Bartsch, Yeşiller partisi milletvekili Cem Özdemir, Saksonya Eyaleti Başbakan Yardımcısı Martin Dulig ve eski Almanya Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz da katıldı. Başta DGB (Almanya Sendikalar Birliği) olmak üzere, çeşitli sendikalar ve meslek örgütleri de antifaşist eyleme destek verdi. Chemnitz, Almanya'nın doğu eyaletlerinde bulunan bir şehir. Özellikle 2008 krizinden sonra işsizliğin ve sosyal kesintilerin artması sonucunda, sağın hızla güç kazanmaya başladığı bir yer. Son seçimlerde ırkçı Almanya İçin Alternatif Partisi, oylarını %24'e kadar çıkarmış durumda. Krizden, yoksullaşmadan ve umutsuzluktan beslenen faşizmi geriletecek en önemli güç, sokağa çıkan örgütlü işçi sınıfı. Tarih bize örgütlü işçi sınıfının güçlü bir şekilde sokağa çıktığı her yerde, faşizmin geri çekildiğini gösteriyor. Bu nedenle Almanya'nın her yerinde antifaşist kitlelerin sokağa çıkması, sendikaların ve işçi sınıfının diğer örgütlerinin buna destek vermesi umut vaat ediyor. Son olarak Hamburg'da 16.000, Köln ve Duisburg'da 2.000'er kişi, sınırların açılması lehine ve ırkçılık karşıtı gösterilere katıldı.
Ne olmuştu?
Savaş suçları
2011 yılında başlayan gösteriler sonucu Yemen Başkanı Ali Abdullah Salih devrilmiş ve yerine Abdurabbu Mansur Hadi geçmişti. Daha önce Salih’e karşı mücadele eden ve ülke nüfusunun %30’unu oluşturan Şiilerin lideri Abdül Malik El Husi, Hadi yönetiminden federasyon talep etmişti. Bunun gerçekleşmemesi üzerine 2014’te başlayan ayaklanma ile Husiler başkent Sana dahil ülkenin büyük bir bölümünü ele geçirdi. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri müdahale ederek, Batı bölgeleri hariç ayaklanmayı bastırdı.
Ambargo nedeniyle, 22 milyon insanın temel ihtiyaç maddelerine ulaşamıyor. Suudi bombardımanı sık sık düğünleri, hastaneleri, okulları, otobüsleri, pazar yerlerini ve sivil yerleşimleri hedef alıyor. su ve kanalizasyon altyapısı da ağır hasar almış durumda. Bu nedenle sık sık salgınlar ve su kıtlığı yaşanıyor. Savaşta yaklaşık 10 bin kişi hayatını kaybettiği ve bunun üçte ikisinin siviller olduğu raporda yazsa da gerçek ölü sayısın bunun çok üzerinde.
HİNDİSTAN’DA KAPİTALİZMİN FELAKETİ Hindistan'ın yedi eyaletinde bu yıl muson mevsimindeki şiddetli yağış, sel ve toprak kayması nedeniyle ölenlerin sayısı bini aştı. Üç aydır aralıksız devam eden yağışlar Ağustos ayında şiddetlendi. Bu yağışlardan en fazla etkilenen eyalet Kerala oldu. Ağustos başından beri gün ve gün artan ölü sayısı Ağustos’un sonunda Kerala’ da 483’e ulaştı ve hala kayıpların olduğu söyleniyor. Bölgede elektrik yok, su yok. Onlarca hastane tamamen sular altında, onlarcası da kullanılamaz durumda. Yüzbinlerce insanın evinin tarumar olduğu, ekili tarım arazilerinin sular altında kalmasıyla eyaletin tüm gelirini kaybettiği de eyalet valisinin yaptığı açıklamada yer alıyordu. Kurtarılan insanlar ve yaşam alanlarını kaybedenler başka bölgelere, yardım kamplarına taşınmış. Ama kısa sürede milyonu aşan kamplarda salgın hastalıkların baş göstermesi, boğulmaktan kurtulan insanları bekleyen yoksulluk, evsizlik, hastalık, göç etmek gibi daha birçok sorun sel sularının çekilmesiyle birlikte açığa çıkacak. Bunlar açığa çıktığında belki biz çoktan Kerala’ yı bırakmış bir başka felaketin boyutlarına şaşırıyor, üzülüyor ve öfkeleniyor olacağız. “Nazik bir uyarı” Hintli yazar ve aktivist Arundhati Roy Kerala bölgesindeki sel felaketi üzerine yazdığı makalenin sonunu “Bunca hiddetine rağmen 2018 sel felaketi belki de sadece nazik bir uyarıydı” diye bitirmiş. Bu daha büyük felaketlerin yaşanacağının uyarısı… Ama bu yılın başından beri dünyanın dört bir yanını kavuran aşırı sıcaklar, söndürülemeyen orman yangınları, insanları açlığa mahkum eden şiddetli kuraklıklar, aşırı yağışlar ve seller… Her bir felaketin yarattığı insani, ekolojik ve maddi kayıplarının özeti bile sayfaları doldurmaya yeter. Oysa yapmamız gereken felaketlerin boyutlarını ve olacak olanları anlatmaktan fazlası olmalı. felaketlerin oluşmasından sorumlu olanın ne olduğunu anlamak ve buna karşı mücadele etmek asli önceliğimiz olmalı. Sorumlular, suçlular Fosil yakıtların kullanımının sıcaklığı artırdığı, iklimi değiştirdiği; değişen iklimin aşırı hava olaylarına yol açtığı onlarca yıldır biliniyor. Bu bilgi sadece bilim dünyası içinde değil bizzat bu işten sorumlu olanlar tarafından biliniyor. Örneğin Exxon Mobil otuz küsur yıl önce bu bilgiye kendi yaptırdığı bir araştırma sonucu ulaşmıştı. Faaliyetini sürdürmesi halinde gezegen sıcaktan kavrulacaktı. Ama bu bilgi onu durdurmadı aksine daha fazla petrol çıkarmak için yatırımlarına hız verdi. Bununla da yetinmedi ve kâr etmesine engel olunmasını önlemek, kamuoyunu manipüle etmek için ‘iklim değişikliği yoktur’ ya da şüphe ile yaklaşılması gerekir diyen kuruluşlara para verdi. Exxon Mobil’in yaptığını bir çok dev şirket yapıyor. Kuzey Kutbu buzullarının erimesini fırsat diye gören ve sevinen şirketle var örneğin. Deniz taşımacılığında daha kısa yeni bir rotanın oluşması; bunun maliyetlerde düşüşlere yol açması ve kârlılığı artırması şirketleri sevindirirken, buzullar nedeniyle ulaşılması maliyetli ve güç petrol, doğalgaz ve çeşitli değerli madenlere daha rahat ve ucuza ulaşılması da kıyı ülkelerini sevince boğuyor. İnsan ve canlı türlerinin tükenmesi gerçekliği karşısında hala elde edecekleri kârları düşünenlerin egemenliğindeki kapitalist sistemin yarattığı bir krizi alt etmenin tek yolu bu sistemi tamamen değiştirmekten geçiyor. Kapitalist sistemin yıkıcılığı iklim değişikliği ile birlikte yaşamı, yaşam olanaklarını yok ediyor.
