kamu emekçileri bülteni KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!
e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com
Arayık 2006 * Sayı 18 * Fiyatı 50 YKr
14 Aralık başlangıç olsun...
Süresiz iş bırakma eylemine hazırlanalım!
KESK yönetiminin daha belirgin olarak 4688 sayılı yasa sonrası izlediği pasif, uzlaşmacı mücadele hattının kamu emekçileri hareketinde yarattığı tahribat bugün KESK içindeki tüm güçler tarafından görülüyor, eleştiriliyor. 5 yıldır sahte sendika yasasının sonucu olarak gerçekleşen toplu görüşmelerin bir “orta oyunu” olduğunu artık KESK yönetimi de dile getiriyor. “Orta oyununun bir parçası olmayalım! Genel grev-genel direnişe hazırlanalım!” şiarını Sosyalist Kamu Emekçileri görüşmelerin başladığı daha ilk yıllarda dile getirmişti. Zira hem yasanın sınırları, hem de KESK yönetiminin bu sınırları zorlamak yerine yasakçı yasaya uyum gösteren pratiği toplu görüşmelerin bir orta oyunundan öteye geçemeyeceğini göstermektedir. Bu yıl KESK yönetimi de toplu görüşmelerin bir “orta oyunu” olduğunu ilan etmek zorunda kaldı. Ancak bu, mücadelenin ihtiyaçlarından süzülen devrimci bir eleştiri, özeleştiri ve hesaplaşma sürecine dayanmıyordu. KESK yönetimi, bu yıl temsil edildiği sendikalar şahsında yetkisinin düşmüş olması ve hükümet tarafından “muhatap” alınmaması karşısında böylesi bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Çünkü halihazırda ne KESK yönetiminin uzlaşmacı mücadele anlayışı değişmiştir, ne de tabandan KESK yönetimini görüşme masasından çekilmeye ve yüzünü fiili-meşru mücadeleye dönmesini zorlayacak bir basınç yaratabilmiştir. Tüm bunlara rağmen KESK tabanında hem her
geçen gün tırpanlanan sosyal haklar, hem işgüvencesini tehdit eden saldırılar, hem de görüşmelerin bir sonuç vermemesi üzerine duyulan rahatsızlık giderek artmaktadır. Ancak bu tepki devrimci bir mücadele programı ve önderlikle buluşmadığı koşullarda sürece etkin bir müdahalenin olanakları da yaratılamamaktadır. KESK yönetimi 15-31 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen toplu görüşmelerden çekilirken kamu emekçilerine alanları işaret etmiş, fiili-meşru mücadeleye yöneleceğini ilan etmiş ve “Kasım ayında iş bırakacağız” demişti. Ancak buna uygun bir pratik henüz hayata geçirilememiştir. Halen işyerlerindeki ve şubelerdeki üyelerin, temsilcilerin, aktivistlerin süreci nasıl örgütleyeceği konusunda herhangi bir bilgisi bulunmamaktadır. KESK yönetimi masadan kalkarken
CK
2
“alanlara ineceğiz, iş bırakacağız” söylemini hayata geçirme konusunda anlamlı bir pratik sergilememiştir. Kasım ayında gerçekleştirileceği ilan edilen iş bırakma eylemi öncesinde iki gün olarak planlanmış, sonrasında ise bir güne düşürülmüştür. 14 Aralık olan ilan edilen iş bırakma eyleminin gündemi de bütçe görüşmelerine endekslenmiştir. Ancak daha önceki iş bırakma kararlarında olduğu gibi üyelere, işyerindeki emekçilere güven verecek bir faaliyet örgütlenmiş değildir. 13 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında bütçe ve işbırakma oylaması adı altında işyerlerine referandum sandıkları kurulacağı ilan edildi. Gelinen aşamada ne kadar işyerinde bu sandıklar kurulmuştur o da belli değildir. Kimi işyerlerinde bu çalışma ağır aksak yürütülmüştür, kimi işyerlerinde hiç gündeme gelmemiştir, KESK’in güçlü olduğu kimi işyerlerinde ise bir parça daha güçlü hayata geçirilmiştir. Ne var ki, öncesi ve sonrasıyla bir bütün olarak planlanmayan, hak alıcı bir mücadele programına ve somut bir eylem takvimine bağlanmayan, işyerlerinde çalışması adım adım örülmeyen bir iş bırakma eylemi daha gündemdedir. Kuşkusuz tablo bu diye işbırakma eylemini gereksiz görmek veya “iş bırakılmasın” demek gerekmiyor. Tersine eksiklikleri ve yanlışlıkları zamanında görüp, doğru müdahaleler yapmak gerekiyor. KESK yönetim kurulu, henüz toplu görüşmeler başlamadan günler önce 17-18 Haziran tarihlerinde Danışma Meclisi’ni toplayarak belli bir takım değerlendirmeler yapmış ve kararlar almıştı. Önümüzdeki dönemin en önemli gündemlerini ve taleplerini şu şekilde belirlemişti; “İşgüvencesi talebini yükseltmek; Ekonomik taleplerle bütçe gündemini birlikte ele almak ve gündemleştirmek; Demokrasi mücadelesine katkı sağlamak; TİS hakkının kullanılması ve grev hakkı için mücadele etmek”. Bu önceliklerden yola çıkarak önümüzdeki dönemi de üç aşamalı mücadele programına konu edeceğini ilan etmişti. Buna göre Haziran-Temmuz-Ağustos döneminde “hazırlık ve TİS süreci” başlığı altında yoğun bir bilgilendirme ve propaganda faaliyeti yürütelecekti. 2. dönem olarak tanımlanan Eylül-Kasım aylarında il gezileri gerçekleştirilecekti. Bu gezilerin amacı örgütsel birikimi açığa çıkarmak, örgütsel eksiklikleri gidermek, yeni dönem iddiaları, hedefleri, örgütlenmeye ilişkin strateji ve taktikleri örgütle buluşturmak, motivasyonu artırarak güçlü örgüt-kitlesel mücadele hedefine ulaşmak üzerinden şekillenecekti. 3. dönem olarak tanımlanan Kasım-Aralık aylarında ise bütçe sürecine müdahil
