DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
628
8 Kasım 2018 3 TL. sosyalistisci.org
PATRONLARA DEĞİL HALKA BÜTCE! ,
İzmir, Mayıs 2018.
ASGARİ ÜCRET 2600 TL OLSUN! Torba yasa mecliste: “SAĞLIKTA NEOLİBERALİZM ŞİDDETİN KAYNAĞIDIR”
sayfa 5
Trump, Bolsonaro, Duterte... OTORİTERLEŞEN DÜNYADA EZİLENLER VE DİRENİŞ
sayfa 6-7
2
SEÇİMİ DEĞİL MÜCADELEYİ KAZANMAYA!
İzmir’de kriz protestosu, Eylül 2018.
Yerel seçim tarihi yaklaştıkça
kulis bilgileri daha fazla sızmaya, sızdırılmaya başlıyor. Aday isimleri, partiler arası ittifak görüşmeleri, el altından yapılan görüşmeler, “uyanık” adayların Sarıgül örneğinde olduğu gibi partilerinden bağımsız bireysel kampanyalarını ilan etmeleri gibi gürültünün arasında, seçim tartışmalarının giderek daha çok gizleyeceği gerçekler görünmez oluyor. Yerel seçimlerin bu gerçekleri görünmez kılmasına izin vermemeliyiz. Daha da önemlisi, bazı büyükşehir belediyeleri, örneğin İstanbul ve Ankara gibi merkezi noktalar AKP’den alındığında tüm dertlerin sona ereceği, alınamazsa siyasal yaşamın ve kırıntıları kalan demokrasinin ölümü olacağı iddialarının sol adına dillendirilmesine izin vermemeliyiz. Bu yaklaşım, kendi güçsüzlüğünden başlayarak kurulacak bir ittifaklar politikasının temelini oluşturuyor. Sol adına konuşanlar, hiç sıkılmadan, hükümetin savunduğu kadar yerli ve millî görüşleri savunan partileri ya da isimleri ittifak ortağı olarak öne sürebiliyorlar. Dramatik örneklerin Ekmeleddin İhsanoğlu ya da Mansur Yavaş vakalarıyla sınırlı olduğunu düşünmemek lazım. Liderliği faşist bir partiden yeni kopan faşistlerden olu-
şan İyi Parti bile “çaktırmadan yapılacak ittifakın” bileşeni olarak düşünülebiliyor neredeyse. “Çaktırmadan” yapılacak olması, liderliği faşist olduğundan utanırız diye değil üstelik, onlar HDP’yle aynı karede görünmekten utanacağı için! Bu yüzden bu seçimler, gerçekleri tüm gücüyle teşhir edeceğimiz bir süreç olarak görülmeli. Hangi mekanizmalarla seçildiği, nasıl aday gösterildiği belli olmayan hiçbir aday veya partiye kefil olmak gibi bir lüksümüz yok! Şeffaflığın olmadığı alanlardan çıkan isimlere bakacağız ve bu isimlerde şu şartları arayacağız: n Aday veya partisi, savaşı, askeri müdahaleyi ve militarizmi savunmayacak. n Yaşanan krizin faturasını patronlara ödetme konusunda ısrarlı olacak ve kampanyasının merkezine bu ısrarı oturtacak. n İklim değişimine ve kapitalist enerji politikalarına karşı olduğunu, yenilenebilir enerjiden yana olduğunu kesin bir dille açıklayacak. Kömürü toprakta bırakma kararlılığı, seçim kampanyasının omurgası olacak. n Belediyenin ya da belediye meclislerinin halka açık, şeffaf, demokratik denetime daima açık olacağını ilan edecek.
n Göçmenlerle dayanışmayı, belediyecilik anlayışının da siyasal yaklaşımının da temeli haline getirecek. n Irkçı hiçbir yaklaşımın yanından dahi geçmeyecek. n Oy vereceğimiz aday ne Kemalizmi ilericilik sanacak ne de Kemalizm eleştirisini partili cumhurbaşkanlığı rejiminin uygulamalarını meşrulaştırmak için kullanacak. Toplumsal kutuplaşmanın eninde sonuna hükümete yarayan ve esas olarak işçi sınıfını bölen hiçbir yapay alanında propaganda yapmayacak. n Halkın ücretsiz ısınma, barınma ve beslenme hakkını savunacak. Belediyelerin ticarethane değil, halkın denetiminde halka hizmet eden organlar olduğunu bugünden ilan edecek. n Belediyelerde sendikasız tek bir işçinin bile çalışmasına onay vermeyecek, belediye çalışanlarının ücretlerinin sendikaların saptadığı yoksulluk sınırının üzerinde olmasının sözünü şimdiden verecek. n Belediyenin her bir adımını, planını sermayenin kâr ihtiyaçlarına göre değil, halkın kolektif çıkarlarına göre belirlemek için çalışacak adaylara oy vereceğiz. Böyle adayların kazanması için
kampanya yapacağız. Bu ilkeleri savunan adayların olmadığı yerlerde belediye meclis üyeleri arasında böyle adaylar varsa onlar için mücadele edeceğiz. Mart yerel seçimlerinde seçimlerden daha önemli olan, seçim sürecini seçim sonrasının mücadelesinin hazırlık süreci olarak gören bir politik kampanyayı inşa etmektir. Yazının başında gizlenen gerçeklerin vurgulanmasının nedeni de budur. Gizlenen ilk gerçek, korkunç bir yoksulluğun yavaş yavaş hakim olmaya başlamasıdır. Cumhurbaşkanı son grup toplantısında “et fiyatlarının artmasının da talepte olan fazlalıktan olduğunu düşünüyorum” diyebildi. Oysa özellikle Türk Lirası’nın Dolar karşısında aldığı darbelerden ve enflasyonun yüzde 25,24’e çıkmasından sonra, yoksullar ve emekçiler için et öyle sık sık alınabilecek bir ürün olmaktan çıktı. Et fiyatlarındaki artış et satıcılarının fırsatçılığının ve krizin bir ürünü. Mart seçimleri bir yandan ekonomik alanda yoksullar açısından yaşanan korkunç yıkımı gizlememeli. Bir yandan da daha şimdiden seçimin sonuçlarını tanımayacağını ilan eden hükümetin yaklaşımını gizlememeli. Yer-
li-mill koalisyon, özellikle Devlet Bahçeli’nin arka arkaya ısrarlarıyla birlikte, HDP’nin seçimleri açık ara kazandığı ve OHAL’le beraber kayyum atanan illerde yeniden HDP’li adaylar seçilirse, bunların “örgütle iltisakı”na bakılarak yerlerine kayyum atanacağını söyledi. Bu, daha bugünden bazı bölgelerde, bir partinin güçlü olduğu yerlerde seçim sonuçlarının tanınmayacağının ilan edilmesi anlamına gelmektedir. “Milletin oyu” vurgusuyla siyaset yapan bir geleneğin ulaştığı nokta açısından hazin olsa da, yerel seçim heyecanı bu gerçeğin de gizlenmesine izin vermemelidir. Türkiye’de iktidar, halkın bazı kesimlerinin oyunu bilinçli bir şekilde kullanamayacağını düşünüyor ve bu oyların sonuçlarını tanımayacağını ilan ediyor. Askeri darbe dönemlerinden destek alan kibirli “benim oyum çobanın oyu” kıyaslaması, şimdi yerini Diyarbakırlıların siyasal tercihlerini şüpheli ilan etmeye bırakmış görünüyor. Bizler, seçim sürecini bu gerçekleri teşhir eden bir kampanya süreci olarak değerlendiriyoruz, yoksa ırkçı, milliyetçi, Kemalist ve sağcılarla nasıl ittifak kuracağımızın zemini olarak değil.
GÜNDEM
2019 BÜTÇESİ: İŞÇİLERİ ZOR BİR YIL BEKLİYOR
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ÇATIŞMA ÇÖZÜMLERİ İÇİN… Geçtiğimiz hafta Barış Vakfı tarafından düzenlenen “Çatışma çözümü uluslararası STK deneyimleri çalıştayı” verimli sunuş ve tartışmalara sahne oldu. Çalıştay’ın açılışını yapan Hakan Tahmaz konuşmasında yaşanmış olanların yaşanmamış gibi görülmesinin vahametinin altını çizdi: “Bölgede yaşanan gelişmeler ciddi sorunlara yol açacağa benziyor. 2015 yılından bu yana bizim kuşağın en zor ve sıkıntılı süreçlerinden birini yaşıyoruz. Barış Vakfı olarak Kürt sorunu üzerinde çalışırken bunu gördük. Türkiye bugün, yaşanmışları yaşanmamış olarak görme eğiliminde. Toplum olarak gerilere savrulduğumuz açık. Barıştan, çözümden söz etmek hem bir hayal hâline dönüştü hem de toplum ve siyaset açısından da telaffuz edilemez hâle geldi.” Açılışın ardından İrlanda ve Kolombiya’dan konuşmacıların deneyimlerini anlattıkları ilk oturumda İrlandalı konuşmacı şu cümlelerin altınız çizdi: “Biz İrlanda’da çatışmayı çözmedik, nasıl yöneteceğimizi öğrendik. Şiddet çatışmaları kesinlikle çözmüyor. Siyasi diyalog bunu çözüyor. Bunu deneyimledik. Ortak yönlerimiz var ve bu süreçte STK’ların ne kadar önemli olduğunu biliyoruz ve o yüzden de birbirimizden öğrenecekle-
İzmir’de kriz protestosu, Eylül 2018.
2019 genel bütçe tasarısı mecliste
görüşülmeye başlandı. Kriz sonucu ekonominin küçüleceği yeni yılda, patronlara kolaylık ve destek getiren AKP'nin bütçe tasarısında sosyal harcamalar kısılırken, bütçenin finansman yükü işçilerin sırtlarına bindiriliyor.
2019 bütçe tasarısında 961 milyar TL gidere karşılık, 880,4 milyar TL gelir bekleniyor. Gelirlerin yüzde 86'sı olan 765,5 milyar TL ise vergi gelirlerinden oluşuyor. Yani 2019 bütçesinin büyük bölümü halktan toplanacak. Krizin vuracağı 2019'da vergiler önceki yıla göre ortalama yüzde 20 oranında artılıyor. Bu artışın büyük kısmı gelir vergisi, KDV ve ÖTV'de görülürken, şirketlerden daha az vergi alınacak. Gelir vergisinin yüzde 96'sı kaynaktan kesilirken, sadece yüzde 4'ü beyan üzerinden toplanacak. Yani vergiyi yine işçiler ödeyecek. Peki bizden kesilen vergiler nerelere harcanacak?