RÖPORTAJ
5
“ANTİSEMİTİZMLE MÜCADELEYE VERİLECEK DESTEK ÇOK ÖNEMLİ” Yazar Işıl Demirel’le antisemitizmin kökenleri, ırkçılık ve ırkçılığa karşı mücadelenin dinamiklerini konuştuk. Türkiye'de köklü bir antisemitizm geleneği var. Türkiye'de antisemitizm nelere sebep olmuştur ve antisemitizmle nasıl mücadele etmeliyiz? Türkiye’de köklü bir antisemitizm geleneği olduğu kesinlikle çok doğru. Özellikle milliyetçiliğin, özcülüğün keşfi ile beraber bu coğrafyada antisemitizmin yazık ki bir daha kaybolmamak üzere ortaya çıktığını söyleyemek mümkün. Yani 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilfiil görünür bir antisemitizm mevcut. Ancak failler ve argümanlara gelirsek, bana kalırsa aslında bunlar çeşitli olsa da zaman ne kadar değişirse değişsin hep aynı kalıyorlar. Çünkü herşeyden önce yenilenen bir söylem yok. Zihni, arka planı ve doğası ile antisemitizm hep aynı antisemitizm. Dolayısıyla aslında bundan 80 yıl önce medyada kullanılan antisemit söylemlere bugün hala denk gelmek mümkün. Yazarın adı, gazetenin adı ve söylemin ideolojisi farklı olsa da antisemit söylemin kendisi aynı kalıyor. Ama tabii antisemit söylemlerin altını kazıdığımızda ortaya çıkan motivasyonlar ya da başka bir deyişle bahaneler her zaman güncelleniyor. Her ırkçı, milliyetçi söylem ve eylem gibi antisemitizm de aslında iyileşitirilemez yaralar açıyor muhattaplarında. Herşeyden önce güven yitirilmesine sebep oluyor. Antisemitizmin açık ve görünür olduğu dahası cezalandırılmak yerine neredeyse ödüllendirildiği bir ülkede antisemitizmin muhattabı olmak durumunda kalan Yahudilerin huzur içinde yaşayabileceklerini düşünemeyiz. Ki zaten huzur içinde yaşamayadıkları için özellikle 1930’lardan bu günümüze son derece fazla göç verdiğimizi hep birlikte biliyoruz. Özellikle 1930’larda Nazi hayranlığının ülkemizde yaygınlaşması ile beraber üretilen söylemlerin, 1934 yılında Trakya’da yaşanan pogromlara sebep olduğunu bugün artık inkar edemeyiz. Gerek ülke siyasetinin, gerek azınlık karşıtı kanunların gerekse antisemit söylemlerin en görünür karşılığı ülkedeki Yahudi nüfusun azalmasıdır ki aslında acı ama gerçek bu durum ülkenin önemli bir kısmını da sevindiren bir değişimdir. Çok kültürlülüğü, bir arada yaşamayı meziyet saymadığımızdan ülkeden kaçmayı, uzaklaşmayı tercih eden Yahudilerin aslında hepimiz için bir kültür kaybı olduğunu görmekten de çok uzağız. Antisemit söylem ve fikirlerin yol açtığı pek çok küçük, büyük vaka saymak mümkün tabii. Ama bunları saymaktan
“Antisemitizmin açık ve görünür olduğu dahası cezalandırılmak yerine neredeyse ödüllendirildiği bir ülkede antisemitizmin muhattabı olmak durumunda kalan Yahudilerin huzur içinde yaşayabileceklerini düşünemeyiz.” daha önemlisi bundan sonra olacakların önüne nasıl geçileceğine kafa yormak. Bu noktada antisemitizmle mücadeleye verilecek destek önemli. Antisemitizmle mücadele içinse en önemlisi öncelikle antisemitizmin ne olduğunun anlaşılır, bilinir olması. Türkiye’de son derece yaygın olan antisemitizmle mücadele etmenin tek yolu ise aslında komik gelecek belki ama eğitim. Amerika’nın, çok değil 50 – 60 sene öncesine dek siyahlara uyguladığı ırkçı politikalar günümüzde nasıl eleştirilir hale geldiyse, Almanya’nın Holokost sırasında Yahudilere uyguladığı zulümler bugün nasıl ayıp olarak algılanır olduysa belki bugün değil ama gelecekte Türkiye’de neredeyse 100 yıldır süren görünür antisemitizmin de bir ayıp olarak algılanır hale gelmesi için öncelikle bu söylem ve zihniyetin karşısında olmak, mücadele etmek ve daha da önemlisi neden yanlış olduğunu dillendirmek gerekiyor. Siyasetçiler neden antisemit söylemlerde bulunur? Hrant Dink Vakfı’nın geçen yıl yayınladığı Medyada Nefret söylemi raporunda Yahudiler birinci sıradaydı yazık ki. İsrail politikaları, mevcut hükümetlerin gerek İsrail ile kurdukları ilişkiler gerekse diğer dış ilişkiler üzerinden antisemitizmin artış ve azalışını canlı olarak seyredebilmenin mümkün olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ve tam da aslında az önce dile getirdiğim gibi antisemit söylemlerin faillerinin tek bir adresi ve ideolojisi yok. Taban tabana birbirlerinin zıttı olarak tanımlayabileceğimiz iki ayrı siyasi figürden neredeyse birbirinin aynı söylemleri duymak bu yüzden mümkün olabiyor. Peki siyasetçiler neden antisemit söylemlerde bulunur? Aslında bunun cevabı çok basit: çünkü antisemitizm neredeyse her tabanda kendine karşılık bulan, her ideoloji içinde tohumlandırılan, söylem üzerinden köklenen bir nefret türü. Herhangi bir konuyu açıklarken konuyu Yahudilere bağlamak ve suçu
onlara yüklemek herkese çok makul geliyor. “Dünyayı Yahudiler yönetiyor” önermesi neredeyse tüm herşeyi açıklayabilen bir kilit fikir olarak kullanılıyor. Acı ama tiraj arttırmak isteyen gazeteler, çok okunmak isteyen köşe yazarları, alkış toplamak isteyen siyasiler, antisemitizmi kullanarak büyüyorlar. Tabanda karşılığını yok etmek, bu söylemleri görünür ve kitlesel bir şekilde ayıplamak bununla mücadele için, değişim için tek çare. Muharrem İnce attığı tweet nedeniyle yarım ağızla özür diledi. Türkiye'deki siyasetçilerde özür dilememe, diliyorsa bile yarım ağızla ve sonuçlarını fark edemeyen bir özür dileme kültürü var. Özür azınlıklar için ne anlama geliyor ve nasıl özür dilenmeli? Öncelikle Muharrem İnce’nin dilediği özrün söyleminin de antisemitizm bağlamında bizzat problemli olduğunu düşünüyorum. Neden dersen, Muharrem İnce antisemit söylemi için özür dilemedi aslında. Kendisi, üzdüğü Türkiye vatandaşı Yahudilerden özür diledi sadece. Bu söylemin antisemit olduğunu kabul etmek değildir yazık ki. Türkiyeli Yahudiler ve duyarlı bir kesim tarafından özellikle sosyal medya üzerinden yoğun olarak eleştirilmesinden sonra bir gazeteciye verdiği röportajda “Benim maksadım yönetimin İsrail politikaları konusunda sergilediği ikiyüzlü tavrı anlatmaktı. Yahudi Cesaret Ödülü üzerinden yaptığım eleştiri yanlış olmuştur. Özür dilerim. Türkiye’de yaşayan Yahudi vatandaşlarımızın üzülmesini asla istemem. Irkçılık da benim defterimde yazmaz” dedi. Türkiye’de yaşayan Yahudi vatandaşlarımızdan kısmının altını çizersek antisemitizmin hala kendisinin söylemi içinde barındığını görürüz zaten. Neden derseniz, zaten antisemitizm tanıdığı Yahudi ile diğer, “öteki”, “kötü” Yahudileri birbirinden ayırmaya kurguludur. Antisemitlere göre tanıdığınız bir iyi Yahudinin sizi aldatmasına izin vermemeli-
siniz zira Yahudiler genel olarak kötüdür. İşte İnce’nin özrü de tam olarak böyle bir özür aslında. Kendi “iyi Yahudi”lerini bir kenara ayıran bir özür. Bu özrü samimi bulmamak bir yana daha da kötüsü ayıp buluyorum bu yaşananı doğrusu. 2013 yılında Rumları hedef alarak ürettiği nefret dolu söylemden sonra dileği ya da dilediğini düşündüğü özür de olduğu gibi yine gaflarla dolu. Özür dilenmek isteniyorsa söylemin ülkedeki muhattaplarından özür dilenmemeli bence. Bu okları daha da onların üzerine yönelten bir tutum bana kalırsa. Mağduru daha da ön plana çıkarmak bir başka yanı ile. Nasıl olmalıydı dersen, söylemin bizzat kendisinin hatalı olduğunu kabul etmeliydi. “Kaş yapayım derken göz çıkardım, nefret söylemi ürettim” denmeliydi. Antisemit bir söylemi tekrarlamış olduğu için Türkiye’de yaşayan Yahudilerden değil tüm kamuoyundan özür dilemeliydi. Çünkü bu söylem aslında sadece Yahudilerin problemi değil. Görülmesi ve anlaşılması gereken tam olarak bu. Tüm toplumu zehirleyen bir nefret bu. Telafi ve özür ise ancak birlikte mücadele etmeyi göze alarak olur bana kalırsa. “Bir başkasının ayakkabıları ile yürümek” şeklinde İngilizce bir deyim vardır. İşte aslında çare tam olarak bu: empati sahibi olmak, kendini bir başkası yerine koyarak söylemi tekrar düşünmek. İşte o zaman söylemin ne denli problemli olduğunu görmek ve anlamak mümkün oluyor. Herhangi bir nefret söyleminde, nefretin muhattabı olan kesimin adı yerine kendinizi, sizi temsil eden bir ismi, tanımlamayı koyun. Örneğin “Yahudiler kötüdür” yerine “Ahmetler kötüdür” ya da “Kadınlar kötüdür” ya da “Türkler kötüdür” diyelim. Genellemelerin ne denli hastalıklı, ne denli tehlikeli olduğunu anlamak böyle mümkün. Diğer soruna gelirsek, özür azınlıklar için ne anlama gelir bilmiyorum. Bana kalırsa bu cevaplaması kolay bir soru olmadığı gibi tek bir cevapla yanıtlanamayacak kadar da kompleks bir soru. Muharrem İnce’nin ya da herhangi başka bir siyasinin antisemit bir söylemi ya da herhangi bir gruba karşı nefret söylemi için özür dilemesi hemen herkeste farklı bir algı yaratacaktır. Ama bu soruyu azınlıklar özelinden çıkarırsak, samimi bir özür, herşeyden önce bir iyi niyet göstergesi, sağlıklı bir adım ve umut duymaya yer açan bir başlangıç olur ki bana kalırsa hepimizin özellikle günümüzde tüm bunlara çok ihtiyacı var.
6 KRİZ TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN BORÇ KRİZİ Türk lirası, bu yılın ilk sekiz ayında dolar karşısında yüzde 40 oranında değer kaybetti. Dolar, dünya kapitalizminin temel para birimi. Yerli para birimleriyle ticaret yapanlar da hesaplamayı dolar üzerinden yapıyor. Doların yükselişi, maliyetleri ve fiyatları artırıyor. Türkiye kapitalizminin bu yılki dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar. Bunun, 185 milyarı dış borç ödemesi. Bir yılda ödenmesi gereken dış borcun 104 milyar doları bankaların, 80 milyar doları şirketlerin, 6 milyar doları genel yönetimin ve 675 milyon doları bankaların. Dış ticaret açığının 50 milyar doların üzerine çıkmasıyla birlikte kaynak sorunu devasa bir duruma geldi.
