DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
578
26 Ekim 2016 2 TL. sosyalistisci.org
ÖLÜM DEĞİL CÖZÜM ,
YASAM , İCİN SES , VERELİM ALEX CALLİNİCOS: KRİZ VE EMPERYALİSTLER ARASINDAKİ İTİŞME
sayfa 4
ŞEBNEM KORUR FİNCANCI: SOKAK SOKAK, KAPI KAPI BARIŞI ANLATMALIYIZ
sayfa 5
SİNAN ÖZBEK: MARKSİZM VE EKOLOJİ sayfa 10
2
GÜNDEM
KIŞANAK VE ANLI’YI SERBEST BIRAKIN! DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK GİRİŞİMİ: “YETMEZ AMA EVET!” Türkiye’de politik bir girişime nasıl yaklaşmak gerektiğini tespit edebilmek için, ulusalcı sekterlerin bu girişime nasıl yaklaştığına kabaca bir göz atmak yeter de artar. Demokrasi İçin Birlik (DİB) girişimi de böyle. Daha girişim geniş katılımlı toplantısını yapmadan önce, ulusalcı sosyalistler, girişim içinde yetmez ama evet diyenlerin olduğundan yola çıkarak DİB’i mahkum etmeye çalıştı. DİB’in kuruluş haberi, örneğin “solcu” bir gazetede, girişim içinde yetmez ama evetçilerin de yer aldığı vurgusuyla haberleştirildi. Bu, Demokrasi İçin Birlik girişiminin tüm eksikliklerine rağmen doğru yönde atılmış bir adım olduğunu kanıtlıyor. Ulusalcılar, 2010 yılında demokrasi için öne sürülen “yetmez ama evet” sloganına karşı çıkmakla kalmadılar. Siyasi varoluşlarını bu kampanyayı karalama, bu kampanyaya karşı “entelektüel şiddet örgütleme” ve hatta fiziksel olarak saldırmaya indirgediler. Bunu yaparken askeri vesayetin devamından, Veli Küçükgillerin sivil mahkemelerde yargılanmasının engellenmesine kadar bir dizi yan poziyon daha aldılar ama yetmez ama evet kampanyasını öyle bir şekilde şeytanlaştırdılar ki, bir süreci, olayı ya da olguyu kötülemek istediklerinde, içinde yetmez ama evetçiler var deyip geçiyorlar. Ulusalcının şifresidir artık yetmez ama evet. Bunu yaparken, MHP-CHP koalisyonunu solun tabanı ilan etmiş olmaları, Demirtaş karşısında Ekmeleddin İhsanoğlu, yerel seçimlerde Mansur Yavaş’ı ya da Sarıgül’ü desteklemiş olmaları solun utanç hanesinde silinmez izler bıraktı.
HDP, Anlı ve Kışanak’ın gözaltına alınmasını protesto çağrısı yaptı.
Seçmenlerin yüzde 71.3’ünün oyunu alarak seçilen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak ve eş başkan Fırat Anlı’nın gözaltına alınması, darbecilerle mücadele gerekçesiyle başlatılan OHAL’in demokrasiye ve muhalefete baskı amacıyla kulllandığını bir kez daha gösterdi. Kışanak, önemli Kürt kadın syasetçilerden biri. 12 Eylül döneminde Diyarbakr zindanlarına atılan Kışanak, buradaki direnişiyle tanınıyor. BDP’nin eski genel başkanı, iki dönem milletvekiliği yapmış bir isim ve barış yanlısı bir siyasetçi olarak öne çıkıyor. Eski milletvekili ve seçilmiş bele-
diye başkanı Gültan Kışanak önce Ankara’da meclis darbeyi araştırma komisyonunda konuştu. Burada Ak Parti milletvekillerinin “FETÖ ile işbirliği” suçlamalarına maruz kalıp Diyarbakır’a döndüğü anda gözaltına alındı. PKK/KCK örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Gültan Kışanak’ı gözaltına almak neye hizmet ediyor? Huzura mı, güvenliğe mi? İkisi de değil sadece Kürt illerinde gerilimi artırırken, çatışmaların şiddetlenmesine ve sorunun daha içinden çıkılmaz bir hale ulaşmasına yol açan tehlikeli bir adım.
ANAYASAYI KİM İHLAL EDİYOR? MHP Genel Başkan yardımcısı Devlet Bahçeli, meclisteki grup toplantısından çıkışında basına verdiği demeçte, "Türkiye'de fiili durumun devamını arzulayanlar, 15 Temmuz'dan sonra çok ciddi olayların yaşandığı bir ortamda kaos, kriz arzulayanlar, ikinci dalga darbecilerdir. Onu da önümüzdeki günlerde hep beraber görürsünüz." dedi. Kısacası Bahçeli, başkanlık için mecliste AKP'ye kapı aralayan çıkışı neden yaptığı sorusuna, darbe girişimini engellemek için yanıtını vermiş oldu. Böylece, MHP de Erdoğan'ın başkanlığı yolunda attığı adımları darbeyi engellemek gerekçesine bağlamış oldu. Bahçeli'nin fiili durum dediği, halk oyuyla seçilen cumhurbaşkanının anayasal sınırları aşan davranışları. Oysa, fiili durumu kimse yaratmış değil. Fiili durum, cumhurbaşkanı olduğunda rejimin değiştiğini iddia eden Erdoğan. Kendisini anayasal sınırlara geri çektiğinde fiili durum da son bulmuş olur. Bir yandan anayasal sınırlarta geri çekilirken öte yandan da siyasal demokrasinin genişlemesi yönünde adımlar atılabilir.
DİB, 15 Temmuz öncesinden başlayan bir girişimdi. Yapılan son toplantının sonuç bildirgesi metni DİB’in hem eksikliğini hem de önemini aynı anda gösteriyor. Bu girişim kuşkusuz önemli. Çünkü demokrasi ve barışı birleşik bir amaç olarak öne süren her türlü birlik adımı önemlidir. Çok sayıda kurumun bir araya gelmiş olması, sosyal demokratlar ve Kürt hareketinin temsilcilerinin süreci desteklemesi, emek örgütlerinin bir kesiminin başkanlarının orada olması, çok sayıda örgütün ve kampanyalardan tanıdığımız gazeteci, aktivist ve sivil toplum sözcüsünün bir araya gelmesi çok önemli. Bu, DİB’in desteklenmesi gereken bir hamle olduğunu gösteriyor. Ama DİB’in temel bir sorunu da var: Sonuç bildirgesinde 15 Temmuz darbe girişimi silik bir şekilde yer alırken, bu girişime karşı direnişten hiç söz edilmiyor. OHAL uygulamalarına karşı çıkış haklı bir şekilde metinde yer alırken, başkanlık, siyasal sistem ve demokrasi tartışmaları, kategorik bir Erdoğan karşıtlığı şeklinde ele alınıyor. DİB, sonuç bildirgesine göre, esas olarak referandumda hareket edecek bir güç birliği inşası olarak algılanıyor. Bu açıdan, devletin, bir koalisyon halinde içerde ve dışarda yerli ve milli bir politik ekseni toplumu saflaştırıcı ve savaşı meşrulaştırıcı bir ideolojik yeniden yapılanma aracı haline getirmesi üzerinde durmuyor. Bu saflaştıran devlet siyasetine karşı, demokrasi için birlik, demokrat Müslümanlarla buluşmayı acil bir sorun olarak masaya yatırmadıkça, başka bir açıdan dışlayıcı bir rol oynamak zorunda kalır. Birlik adımı olumlu. Eksiklikleri tartışmak önemli.
DİNK CİNAYETİ: HEPİNİZ ORADAYDINIZ! Hrant Dink cinayetine ilişkin soruşturma kapsamında üç asker için daha tutuklama kararı çıktı. MİT TIR’larının durdurulması davası kapsamında tutuklu bulunan eski Adana Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Hamza Celepoğlu ile 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili tutuklu bulunan eski jandarma görevlileri Yüzbaşı Muharrem Demirkale ve Astsubay Yavuz Karakaya'nın, "Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) üyeliği" ve "kasten öldürme" suçlarından da tutuklanmasına hükmedildi. Hrant’ın Arkadaşları, yıllardır mahkemeleri takip ederek yürüttüğü mücadelede, devlet bürokrasisi, ordu ve
emniyet içerisindeki farklı eğilimlerin Dink cinayetinde parmağı olduğunu söylüyor ve hepsinin yargılanmasını talep ediyordu. Hükümetin pozisyonu ise siyasi gelişmelere göre, Ergenekon veya FETÖ tartışmalarıyla şekilleniyor. İster Fethullahçı ister Ergenekoncu olsun, cinayette yer alan, ihmali bulunan tüm askerler ve polisler tutuklanmalı. Hrant Dink’i öldürenler hesap vermeli. “Hepimiz Ermeniyiz” diyerek her 19 Ocak’ta buluşanlar, bu adalet mücadelesini sürdürecekler.
GÜNDEM
MECLİSTEN ÇIKAN TEK SES SAVAŞ
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞ VE MİLLİYETÇİLİK Devlet, yerli ve milli politik ekseni şekillendirdikçe, toplumu yerli ve milli olanlar ve olmayanlar diye bölüyor. Her tartışma, bölgesel her gelişme bu eksende ele alınmaya başladı. Yerli ve milli olmayanlar ve toplumsal bölünmeyi bu türden tanımlar etrafında derinleştirmeye esastan karşı çıkanlar, düşmanlaştırılıyor., Refah Partisi’nin büyük şehir belediyelerini almasıyla başlayan dönem, laik dindar bölünmesini öne süren devlet, aynı şeyi yapıyordu. Toplumu sürekli olarak saflaştırıyordu. Laik olanlar dindar olanlarla düşmanca bir ilişki geliştiriyordu. Çünkü askeri vesayetin gücünü arkasına alan devlet laikliğini savunanlar, dindar kitleleri düşmanlaştırma konusunda çok yol kat etmişlerdi. Bugün de devletin gücünü arkasına alanlar, yerli ve milli olmaya zorladıkları insanları, kurumları ve kesimleri hızla düşmanlaştırıyor. Yerli ve milli olmayı zorunlu gösteren konuşmalar, hamaset yüklü nutuklara dönüşmüş durumda. Bu hamaset hem iç hem de dış politikayla ilgili. Dışarda, ataların izlerini yeniden keşfetmeye neden oluyor. Ata toprakları yeniden tarif ediliyor. Kimsenin toprağında gözümüz yok dense de başka ülkelerin topraklarında askeri güç bulundurmak aşısından yerli ve milli dış politika, kapıları açan maymuncuk gibi işe yarıyor. Musul tartışması, El bab tartışması, Kürt koridoru tartışması bu açıdan da ele alınmalı.