olunacak ve TİS ısrarı sürdürülecekti. Öncesinde yapılan çalışmaların birikimleri üzerinden, “İnsanca yaşam ve çalışma koşulları için TİS yapmak istiyoruz” talebiyle, Kasım ayı sonu veya Aralık ayı başında “iş bırakma” eylemi yapılacak, eyleme ilişkin hazırlık çalışmalarına, tüm örgüt seferber edilecekti. Yine bu aylarda sürgün ve kadrolaşmaya karşı KESK bütünlüğü içerisinde eylem ve etkinlikler yapılacaktı. Haziran ayında ilan edilen bu programın bugün ne kadarının hayata geçtiği ortadadır. Bir kez daha öncesi ve sonrasıyla bir bütünlük taşımayan mücadele programları ilan edilmekte ve kağıt üzerinde kalmaktadır. Zira geçmişin devrimci bir muhasebesine dayanmayan ve geçmişle bu temelde hesaplaşmayan, toplu görüşme sürecinde yaşanan hezimeti telafi etmeye yönelik, devlet tarafından muhatap alınmayı esas alan bir mücadele anlayışı ile oluşturulan eylem programları ne tabanı harekete geçirebilir, ne kamu emekçileri hareketini ileri taşıyabilir, ne de KESK’i yeniden ayağa kaldırabilir. Ancak önümüzde 14 Aralık gibi önemli bir süreç duruyor. Gelinen aşamada 14 Aralık eylemi KESK için bir varlık-yokluk sorunu anlamına gelmektedir. Bugünden yapılan çalışmanın düzeyine, eylemin kazanım sağlayacağı yönündeki inandırıcılığına ve önderliğin tabandaki emekçiye verdiği güvene bakılınca yeni bir hezimetin daha yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Çünkü 14 Aralık’tan önce de iş bırakan, ardından soruşturma ve sürgün terörüne maruz kalan kamu emekçilerini ikna etmek için bugün devrimci bir mücadele programına ihtiyaç olduğu görülmektedir. Milyonlarca kamu emekçisini ilgilendiren saldırılar karşısında artık bir güne sıkıştırılmış, başta eğitim sektörü olmak üzere sevk ve izinlerle geçiştirilen bir günlük bir iş bırakma eylemine değil sürekliliği olan kararlı bir mücadele hattına ihtiyaç vardır. Bunun için yerine getirilmesi gereken acil görevler vardır. Öncelikle 14 Aralık’tan sonra mücadelenin birbirini aşan eylemliliklerle devam edeceğini bugünden ilan etmek gerekmektedir. Bu anlamda “14 Aralık son değil başlangıç, süresiz iş bırakma eylemine hazırlanıyoruz!” şiarını yükseltmek önemli bir yerde durmaktadır. Bu şiar sonuç almaktan uzak, arkası gelmeyen eylemlerden yılmış kamu emekçilerinde “Söke söke kazanacağız!” bilincinin yeniden yerleştirilmesi anlamına gelecektir. Böylesi bir söylem ve iddia kamu emekçilerine güven verecektir. İkincisi, işyeri komiteleri oluşturarak acil ve güncel
3 talepler etrafında emekçileri süresiz iş bırakma eylemine hazırlamak gerekmektedir. İşyerlerinde yaşanan özgün sorunlarla genel sorunlar arasındaki ilişkiyi kurmak, taleplerin ancak mücadele ile kazanılacağını pratikte göstermek gerekmektedir. İl il, bölge bölge, sektör sektör tüm işyerlerinde eş zamanlı olarak çok çeşitli araçlarla etkin, yaygın ve yoğun bir bilgilendirme, bilinçlendirme ve eyleme çağırma faaliyetini hayata geçirmek gerekmektedir. Sonuç alamamaktan yılmış kamu emekçilerine “Dün kazanamıyorduk, çünkü eylemlerimiz süreklilik taşımıyordu. Birbirini aşmıyordu. Bir mitingi, bir iş bırakma eylemini kendi başına amaçlaştırıyorduk. Ancak bugün kazanacağız. Her türle araç ve yöntemi birarada kullanarak haklarımızı kazanana kadar eylemlerimize devam edeceğiz. Hak verilmez alınır şiarıyla sonu genel grev-genel direnişi hedefleyen süresiz iş bırakma eylemini hayata geçireceğiz. Bunu hep birlikte yapacağız” demek gerekmektedir. Çünkü işyerindeki emekçiye güven vermenin de, “yanlışlarımızdan öğrendik ve yeniden ayağa kalkıyoruz” demenin de başka yolu bulunmamaktadır. Üçüncüsü, sürecin peşinden sürüklenen, devletin saldırılarına göre savunma pozisyonu alan bir mücadele anlayışını hızla terketmek, özelleştirme vb. saldırılara karşı sendikaların ayrı ayrı yürüttüğü mücadeleyi merkezileştirmek gerekiyor. 14 Aralık eylemi kendi içinde amaçlaştırılır ve mücadelenin yeni başladığı bugünden ilan edilmezse, kamu emekçileri hareketinde meydana gelecek tahribattan bir kez daha KESK yönetimi sorumlu olacaktır. KESK yönetimi bu yanlıştan hızla dönmelidir. Bugünden “14 Aralık son değil başlangıç, süresiz iş bırakma eylemine hazırlanıyoruz!” demelidir. Sonrasında süreci örgütlemek için bir an önce işyeri komitelerini oluşturmalıdır. KESK yönetimi böylesi bir adım atmadığı koşullarda öncü, devrimci kamu emekçileri biraraya gelerek, hareketin sorunlarını tartışmalı, devrimci bir mücadele programı oluşturulmalı, hareketin ihtiyacı olan devrimci önderlik boşluğunu doldurma misyonu ile hareket etmelidir. Çünkü günün devrimci görev ve sorumluluğu bunu gerektirmektedir.
4
Sermayeye değil emekçiye bütçe!
2007 bütçesi ne ifade ediyor?