ACI İLACI İÇM Son bir yılda mutfak harcamaları 1000 lira arttı. Fiyatlar yükseliyor, her şey zamlanıyor, ücretler artmıyor, eriyor.
Lira'nın her 1 kuruşluk değer kaybı bu borca 1,1 milyar liralık yük anlamına geliyor.
İşten çıkarılma korkusu işyerlerini sardı.
Dövizle borçlanan şirketlerin bu borcu ödeyebilmek için piyasadan durmadan dolar almasıyla, bankalar döviz nakit sıkıntısı çeker hale geldi. Rağbet görmeyen lira hızla değersizleşirken, azalan ve değerlenen dolar yükselmeye devam ediyor.
Boçlarının "yapılandırılması" için kuyruğa giren patronlar, "acı ilaç" yani krizin faturasının emekçilere ödetilmesini istiyor.
Liranın değer kaybedişi, dolarla borçlanıp lirayla satış yapan şirketleri ve borçlu oldukları bankaları etkiliyor. Borçların geri ödenip ödenemeyeceği, yeni borçların nasıl bulunacağı bugün yaşanan ekonomik gerilimin başlıca sebebi.
Yönetenler ise kapı kapı dolaşıp borç arıyor, onların derdi patronları ve bankaları kurtarmak, zararı halka ödetmek.
Yaşanmakta olan, birçok güncel siyasî ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak Türkiye kapitalizminin borç sorununun kronikleşmesidir.
yerinden gelen bozulmalara, bir krize dönüşüyor.
n 2017'de 3,1 trilyon liral1k gayri safi yurtiçi has1la elde edilirken, kapitalistlerin iç ve d1ş borçlar1 2,2 trilyon liraya ulaşt1. n Dev holdinglerden orta ve küçük ölçekli işletmelere, şirketlerin bankalara olan kredi borçlar1 da 1,8 trilyon liray1 buldu. n Bireysel borçlar, May1s itibar1yla 510 milyar lira oldu. 32 milyon kişi, kredi kartlar1 yüzünden bankalara borçlu. 7 milyon kişi icral1k olurken, 25 milyon kişi daval1k durumda. n Türk şirketlerinin Eylül'de 6 milyar dolar, Ekim'de 9 milyar dolar d1ş borç geri ödemesi gerekiyor. Gelecek y1l sonuna kadar ödenmesi gereken borcun tutar1 ise 69,5 milyar dolar. Bu borcun 51 milyar dolar1 bankalara, 18,5 milyar dolar1 ise kapitalistlere ait. n Hazine'nin iç borçlar1 Haziran ay1 itibar1yla y1lbaş1na göre 25,8 milyar lira artarak 561 milyar liraya yükseldi. Hazine'nin d1ş borçlar1 ise 6 ayda 68milyar lira artt1 ve 409 milyar liraya ulaşt1. n Bugün itibar1 ile kamu ve özel sektörün toplam borcu, 3,9 trilyon liraya ç1km1ş, yani Türkiye'nin millî gelirini aşm1ş durumda. n 2002'de 359 milyar lira olan iç ve d1ş borçlar, üç kat artarak 2009 y1l1nda 1 trilyon liray1 aşm1şt1. 2009'dan 2017'ye kadar toplam borç yine üç kat artarak 3,6 trilyona ç1kt1.
Türkiye ekonomisinin her
den en küçük işletmelerine kadar girdiği borçlanma döngüsünün çöküşüdür.
larının artık ödenemez hale gelmesi ve yeni borç kaynakları bulunmamasıdır.
lara rağmen ekonominin geleceğine dair bir iyimserlik yaratmadı.
Yönetenlere göreyse ekonomide bir sorun yok. Doların yükselişi ve TL'nin değer kaybetmesi, "dış güçlerin" saldırısının bir sonucu.
Geçtiğimiz dönemde ABD'de faizler düşüktü. Türkiye, yabancı yatırımcıların para sattığı yerlerden biriydi. Bankaların açtığı kredi muslukları ile patronlar borçlandıkça borçlandı.
Tam da burada siyasi sebepler karşımıza çıkıyor.
Trump'ın Erdoğan ile kavgası bunların üzerine geldi. İki bakana yaptırım ve demir-çelik sektöründe ek gümrük tarifleri ilan eden ABD'ye göre Türkiye "ulusal güvenliği tehdit eden" devletlerden biri oldu.
ABD'nin Pastör Brunson'un tutukluluğu üzerine gelen yaptırımları, "dışarıdan saldırı" iddiasına kanıt olarak sunuluyor. Şimdi "dış güçlere" yani ABD emperyalizmine karşı patronlarla kol kola girmemiz, fedakarlık yapmamız isteniyor. Gerçekte yaşanmakta olan iki ayrı krizin iç içe geçmedir.
Borçları ödeyebilmek için yeni borçlar aldılar. Fakat 2013 sonrası dünyada durum değişti. ABD Merkez Bankası faizleri yükselterek, yabancı yatırımcıları kendine çekti. Güçlü dolar politikası ve Trump'ın ticaret savaşları, liranın da arasında bulunduğu bir çok para biriminin değer kaybedişine neden oldu. 2018, Türkiye'ye akan sıcak paranın kesildiği yıl oldu. Yabancı sermaye geçen sekiz boyunca Türkiye'den kaçarken, yerli sermaye de ona eşlik ediyor.
Siyasi kriz Türkiye kapitalizmi, tarihi boyunca Batı kapitalizminin bir parçası oldu. Yabancı sermayenin büyük bölümü ABD ve Avrupa Birliği'nden gelmektedir. Son iki yılda doruğuna çıkan siyasi anlaşmazlıklar ve gerilimler sonucu, Türkiye tarihi müttefikleri ile kavgalı hale geldi. Bu kavga, Türkiye'de yaşanan siyasi gelişmelerin de eklenmesiyle yabancı sermaye kaçışını hızlandırdı.
Ne zaman borçlar alıp başını giderse, onları ödeyecek yeni borçlar bulunamaz hale gelse kriz feryatları başlar.
Yönetenlerin "hiçbir sorun yok" dedikleri ekonomi, sermayenin tercihleri tarafından belirlenen politikaların bir sonucu olarak yine krize girdi
Kürt sorununda devletin tutum değiştirmesi ve Suriye savaşına katılım, 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL, AKP-MHP ittifakının yeni yönetim biçimi olarak başkanlığa geçiş, ekonomi yönetiminin Erdoğan etrafında merkezileştirilmesi, baskıcı yönelimler ve geleceğe dair belirsizlik, ilk elden sayılan sebepler.
Bugün yaşanmakta olan 2002'den yakın döneme kadar en büyük holdinglerin-
Yaşanmakta olan dolar üzerinden borçlanıp lira ile satış yapan şirketlerin borç-
Baskın seçim ilanıyla, siyasal istikrarsızlık had safhaya çıktı. Fark içeren sonuç-
Ekonomik kriz Türkiye kapitalizminin çarkları dış borçlarla döner. 1994, 1999 ve 2001'de yaşanan krizler, bugünkü gibi birer kaynak kriziydi.
Bu kavganın merkezinde Pastör Brunson duruyor gibi gözükse de arka planda Rusya'dan S-400 füze sistemlerinin alımı, Katar'a destek ve İran'la yakınlık asıl sebepler. Yaptırımlar ve yeni yaptırım tehditlerinin, ekonomiye etkisi ise yıkıcı oldu. Trump ile Erdoğan'ın kavgası borç krizini şiddetlendirirken, iki kriz iç içe geçerek ağırlaştı. 400 milyar dolarlık borç ödemesi kapıda dururken Katar'dan gelen 15 milyar dolar hiçbir şeyi çözmez. Türkiye'de emekçileri ABD'ye karşı "milli kurtuluş savaşına" katılmaya davet edenler, şimdi ABD ile ilişkileri normalleştirmek, Avrupa Birliği ile düzeltmek için çırpınıyor. Çünkü Eylül ve Ekim aylarında yüklü dış borç ödemeleri var ve 2019
KRİZ
MEYECEĞİZ!
7
ANTİKAPİTALİST ÇÖZÜM VAR!
Patronların acı ilacından başka bir yol var. Bankaların ve 500 büyük şirketin bir yıllık geliri, Türkiye'nin acil döviz sıkıntısını çözmeye yeter. Emekçiler vergilerini tam öderken, kapitalistler bu yükü hiç paylaşmadı. Pek çok kapitalist zarar gösterip vergi vermekten kaçıyor. Erdoğan hükümeti kapitalistlerin vergi borçları ile ilgili af üzerine af çıkartıyor. Herkesten kazandığı oranda vergi alınsa, bu gelir devletin kasasını doldurmaya yeter. Kanal İstanbul, nükleer santraller büyük israflardır. Bu tür israflardan vazgeçilirse eğitim, sağlık ve ücretlerden kesinti yapmaya gerek kalmaz.
KRİZİN FATURASINI PATRONLAR ÖDESİN
Liranın dolar karşısında yaşadığı hızlı değer kaybının, fakirleşmenin, kurdaki oynamaların sorumlusu işçiler değildir. TL değer kaybetmeye devm ediyor.
yılı boyunca da devam edecek.
ekonomik krizin faturasını yine bize çıkartacaklar.