Savaşın ekonomik faturasını bize ödetecekler.
Musul'u IŞİD'den geri alma harekatı birinci ayını doldururken, Irak hükümeti ile büyük bir kriz çıkartan Türkiye dört F-16 ile hava harekatına dahil olmayı başardı. "Musul konusunda Türkiye'nin masa dışında tutulması en büyük yenilgilerimizden biridir" diyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun istediği oldu. MHP lideri Devlet Bahçeli memnun daha fazlasını istiyor: "Musul ve Halep'in kuzeyi savunma hattımızdır."
Ak Parti liderliği ise 100 yıldır kemalistler ve ülkücüler tarafından kurulan Musul ve Kerkük'ü ilhak etmekten bahsediyor, "maliyeti neyse ödenmelidir." Cumhurbaşkanı Erdoğan ise "Musul bizim, tarihe bakın!" diyerek açık açık işgali savunuyor.
Savaş tezkeresine hayır diyen meclisteki tek parti HDP ise bugün Musul'a dışarıdan askeri müdahaleyi savunuyor. Selahattin Demirtaş, "Eğer Türkiye’nin Musul ile ilgili müdahalesi olacaksa ki, olmalı, o da Musul’da bir an önce huzurun sağlanması, Musul’a demografik müdahalenin önlenmesi" diye konuştu.
Irak ve Suriye savaş tezkeresine 'evet' oyu verenlerden başka şey beklenemezdi.
Dört parti, farklı eleştirilere sahip olsalar da Türkiye'nin Irak'a askeri müdahalesini savunuyor.
MÜDAHALEYE ÇÜRÜK GEREKÇELER Irak'ta savaşa ve işgale toplumsal destek kazanmak için ileri sürülen iddialar ise basit gerçekler tarafından çürütülebilir. n "Irak terör örgütlerinin eline geçti her türlü müdahale meşrudur." Bu 11 Eylül saldırılarından sonra önce Afganistan sonra Irak'ı yerle bir eden George W. Bush ve neoconların emperyalist düşüncesi. 2003'te ABD tarafından işgal edilen Irak, 13 yıldır büyük bir yıkım ve kaos yaşıyor. Dışarıdan müdahale silahlı direniş hareketleri-
ni yok etmediği gibi IŞİD gibi bir canavarı doğurdu. Musul IŞİD'in elinden alınabilir. Fakat ülkede emperyalist işgal ve mezhepçi bölünme dayatıldığı sürece, IŞİD gidecek onun yerine daha beter bir başkası gelecektir. n "Dışarıdan müdahale ile Musul halkının güvenliği sağlanabilir." İnsani gerekçelerle Musul harekatına destek bu görüş tümden yanlış olduğunu Irak'ın tarihi kadar Suriye'de 2 yıldır yaşananlar göstermektedir. IŞİD yok edilemediği,
emperyalist devletlerin müdahalesi insani kaybın artmasına ve sorunun daha da çözümsüz bir noktaya ulaşmasına yol açtı. 26 devletin bombaladığı, 80 devletin onlara destek verdiğiSuriye'nin hiçbir bölgesinde güvenlikten söz edilemez. n "Sınır güvenliğimizi sağlamak için Irak ve Suriye'nin kuzeyinde yer almak zorundayız." Bir ülkenin kendi sınırlarını korumak için iki ülkenin sınırlarındaki bölgeleri işgal etmesini savunma-
nın garipliği, PKK, PYD ve IŞİD'in varlıkları gösterilerek silikleştiriliyor. Fakat oralara girince ve kalınca karşılaşılacaklar, bu iddiayı da çürütecek. Suriye'deki müdahalenin aylarca süreceği söyleniyor. Musul harekatının en az bir kaç ay devam edeceği de. İki savaşa ve müdahale eden güçlere bakıldığında, buralara girildiğinde rahat olunmuyor ve çıkması çok zor. Türkiye kendi Kürt sorununu demokratik yollarla çözmediği sürece sınırlarında güvenlik sağlaması bir hayal.
Ama yerli ve milli devlet politikası, esas olarak iç politikada çok önemli bir rol oynuyor. Nasıl savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesi ise; dış politika da iç politikanın başka kavramlarla sürdürülmesidir. Dış politikada, özellikle milliyetçiliğin dozajının artmasıyla elele giden savaş politikalarının devreye sokulması; iç politikada, kamuoyuna sürekli bir savaş propagandası, savaşın faydalarının anlatıldığı bir hegemonya alanı inşası olarak döner. Türkiye’nin sınırında neredeyse aralıksız bir şekilde savaş sürüyor. 2003 yılında Irak işgaliyle bölgenin tüm dengeleri değişti. Arap Bahar’ının geri çekilmesi ve Suriye’de iç savaş ve savaşın aynı anda yaşanmaya başlaması, savaşı derinleştirdi. IŞİD, bölgeye tüm emperyalist güçlerin girmesi için çok güçlü bir bahane oldu. Türkiye, 15 Temmuz darbesini püskürtmüşken, yeniden çözüm sürecine dönüp, herksin savaştığı koşullarda, hem içerde hem de dışarda barışçıl politikaları savunmak yerine, bölgede geçer akçe olan savaş politikalarını tercih etti. İşte milliyetçilik bu tercihin arkasına gizlendiği perdeden başka bir şey değil.
BİR MİLYON MUSULLU GÖÇ EDEBİLİR
ABD'in havadan desteğiyle Peşmergeler ve Irak ordusunun başlattığı Musul operasyonu sonucu 1 milyon kişi göç etmek zorunda kalabilir. Göç etmek zorunda kalan Musulluların Kürdistan Federe Bölgesi başkenti Erbil'i gitmesi bekleniyor. Savaş bir büyük insani kriz daha yaratıyor. Türkiye mültecilere her türlü insani yardımı yapmalıdır.
4
DÜNYA
KÜRESEL KAPİTALİZMİN KRİZİ VE EMPERYALİSTLER ARASINDA İTİŞME Alex Callinicos’un Sosyalist Tartışma toplantılarında 22 Ekim’de yaptığı sunumun özeti… Yirmi yıl önce Bill Clinton, ABD cumhurbaşkanıyken Batı kapitalizmi gücünün doruğuna erişmiş, neoliberal küreselleşme zirve noktasına ulaşmış gibi gözüküyordu. ABD’nin küresel ölçekteki hakimiyeti sorgulanmaz bir durumdaydı. Şimdi gördüğümüz tablo çok farklı. Birincisi, dünya kapitalizmi hâlâ 2007-2008’de patlak veren kriz ile başa çıkmaya çalışıyor. İkincisi, Ortadoğu tam bir kaos alanına dönüşmüş durumda. Üçüncüsü, ABD gücünün gerilediği ile ilgili neredeyse elle tutulur bir hissiyat var. Küresel durumdaki bu değişikliğin arkasında bir dizi unsur var. Ama ben, en önemlileri olduğunu düşündüğüm iki tanesine odaklanacağım. Birincisi, ABD’nin Irak’taki yenilgisi. ABD, Vietnam’da rezil olmuştu ama o dönemde Asya’da çok dinamik, büyüyen, Japonya veya Güney Kore gibi ülkeler vardı. Bundan farklı olarak, Irak’ın işgali ve alınan yenilgi, Ortadoğu’nun bütün bir bölge olarak istikrarsızlaşma sürecinin başlangıcı oldu. Bununla iç içe olan bir diğer şey de 20072008’deki ekonomik kriz. Krizin henüz bitmediğini söyleyen bir iddia var. Burjuva iktisatçılar bile “uzun vadeli bir ekonomik duraklama dönemi”nden söz ediyorlar. Normal koşullarda kriz dediğinizde, ekonomi düşer, bir süre sonra toparlanır, hızla büyür ve eski hâline döner. Ama bu sefer böyle bir şey gerçekleşmedi. Batı ekonomilerinin tekrar canlanmaya başlaması uzun zaman sürdü. Ve bu olduğunda da hızla büyümediler. Krizin bitmediğine dair ikinci bir kanıt da parasal genişleme politikaları kullanıyor olmaları. Basitçe anlatmak gerekirse, bu politikaların bir örneği, para yaratıp banka sistemine bunu pompalamak. Bu yöntem işe yaramamış olduğu için şimdi giderek negatif faiz oranları kullanmaya başladılar. Bankaların kendileri, kendi paralarını merkez bankalarına yatırdıkları için, buralara faiz ödemek zorunda kalıyorlar. Bu garip işleri niye yapıyorlar? Çünkü en küçüğünden en büyüğüne bütün ekonomik işletmelerin, yani hane halkından büyük şirketlere kadar, paralarını bankalar yatırmak yerine harcamalarını istiyorlar. Ama para harcanma yetersizliği, aslen büyük şirketlerden kaynaklanan bir sorun. Özellikle Avrupa ve ABD’deki en büyük şirketler, devasa para stoklarının üzerinde oturuyorlar. Yavaş büyüme oranlarının nedeni de bu.