Yatırımlar için 65.1 milyar TL, tarıma destek için 26.5 milyar TL ve sosyal harcamalar için de 62,1 milyar TL. n Hükümete göre bu bütçede öne çıkarılması gereken yer eğitime ayrılan pay. Burada bütçenin sayısal büyüklüğüne dikkat çekilse de giderlere bakıldığında bir övünç tablosu gözükmüyor. Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan payın yüzde 83'lük kısmı, personel maaşları ve çalışanların sosyal güvenlik giderlerinden oluşan zorunlu harcamalar. Eğitim yatırımlarına ayrılan pay 2018'de yüzde 8.36 iken; 2019 yılında neredeyse yarı yarıya azaltılarak yüzde 4.88’e düşürülmüş olarak karşımıza çıkıyor. Oransal olarak bakıldığında da bütçede eğitime ayrılan payın arttığından söz edilemez. 2016’da 19.24 olan eğitim payı, 2017’de 18.98, 2018’de 17.66, 2019’da 16.41’e geriledi. Tasarrufun uğramadığı yerler n Buna karşılık 117,3 milyar TL faiz giderlerine yani borçlara gidecek. Sa-
vunma ve güvenliğe ise 110 milyar 472 milyon TL harcanak; böylece bütçede silahlanmaya ve savaşa aktarılan pay, 2018'e göre yüzde 21 oranında artmış oluyor. "Bütçede tasarruf yapıyoruz" açıklamalarına rağmen 32,8 milyar TL doğrudan kapitalistlere aktarılacak. n Tasarruf rüzgarlarının değmediği bir devlet kurumu da Diyanet İşleri Başkanlığı. Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi 2018’e göre yüzde 34 oranında artırılarak 10 milyar 445 milyon TL’ye çıkarılıyor. Böylece Diyanet bütçesi, son 10 yılda yüzde 326 arttırılmış oluyor. Eğitim yatırımlarında aslan payı 8 milyar 679 milyon TL'yi Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nün alacağı da eklendiğinde yeni yılda 20 milyar TL devletin din kurumu için harcanacak. İşçilerin kendi ceplerinden karşıladığı 2019 bütçesinde, toplumun çoğunluğu oluşturan emekçilere hiçbir şey yok. Patronlara ise kolaylık ve teşvik var.
Sosyal harcamalar kısılıyor
Kolombiya’da taze bir barış havası soluyan konuşmacı ise 2017 senesinde hükümetin açıkladığı rakama göre Kolombiya’da 8 milyon 400 bin kişinin yaşamını yitirdiğini belirtti. Bu korkunç bir sayı. Konuşmacı çatışmasızlık sürecinin gelişmesinde kadınların önemli bir yeri olduğunu şu sözleriyle anlattı: “Sivil toplumda kadınlar da çok önemli rol oynadılar. Kadınlar ve STK’ların baskısıyla 1999 yılında her iki taraf arasında konuşmalar başladı. 2002 yılında kadınlar yeniden çabalara girişti. Çatışma bölgeselleşmiş bir çatışmaydı, şiddet hedef alınmasına rağmen kadınlar yerel çatışmada önemli bir rol oynuyorlardı. Tarafların müzakere masasından ayrılmamasında etkili oldular. 67 bin öneri götürüldü müzakere sürecinde.” Barselona’dan gelen konuşmacı bölgede özellikle bu yılın başında yaşanan bağımsızlık referandumu sonrası gelişmeleri, Filipinler’deki barış sürecinde gözlemci heyette yer alan İHH Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Oruç ise yaşadığı deneyimleri aktardı. Gerçekten de yaşanmış olanların yaşanmamış sayıldığı günlerden geçiyoruz. Ama Çalıştay’a katılan konuşmacıların altını çizdiği konular, yaşanmış olan hiçbir
n Cumhurbaşkanlığı Hükümet Yönetimi'nin ilk bütçesinin giderleri, 2018 yılına göre yüzde 26 oranında artıyor. Bu artışın yüzde 99'u personel giderleri, sosyal güvenlik kurumlarına transferler, il özel idare ve belediyelere ayrılan pay ve faiz giderlerinden oluşuyor. n Bütçenin sosyal kısmında ise tasarruf var. 2019 bütçe tasarısına göre eğitim için 120,2 milyar, sağlık için 48 milyar 335 milyon TL pay ayrılmış.
rimiz var.”
şeyin yaşanmamış gibi kabul edilemeyeceğini kanıtlıyordu. Bu topraklarda kadim Kürt sorununun diyalog yöntemiyle çözümü sürecinde sorunun tüm yönleri kamuya açık bir şekilde tartışıldı. Bugün, çözüm sürecinin kazanımlarına, kazandırdıklarına, önemine ısrarla vurgu yapmalıyız. Çünkü yaşandı, geçti gitti diyebileceğimiz bir süreç değil ekmek
Teorik derginizi Sosyalist İşçi dağıtımcılarından edinebilirsiniz. enternasyonalsosyalizm.org
gibi, su gibi ihtiyaç duyduğumuz bir barış köprüsüydü çözüm süreci.
4
DÜNYA
TRUMP DARBE ALDI
ABD ARA SEÇİMLERİ
Pittsburg’de protesto, Kasım 2018.
6 Kasım’da gerçekleşen ara seçimlerde seçmen-
ler Temsilciler Meclisi’nin tamamını, Senato’nun bir kısmını ve bazı yerel yönetimlerde belediye başkanlarını seçtiler.
Amerikan sisteminde başkanlıktan sonraki en önemli siyasi güç olan Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu Trump karşıtı Demokrat Parti kazandı. Demokrat Parti bu sayede hem Trump’ın pek çok politikasını bloke edebilecek hem de soruşturma önergeleri ile onu sıkıştırabilecek. Üstelik ırkçılığın, İslamofobi’nin ve göçmen düşmanlığının bizzat Başkan Trump tarafından kışkırtıldığı bir dönemde Amerikan tarihinde birçok ilk de yaşandı. Çok sayıda Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika ve yerli halklardan aday seçilmeyi başardı. Geleneksel olarak Cumhuriyetçi bir şehir olan birçok seçim bölgesinde Demokrat adaylar temsilciliği kazandı.
Kolorado’da belediye başkanlığını kazanan Jared Polis, Amerika’nın ilk açık eş cinsel belediye başkanı oldu. Bu seçimler Amerikan tarihinde en fazla kadın adayın yarıştığı seçimler olarak da tarihe geçti. Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki toplam 535 koltuğun 100’den fazlasını kadınlar kazandı ve bu şimdiye kadarki en yüksek rakam. ABD’nin cinsiyetçi başkanı Trump’a karşı seçildiğinden beri en büyük karşı duruş kadın hareketinden gelmişti. 8 Mart’larda sokağa çıkan milyonlarca kadın tüm dünyaya yayılan kadın grevlerini de tetiklemişti. Cinsel tacize karşı başlayan #MeToo kampanyası binlerce kadının tacizcisini teşhir ettiği ve birçok ünlü ismin tacizci olduklarının ortaya çıkmasıyla işlerini kaybettikleri bir mücadele süreci yaşanmıştı. Kadın mücadelesinin seçimlerdeki en somut kazanımları kadın adaylarının yüksekliği ve seçilen kadınların çok farklı etnik gruplardan oluşmasıydı.
İki yıl önce Kuzey Dakota’da DAPL isimli boru hattı projesine karşı aylarca mücadele vererek ülke gündemine oturan yerli halkların temsilcileri ilk kez Temsilciler Meclisi’ne seçildi. Sharice Davids ve Deb Haaland seçilen ilk yerli kadın temsilciler oldular. New York’un 14. Bölgesinden seçilen 29 yaşındaki Alexandria Ocasio-Cortez meclisin en genç üyesi oldu. Demokrat Parti içerisindeki en sol grup olan Demokratik Sosyalistler’in adayı olması ve Latin kökenli olması yönüyle de Cortez’in seçim zaferi büyük önem taşıyor. Massachusetts’te ilk kez bir siyah kadın seçimi kazandı. Michigan’dan seçilen Rashida Tlaib Amerika’nın ilk Filistinli Müslüman milletvekili olmayı başardı. Tlaib da Demokrat Sosyalistler grubunun adayıydı. İlhan Omar da seçilen ilk Somali kökenli Amerikalı oldu. İlhan, başörtüsü sebebiyle de oldukça tartışılmıştı.
MEKSİKA: DEV HAVALİMANI PROJESİ İPTAL EDİLDİ Tüm dünyada aşırı sağın iktidara geldiği bir dönemde Meksika'da 1 Temmuz’da gerçekleşen devlet başkanlığı seçimini solun adayı Andres Manuel Lopez Obrador oyların %53’ünün alarak kazanmıştı.
Obrador, 30 Ekim’de, başkent Mexico City'ye yapılması planlanan 13,3 milyar dolar değerindeki yeni havalimanı projesinin israf olduğu gerekçesiyle iptal edileceğini duyurdu.
Brezilya, Honduras, Guatemala gibi birçok ülke büyük yolsuzluklar, suç ve şiddetle çalkalanmanın sonucu olarak politik krizler yaşıyor. Çete savaşlarının diğer ülkelerden çok daha yoğun yaşandığı Meksika’da ise çetelere ve yoksulluğa karşı süren toplumsal mücadele sol bir adayın başkan olmasını sağladı.
Havalimanı yapımı konusunu referanduma götüren Obrador, katılımın %1 ile sınırlı kaldığı referandumda oy kullanan 1 milyon kişinin %70’nin hayır demesi sebebiyle projeyi durdurduğunu açıkladı. Obrador'un bu kararını açıklamasının ardından Meksika'nın para
birimi peso dolara karşı yüzde 4,2 değer kaybetti. Yeni havalimanı projesinin ardında ülkenin en zengin iş insanları ve yatırımcıları bulunuyor. Bir dönem dünyanın en zengin iş adamı olan Meksikalı milyarder Carlos Slim, havalimanı projesini finanse eden isimlerin başında geliyor. Meksika'nın emeklilik fonları da havalimanının finansmanında önemli bir rol oynamıştı. Yeni havalimanı projesi için 6 milyar dolarlık devlet bonosu satılmıştı. Şimdi bu borcun ödenmesi
gerektiği söyleniyor. Bir kez daha Yunanistan, Arjantin ve diğer sol reformist hükümetlerin başına gelen borçların ödenip ödenmeyeceği meselesi ortaya çıkmış bulunuyor. Obrador, borçların ödeneceğini söyledi ancak bu borç kamu bütçesi ile ödenecek olursa işçi sınıfının cebinden çıkacağı anlamına geliyor. Obrador, daha şimdiden sermaye ve işçi sınıfı arasında sıkışmaya başlamış durumda. Toplumsal mücadelenin gücü kazanacak tarafı belirleyecek.
İRAN'A YAPTIRIMLARA HAYIR! Önceki ABD Başkanı Obama'nın, uzun müzakerelerin sonucunda imzaladığı İran'la nükleer anlaşma, şimdiki başkan Trump tarafından çöpe atıldı. Yeniden konulan yaptırımlar, petrol satışlarını ve enerji sektörünü, deniz taşımacılığını, bankacılık ve sigorta gibi İran ekonomisine en çok zarar verebilecek sektörleri hedef alıyor. ABD'nin başlıca hedefi İran'ın petrollerini başka ülkelere satmasını engellemek, yani en büyük gelir kaynağını yok etmek. Sadece devlete değil yüzlerce İranlı kişi ve kuruma da doğrudan yaptırımlar uygulanacak. Trump, zaten büyük sorunlar yaşayan İran ekonomisini çökertmek ve içeride protestolarla karşı karşıya olan İran yönetimini köşeye sıkıştırmak istiyor. Fakat ABD yaptırımlarının faturasını, yine İranlı emekçiler ödeyecek. Yaptırımlar Ortadoğu'daki askeri gerilimi had safhaya çıkartırken, tüm dünya işçilerinin aleyhine ekonomik sonuçlar yaratacak. İran'da baskıcı bir yönetim var, fakat sosyalistler ABD yaptırımlarına karşıdır. Çünkü: n Yaptırımlar, dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücünün, (bölgesel olarak hegemon olsa da) kendinden hayli küçük bir devlete yönelik emperyalist zorbalığıdır. Bu zorbalık sadece İran hakim sınıflarına değil tüm dünya halklarına gösterilmiş bir sopadır. n İran işçilerinin ve emekçilerinin yanında olduğumuz için, onlara hayatı daha da çekilmez kılacak ABD yaptırımlarına karşıyız. İran'daki baskıcı yönetimin sonunu emperyalizm değil, İran işçi sınıfı ve yoksulları getirmelidir.