Bütçeler hükümetlerin dönemsel yönelimlerini ifade etmektedir. Dönemsel yönelimler aslolarak sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlansa da, işçi sınıfı hareketinin gelişim düzeyine bağlı olarak, kimi durumlarda emekçi kitlelerin yaşamını kolaylaştıran düzenlemeler de içerebilmektedir. Sınıf hareketinin gücüne bağlı olarak eğitime, sağlığa ayrılan pay arttırılmakta veya azaltılmakta; vergi politikaları buna göre belirlenebilmektedir. Türkiye’de son yıllarda oluşturulan bütçeler İMF’nin öngördüğü sınırlar çerçevesinde oluşturulmaktadır. Bundan dolayıdır ki sermaye hükümetleri değişse de bütçeden emekçiye ayrılan pay değişmemektedir. İMF’nin koyduğu sınırların temel dayanağı ise “kamusal hizmetlere” aktarılan kaynağın kısılması, böylelikle hizmetlerin piyasa sistemi içinde gerçekleştirilmesi, borç-faiz ödemlerinin kesintisiz sürdürülmesi olarak ifade edilebilir. 2007 bütçesinin de önceki yıllardan bir farkı bulunmamaktadır. 2007 yılı bütçesi 157 milyar YTL civarındadır. Bu meblağdan sadece 10,7 milyar YTL yatırım harcamaları olarak öngörülmektedir. Faiz harcamaları ise 46 milyar YTL ile yine bütçeden en fazla payı alan kalemdir.
Sağlıkta yıkım programı ve 2007 bütçesi
İMF tarafından öngörülen “kamusal hizmetlere” ayrılan kaynağın kısılması politikası ilk elden sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeniden düzenlenmesini öngörmektedir. Sağlık hizmetleri hem geniş bir kesimi ilgilendirmesi hem de yaşamsal önemde olması nedeniyle sermaye açısından kârlı bir alanı ifade etmektedir. Sağlık hakkı uzun yılları bulan mücadeleler sonucunda elde edilmesi nedeniyle bütçede temel bir kalemi oluşturmaktadır. Bir başka deyişle devlet gelirlerinden sağlığa ayrılan pay sınıf mücadelesinin bir sonucudur. Sağlıkta dönüşüm “reformu” bu noktada gündeme gelmektedir. Sağlıkta dönüşüm hem sermayeye yeni bir alan açacak hem de sağlığa ayrılan kaynağın yeniden sermayeye aktarımının yolunu düzleyecektir. Son birkaç yılda yapılan düzenlemelerle, örneğin, SSK hastanelerinin devredilmesi, paket fiyat uygulaması, 150’ye yakın ilacın ödeme listesinden çıkarılması, ilaca sınırlandırma getirilmesi, koruyucu sağlık hizmetlerinin tasfiye edilerek aile hekimliğinin
uygulanmaya konulması, sağlık emekçilerinin ücretinin bütçeden değil de döner sermaye uygulamasından ödenmesi, fordist üretimin öngördüğü parça başı işin sağlıkta uygulanmaya konulması, sağlık emekçileriyle hastalar arsındaki ilişkinin, satan-alan (müşteri) düzeyine indirgenmesi, personel açığının kapatılmaması, sağlık birimlerinin taşeronlaştırılması vb. sermayenin bu doğrultuda önemli bir mesafe aldığını göstermektedir. 2007 bütçesi de, ortaya konuluş biçimi ile bu saldırıların kesintisiz sürdürüleceğini göstermektedir.
Sağlığa bütçe talebiyle mücadeleye!
Sağlık emekçilerinin 13 Kasım’da iki koldan başlattığı “Herşeyin başı sağlık; Sağlıkta yıkımı durduralım!” yürüyüşü böylesi bir döneme denk geldi. Yürüyüş, sorunun gündeme taşınması, tartışılması, belli bölgelerde hareketlilik yaratması bakımından önemliydi. Ancak eylemin ortaya çıkardıkları kamu emekçileri hareketinin önemli çıkmazlarla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Birincisi, eylem işyeri çalışmasının zayıf olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Eyleme katılım 600 emekçi ile sınırlı kalmıştır, ki katılımcıların bir bölümü destekçi gruplardan oluşmaktadır. Sadece Ankara’da 7 büyük hastanenin bulunduğu ve çoğunun birbirleriyle etkileşiminin mümkün olduğu temel bir havzada toplandığı düşünülürse katlımın son derece zayıf olduğu görülecektir. Bunun gerisinde hiç kuşkusuz işyeri çalışmalarının yeterince yapılmamış, işyerleriyle bağın kurulamamış olması yer almaktadır. Merkezi hastanelerde toplantılar yapılmış ancak bu toplantılar düzenli gerçekleştirilmemiştir. Eylem çağrıları ise bildiri dağıtımı ile sınırlı kalmıştır. Kamu emekçileri hareketi önümüzdeki süreci kazanmak istiyorsa işyerleriyle bağ kurmanın, en azından sendika üyelerini harekete geçirmenin yolunu bulmalıdır. Bunun zorlu bir süreç olduğu biliniyor ancak 14 Aralık’ta yapılacak iş bırakmanın başarılı geçmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır. İkincisi, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi sadece sağlık emekçilerinin değil, bu hizmetlerden yararlanan tüm işçi ve emekçilerin de temel sorunudur. Bu nedenle ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti talebi için mücadele sadece sağlık emekçilerinin sırtına yüklenemez. Sağlık emekçilerinin bu sürecin öncülüğünü yapabileceğini ancak süreci tek başına tersine döndüremeyeceğini bilmek ve buna uygun
5
davranmak gerekiyor. Bu nedenle sağlık hakkı için mücadele tüm çalışma alanlarının temel mücadele talepleri içinde yer almalı ve buna uygun bir mücadele hattı örülmelidir. Üçüncüsü, eylem öncü emekçilerin mücadele isteğini ortaya koymuştur. Yürüyüşün engellemelere rağmen yapılmış olması ve eylemin coşkulu geçmesi öncülerde mücadele isteğinin varolduğunu göstermiştir. Öncülerdeki bu istek ve enerjinin genel olarak sağlık emekçilerine maledilmesi sağlanmalıdır. Çünkü bugün hareketin önde gelen sorunlarının başında emekçilerde süreklileşen bıkkınlık, görev savmacı tutum gelmektedir. Bunun önemli bir nedeni uzun zamandır mücadele sonucu kazanılmış hakların olmayışıdır. Diğer bir nedeni de sendikaların mücadeleye başlarken yenilgiyi kabullenici tutum ve beyanlarıdır. Kaybedileceği bilinerek girişilen hiçbir mücadele başarıya ulaşamaz. Bu nedenle sürecin tersine döndürebileceği, saldırının püskürtülebileceği dayanak noktası olarak konulmalıdır. Nesnelliğe mahkumiyet son bulmalıdır artık. Bu da yapılan her toplantı ve seminerde “sınıf hareketi kötü durumda, herkes güç kaybediyor biz de kaybediyoruz, sendikaların durumu ortada” vb. yılgınlık yayan söylemlerle yapılamaz. Kuşkusuz nesnel durumu bilmeli ve gözönüne almalıyız. Ancak buna rağmen bir irade ortaya koymalıyız. Genel olarak emekçileri harekete geçirecek olumlu ruhhali ancak bu şekilde yaratılabilir. Herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli ve ücretsiz sağlık hakkı talebi 14 Aralık’ta yapılacak ülke genelindeki iş bırakma eyleminin de temel şiarlarıdır. 17 Kasım eylemi zayıflıkları ortaya koymuştur. Bu sorunları aşmak için öncü, devrimci kamu emekçileri üzerlerine düşen görevi yerine getirmekle mesuldür.