Kapitalist şirketler tabii ki hayır kurumları değiller. Kâr etmeyi umdukları yerlerde yatırım yaparlar. Şu anda kâr beklentileri, yatırım yapmalarını sağlayacak düzeyin çok altında. Bu da bizi meselenin kalbine götürüyor. Küresel kapitalizm, bir kârlılık krizi yaşıyor. Bütün neoliberal politikaların sonucunda, sistemin yeniden istikrarlı bir büyümeye kavuşacağı ölçüde işçi sınıfının ümüğünü sıkmayı beceremediler. Batı ülkelerinin hükümetleri, finans piyasalarını özendirmek gibi bir noktaya çekildiler. Finansal piyasalarda spekülatif balonlar oluşursa, bu ekonomilere itici güç rolü görebilir diye düşündüler. Ancak balonların sorunu şu ki, patlarlar. 2007’de balon patladığı zaman, bütün dünya ekonomisini aşağı doğru çekti. Marks, kârlılık oranlarını yükseltmenin iki temel yolu olduğunu anlatır. Birincisi işçi sınıfının ümüğüne daha sıkı basarsınız: ücretleri düşürürsünüz, çalışma saatlerini uzatırsınız, üretkenliği artırırsınız. İkinci yöntem sermaye imha etmektir. Yani kâr edemeyen şirketler çöker, bu da daha kârlı şirketler için alan açılmasını sağlar. 2008’den beri şunu görüyoruz: Sömürü oranlarını artırmak için başarılı bir girişimi var kapitalizmin. Ama yeterince sermaye imhası gerçekleşmedi. İktisatçılar “zombi şirketlerden” söz ediyorlar günümüzde. Yani devletler müdahale ettiler, ekonomilerin çökmemesini sağladılar ama bunu yaparken kullandıkları yöntemler, krizi ilk başta yaratan sorunların çözülememesine
yol açtı. Bu ekonomik durgunluğun jeopolitik sonuçları var. En önemlisi, ABD’nin zayıflamasına yol açıyor. Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi, ABD ekonomisine göre hızla büyümesini sürdürüyor. ABD’nin geri çekilme durumunu Ortadoğu’da çok açıkça görmek mümkün. Obama, baştan beri Suriye’deki savaşta ciddice bir Amerikan askeri katılımı olmamasını sağlamak konusunda çok kararlıydı. Irak yenilgisi, ABD’nin bugün Ortadoğu’da neler yapabileceğini sınırlayan bir unsur. Ekonomik olarak baktığınız zaman, Rusya, ABD’den çok daha zayıf bir ülke. Ama ABD geri adım attığı zaman, Rusya’nın önündeki manevra alanı genişlemiş oluyor. Ama ABD’ye asıl rakip olan ülke Çin. Çin’in ABD’yle rekabet ettiği asıl alan Güney Çin Denizi. Çin, bütün oraların kendisinin olduğunu savunuyor. Burada da ABD’nin konumunun zayıflamakta olduğunu gözlemliyoruz. Amerika, Asya devletlerini Çin’i izole etmek için kendisine yardım etmeye ikna etmeye çalışıyor. Ana müttefiklerinden bir tanesi Filipinler, yakın geçmişte uluslararası mahkemlerde Çin’e karşı toprak anlaşmazlığıyla ilgili bir davayı kazandı. Ama şimdi yeni devlet başkanı Çin’e yakınlaşıyor. Burada da görüyoruz ki ekonomik kriz, jeopolitik sonuçlara yol açıyor. Son olarak, bütün bu tabloda solun nerede olduğu konusuna girmek istiyorum. Son 10 yıldaki kriz öyle bir döneme denk geldi
ki, sol en azından Avrupa’da tarihsel olarak zayıf olduğu bir dönemde. Geçtiğimiz 20 yılda, solun, neoliberalizmin uygulanmasına yol açan yenilgilerden yavaş yavaş çıkmaya başladığını görmüştük. 2000’lerin başında her tarafta devasa savaş karşıtı hareketler inşa etmeyi başarmıştık. Ama sistemik bir krize karşı durmak, savaşlara karşı çıkmaktan çok daha zor. Kapitalizmin krizi söz konusu olduğu zaman, ne alternatif sunacağız? Sol, başlangıçta ekonomik kriz karşısında zorluk yaşadı. Son birkaç yılda ise yeni sol hareketlerin ortaya çıkışını gördük. Ama bu saydığım hareketlerin üzerindeki egemen etki, reformizmin çeşitli türleri. Sistem büyüyor olduğu zaman reformizmin bir miktar işe yaraması mümkündür ama şimdi olduğu gibi bir kriz döneminde söyleyeceği çok şey yoktur. Yunanistan’da bunu açıkça görebiliyoruz. Avrupa Birliği, fiilen Syriza hükümetini imha etti. Yani solun kendisini yenileme sürecinin nispeten başlarında bir yerdeyiz. Ama Türkiye’de DSİP, İngiltere’de SWP gibi örgütlerin yapabileceği çok önemli bir katkı var. Çünkü ideolojik berraklık sunuyoruz. Ve bunu, siyasi olarak belli konularda çok sayıda insanı birlikte mücadele etmeye davet edecek hareketler inşa etmeye çalışarak yapıyoruz. Ve böyle yaparak, insanların katıldığı çok çeşitli mücadelelerin, sisteme karşı mücadelelere dönüşmesini sağlama şansımız var.
RÖPORTAJ
5
“SOKAK SOKAK, KAPI KAPI BARIŞI ANLATMALIYIZ” OHAL döneminde çıkartılan kararnamelerin yasalaştırılmaya çalışıldığı döneme insan haklarına aykırı bir dizi uygulama da eşlik ediyor. Uzun yıllardır insan hakları ve barış mücadelesinin emektarı olan, aynı zamandaTürkiye İnsan Hakları Vakfı başkanlığını yürüten, Şebnem Korur Fincancı ile otoriter uygulamaların cezaevlerine yansımalarını, barış mücadelesinin olanaklarını, Batı’daki mücadele zeminlerini konuştuk.
Şebnem Korur Fincancı
OHAL’in cezaevi koşullarına ne gibi etkisi oldu? Çok fazla etkisi oldu. Görüşlerle ilgili sınırlamalar var. Avukat görüşlerinde içeride gardiyanların bulunması, görüşmelerin kayıt altına alınması söz konusu. Görüşmelerin yapıldığı alanlara güvenlik kameraları yerleştirildi. Mektup yasağı getirildi. OHAL öncesinde bir takım sınırlamalar getirilmişti. Şimdi bunlar çok şiddetli uygulanıyor. Gardiyanların çıplak arama yapması, kaba dayak şeklinde işkenceleri, cinsel kimliğe yönelik tehditleri söz konusu. Yani bir bütün olarak işkence son dönemde yaygınlaştı. Dolayısyla cezaevlerinde 1980 döneminin koşullarına benzer koşullar oluştu ne yazık ki. Bir yandan bazı hükümet yetkilileri de işkencenin kabulü diyebileceğimiz açıklamalar yapıyorlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümetin bir yandan işkenceyi reddeden bir yaklaşımı var. Çünkü kabul ettiklerinde biliyorlarki uluslararası alanda sıkışacaklar. Uluslararası sözleşmelerin yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Bu durum aslında ekomomik ilişkiler açısından onları ilgilendiriyor. Ekonomik ilişkilerin bozulması tehlikesine karşı dışarıya yönelik
işkenceyi reddeden bir yaklaşım var. Ama aynı zamanda iç kamuoyuna yönelik işkenceyi meşrulaştıran, haklılaştıran hatta toplumu galeyana getiren ve işkenceyi destekleten bir yaklaşım söz konusu. Adalet Bakanı işkencenin varlığını reddederken, AKP’li Mehmet Metiner ‘işkence iddialarını araştırmayacağız’ diyebiliyor. Türkiye 1987 yılında işkence karşıtı uluslararası sözleşmeyi imzaladı. 2011 yılında da seçmeli protokolü onayladı. Yani bu protokolle ‘bağımsız izleme mekanizması oluşturacağım’ diye söz verdi. Böyle bir mekanizma oluşturmadığı gibi bağımsız olmayan mekanizmayı da lağvetti. Savaş koşullarının bu sert politikaların temel nedeni olduğu açık. Peki barışı kazanmak için ne yapmak lazım? Öncelikle Batı’da bir araya gelmek gerekiyor. Mücadele etmek gerekiyor. Temel insani değerleri dile getirerek topluma bir arada anlatmamız gerekiyor. Zorlu bir süreç yaşıyoruz. Basının sınırlandığı, kapatıldığı, muhalif basının sesinin kesildiği bir dönem geçiriyoruz. Böyle bir dönemde sesimizi duyurmak için her alanı, her mecrayı kullanmak gerekiyor. Belki sokak sokak, kapı kapı bile
gezmek gerekiyor. Barış için sesimizi duyurabileceğimiz her alanı kullanmak çok önemli. Batı’da her şeye rağmen mücadele alanları inşa edilmeye çalışılıyor. Haftasonu yapılan Demokrasi için Birlik toplantısı da Batı’daki siyasi zemin arayışının bir örneği. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz yapılan etkinliği? Ben Demokrasi için Birlik’i çok önemsiyorum. Öncelikle toplantının içerdiği katılım nedeniyle önem veriyorum. Her kesimden, her alandan muhalif kesimin katıldığı bir toplantı oldu. Kolay değil elbette ama bir arada yürümeyi, bir arada durmayı becermek gerekiyor. Farklılıklarımızı çeşitlilik olarak görmek, bu farklılıklara rağmen bir araya gelmek, anlaştığımız asgari müştereklerde yan yana durmak gerekiyor. En temel insan haklarını savunacak bir birlikteliğin, her türlü iktidar ve hakim olma duygusundan sıyrılarak yaratılması lazım. Böyle duygulardan arınarak, yatay zeminde bir araya gelişleri mümkün kılacak bir mücadeleyi inşa etmeyi başarmalıyız. Röportaj: Meltem Oral
6 GÜNDEM
SOSYALİST TARTIŞMA'DAN PERSPEKTİFLER
Sosyalist Tartışma 2016, Bir darbenin toplumsal anatomisi toplantısı.
