Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!
Kamu Emekçileri Bülteni İki aylık bülten * Sayı 54 * Ocak - Şubat 2016
Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasına ve iş güvencesinin kaldırılmasına izin verme
2
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Kamu alanında yeni saldırılar ve görevler*
Kamu Personeli Danışma Kurulu (KPDK) toplantısı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu başkanlığında 30 Kasım tarihinde gerçekleştirildi. Toplantıda Bakan Soylu’nun dile getirdikleri bir kez daha ‘kamuda reform’ adı altında kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve çalışma yaşamının esnekleştirilmesine dönük yeni bir saldırı dalgasının kapıda olduğunu ortaya koydu.
nük saldırı programına cepheden karşı durdu. Toplantıya KESK Eş Genel Başkanı Şaziye Köse katıldı ve hükümetin amaçlarını teşhir ettikten sonra “Biz KESK olarak, ‘reform’ adı altında gündeme getirilen bu saldırılara karşı geçmişte olduğu gibi bugün de kararlı bir şekilde mücadele etmeye, kamu alanını toptan tasfiye etmeyi hedefleyen her türlü girişimin karşısında olmaya devam edeceğiz.” dedi.
Yılın ilk aylarında Erdoğan Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada patronlara seslenerek “İki şeyiniz vardır. İhbar tazminatını ödersiniz, kıdem tazminatını ödersiniz. Memnun değilseniz kapıya koyarsınız. Öyle mi? İlanihaye çalıştırmaya mecbur musunuz? Bu yeni anayasa ile birlikte memur işçi ayrımını da ortadan kaldırmak lazım” diyerek kamuda yapılmak istenen düzenlemenin ana hedeflerini ortaya koymuştu. Davutoğlu ise 1 Kasım seçimleri öncesinde TRT’de katıldığı bir programda “Memurluk, emekliliğine kadar korunak altında, çalışmasa dahi devlet ödeme yapmak zorunda. Bu çalışma performansını etkilememeli. Devlet de şunu diyebilmeli, çalışmıyorsun ya da yanlış çalışıyorsun.” sözleri ile kamu hizmetlerinin etkin olarak sunulamamasını kamu emekçilerinin ‘tembelliği!’ ile açıklama yolunu tutmuştu. KPDK toplantısında ise bu söylemler inceltilerek sunuldu ve ‘etkinlik, verimlilik’ gibi kavramlar arkasına gizlendi.
KPDK toplantısının üzerinden neredeyse bir aylık zaman dilimi geçmiş olmasına karşın toplantıda keskin söylevler çeken KESK, saldırı hazırlıklarına karşı hiçbir hazırlık ve çalışma başlatmış değil. Öyle ki, kamu emekçilerini yeni saldırı dalgasına karşı uyarmak ve aydınlatmak yönünde dahi atılmış herhangi bir adım bulunmuyor. Buradan akla KESK’in geçmiş dönemleri; saldırı yasaları meclise gelene kadar beklediği, yasa meclise geldikten sonra ise yapacak bir şeyinin kalmadığı dönemler geliyor. Uzun zamandır gerek saldırı yasalarına, gerekse de toplu sözleşme dönemlerine dönük olarak KESK’in -refleks eylemler dışında- bir mücadele çizgisi bulunmuyor. Eğer kısa süre içerisinde KESK ve bağlı sendikalar, kapsamlı bir mücadele hattının örülmesine dönük hazırlıklar yapmazsa, yasa meclise geldiğinde eylem çağrıları yapılsa bile bunun saldırıları göğüsleme sonucunu doğurmayacağı açık. Kısacası KESK, bugünden kurullarını toplamaz, bölge toplantıları örgütlemez, kamu emekçilerini aydınlatmaya dönük bir çaba içerisine girmez ve kapsamlı bir mücadele programı ortaya koymazsa saldırı yasalarını püskürtmek olanaklı olmayacaktır.
Önümüzdeki dönemde kamu hizmet alanına dönük kapsamlı bir saldırı dalgasının kapıda olduğu, bu saldırı dalgasının ana ekseninin kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve buna eş güdümlü olarak da kamu emekçilerinin sınırlı iş güvencesinin ortadan kaldırılması olduğu biliniyor. Ne var ki, kamu emekçileri nezdinde, bu saldırı dalgası karşısında hâlihazırda ‘kırmızı çizgiler’ konulmaktan öteye herhangi bir hazırlık bulunmuyor. Cilalı ‘reform’ ve Memur- Sen Kamu kurumlarının özelleştirilmesine hız verecek, kuralsız çalışmayı yaygınlaştıracak ve kamu emekçilerinin iş güvencesini daha da sınırlandıracak ‘reform’ların cilalanarak sunulacağından şüphe yok. Yıllık izinler, kadroların yeniden düzenlenmesi, kimi özlük haklarda göstermelik iyileştirmeler ile ‘paralel yapı’, ‘verimlilik’ vb. söylemler eşliğinde hayata geçirilecek olan kapsamlı saldırıların meşrulaştırılmasında yandaş Memur- Sen’in de büyük bir çaba göstereceği açık. KPDK toplantısında, “iş güvencesi kırmızı çizgimiz” diyen Memur- Sen’in performans sistemine ve ‘rekabet’, ‘verimlilik’ vb. adlar altında kamu kurumlarının ‘işletme’ haline dönüştürülmesine, kamu-özel ortaklığı gibi uygulamalara hiçbir itirazı yok. Kısacası yeni saldırı dalgasının hayata geçirilmesinde ve kamu emekçilerinin yeni düzenlemelerle ilgili manipüle edilmesinde sermaye işbirlikçisi Memur- Sen, misyonuna uygun davranacaktır. AKP eliyle beslenip büyütülen ve kamu emekçileri hareketinin ehlileştirilmesinde önemli bir rol üstlenen Memur- Sen’in başka bir yol tutturması da beklenemez. Keskin söylemler saldırıları göğüslemeye yeter mi, ya da KESK nerede? KPDK toplantısında KESK, AKP hükümetinin kamuya dö-
Çözüm: Taban dinamizmini açığa çıkarmak Sendikaların toplantılarında hemen herkes KESK’i ve sendikaları eleştiriyor. Birileri eleştirirken diğerleri ya eleştirileri sürdürüyor ya da eleştirilere onay veriyor. Denebilir ki, sendika şubelerinde yapılan toplantılarda KESK’i eleştirmeyen yok! Herhangi bir sendikal gruba üye olsun veya olmasın, tüm yönetici kademelerde bulunanlar ve işyeri temsilcileri koro halinde KESK’i ‘bir şey yapmamak’ ile suçluyorlar. Sanki KESK ve bağlı sendikalar, bu eleştiricilerin dışında bir yapıymış gibi! Nasıl ki KESK’te uzun yıllardır ‘protestocu-refleks’ eylem tarzı hâkim hale gelmişse, gruplarda ve öncülerde de ‘eleştiricilik’ bir çizgi haline gelmiş bulunuyor. Ne gariptir ki bu eleştiriciler, tersinden KESK’ten gelen çağrılara da pek kulak vermiyorlar. KESK’in çağrısını yaptığı son bölge toplantıları bu durumu ortaya sermeye yetiyor. Eleştiricilikten de, KESK’in ‘protestocu’ çizgisinden de bir an evvel sıyrılmalıyız. Eleştiri elbette ki gerekli. Fakat eleştiri, ‘Ne yapılmalı?’ sorusuna yanıt üretmek ve yapılacak işler için kolları sıvamak için yapılıyorsa anlamlı. Saldırı yasaları karşısında işyerlerini harekete geçiren, taban dinamizmini açığa çıkartan bir tutuma ihtiyaç var. Bugün eleştiricilikte başa güreşen sendikal grupların önüne koyması gereken tutum da budur. Eleştirinin samimiyetinin ölçüsü de budur. Aksi durumda, saldırı yasalarının göğüslenememesinin sorumluluğunu KESK’le birlikte taşımak anlamına gelecektir.