Ne Türkiye'ye ne de başka bir ülkeye, Trump'ın yaptırımları asla kabul edilemez. Bu yaptırımların ekonomik sonuçlarını en fazla ödeyenler işçiler olacaktır.
2019 bütçesi hazırlıklarında sosyal harcamaların kesilmesi ve patronların istediği acı ilacı içeren ekonomik saldırı programı bunun hazırlığı.
Fakat Türkiye'yi yönetenlerin yerli-milli dedikleri çatışmacı siyaset de duvara çarpmıştır. Onlar bugün kavga ettikleri ile yarın anlaşabilirler. Fakat yarattıkları siyasi krizin büyüttüğü
Mücadele Kriz yaratan şirketler ve bankalardır, siyasi sorumlusu ise sermayenin bütün kanatlarının çıkarlarına hizmet eden Erdoğan ve
HEPİMİZ AYNI GEMİDE MİYİZ? Ekonomik kriz dönemlerinde her zaman aynı yaygara kopar. Bir yandan patronlar, bankacılar, iş dünyasının temsilcileri, bir yandan da hükümet sözcüleri ve medya, hep bir ağızdan aynı lafları tekrarlar: “Hepimiz aynı gemideyiz. Vatanı ve ekonomiyi kurtarmak için hepimiz dişlerimizi sıkıp fedakârlık etmeliyiz.” Bu laflar birçok kişiye mantıklı gelir. “Türkiye bir bütündür, ekonomi kötüye gittiğinde herkes etkilenir, demek ki hep beraber fedakârlık etmeliyiz.” Değil mi? Değil. Niye değil? Birincisi, hepimiz aynı sınırlar için-
AKP'dir. Erdoğan, IMF'den çıkmakla övünse de AKP, önceki dönemde uygulanan küresel kapitalizmin ekonomik programını aynen devam ettirdi. Özellleştirme dalgasını, küresel piyasalarla tam entegrasyonun sağlanması izledi. İşçi haklarına ve kazanımlarına yoğun saldırı uygulanırken, bankalar ve şirketler AKP döneminde devasa servetlere ulaştı.
de yaşıyor olabiliriz, ama ekonomide hepimiz aynı konumda değiliz. Bazılarının büyük servetleri var, bankalarda büyük paraları var ve en kötü ekonomik koşullarda bile büyük gelirleri var. Büyük çoğunluğumuz ise, zaten kriz olmadığında bile ay sonunu zor getiriyoruz. Ayda 1500 lira alan bir işçi için fedakârlık demek aç kalmak demektir. İkincisi, zaten krize karşı uygulanan politikalar hiçbir ülkede hiçbir zaman herkesi aynı şekilde etkilemez. Kamu çalışanları işinden atılır, patronlar atılmaz. İşçilerin ücretleri kesilir veya dondurulur, zenginlerin gelirine dokunulmaz. Devletin sosyal harcamaları kısılır, bu harcamalardan yararlanan emekçiler zararlı çıkar, patronların zaten umurunda değildir. Fiyatlar artar, evet, herkes
Şimdi bu servetlere konup, zararlarını halka ödetmek istiyorlar. Eğer acı ilaca karşı koymazsak kaybeden işçiler olacak. Milliyetçilik tam da bu zamanlarda dört bir taraftan pompalanan patronların ideolojisidir. Başarılı olduğu takdirde kazanan kapitalistler olacak. İşimizi, ekmeğimizi, geleceğimizi savunmak için mücadele etmekten başka yol yok.
etkilenir, ama geliri 1500 lira olan mı daha çok etkilenir, bankalarda milyonlarca lirası olan mı? Üçüncüsü de şu: Krizin sebebi, bankaların ve şirketlerin yıllardır dolar cinsinden borç alıyor olması. Şimdi fedakârlık yapması istenen herhangi bir işçi, emekçi veya yoksul kişi herhangi bir dolar borcu aldı mı? Alınan o borçlar bize mi harcandı? Hayır. O borçları alan patronlar ve bankalar yıllarca kârlarına kâr kattılar. Kârlarını bize mi dağıttılar? Hayır. Kâr ederken iyiydi de, borçlarını ödeyemez hâle gelince mi aynı gemide olduğumuzu hatırladılar! Aynı gemide değiliz. Borçları kim aldıysa, o borçları kullanıp kim kâr ettiyse, krizin faturasını da onlar ödemelidir. Vatan millet edebiyatına karnımız tok.
Cirosu 53 milyar 948 milyon 110 bin lira olan TÜPRAŞ’la 1063 lira asgari ücret alan bir işçi neden aynı faturayı ödesin ki? Krizi kim çıkardıysa faturayı onlar ödemelidir! Taleplerimiz: n Dev şirketlerin gelirleri, borçlar1 ödemeye yeter. Fedakârl1ğ1 holdingler yapsın. n Herkes servetine göre vergi ödesin. Zenginler vergilendirilsin. Yoksulluk s1n1r1n1n alt1ndakilerden gelir vergisi al1nmas1n. n Temel g1da ürünleri için tavan fiyat belirlensin, g1da ürünlerinin fiyatlar1 düşürülsün. n Temel ihtiyaç maddelerindeki KDV kaldırılsın. n Ücretlere derhal enflasyon oran1nda zam yap1ls1n. n Emekçilerin banka borçlar1 silinsin! Fedakârlğ1 bankalar yaps1n. n İşten ç1karmalara hay1r! n Sağl1k ve eğitimde, kamu çal1şanlar1 ve emeklilerin maaşlar1nda kesintilere hay1r! Sosyal harcamalarda kesintilere hayır! n Tazminat hakk1na hiçbir şekilde dokunulmas1n. n Grev yasaklar1na hay1r! n Silahlanmaya değil emekçiye bütçe!
8 KRİZ
KRİZE EMEKTEN YANA BİR ÇÖZÜM MÜMKÜN! Kriz tarif edilirken buna-
lım devalüasyon, resesyon gibi anahtar kelimeler kullanılır. Oysa ki çalışanların sözlüğünde işsizlik, yoksulluk enflasyon, alım gücünün düşmesi, güvencesiz çalışma, uzun çalışma saatleri, düşük ücret anlamına gelir kriz. Her kriz koşulları ortaya çıktığında ‘’Aynı gemideyiz, fedakarlık, milli birlik’’ safsatalarını dinlerken ‘’Ya tabii’’ diyoruz; Kurtuluş Savaşı benzetmelerini bizlere nasıl yutturmaya çalıştıklarını saçımızı başımızı yolarak izliyoruz. Her krizde gözler çalışanların ekmeğine dikiliyor, faturayı bizim ödememiz isteniyor. Krizden kurtuluşu çalışanların lehine olmayan bir düzenlemeyle çözmeye çalışıyorlar. Oysa ki kriz onların krizi. Faturasını da onlar ödemeli. Krize neden olan koşulları yaratan, ekonomiyi yönetemeyen onlar. 2001 krizinin yaşandığı yıllarda bir mitingde yaratıcı bir döviz taşıyordu işçilerden biri. ‘’Fedakarlığın ‘feda’sı bize ‘kar’ı onlara’’diye. Fedakarlık yapmayacağız, kemer sıkmayacağız, acı reçeteleri içmeyeceğiz. Onların borcunu ödemeyeceğiz. Borçlu olan bizler değiliz. Aksine alacaklı-
yız. Vaad edilen sözler tutulmadığı için, taşeron konusunda yalan söylendiği için, enflasyon karşısında eriyen ücretlerdeki kayıplarımız telafi edilmediği için, üstelik kazandığımız haklarımız gasp edildiği için hesap sormalıyız. Türk-İş raporunda da açıklandığı gibi, değil dört kişilik bir aileyi çalışanın kendisini bile geçindiremeyeceği asgari ücretin hemen arttırılması, kriz bahane edilerek toplu işten çıkarmaların engellenmesi, tam tersi işsizliğe çözüm olarak istihdamın arttırılması, adil bir vergi sistemi, yolsuzluğun önüne geçilmesi, sorumsuz harcamalara bir son verilmesi, eğitim ve sağlık harcamalarından sürekli kesinti yapılıp kaynakların silahlanma için değil barışa yatırım yapılmasını iç ve dış politikada barışçıl bir söylem kullanılması, ranta ve betonlaşmaya dayalı olmayan çevreden yana çözümler üretilmesini istiyoruz. Krize emekten yana bir çözüm mümkün çünkü. Karşımızda kriz karşısında ne yapacağını bilemeyen, ekonomiyi yönetemeyen, birlikte bütünlük sağlayamayan bir koalisyon hükümeti ve acımasızca işçi sınıfına her koldan saldırmaya hazır bir egemen sınıf var.