Sosyalist Tartışma 2016 toplantıları İstanbul'da üç gün boyunca sürdü. Aşağıda Sosyalist Tartışma'da akılda kalan başlıkların özetini yaptık. BİR DARBE GİRİŞİMİNİN ANATOMİSİ VE SONRASI 15 Temmuz darbesi salt Fetullahçı bir darbe değildir. Darbeciler içinde AKP karşıtı ulusalcı askerler ve kişisel ikbal peşinde olanlar da vardır. DSİP darbeye ilk andan itibaren karşı çıktı. Demokrasi için halkı sokağa, direnmeye çağırdık. Şimdi de OHAL değil demokrasi istiyoruz. Darbe sonrası ortaya çıkan en olumsuz durum eski ve yeni Türkiye ittifakıdır. Bu ittifak 17-25 Aralık operasyonlarında başlamıştı, şimdi devam ediyor. 15 Temmuz kanlı bir darbe girişimidir. Darbeyi halkın direnişi engellemiştir. Kitlelerin eylemi demokratiktir, Türkiye tarihinde hiç görmediğimiz bir kitle hareketi ortaya çıkmıştır. Hükümet darbe sonrası oluşan havayı demokrasiyi güçlendirmek için değil, ik-
tidarını sağlamlaştırmak için kullanıyor. OHAL devletin toplumu baskı altına alma aracı haline geldi. Artık AKP-MHP koalisyonunda yaşıyor gibiyiz. Her şeyin yerli milli olması isteniyor. Erdoğan hata yapıyor, İsrail ile de anlaşsa, kamu çalışanlarının hakkını da gasp etse, büyük mağduriyetler de yaratsa kitlelerin onu sonsuza kadar destekleyeceğini sanıyor. Halbuki 7 Haziran seçimlerinde kitleler AKP liderliğinden kopmuştu, bunu tekrar yaşatmalıyız, yerli milli koalisyona karşı çıkmalıyız. Tekirdağ’da DSİP üyeleri darbe duyulduğu anda sokağa çıktı. 25 gün boyunca alanda kitlelerle birlikte olundu. Kürt meselesini, Ermeni soykırımı darbe karşıtlarıyla tartışıldı. Gezi direnişi tartışıldı. Tüm bu olumlu hava daha sonra OHAL ile birlikte sona erdi. Şimdi tam bir hukuksuzluk hakim, binlerce insan tutuklandı, işten atıldı. İnsanlar darbeye bu hukuksuzluklar olsun diye karşı çıkmadı. Bu hukuksuzluklara karşı, darbeye direnenlerle birlikte direnmeliyiz. Milyonlarca insan 2013’te Gezi’de diren-
di. 2016’da darbeye karşı sokağa çıktı, tankları durdurdu. Şimdi egemen sınıflar çok korkuyor, çünkü insanlar direnmeyi, mücadele etmeyi öğrendi. Gezi direnişini CHP, 15 Temmuz direnişini AKP çalmaya çalışsa da artık düne göre halk daha güçlü. Demokrasi ve barış için mücadele etmeliyiz, bu mücadeleyi ne kadar başarırsak o kadar darbeleri engelleriz. MARKSİZM VE EKOLOJİ Ekoloji meselesi Marksizme yönelik önemli bir eleştiridir. İddia sahipleri Marksizmin ekolojik olmadığını hatta gelecek toplum tasavvurunun ekolojik sorun yarattığını iddia eder. Marks doğayı insanın inorganik bedeni olarak tanımlar. Özel mülkiyetin doğayı aşağılamak demek olduğunu anlatır. Engels Yunanistan’daki ormanların yok olmasında gelişen kapitalizmin rolünü sorgular. Marksizm’e göre kapitalist sistem büyüme, biriktirme ve sömürüye dayanır. Doğal varlıklar üzerinde uyguladığı bu sınırsız sömürü giderek doğayı ve insanlığı yok edecektir.
Marksizm eşittir SSCB dediğimizde marksizmin nükleer santral düşkünü olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Her türlü ekolojik katliamın yapıldığı Stalin Rusya’sını Marksizm’in bir örneği olarak ele alamayız. SSCB’nin sosyalist olmadığını, devlet kapitalisti bir ülke olduğunu söylemeliyiz. SURİYE’DE AYAKLANMA VE SAVAŞ: Suriye 50 yıldır bir azınlık tarafından yönetiliyor. Tüm zenginliklere Esad ailesi, elit bir kesim ve bürokratlar el koyuyor. Başta komünistler ve Kürtler olmak üzere tüm muhalif kesimler üzerinde yoğun baskılar var. Suriye’nin normalleşmesi için çoğulcu bir yönetime geçmesi gerekir. Suriye devriminin başlangıcında Alevi-Sünni unsurlar Esad’a karşı birlikte mücadele etti. Ama 2013’ten itibaren savaş mezhepsel bir nitelik kazandı. IŞİD, Nusra gibi cihatçı örgütler gelişti. Sosyalistler olarak hem Suriye’de hem Türkiye’de halkların kendi kaderini tayin hakkını savunuyoruz. Suriye halkının Esad diktatörlüğüne karşı direnişini savunuyoruz. AKP'ye oy veren yoksulların ve
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
HEM MASADA HEM DE ARAZİDE Yüz yüze konuşuyor olsalardı, belli ki adamın yakasına yapışıp kafayı çakacak, sonra da sağ diziyle... Ama karşı kaldırımdan avazı çıktığı kadar bağırmakla yetindi: “Sen benim zaten muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, kıratımda değilsin, kalitemde değilsin. Irak’tan senin bağırman çağırman bizim için hiç de önemli değil, biz bildiğimizi okuyacağız, bunu böyle bilesin. Kim bu? Irak’ın Başbakanı. Önce haddini bil...” Niye bu kadar sinirlendi? Çünkü Irak’ın Başbakanı, haddini bilmediği için, Irak’ta olup bitenlerle ilgili laflar etti. Hem Irak’ın Başbakanı hem de Irak hakkında konuşuyor! Bu nasıl bir densizlik! Sonra bizimki biraz yatıştı, alttan almaya çalıştı: “Bin yıldır beraber, kardeşçe yaşadığımız bu coğrafyada kaderimiz de kederimiz de ortaktır” dedi. Haydar el Abadi ne düşünmüştür, tam olarak bilemiyorum tabii. Ama şöyle bir şeyler geçmiş olabilir aklından: “Ulan, yüzyıllarca beni yönet, sen sömürgeci, ben sömürge, bunun adı kardeşlik oluyor, öyle mi? Benim seviyeme, kaliteme laf edince, atıp tutunca ben senin kardeşin oluyorum, öyle mi?”
Dünyanın önde gelen marksist teorisyenlerinden Alex Callinicos kapitalizmin krizini anlatıyor.
işçilerin de kapsanacağı savaş karşıtı ortak mücadeleyi, ezilenlerin birliğini savunuyoruz. YENİ DEVLET POLİTİKASI: YERLİ-MİLLİ EKSENİ Türkiye’de yerli milli ideoloji eski bir söylemdir. Ama bir süredir AKP tarafından bol bol kullanılıyor. Yerli milli olanlar Türkiye’nin gelişmesini, büyümesini isteyenler, diğerleri istemeyenler olarak sunuluyor. Bizim son derece yapay olan bu yerli milli eksenini teşhir etmemiz, barış eksenini inşa etmemiz gerekir. Çalışmalarına başladığımız “Yaşam için Ses Ver” kampanyası yerli milli eksene karşı barış eksenini güçlendirecektir. Bugün halkın yüzde 60’ı yerli milli söyleme oy verebilir, ama ortam değiştiğinde tercihi de hemen değişir. KÜRESEL KAPİTALİZMİN KRİZİ Küresel kriz karşısında sol ne yapıyor? Avrupa solu zayıf bir durumda. 2000'li yılların başında savaş karşıtı hareketler inşa ettik. Ama sistemik bir krize karşı durmak savaş karşıtı hareket inşasından daha zor. SWP, DSİP gibi hareketlerin yapacağı önemli işler var. İdeolojik netlik, berraklık sunmalıyız. Sistemin krizinin, sistemi devirerek çözüleceğini söylüyoruz. Siyasi olarak insanları mücadeleye davet ediyoruz. Bugün Türkiye’ye dünyadan yeterli finansal kaynak gelmiyor, ekonomik durgunluk artıyor. Ekonomide milliyetçi ve liberal politikalar sarkaç
gibi uygulanıyor, şimdi milliyetçiliğe kayma var. Bu salınıma toplumsal hareketler müdahale ederse durum çok farklılaşabilir. EVRENDEKİ YERİMİZ Bedenimiz avcı toplayıcı, üretimimiz ise endüstriyel bir tarzda. Bu uyumsuzluğa en fazla direnç gösterebilenler kırsal yaşamdakiler. Yaptıkları pek çok günlük davranış, üretim yapma alışkanlıkları bedenleri ve geçmişleri ile uyumlu. Ama kentli insanlarda yabancılaşma çok fazla. İnsanın evrendeki yerini anlama çabamız devam ediyor. Galile, Kopernik ve Bruno gösterdiler ki dünya evrenin merkezi değil, güneşin etrafında dönüyor. Darwin bize insanın nasıl tesadüfen ortaya çıktığını anlatır. Freud der ki: Bilinç yaptıklarımızın merkezinde değildir, yaptıklarımızın bir kısmı bilinç dışıdır. Bugünlerde gelişen nörobilim bize şunu anlatıyor: Duyularımızın izin verdiği ölçüde dış dünyayı anlıyoruz, akıl yürütme kapasitemiz ile teoriler geliştiriyoruz. Marks der ki; gördüklerimiz gerçek olsaydı, teoriye ihtiyaç kalmazdı. Her türlü algımızdan kuşku duyalım, devrime hazırlıklı olalım. SAVAŞ BİR SAPMA MI? Savaşlar bize kapitalizmin korkunç yüzünü gösterdi. Savaşları önlemek için BM kuruldu ama savaşlar devam ediyor. Savaş kaynaklı ölümler son 25 yılın en üst noktasında. Mülteci sayısı tarihin en üst seviyesinde, 65,5 milyon kişi mülteci olarak toprakları
dışında yaşıyor. Bu sayının 30 milyonu çocuk. 100 bin mülteci çocuğun hiçbir yakını yok.
Kardeşlik filan umurunda olmadığına göre, gerçekte niye sinirlendi bizimki?