RÖPORTAJ
“SAĞLIKTA NEOLİBERALİZM ŞİDDETİN KAYNAĞIDIR”
5
Sağlık alanında yaşanan gelişmeleri, Meclis’e getirilen son sağlık yasasının sağlık çalışanları açısından içerdiği tehlikeleri ve krizin sağlığa etkilerini aile hekimi olarak görev yapan bir sağlık çalışanıyla konuştuk:
Sağlık çalışanları torba yasayı protesto ediyor, Diyarbakır.
TBMM’ye sunulan sağlıkla ilgili yasa tasarısında doktorlara uygulanan şiddetle ilgili daha genel olarak sağlık alanında uygulanan şiddetle ilgili işe yarar hiçbir önerinin yapılmamasını neye yoruyorsunuz? Yasa değişikliği önerisinin 24. maddesi sağlık çalışanlarına yönelik şiddetle ilgili. Yasa önerisi kolluk güçlerinin ve savcılığın bir suç karşısında zaten yapması gereken işleri anlatmanın ötesine geçmiyor. Zaten bir sağlık çalışanına değil herhangi birine şiddet uygulamak suç kapsamında olan bir şey. (Değişiklikle ilgili maddeyi okuyunca insanın aklına acaba daha önce insanları darp etmek, bıçaklamak, öldürmek suç kapsamında değil miydi diye düşünmek mümkün.) Sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin azaltılabilmesi için oldukça kapsamlı adımlar atılması gerekiyor. Sadece yasal bir değişiklikle çaresiz iki insanın karşı karşıya kaldığı bir duruma çözüm üretemezsiniz. Yetersiz personel, yetersiz çalışma koşulları gibi faktörlerin olduğu, hastaların kazanç kaynağı olarak görüldüğü sağlık kuruluşlarında sağlıklı bir muayene yapmak mümkün olamadığı gibi, sağlıklı tedavi de üretemez ve hatalara davetiye çıkartırsınız. Toplumca adalet arayışının önemli bir yöntemi haline gelen şiddet için de bereketli bir zemin ortaya çıkmış olur. Sağlıkta neoliberal politikaların uygulanmasının sonuçlarından biri olan şiddeti azaltmanın yolu sağlık politikalarının değiştirilmesinden geçiyor. Başta koruyucu sağlık hizmetlerini güçlendirmek, sağlık personeli eksiğini gidermek gibi bir dizi adımın atılmasını gerektiren bu değişiklikler sağlıktan elde edilen kazancın önemli bir kısmından vaz geçmek anlamına geldiği için, bu konuda
adım atıyormuş gibi yapılarak geniş kesimlere sağlıkta şiddetin önlenmesi için gerekli adımın atıldığı anlatılacak. Ama hastaların ve sağlık çalışanların hayatından elde edilen kazançlar korunmuş olacak.
sağlayacak olan tedaviye yönelik sağlık hizmetlerine geçişti. Bu hedefe yaklaştıkça hasta yoğunluğu arttı. Sağlık çalışanları hastaların beklentilerini karşılamakta zorlanır hale geldiler.
Hekimlik hakkı uzun bir sürecin sonunda elde ediliyor. Bu hakkın “KHK ve Güvenlik Soruşturmaları”yla hekimlerin elinden alınmasını kolaylaştıran bu yasal düzenlemenin asli amacı nedir sizce?
İçinden geçtiğimiz kriz koşulları sağlık alanında, çalışanlar açısından, çalışma süreleri açısından, hizmet alanlar açısından nasıl bir değişiklik yaratıyor?
Değişikliğin 5. maddesinde haklarında herhangi bir yargı kararı olmayan, sadece bir soruşturma neticesinde görevinden uzaklaştırılan veya göreve alınmayan hekimlerin SGK ile anlaşması olan özel kuruluşlarda görev alamayacağı yani hemen hiçbir sağlık kuruluşunda görev alamayacağı yazıyor. Hekimlerin hekimlik yapamayacağı anlamına gelen bu maddenin asıl hedefi bu madde kapsamında halen mağdur olan hekimlerden ziyade çalışanlara göz dağı vermek olsa gerek. Önümüzdeki dönemde sağlık çalışanlarının çalışma koşullarının daha da kötüleşeceğini öngörmek zor değil. Yetersiz personel ile yetersiz çalışma koşulları beraberinde çalışanların tepkilerini de arttıracaktır. Bu maddenin mücadele olasılıklarının önünü kesme amacını taşıdığını düşünüyorum. AKP hükümetinin dört başı mamur bir değişim olarak önerdiği sağlıkta dönüşüm sürecinin sağlık çalışanlarıyla sağlık hizmeti alan vatandaşların karşı karşıya gelmesinde etkisi nedir? Sağlıkta dönüşümle hedeflenen ekonomik, sağlıkla ilgili hizmet, malzeme satarak fazla para kazanılamayan koruyucu sağlık hizmetlerinin yerine daha fazla kazanç
Sağlık çalışanları hem süre olarak daha fazla çalışmaya, hem de çalıştıkları süre zarfında daha fazla iş yapmaya zorlanıyorlar. Her hasta farklı bir problem ile geliyor. (Birbirine benzese de farklı. Kadın-erkek, genç-yaşlı, başka ilaç kullanan-kullanmayan ve daha bir çok olasılık.) Bir hastadan diğerine adapte olabilmek, sorunlarını anlayabilmek, çözüm üretebilmek zaman ve enerji gerektiren bir iş. Hasta sayısının artması hasta başına düşen süreyi kısaltırken doğru teşhis ve tedavinin gerçekleştirilmesi olasılığını azaltıyor. Daha doğru teşhis koyabilmek adına istenen tetkik sayısı da artıyor. Bu da hem sağlık kuruluşlarında geçirilen süreyi hem de maliyetleri arttırıyor. Yoğunluğun artması tedavinin etkinliğini de azaltıyor. Bunun sonucunda tedavi olamayan hastalar tekrar tekrar benzer şikayetlerle sağlık kuruluşlarına geliyorlar. Kalabalık daha da artıyor.
Sağlık alanında daha demokratik ve sağlık çalışanlarının haklarını korumak için içinden geçtiğimiz koşullarda nasıl bir mücadele yöntemi önerirsiniz? Öncelikle sağlık çalışanları derken çok geniş bir yelpaze olduğunun farkında olmak lazım. Genellikle hekim, hemşire anlaşılıyor. Oysa sağlık hizmeti bir bütün halinde çok farklı niteliklere sahip kişiler tarafından veriliyor. Farklı görevleri olan teknisyenlerden temizlik hizmetlerine, büro çalışanlarından cerrahlara onlarca farklı grup var . Bütün grupların farklı örgütlenmeleri mevcut. Tabip odası, diş hekimleri odası, hemşire derneği, radyoloji teknisyenleri derneği, aile hekimleri derneği gibi çok sayıda sağlık alanında örgütlenme yapan kurum var. Bütün bu farklı grupların beraberce örgütlenme olanaklarının olduğu sendikalar da var ama irili ufaklı bu sendikalar da çok sayıda ve hepsi birbiriyle rekabet halinde. Bu durum sağlık çalışanlarının sorunları karşısında birleşik bir tepki vermesini engelliyor. Hatta zaman zaman karşı karşıya getiriyor.
Yoğunluğun artması sağlık çalışanlarında hastaya yabancılaşma, depresyon, tükenmişlik sendromu, görev başında kalp krizi geçirme, intihar gibi durumları arttırıyor.
Esasen sağlık hizmetinin tamamı bir bütün. Bu bütünün içinden birilerinin taleplerinin karşılanmaması bütün çalışanlara ve hastalara yansıyacaktır. Hem bu sebeple, hem de kazanmamızın başka bir yolu olmamasından tüm sağlık çalışanlarının mesleki, siyasi farklılıklarına rağmen birleşik bir mücadele için çaba sarf etmek gerekiyor. Talepleri ortaklaştırabilmemiz çok önemli.
Hastalarla sağlık çalışanları sık sık tartışma yaşar hale geldi. Ki bu tartışmalar giderek daha çok sağlık çalışanlarına yönelik sözlü ya da fiziksel şiddete ve cinayetlere yol açmaya başladı.
Birleşik mücadele 2011 yılında bazı üniversite hastanelerinde asistan hekimlerin mücadelesinin diğer çalışanlarca da desteklenmesiyle taleplerin kazanılmasını sağlamıştı. Yine yapabiliriz.
6 YORUM
OTORİTERLEŞEN DÜNYADA EZ
Londra’da Trump protestosu, 2017. OZAN TEKİN
2017 yılının başından itibaren artık bambaşka bir dünyada yaşadığımız söylemek sıradan hâle geldi. ABD’de Donald Trump’ı iktidara getiren süreç, yalnızca dünyanın en büyük kapitalist devletine özgü dinamiklerden ibaret değildi. Zira arkasından tüm dünyada benzer gelişmelerle karşı karşıya kaldık. Son olarak Brezilya’da başkanlık seçimini ikinci turda kazanan Bolsonaro, Güney Amerika’da 210 milyon kişilik bir toplumun ve dünyanın en büyük 8. ekonomisinin de merkezi olarak aşırı sağcı bir liderin kontrolüne geçmesi anlamına geliyordu. Listeyi çok daha fazla uzatmak mümkün: İtalya’da Kuzey Ligi’nin lideri Salvini, Haziran ayından beri başbakan yardımcısı olarak görev yapıyor ve ülkenin limanlarını mültecilere kapatma çabaları sırasında mahkeme tarafından dahi suçlu bulundu. Viktor Orban’ın yönetimindeki Macaristan’da mültecilerle dayanışma gösteren STK’lar “Sorosçuluk” adı altında kriminalize ediliyor. Hindistan’ın Rusya’yla yakınlaşma politikası yürüten lideri Narendra Modi, Özgürlük Anıtı’nın iki katı büyüklüğünde ve “Hindu milliyetçiliğini simgeleyen” bir heykel diktiriyor. Almanya’da Bavyera ve Hessen yerel seçimlerinde AfD’nin
aldığı oy oranları, Merkel’in sonunu hazırladı. Fransa’da geçen sene Macron’un seçildiği başkanlık yarışında ikinci tura kalan parti faşist Ulusal Cephe’ydi. Avusturya’da naziler iktidarın ortağı konumuna geldiler. Her yerde aşırı sağcı siyasal akımlar güç kazanıyor. Devletler ve hükümetler daha sağ, güvenlikçi, içe kapanmacı, ulus devletçi, yani sonuç olarak daha otoriter politikaları tercih ediyorlar. Peki bu sürece nasıl gelindi? Neoliberalizmin krizi
IMF raporu, bunun sonucu olarak isyan tehlikelerinin gündeme geldiğini dile getiriyordu. Haksız sayılmazlar; 1999’da Seattle’da DTÖ toplantılarının basılmasıyla başlayan antikapitalist hareket, uluslararası işçi sınıfının ve ezilenlerin ruh hâlini değiştirdi. Arkasından devasa savaş karşıtı hareket geldi. Arap Baharı’nın açtığı kapıdan ise dünyanın farklı coğrafyalarında farklı gerekçelerle ayaklanan milyonlarca sıradan insan girdi. Brezilya’dan Hong Kong’a, Türkiye’den Şili’ye her yerde kitle eylemlilikleri yaşandı. Krizin ardından sarkaç önce sola vurdu.