“KESİNTİLER BAŞLADI”
Krizin faturası bizlere şimdilik artan
masraflar olarak yansıyor. Birkaç ay içinde gıdadan ulaşıma herşeye çok ciddi zam geldi. Zamlar maaşlarımızın erimesi, gündelik hayatımızda daha fazla kısıtlama olması anlamına geliyor. Son yıllarda var olduğu iddia edilen ekonomik büyümeden yeterince pay alamadığımız gibi krizin de faturasının bize kesilmeye çalışıldığı açık. Siyaseten var olan kutuplaşma krize karşı da çalışanların birlik içinde davranmasını zorlaştırıyor. İş yerlerinde sendikalı sendikasız ayrımı yapmadan, kimin hangi sendikaya üye olduğuna bakmadan, kutuplaşmayı çağrıştıracak söylemlerden uzak durarak tüm çalışanları ortak bir tavır sergilemeye çağıran işler yap-
Ama onun da karşısında gücünü kendi birlik ve beraberliğinden alan bıçak kemiğe dayandığında ve kaybedecek başka şeyleri kalmadığında sokaklara dökülebilecek bir işçi sınıfı da var. Henüz kitlesel eylemler olmasa da irili ufaklı lokal direnişler var. Demoralize olmuş, KHK’ larla yıldırılmış ama çok güçlü bir mücadele hafızasına sahip bir KESK hala var. LGBT bireylerinden Cumartesi Anneleri’ne, sigortasız ve çok kötü koşullarda çalıştırılan göçmen işçilerden sendikaya üye olduğu için işten atılan Flormar işçilerine kadar toplumun her kesiminde adaletsizliğe ve yok sayılmaya karşı bir öfke var. Bu öfke sokakta. Bu öfkeyle dayanışmayı örgütlemeliyiz. Toplumun başka kesimleri de sokağa çıkmaya başlayacak. Bu kaçınılmaz bir şey. Emekçilerin krize karşı taleplerini ciddiye almak zorunda kalacaklar. Dünyadaki krizin bir uzantısı olan Türkiye kapitalizminin krizinin emekçilere fatura edilmesine karşı bizim buradaki mücadelemiz, egemen sınıfa attırdığımız her geri adım dünyadaki diğer emekçilere de moral verecek. Ebru, İstanbul’dan bir öğretmen
mak lazım. Çok acilen çalışanların bir arada davranmasını sağlayacak organizasyonlara ihtiyaç var. Kamuda kesintiler başladı. Artacak da. Çalışanlara daha az ücret, daha kötü çalışma koşulları anlamına gelecek bu kesintiler. Belki bir kısmımızı daha işten çıkartacaklar. Sonuçta artık bu yetkileri var. İşten çıkartmalara, az elemanla aynı işi yapma girişimlerine karşı hazırlanmak, ücretlerin gerçek değerini korumak üzere hazırlanmak lazım. Vergi affı ile işverenlerin korunması yerine dolaylı vergilerin kaldırılarak verginin daha adil bir hale gelmesi için, çok miktarda borç alarak kârlarını alabildiğine arttıranların ödeyemediği borçların ceremesinin bizlere ödetilmesine karşı hızla tüm çalışanların birliklerini oluşturmak üzere adımlar atmalıyız. İzmir’den bir sağlık çalışanı
“ÜCRETLER ARTIRILMALI, ALIM GÜCÜ KORUNMALI”
Tabandaki beklenti, birleşik mücadele.
Ekonomik krizin derinleştiği bugünler-
de çalışanlar da her türlü tedbiri almak zorunda. Çünkü alım gücü düşmeye ve enflasyon karşısında ücretler erimeye başladı bile. Kamu emekçisinin kaybı yılbaşından itibaren dolar bazında yüzde 18, Avro bazında ise yüzde 11 olarak gerçekleşmiş.
ralarını ve okul çalışanlarının ( memur, müstahdem vs.) maaşlarını velilerden gelen parayla ödemek zorunda kalan devlet okullarını daha da zor günler bekliyor.
Eğitim özellikle kriz zamanlarında en çok göz dikilen alanlardan biri. Hem veliler hem de hizmeti veren eğitim emekçileri için masraflar dağ gibi oldu. Öğrenci servis ücretlerine, yemek ücretlerine, zam geldi. Yeni eğitim-öğretim dönemine yine darlıklar ve sıkıntılar içerisinde daha da katlanarak başlanacak.
Ücretlerin arttırılması ve alım gücünün korunması şu dönem için en acil talep olmalı ve eğitime ayırılan kaynak arttırılmalı. Bunun için de işyerlerinde bu talepler etrafında tüm sendikaların birlikte hareket etmesi için çalışmak önümüzdeki dönemin en önemli görevi. Yandaş sendika vs gibi kalıplaşmış önyargılardan uzak bir tutumla ortak hareket etmeli ve birleşik mücadeleyi örmeliyiz.
Ders araç ve gereçlerinden yoksun, fatu-
Berna, İstanbul’dan bir öğretmen
“EMEKÇİLERİN TALEPLERİ SİYASAL ALANA TAŞINMALI” İnsanca yaşama isteğimiz ile zenginle-
rin servetini koruma kaygısı arasındaki uyumsuzluk krizle beraber sertleşeceğinden, görece istikrar olan dönemlerde iyi kötü lafla yürüyen milli mutabakat, çok daha sık şiddete başvurarak korunacak. Bu şiddetin siyasi meşruiyeti de gittikçe arsızlaşan ve yoğunlaşan bir ideolojik taarruz ile üretilmeye çalışılacak. İşin kısası, şimdiden emekçilerin taleplerinin siyasi alana taşınmasının mücadelesini vermezsek, bedelini yalnız fakirlik ile değil, gittikçe sağcılaşan politik dünyamızın ömrünün uzaması ile de ödeyeceğiz. İşçiler elbette bir noktada öyle veya böyle kötüleşen koşullara isyan ederler; burjuva siyasetinin, taleplerine çözüm üretmek diye bir endişesi veya kapasitesi olmadığı en çok kriz dönemlerinde görünür sonuçta. Fakat durumun bizden çok önce farkına varan yönetenlerin epeydir pişirdiği önlemlerine, yani şoven, ırkçı,
komplocu ve nobran siyasetleri ile ördükleri, bir araya gelmemizi zorlaştırma taktiklerini geriletemezsek, bu radikalleşme ya parçalı ve kısa ömürlü olacaktır, ya da daha kötüsü, daha da sağ, daha da ırkçı ve daha da lumpen siyasetlerde ifadesini arayacaktır. Tüm ezilenlerin talepleri arasında bağlar kurmamız gerekiyor. Bu gerekliliğin yeni olmadığı ortada. Ancak içişleri bakanının, 700. haftasında saldırttığı Cumartesi annelerine paçoz deme cesaretini bulduğu bir zamanda, ciddi ölçüde aciliyet kazandığını söylemek gerekiyor. Bunun için, kayıp yakınlarının, cenazelerinin iadesi ve hakikatin açığa çıkması taleplerini susturmaya çalışan sopa ile, yarın grev yapmayı vatan hainliği ilan edecek sopanın sahibinin aynı olduğunu teşhir edecek bir siyasete ihtiyacımız var. Deniz, İstanbul’dan görevlisi
bir
öğretim
KRİZ
9
BİZE YENİ TÜRDEN BİRLEŞİK İŞÇİ CEPHESİ LAZIM
İzelman işçilerinin eylemi, İzmir.
Şimdi ekonomik krize karşı faturayı işçilerin ödememesi için yine bir birleşik işçi cephesinin kurulması gerek. Ama bu cephenin kurulmasının önündeki bazı engeller var. Nedir bu engeller?
ise onun tabanında örgütlenmeye çalışmalıyız. Sendikaları “sağcı, solcu, İslamcı” diye ayırt etmemeliyiz. Özellikle Türk-İş, Memur-Sen ve Hak-İş konfederasyonları bugün için en büyük sendikal yapılar durumunda. Bu konfederasyonların liderlikleri ne kadar işbirlikçi, hükümet yanlısı olsa da, işçi sınıfının büyük bir kesimi bu konfederasyonlarda örgütlü. Bu örgütlere üye işçilerle bağ kurmak zorundayız, işçilerin objektif çıkarları diğer bütün sınıfların mensupları gibi, her zaman kendi sınıfından, yani işçi sınıfından yanadır. Mücadele yükseldiğinde işçilerin büyük bir kesimi diğer sınıf kardeşleri ile birlikte mücadeleye katılır. Bu dayanışmayı daha da geliştirmek için şimdiden bütün sendikal yapılar içinde örgütlenmek gerekir.
Sendikaları “sarı” ve “kızıl” diye bölen anlayışa prim vermemeliyiz
Her işçi eylemini bir sendikal örgütlenme mücadelesinin parçası kılmalıyız
Türkiye’de işçi sınıfı başlıca yedi büyük konfederasyonda örgütlü. Bunlar; üye sayılarının büyüklüğüne göre Memur-Sen, Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, KESK, DİSK ve Birleşik Kamu İş. Bu konfederasyonların ve bunlara bağlı sendikaların önemli kesimi AKP-MHP koalisyonunun destekçisi. Buradan yola çıkılarak kimi analizlerde; sendikalar “sarı” veya “kızıl”, yani “işçi sınıfının çıkarlarını savunan” veya “patronların yanında yer alan” sendikalar olarak sınıflandırılıyor. Bu analiz somut koşullara uygun değil. En son metal fırtına eylemlerini, Türkiye’de bilinen en sağcı sendika olan Türk Metal üyeleri gerçekleştirdi. Bizler işçi sınıfının sendikal yapılarını sarı ve kızıl diye bölen bir anlayışı doğru bulmuyoruz. Bütün sendikal yapıları işçi sınıfının örgütü olarak görüyoruz.