Marksizme göre günümüzde savaş, kapitalizmin sürekli büyüme hırsının devletlere yansımasından kaynaklanır. Rakip devletler kapitalist sistemin ayrılmaz bir dinamiğidir. Kapitalist sistemin savaşa çözüm üretmesi mümkün değil, çare sistemin yıkılmasıdır.
“Suriye’de sınırlarımız boyunca bir terör koridoru oluşturma projesine nasıl izin vermediysek, Musul merkezli mezhep çatışması projesine müsaade etmeyeceğiz. Biz Suriye’ye 911 kilometre sınırdaşız, 350 kilometre de Irak’a sınırdaşız. Eğer bugün ‘Musul üzerinde bizim sorumluluğumuz var, onun için hem masada olacağı hem de arazide olacağız’ diyorsak bunun bir sebebi var. Bunu durup dururken söylemiyoruz, dostlar alışverişte görsün diye söylemiyoruz. Bura benim 350 kilometre sınırım, her an tehdit var, benim burada tarihi mesuliyetim var. Biz burada olacağız, hem arazide olacağız hem de masada olacağız. Bütün diplomatik görüşmeler bir taraftan yapılıyor, diğer taraftan araziye yönelik hazırlıklarımız devam ediyor.”
Temmuz 2015’te savaş Kürtlerin statü kazanımını engellemek için başladı, ayrıca Türkiye’nin alt emperyalist emellerine hizmet etmesi için sürdürülüyor. Savaşa karşı barışı savunmaya devam etmeliyiz. KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ÇÖZÜM VE BARIŞ Çözüm sürecinden hızla bir çatışma sürecine evrildik, bunda ilk sorumluluk hükümetin ama çözüm sürecine yeterince sahip çıkmayan herkesin sorumluluğu var. Yeniden çözüm sürecine dönebiliriz, ama Suriye’de devam eden savaş çözüm sürecine dönmemizde en büyük engel. Yine de Türkiye sınırları içinde ilan edilecek bir ateşkes ve çatışmasızlık sonrası çözüm sürecinin başlaması için uygun koşullar ortaya çıkabilir. Savaşın durdurulması ve çözüm sürecine tekrar başlanması için özellikle AKP tabanına seslenmek, ortak barış eylemleri düzenlemek gerekir. Gelecek haftadan itibaren “Yaşam İçin Ses Ver” kampanyasını İstanbul’da örgütlemeye başlıyoruz. Tüm demokratları, sosyalistleri bu kampanyaya destek vermeye çağırıyoruz.
Cevap, Cumhurbaşkanı’nın şu cümlelerinde mevcut:
Neymiş? “Terör koridoru oluşturma projesine izin vermemek.” “Bura benim sınırım, her an tehdit var.” Kardeşlik, mezhep çatışmasını engellemek, IŞİD filan fasa fiso. Türkiye, 2003’te Irak’ın işgaline dahil olamadı, kuzey Irak’taki Kürt devletinin ortaya çıkmasını bu nedenle engelleyemediğini düşünüyor. Suriye’de aynı şeyin olmasını engellemek şu anda devletin birinci önceliği. İçeride, barış süreci bu nedenle sona erdirildi. Dışarıda, Erdoğan’ın “Ben de varım, ben de varım, lütfen ya, ben de savaşmak istiyorum” diye çırpınıp durmasının nedeni de bu.
YENİ SAYI ÇIKTI! KİTAPÇILARDAN SOSYALİST İŞÇİ SATICILARINDAN ALABİLİRSİNİZ
8
YORUM
PATRONLARIN SAVAŞINA KARŞI EZİLENLERİN BİRLİĞİNİ SAVUNMAK hit oluyoruz. Operasyon Suriye muhalefetine destek söylemiyle yürütülüyor. Erdoğan’ın bizzat ‘bölgede oyun kurucu olacağız, bize saldırmalarını beklemeyeceğiz’ diyerek açıkladığı bu operasyonla aslında Türkiye’deki başka ekonomik ve siyasi krizlere karşı milliyetçiliği pomplayabiliyorlar. Ayrıca Kürt koridorunun önüne geçmek için yapılan bir müdahale olduğunu görmek gerekiyor.
CANAN ŞAHİN
2010’da Tunus’ta başlayan devrim, Mısır’da devam etti ve Suriye’ye sıçradı. İki ülkeden farklı olarak Suriye’de rejim ayaklanmalara çok sert karşılık verdi. Mart 2012’ye gelindiğinde 17 bin ölü vardı. 2012’den itibaren Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla silahlı direniş başladı. ÖSO içinde ayaklanmaya katılanlar ve rejim ordusundan firar eden askerler vardı. 2013 yılı devrimde dönüm noktasıydı. Bir yanda Esad’ın ‘ya şehirleri terk edeceksiniz ya yok olacaksınız’ politikaları sürerken Mısır devrimi de zora girdi. Mursi iktidarı askeri darbeyle devrildi. Mısır’da devrimin yenilgisi bölgenin kaderinde başka aktörlerin devreye girmesini kolaylaştırdı. 2014’te ABD liderliğinde IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon kuruldu. Rusya yanında olduğu Esad’a karşı askeri destek sunmaya başladı. Emperyalist blokların birbiriyle olan mücadelesini önce ‘vekalet savaşıyla’ sonra bizzat sahada yürüttükleri döneme girdik. Bu süreçte içerisinde gayri müslimlerin, farklı mezheplerin ortak yürüttüğü mücadele mezhepçi bir çizgiye kaymaya başladı. Bu Esad’ın en baştan beri arzu ettiği şeydi. Muhalefeti ‘kafirler ve teröristler’ olarak yaftalıyordu ve bu söyleme karşılık verebilecek bir başka dinamik oluştu. El Nusra büyüdü, IŞİD faktörü çıktı. Suriye’nin mezhepçi hatta okunması hem rejim hem de cihatçı örgütler lehine portre yarattı. Yanlış bilinen gerçekler Suriye’nin Ortadoğu’da ABD emperyalizmine, İsrail’e karşı bir güç olduğu ve ayaklanmaya karşı savunulması gerektiği anlatıldı. Oysa bu gerçeği yansıtmıyor. 1970’te Hafız Esad hava komutanıyken darbe örgütledi ve o tarihten 2000’de ölüp, iki saat içinde oğlu iktidarı devralana kadar da ülkeyi yönetti. Bahsettiğimiz 45 yıllık, baskıcı diktatörlük. Dünya kapitalizminin geçirdiği bütün evreler bizzat Suriye’de de gözlemlenebilir. Binlerce devrimci Esad rejiiminin cezaevlerinden geçti. 1990’ların neoliberal politikaları sonucunda, hem devlet bürokrasisinin hem burjuvazi-
Bugün sosyalistler kendi ülkelerinin Suriye’ye emperyalist müdahalesine hayır demeli. Suriye halkının bir aktör olarak görülmediği, küçümsendiği her türlü politik tartışmada, sadece aşağıdan mücadelenin önü açıldığında başka bir Suriye ve Ortadoğu’nun mümkün olacağını anlatmalı. Biz savaş karşıtı mücadele yürüttüğümüzde, Suriye’de hem IŞİD’e hem Esad’a karşı mücadele edenlerin önünü açacağız.
DurDe’nin Suriyeli mültecilerle dayanışma eylemlerinden bir kare.
nin ortaya çıkardığı yeni egemen sınıfa karşı büyüyen muazzam bir öfke vardı. Bu öfke Arap baharında birçok ülkede kendisine bir kanal buldu, inisiyatif aldı ve sokağa çıktı. Altı Gün Savaşları olarak bilinen, İsrail ve Ortadoğu’daki bir dizi ülkenin savaştığı dönemde Golan Tepeleri’nin işgaline karşı, ‘işgalden vazgeçin İsrail’le de çok büyük sorunumuz yok’ demenin dışında Filistin dostu politikası olduğundan bahsetmek mümkün değil. Hatta 1976’da aleyhine operasyon yaptı. 2011’den sonra ayaklanmaya katılan Filistin mülteci kampları kuşatıldı, açlığa mahkum edildi, binlercesi öldürüldü. Bu rejimin Filistin dostu olduğunu söylemek için kör olmak gerekir. Bir diğer tartışmalı mesele, laik rejimin gerici muhalefete karşı direniyor olduğu. Tabi ki böyle bir şey yok. 1972’deki anayasada Hafız Esad eline bütün yetkileri toplarken, Suriye cumhurbaşkanının sadece Müslüman olacağı maddesini de yazmıştı. Bugün Esad batı sınırındaki birçok kenti
direnişçilerden geri almak için Hizbullah'la ittifak yaptı. Hizbullah’ın seküler bir örgüt olduğunu iddia edemeyiz. Esad’ın koalisyon kurduğu İran’ın mezhepçi bir güç olduğunu inkar edemeyiz. Mesele Ortadoğu’da gerici egemen sınıfın iktidarda kalabilmek için her türlü mezhepçi kartı kullanıp, batı solunu kendi saflarına çekebilmek için laikliği retorik olarak kendine araç ediyor olması. IŞİD faktörü Suriye’de 228 grubun olduğu söyleniyor. Bunların ayrımlarını anlamayan, muhalefeti IŞİD’e indirgeyen kaba bakış açısı var. Nisan 2016’da kısa süren ateşkesin arkasından tekrar sokağa çıkan sivil muhalefet hem rejime hem IŞİD’e karşı mücadele ediyor. Milyonlarcası mülteci olmuş insanların hem Esad’a hem IŞİD’e karşı mücadelesini görmezden gelmek, Esad’ı desteklemenin bir yolu. IŞİD öncelikle ABD’nin Irak işgali sonrası oluşturduğu mezhepçi yönetimin ve emperyalizme kar-
şı direnişi kırmak için kullandığı mezhepçi stratejilerin bir sonucu. Suriye devriminin geri çekilişinin ve çekilişin yarattığı umutsuzluğun sonucu. IŞİD’in büyük bir kitle hareketi olduğundan bahsedemeyiz. Ama nasıl militan devşiriyor, nasıl kentleri kontrol ediyor, bunu anlamak için devrimin geri çekilişine bakmak gerekiyor. Ayrıca IŞİD doğrudan Esad rejmiyle savaşan bir güç olmaktan çok devrimin özgürleştirdiği alanlara saldırıyor. Bugün 1,5 milyon kişinin yaşadığı Musul’da 63 ülkenin yaptığı bir operasyon var. IŞİD’in sivilleri canlı kalkan yapma, kimyasal silah kullanma ihtimalleri düşünüldüğünde bu operasyonun IŞİD’i geriletecek değil tersine oradaki krizi derinleştiricek ve ezilenler lehine değil mezhepçi hattı güçlendirecek, IŞİD’in tehdit olarak ortadan kalkmasını geciktirecek bir faktör olacaktır. Ne yapmalıyız? AKP’nin Suriye’de 2 aydır süren, bizahiti kara güçlerini de kullanarak yaptığı operasyona şa-
2011’den beri yaşadığımız devrimci dalga ve geri çekiliş, 2008’den beri Avrupa’daki kriz ve emperyalistlerin jeopolitik rekabeti tartışmaları, bugün Suriye’de en son Musul’da kanlı canlı hale geliyor. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını sonuna kadar destekleyen konumdayız. Lakin Suriye siyasetini sadece Kürt hareketinin üzerinden okuyamayız. Suriye’de orada yaşayan ezilenler, işçiler, coğrafyanın hepsi var. Kendi kaderini tayin hakkını, Türkiye’nin milliyetçi, militarist müdahalesini, Suriye halkının Esad ve IŞİD karşıtı direnişini birlikte tartışmalıyız. Bugün Esad’ın kazanması emperyalistlerin kazanması ve Kürt halkının yenilmesi demek. Türkiye’de 2,5 milyonun üzerinde mülteci var. Hem işçi sınıfı içinde mültecilerle dayanışan bir kampanyayı hem de mültecileri kurbanlaştırmayan Suriye’de tarih yazmış, yapmış özneler olarak gören mücadeleyi birlikte inşa ettiğimizde bunu yapabiliriz. Ortak mücadeleyi tüm ezilenler için savaş karşıtı zeminde yeniden inşa etmeliyiz. Yasin Al-haj Saleh’in dediği gibi patronların savaşına karşı ezilenlerin birliğini inşa etmekten başka şansımız yok.