*Bu yazı 24.12.2015 tarihinde Kızıl Bayrak gazetesinin internet sitesinde yayınlanmıştır.
Sosyalist Kamu Emekçileri
OCAK - ŞUBAT 2016
3
BU EĞİTİMCİLERİN EĞİTİMİ ŞART! Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesi uluslararası bir krize yol açtı. Türkiye NATO’yu, Rusya Birleşmiş Milletleri toplantıya çağırdı. Düşürülen savaş uçağı ile ilgili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ‘Milliyeti belli olmayan bir savaş uçağı düşürüldü.” diye açıklama yaptı. Açıklamayı öğretmenler günü dolayısıyla verilen yemekte bulunan “seçilmiş öğretmenler”, büyük bir coşkuyla alkışladı. Cumhurbaşkanı kopan alkış üzerine “Kardeşlerim mesele bir alkış meselesi değil biz buna şahit olmak istemeyiz.” demek zorunda kaldı. Bir devletin başka bir devletin uçağını düşürmesi, savaşa davetiye çıkarmak demektir. Ne gariptir ki cumhuriyetin öğretmenleri, bu daveti büyük bir coşkuyla alkışlıyorlar. “Neden? ve Nasıl?” Soruları sorulmadan sadece söyleyene bakarak çıkacak savaşa hemen taraf oluyorlar. Oysa öğretmenler, hem öğrencilerinin hem de dünya çocuklarının geleceğini düşünen “kutsal insanlar” değiller mi? Savaşta en çok masum olan çocuklar ölmüyor mu? Aylan bebeğin yaşadıkları savaşın sonucu değil mi? Ülkeye gelen Suriyeli göçmenler ve onların içindeki göçmen çocuklar, tüm temel haklarından mahrum değil mi? Bunların içlerinden şanslı olanları okullarımıza eğitim almak için geldiklerinde büyük sorunlarla karşı karşıya kalmıyorlar mı? Ayrımcılığa ve şiddete uğramıyorlar mı? Peki, ülkede yaşananlara ne demeli; binlerce kız çocuğu evlendirilirken, çocuk işçi cehennemine dönen ülkede çocuk işçi cinayetleri yaşanırken, bilimsel-laik eğitim rafa kaldırılmışken, sesini çıkarmayan sessiz ama taraflı eğitim orduları savaşa alkış tutuyorlar. Sorarız size, 11 yaşındaki öğrencisini rüyasında görüp evlenmek için babasından isteyen öğretmen konusunda ne yaptınız? On binlerce kız çocuğu küçük yaşta evlendirilirken, taciz, tecavüz ve şiddete maruz kalırken ne yaptınız? Çocuk yaşında eve ekmek götürmek için çalışan çocuk işçiler için ne yaptınız? 70-80 kişilik sınıflarda eğitim görmek zorunda kalan çocuklar için ne yaptınız? Eğitim emekçilerinin hakları bir bir ellerinden alınırken ne yaptınız? Aslında cevap ortada, değil mi? Koskocaman bir hiç. Üstüne üstlük yaptıklarınızla yaşananlara çanak tuttunuz. Savaş çığırtkanlığı; -bu devletin dilinden, “Yunanistan’ı üç günde alırız.”, “Kıbrıs’ı yirmi dört saatte ele
geçirdik.” sözleriyle, haritada yerini gösteremedikleri Kore’de “kahramanca savaştık.” söylemleriyle- devlet eliyle yürütülüyor. Devletin çarklarında iyi eğitim almış eğitim emekçileri de bu çarka hizmet etmekte kusur etmiyor. Yetiştirdikleri öğrenciler de hazır kıta savaşın yolunu gözlüyor. Savaş uçağının düşürülmesinin ardından girdiğim ilk derste “Hocam savaş çıksa kim yener?”, “Biz Rusya’yı yeneriz.” gibi soru ve yorumlarla karşı karşıya kaldım. Bu devlet, devletin yetiştirdiği öğretmen ve onun yetiştirdiği öğrenciler, savaşın sonuçlarından bağımsız savaşa hazır ve nazırlar. İktidar kirlenirken kirletiyor. Küçük çocuklarımızın bilinçlerini kirleten bu devlet aygıtına ve eğitim sistemine karşı mücadele etmek en temel görevlerimizden biri olmalıdır. Bu eğitim sistemi felsefesiyle, uygulamasıyla çürümüştür ve çürütmektedir. Çürümeyi önlemek bilimsel, laik, anadilinde, demokratik ve parasız eğitim için sistematik bir şekilde örgütlü mücadeleyi büyütmekle mümkün olacaktır. Hani “Yurtta sulh, cihanda sulh!” vazgeçilmez ilkemizdi. Savaş çığırtkanlığını alkışlamak da neyin nesi? Hak arayan bizler, greve çıktığımızda “Çocukların eğitim hakkını engelliyorsunuz.” diye karşımıza dikilenler, alkış tutan bu öğretmenler değil mi? Çocukların parasız, bilimsel, laik, anadilinde eğitim hakkı ve kamu emekçilerinin iş güvencesi de dâhil tüm bu talepler için verdiğimiz mücadelede iktidarın kapıkulu askerleri gibi karşımıza çıkan, hak arayan emekçilere karşı her türlü yolla düşmanlık besleyen bu öğretmenler, savaş davetini alkışlıyorlar. Hiç şaşırmıyoruz. Çünkü kendini var edemeyen, kendisi için mücadele etmeyen, başkasına kul olmaya mahkûmdur. Kendisini ayrıcalıklı sananlar unutmasın ki bu ülke sürprizlere gebedir. Bizler 90 yıllık cumhuriyet tarihinde kendini ayrıcalıklı görenlerin “terör örgütü” suçlamasıyla yargılandığını ve yıllarca hapis yattığını gördük. Gün gelir devran döner, tüm ayrıcalıkların ortadan kalktığı kimsenin kimseden üstün olmadığı, kimsenin kimseye kul olmak zorunda kalmadığı günler de gelir. Bizlere düşen ise, o günlerin gelmesini hızlandıracak pratiği ve çabayı azami düzeyde göstermektir. Bir Eğitim Emekçisi
4
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
PİYASACI ANLAYIŞA KARŞI İŞ GÜVENCEMİZİ SAVUNMAK İÇİN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE
Hükümetin 657 sayılı yasada yapmak istediği değişiklikler, en tepeden yapılan açıklamalarla ortaya kondu. Cumhurbaşkanı, memurların, “çalışıyorsa” tutulacağına “ihanet içindeyse” “bu zırhı” kullanamayacağını söyleyip bunu “paralelle mücadele” olarak sunarken; başbakan da memurların “emekliliğine kadar korunak altında” olduğunu, “çalışmasa bile para aldıklarını” ve devletin memurlara “çalışmıyorsun ya da yanlış çalışıyorsun.” deme hakkının olması gerektiğini ileri sürdü. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu ise, 13 yılda çalışma ve sosyal güvenlik alanlarında büyük reformların hayata geçirildiğini belirttikten sonra “reform”, “verimlilik”, “rekabet” gibi piyasacı kavramlara da vurgu yaptıktan sonra bu reformun “sadece iş güvencesine çıpalanmasının” “haksızlık” olduğunu söyledi. Çalışma bakanı benzer açıklamaları, Kamu Personeli Danışma Kurulu’nun (KPDK) Kasım ayı toplantısında bir kez daha dillendirip, kararlılık vurgusu yaparken, bu toplantıya katılan konfederasyonlar (KESK, KAMU-SEN, MEMUR-SEN) iş güvencesinin “kırmızı çizgileri” olduğunu söylediler. Hükümet, 657 sayılı yasayla birlikte, kamu emekçilerinin kalan son haklarını da ortadan kaldırmak için seferber olmuş bulunmaktadır. Bu, şüphesiz
sermayenin belirli bir ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve uzun süredir uygulanagelen saldırıların en kapsamlılarından biridir. Saldırıların kökleri, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin sınıf kimliğinde bulunmaktadır. Konunun kapsamını aşmakla birlikte ifade etmeliyiz ki; Türkiye Cumhuriyeti 1929 büyük bunalımına kadar kamusal hizmetlerin ve bugün devlete ait olan pek çok işletmenin yerli ve yabancı özel sermaye tarafından işletilmesi için her yolu denemiştir. Fakat “altyapı yetersizliği” nedeniyle bu mümkün olmayınca ve 1929 bunalımıyla da yabancı sermayenin böylesi bir yatırımı gerçekleştirmesi olanağı ortadan kalkınca devlet, bazı hizmet ve işletmelerin yapımını zorunlu olarak kendisi gerçekleştirmiştir. “Devletçilik” adı verilen bu zorunlu politikalar sonucunda devletin elinde son derece büyük, yaygın ve yüksek karlılık vadeden bir yığın işletme ve pazar alanı ortaya çıkmıştır. Devlet, kuruluşundan itibaren, bizzat satın alma yoluyla batıkları kurtararak, ortaklıklar yoluyla sermaye katkısı sağlayarak, kamu ihaleleri yoluyla büyük olanak ve kaynaklar yaratarak ve kendisine ait işletmelerde ürettiği mal ve hizmetleri sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenleyip onlara ucuz girdi sağlayarak, kısacası kamusal kaynakları seferber ederek, sermaye için, bir sınıf