İçinde yaşadığımız dönemin arka planını kapitalizmin krizi oluşturuyor. 2008’de patlak veren küresel krizin ardından dünya ölçeğinde “toparlanma” çok yavaş hızlarda oluyor. Egemen sınıfların önce batan bankalara para aktararak, daha sonra her yerde kemer sıkma tedbirleri uygulayarak krize verdikleri yanıtın işe yaradığını söylemek kolay değil. Küresel kapitalizmin en önemli kurumlarından IMF’nin 2016 yılında hazırladığı bir rapor dahi, 1980’lerin başından itibaren uygulanan neoliberal politikaların hatalı olduğunu teslim ediyordu.
Merkezin eriyişi
“Büyüme getirmeyen ve eşitsizlikleri derinleştiren” neoliberalizm, dünyanın her yanında sıradan insanları sisteme muazzam ölçüde yabancılaştırdı. Sözünü ettiğim
Neoliberalizm sıradan insanları sisteme yabancılaştırırken, bu politikaları savunan merkez partileri de hızla dibe çakıldı.
Hem özgürlükçü isyan ve ayaklanmaların yaşandığı dönemin hem de bugünün ortak özelliği, Batı toplumlarını İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yöneten merkez sol ve sağ partilerin yaşadığı muazzam güç kaybı. İrlanda’dan İspanya’da, İsveç’ten Almanya’ya her yerde, sosyal demokrat ve Hristiyan demokrat geleneklerin toplam oyları, bundan birkaç on yıl önce %80’lerin üstündeyken, şimdi %40-50 civarlarına gerilemiş durumda. Birçok yerde tarihlerinin en düşük oylarını alıyorlar.
YORUM
ZİLENLER VE DİRENİŞ Emperyalizmin krizi ve savaş Ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık beraberinde emperyalist sistemi de krizlerle boğuşmaya itiyor. ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olma konusunda yerini almaya hazırlanan Çin’e karşı yıllardır, onu bölgede yalnızlaştıracağı politikalar izliyor. Çin ise buna Güney Çin Denizi’ndeki nüfuzunu artıracak bir donanma inşa ederek yanıt veriyordu. Trump ile birlikte iki büyük güç arasında ticaret savaşı başladı. Bunun yanı sıra bir diğer büyük kapışma ise Irak ve Suriye üzerinden Ortadoğu’da dönüyor. ABD ile doğrudan kapışacak kadar büyük bir ülke olmasa da Çin’in blokunda yer alan Rusya, Suriye’de “sahayı” kontrol eden asıl güç durumuna geldi. Hem Baas rejimiyle hem de onun baş düşmanı gibi gözüken Türkiye ile ortak operasyonlar düzenleyerek, büyük bir yıkıma uğrayan ülkenin geleceğinin şekillendirilmesindeki ana unsur olmaya çalışıyor. ABD burada Rusya karşısında zor durumda gibi gözükürken, Irak’ta da ABD işgalinin sonucunda arka arkaya kurulan hükümetler hep İran’ın yörüngesinde hareket ediyor. Katar’a yönelik ambargo, Suud rejiminin Kaşıkçı cinayetinde de görülen pervasızlığı, Yemen’deki savaşın getirdiği büyük insani kriz ile birlikte düşünüldüğünde, Ortadoğu bir kez daha en büyük emperyalist güçlerin politikaları doğrultusunda kaynayan bir kazana dönmüş durumda. Birçok kişi üçüncü bir dünya savaşının, buradaki gerilimlerin ürünü olarak başlayıp başlamayacağını tartışıyor. Egemenlerin çözümü Trump, böylesi bir dünyada, “tekrar büyük yapacağı” ABD’nin politikalarında köklü bir değişikliğe gitmeyi vadediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren kurulan uluslararası düzenin hep ABD’nin aleyhine işlediğini, küreselleşmeden kendileri dışında herkesin kâr ettiğini düşünüyor. Buna karşı korumacı, ulus devleti öne çıkaran, başka tür bir ekonomi vadediyor. Bunu yaparken en zenginlere sınırsız olanaklar sunuyor. Dış dünyayla yaşadığı sorunlarda ise askeri gücünü kullanmaktan çekinmeyeceğini belirtiyor. Dünyanın açık ara en büyük militarist makinesinin başına böylesi biri geçtiğinde, bu dünyanın geri kalanı için de sertlik dozajını belirliyor. Tüm ülkeler “ulus devlet” kavramına tapınan, kendi güvenlik mekanizmalarını güçlendiren, daha otoriter yönetim anlayışlarını benimsemeye başlıyorlar. Tayyip Erdoğan daha geçtiğimiz gün, deniz kuvvetlerini inşa etmenin Türkiye için ne kadar önemli olduğundan bahsetti. Yani egemen sınıflar açısından uyumdan ziyade karışıklığın, bölünmüşlüğün ve istikrarsızlığın olduğu bir dünyada yaşadığımızdan bahsedebilirz. Peki ezilenler ne durumda? Mücadele Kimilerinin iddia ettiği gibi, aşırı sağın küresel ölçekteki yükselişi, doğrudan doğruda 1930’ların başını yaşadığımız ve ikinci bir Nazi felaketiyle karşı karşıya kalacağımız anlamına gelmiyor. İsveç’ten Brezilya’ya geniş bir yelpazede başını kaldıran ırkçılığa dikkat çekmemiz ve onu yenecek stratejileri belirlememiz elbette elzem; ancak bunun yolu yanlış felaket senaryoları çizmekten geçmiyor. Dünyanın hiçbir yerinde henüz işçi sınıfı son sözünü söylemiş, emek hareketi ve sosyalistler yenilmiş ve dağı-
tılmış değil. Neoliberal merkezin çöküşünün erken döneminde, dünyanın pek çok yerinde, sosyal demokrasinin daha solunda siyasi alternatifler belirmişti. Bu ölçekte olmasa da, zaman zaman toplumsal kutuplaşmanın yine sola yaradığı örnekler görebiliyoruz. Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz Jeremy Corbyn. Yıllardır çeşitli mücadelelerin içinde hep sosyalistlerle birlikte yer almış bir aktivist olan Corbyn, üç yıldır İngiltere’nin ikinci büyük partisinin başında. Olası bir seçim durumunda başbakan olması kuvvetle muhtemel. Ve Corbyn, İngiliz egemen sınıfının ve kendi partisinin sağ kanadının olanca saldırısına rağmen, çoğu radikal söylem ve politikalarından vazgeçmiş değil. Sol adına bir diğer kıpırdanma ise bizzat Trump’ın ülkesi ABD’de yaşanıyor. 2016 sonundaki seçimlerde Demokrat Parti içinde solcu aday Bernie Sanders güçlü bir ivme yakalamış, geniş kitleleri seferber etmeyi başarmıştı. Onun yenildiği Hillary Clinton’a teslim olmasının ardından ise Demokratik Sosyalistler adlı örgütün yükselişine tanık oluyoruz. Reformist bir sol örgüt olan DSA, üye sayısını 5 binden 52 bine yükseltti. Ayrıca son genel kongresinde sola açılım anlamına gelen bir dizi karar aldı. Sol seçim alternatiflerinin yanı sıra, aşırı sağın ve ırkçılığın güçlendiği her yerde, antifaşist kitle hareketleri de sokakta yoğun bir mücadele sürdürüyor. Brezilya’da Bolsonaro ilk gününden protestolarla karşılaştı; tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi. ABD’de AfD ve etrafında kümelenenlerin sokaklarda yaratmaya çalıştığı terör önce Chemnitz’de onları ezecek ölçüde büyük bir konserle, daha sonra Berlin’de ise çeyrek milyon insanı sokağa döken bir ırkçılık karşıtı gösteriyle yanıtlandı. Devrimci partileri güçlendirmek Trump ve Bolsonaro tüm ezilenlerden ölümüne nefret ediyorlar. Mülteciler, siyahlar, kadınlar, LGBTİ+ bireylerle ilgili söyledikleri mide bulandırıcı laflar, onların iktidarında hepimizi ne kadar zor zamanların beklediğinin göstergesi. Otoriter ve ırkçı sağcılığa direnişte ise elimizde çok daha güçlü araçlarımız olmalı. Bir önceki mücadele dalgasından gördük ki, reformizm kesinlikle çözüm değil. Yunanistan’da Syriza, %61’in “Hayır” dediği referandumdan birkaç gün sonra, kendisini iktidara getiren militan işçi hareketine sırtını döndü. Die Linke, Syriza’nın çağrısını izleyerek, daha önceleri “Hayır” verdiği kurtarma paketlerine Alman parlamentosunda “Evet” oyu vermeye başladı. İspanya’da meydan işgallerinin sonucu olarak yükselen Podemos, Katalanların bağımsızlık mücadelesi konusunda sosyal şoven bir tutum aldı. Brezilya’da solun hataları, askeri diktatörlük dönemini özleyen birini devletin başına getirdi. Şimdi ihtiyacımız olan, insanlığın tüm kazanımlarını tehdit eden popülist sağa karşı daha radikal çözümleri savunan antikapitalist odaklar. Irkçılığa, homofobiye, cinsiyetçiliğe ve iklim değişikliğine karşı mücadelelerin bütününü, kapitalizm karşıtı bir programa bağlayan devrimci partileri güçlendirmeliyiz.
7
GÖRÜŞ Roni Margulies
TRUMP’IN İŞİ ZOR Kendi kendime küçük bir oyun oynuyorum, okumakta olduğunuz yazıyla ilgili. Ben bu satırları yazarken Amerika’da Senato ve Temsilciler Meclisi seçimleri gerçekleşiyor. Herhalde şu saatlerde başlamıştır, ama son sandıklar kapanıp oylar sayımaya başlandığında Türkiye’de hepimiz mışıl mışıl uyuyor olacağız. Ben yine de yazıyı şimdi, sonuçları beklemeden yazacağım. Bu seçimler Trump’ın 2016’da başkan seçilmesinden sonraki ilk seçimler. Hem Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğun Cumhuriyetçilerden Demokratlara geçme ihtimali açısından önem taşıyorlar, hem de Trump’ın başkanlığı hakkında bir tür kamuoyu yoklaması olma açısından. Temsilciler Meclisi’nin el değiştirmesi için, Demokratların mevcut temsilcilerine ek olarak 23 yeni temsilci kazanması gerek. Zor, ama imkânsız değil. Trump’ın Temsilciler Meclisi’ni kaybetmesi önemli mi? Evet, önemli. Kaybettiği taktirde, sözünü ettiği bir dizi habis politikayı hayata geçirme şansı kısıtlanmış olacak. Örneğin, göçmenlerin girişini engellemek için Meksika sınırına boydan boya bir duvar inşa etme vaadini gerçekleştirmesi çok zorlaşacak. Trump aylardır Amerika’nın her tarafında Cumhuriyetçi adaylar için şahsen kampanya yürütüyor, mitingler yapıyor. Meclis’i kaybetmesi bizzat kendi etkisinin zayıflamış olduğunu gösterecektir. Zaten kamuoyu yoklamalarında Trump’ın performansını “onaylayanlar” çok uzun zamandır yüzde 40 düzeylerinde (en son rakam yüzde 42). Bu, Amerikan başkanları için düşük bir rakam. Dışarıdan bakınca, Amerika’da Trump’a ve politikalarına karşı ne kadar büyük bir muhalefet, ne kadar derin bir öfke olduğunu, ülkenin ne kadar kutuplaşmış olduğunu anlamak kolay değil. İngiltere’nin ciddi gazetelerinden birinde geçen hafta “Kuzey-Güney iç savaşı henüz bitmedi ve Trump Güneyli bir başkan” başlıklı bir yazı yayınlandı. Burada “Güneyli”, beyazların tüm diğer ırklara ve erkeklerin kadınlara üstün olduğunan inanan, köleciliği ve eşitsizliği savunan kişi anlamına geliyor. Trump bu inançları savunduğunu açıkça belirtiyor. Bunlara, kuşkusuz, baba oğul Bush da, Reagan da inanıyordu. Ama hiçbiri bunu açıkça ifade etmiyordu. Trump ediyor. Ve ederek, tüm ırkçıların, cinsiyetçilerin, antisemitlerin, Nazilerin, mağara adamlarının faaliyetlerini meşrulaştırıyor, kolaylaştırıyor. Ve aynı zamanda tüm kadınları, azınlıkları, siyahları, eşitliğe ve “Amerikan rüyasına” inananları karşısına alıyor. O kadar alıyor ki, muhalefet yer yer Trump’a karşı olmanın ötesine geçip daha radikal bir hâl alıyor. Trump’ın işinin zor olduğunu düşünüyorum. Bu ara seçimlerin Trump için sonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Seçim sonuçlarından bağımsız olarak böyle düşünüyorum.