Sosyalist Kamu Emekçileri/Ankara
6
Sağlıkta yıkım programına karşı mücadeleyi yükseltelim!
“Sağlıkta Dönüşüm Programı”, sermaye hükümetinin sağlık hizmetini piyasalılaştırma, ticarileştirme, özelleştirme programının adıdır. “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın özünü şu düzenlemeler oluşturmaktadır: Sağlık ocaklarının kapatılması ve aile hekimliği sisteminin getirilmesi; Sağlık finansmanı ile sağlık sunumunun birbirinden ayrılması; GSS ve temel teminat paketi; SSK sağlık kurumlarının tasfiyesi; Sağlık kurumlarının bir ticari işletmeye dönüştürülmesi; Özelleştirme saldırısının sonucu olarak tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli olması. Bu kapsamlı bir yıkım programı demektir. Amacı özelleştirme, örgütsüzleştirme, işsizleştirme, kölece çalışma koşulları ve sağlığı piyasalaştırmaktır. Ülkemizde 25 yıldır “sağlıkta dönüşüm”, “sağlıkta reform” vb. adlar altında bu sosyal yıkım programı uygulanmaya çalışılmaktadır. İMF ve DB’nin direktifleri doğrultusunda yürütülen bu programın artık acı sonuçlarının ortaya çıkmaya başladığı bir evreden geçiyoruz
Sağlık ocaklarının kapatılması ve aile hekimliği sisteminin getirilmesi
Sağlık ocakları neden kapatılıyor? Çünkü sağlık ocakları sağlıklı toplum yaratma hedefi taşımaktadır. Sağlık ocaklarında verilen hizmet hekimle sınırlı değildir. Bu hizmet hemşire, ebe, sağlık memuru, çevre sağlık teknisyeni, tıbbi sekreter, laboratuar teknisyeni vb.’nin içinde yeraldığı “sağlık ocağı ekibi” tarafından sunulmak zorundadır. Dahası bu hizmet sağlık ekibinin ötesinde, toplum sağlığını doğrudan etkileyen faaliyetler yürüten tüm sektörleri de içine alan kapsamlı bir hizmettir. Sermaye devleti sağlığı tüm bireylerin sahip olduğu bir hak olmaktan çıkarıp alınıp satılabilen bir metaya çevirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için de sağlık hizmetini en yaygın, sürekli ve ücretsiz veren sağlık
CK
ocaklarını hedef almıştır. Bu bilinçli bir tercihtir. Sağlık ocaklarının işlemez hale getirilmesi için 20 yılı aşkın bir süredir yürütülen politikalarla hem personel sayısı, hem de altyapı ihtiyaçları anlamında sağlık ocaklarına hiçbir yatırım yapılmamıştır. Bu yaklaşımla sağlık ocakları halkın gözünde “işe yaramaz”, sadece “ilaç yazdırılan” veya “sevk alınan” kurumlara dönüştürülmüştür. Tüm bu olumsuzluklara rağmen milyonlarca kişiye sağlık hizmeti sunan sağlık ocakları milyonlarca bebeğin, çocuğun sağlık durumunu takip eden, aşılarını yapan, gebelikleri izleyen, su ve gıdayı kontrol eden, tedavi hizmetlerini de yerine getiren kurumlar olmuşlardır. Bu anlamda ciddi bir yük taşımışlardır. Bu kadar “yük taşıyan” sağlık ocaklarının iyileştirilmesi yerine çökertilmesi hedeflenmektedir. Çünkü sağlık ocakları ulaşılabilir sağlık hizmeti sunmakla sağlık hizmetlerinin piyasaya açılmasının önündeki engellerden biri konumundadır. Zira daha fazla kâr temeli üzerine kurulu sermaye devleti için hastalığı tedavi etmek hastalıkları engellemekten daha kârlı bir iş. Bu nedenle sermaye iktidarı sayısı 6 bin olan sağlık ocaklarını geliştirmek, olanaklarını artırmak yerine “Aile hekimliği” sistemini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz bu sağlık ocaklarının hiçbir sorunu olmadığı anlamına gelmemektedir. Ancak sağlık hizmetini özelleştirmek için sağlık ocakları çökertilmek istenmektedir. Tüm olanaksızlıkların içinde halkın arsa, yer, malzeme bağışlayarak kurduğu ve ayakta tuttuğu sağlık ocakları kapatılarak patronlaştırılan hekim ve iş güvencesi olmayan sözleşmeli bir sağlık elemanından oluşan bir sağlık hizmeti “çağdaş” yaklaşım olarak getirilmek istenmektedir. Bu uygulamanın adına da “Aile hekimliği” denilmektedir. Böylesine kapsamlı bir hizmetin iki kişi tarafından verilebilmesini hedeflemek, hem hekimleri kaldıramayacağı yükün altına sokmak, hem de toplumun sağlığını aşırı kâr hırsı yüzünden tehlikeye atmak anlamına gelmektedir. Zira aile hekimi olmak için üniversite okuyan tıp öğrencilerine hiçbir
7