OCAK - ŞUBAT 2016
devletinin yapabileceğinin en mükemmelini yapmaya çalışmıştır. Aynı zamanda bu sınıfsız (!) devletin, kuruluşundan itibaren ve hatta kurulmadan önce, sosyalistlere, komünistlere, ilericilere ve her türlü işçi hareketine karşı hoyratça saldırdığını da unutmamak gerekir. Bu sınıfsız(!) devlet, sermayenin belirli bir güce eriştiği noktada yeni bir görevle karşı karşıya kalmıştır. Bu yeni görev; devlete ait, yüksek karlılık vadeden kuruluş ve hizmetleri doğrudan sermayenin hizmetine sunmaktır. Devlet, 24 Ocak 1980’de bu neo-liberal dönüşümü ifade eden bir program ortaya koyduysa da dönemin yoğun toplumsal-sınıfsal mücadelesi ve Sovyetler Birliği’nin varlığı gibi nedenlerle bu programı gerçekleştirme fırsatı bulamamıştır. Toplumsal-sınıfsal muhalefetin 1980 askeri faşist darbesiyle ezilmesiyle ve 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle iç ve dış koşullar saldırı politikalarının uygulanabilmesi için uygun hale gelmiş ve nihayetinde 1994 yılında uluslararası GATS anlaşması imzalanmıştır. GATS anlaşmasının mantığı basittir: Belirlenen 11 hizmet kolunun (telekom-posta, inşaat, eğitim, atık su işleme, çevresel hizmetler, bankacılık hizmetleri, sosyal hizmetler-sağlık, turizm-seyahat, kültürel ve sportif hizmetler, ulaşım hizmetleri) piyasanın eline teslim edilmesi. Devlet, 1980’lerden itibaren kamu kuruluş ve hizmetlerine yönelik, “sırtımızdaki kambur”, “zarar ediyorlar”, “uzun kuyruklar” vb. argümanlar geliştirmiş ve toplumu bu konuda manipüle etmiştir. Aynı yıllarda devlet, AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yıllara kadar aydınların, sosyalistlerin, devrimcilerin ve ilericilerin üzerindeki terörü en yüksek düzeye vardırmış ve aynı zamanda her türlü emek hareketini baskılamayı da ihmal etmemiştir. Nihayetinde AKP iktidara geldiğinde neo-liberal politikaların önündeki engeller büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. İşte, AKP’nin son “13 yılda” gerçekleştirdiği bu “büyük reformlar” AKP’den önceki sermaye hükümetlerinin uyguladığı politikaların; sermaye devletinin, kuruluşundan itibaren içerdiği sınıf kimliğinin, uluslararası ve yerli sermayeye duyduğu kutsal sadakatin; bu sadakatin gereği olarak emekçilere, devrimcilere, aydınlara ve sosyalistlere karşı yürüttüğü kesintisiz terörün dolayımsız bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
5
miş bulunmaktadır. Uzunca bir dönemdir ‘devlet memurluğu’ kavramının daraltılması sık sık gündeme getirilmekte, ‘devletin asli görevlerine dönmesi’ söylemi ile devlet memurluğunun asker, polis, hâkim ve savcılarla sınırlandırılması dile getirilmekteydi. Anlaşılacağı gibi önümüzdeki dönemde 4-A, 4-B, 4-C gibi farklı statülerde çalışanların ‘kamu çalışanı’ adı altında birleştirilmesi tam da bu amaçladır. Böylece devlet, asli görevinin güvenlik olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, memurluk kapsamı dışına alınan (eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb.) hizmetlerin tamamen özelleştirileceği ilan edilmiş oluyor. Dolayısıyla emekçiler, bu hizmetlerden yararlanmak için çok daha fazla ödenek ayırmak zorunda kalacaktır. Üstelik bu hizmetlerden ne kadar yararlanacağınız ve alacağınız hizmetin niteliği de yine yapacağınız ödemenin miktarına bağlı olacaktır. Memurluk kapsamı dışına alınan bu kategorilerde çalışan kamu emekçileri ise, tamamen güvencesizleştirilecektir. Sözleşmeli hale getirilerek güvencesizleştirilen kamu emekçilerinden, kölece çalışma koşullarını itiraz etmeksizin kabul etmesi istenecektir. Performans, verimlilik, müşteri memnuniyeti gibi piyasacı kavramların kıskacındaki kamu emekçisi, sürekli yükselen “verimlilik” beklentilerini karşılamak için mesleki ilkeleri dahi ayaklar altına alacaktır. Sözleşmeli istihdamla birlikte, kamu emekçileri, ekonomik, sosyal ve özlük hak kayıplarıyla birlikte, sigorta, sağlık ve sosyal güvenlik kazanımlarında da ciddi kayıplar yaşayacaklardır.
Kamu emekçileri, “kısmi süreli çalışma”, “uzaktan çalışma” ve “ödünç memurluk” gibi esnek çalışma biçimleriyle çalıştırılabilecektir. Bir kamu emekçisi yaptığı iş dışında başka işlerde de görevlendirilebilecek. Kamu emekçileri, tanımlanmış görevinin dışında başka görevlere verilebilecek ve kurumlar arasında “ödünç” alınıp verilebilecektir. Böylece, çalışma süresi ve yapılan iş, belirsiz bir hal alacaktır. Emekçi bir işten diğerine, sürekli koşturularak “en verimli şekilde “ kullanılmış olacaktır. Böylece kamu emekçisi, gerek zaman ve gerekse de iş yükü ve iş yoğunluğu olarak gittikçe artan oranda bir sömürüyle karşı karşıya kalacaktır. Esnek çalışma biçimleri aynı zamanda kamu emekçilerinin örgütlenme olanaklarını da büyük ölçüde zayıflatacak ve bu durum, 13 yıldır sermayeye hizmette kusur etmeyen kölelik koşullarının daha da katmerli hale gelmesine AKP, yeni ve kapsamlı bir saldırı hazırlığı içine girmiş yol açacaktır. bulunmaktadır. Esneklik, verimlilik, güvencesizlik, müşteri odaklılık, bireysel performans gibi kavramMaaşta “performans” uygulaması getirilecek ve larla sunulan, piyasacı anlayışa dayalı bu saldırı pa- bu performans, ücretlerde, atama ve yükselmelerde keti henüz netleşmese de, hedefte kamu emekçile- belirleyici olacak. Bu düzenlemeyle her şey “perforrinin tüm haklarının ortadan kaldırılması ve kamusal mans” çerçevesinde dönmeye başlayacak. Perforhizmetlerin tamamen piyasalaştırılması söz konusu- mans değerlendirmesiyle birlikte her şeyden önce dur. emekçinin üzerindeki denetim, olağanüstü şekilde artacaktır. Yönetim kademelerinin yanısıra müşteSaldırı politikaları neler getiriyor? rilerin(!) de katılacağı bu değerlendirmede kamu Henüz ortada bir taslak olmasa da, 4-A, 4-B, emekçisinin her anı, hatta tutum ve davranışlarıyla 4-C gibi farklı statülerdeki tüm kamu emekçilerinin kişisel özellikleri dahi denetim altında tutulacaktır. ‘kamu çalışanları’ adı altında toplanacağı ilan edil- Emekçiler, ayrıca performans kriterlerini karşılamak
6
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
için kendi aralarında yoğun bir rekabete girecektir. Her bir emekçi bireysel olarak değerlendirileceğinden ve yüksek ücret alanların daha yüksek performans ortaya koyduğu düşünüldüğünden her bir emekçi diğerinin “rakibi” haline gelecektir.