8 DÜNYA
BREZİLYA FAŞİZME YENİK Mİ DÜŞTÜ? ALISTAIR FARROW
Jair Bolsonaro’nun Brezilya devlet başkanlığına seçilmesi dünyayı şok etti. Bir aşırı sağcı, 210 milyonluk nüfusa sahip olan bir ülkenin, dünyanın en büyük sekizinci ekonomisinin başına geçti. Bolsonaro kadınlara, LGBT+ bireylere, siyahlara ve diğer ezilen gruplara yönelik bir tehdit oluşturuyor ve durdurulmalı. Seçimlerin ardından siyasi yorumcular Bolsonaro’yu ve onun politikalarını tarif edecek kelimeleri bulmak için epeyce uğraştılar. Foreign Policy dergisinden Federico Finchelstein “Bolsonaro’nun popülizmi Hitler’in zamanını yâd ediyor” diyordu. Yazısının başlığı ise “Jair Bolsonaro’nun modeli Berlusconi değil, Goebbels” idi. Seçimlerden önce Bolsonaro’nun rakibi olan İşçi Partisi (PT) onu Hitler’le ve Nazilerle karşılaştıran videolar yayınladı. Devrimci soldan bazıları da onu faşist veya yarı-faşist diye adlandırıyor. Bolsonaro’nun faşist olup olmadığı ile ilgili tartışma önemli, çünkü solun ve diğer güçlerin onun başında olduğu yeni hükümete karşı nasıl tepki göstermesi gerektiğini bu tartışma belirleyecek. Bu soru Brezilya’daki sınıf güçlerinin durumuyla, onun niteliğinin uluslararası anlamıyla ve direniş potansiyelinin ne kadar olduğuyla ilgili bir soru. Faşizm Rus devrimci Lev Troçki faşizmi küçük burjuvazinin –çiftçiler, esnaflar ve küçük ölçekli kapitalistler gibi orta sınıfların bir bölümünün– kitle hareketi olarak tanımlamıştı. Tarihsel olarak bu sınıf köylülüğün geniş kesimlerini ve işçilerin daha dar kesimlerini arkasında topladı. Faşizmin amacı işçi sınıfının gücünü ve örgütlülüğünü ezmektir. Bu yüzden faşizm sıradan insanlar için
emsalsiz bir tehlikedir ve ezilmesi gerekir. Faşizm derin bir sosyal krizde olan toplumlarda iktidara gelir. Kapitalistler artık normal parlamenter yollarla bir ülkeyi yönetemeyecek duruma geldiklerinde faşist düzen kumarını oynarlar. Çoğu zaman faşistler daha sonra eski egemen sınıfın bazı kısımlarına karşı harekete geçerler. İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişindeki temel bağlam 1917 Rus Devrimiydi. Uluslararası egemen sınıf işçi eylemlerinin yayılma niyetinden dehşete düşmüştü ve onu yok etmek için faşizm zehrini kullandı. Robert Paxton “Faşizmin Anatomisi” kitabında bugün “Bolşevik devrim tehdidinin izinin bile olmadığını” yazıyor. Günümüzde “klasik faşizme” yakın hiçbir şeyin var olmadığını savunuyor. Faşizmin aldığı özgül biçim ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. 1920’lerdeki ve 1930’lardaki faşizm Almanya’dakinden farklıydı. Bugünkü faşizm de geçmiştekinden farklı. Ancak bütün bunlar Bolsonaro’nun –nasıl tanımlanırsa tanımlansın– karşı çıkılması gereken tehlikeli bir düşman olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İnsanların Bolsonaro’ya neden faşist dediğini anlamak kolay. Kampanyasının bazı yönleri faşizan kelimesiyle anlatılabilir. Nefreti kışkırtıyor ve bunu sola karşı seferber etmeyi amaçlayan kitlesel yürüyüşler düzenliyor. Seçimlerden önceki bir mitingde Brezilya’yı “solcu suçlulardan” arındıracağına yemin etti. Faşistlerin Bolsonaro’nun son derece ırkçı konuşmalarından cesaretlendiğine şüphe yok. Demokrasiye mutlak bir küçümsemeyle baktığını da açık bir şekilde ifade etti. 1964-1985 arasındaki diktatörlüğü yeterince ileri gitmediği için eleştirdi. Bolsonaro eğer kendisi olsaydı “askeri rejimin yapmadığı işi yapıp 30.000 kişiyi öldüreceğini” söyledi. PT’li eski
Bolsonaro, 1 Ocak 2019’da yönetmeye başlayacak.
başkan Dilma Rousseff’un tehdidi altında olduklarını hisseden orta sınıflara seslendi. Faşizm zafer kazanmadı Ancak bu karakteristikler faşizmin zafer kazandığı anlamına gelmiyor. Brezilya kapitalizmi de henüz faşizmin güçlerine yönelecek kadar vahim bir kriz içinde değil. Şu ana kadar Bolsonaro’yu desteklemek için sokaklarda olan hareket, onun seçim stratejisinde tamamlayıcı bir rol oynadı. Artık devlet güçlerine başvurabilir. Bolsonaro kendi iktidarını, bir kitle hareketinde değil var olan baskıcı aygıtta görüyor. Seçim vaatlerinden biri polisi serbest bırakmak ve onlara Bolsonaro’nın rakipleri karşısında neredeyse sınırsız güç vermek vardı. Askerlerle dolu bir parti Bolsonaro meslekten politikacı ve eski bir yüzbaşı. İtalya’daki Benito Mussolini gibi faşist hareketten yükselen biri değil ve hareketi kendi siyasal ihtiraslarına tabi görüyor. Bu durum, faşistlerin genelde iktidara gelmesinden farklılık gösteriyor. Troçki faşizmin iktidara “küçük burjuvazinin ve sınıfsızlaşmış ve demoralize olmuş lümpen proletarya güruhlarının” kitle hareketi yoluyla geldiğini anlatır. Bolsonaro ve destekçilerini, Troçki’nin çizdiği çerçeveye uymadıkları için düşünüp tartmadan önemsiz görme riski var. Onların siyasal gidişatı önem taşıyor. Bolsonaro yönetimi içerisinden gerçekten faşist bir hareketin çıkıp gelişme potansiyeli var. Ayrıca askeri bir rejimin kurulması gibi başka olasılıklar da var. Bolsonaro ikiyüzlü bir şekilde, PT’nin yolsuzluğuna karşı çıkan orta sınıf hareketinin başına geçti. Brasilia Üniversitesi’nden araştırmacı Sabrina Fernandes “Brezil-
ya’daki aşırı sağ hareket herkesten çok orta sınıfı harekete geçirdi ve bunu da Dilma Rousseff’in görevden alınması meselesi üzerinden yaptı” diye belirtiyor. Bolsonaro PT’nin eski başkanı Lula’yı hapse atan yargıç Sergio Moro’yu Adalet Bakanı yaptı. Bu kendisini destekleyen tabana verilmiş açık bir mesaj; kavgayı bırakmadığını ve hareketin sürmesini istediğini gösteriyor. Bolsonaro’nun destekçilerini giderek artan bir faşizanlıkta seferber etmesi anlaşılmaz değil. Eğer o, ekonomi danışmanlarının istediği gibi devlete ait sanayi şirketlerinden 147’sini özelleştirmeye çalışacaksa, işçi sınıfının direnişiyle karşılaşacak demektir. Eğer bu olursa Bolsonaro’nun grevleri kırmak ve göstericilere saldırmak için orduyu seferber etmesi yüksek bir ihtimal. Onun yeni Maliye Bakanı Paulo Guedes hükümetin Augusto Pinochet rejiminin ekonomi politikalarını izleyeceğini söyledi. Pinochet iktidara 1973 yılındaki kanlı bir askeri darbe ile gelmişti. Bu politikaları uygulamaya çalışmak, çatışmaya girmek anlamına geliyor. Bu çatışmalar sırasında Bolsonaro yenilebilir, devlet şiddetini seferber edebilir veya faşist bir doğrultuda ilerleyebilir. Başkanlık seçimlerindeki ses getiren zaferine rağmen Bolsonaro parlamentoda izole olmuş bir durumda. Partisi Sosyal Liberal Parti (PSL)’nin parlamentonun alt kanadındaki sandalye sayısı 1’den 52’ye yükseldi. Ancak PT 56 sandalye ile en büyük parti olma halini koruyor. Parlamentoda her biri kendi çıkarları için mücadele eden 30 parti olacak, bu şu ana kadarki en yüksek sayı. Bu durum Bolsonaro’nun bir araya getireceği herhangi bir koalisyonun büyük ihtimalle son derece istikrarsız olacağı anlamına geliyor. Böylesi bir bağlamda Bolsonaro
amaçlarını gerçekleştirmek için küçük burjuvaziden oluşan faşist bir kitle hareketini değil orduyu kullanabilir. Şu ana kadar etrafına generalleri topladı. Onun Savunma Bakanı, askeri diktatörlükten bu yana bu göreve getirilen ilk asker olacak olan emekli General Augusto Heleno oldu. Başkan yardımcısı başka bir general olacak; Hamilton Mourao. Bunların yanı sıra parlamento seçimlerinde başarılı olan PSL adaylarından çoğu ordudan gelen kişiler. Bolsonaro’nun kalelerinden olan Sao Paulo’da parti 15 sandalye kazandı, bunlardan dokuzunda subaylar oturuyor. Seçimlerin arifesinde ordu üniversiteleri bastı, insanları tutukladı ve antifaşist toplantıları dağıttı. Ordu Brezilya toplumunda zaten son derece güçlü bir kurumdu. PT iktidarında daha da güçlü bir hale getirildi. İşçi Partisi askeri harcamaları çarpıcı bir şekilde arttırdı. Aynı zamanda orduyu, ABD özel kuvvetlerinin ülkenin demokratik olarak seçilmiş başkanı Jean Bertrand Aristide’yi devirdiği Haiti’ye, ABD’nin arkasını temizleyen BM güçlerine yardıma gönderdi. Hem Heleno hem de Mourao bu göreve liderlik eden subaylardandı. Onlar ülkenin başkenti Port au Prince’in gecekondularına yaptıkları baskında gerçekleşen onlarca ölümden sorumlular. Şimdi bu insanlar Bolsonaro hükümetinin merkezinde bulunuyor. Brezilya faşist bir devlet değil ama ülkenin hükümeti Brezilya’daki ve tüm dünyadaki sıradan insanlara karşı bir tehdit oluşturuyor. Eğer Bolsonaro orduyu yeniden iktidara getirmeye hazırlanıyorsa, onun daha önce iktidardan kitle grevleriyle uzaklaştırıldığını hatırlamakta fayda var. Sendikalar gücünü koruyor ve onlar Bolsonaro ve sağın diğer güçlerine bir darbe indirecek potansiyele sahipler. Çeviri: Onur Devrim Üçbaş
EMEK HABER
'ENFLASYONLA TOPYEKUN MÜCADELE' BİR AYDA ÇÖKTÜ
Belediye işçileri protestoda, Mersin 2018.