EMEK GÜNDEMİ
KAMUDA İŞ GÜVENCESİ İÇİN BİRLEŞİK MÜCADELE
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KAYYUM UYGULAMALARI İŞÇİLERİ OLUMSUZ ETKİLİYOR Üç yıldan beri Türkiye’de pek çok şirkete, belediyeye, kuruma “Paralel Yapı” ve “Terör” örgütlerine para aktardıkları gerekçesi ile el konuldu ve kayyum atandı. Haziran 2016 tarihinde çıkarılan bir yasa ile Kayyum atama yetkisi daha da genişletildi. Bu tarihten itibaren “kuvvetli suç şüphesinin varlığı” halinde de kurumlara kayyum atanmaya başlandı. Kayyum atanma koşullarına terörün yanı sıra anayasal düzene karşı işlenen suçlar, güveni kötüye kullanma ve sahtecilik suçları eklendi. Kayyumların görevleriyle ilgili iş ve işlemlerden dolayı açılacak tazminat davalarına kısıtlama getirildi. Bu davalar ancak devlet aleyhine açılabilecek. Böylece kayyumun kötü niyetli ve kasdi davranışlarından doğacak zararları devlet üstlenmiş oldu.
KESK işten çıkarmalara karşı mücadele ederken, Memur-Sen de iş güvencesinin kızrmızı çigileri olduğunu söylüyor.
Hükümetin 657 sayılı kanunda değişiklik yaparak kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldırmaya yönelik faaliyeti hız kazandı. Geçtiğimiz hafta sonu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bağlı kuruluşu Devlet Personel başkanlığınca, Bursa'da Kamu Personel Sisteminin Değerlendirilmesi Çalıştayı düzenlendi. Burada bir konuşma yapan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, 15 Temmuz darbe girişiminde “millete bedel ödeten” kişilerin kamu mensubu olduğundan yola çıkarak, “Türkiye’deki kamu sisteminin 15 Temmuz ile beraber tarihin gömülmesi
gerektiğini” belirtti ve memurların iş güvencesini kaldırmaya yönelik planlarına darbe girişimini alet etti. Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın ise kamudaki iş güvencesi sistemini “devletin ve milletin bekası açısından garantör değerlerden biri” olarak kabul ettiklerini dile getirerek iş güvencesinin kırmızı çizgileri olduğunu yeniledi. Yalçın, Fethullahçıların yargıda, orduda ve emniyet teşkilatında daha çok kadrolaştıklarını belirterek “İş güvencesinin diğer kamu görevlilerine göre esnek olduğu kurumlarda hakimiyeti daha kolay sağladılar” dedi. Memur-Sen başkanı, iş güven-
cesini hedef alan bir yaklaşım ya da öneri ortaya konulduğunda, kamu personel sistemine yönelik çalışmalarda paydaşlık değil karşıtlık pozisyonunda olacaklarının altını çizdi. Kamu hizmetlerine giriş ve yükselme konusunda merkezi sınavın yanına mülakatın eklenmesine de karşı çıkan Memur-Sen Genel Başkanı Yalçın, merkezi sınavı elzem olarak gördüklerini, bunun yanı sıra “mülakat yerine kuruma ve alana dair bilgi düzeyini ölçmeye dönük bir yazılı sınav” olabileceğini söyledi. Hükümet ise geçtiğimiz hafta
içinde kamuda görevde yükselme ve unvan değişikliği için sözlü sınav uygulamasını Resmi Gazete’de yayınlatarak yürürlüğe soktu. Liderliği hükümete yakın olan Memur-Sen konfederasyonunun başkanlığının yaptığı açıklamalar, kamu emekçileri arasında hükümetin uygulamalarına dönük bir hoşnutsuzluk olduğunu gösteriyor. Memurların iş güvencesi için verilecek mücadelede tüm kamu emekçileri sendika konfederasyonları ortak hareket ederse, AKP’ye geri adım attırarak kazanılmış hakların korunması mümkün hâle gelecektir.
İŞYERLERİNDEN FABRİKALARDAN MÜCADELE HABERLERİ n Kamu Emekçileri Sendikası (KESK) Kadın Meclisi, "Bedenimize ve kimliğimize sahip çıkıyoruz" diyerek Eğitim Sen Genel Merkezi'nde önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. n Bakırköy Belediyesi'nde işçilerin grevi imzalanan sözleşmenin ardından sona erdi. n Avcılar Belediyesi’nde direnen işçiler, basın açıklaması yaparak belediyenin sözünde durmamasını ve işçileri oyalayıcı tutumlarını protesto etti.
n Türk Harb-İş sendikası Adana, Ankara ve İzmir’deki ABD üslerinde grev kararı aldı. n Kocaeli'de kurulu olan ve Birleşik Metal-iş sendikasının örgütlü olduğu Baysan Trafo Radyatörleri fabrikasında bugün işçiler avansları yatırılmadığı için fabrika içerisinde eylem gerçekleştirdi. n İstanbul Üniversitesi (İÜ) Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşanan besin zehirlenmesini araştırdığı için işten atılan taşeron işçisi Cemal Bilgin, hastane önünde eylem yaptı.
n DGD-SEN Genel Başkanı Murat Bostancı’nın çalıştığı BOMİ depoda işten atılmasına karşı başlattığı direniş devam ediyor. n Cem Bialetti fabrikasında işçiler taleplerini patrona kabul ettirerek grevi kazanımla sona erdirdi. n Taşerona kadro sözünü tutmayan hükümete "Artık yeter! İşçilere yalan söylemeyin. Söz verdiniz, sözünüzü tutun!" diye seslenen sağlık emekçileri Kadıköy'de oturma eylemi yaptı.
Kayyum belirli işleri görmek veya mal varlığını yönetmek için kurumlarda görevlendirilen kişidir. Hukuki sorumluluğu işverenle aynıdır. Kayyum’un görevi suçu mahkeme kararı ile sabit olana ya da suçlamalardan aklanana kadar görev aldığı şirketi, kurumu idare etmektir. Türkiye’de son 3 yılda 160 bin dolayında işçinin çalıştığı beş yüzden fazla kuruma kayyum atandı. Kayyum atanan kurumlarda en başta gelen sorun, işçi ücretlerinin düzenli ödenememesi. Örneğin kayyum atanan Yeni Çeltek madenlerinde işçiler 4 ay boyunca maaşlarını alamadılar ve günlerce açlık grevi yaptılar. Ayrıca atanmış olan kayyum heyeti içerisinde maden mühendisinin olmaması nedeniyle maden ocağında yeterli iş güvenliği tedbirleri alınamadı, işçilerin hayatı tehlikeye atılmış oldu. Yine bir başka kayyum atanan işyeri olan İstanbul Esenyurt’taki Fi Yapı firmasına konut projesi inşaatında 24. kattan düşen asansörde üç işçi yaşamını kaybetti. Firma ve inşaat devlet tarafından atanan kayyumun denetimine bırakılmıştı. Eylül 2016’dan itibaren kayyum atanan işyerleri OHAL kararnamesi ile TMSF (Tasarruf Mevduat Sigorta Fonuna) devredilmeye başlandı. TMSF’ye bu şirketleri satma veya kapatma yetkisi verildi. TMSF pek çok işyerini kapatmaya başladı, kapanan işyerlerinde çalışan işçilerin kıdem tazminatı alacakları giderek çoğalıyor, ama TMSF işçi alacaklarına öncelik vermiyor. Kayyum dönemi işçiler için pek çok olumsuzluk yaşandı, şimdi TMSF’ye devredilen kurumlar ya kapatılacak ya da satılacak, her iki durumda da çalışan işçiler büyük mağduriyetler yaşayacak.