böylece istedikleri gibi at oynattıkları bürokrasiyi ve yönetim kademelerini kaybetmenin halet-i ruhiyesi içinde hareket etmektedir. Kamu-Sen’in bütün tepkileri bu zemindeki eleştirileriyle ilişkilidir. Fakat 1 Kasım seçimleri ile birlikte sermaye sınıfının bir bütün olarak AKP’nin politikalarında buluştuğu bir Bu rekabet, kamu emekçilerini birbirleri ile karşı dönemde ırkçı-faşist Kamu Sen’in gelecek saldırılakarşıya getirecek, çalışanlar arasında yeni bir hiye- ra ‘söylemin’ ötesinde karşı durmasını beklememek rarşik ilişkilerin gelişmesine ve mevcut hiyerarşinin gerekir. Bununla birlikte Kamu-Sen, kamu emekçidaha da katmerli hale gelmesine yol açacaktır. “Kali- leri harekete geçtiğinde taban basıncı nedeniyle te”, “müşteri memnuniyeti” ve “verimlilik” adı altın- zaman zaman harekete geçebilmektedir. Hatta bu da kamu emekçileri, yoğun bir şekilde baskı altına basıncın büyük olması durumunda Memur-Sen bile alınacak ve sürekli daha fazlasını yapmak zorunda göstermelik de olsa bazı eylemlilikler ortaya koyakalacaklardır. Bu sistemde, en temel etik değerleri bilmektedir. Dolaysıyla kamu emekçilerinin hâlihave mesleki ilkeleri dahi ayaklar atına alarak, yöneti- zırdaki hareket ettirici öncü gücü, tüm yetersizliğine min ve siyasi iktidarın bir dediğini iki etmeyen kamu rağmen KESK’tir. Bununla birlikte KESK, süreci öremekçisinin “yüksek performans(!)” elde edeceğin- gütlemekten son derece uzaktır. Her ne kadar bazı den kimsenin kuşkusu olmasın. Dolaysıyla itaatkâr- toplantılar yapılıyor, kararlar alınıyor ve bazı görüşlık en önemli performans kriteri olacaktır. meler yapılıp tartışmalar yürütülüyorsa da bütün bu süreç, belirli bir plan ve programdan yoksundur. Mevcut 657 sayılı Kanun’da “İdeolojik veya siyasi Çalışmalar dağınık, zayıf, cansız, ruhsuz ve merkezi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düze- bir örgütlenmeden uzaktır. İşyerleri süreçten habernini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yü- sizdir ve kamu emekçileri konu hakkında bilgi sahirütülmesini engellemek, işi yavaşlatma ve grev gibi bi olmadığı gibi, olayın ciddiyetini de kavrayabilmiş eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak değildir. Konfederasyon ise saldırıları kamu emekçigöreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek lerinin gündemine sokacak, onları bu saldırılar koveya yardımda bulunmak” devlet memurluğundan nusunda bilinçlendirebilecek ve hepsinden önemliçıkarılma gerekçeleri içerisinde yer almaktadır. Ya- si, saldırılara karşı örgütleyebilecek bir irade ortaya pılmak istenen düzenleme ile bu maddenin uygula- koy(a)mamaktadır. Dolayısıyla süreci örgütlemesi ma alanının genişletilmesi ile birlikte “performans için KESK üzerinde baskı yapması gereken öncülere, düşüklüğü” gibi hükümler eklenerek memurun iş- büyük görevler düşmektedir. ten çıkartılmasının kolaylaştırılması da olasılıklar arasında yer almaktadır. Böylece kölelik koşulları, Kamu emekçilerinin saldırılara karşı cevabı grev en temel demokratik hakların ortadan kaldırılma- olmalıdır. Öncü-ilerici kamu emekçileri topyekûn sıyla taçlandırılmış olacaktır. Sendikalar etkisizleşti- saldırılara karşı topyekûn direnişin örgütlenmesi rilirken, grev, performans düşüklüğü vb. işten atılma için tüm olanaklarını seferber etmelidir. Bir mücagerekçesi sayılacaktır. İşyerinde usulsüzlüklere ve dele programı belirlenmeli, komiteler oluşturulmayandaşların çevirdiği dolaplara ses çıkarmak, karşı lı, işyerleri saldırılar hakkında bilgilendirilmeli, bölge çıkmak “sükûn ve çalışma düzenini bozmak” kapsa- toplantıları ve işyeri toplantılarıyla kamu emekçileri mında işten atılmanıza neden olabilir. Ayrıca işyerin- mücadeleye hazırlanmalıdır. de ırkçı, ayrımcı ve cinsiyetçi saldırılara cevap verdiğinizde de aynı kapsamda değerlendirilebilirsiniz. Topyekûn saldırılara karşı topyekûn direniş! Sendikaların tutumu: Sözleşme değil, iş güvencesi! Performans değil, dayanışma! İşbirlikçi Memur-Sen’den ve Kamu-Sen’den, salEşit işe eşit ücret! dırılara karşı herhangi bir direniş beklemek, bu değiHerkese parasız, nitelikli kamusal hizmet! şikliklere karşı koyacağını düşünmek gerçekçi olmaz. İnsanca yaşamaya yetecek ücret! Bu konfederasyonların, Kamu Personeli Danışma Kurulu(KPDK) toplantısında takındıkları “kırmızı çizgimiz” söylemi ise içi boş ve klişe bir ifadedir. GerSosyalist Kamu Emekçileri çekte Memur-Sen, işbirlikçilikte zirve yapmıştır ve KPDK toplantısında yeni düzenlemelerde hükümete olumlu katkılar sunacağını söylemesi de bunun bir tezahürüdür. “Etkinlik”, “verimlilik” gibi kavramlar eşliğinde kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması amaçlanmaktadır ve buna karşı çıkmadan “iş güvencemiz kırmızı çizgimizdir” demek bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Kamu-Sen uzun dönemdir, bir zamanlar ellerinde tuttukları, kadrolaştıkları ve
OCAK - ŞUBAT 2016
7
Bolu’da sağlık emekçilerine yönelik saldırılar Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi de sözde tıp öğrencilerinin eğitimini desteklemek ve maddi açıdan desteklenmek gerekçeleri ile Sağlık Bakanlığı ile birleştirilmiştir. Bu uygulama ile üniversite hastanelerinin özerkliği yok edilmeye çalışılmakta, bakanlık için “dikensiz gül bahçesi” yaratılmaya çalışılmaktadır.