alanda uzmanlık eğitimi verilmemektedir. Hiçbir alanda uzman olmayan ancak her alanda az bir bilgiye sahip olan hekimler hastasına müşteri mantığıyla yaklaşacak, önleyici sağlık hizmeti vermek yerine tedavi adı altında daha çok “para” getiren uygulamalara yönelecektir. Çünkü kendisine kayıtlı 3-4 bin kişiye koruyucu sağlık hizmeti sunmak iki kişiden oluşan bir ekibin altından kalkabileceği bir iş değildir. Üstelik hekim başına yıllık düşen hasta sayısının bir hayli fazla olduğu ülkemizde bir hekimin bir hastaya ayırması gereken süre günde 7,5 saati bulacaktır. Bu sadece muayene için harcanacak süredir. Dahası aynı “ikiliden” ev ziyaretleri yapması da beklenmektedir. Sermaye iktidarı bu saldırıları şirin göstermek için her türlü propaganda aracını kullanmaktadır. “Bir telefonla aile hekiminizi 24 saat evinize çağırabileceksiniz” yalanları eşliğinde toplumsal koruyucu sağlık hizmetleri tasfiye edilmek istenmektedir. Sağlık ocaklarının Tarım Bakanlığı’na ve yerel yönetimlere devredilme süreci başlatılmıştır. Sağlık hizmetlerinin bütünlüğünü de ortadan kaldıran bu uygulamalar nedeniyle önlenebilir hastalıklardan bugün birçok insan ölmektedir. Halihazırda ortaya çıkan sonuçları üzerinden değerlendirildiğinde yakın bir gelecekte toplumu bekleyen tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılacaktır. Aile hekimliği sisteminin ilk uygulandığı il olan
Düzce’de “Aile hekimliği” uygulaması bir yılını doldurmuştur. Birinci Yılında Düzce İli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması üzerine yapılan değerlendirme Eskişehir İli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması-Geçiş Dönemi ve İşleyiş konusundaki araştırma-inceleme sonuçları bu açıdan öğreticidir. (TTB- Pratisyen Hekimler Derneği Çalışmaları) “Örnek; Pilot illerden Düzce’de “aile hekimliği” uygulamaları sonucu; Aile Hekimlerinin iş yoğunlukları artıyor, sevk zinciri işleri daha da zorlaştırdı, ücretlerde erime devam ediyor, vatandaş memnuniyetsizlikleri artmaya başlamış durumda, hekim dışı sağlık personeli unutulmuş, yoğun adaletsiz uygulamalara maruz bırakılmış, koruyucu hizmetler sadece sorulduğunda yanıt verilen durumda yani önemli değil (Aile Hekimi için de vatandaş için de)” Gerçekler bu olmasına rağmen sermaye hükümeti bu uygulamanın sonuçlarını gizleyerek 10 ili daha pilot bölge listesine ekledi. Eskişehir ve Bolu’da da “Aile hekimliği” uygulamasını başlatmıştır. Bu yıkımı durdurmak için “Parasız, nitelikli, ulaşılabilir sağlık hizmeti!” talebinin yanısıra “Herkese iş güvencesi!” taleplerimizi öne çıkararak gücümüzü birleştirmek, ortak mücadeleyi yükseltmek sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
8
İzmir Sağlık Platformu’ndan panel...
“Düzce-Eskişehir deneyimi temelinde aile hekimliğini tartışıyoruz!”
İzmir Sağlık Platformu, Aile Hekimliği Projesi’ne karşı 29 Eylül günü İzmir İl Sağlık Müdürlüğü önünde kitlesel bir basın açıklaması yaptı. 2 Kasım günü ise Dokuz Eylül Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi Salonu’nda bir panel gerçekleştirdi. “Sağlıkta dönüşüm projesi” adı altında yürütülen sağlıkta özelleştirme saldırısı ve bu saldırı programının ayaklarından biri olan “Aile Hekimliği” uygulamalarına karşı çıkan Sağlık Platformu, “Düzce-Eskişehir Deneyimi Temelinde Aile Hekimliği Sistemi” başlığı altında aile hekimliğini tartışmak üzere düzenledi paneli. İlk olarak Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ülkü Bayındır’a söz verildi. Bayındır; sağlıkta özelleştirme uygulamasına karşı çıkılması gerektiğini, sağlıkta dönüşüm programının aceleye getirildiğini, tüm toplumun nitelikli bir sağlık hizmeti görmesi hakkı olduğunu ancak sağlıkta uygulanmak istenen programın bunu gözetmediğini söyledi. Aile Hekimliği uygulamasının yanlış olduğuna dikkat çekerek, sağlık ocaklarına sahip çıkılamadığını yeni uygulamalarla hastalarla sağlık çalışanının karşı karşıya getirilmek istendiğini vurguladı. Ardından Prof. Dr. Emin Alıcı (Dokuz Eylül
Üniversitesi Rektörü) söz aldı. Alıcı’nın konuşmaya başlaması üzerine salondaki bir grup öğrenci alkışlı protesto başlattı. Bir grup kamu emekçisinin de desteğiyle alkışlarıyla süren protesto eylemi öğrencilerin salonu terk etmesiyle son buldu. Öğrenciler, son dönemde devrimci demokrat öğrencilere yapılan saldırıları, açılan soruşturmaları, okuldan atma ve her türlü anti demokratik uygulamaları yapan, çalışanına soruşturma açan, işten atan bir üniversite rektörünün özgürlükten, sosyal adalet ve sosyal devletten söz etme hakkı olmadığını, tüm bu uygulamaları protesto ettiklerini ve mücadeleye devam edeceklerini belirttikten sonra salonu terkettiler. Protesto eyleminin ardından İzmir SES Şube Başkanı Ergun Demir, İzmir THD Başkanı, İzmir Diş Hekimleri, Pratisyen Hekimler Derneği, İzmir Tabipler Odası Başkanı birer konuşma yaptılar. Yarım saatlik zamana sığdırılan bu konuşmalardaa daha çok sağlıkta yaşanan olumsuzluklar ve sonuçlar üzerinde duruldu. Konuşmaların ardından akademisyenler tarafından yapılan araştırma ve bulguların sunulduğu bölüm ilgiyle izlendi. Panele yaklaşık 300 kişi katıldı.