Enflasyonla mücadele nidaları boşta kaldı. Hükümetin patronlarla birlikte geçen ay "savaş açtığı" enflasyon yani fiyatlardaki artış Ekim ayında da rekor kırdı. Türkiye İstatistik Kurumu, Ekim 2018 verilerine göre yıllık enflasyon yüzde 24.45'e yükseldi. Yılsonu tahmini ise yüzde 23.5 seviyesinde. Egemen sınıfın sözcüleri "çok daha kötü olabilirdi" diyerek bu tabloyu hafif-
letmeye çalışıyor. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, "Eylül'deki fahiş fiyatlama algısı enflasyona yansıdı. Kasım ve Aralık ayındaki fiyatlama davranışları normalleşecek" diye konuştu. Şirketler fiyat indirmedi Ortaya çıkansa hükümetin başlattığı yüzde 10 indirim kampanyasının uygulanmadığı ya da hiçbir işe yaramadığı, Ekim ayında kur
baskısı önceki aylara göre hafifleşmiş olsa da patronların zam yapmaya devam ettiği yönündeki gerçekler. Fiyatlara kontrol ve denetim, fırsatçı ve vurguncu patronlara ise yaptırım getirmeyen "enflasyonla topyekun mücadele programı" bir ayda başarısızlığını ispatlamış oldu.
başbaşa bırakıldı.
Başta gıda olmak üzere temel ürünlerdeki zam dalgasıyla alım gücü daralan emekçi sınıflar, yoksullukla
Bu, şirketlerin ve yönetenlerin yarattığı krizin faturasının işçilere ödetilmek istendiğinin açık ilanı.
Beş üyesi işçi tarafını temsil eden sendikalar, on üyesi hükümet ve patron temsilcilerinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu Aralık ayında toplanacak.
masını, DİSK ise 2 bin 600 olmasını talep ediyor. Bu taleplerin hayata geçmesi sendikaların birleşmesine, ortak taleplerle patronlar ve hükümetin karşısına çıkmasına, krize karşı çoğunluğu koruyacak insanca bir ücret için mücadele etmesine bağlı.
Asgari ücretteki artış, genel ücretlerdeki artışı da belirlediği için bu sadece 6 milyon işçiyi değil bütün işçi sınıfını ilgilendiriyor. Bu yüzden asıl kapışma burada yaşanacak.
Kuşkusuz mücadele asgari ücret pazarlık masalarında sona ermeyecek. Memurlar ve işçiler, kamuda çalışanların toplu sözleşmeleri de aynı kapışmalara sahne olacak.
Türk-İş asgari ücretin 2 bin TL olmasını, Hak-İş 2 binin üzerine çıkartıl-
İşçiler bu zorlu mücadeleyi birleşerek kazanabilir.
KAPIŞMA 2019 ÜCRET PAZARLIKLARINDA Yeni yılda asgari ücret üzerine mücadele ve pazarlıklar erken başladı.
İlk kapışma, işçi tarafını temsil eden sendikaların Aralık ayını beklemeden asgari ücretin, Ekim'de 2 bin TL yapılması talebi üzerine oldu. Krizle birlikte yüzde 40 yoksullaşırken, bugün net 1604 TL olan asgari ücretteki kaybın hemen önlenmesi ve yeni yılda asgari ücretin 2 bin lira sınırı üzerinden belirlenmesi talebi, hükümet tarafından reddedildi.
Tam da bu sırada enflasyonla mücadele raporu yayınlayan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası ise krizden çıkış yolu olarak 2019'da asgari ücret ve genel ücretlerdeki artışın, enflasyonun altında tutulmasını istedi!
İŞYERLERİNDEN HABERLER n İzmir’de Mahle Metal fabrikasında toplu iş sözleşmesinde (TİS) anlaşma sağlanamayınca, fabrikada yetkili DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikası grev kararı aldı. n Hekimler birçok şehirde TTB’nin çağrısıyla sağlıkta şiddete karşı eylem, basın açıklaması ve nöbetler düzenliyor.
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KRİZE KARŞI MÜCADELEDE ÖRGÜTLÜ OLMAK GEREKİR Ekonomik kriz derinleşiyor. Bu krizden en fazla işçiler, emekçiler etkileniyor. Yaşamlarını bir başkasına ait işyerinde çalışarak kazananlar, işgüçlerini satanlar, ücret alarak geçinenler, yüzde 30’lara doğru yükselmekte olan enflasyon karşısında çaresiz kalıyorlar. Türkiye’de çalışanların yüzde 70’i (32 milyon çalışanın 22 milyonu) maaş alarak hayatını kazanıyor. İşte bu kitle yaşadığımız ekonomik krizden en çok etkilenen kesim. Yaşanan krize karşı emekçilerin direnişini örgütlemesi gereken sendikalardan ise bazen tuhaf öneriler geliyor. Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası krizden çıkmak için hükümete destek olmak üzere “Yerli Tüketim Yapalım” kampanyası başlatmış. “Yerli tüketim” sloganı bir aldatmacadır. Krizin sebebi, işçilerin yabancı mal tüketmesi değildir. Yerli tüketim yapılmasını isteyen hükümet, elindeki yasal yetkilerle, istediği zaman, istediği yabancı ürünün ülkeye girişine engel olabilir. Ama burada hesap başka, amaç işçileri oyalamak, krizin sebebi olarak yabancı mal tüketimini gösterip, krizin asıl sorumlularını gözden kaçırmak. Sokakta, evde, semt pazarında, fabrika ve işyerlerinde tüm işçi ve emekçiler krizin yıkıcı etkilerini konuşuyorlar. Bu krizi kim yarattı, niçin faturası emekçilere yıkılıyor, sorularına vereceğimiz en önemli yanıt şudur: Kriz kapitalist düzenin bir sonucudur, sorumlusu kapitalistler ve onların hükümetleridir. Daha fazla sömürmek isteyenler ekonomik krizin de sorumlularıdır. “Biz bu krizin faturasını ödemeyeceğiz, krizi yaratanlar bunun faturasını ödesinler” diyorsak örgütlü olmamız gerekir. Çözüm, örgütlü sendikal mücadeleden geçiyor. 30 yıl öncesinin işçileri, Bahar Eylemlerini yaratmışlardı. Günümüzün işçileri daha farklı çözümler yaratacak. Bu dönemde en önemli görevimiz, hiçbir sendikal ayrım yapmadan işçileri sendikal mücadeleye katmak, sendikalarda örgütlenmesi için çalışmaktır. İşçilerin, “yerli tüketim” diyerek hedef saptıran Türk Metal sendikası da dahil tüm sendikalara üye olması, sendikal mücadeleye katılması için çalışmalıyız. Emekçiler, işçiler olarak, sendikalar ve meslek örgütlerinde birleşmeli, ortak bir cephe ile krizi yaratanlara, faturasını emekçilere ödetmeye çalışanlara karşı mücadele etmeliyiz. Onların inançları, kimlikleri üzerinden bölünmelerine fırsat vermemeli, kapsayıcı olmalıyız. Milyar dolar kazanan şirketler krizin bedelini ödesin istiyorsak birleşip mücadele etmeliyiz. Kapitalist düzene ve krize karşı en geniş cepheyi kurmamız gerekiyor, bunun için bir araya gelmeliyiz. Önümüzdeki 1 Mayıs, ortak eylemleri örgütlemek için iyi bir fırsat.
n Flormar’da sendikalaştıkları için işten çıkartılan işçilerin direnişi 15 Mayıs’tan bu yana sürüyor.
leri için Amerika’nın gıda devi Cargill tarafından işten atılan 14 işçi, direnişlerinin 200’üncü günü pasta keserek kutladı.
n KESK ihraç edilen üyeleri için İzmir’de eylem yaptı. Sendika ayrıca Aralık ayında krize karşı beş ayrı yerde bölge mitingleri düzenleyecek.
n Karabük’ün Safranbolu ilçesinde, yol yapımında çalışan ve dört aydır ücretlerini alamadıklarını söyleyen taşeron firma işçileri iş bıraktı.
n İş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin ailelerinin İstanbul’da düzenledikleri “Vicdan ve Adalet Nöbeti” 77’nci haftasında dördüncü kez yasaklandı.
n Çorlu'da bulunan Aygün Alüminyum fabrikasında sendikaya üye oldukları için işten atılan 12 işçinin fabrika önünde başlattığı direnişe Valilik engel olmak istiyor.
n Tek Gıda-İş sendikasında örgütlendik-
n Antep'te TÜMTİS sendikasında örgüt-
lendikleri için işten atılan 9 Babacanlar Kargo işçisinin direnişi 426. gününde. n Çorum’da özelleştirilen Şeker Fabrikası tarafından 50 gündür alacakları ödenmeyen üretici ve nakliyeciler Ankara-Samsun karayolunu trafiğe kapattı. n Plaza Eylem Platformu, Yapı Kredi çalışanı bir kişinin müdürü tarafından mobbinge maruz kaldığı için rahatsızlanmasının ardından, bankanın Kadıköy'deki şubesinin önünde bir basın açıklaması yaptı.
10
GELENEK
EKİM DEVRİMİ’NDEN BUGÜNE DEVRİMCİ PARTİ İHTİYACI şağı edip kendi öz yönetimini inşa etmeyi başaramadı. Bu durum ancak hareket içerisinde büyüyen Bolşeviklerin giderek kitle partisine dönüşmesiyle, sovyetlerde örgütlü işçilerin çoğunluğunun Bolşevik olmasıyla gerçekleşti. Bolşeviklere bu teveccühü sağlayan, devrimin işçilerden köylülere farklı aktörlerini birleştirebilen talepleri formüle etmesi ve kitlelerin ruh halini açık, somut bir politik program haline getirmesiydi. Bu sayede “embriyo halindeki işçi devleti iktidarı potansiyellerini sonuna kadar kullanabildi.” Bolşevik partisi en iyi aydınlardan veya en kavgacı militanlardan oluştuğu için değil “ekmek, toprak, barış” sloganından “tüm iktidar sovyetlere” sloganına dek doğru zamanda doğru politik çizgiyi savunduğu için devrimi yapan kitlelerin partisi olabildi.