Sermayenin AKP eliyle ortaya koyduğu piyasacı-rantçı sağlık sistemi, emekçilerin haklarını gasp etmeye devam ediyor. Sağlıkta özelleştirmenin önünü açan performans sistemi, hem sağlık hizmeti alan hem de sağlık hizmeti üretenleri mağdur ediyor. “Ne kadar çok hasta, o kadar çok para” yaklaşımıyla, hastanelerde verilen hizmetin içi boşaltılırken, emekçiler de birbirlerine rakip kılınıyor. Yoğun iş yükü ile birlikte “döner sermaye ücreti” adıyla emekçilere bir ödül gibi sunulan ücretin eşitliksiz dağıtımı, gelir adaletsizliğini de beraberinde getiriyor. Bu adaletsiz uygulamalar karşısında hak talebinde bulunan sağlık emekçileri ise tehdit ve baskılarla sindirilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz aylarda Bolu İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan ruh sağlığı çalışanları, bir süredir hastanelerinde devam etmekte olan gelir adaletsizliği ve performans sistemine hayır demek için 2 günlük iş bırakma kararı aldı. Hastane idaresinin tehditleri altında gerçekleştirilen grev, haklarında birçok soruşturma açılan emekçiler açısından kısmen başarıyla sonuçlandı. Ücretlerde görünür bir şekilde artış olmakla beraber devletin taşeronluğunu yaptığı Memur-Sen, başarıyı kendi lütfu gibi sunmayı eksik etmedi. Bu kazanım elbette ki emekçiler için oldukça önemlidir fakat performans sistemini yok etmeden hizmeti alan da üreten de mağdur edilmeye devam edecektir. Ruh sağlığı çalışanlarının almış olduğu iş bırakma kararının ardından Bolu’da sağlık emekçilerine yönelik haksız uygulamalar katlanarak devam etmiştir. Hacettepe ve Cerrahpaşa gibi büyük hastanelerin de içinde bulunduğu birçok üniversite hastanesi, büyük bir borç batağı içindedir. Yüksek meblağda borcu bulunan Abant İzzet
Bolu’da yaşanan birleşmenin ardından birçok sağlık emekçisinin işyeri herhangi bir kriter uygulanmadan, keyfi gerekçelerle değiştirilmiştir. Bu birleşme, emekçiler için sürgünden başka bir şey olmamıştır. Hastanelerde birçoğu sendikalı olan yaklaşık 600 emekçi, gözden uzak sağlık merkezlerine itilerek mağdur edilmiştir. Bu süreçte Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası(SES) ve Türk Sağlık-Sen direnişin başında ortak hareket etmiş ve emekçilerin yazılı bir emir olmadan işyerlerini terk etmemelerini söylemiş, hastane önünde birçok ortak basın açıklaması gerçekleştirmiştir. Fakat ilerleyen günlerde her iki sendika da birbirinden bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Türk Sağlık-Sen, çözüm için AKP’nin milletvekilleriyle yapılan görüşmelerden medet umarken SES, Türk Sağlık-Sen’le ortak mücadele vermekten kaçınmış, mücadeleyi dava açma, dilekçe yazma boyutuna indirerek süreci pasifize etmiştir. Bolu’da yaşananlar, emekçilere yönelik saldırıların yalnızca küçük bir örneğidir. Bu koşullar altında çalışmaya zorlanan emekçilerin sadece birleşik-militan bir mücadele ile saldırılara karşı koyabileceği apaçık ortadadır. Emekçiler ancak böyle bir mücadele anlayışı ile kazanacaklardır. Bolu’dan bir sağlık emekçisi
8
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Anadolu Adliyesinde İşçi Direnişi 1
Anadolu Adalet Sarayı bir işçi direnişine daha sahne oldu. Adliyenin çay ocakları, yemekhaneler ve kafeteryalarında çalışan işçiler, taşeron köleliğini en ağır biçimde yaşıyorlar. Adliye’nin açıldığı günden bugüne ücret gaspları, ücretsiz izin dayatmaları, işçi kıyımları ve hak gasplarının ardı arkası kesilmedi. İlk direnişlerini ücret gaspları nedeniyle Eylül 2014’te yaşayan ve bu direnişi kazanan işçiler, her taşeron firma değişiminde aynı sorunları yaşamaya devam ettiler. 2 Mart 2015’te ise işçi kıyımları nedeniyle 5 işçi, beş gün süren direniş gerçekleştirmişti.
tal Hukukçular Derneği(KHD) üyesi avukatlar, daha ilk günden sahiplenerek işçilerin yanında oldular.
Son olarak Evrensel Gıda adlı taşeron firmaya bağlı olarak çalışan işçiler, iki ay boyunca ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle 4 Aralık tarihinde üretimi durdurup direnişe başladılar. Geçmiş direnişlerden edindikleri deneyimlerle bu kez, çok daha büyük bir birlik ile davrandılar ve birkaç çay ocağı ve kafeterya dışında neredeyse tüm çay ve yemek hizmetlerini durdurdular. 130’u aşkın işçinin Adliye C Kapısı önünde başlattıkları direnişi, Büro Emekçileri Sendikası(BES) yönetici ve üyeleri, YARSAV ve Yargıçlar Sendikası üyesi hâkim ve savcılar, Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD) ve Kar-
Direnişin kaderini belirleyen ve kayıplarını büyüten, işçilerle her gün gerçekleştirilen toplantılarda tartışılmadan ‘oldubitti’ tarzıyla atılan iki temel adım oldu. Bunlardan ilki, daha direnişin ikinci iş gününde, farklı düşünen ve direnişin özneleri içerisinde yer alan unsurların bulunmadığı bir atmosferde, işçilerin sendikaya üye yapılmaları oldu. “İşçilerin sendikaya üye yapılması neden yanlış olsun?” diye sorulabilir. Zaten Dev Turizm-İş de BES’liler ile direnişin ilerleyen günlerinde yaptıkları görüşmede “İşçiler istiyordu, biz de üye yaptık.” demiştir. Yanlış olan işçilerin sendikalaş-
Bu kez işçiler, daha güçlü ve daha örgütlüydü. Geçmişi aşan kazanımlar elde edebilmenin de koşulları vardı. İlk kez, 28 gün gibi uzun bir direniş yaşadılar. Ne var ki, DİSK’e bağlı Dev Turizm-İş ve sendikayı getiren, kendisini Emek Partisi(EMEP) üyesi olarak işçilere tanıtan bir avukatın dar kaygılarla ‘oldubitti’ müdahaleleri, direnişin kazanımlarını sınırlandıran, kayıplarını da büyüten sonuçlar üretti.