Sosyalist Kamu Emekçileri/İzmir
26 Kasım günü İzmir’de Sağlık Platformu tarafından düzenlenen ve KESK’in diğer sendikaları ile demokratik kitle örgütleriyle devrimci grupların desteklediği mitinge 7 bin işçi ve emekçi katıldı. Yaklaşık bir ayı kapsayan ön hazırlık sürecinin ardından saat 12.30’da İzmir Alsancak Cumhuriyet Meydanı’nda kitlenin toplanması ile miting başladı. Kortejlerin oluşturulmasının ardından miting alanı olan Gündoğdu Meydanı’na yüründü. Yürüyüş coşkulu geçti. Ancak alanda bu coşku devam etmedi, dağılma yaşandı. Mitinge işçi sendikalarından ciddi bir katılım sağlanmadı. KESK’in en kitlesel sendikası Eğitim-Sen’in katılımı da zayıflığı ile dikkat çekti. Ön hazırlık sürecinde kentin belli başlı merkezlerinde masalar kuruldu, halkın yoğun geçtiği bölgelerde propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütüldü, sağlıktaki dönüşüm programı teşhir edildi. Yanısıra işyerlerine ve halka binlerce bildiri dağıtılmaya çalışıldı. Tüm bu faaliyetin alana yansıması zayıf kaldı. *** Antalya’da sağlık mitingi SES, 25 Kasım günü Antalya’da “Sağlıkta yıkımı durduralım!” başlığı ile bir miting düzenledi. Güllük TRT kavşağında toplanan kitle Eski Sanayi Lunapark Meydanı’na yürüdü. Yürüyüş boyunca sağlık hakkı ile ilgili sloganlar atıldı. Miting alanına gelindiğinde ilk konuşmayı SES Antalya Şube Başkanı Mustafa Kılınç yaptı. 14 Aralık'ta hizmet üretmeyeceklerini söyledi.
“Sağlıkta yıkımı durduralım!” mitingleri
9
Bir kez daha burjuva yasalarına sıkışmak mı, yoksa yasakları fiili-meşru mücadele ile aşmak mı?
Bizi kurtaracak olan öz gücümüz ve mücadelemizdir!
4688 sayılı sendikalar yasası gündeme geldiğinde KESK MYK’sı “Bu yasa sahte sendika yasasıdır, yasakçı yasadır. Kabul etmeyeceğiz, alanlarda parçalayacağız!” diyordu. Yasanın mecliste kabul edilmesinin ardından “KESK bu yasaya sığmayacak” diyor ve mücadelenin yasal sınırlar içerisine hapsedilemeyeceği mesajını veriyordu. 21-22 Temmuz 2001 KESK Olağan Genel Yönetim Kurulu toplantısında şöyle denilmişti; “Fiili ve meşru bir süreçten gelen, büyük bir özveri ve kararlılıkla sendikalarını kuran ve devleti, kurduğumuz sendikaları ‘tanımak’ zorunda bırakan kamu emekçileri ve onların örgütü KESK, yasanın sınırlamalarını aşabilecek bir deneyim ve birikime sahiptir” Peki bu söylenenler pratiğe geçirildi mi? Yasanın alanlarda parçalanması için gereken mücadele yol ve yöntemi izlendi mi? Hak alıcı, devrimci bir mücadele programı oluşturuldu mu? Birçok soru sorulabilir. Bugünkü gerçeklik, kamu emekçileri hareketinin geldiği nokta tüm bu soruların yanıtını vermektedir. Ne yazık ki bu soruların yanıtı hiç de iç açıcı değildir. Alanlara onbinleri indirebilen, haklarını söke söke alma bilinciyle alanlara çıkan KESK, bugün iyice etkisizleşmiştir. Son toplu görüşme süreci bir kez daha göstermiştir ki, tercih edilen yol yasaya uyumdur. Zira son toplu görüşmeleri “orta oyunu” olarak niteleyen ve masadan kalkan KESK yönetimi kamu emekçilerine “alanları” göstermiştir. Toplu görüşme oyundur, sözümüzü
alanlarda söyleyeceğiz diyen KESK, aradan 3 ay geçmesine rağmen halen bir mücadele programı ve eylem takvimi açıklamış değildir. Masadan kalkan KESK yönetimi “Kasım’da iş bırakacağız” demiş ancak uzun süren bir belirsizliğin ardından 14 Aralık’ta iş bırakma eyleminin gerçekleştirileceğini duyurmuştur. Bu iş bırakmanın ön çalışması ne düzeyde yapılmaktadır o da belli değildir. Toplu görüşme sürecinde esip gürleyen KESK yönetiminin pratiği hala yasakçı yasanın cenderesine sıkışmış bir mücadele pratiği izlediğini göstermektedir. Ancak bu pratik KESK’i bitirmektedir. Fiili mücadele geleneğine sahip KESK içindeki öncü, devrimci kamu emekçileri, uzlaşmacı, reformist yönetimin hareketi zaafa uğratan politikalarına ve pratiğine halen istenilen düzeyde müdahale edememektedir. Ancak artık kaybedecek vakit yoktur. Bugün her türlü zaafına rağmen sermaye düzeninin sosyal yıkım programına sendikal cepheden yanıt vermeye çalışan yine de KESK’tir. Kamu emekçilerinin daha ilk yola çıktıklarında yükselttikleri “haklar yasalardan önce gelir” şiarına yeniden sahip çıkılmalıdır. Sendikal alandaki zaafların, örgütlenme alanındaki gerilemenin nedenini kamu emekçileri hareketinin mücadelesine yanıt verecek devrimci bir programdan yoksunluk oluşturmaktadır. Devrimci bir önderlikten ve taban örgütlenmelerinden yoksun oluşudur. Sınıf mücadelesinin tarihi yasaların mücadeleden sonra geldiğini bize göstermektedir. Militan ve güçlü bir sınıf mücadelesinin varlığı, burjuvazinin yasalarını emekçilerin lehine yeniden yazabilmektedir. Bu konuda en büyük görev ve sorumluluk öncü, devrimci kamu emekçilerine düşmektedir. Sınıfa karşı sınıf perspektifiyle, kararlı ve sabırlı bir devrimci çalışma yürütmek ve öncelikle sınıfın en ileri kesimlerini bu mücadeleye kazanmak gerekmektedir. Burjuva yasalarına değil kendi örgütlü gücümüze güvenelim! Sermayenin yıkım programlarını, yasakçı yasayı tarihin çöplüğüne atmak için mücadeleyi yükseltelim!