MELTEM ORAL
Birkaç yıl öncesinde yeryüzü Tunus’ta
başlayıp tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasına yayılan Arap devrimleri ve eşzamanlı olarak pek çok ülkedeki meydan işgalleriyle sarsılıyordu. Onlarca yıllık diktatörlükler devrilmiş, dünya finans sektörünün kalbinin attığı Wall Street’e “biz yüzde 99’uz” sloganı kazınmıştı. Ancak ne yazık ki ne Arap devrimleri ne de meydan işgalleri işçi sınıfının lehine nihai bir zaferle neticelenebildi. Söz konusu hareketlerin duraksaması, ciddi bir geriye çekiliş ve karşı devrim sürecini de beraberinde getirdi. Tanık olduğumuz bu kitlesel hareketlerin gerileyişine dair elbette her ülkenin kendi özgün koşulları, dünya konjonktürüne ilişkin farklı gelişmeler gibi bir dizi faktör etkili oldu. Hareketlerin işçi sınıfı ve ezilenlerin taleplerini derleyip toparlayan ve geleceğe dair projeksiyona sahip olan bir devrimci odağı barındırmaması bu etkenlerden birisi. Üstelik devrimci odak eksikliği veya başka bir ifadeyle liderlik sorunu sadece günümüzdeki değil, işçi sınıfının mücadele tarihindeki pek çok deneyimde yenilginin temel sebeplerinden birisi. 1968’deki küresel isyan dalgasından 1918’deki Alman devrimine birçok kez, yöntenlerin eskisi gibi yöntemediği ve yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmemek üzere kitlesel bir şekilde tarih sahnesine çıktığı dönemlerde devrimci parti tartışması farklı veçhelerde kendisini gösterdi. Kitlesel devrimci partilerin eksikliğinde hareketler ya hızla sönümlendi, boğuldu ya da reformist siyasi liderlikler tarafından çalındı. Parti tek yetkili midir? Devrimin başarıya ulaşmasında devrimci partinin rolü vurgusu çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Sanki her şeye kadir bir parti militanları grubunun işçiler adına, işçiler için bir devrim yapmasından bahsediliyormuş gibi algılanıyor. Oysa bir devrimin başarıya ulaşması için kitlesel devrimci partilerin oynayacağı rolle ikameciliğin bir alakası yok. Bir devrim işçi sınıfının kendi eylemiyle ve işçilerin özyönetim organlarının kendisini iktidar olarak örgütlemesiyle mümkün olabilir.
Devrimin çalınmasını engellemek için Rusya’daki deneyimden kısa bir süre sonra tarih sahnesine çıkan Almanya işçi sınıfının örgütlü olduğu reformist partiden bağımsız kitlesel devrimci bir odağı inşa edememiş olması tarihin en trajik yenilgilerinden birine yol açtığı gibi Ekim Devrimi ile açılan yeni bir çağın bambaşka bir seyire yönelmesine de neden oldu. Tunus, devrimin yıldönümünde protestolar - Ocak 2018.
Sınıf mücadelesi tarihinde Ekim Devrimi, devrimci partinin işçi sınıfının devrimindeki rolü açısından ayrıcalıklı bir yer tutmaya devam ediyor. Tarihte yenilgiye uğrayan devrimlerden farklı olarak bir tek Ekim Devrimi, işçi sınıfının mevcut kurulu düzeni altüst ederek kendi özyönetim organlarıyla, kendisini iktidar olarak örgütlediği bir deneyimdi. Dönemin Bolşevik Partisi’ni farklı kılan, Çarlık rejimini devirmeye muktedir sınıf hareketinin taleplerini programlaştıran, sınıfın güvenini kazanmış, bizzat sınıfın partisi olmasıydı. Partinin kitleselliğinin devrim esnasında o zamana kadarki zirve noktasına ulaşmış olması burada gizli. Parti inşası bir süreç sorunudur Ekim Devrimi’nden evvel, 1905 devrimi sırasında ‘başka türlü bir toplumun’ embriyosu sayılabilecek sovyetler ortaya çıktı. İşçilerin işyeri temelli öz örgütlenmesi
olan bu yapı, mücadele döneminde kitlelerin duyduğu yeni örgütler ihtiyacının bir yansımasıydı. Rusya’daki işçi sınıfı tek bir fabrikada kurulan grev komitesinin devrimci bir momentte yeterli olmadığını daha önceki deneyimlerinden acı bir şekilde öğrenmişti. Bu deneyimle oluşan, tüm işyerlerine yayılmış komitelerden gelen delegelerin toplantılarıyla birlikte sovyet doğmuş oldu. 1917’de de devrimin temel aktörü kendi öz örgütü sovyetlerde biraraya gelmiş, bu organda kolektif tartışan ve karar alan, kendi temsilcilerini kolektif olarak belirleyen işçilerdi. Ancak devrimin başarıya ulaşması için, işçilerin işyeri temelli örgütleri olan sovyetlerin varlığı yeterli değildi. Devrimci marksist John Molyneux’nün Marksizm ve Parti kitabında tartıştığı gibi; Şubat’ta kitlesel eylemleriyle işçiler Çarlık rejimini devirmişti ancak “örgüt ve politik liderlik yoksunluğu yüzünden iradelerini dayatamadılar.” Çarı deviren işçiler liberal burjuvaziyi ala-
Devrim anında hareketin reformistler tarafından çalınmasına, parlamenter bir temsiliyete indirgenmesine, işçilerin ‘eve yollanıp’ kendisini sınıfın temsilcisi ilan edenlerin mücadelenin üstüne konmasına veya egemen sınıfın kolluk güçleri tarafından ezilmesine müsaade etmeyecek bir devrimci odak, işçi sıfınının devrimci partisi ancak devrimden önce inşa edilebilir. Kapitalizmi devirmek için işçi sınıfının merkezi rolünü kavrayan ve sınıf mücadelesi tarihinin hafızasını taşıyan, geçmişin yenilgi ve zaferlerinin derslerini çıkartabilen bir parti ancak devrim anına hazırlıklı olabilir. Dünyanın birçok ülkesinde otoriter bir siyasi iklimin hâkim olduğu şu günler, aynı zamanda işçi sınıfının tarihin sahnesine çıkması için de büyük potansiyeller barındırıyor. Başka bir dünyayı mümkün kılmak için bu potansiyelin başarıya ulaşmasına ihtiyacımız var. İşte bu yüzden işçi sınıfının içinde örgütlü kiltesel devrimci partiyi örgütlemek zorundayız.
Z
YAYINLARI
MEKTUP
IRKÇILIĞA, CİNSİYETÇİLİĞE, KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE!
İZMİR’DE SOSYALİST TARTIŞMA TOPLANTILARI TAMAMLANDI
11
TOPLANTI DUYURULARI Ankara 15 Kasım Perşembe 19:00
Brezilya’da aşırı sağ yükseliş ve mücadele Konuşmacı: Can Irmak Özinanır Konur Sok. 14/13 Kızılay/Ankara İstanbul
Göçmenlerle dayanışma toplantısı.
“Farklı kadın hareketleri ortaklaşmalı” Cinsiyetçiliğe Karşı Mücadele Olanakları başlıklı toplantıda konuşan DSİP aktivistleri Merve Diltemiz Mol ile Ayşe Özlem Ekşi, kadın hareketinin ortaklaşmasının ve farklı kesimlerden gelen kadınların bir araya gelişinin önemine dikkat çektiler. Ekşi, Müslüman kadın hareketinin diğer sol ve feminist hareketlerle temasından ve yıllar içinde yürütülen tartışmalarla kurulan işbirliğinden bahsederek, en son olarak nafaka tartışmalarındaki ortaklaşmanın çok daha makul bir seviyeye taşındığını dile getirirken, Diltemiz Mol da Mol, cinsiyetçiliğin sadece erkek ile kadın arasındaki durum üzerinden tanımlanamayacağını, hegemonik erkekliğin kendisi dışındaki tüm kimlikleri ezdiğini belirtti. “Antikapitalist bir hatta örgütlenmek zorundayız” Krizin Faturasını Patronlar Ödesin toplantısında konuşan Marksist.org editörü Can Irmak Özinanır ise 2008 krizinin üstünden geçen 10 yılda önce sol bir yükselişe şahit olduğumuzu ancak soldaki politik aktörlerin neoliberal uzlaşıyı aşamaması sonucunda şu anda bir sağ yükselişle karşı karşıya olduğumuzu vurguladı. Sistem içi çözüm önerilerini eleştiren Özinanır, “Krize karşı Keynesci modele, refah toplumu günlerine veya neoliberalizmin altın günlerine geri dönüş gibi çözüm önerileri gerçekçi değil. Antikapitalist bir hatta örgütlenmek zorundayız” dedi. “Seçim dönemlerinde ırkçılık daha yüksek oluyor” Göçmen Düşmanlığı ve Irkçılık: Nasıl Durdurabiliriz? toplantısında ise DSİP GYK üyesi Ozan Tekin ile Göçmen Dayanışma Ağı/Ankara’dan Tuğçe Erdoğdu konuştu. Ozan Tekin, muhalefetin ırkçılığından söz ederken, hükümetinkini de atlamamak gerektiğini söyleyerek, “Hükümetin tutumunun düzgün bir eleştirisini ortaya koymak lazım. 2011-2015’e kadar uygulanan açık kapı politikasına bir itirazımız yok. Suriyelilerin temel haklardan faydalanamamasıyla, statülerinin olmamasıyla sorunumuz var. Artık o zamanki politikadan bile bahsetmek mümkün değil, mültecilere karşı bir duvar örüldü. İki tarafta da sınırlar kapatıldı”.
Erdoğdu ise hem GDA/Ankara ile ilgili bilgi verdi, hem de Ankara yerelinde göçmenlere dönük ırkçılığın vardığı boyutları anlattı. Erdoğdu, “Göçmen düşmanlığını, ırkçılığı yükselten belli başlı söylemler var. Seçim ve referandum zamanlarında bu gerilimler daha çok artıyor” dedi.
101. yılında Ekim Devrimi’ne bakmak
Cinsiyetçiliğe karşı mücadele toplantısı.