OCAK - ŞUBAT 2016
ması değil, bunun işçilerin tablosu görülmeden ve zamansız olarak yapılmasıydı. Kaldı ki, bu ülkede işçilerin sendikal haklarını kullanabilmesi ‘üye olmaya’ değil ‘örgütlü olmaya’ bağlıydı. İşçiler, ücret alacakları için direnişe başlamış, bu arada çalıştıkları taşeron firmanın ihalesinin iptal edileceği ve yeni bir firmaya ihale verileceği anlaşılmıştı. Bu durumda işçi, yeni firma tarafından işe alınırken ‘sendikan mı işin mi’ gibi bir tercihe zorlanacaktı. Üretimin dışında kalmış, direnişte geçen günlerle birlikte üç ay ücret almamış, direnişe çıkarken veya direniş içerisinde ‘sendika’ konusunda tam bir bütünlük sağlayamamış bir işçi kitlesinin bu zorlu tercih karşısında, dirençli bir tutum gösterip gösteremeyeceği belirsizdi. Kaldı ki, bu adım görüntü ne olursa olsun işçinin sendikalaştırılması amacına değil, EMEP’li avukatın sendikayı da kendi emellerine alet ederek direniş üzerinde etkin olan unsurların etkinliğini kırma amacına yönelmişti. Diğer özneler ise sendikalaşmayı; işçinin direnişinin kazanımının üzerine ve işçi işbaşı yaptıktan sonra gündeme getirmenin daha doğru olduğunu düşünüyordu. Bu düşünceleri, bu adımı atanlar tarafından da biliniyordu. Tam da bu nedenle tüm öznelerin bulunduğu bir ortamda ve işçilerle yapılan toplantılarda sendikalaşmayı açıklıkla tartışmak yerine, başta BES’li özneler olmak üzere farklı düşünen öznelerin olmadığı durumlar, fırsat bilinerek işçilere çağrılar yapılıyordu. Dahası kimi işçiler, BES’e üye olduklarını sanıyor, kimileri de atılan adımın BES ve diğer unsurların ortak tutumu olduğunu sanıyordu. Başta BES’liler ve ÇHD’liler olmak üzere diğer özneler, bu adımın bir sendikasızlaştırma adımına dönüşeceğini görmelerine ve daha baştan sendikalaşmanın sağlıklı yolunu işçilerle tartışarak bu hamlenin önünü kesebilecek koşulları olmasına rağmen, işçinin karşısında fikir ayrılıklarını öne çıkarmanın direnişe zarar vereceği gibi bir düşünceyle müdahalesiz kaldılar. Artık sendikalaşmanın ve direnişi en az kayıpla dahası kazanımla sonuçlandırabilmenin tek koşulu, 130 işçinin birliğini koruyabilmekti. Atılan adımın zamanlama yönünden yanlış olduğunu düşünen bu bileşenler, bu düşünceyle işçileri sendikalarına sahip çıkmaya çağırıyordu. Tüm bu yanlış adımlara rağmen yine de işçilerin birliğinin korunması sağlanabilir, başsavcılığın ve patronun “sendikan mı işin mi” dayatması bu sayede aşılabilirdi. Bunu sağlayacak en temel şey ise işçinin direniş içerisinde elde ettiği kazanımlarla örgütlülüğünü pekiştirmesiydi. Patrona ödenecek hakedişlerin işçilere ödenmesi talebi kazanılmıştı (kişi başına 688,54 TL ödendi ve yeni firma ile başsavcılık arasında yapılan sözleşmeye ücret ödenmediğinde hakedişlerin patrona ödenmeyeceği yönünde hüküm konuldu). Daha direnişin ilk gününde mevcut taşeron firmanın ihalesinin
9
iptal edileceği ve firmanın ücret ödemeden kaçacağı anlaşılmıştı. BES’liler, ilk günden bunun işçi denetimi altında üretim yapmanın koşullarını olgunlaştıracağını görmüş, işçilerle yapılan tartışmalar sonunda “Ücret Denetleme Kurulu oluşturularak işçi denetiminde üretim yapılması ve günlük ciroların işçi ücretlerine yansıtılması” taleplerden biri haline gelmişti. Bir hafta gibi kısa süre içerisinde bu talep, meşrulaştı ve başsavcılık dahi kendilerinin buna müdahale etmeyeceğini söyledi. YARSAV ve Yargıçlar Sendikası üyesi hâkim ve savcılar, BES ve ÇHD temsilcileri işçilere kendi denetimlerinde örgütlü olarak üretime geçilmesi gerektiğini söylüyor, işçilerde de böyle bir eğilim bulunuyordu. Fakat bu konu işçilerle tüm detaylarıyla tartışılıp kararlaştırılamadan Dev Turizm-İş, “Dışarıdaki direniş zayıflar, ücretini alan işçi direnişi de sendikayı da bırakır.” gibi düşüncelerle buna karşı çıktı. Bunun yerine hukuki adımları önerdiler. İşçi denetiminde üretimi savunanlar ise işçinin zaten ücretleri için direnişe çıktıklarını, bunu örgütlü biçimde kazanmalarının ve üretim üzerinde denetim kurmalarının örgütlülüğe olan inancı büyüteceğini, aksi durumda ise mali zorluklar yaşayan işçinin direnme kapasitesinin düşeceğini vb. dile getirdiler. Bu görüşmelerde “işçilerle vekâlet ilişkisine girilmemesi” konusunda fikir birliğine varılmışken, yine bir ‘oldubitti’ hamlesi ile işçilerden Dev Turizm-İş avukatı ve EMEP’li avukat, vekâlet aldılar (İşçiyi sendikaya üye olmaya yöneltmek avukatın, işçiden alınan vekâletlere bu avukatı ortak etmek de sendikanın karşılıklı paslaşması oluyordu!). Bu ‘oldubitti’ hamlesi, işçilerle yapılan toplantılarda alınan bir karara dayanmıyor ve bir kez daha BES ve ÇHD temsilcilerinin henüz direniş alanına gelmedikleri sabah saatlerinde işçiler yönlendiriliyordu. En nihayetinde yeni firma geldiğinde işçilerin önemli bir bölümü zaman içinde direniş ile arasına mesafe koydu ve iş başvurusunda bulundu. Sonra kalan işçiler de alınan kararlarla iş başvurusunda bulundu ve sonuç olarak 32 işçi işe alınmadı. Dev Turizm-İş bu tablonun ardından son bir basın açıklaması ile direnişi bitirme yönelimindeydi. BES’liler ise işçilerdeki durumu gözlemledikten sonra mesaj yoluyla tüm işçilere işe alınmayan arkadaşlarına sahip çıkma çağrısı yaptı. Bunun sonucunda 23 işçi daha üretimi bırakıp direnişe katıldı. Direnişi tekrardan canlandıran ise bu oldu. Son olarak tüm okurlarımızı Sınıf Sendikacılığı İnisiyatifi(SSİ)’nin ayrıntılı değerlendirmesini okumaya çağırırken, yazımızı bu değerlendirmeden kayıp ve kazanımların maddeler halinde özetlendiği şu alıntı ile bitirelim: “Direnişin kazanım ve kayıplarını şöyle özetleyebiliriz:
10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ 1- İşçiler, ödenmeyen ücretleri için direnişe geçmişlerdi. Hakedişlerin işçilere ödenmesi, direnişin kazanımlarından biri oldu. Her bir işçiye 688,54 TL ödeme yapıldı. 2- İşçiler, kendi denetimlerinde çay ocaklarını işleterek yaklaşık bir aylık ücretlerini daha alabilir, dahası bu, örgütlülüğü büyüten, sendikaya ve örgütlülüğe güveni artıran ve işçiler ile binlerce adliye çalışanını kaynaştıran bir tutum olurdu. Ne var ki, Dev Turizm-İş, “Ücretini alan işçinin direnişle bağı kopar. Dışarıda direniş zayıflar.” mantığı ile direnişe katılmayan örgütsüz işçilerin yapabildiği şeyi örgütlü olarak yapmayı reddederek elde edilebilecek kazanımların sınırlanmasına ve kayıpların büyümesine yol açmıştır. 3- Derinişin en önemli kazanımı ise -Dev Turizm-İş’in açıklamasında bu önemli kazanım anılmamıştır- başsavcılık ile taşeron firma arasında imzalanan sözleşmeye “ücret ödenmediği durumda hakedişlerin patrona ödenmemesi” yönünde hüküm konulması olmuştur. 4- İşçilerin üretimden koptuğu ve iş koşullarının belirsiz olduğu bir durumda zamansız yapılan sendikalaşma hamlesi, iş ve ücreti için direnişe çıkan işçilerin
önüne “sendika mı iş mi” gibi zorlu bir tercihi koymak anlamına gelmiş, işçilerin bütünlüğü korunamadığı ölçüde bu ‘sendikasızlaştırma’ sonucunu doğurmuştur. İşçilerin önemli bir kısmı sendikadan istifa etmiş, direnişi yarı yolda bırakıp işbaşı yapan üyeler ise sendikanın çağrılarına kulak tıkamıştır. Bunun sonucu sendikalaşmaya dönük bilincin kırılması, sendikalaşma sürecinin ertelenmesi ve işçiye ödetilen bedelin büyümesi olmuştur. 5- Dev Turizm-İş’in açıklamasında da geçen kısmi kazanımlardan bir diğeri, işten atılan işçilerden 15’i dışındakilerin işe başlatılması, işe alınmayanlara ise iş bulunması taahhüdünün alınması olmuştur. Oysa işçiler işten atıldıkları için değil ücret alamadıkları için direnişe başlamışlar, yanlış ve zamansız müdahaleler bu yönüyle de ödenen bedeli büyütmüştür. İşe alınmayan işçilerle ilgili kısmi kazanım elde edilmesi ise Dev Turizm-İş direnişi bitirme eğilimindeyken BES’in, işbaşı yapan işçilere, arkadaşlarına sahip çıkma yönünde yaptığı çağrı sonrasında 23 işçinin daha iş bırakması ve direnişin yeniden canlanması sayesinde olanaklı olmuştur.”