Günümüzde, her türlü baskıya rağmen her hafta irili ufaklı onlarca işçi eylemi oluyor. Emek Çalışmaları Topluluğunu rakamlarına göre 2017 yılında toplam 1313 işçi eylemi oldu. Bu eylemlere 77 bin işçi katıldı. Eylemlerin yarısı sendikalı, diğer yarısı ise sendikasız işçiler tarafından gerçekleştirildi. Özellikle sendikasız işçiler tarafından gerçekleştirilen eylemlere müdahil olup, bu işçilerin sendika üyesi olmasını sağlamalıyız. Böylece toplam 3,6 milyon sendikalı işçi ve memur sayısını biraz daha artırabilir, işçi sınıfının örgütlenmesini geliştirebiliriz.
FARUK SEVİM
İşçi sınıfı ve ezilenler olarak, ortak talepler etrafında bir araya geleceğimiz bir cepheye ihtiyacımız var. Bu cephe geçmişte, 1999-2001 yılları arasında yaşanan ekonomik kriz döneminde kurulmuştu. Adı Emek Platformu idi, Emek Platformunda bütün işçi sendikaları, memur sendikaları (faşist eğilimli Kamu-Sen hariç), meslek örgütleri vardı.
Bütün sendikaların tabanında, liderliğinin rengi ne olursa olsun örgütlenmeye çalışmalıyız Bulunduğumuz işyerlerinde hangi sendikal yapı örgütlü
Sendikaların yönetimlerini ele geçirmek için yarışmak yerine tabandan yönetimler üzerinde basınç yaratacak işçi mücadelesinin ağlarını örmeliyiz Mevcut sol anlayışların sendikal mücadeleden anladığı, tepeden sendikal yapıların yönetimlerini ele geçirmek şeklinde oluyor. Biz bu anlayışı reddediyoruz. Sendikaların yönetimlerini ele geçirmek, doğru bir sosyalist hat olamaz. Ayrıca bu yöntemle sadece DİSK ve KESK’te sı-
kışıp kalınır, bugün bu husus pek çok sol yapının başına gelmiş durumda. Hâlbuki en büyük üç konfederasyon sağ eğilimli. Bu yapıların yönetimlerini tepeden ele geçirme ile değiştiremeyiz. Sendikal yapılardaki sağ yönetimlerin üzerinde basınç sağlayacak tek yöntem tabandaki işçileri kendi fikirlerimize kazanmaktır. Bunun için sendikal yapı ayrımı gözetmeksizin tüm konfederasyonların tabanlarındaki işçiler içinde örgütlenmeli, onları kazanmaya çalışmalıyız. Böylece konfederasyonların genel politikalarını etkilemek üzere bir basınç sağlayabiliriz. Kutuplaşmacı politikalar yerine işçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunuyoruz, Erdoğan hükümeti bu bütünün çıkarları aleyhine işleyen temel faktördür İşçi sınıfını bölen, tüm kutuplaşmalara karşıyız. KürtTürk, Alevi-Sünni, İslamcı-laik bölünmeleri sınıfın gücünü zayıflatır, Erdoğan hükümetinin patronlardan yana olan gerçek yüzünün görünmesine engel olur. Halbuki kriz döneminde hükümetin aldığı tüm kararlar hep patronları kurtarmaya yönelik. Borcunu ödeyemeyen patronların borçları erteleniyor, yeni kredilerin açılması için kamu kaynakları sonuna kadar kullanılıyor. Grev ertelemeler, yasaklamalar tüm hızıyla devam ediyor. Bütün bunlar işçilerin emekçilerin büyük çoğunluğunu oyunu alan Erdoğan hükümeti tarafından yapılıyor. İşçi sınıfının, krizin faturasını ödememek için, Erdoğan hükümetine karşı sesini yükseltmesi gerekir. Bu tutumu mevcut konfederasyonların üst yönetimlerinden bekleyemeyiz, çünkü onlar hükümet yanlısı. Hükümetin kriz politikalarına karşı asıl tepkiyi gösterecek olanlar sendika üyesi olsun veya olmasın işyerlerinde çalışan işçilerdir. Bizler bu işçileri örgütlemek, onları kazanmak için çalışmalıyız.
10
KRİZ
KRİZ, SAĞ VE SOL RONİ MARGULİES
zaman çok daha yüksek oluyordu.
Bu ay Lehman Brothers yatırım bankasının iflasının onuncu yıldönümü. Bankanın çöküşü, dünya ekonomisinin 1929'dan bu yana yaşadığı en büyük krizin başladığını dünyaya ilan etmişti.
Batılı yatırımcılar kredi vermek için yarışırken, Türkiye'de de çok düşük faizlerle verilen bu dolar kredilerini alma yarışı başladı. Dolar faizi düşük olmaya devam ettiği sürece, Türkiye Batılı yatırımcılar için cazip bir yer olduğu ve dolarlar gelmeye devam ettiği sürece, sorun yoktu. Başta inşaat sektörü olmak üzere, Türkiye iş dünyası ucuz borç almaya, bu parayla iş yapmaya, ödeme zamanı geldiğinde tekrar borç almaya devam etti. (İnşaat şirketlerinin toplam borçlarının yüzde 90'ının döviz borcu olduğu tahmin ediliyor.) Alınan dolar borçlarıyla müthiş bir inşaat patlaması yaşadık. İnşaat sektörü lokomotif gibi ekonominin bütününü peşinden çekti, bu hızlı büyüme AKP'nin popülerliğinde önemli bir etken oldu.
Geçtiğimiz on yılda dünyada yaşanan hem ekonomik hem siyasî pek çok şey, belki de her şey, o krizin etkileriyle ilgili. Krizi aşmak için Amerika ve Avrupa'da hükümetler önce batmanın eşiğinde olan büyük bankaları, sigorta şirketlerini ve diğer finans kurumlarını kurtardı. Arkasından, sıkışmış ekonomilerde kan dolaşımını sağlamak ve yatırımların tekrar canlanmasını kolaylaştırmak bahanesiyle, çeşitli yöntemler kullanarak bankalara 15 trilyon dolarlık nakit aktardılar ve faizleri tarihin en düşük düzeylerine çektiler. Bu politikanın adına 'niceliksel rahatlatma' adı verildi. Kimlerin rahatlatıldığını, kimlerin hiç dert edilmediğini birazdan göreceğiz. Ucuz krediler Batmanın eşiğinde olan finans kurumlarının ve yatırımcıların elinde ansızın muazzam miktarlarda nakit oluverdi. Bu parayı işletmek için nereye yatırım yapacaklardı? Batı'nın ekonomileri yerinde sayıyor, cazip yatırım olanakları sunmuyordu. Paranın bir kısmı Amerika'da borsaya aktı, bir kısmı Batı'nın büyük şehirlerinde gayrımenkullere aktı. Ama 'niceliksel rahatlatma'nın sağladığı paraların önemli bir kısmı Amerika ve Avrupa'nın dışına yatırıldı. Türkiye ve benzeri ülkelere yapılan bu yatırımın karşılığı (yani kâr oranları) Batı'nın durgun ekonomilerine kıyasla çok
Musluklar kapandı Ne zamana kadar? Erdoğan tüm ipleri kendi elinde toplayana, ekonomi yönetiminin başına kendi damadını getirene, dünyanın dört bir ülkesine meydan okumaya ve nihayet Trump ile açıktan rekabete başlayana kadar. Batılı yatırımcıların ve bankaların, ister Amerikan ister İtalyan olsun, millî dertleri yoktur. Umurlarında değildir. Sadece kâr oranlarına bakarlar. Yatırım yaptıkları veya kredi verdikleri ülkede paralarının karşılığını alıp alamayacaklarına bakarlar. Türkiye ekonomisi sallanmaya, inşaat balonu patlama işaretleri vermeye ve Türkiye riskli bir ülke olmaya başladığında kredi muslukları kapandı. Bundan sonra, şirketler, bankalar ve daha az oranda devlet, ucuza aldıkları kredileri ya ödeyemeyecek ya da ödemeye çalışır-
ken batacaklar. Önümüzdeki bir yıl içinde ödenmesi gereken dolar borcu yaklaşık 100 milyar. Ve Lira değer kaybettikçe bu borcu ödemek için daha fazla Lira ödemek gerekiyor. Çöküşün boyutları ne kadar olur, bilemeyiz, ama hükümetin alacağı önlemleri biliyoruz: İşten atmalar, ücretleri kısma ve dondurma çabaları, devlet harcamalarını kesme... Yani hem hükümet hem patronlar krizin faturasını her zamanki gibi işçilere ödetmeye çalışacak. Krizin siyasî etkileri Amerika ve Avrupa'da 2008 krizini aşmak için milyarlarca dolar harcayıp şirketlerle bankaları kurtarırken milyonlarca kişinin işini kaybetmesine, yoksullaşmasına, evini kaybetmesine göz yumdu. Kurtarılan şirketlerin yöneticilerinin ücretleriyle hayat tarzına hiçbir şey olmadı; çalışanlar ise evsiz barksız, işsiz ve gelirsiz kaldı. Ve bütün bunlar göz göre göre oldu. Bunun sonucunda, bütün bu ülkelerde geleneksel politikalara, sağ ve sol merkez partilere karşı ciddi bir tepki doğdu. Özellikle Amerika'da, halk arasında sadece partilere değil, sistemin bütününe karşı bir yabancılaşma yaygınlaştı. Donald Trump'ın seçilmesi önemli ölçüde sistem dışı bir adam olmasından, o güne kadar politikaya bulaşmamış olmasından ve Hilary Clinton'dan kaynaklanıyordu. Avrupa'da ise, merkez çökerken bazı ülkelerde sol, bazı ülkelerde sağ partiler güç kazanmaya başladı. Kriz dönemlerinde böyle olur. Kitleler daha radikal çözümler öneren partilere kayar, ama ille de sol çözümlere değil. Yunanistan, İspanya, İngiltere gibi ülkelerde, Syriza ve Podemos gibi yeni sol
partiler veya Corbyn'in İşçi Partisi gibi sol sosyal demokrat partiler oy kazanırken, Almanya, Avusturya, Fransa gibi ülkelerde ya faşist olan ya da faşist olmayan ama faşistlerin önünü açan aşırı sağcı, milliyetçi, göçmen düşmanı partiler yükseliyor. Faşistlerin oy kazandığı bütün ülkelerde anti faşist hareketler de yükseliyor, göçmen haklarını savunan, milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı çıkan büyük kitleler faşistlerin karşısına dikiliyor. Milliyetçilik ve ırkçılık Türkiye'de tablo aynı değil, ama satranç tahtasındaki taşlar, ana oyuncular aşağı yukarı aynı. Uzun zamandır konuşulan kriz artık geldi. Ve önümüzdeki yıl içinde daha da derinleşecek, herkesi vurmaya başlayacak. Cumhurbaşkanı ve hükümet uzun zamandır (belki de krizin geliyor olduğunu bildiği için) milliyetçiliği alabildiğine yükseltiyor. Yanına MHP'yi almış olması ve seçim sonuçları nedeniyle iyice MHP'ye mahkûm hâle gelmiş olması, milliyetçiliğin ve ırkçılığın daha da yükseltileceği anlamına geliyor. Kürtlere yurtiçinde ve Suriye'de yöneltilen politikalar milliyetçiliği garantiliyor, üç milyon Suriyeli göçmenin varlığı ırkçı politikaları garantiliyor. Krizin etkileri emekçi kitleler tarafından daha yoğun bir şekilde hissedildikçe, bu kitlelerin çözüm için milliyetçiliğe, ırkçılığa, MHP'ye değil, sol alternatiflere ve kendi güçlerine güvenmesini sağlayabilecek miyiz? Bu dönemin temel sorusu, her yerde olduğu gibi Türkiye'de de bu.