10 TEORİ
MARKSİZM VE EKOLOJİ
SİNAN ÖZBEK
Marksizmin ekoloji körü olduğu hatta ekolojik sorun yaratan bir toplum anlayışına sahip olduğu uzun yıllardır varolan bir eleştiridir. Bu eleştirinin ortaya çıkışı, ekoloji felsefesinin kurucu isimlerinden Hans Jonas’tır. Sorumluluk İlkesi başlığıyla 1970’lerin sonunda yayınladığı kitabın üçte biri Marx eleştirisidir. Marksizmin gelecek toplum tasarısına sahip olmasının, Jonas’ın ortaya koymaya çalıştığı ekoloji feslefesi dizgesini işlevsiz kılıp kılmadığı önemli bir noktadır. Jonas ‘şimdiye kadar varolan bütün etikler geleceği hesaplamadılar’ diyor. Ama marksizm geleceğe ilişkin bir şeyler söylüyor, Hans Jonas bununla hesaplaşmak durumunda. Ömrünün son yıllarında ‘ben aslında marksizmi bilmem’ itirafında bulunmuş olsa da bunun hafifletici bir etkisi yok. Saldırısının asıl gerekçesi, marksizmin muhtemelen ekoloji sorununa cevap vermiş olabileceğini düşünmesidir. Bugün popüler olduğu şekliyle marksizmin ekolojik sorun öbeği yarattığı görüşünün tersidir Jonas’ın ortaya çıkışı. Bacon’ın ‘bilmek egemen olmaktır’ önermesini hem siyasi olarak hem de doğaya egemen olmak anlamında kullanabilirsiniz. Tarihte ilk defa feslefede Bacon’ın doğanın denetlenmesini öneren bir çizgi açtığını söylemek Jonas’ın çıkış noktasıdır. Bacon’ı doğanın insan tarafından ele geçirilmesinin, insanın egemenliği altına alınmasının merkezi olarak görür. Hans Jonas Bacon’ı doğru kavramıyor. Bacon söz konusu kitabında ‘doğaya egemen olmanın doğaya boyun eğmekle mümkün olduğunu’ söyler. Bir sembol isim olarak ekoloji felsefesi, Bacon’cı projeyi doğanın denetlenmesi olarak kavrar. Doğanın barbarca ele geçirilmesi olarak yorumlanmaktadır.
Aynı ekoloji felsefesi Marx’ı Bacon’cı idealin en uç noktası ve tamamlanmış hali olarak görür. Bu acımasız ve yıkıcı bir eleştiri. Bu eleştirinin karşısında ‘Marx bir doğayı denetleme fikrinin devamı olarak görülebilir mi’ sorusuna cevap verebilmek için, Marx’ın kitaplarına dönmek lazım. Marx’ın görüşlerinden hareketle son derece tutarlı bir ekolojik yaklaşım geliştirmek mümkün. Hans Jonas sınıfsız toplum idealini üretim araçlarının gelişmesiyle varılacak bir nokta ve üretim araçlarının gelişmesini de barbarca sanayileşme olarak kabul eder. Halbuki burada Jonas’ın zemin aldığı şey Rusya deneyimidir. Rusya deneyiminin komünist toplum olarak ele alınamayacağı açıktır. Denklemin kendisi baştan yanlıştır. İnsan ve doğa Üretici güçlerin gelişmesini, üretici güçlerin doğayı yıkacak bir noktaya ulaşmasını savunmayla özdeşleştirmek de yanlıştır. Bir yandan üretici güçleri geliştirebilirsiniz ve diğer yandan bu güçleri doğayla uyumlu sürdürebilirsiniz. “Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşamaya gelinirki mevcut ilişkiler çerçevesinde ancak zararlı olabilen artık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen makina kullanımı” ifadesinde dikkat ederseniz Marx üretici güçlerin kendisinin bir aşamada yıkıcı hale gelececeğinin altını çiziyor. Makinaların yıkıcı güçler haline gelebileceğini vurguluyor. Bu güçler doğayla uyumu, doğanın kendisini yıkar. Marx açık ve net ifadeyle doğayı tanımlar ve ‘insanın inorganik bedenidir’ der. Bir şeyi inorganik bedeni haline getirdiğinizde, doğa insanın bedeni demektir. İnsan hiç tartışmasız doğanın bir parçasıdır Marx’ta. Parçanın bağlandığı bütün doğa-
dır. Marx’a göre insan sadece ve sadece doğaya dayalı üretir. Bu üretimin kendisi varoluşun devamıdır. Bu üretimin doğayla olan bağı kesildiğinde hayat bir bütün olarak tehlikeye girer. Marx’a göre doğayla insan radikal biçimde aynı yere oturtulur. Alfred Schmidt ‘Marx için doğa ve insan tarihi karşılıklı bir diyalektik birlik oluşturur’ der. Bizim bir tarihimiz var, doğanın bir tarihi var ve bunlar birlik içinde. Dolayısyla doğa ve tarih bilimleri arasında ayrım yapılması Marx için ayrımını yitirir. Marx biz sadece bir bilim tanıyoruz tarihin bilimi, tarih doğanın tarihi ve insanlığın tarihi şekilde ayrılan iki perspektiften incelenebilir. İki cephe de birbirinden ayrılmaz. Doğanın tarihi ve insanın tarihi birbirine bağlıdır. Alman İdeolojisi’nin Alfred Schmidt tarafından çevirilen 1932 baskısındaki bu ifadeler, 1953 yılındaki baskıdan çıkarılmıştır. Kapitalizmin yıkıcılığı Şüphesiz Marx’ın eserlerinde talihsiz diyebileceğimiz ifadeler bulunabilir. Nitekim alt-yapı ve üst-yapı tartışmasında da Engels ‘değneği daha fazla alt yapıya bükmek zorunda kaldık’ der. Çünkü Marx’ın fikirleri muhatabıyla tartışma içinde oluşan fikirlerdir. Tartışmanın sertliği vurgunun da sertliğini belirler. Marx’ın eserlerinde vurgu doğanın tahrip edilmekte olduğu ve doğayla insanın özdeş olduğu eksenindedir. Manifesto’yu yazdıkları yıllarda burjuvazinin egemenliği karşısında, şimdiye kadarki kuşakların hepsinin toplamından daha sınırsız bir üretim gücü yarattığını söylüyor. Marx’a göre bu ikili etkiye yol açar. Küçük dünyaları parçalar, bir anlamda kırda yaşayan sınırlı dünyadaki insanları dünyayla birleştirir. Ama aynı zamanda
bu gelişme doğa güçlerinin boyunduruk altına alınmasını, buharlı gemilerin, demiryollarının dünyanın her tarafına yayılmasını birlikte getirir. Bunun sonucu lokal sınırlar parçalanır, köylü çocuğu işçi olmaya başlar, şehir hayatının bir parçası olur. Ama amansız bir yoksulluk ve yabancılaşma başlar. Şüphesiz Marx’a göre insanlık tarihi bu çizgiden geçmektedir. Bu çizgiyi geçmesi, onu geride bırakması anlamına da gelir. Marx romantiklerle tartıştığı gibi pozitif görüşün bugün varolan üretim güçlerini sabitleştirme fikriyle dalga geçer ve yok olacağını ileri sürer. Kapitalist ekonomiye eleştirisi doğa karşısındaki yıkıcılığına da eleştiri boyutu taşır. Paranın bütün dünyayı olduğu gibi, insan dünyasını ve doğanın kendi değerini yağmaladığını anlatır. Özel mülkiyet ve paranın egemenliği altında doğa hakkında oluşturulmuş görüşlerin doğaya saygısızlık ve pratik olarak doğanın aşağılanması olduğunu söyler. Şehirlerde nüfus yoğunlaşmasının çok başında ‘kapitalist üretim büyük merkezlerde gelişirken şehir nüfusunun yoğunluk kazanmasıyla bir yandan toplumun tarihsel hareket gücünü bitiriyor diğer yandan insan ve doğa arasındaki özsel ilişkiyi parçalıyor’ der. Bunlar Kapital’de söyler. Kent işçisinin beden sağlığının, tarım işçisinin ruh sağlığının bozulduğunu anlatır, doğayla olan ilişkinin sakatlanması sonucunda. Kapitalist toplumda ilerleme denilen şeyin toprağın yağmalanmasının sanatı olduğunu anlatır. Son olarak Engels’in ‘doğa üzerinde kazandığımız zaferden dolayı çok fazla böbürlenmeyelim böyle bir zafer karşısında doğa bizden öcünü alır’ ifadesi ekolojiye yaklaşım açısından son derece çarpıcı bir ifadedir.
AKTİVİZM 11
KADINLARA MİLİTARİZM VE KARŞI SAVAŞ CİNSİYETÇİLİK BİRBİRİNİN AYNASI
Savaşın militarizmle birlikte cinsiyetçi fikirleri toplumda hakim kılması bir tesadüf değil. Emekçi ve yoksul olmalarının dışında savaşta kadınlar kasıtlı bir şekilde hedef alınırlar. Kadın bedeni de işgallin bir aracı olarak kullanılır. Savaşta kadınların hem iş gücü açısından hem de nüfus (cephede savaşacak insan gücü) açısından önemi var. Bu nedenle kadınların bedenlerine yönelik baskı politikaları artarken, artan militarizmin etkisiyle “erkeklik” yüceltilir. Kadın bedeni hem cephede hem de cephe gerisinde aşağılanır.