Sosyalist Kamu Emekçileri
BES İstanbul 3 Nolu Şube üyesi bir grup büro emekçisinin içerisinde yer aldığı Sınıf Sendikacılığı İnisiyatifi(SSİ) direnişin ardından uzun bir değerlendirme yaptı. Okurlarımız uzunluğu nedeniyle yayınlayamadığımız ve bizim de görüşlerini paylaştığımız bu değerlendirmeye SSİ’nin facebook sayfasından ulaşabilirler: facebook.com/sinifinisiyatifi 1
Direnişe destek amacıyla iş bırakan işçiler geri dönme hakkı kazanmış, işe alınmayan işçilerin ise yalnızca üçü işbaşı yapmak için başvuruda bulunmuştur. 20’den fazla işçi ‘kendisine yeni iş bulunması’ talebinde bulunurken, bir kısım işçi ise ne iş başvurusu yapmış ne de iş talebinde bulunmuştur. Sonuç olarak gerek işe alınmamaları ve gerekse de patrona duydukları tepkilerinden kaynaklı olarak işe girmemeleri nedeniyle direnişin en dirençli kesimleri büyük oranda üretimin dışında kaldı. 2
OCAK - ŞUBAT 2016
11
Yalan tarihin yalancı aktarıcıları
Aylan bebeğin cansız bedeni Ege Denizi’nde kıyıya vurmuştu. Bu vahşeti milyonlarca insan gibi biz de medyadan öğrendik. Birkaç saatliğine üzüldük, vicdanlarımızı sorguladık, belki biraz gözyaşı da döktük ve ardından O’nu ve mültecileştirilen binlerce çocuğu hemen unutuverdik. Unutuverdik çünkü onun ardından binlerce çocuk açlıktan, yoksulluktan ve yanı başımızdaki kirli savaştan kaynaklı yaşamını yitirdi. Aylan, Suriyeli bir Kürt çocuğuydu ve ölümüyle, emperyalistlerin çıkarları gereği yaşanan savaşın ne kadar acımasız olduğunu gözler önüne serdi. Bizler görmedik. Aylan bebeğe toplum olarak üzüldük çünkü o bizim ülkemizde değil başka bir ülkede yaşayan bir Kürt çocuğuydu. Kendi Kürdümüze gelince işler değişiyor. Uğur Kaymaz, on iki yaşında on üç kurşunla terörist diye öldürüldüğünde hiç üzülmedik, çünkü devlet ona “terörist” demişti ve O ne derse doğruydu. Ceylan’ın bedeni bombalarla parçalandığında “ne işi vardı orada”, “bomba ile oynamasaydı” dedik. Bedeninden geri kalanları eteğine toplayıp mezara koyan annesine “çocuğuna zamanında sahip çıksaydı” diyebildik. Pozantı’da, ‘taş atan çocuklar’ davasından yargılanan çocuklara tecavüz edildiğinde, “onlar zaten terörist olacaklardı” deyip tecavüzcülere değil de olayı ifşa edenlere cezalar verdik. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Cizre’de 7 aylık hamile olan Güler Yamalak’ı karnından vurarak bir Kürt çocuğunun daha doğmadan öldürülmesini ekranlardan izledik. Gene Cizre’de üç aylık Miray bebeğin terörist diye öldürülmesini alkışladık. Onlar, bu ülkede yaşama şansı bulamayan Kürt çocukları, tıpkı abileri ve ablaları gibi Kürt halkının özgürlük mücadelesinde kahramanlaşıp ölümsüzleştiler. Bizler gördük ama sustuk. Hatta devletin birer neferi olduk. Yaşama şansı bulan ancak kimliğinden kaynaklı acı çeken, acı çektirilen milyonlarca Kürt çocuğu ya-
şamını sürdürmeye çalışıyor. Peki, yaşadıkları acılar neden kaynaklı, bu acıların ortaya çıkmasında bizim payımız var mı? Annesi, babası, abisi, ablası, arkadaşı “terörist” diye öldürülmekte ve her gün öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya. Anasının ak sütü gibi helal olan dilini konuşması yasak, anadilinde isim alması, eğitim görmesi yasaklanıyor. Yaşadığı topraklar, kirli savaşın, faili meçhul cinayetlerin yaşandığı Kürdistan. Çocuklar son aylarda yaşanan kirli savaştan kaynaklı başka bir dilde de olsa eğitim hakkından(!) mahrum bırakılıyor. İleride yaşamını belirleyecek olan TEOG sınavına bile giremiyor. Sokağa çıkma yasaklarıyla burjuva hukuku bile ayaklar altına alınıyor. Okulları cephaneliklere ve karargâhlara dönüştürerek, yoksunluklarla ve yoksulluklarla büyümüş Kürt çocukları okulsuz bırakılıyor. Üç gün işe gelmeyen kamu emekçisini mazeretsiz işten atma tehdidi savrulurken mazeretsiz ve süresiz iş yerleri kapatılıyor. Eğitimde fırsat eşitliği yalanı ile kandırılan eşitsizliğin normalleştiği bir ülkede bu eşitsizliklerin ürünü olan açık öğretim ortaokulu ve lise sınavları bile onlara çok görülüyor. Bu sınavlara giren kişilerin çoğu ya erken yaşta işe gitmek ya da çocuk gelin olmak zorunda olduğunu bile bile. Kürt çocuğu olmak burjuva ikiyüzlülüğüne maruz kalmak için yeterli bu ülkede. Çocuk bayramı olan tek ülke olduğunu iddia eden bu ülkede son birkaç ayda kırktan fazla Kürt çocuğu sokak ortasında katledildi. Konu onlar olunca her türlü hak ve hukuk ayaklar altına alınmakta. Çünkü onlar devlet için potansiyel suçlu ve yılanın başını küçükken ezmek gerekir! Onların küçük bedenleri ve zihinleri ezilirken biz oradaydık ve sustuk! Bir de bunların yanı sıra her gün tâbi olduğu asimilasyon da cabası. Asimilasyonun en büyük silahı eğitim sistemi. Eğitim sisteminin parçası olan öğretmenler olarak asimilasyona göz yumduk, bizzat uygulayıcısı olduk. Ben bir öğretmenim. Bir tarih öğretmeniyim. Yalan tarihin yalancı aktarıcılarından biriyim. İslam tarihi anlatıyorum; Alevileri, Hristiyanları, Ezidileri yok sayarak. Anlatıyorum Anadolu’nun nasıl Türkleştirildiğini. Anlatıyorum; Anadolu’ya Orta Asya’dan geldik. Akınlar düzenledik, kılıçla aldık buraları. Anadolu’nun Türkleştirilmesi - Müslümanlaştırılması bizim akınlarımız sayesinde oldu. Geldiğimizde kimlerin olduğu mühim değil, biz geldik ve artık buralar bizim. Konuyla ilgili sorular soruyorum, cevaplamak için yarışıyor çocuklar, Kürt çocukları da diğerleriyle birlikte bu yarışa katılıyor. Kitaptaki “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” adlı okuma parçasını okutmak isti-
12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ yorum, okutmadığım çocuklar küsüyor, neden bize okutmuyorsun diye, küsenlerin içinde Kürt çocukları da var. Anadolu’daki Kürtlerden, Ermenilerden, Alevilerden, başka milliyet ve inançlardan bahsetmiyorum. Onların tarihlerinden, dillerinden bahset-