Sosyalist Kamu Emekçileri/İzmir
10
12 Eylül ürünü YÖK’e karşı parasız, bilimsel, demokratik, laik eğitim talebiyle mücadeleye!
Sermayenin çıkarları doğrultusunda yüksek öğretimin yeniden yapılandırılması eğitimin ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması, pahalılaşması anlamına gelmektedir. Bu da üniversitelerin, üniversite personelinin ve öğrencilerin buna uygun olarak yeniden şekillendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Yüksek öğretimin yeniden yapılandırılması üniversitelerin işlevini yeniden tanımlamayı gerektirmiştir. Bu tanıma göre eğitimin misyonu sermayenin ihtiyaçlarına uygun nitelikli işgücü yetiştirmek, egemen ideolojinin yeniden üretilmesini sağlamak ve meşrulaştırılmasında etkin rol oynamaktır.
Üniversitelere saldırılar: Dokuz Eylül Üniversitesi örneği
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde YÖK’ün getirdiği antidemokratik, baskıcı uygulamalar tüm hızıyla devam etmektedir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, işsizleştirme politikalarına karşı çıkmak bir soruşturma nedeni olabilmektedir. Soruşturmalar öğrenci, akademisyen, teknik, idari personel tüm üniversite bileşenleri üzerinde bir baskı aracı olarak yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Üniversite yönetimi Eylül 2004’de başlattığı, kadrosu 33/a olan araştırma görevlilerinin tümünün kadrosunu 50/d’ye aktarması uygulaması ile bir yıl içinde tüm araştırma
görevlilerinin iş güvencesini gaspetti. Diğer üniversiteler konu ile ilgili yargı kararını beklerken Dokuz Eylül Üniversitesi’nde çalışan yaklaşık 550 araştırma görevlisinin kadrosu 50/d’ye aktarıldı. Bu süreçte Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 100’e yakın araştırma görevlisi bu uygulama için dava açmış ve bugün davaların büyük çoğunluğu araştırma görevlilerinin lehine sonuçlanmıştır. Davayı kazanan araştırma görevlilerinin 50/d olan kadroları görece daha iyi bir iş güvencesine sahip 33/a maddesine göre yeniden düzenlenmiştir. Dava açıp kaybeden ya da davası devam eden araştırma görevlileri ise lisansüstü eğitimlerini bitirdiklerinde üniversiteden uzaklaştırılmaktadır. Üniversitelerde öğrencilere de olmadık gerekçe ve bahanelerle soruşturmalar açılmakta, okuldan atmalar yaşanmaktadır. Üniversitenin piyasaya açılması da özelleştirmeci uygulamalarla birlikte son dönemde hızlanmıştır. Üniversitedeki tüm kantinler özelleştirilmiştir. Transkript vb. belgeler öğrencilere parayla satılmaktadır. Öğrencilerin para ödemeden yararlanması gereken üniversitedeki bilgisayar laboratuarlarında internet erişimi için öğrencilerden para talep edilmektedir. Hizmet alımı adı altında yapılan özelleştirmelerle üniversite içinde verilen hizmetlerin birçoğu taşeron firmalara devredildi. Mayıs 2006’nın ilk haftasında DEÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde “Güzel İzmir” adlı taşeron şirkete bağlı 213 işçi grev yaptıkları gerekçesiyle işten çıkarıldı. Üç yıllık mücadelenin ardından Genel-İş 4 No’lu Şube’de örgütlenen Güzel İzmir Temizlik işçileri Nisan 2006’da toplu sözleşme sürecini başlattılar. Ek mesai ücretlerinin ödenmemesi, ücretsiz izne çıkarılmak, işyeri hekimlerinin bulunmaması gibi çok sayıda soruna karşı yönetimle yaptıkları görüşmelerden bir sonuç alamayan işçiler hastane önünde bir oturma eylemi yapmışlardı. Sonrasında da yönetim işçileri bu eylem nedeniyle işten çıkarmıştı. Bu süreçte işçilerin sorunlarına sahip çıkmaya çalışan Prof. Dr. İzge Günal hakkında da “Rektörlük makamını küçük düşürme” gerekçesiyle soruşturma açılmış ve Günal’ın görevine son verilmeye çalışılmıştır.
11 Bu ve benzeri uygulama ve baskıları tüm üniversitelerde görmek mümkündür. YÖK’ün üniversiteye hizmetinin bir diğer yönü ise, üniversitelerin ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi alanında yaşanmıştır. TBMM’nin YÖK Araştırma Komisyonu’nun raporu bile, YÖK’ün, üniversitelerin nasıl bir şirket, holding yönetimi anlayışıyla yürütüldüğünün çarpıcı örnekleriyle doludur. YÖK tarafından açıklanan son “Yükseköğretim Strateji Raporu” da aynı anlayışın devamı olarak gündeme getirilmiş ve üniversite-sermaye ilişkisini daha organik hale getirilmesini önermiştir.
Üniversite-sermaye işbirliği ve üniversite eğitimi
TÜSİAD’ın hazırladığı üniversite raporları ile YÖK ve ÜAK raporlarında sıkça bahsi geçen “üniversitenin yeniden yapılandırılması” yüksek öğretim sisteminin içinde bulunduğu durumu şöyle özetlemektedir.: * Üniversitelerin piyasanın ihtiyaçlarına uygun olarak uluslararası şirketler ve yerli ortaklarıyla yakın ilişkiler kurması. * Sermayenin ihtiyaç duyduğu konularda araştırmageliştirme (AR-GE) projeleri hazırlamaları. * Devlet üniversitelerinin bu şirketlerin yan kuruluşları haline getirilmesi. * Kaynak olmadığı gerekçesiyle eğitime bütçeden az pay ayrılırken özel üniversiteler ve vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi. Buralara bedava arazi tahsis edilmesi. * Bilimin işlevinin ve amacının, şirketlerin kâr maksimizasyonu için yeni teknolojiler üretmekle sınırlandırılması. * Devletin ideolojik ihtiyaçlarına uygun olarak üniversitenin sözde bilimsel araştırmalar yapıp raporlar hazırlaması vb. 12 Eylül sonrası hükümetlerin ve YÖK’ün üniversitelere yönelik karar ve düzenlemelerinin kapsam ve içeriği buna olarak şekillenmiştir. Her tür bilimselteknik gelişme, sermayenin ihtiyaçlarını karşıladığı oranda geçerli ve yararlı sayılmış; toplumun çıkarına hiçbir proje oluşturulmasına izin verilmemiş, bu tür girişimler ya finanse edilmeyerek, ya da baskı altına alınarak engellenmiştir. Enerjiden sağlığa, ulaşımdan iletişime birçok alanda toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyi amaçlayan projeler teşvik edilmemiştir. Üniversitelerde ders veren öğretim elemanları, bilim
üretmesi gereken “bilim insanları” ise sermayenin uşaklığını yapan piyonlara dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Tüm bunlarla amaçlanan, üniversiteleri sermayenin kârlı işletmeleri haline getirmektir. Üniversitelerin emekçi halkın yanında ve onların çıkarı için varolmasının, bilimin amaç ve işlevlerine uygun olarak varlığını sürdürmesinin önüne geçmektir.