KÜLTÜR
11
ARETHA FRANKLİN BİZE MÜCADELE VE ÇOK FARKLI BİR DÜNYA VİZYONU SUNUYOR daha sonra aynı adla bir albüm ortaya çıktı.
LİZ WHEATLEY
16 Şubat 1968 ve Aretha Franklin Detroit’te. Çünkü Detroit Belediye Başkanı o günü Aretha Franklin günü ilan etmişti ve Martin Luther King sahneye çıkarak kendisine Güney Hristiyan Liderliği Konferansı tarafından verilen özel bir ödülü takdim etti.
Yaklaşık on yıl önce, Muscle Shoals stüdyolarında yapılan kayıtlar iki CD’den oluşan Aretha Franklin: Rare and Unreleased Recordings from the Golden Reign adıyla yayınlandı. Eğer hala almadıysanız hemen gidip bu iki albümü almanızı tavsiye ederim.
King’in larenjit olması ve konuşamamasının hiçbir önemi yoktu. Hareketleri, Aretha’nın özgürlük arzusunu ne derece temsil ettiğini ve 1960’larda siyah kimliğinin oluşmasında ne kadar önemli bir rol oynadığını gösteriyordu.
Bunu, Lady Soul, Aretha Now and Spirit In The Dark gibi albümler, arka arkaya ilk ona giren single’lar ve 18 Grammy ödülünün ilki izledi. Aretha, Rock and Roll Onur Listesi’ne alınan ilk kadın şarkıcı oldu ve Rolling Stone dergisi onu bütün zamanların en iyi şarkıcısı ilan etti.
Yaklaşık iki ay sonra Aretha King’in cenazesinde Precious Lord’u söyledi.
Bu dönemde kaydedilen Live At Fillmore West albümü canlı kaydedilen en iyi albümlerden biridir.
Perşembe günü hayatını kaybeden Aretha Franklin, ilk olarak babasının kilisesinde duyulan muhteşem ve özel bir sese sahipti. Franklin, Detroit’te Clara Ward, Mahalia Jackson ve Sam Cooke gibi gospel okuyucuları ile birlikte büyüdü ve piyano çalmayı öğrendi. 12 yaşına geldiğinde diğer gospel okuyucuları birlikte tura çıktı. Mali sorunları yoktu ama Aretha’nın ilk yılları zordu. 12 yaşında ilk çocuğunu doğurdu, sonra bir çocuğu daha oldu ve 16 yaşında okulu bıraktı. Evliliğinde şiddet gördü ve tacize uğradı ancak Aretha kurban değildi ve bunu onun şarkılarında görmek mümkündü. Aretha, Otis Redding’in Respect adlı şarkısını kendisi için bir milli marşa dönüştürürken talep ettiği şey ABD’de bütün siyahlar için Saygı idi. Ebony dergisi, Soul Kraliçesi ile Siyah Panter H. Rap Brown’u ve şehrin yoksul bölgelerindeki ayaklanmaları ilişkilendirerek 1967 yazını ‘Retha, Rap ve Devrim’ yılı ilan etti.
Son yıllar albüm satışları açısından Aretha için pek iyi geçmedi ancak o, kısa süre öncesine kadar şarkı söylemeye devam etti. Kendisini on yıl önce gördüm ve konserin her bir saniyesini, sesinin ne kadar muhteşem olduğunu hala hatırlıyorum. Aretha Franklin sahnede, 1968.
“Sanırım devrim beni çok etkiledi”. Aretha sadece People Get Ready, A Change Is Gonna Come ve Young, Gifted And Black gibi şarkıları söylemekle kalmadı, aynı zamanda, neden saygının özgürlük hareketi ile uyumlu olduğunu da anladı. Aretha, “Bu, ulusun ihtiyacı olan şeydi, sokaktaki ortalama her kadın ve erkeğin ihtiyacı olan şeydi. Herkes saygı görmek istedi” dedi.
Aretha, Sivil Haklar Hareketi’ne yabancı değildi – babası, King’in rüyasından ilk bahsettiği etkinlik olan Detroit’in Özgürlüğe Yürüyüşü’nü organize edenler arasındaydı. Fakat Aretha ilk başta politik bir sanatçı olarak ortaya çıkmadı.
Aretha, gizlice King’e para verdi ve Harry Belafonte ve Joan Baez ve başka sanatçılarla birlikte bağış toplama konserleri verdi. Angela Davis hapsedildiğinde Aretha açık şekilde onun kefalet ücretini ödemeyi teklif etti ve “Angela Davis özgür olmalı. Siyahlar özgür olmalı” dedi.
Ancak, kendisi daha sonra şöyle dedi;
Kendine güven
1970’lerde Aretha artık otellerde sahneye çıkan bir şarkıcı gibi görünmüyor, bandana takıyor ve Afrika kıyafetleri giyiyordu. Kendine güvenin ve siyah olmaktan gurur duymanın sembolü haline gelmişti. Aretha, gerçek sesini de 1967’de buldu. İlk kez kilisenin dışında şarkı söylemeye başladığında ilk kontratını Columbia ile yaptı ancak şirket onu nasıl yönlendirmesi gerektiğini bilemedi. Daha sonra 1966’da Atlantic ile sözleşme imzaladı ve prodüktör Jerry Wexler onu kayıt için Alabama’ya Muscle Shoals stüdyolarına götürdü. Bu kayıt, kısa olmasına rağmen müzik tarihindeki en önemli kayıtlardan biri olarak tarihe geçti. Bu kaydın sonucunda I Never Loved A Man (The Way I Loved You) single’ı ve
Ve tabii ki Aretha Obama’nın yemin töreninde şarkı söyledi. Ben hep bunun gençlerin onun müziğini keşfetmesi için bir fırsat olmasını umdum. Aretha Franklin bize bir mücadele tarihi vizyonu sunuyor ve bugünkünden çok farklı bir geleceği hedeflememize yardımcı oluyor. Sivil haklar hareketinin bir parçası olduğunu hiçbir zaman açıkça ifade etmemiş olsa da onun sesi ve şarkıları daha büyük politik ve toplumsal hareketlere katkıda bulundu. Angela Davis, onun mirasının ölçütünün “alışılageldik politik müdahaleler” olmaması gerektiğini söyledi. “Onun yaratıcı çalışmaları, özgürlük arzusunda gömülü olarak bulunan kolektif bilincin daha da büyümesine ve şekillenmesine yardımcı oldu.” (Çeviren: Arife Köse)
Z
YAYINLARI
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
DEĞİSİM İCİN , DEVRİMCİ FİKİRLER , Emperyalizmin krizi siyasal is-
tikrarsızlığa yol açıyor. 2008 Ekonomik krizi, kapitalizmin bir çok merkezinde sistemin çöküşüne yol açtı. Ekonomik kriz ve burjuva siyasetinin yarattığı hayal kırıklığı, Trump, Putin, Urban, Macron gibi sağ popülist figürler sahneye çıktı. Irkçılık ve sağ dalga Trump Başkanlığındaki ABD yönetimi İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD tarafından kurulan tüm kurumlara savaş açmış durumda. ABD emperyalizminin gerileyişi, ABD’nin jeo-stratejik, mali, ticari ve askeri anlamda çıkarlarına meydan okuyan her ülkeye karşı, ekonomik, ticari ve askeri yaptırımlara yol açıyor. Trump bir yandan müesses nizam tarafından azledilmek istenirken, aynı zamanda, onun, göçmenleri, sığınmacıları, işçi sınıfını, kadınları, eşcinselleri, Müslümanları ve kayıtdışı işçileri hedef alan, baskıcı politikalarına karşı milyonlarca kadın, işçi ve genç sokakları dökülüyor. Ticaret savaşları, silahlanma oranlarındaki fahiş artışlar, bölgesel savaşlar, yeni bir savaş olasılığını daha da güçlendiren sinyaller. Hemen her yerde yöneticiler göçmenlere ve Müslümanlara karşı milliyetçiliği ve ırkçılığı teşvik edi-
yor, kemer sıkma politikalarını sonuna kadar zorluyorlar.