26-27 Ekim tarihinde İzmir’de gerçekleşen Sosyalist Tartışma, güçlü tartışmalara sahne oldu. “Kalpsiz dünyanın kalbi mi?” başlıklı toplantıda, dinin devletler tarafından nasıl kullanıldığı tartışılırken, aynı zamanda solun dine yaklaşımının kökenleri de ele alındı. Özellikle Marx’ın dine yaklaşımının ayırdedici yönleri toplantı boyunca sık sık tartışıldı. “Alman Devrimi Neden Yenildi?” başlıklı toplantıda üzerinden 100 yıl geçmiş olsa da Alman Devrimi’nin önemi, yenilgisinin nedenleri, devrimin liderlerinden Rosa Lüxemburg’un fikirlerinin ve mücadelesinin dersleri, savaşın Alman işçi sınıfı üzerindeki etkileri, devrimin savaşın son bulmasında oynadığı rol gibi bir dizi başlık tartışıldı. “Cinsiyetçiliğe Karşı Mü-
cadele Olanakları” toplantısında bir yandan kadın sorununun kapitalist sistemle bağlantılı yanları, günlük yaşamda kadın ezilmişliğinin vehçeleri tartışılırken öte yandan otoriter eğilimlerin güçlendiği dünyada kadın mücadelesinin sokakta kendisini var etmesinin birleşik mücadele açısından taşıdığı ihtimaller konuşuldu. İzmir’de Soyalist Tartışma’nın son toplantısında “Göçmen Düşmanlığı Ve Irkçılık: Nasıl Durdurabiliriz?” başlığı ele alındı. Suriye’de devrimin iç savaşa dönüşmesinin ardından yaşanan yıkım, milyonlarca Suriyeli’nin yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmalarına neden oldu. Sadece Türkiye’de yaklaşık 4 milyon Suriyeli göçmen yaşıyor. Emperyalist ülkeler ve bölgesel güç olmaya çalışan devletler
bir yandan Suriye halkının devrimini çalarken bir yandan da Suriyelilerin kendi sınırlarına göç etmesini engellemeye çalışıyor. Göç sorunu kapitalizmden, krizden ve emperyalist müdahalecilikten bağımsız düşünülemez. Ama öte yandan, otoriter, sağcı hükümetler göçmen düşmanlığını kaşır ve daha sağ, ırkçı ve faşist örgütler bu kapıdan girip kampanyalar yaparken hem göçmenler hem de göçmenlerle dayanışmak isteyen enternasyonalistler örgütleniyor ve göçmen dayanışmasını mücadelesini büyütüyor. İzmir Sosyalist Tartışma hem mücadelemizin temel tartışmalarının ele alınması hem de önümüzdeki dönem öne çıkacak mücadele başlıklarında perspektifler sunması nedeniyle çok verimli bir platform oldu.
1 Aralık 2018 Cumartesi 15.00-19.00
Irkçılığa Hayır, Hepimiz Göçmeniz Paneli u 15:00-16.30 Aşırı sağın önlenebilir yükselişi
Konuşmacılar: Kashan Kor (Suriyeli aktivist) - Tuğba Çelik (Antikapitalistler platformu) Göç Araştırmaları Derneği’nden bir aktivist Her kurumdan bir temsilci deneyim aktaracak. Düzenleyen: Antikapitalistler ve Durde Platformları İletişim: antikapitalistler2016@gmail.com - 05334716268
Amerikan İç Savaşı, Lincoln ve Köleciliğin Sonu Konuşmacı: Roni Margulies Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Şişli 9 Kasım Cuma 19:00
Ekim 1917: Savaşı durduran devrim Konuşmacı: Dila Ak 22 Kasım Perşembe 19:00
Umutsuzluk nasıl aşılır? Konuşmacı: Ferda Keskin Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3, İkbal Apt - Osmanbey Kadıköy 8 Kasım Perşembe 19:00
Dünyada aşırı sağ neden yükseliyor? Konuşmacı: Özdeş Özbay 15 Kasım Perşembe 19:00
Yerli ve milli koalisyon dağıldı mı? Konuşmacı: Şenol Karakaş Yer: Serasker Cad. No: 88-90 Nergiz Ap. Kat: 3 Kadıköy 9 Kasım Cuma 19:00
u 17:00-18:00 Irkçılığa karşı Suriyelilerle dayanışmanın olanakları
u 18:00-19:00 Suriyelilerle dayanışma deneyimleri
Konuşmacı: Volkan Akyıldırım 16 Kasım 19:00
İzmir
Konuşmacılar: Melek Ulagay (Sinemacı, yazar) - Tolga Tüzün (Öğretim üyesi)
Ezilenler ve işçi sınıfı mücadelesinin birleştiriciliği 17 Kasım Cumartesi 17:00
miz göçm ep i eniz
Tekin, krize karşı mücadelenin önkoşulunun da göçmenlerle dayanışmak olduğunu söyledi.
9 Kasım Cuma 19:00
h
Sosyalist Tartışma’nın Ankara’da canlı tartışmalarla geçti. Cinsiyetçiliğe karşı mücadele olanakları, kriz ve göçmenlere dönük ırkçılık gibi konuların tartışıldığı Sosyalist Tartışma’ya 30 kişi katıldı.
Fatih
Asuri-Keldanilerin Türkiye ve Irak’tan 20. yüzyıldaki göçleri Konuşmacı: Buğra Poyraz
ırkçılığa hayır!
u Yer: Cezayir Toplantı Salonu - Firuzağa Mahallesi, Hayriye Caddesi, No:12 (Galatasaray Lisesi’nin arkası)
Yer: Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1462 sok. Alsancak, Konak İletişim: 0 505 825 29 91
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
KADINLAR ARTIK SUSMAYACAK! ÇAĞLA OFLAS
Ünlü şarkıcı Sıla, sevgilisi Ahmet Kural tarafından uğradığı şiddet karşısında susmadı. 6284 Sayılı Kanun (Ailenin korunması ve kadına yönelik şiddetin engellenmesi)’un verdiği hakkı kullanarak koruma kararı aldırdı . “…Bana uygulanan korkunç şiddet karşısında dilsiz kalmamayı seçiyorum” açıklaması yaptı. Her şeyden önce kadınların uğradığı taciz ve şiddetten sorumlu tutulduğu, en hafifinden “kurban” muamelesi gördüğü cinsiyetçi atmosferde kadınların maruz kaldıkları taciz ve şiddeti açıklamaları büyük bir cesaret ister. Sıla’nın bir kadın olarak yaşadığı şiddeti açıklaması, şiddete karşı mücadele etmesi bu nedenle çok kıymetli. Üstelik, açıklamanın ardından sosyal medyada yağmur gibi Sıla’yla dayanışma mesajlarının yağması, erkeklerin kadınlara yönelik işledikleri suçlardan artık kolayca sıyrılamayacağını gösterdi. Nitekim Yapı Kredi Bankası’nın Ahmet Kural ile yaptığın reklam sözleşmesini iptal etmesi önemli bir kazanım oldu. Sıla gerçeği teşhir etme cesaretini
aylardır OHAL koşullarında bile ayrımcılığa, tacize ve şiddete karşı mücadele eden, sokaklara dökülen kadın hareketinden de aldı. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada kadınlar, hakları için sokaklara dökülmekteler. ABD’de sinema sektöründe çalışan kadınların yaşadıkları tacizi ifşa ettikleri “me too” hareketi tüm dünyaya çığ gibi yayıldı. “Me too” hareketi iş yerlerinde ayrımcılığa uğrayan kadınlarla dayanışmanın yolunu açtı. Kuşkusuz gücünü hareketten alan Sıla’nın tutumu da harekete güç verecek. Kadınlar her yerde hayatları ve hakları için mücadelelerinde çok daha cüretkar olacaklar.
Ahmet Kuralların cesaretinin kaynağı Ahmet Kural gibilerin ise cesareti nereden aldıkları belli. Bu adamlar her ağızlarını açtıklarında “kadının yerinin evi” olduğunu ima eden, kadınlara verilen sosyal haklardan şikâyet eden, siyasilerden alıyor. Boşanma hakkından, nafaka hakkına ve kürtaj hakkına saldıran siyasi iktidardan alıyor. Bugün siyasi iktidar tarafından Sıla’nın koruma altına alınmasına
MARKSİST SÖZLÜK NARODNİZM Narodnizm, 1800’lü yılların sonunda Rusya’da ortaya çıkan köylülüğe dayalı devrimci popülist hareketin adıydı. Asıl olarak Herzen ve Çernişevksi’nin fikirlerine yaslanıyordu. Bir tarım toplumu olan Rusya’da uzun yıllar en etkili akım olarak kaldı. Narodnikler, işçi sınıfının henüz Rusya topraklarında yeşermediğini bu sebeple de köylülüğe dayalı bir devrim yapılarak Çarlığın devrilmesi gerektiğini savunuyor-
olanak sağlayan yasa bile tartışmalı hale gelmiş vaziyette. Oysa uygulamada çeşitli açıkları olmasına rağmen bu yasa kadınların mücadelesi sayesinde kazanıldı. Yasanın öncesi olan 4320 sayılı Kanun, koruma kararlarını sadece evli kadınlara veriyordu. 4320 sayılı Kanun yürürlükteyken, boşandığı kocası tarafından şiddete maruz kalan Ayşe Paşalı, koruma kararı verilmediği için yaşamını kaybetmişti. Ayşe Paşalı’nın ölümünün arkasından çıkarılan 6284 sayılı yasada evlilik birliği şartı aranmıyor. Bu yasa kadınlara bahşedilmedi. Kadınlar bu yasayı sokaklarda eylem yaparak, Meclis’te uğraşarak, imza toplayarak kazandılar. O nedenle kadınların yasal anlamda da güçlenmesinin yolunu açan hakları için mücadele edilmesi çok önemli ve gerekli. Şiddet ve tacizin kadınların yaşamlarından tamamen çıkmasının önünü açması için siyasal iktidara görevlerini hatırlatmak zorundayız. Öte yandan kadınları baskı altında tutan, toplumsal anlamda ikinci cins konumuna iten kapitalist sisteme karşı mücadeleyi birleştirmeliyiz.
lardı. Narodnik hareketi asıl karakterize eden düşünce popülizmdi. Sınıf kavramına yaslanmayan muğlak bir halk vurgusu Narodniklerin teori ve pratiğine damgasını vuruyordu. En önemli sloganları: “Halka gidelim” idi. Popülist retoriğine rağmen Narodnikler ile halk arasında ciddi bir uçurum vardı. Narodnikler, devrime giden yolun ancak bireysel terörist yöntemlerle açılabileceğine inanıyorlardı. Bu düşünceye göre Çarlık subaylarından birini veya bir bakanı vurmak, çarlığın güçsüzlüğünü ortaya koyacak ve halkı çarlığa karşı ayaklanmaya götürecekti. Ancak devrimi yapacak olanlar silahlanmış bilinçli devrimcilerdi. Narodnikler içinde bir süre sonra bir ayrış-
Sıla Gençoğlu.
ma yaşandı ve Rus Marksizmi’nin önemli isimlerinden biri olan Plehanov öncülüğündeki bir grup, Marksizm’i benimseyerek Narodniklerden ayrıldı. Dolayısıyla Rusya’daki Marksist hareket de aslında Narodniklerin bünyesinden çıkmıştı. Narodnizm, kuşkusuz devrimci bir hareketti ancak elitizmi ve saf iradeci tavrı onu gerçekleri görmekten alıkoyuyordu. Lenin de siyasi hayatına Narodnizm’den etkilenerek başlamıştı. Lenin’in ağabeyi Çar’a yönelik bir suikast girişiminde bulunduğu için idam edilmişti. Bu idam Lenin’in devrimciliğe yönelmesinde etkili olduysa da Lenin, bireysel terörizme karşı tavır aldı. Yaptığı okumalarla işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı sonucuna ulaşan ve bir Marksist olan Lenin, Na-
rodnizmi eleştirdi. Lenin Narodniklere ilişkin şunları söylemişti: “Ancak, devrimcilerin umdukları acı bir şekilde boşa çıktı. Eylemleri bir halk ayaklanmasına değil, bunun yerine otokrasinin güçlenmesine ve uzun yıllar boyunca her türlü devrimci faaliyetin bastırılmasına yol açtı. Teröristlerin insanüstü cesareti ve manevi dayanıklılığı çarlığı devirmeye yetmedi”. Marksistler, Narodnizmin cesur olmasına rağmen ikameci olan yolunun yerine işçi sınıfı içinde uzun süre örgütlenerek belirleyici anda sınıfın öncülerini bünyesinde buluşturan bir parti inşa etme yolunu tercih ettiler. Can Irmak Özinanır