Özerk-demokratik üniversite talebiyle mücadeleye!
Özetle 12 Eylül faşist askeri darbesinin çocuğu YÖK, kuruluş amaçlarına uygun olarak üniversiteyi bilimsel eğitimden ve bilim insanı niteliği taşıyan öğretim kadrolarından temizlemeye yönelik yoğun bir çaba içerisindedir. Üniversitelerde buna uygun kadrolaşmayı ve kurumlaşmayı titizlikle uygulamaktır. YÖK, kimi zaman bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet etmiş, çoğu zaman da, devletin üniversitelerdeki militarist baskı aygıtı olarak işlev görmüştür. Çıkardığı yönetmelikler ve genelgelerle, öğrenci, öğretim üyesi ve üniversite çalışanlarının üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi durmuştur. Kamuoyunun karşısında kurucuları da dahil hiç kimsenin açıktan savunamadığı bir kurum olmasına rağmen varlığını sürdürmesinin temelinde de sermayeye bu kusursuz hizmetleri yatmaktadır. Bu şartlar altında özerk, demokratik ve bilimsel eğitim veren, anti-demokratik uygulamaların son bulduğu üniversitelere olan özlemimizi bu karşıtlık ekseninde biçimlendirmek ve tüm kurumlarıyla yaratılan bu sisteme karşı koyarak dile getirmek durumundayız.
Sosyalist Kamu Emekçileri/Ankara
Devlet terörüne ve TMY’ye karşı mücadeleyi yükseltelim! Emperyalistlerin ve siyonistlerin Ortadoğu halklarına yönelik saldırılarına suç ortaklığı yapan işbirlikçi sermaye iktidarı, içerde de başta devrimci, demokrat ve sosyalistler olmak üzere toplumsal muhalefetin tümüne yönelik baskısını artırmaktadır. 5 ve 6 Eylül tarihlerinde Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan ve emperyalistlerin temsilcisi Kofi Annan’ı protesto edenlerin üzerine panzerlerle, coplarla saldırılması, 60 kişinin gözaltına alınması, 18’inin tutuklanması bunu göstermektedir. Sermaye devleti emperyalistlerin ve siyonistlerin kirli çıkarlarına hizmet ederken toplumsal muhalefeti baskı ve zorla ezmek, kitlelerin örgütlülüklerini dağıtmak, saldırılarını sorunsuz hayata geçirmek istemektedir. Geçtiğimiz aylarda aralarında Atılım Gazetesi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Limter-İş, Tekstil-Sen, BEKSAV, Emekçi Kadınlar Derneği, Sosyalist Gençlik Derneği, Özgür Radyo’nun bulunduğu birçok ilerici, devrimci kuruma ve çalışanlarına yönelik gözaltı ve tutuklama terörü bunun bir başka yansımasıdır. Bu saldırılar özünde ekonomik, sosyal, demokratik hakları için mücadele eden işçilere, emekçilere yöneliktir. Bilimsel, demokratik, parasız, anadilde eğitim hakkı için mücadele eden gençliğe yöneliktir. Düşüncelerini özgürce ifade etmek isteyen ilerici aydınlara yöneliktir. Meşru ve haklı talepleri için mücadele eden Kürt halkına, kısaca toplumsal muhalefetin tümüne yöneliktir. Bu saldırı özünde sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya özlemi uğruna mücadele eden devrimcilere, sosyalistlere yöneliktir. Bu nedenle bu saldırılara karşı durmak tüm işçi ve emekçilerin, devrimci güçlerin, aydın ve sanatçıların, gençliğin ve onların örgütlülüklerinin görevidir. Ancak saldırı sonrası yaşananlar özellikle sendikaların bu konuda yeterince duyarlı olmadığını göstermiştir. Düşünün ki aralarında sendikaların da bulunduğu birçok kurum basılmış, çalışanları ve yöneticileri gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Ancak -bir kısmını dışta tutarsak- KESK’in, DİSK’in ve Türk-İş’in sendika ve şubelerinden anlamlı bir yanıt, tok bir karşı koyuş yükselmemiştir. Birçok sendika bu saldırılar karşısında kör, sağır, dilsiz kalmıştır. Bugün devletin bu saldırılarına ve terörüne sessiz kalınırsa eğer, yarın sermayenin kolluk güçleri keyfi bir şekilde sendikaları, dernekleri, DKÖ’leri basmayı, kapısına kilit vurmayı, çalışanlarını, üyelerini ve yöneticilerini gözaltına alarak tutuklamayı olağan bir uygulama haline getirecektir. Bu saldırılara karşı durmak, devlet terörüne karşı mücadeleyi yükseltmek başta işçi ve emekçiler olmak üzere tüm sendika ve derneklerin, demokratik kitle örgütlerinin görevidir. Başta TMY olmak üzere tüm anti demokratik yasaların iptal edilmesi için, sınırsız söz, basın, örgütlenme, gösteri ve toplanma özgürlüğü için, kısaca temel hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim! Yaşasın sınıf dayanışması! Yaşasın devrimci dayanışma!
Fiyatı: 0.5 YTL * Sayı: 18 * Aralık 2006 * Yayıncı: EKSEN Basım Yayın Ltd.Şti. * Sahibi ve S. Y. İşl. M.: Gülcan CEYRAN EKİNCİ * Baskı : Özdemir Matbaacılık/İSTANBUL * EKSEN Yayıncılık Büroları Merkez: Eksen Yayıncılık Mollaşeref Mh. Turgut Özal Cd. (Millet Cd.) No: 50/10 İstanbul Tel: 0 (212) 534 95 90
CK