BİRLİKTE KAZANMAK MÜMKÜN
ÇAĞLA OFLAS
Cumhurbaşkanı Erdoğan, darbe girişiminin yaşandığı gece hayatını kaybedenleri andığı konuşmasında, “Bir adam gibi ölmek var, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim” dedi. Daha önce de hem hükümet yetkilileri, hem de Cumhurbaşkanı kadınlara yönelik ayrımcılık içeren cümleler kurdular. Devletin tepesinin kadınlara yönelik ayrımcılığı meşrulaştırdığı bir iklimde şiddet nedeniyle günde üç kadının ölümü de haliyle normalleşiyor. Ancak Cumhurbaşkanının konuşması daha öncekilerden farklı olarak kadınlara yönelik nefret söylemi içeriyor. Ayrıca, Erdoğan’ın erkekliği yücelttiği, kadınlığı aşağıladığı bu cümleyi hangi bağlamda kurduğu önemli. 15 Temmuz darbe girişimini bir fırsat olarak değerlendiren hükümet, Kürt hareketinin bölgede bir kazanım elde etmesini engellemek, Suriye ve Irak’daki emperyalist paylaşım mücadelesinde oyun dışında kalmamak için savaş sahasında da aktif olarak yer
almaya başladı. Hal böyle olunca da devletin en tepesi militarizmin dili olan eril dili kullanmaya başladı. Hükümet, çözüm sürecini “buzdolabına” koyup, Suriye ve Irak’ta sürmekte olan emperyalist savaşın bir parçası oldu ama bunun faturasını tüm emekçiler ödüyor. Kadınlar ise bu süreçte cinsel anlamda da fatura ödemek zorunda bırakılıyorlar. Kadının şiddete maruz kalması sadece savaşta değil yaşamın her alanında kendini tüm acımasızlığıyla dayatıyor. Ancak savaş ikliminin oluşturduğu milliyetçi ve militarist hava zaten iyi olmayan kadınların durumunu daha da kötüleştirmekte. Kürt illerinde süren savaşta çıplak kadın bedenlerin teşhiri, duvar yazıları kadınların savaşın hedefi olduğunu bir kez daha gösterdi. Batı’da da kadın bedenini baskılamaya yönelik söylem ve politikalar tüm dünyada örnekleri olduğu gibi Türkiye'de de taciz, tecavüz ve cinsel istismar vakalarının artmasına yol açmakta.
SERMAYEYİ DEĞİL KADINLARI KURTAR Hükümet, darbe girişiminin ardından savaş politikalarına hız vererek OHAL ilan etti. KHK’lar aracılığıyla emekçilerin yoksulluk koşullarında çalışmasını sağlayacak, sermayenin yararına bir dizi düzenlemeler gerçekleştirdi. Sermayeye yeni yatırım teşvikleri sağladı. Ancak hükümetin sağladığı tüm olanaklara rağmen sanayide işler kötüye gidince patronlar önce kadınları işten atmaya
başladı. Günde ortalama üç kadın şiddet nedeniyle yaşamını yitirirken, pek çok kadının yoksulluk ve işsizlik nedeniyle kocasının ya da babasının eziyetine maruz kaldığı bilinirken, hükümet kadınları değil, sermayeyi kurtarmayı tercih etti. Yani savaşın derinleşmesiyle birlikte giderek artan ekonomik maliyettin önce kimleri mağdur edeceği şimdiden belli.
İşçi sınıfını kadın ve erkek olarak ikiye bölen kapitalizm, savaş dönemlerinde bu ayrımlarını daha da derinleştiriyor. Son dönemde yaşanan kadın cinayetleri de kadın ve erkek arasındaki ayrımı derinleştiren başka bir faktör. Başta da söylediğimiz gibi kadının şiddete ve ayrımcılığa maruz kalması sadece savaş zamanlarında değil, gündelik yaşamın bir parçası. Ancak kadınların bu şiddet sarmalıyla başa çıkmasının tek yolu var. O da hem kadınları hem de erkekleri hapseden cinsiyetçi fikirlere karşı birlikte mücadele. Kadınlar ve erkeklerin üretim sürecinin bir parçası olması, -çoğu zaman kadınlar daha düşük ücretle çalıştırılsa da- ortak sömürünün bir parçası olması kadınlar ve erkeklerin yan yana mücadele etmesini zorunlu kılmakta. Aynı zamanda bu zorunluluk, hem cinsiyetçi fikirlere karşı , hem de savaşa karşı mücadelenin ancak birlikteyken kazanılabileceğinin ipucunu vermekte.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
ÇOCUKLARI SÖMÜRMEYİN
En fazla çocuk işçi tarım sektöründe sömürülüyor.
ILO ve UNİCEF gibi uluslararası örgütlerin çocuk işçiliğe karşı çalışmalarına rağmen her yıl üretim sürecine katılan çocukların sayısı artmakta. Türkiye dâhil 197 ülke Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış durumda. Her ne kadar sözleşmede çocuk haklarının tüm çocuklar için olduğunu belirtilse de bu haklar, işçi sınıfının çoğunlukla yaşadığı yoksul semtlere pek uğramıyor. Çünkü kapitalizm ucuz iş gücü olan çocuk emeğinden vazgeçmek istemiyor. Üstelik ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte
rekabetin arttığı koşullarda kayıt dışılığın yaygınlaşması toplumsal hiyerarşinin alt basamaklarında yaşayan çocukları kayıt dışı ekonominin önemli bir parçası haline getirmiş durumda. Çeşitli etik değerler üzerinden değil de kar odaklı davranan kapitalist sistem, gezegeni, yeryüzündeki yaşayan canlıları olduğu gibi çocukları da umursamamakta. ILO verilerine göre; üçte ikisi Asya’da olmak üzere yaklaşık 250 milyon çocuk çok kötü koşullarda çalıştırılıyor. Gelişmekte olan ülkelerde
5-14 yaşları arasında bulunan 250 milyon çocuk işçinin 120 milyonu tam gün çalışıyor. Bu çocuk işçilerin yüzde 61’i Asya, yüzde 32’si Afrika ve yüzde 7’si Latin Amerika’da bulunuyor. Genellikle kırsal kesimde, tarım sektöründe çalıştırılan çocuklar ailelerince bir yatırım aracı olarak görülüyor. IPEC’in verilerine göre, çalışan çocukların üçte ikisini erkekler oluşturuyor. Gelişmiş ülkelerde çocuk işçiliği sayısında azalma var. Ancak ucuz işgücünün merkez ülkelerden, periferideki ülkelere kaydırılması sonucunda
DÜZEN ONLARA KARŞI KURULU
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre 18 yaşına kadar olan herkes çocuk sayılmakta. Yani, çocuk, zihinsel, fiziksel ve ruhsal yönden tam bir olgunluğa erişmemiş, toplumdaki rol ve görevlerini henüz öğrenmekte olan bakıma ve eğitime ihtiyacı olan birey anlamına gelmekte. Çocukların, bakıma, gerekli sağlık hizmetine, eğitime, oyuna, barınmaya ihtiyaçları var. Ancak bu perspektif bundan 150 yıl önce bir ön kabul değildi. 19. Yüzyılın
başlangıcında bu yaklaşım sadece burjuvazinin çocukları için geçerliydi. İşçi sınıfının çocukları çok ağır koşullarda ölümüne, boğaz tokluğuna çalışmaktaydı. Ancak işçi sınıfının mücadelesi ve kapitalist sistemin devamı için gereken iş gücü ihtiyacının çakışması sonucunda işçi sınıfının çocukları da “çocuk”tan sayıldı. Teoride de olsa çocuk hakları konusunda evrensel bir kazanım elde edildi. Dolayısıyla çocuk emeğinin sömürüsüne karşı mücadele kapita-
çocuk emeğinin kullanımı da bu bölgelere kaydırıldı. Örneğin Bayer, Monsanto gibi şirketler, Hindistan’da kendileri için pamuk tohumu üreten çiftçilere günlük asgari ücretin yüzde 40’ını ödüyor; çiftçiler de çocukları çalıştırıyor. Çocuklar yalnızca sanayi ve tarımsal üretimde çalıştırılmıyorlar. ILO’nun araştırmalarına göre çocuk işçiler seks ticareti ve fabrika işçiliğinin yanı sıra dilencilik, silahlı soygun, ev işlerinde hatta haşhaş-eroin trafiği gibi kayıt dışı ekonomide de kullanılıyorlar. lizme karşı verilen mücadeleden ayrı düşünülemez. İşçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadele ile çocuk emeğine karşı sömürü hep birlikte yürütüldü. Çocuk haklarında önemli düzenlemeler Paris Komünü sonrasında yapıldı. 1917 Ekim devrimi sonrasında çocukların çalıştırılması yasaklandı. Çocuk sömürüsü oranlarındaki artışta özellikle son 30 yılda işçi sınıfının örgütlenmesi ve buna paralel olarak hareketindeki gerilemesinin önemli bir payı var.
TÜRKİYE UTANCIN ÖN SIRALARINDA Türkiye'de çocuk emeği sömürüsünde ciddi patlama yaşanmakta. Çocuk işçi çalıştırmada, Çin, Hindistan, Venezuela, Brezilya, Endonezya, Kenya ve Tayland’dan sonra 8. sırada bulunan Türkiye’de yaklaşık 900 bin çocuk işçi var. 2015 TUİK verilerine göre 1517 yaş grubu çocuk işçi sayısında gözle görülür bir artış yaşanmakta. Son 1 yılda istihdam edilen çocuk sayısı 7 bin artarak 709 binden 716 bine yükseldi. Suriyelilerin işgücüne katılmalarıyla birlikte ucuz işgücü piyasasında arz fazlası oluşmasıyla birlikte özellikle tekstil iş kolunda daha ucuz iş gücü olan Suriyeli çocuk işçilerin çalıştırılmasının, bu artıştaki payı büyük. Çocuk işçiler en çok tarım, sanayi, ticaret ve hizmet alanlarında çalıştırılmakta. Tarım işçisi olarak çalışan ailelerin büyük çoğunluğu mevsimlik işlerde çalıştığından dönemsel göçler yaşanmakta, oyun hakları gasp edilen çocukların eğitimleri de kesintiye uğramakta. Sanayi alanında da sağlıksız koşullarda, insan sağlığını tehdit eden birçok kimyasal maddeye maruz kalıp, sağlıkları etkilenen çocuk sayısı da azımsanmayacak boyutta. Türkiye’de Çocuk İşçiliği Gerçeği 2015 Raporlarına göre okula gitmeyen çocuklar için haftalık çalışma süresi 54 saat. Bu çocukların %3,4’ü yaralanmış ya da sakatlanmış. Çocuk işçilerin üçte birine işyerlerinde yemek verilmiyor ve yarısından çoğu ayda 400 TL’nin altında ücretle çalıştırılıyorlar.