Ülkedeki her türden toplumsal sorun beka gündemiyle ilişkilendiriliyor.
Yükselen bu sağ dalganın önde giden figürü Trump, daha karanlık, faşist hareketin önünü açmakta. ABD’deki ve Avrupa’daki tüm faşist partiler Trump’dan ilham aldıklarını söylemekteler.
24 Haziran seçimleri sonrasında tüm yetkileri tek bir merkezde toplayan rejim değişikliğiyle birlikte parlamenter sistem zayıflatıldı, demokratik alanlar neredeyse yok denilecek kadar azaltıldı. 24 Haziran seçimleri de gösterdiği gibi MHP, hem milliyetçiliği besleyen, hem de milliyetçilikten beslenen parti. Ekonomik kriz ve siyasetteki yozlaşma MHP’nin oylarında gözle görünür bir artış kaydetmekte.
Ana akım siyasetin ve faşist hareket karşılıklı birbirini beslemesi tüm dünyada siyasetin sağa yatmasına yol açmakta. Faşist güçler sokaklarda eylemler yapıyorlar. İyice zayıflayan parlamenter demokrasiyi, işçi sınıfının kazanımlarının son kırıntılarını ortadan kaldırmak, işçi örgütlenmelerinin kökünü kazımak üzere, parlamenter siyasetin içinde yer alıyor. Beka anlatısı Türkiye’deki manzara da dünyadaki manzaradan pek farklı değil. Suriye Savaşı kanlı bir sona yaklaşırken, büyük ve bölgesel güçler arasındaki mücadelenin kızışması, Türkiye’nin hem bölgesel
bir güç olma hem de herhangi bir Kürt oluşumunu engelleme politikaları beka gündemini siyasetin birinci sırasında konumlandırıyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığındaki AKP, MHP koalisyonunun “beka sorunu” ekseninde geliştirdiği yerli milli politikalar, siyasetin sağa kaymasına yol açmakta.
MARKSİST SÖZLÜK JAKOBENİZM Jakoben, 1789 Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkan radikal burjuva devrimci akıma verilen isimdir. Jakobenizm, literatürde genellikle “halk için halka rağmen” sloganında özetlenen bir tepeden inmecilik ile tanımlanır. Genellikle Jakobenlere ilişkin liberal yaklaşımlarda bir olumsuzlama olarak ortaya çıkan bu tanımlama, solun çeşitli kesimlerinde özellikle de Stalinist yaklaşımlarda bir olumlama olarak karşımıza çıkar. Jakobenizm hakkındaki gerçek durum ise bundan daha karmaşıktır, Fransız Devrimi’ndeki toplumsal, sınıfsal bölünmelere ve devrimin kaderinin ne olacağı konusundaki fikri bölünmelerle belirlenmiştir. Maximillien Robbespiere öncülüğünde Jakoben Kulübü etrafında toplanan burjuva devrimcileri Fransız Devrimi’nde önemli bir rol oynadılar. 12 Temmuz 1789’da ezici çoğunluğu aşağı tabakalardan ol-
masına rağmen, orta sınıflar ve burjuvazinin çeşitli kanatları öncülüğünde harekete geçen kitleler Fransa’daki rejimin pek çok muhalifinin hapsedildiği Bastille Kalesi’ni ele geçirdiler. Bastille’in ardından ise Parisli yoksul kadınlar 20 bin silahlı erkeği peşlerine takarak Versaille Sarayı’na yürüdüler ve Kral 16. Louis’yi krallığın gerçek başkenti olan ve kralı halk denetimi altında tutabilecekleri Paris’teki Palais de Louvre’a geri dönmeye zorladılar. Bundan sonra devrimin “ılımlı” öncülerinden Lafayette’in anayasal monarşizmi 2 yıl boyunca hâkim oldu. Kral, eski aristokatlar, orta sınıflar ve yoksul Parisli kitleler arasında devrimin yarattığı bir birlik havası var gibi görünüyordu ancak kitlelerin huzursuzluğu devam etti. Aristokratlar zenginliklerini değilse de konumlarını kaybetmekten şikayetçiyken geniş kesimler yoksulluktan şikayetçiydi. Kral ise hem Paris’ten kaçmanın yollarını arı-
Türkiye kapitalizminin yapısal sorunu borç krizini küresel güçlerin saldırısıyla açıklayan AKP yönetimi bankaları ve özel sektörü kurtarma paketleri hazırlarken, emekçi sınıflara çok kapsamlı yeni bir saldırı bekleniyor. Suriyelilere dokunma! Dolar kurları arttıkça, Suriyeli göçmenlere düşmanlık ve milliyetçilik hem iktidar hem de muhalefet partileri tarafından teşvik
yor, hem de yabancı orduların Fransa’yı işgal etmeleri için yazışmalar yapıyordu. Bu tablo içinde birbirine rakip sayısız güç ortaya çıkmıştı: Jakobenler, Jirondenler, ılımlılar, Cordelierle ve yoksul kitlelerin oluşturduğu sans-culottes (baldırıçıplaklar). İktidardaki Lafayette ve Jirondenler dâhil tüm muhalifler Fransa’nın kuzeyindeki ordulara savaş açılmasıyla devrimin kurtulacağını düşünüyordu, Jakobenler ise bunun bir karşı-devrim başlatacağını düşünüyorlardı. Devrim sürecinin daha ileri gitmesi gerektiğini anlayan Jakobenler güçlerini Paris yoksullarıyla, baldırıçıplaklarla birleştirmeyi ve kitlelerin öfkesini kışkırtmayı başardılar. 1793 Mayıs’ında baldırı çıplakların gücünü arkasına alan Jakobenler bir ayaklanma ile iktidarı aldılar. Bundan sonra “terör” olarak adlandırılan dönem başladı. Kan dökmekten bir an bile çekinmeyen aristokrasiye yönelen giyotin idamları, bir süre sonra devrimci güçlerin kendi arasındaki teröre dönüştü, daha önce Jakobenleri idam eden Jirondenler, Jakobenler tarafından idama yollandı. Jakobenler, terörü bir süre sonra talepleriyle mülk sahibi sınıfları rahatsız
ediliyor. “Sosyalist Tartışmalar” adı altında 13 Ekim ile 4 Kasım tarihleri arasında düzenleyeceğimiz toplantılar dizisinde, tüm sağcı çözümlerin karşısında sol bir alternatifi yaratmanın olanaklarını tartışacağız. Rosa Lüksemburg’un ölümünün ve Alman Devriminin 100. Yılında, Rosa Lüksemburg’un devrimci mirasını ve Alman Devriminin günümüze ışık tutan derslerini konuşacağız. Giderek otoriterlerşen dünyada kadınların yaşamını cehenneme çeviren sağ politikalara karşı kadınların özgürlük mücadelesini kazanmanın yollarını tartışacağız. Kürt sorununun eşit ve demokratik çözümünü ve barış umudumuzu nasıl yeniden ete kemiğe büründüreceğimizi konuşacağız. “Krizin faturasını patronlar ödesin” diyen, göçmen düşmanlığına ve milliyetçiliğe karşı aralıksız mücadele veren, kutuplaştıran değil, birleştiren siyaset üreten, işçi sınıfının birliği için mücadele eden sol bir alternatifi nasıl kurabileceğimizi tartışacağız. Katılın birlikte tartışalım, birlikte mücadele edelim.
eden baldırı çıplaklara yöneltti. Sonunda Robbespierre de giyotinde can verecekti. Genel anlatının tersine jakobenizm devrimin hayatta kalabilmek için radikalleşmesi ve radikal kitleler ile bağ kurması gerektiğini anlamış bir devrimci akımdı. Bu açıdan sonraki yıllarda Marksizm içinde çeşitli ittifaklar, hegemonya ve devrime cüret gibi pek çok konuda örnek alındılar. Ancak son tahlilde liderlerinin burjuva bakış açıları ile sınırlı olmaya mahkûm bir akımdı. Troçki, Jakobenizmin liberal eleştirilerine karşı şunları söylemişti: “Bugün Jakobenizm bütün liberal ukalaların ağzında bir kınama sözcüğüdür. Burjuvazinin devrimden nefreti, kitlelerden nefreti, sokaklarda yapılan tarihin gücünden ve büyüklüğünden nefreti, tek bir öfke ve korku çığlığında toplanmıştır: Jakobenizm! Komünizmin dünya ordusu olan bizlerse, Jakobenizmle tarihsel hesaplaşmamızı çoktan yapmışızdır.” CAN IRMAK ÖZİNANIR