miyorum. Bahsetmiyorum, Dersim’den, Zilan’dan, Lice’den, Çorum’dan, Sivas’tan, Roboski’den, Soma’dan, Suruç’tan, Ankara’dan, Ermeni kırımından. Anlatıyorum, Yavuz’u, Talat’ı, Sabiha’yı ve bilumum celladı. Anlatmıyorum onlara bu devlet neden çocuk öldürür. Neden bir halk acı çeker ve yok edilir. Bir halk on yıllardır nasıl direnir. Newroz nedir? Demirci Kawa kimdir? Anlatmıyoruz onlara gerçekleri ve cellatlarının tarihlerini öğretiyoruz yıllardır. Çocukları, hem de silahsız bir şekilde ve rızayla Türk-
leştirip-Müslümanlaştırıyoruz. Ve her gün bir devlet dersinde öldürüyoruz Kürt çocuklarını silahsız ve sinsice. İçim acıyor. Kendisinin yaşam alanını ele geçiren bir devletin tarihini onlara öğrettiğim için utanıyorum. Her dersin sonunda kendimden uzaklaşıyor kendime yabancı hissediyorum kendimi. Öfkeleniyorum kendime, ama aslında sisteme, eğitimine ve tüm külliyatına. Öfkemi kuşanıyorum. Sonra “ben tek başıma ne yapabilirim, bir şey yapmak için örgütlü bir güç olmak gerekir” diye avutuyorum kendimi. Bu yüzden kendimi, yaşamları acı içinde olan Kürt çocuklarının yaşadıklarından kaynaklı suçlu hissediyorum. Bekliyorum, “Maveraünnehir nereye dökülür?” sorusunu sorduğumda, arka sıradan bir çocuğun “Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir” tek ve doğru cevabını vermesini. Ve binlerce öğretmenin öfkeyi kuşanıp mücadele etmesini bekliyorum. Dilim varmıyor söylemeye ama suçun çoğu bizim. Suçluyuz, onlar öldürülürken sustuğumuz için. Suçluyuz, haklı olan taleplerini desteklemediğimiz için. Suçluyuz, anadilinde eğitim hakkını savunmadığımız için. Suçluyuz, onları sistematik asimilasyona maruz bıraktığımız için. Suçluyuz, kirli savaşa dur demediğimiz için. Suçluyuz halkların eşit, özgür, gönüllü birlikteliğini savunmadığımız için. Bugün Kürt halkının direnişine omuz vermek suçlarımızdan arınmak için tek seçeneğimiz. Arınmak için direnişi bulunduğumuz alanlara taşımalı ve büyütmeliyiz.
Bir eğitim emekçisi
OCAK - ŞUBAT 2016
13
Savaş ekonomisi emekçileri vuruyor
2000’li yılların başında tırmandırılan Ortadoğu gerilimi ve son olarak Suriye bataklığı ile savaşın fiilen içine sürüklenen Türkiye, emperyalizme uşaklıkta sınır tanımıyor. Suriye’de patlak veren ve halen devam etmekte olan kirli savaşın yükü emekçilere ödetilmek isteniyor. Geçtiğimiz Kasım ayında yapılan genel seçimlerle birlikte ezici bir çoğunlukla iktidara gelen AKP hükümeti, yeni döneme ilişkin hükümet programını açıkladı. Bütçe yatırımlarının silahlanma ve askeri saldırıların devam etmesi yönünde kullanılacağını ilan etti. Böylece işçi ve emekçilere savaş ve zulümden başka hiçbir şeyi reva görmeyeceğini açıklamış oldu. AKP’nin, gerek ideolojik, gerekse de moral olarak tek parti iktidarı olabilme umuduyla dile getirdiği “asgari ücret” vaadi işçi ve emekçilerde büyük bir beklenti yaratmış, sermaye ile çeşitli pazarlıklar sonucunda eni sonu 1300 liralık asgari ücretin geçerli olacağı, burjuva basında bir bayram havasında sunulmuştur. Ancak asgari ücret kararı daha duyurulur duyurulmaz ve henüz asgari ücretliler zamlı maaş almadan, devlet tarafından doğalgaz, elektrik, sigara, köprü ve yollar, zorunlu trafik sigortası v.b. envai çeşit ihtiyaç maddesine zam yağdı. Muhalefetin zamlara karşı yükselttiği tepki ise zamların “istikrar ve ekonominin işlevinin korunması için” zorunlu olduğu söylemi ile yanıtlandı. Yani asgari ücret zammının işçi sınıfında yarattığı heyecan, zamların etkisiyle hızla sönümlenmeye başladı.
oluşturulan baskı ekonomisidir. İşte bu savaş ekonomisi, Suriye’deki emperyalist savaşın yarattığı silah harcamaları ve AKP iktidarının bu savaşta beslediği cihatçı çetelere yaptığı yardımların faturalandırılmasının adıdır. Diğer taraftan ise gerici iktidar, bu savaşın yarattığı hoşnutsuzluğu, yoksulluğun ve işsizliğin yarattığı tepkiyi, dinsel ve etnik kimlik üzerinden gölgelemeyi başarmıştır. Savaşın toplumlar üzerinde yoksulluk, zulüm ve baskıdan başka bir şey getirmeyeceğini de bugün Kürdistan’da yaşanan kirli savaştan da görmek mümkündür. Kürt halkının kendi kaderini çizmeye ve geleceğini örmeye başladığı bir dönemde, faşist iktidar çözüm masasının devrildiğini ilan ederek Kürt illerine toplar ve tanklarla saldırıya geçmiştir. Bu saldırısını ise “hendekler ve terörü destekleyenleri kökünden temizleyeceğiz” söylemiyle beslemektedir. Bugün işçi ve emekçilerden; gerek Suriye’de yaratılan emperyalist savaşı, gerekse de “terörle mücadele ve istikrar” söylemiyle savaş ve saldırganlığı desteklemeleri istenmektedir. Kirli savaşın yarattığı ekonomik bilanço, yoksul halklara ödetilmek istenmektedir.
Doğaldır ki ekonomi ve istikrarın işlevinin korunmasını sadece zamlarla savunmaya çalışanlar, savaş ekonomisinin de savunucusudurlar. Savaş ekonomileri tarihte sınıf savaşımlarının yükseldiği ve sömürücülerin iktidarları paylaşma, yeniden inşa etme süreçlerinde ustaca kullandıkları bir silahtır.
“İstikrar” sözü gerçekte yalnızca “sömürüde ve sömürücülerin iktidarında istikrar” anlamına gelmekte, işçiler, emekçiler ve halklar açısından ise katmerli sömürü ve zulümden başka bir anlamı bulunmamaktadır. İşte tüm bu düzeni ayakta tutan savaş ekonomisine, savaş düzeninin yarattığı yoksulluk ve zulme karşı, kendi sınıfsal taleplerimizle ayağa kalkmalıyız. İnsanca yaşanacak bir düzen için mücadeleye girişmeliyiz. Savaşın yarattığı yükü kapitalistlere ödetmek için okulda, fabrikada, tarlada ve sokakta kendi taleplerimizi haykırmalıyız. Bu sömürü düzenine karşı, emeğin düzenini kendi ellerimizle inşa edebilmek için mücadeleye atılmalıyız.
Savaş ekonomisi, sermaye birikiminin korunması ve emekçiler üzerinde katmerli sömürünün arttırılması için
Bir eğitim emekçisi
14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Özgür bir üniversite için mücadeleye* Bulunduğumuz coğrafyada başta Suriye meselesi olmak üzere, Rusya krizi, mülteci sorunu, Kürt sorunu, anayasa değişikliği, asgari ücret artış planları ve en son ortaya çıkan Irak krizi gibi iç ve dış gelişmeler ile birlikte iktisadi, sosyal ve siyasi çok yönlü kriz koşulları ve oldukça karmaşık bir süreç yaşanmaktadır. Derinleşen kriz koşullarında hükümetin saldırganlığı da gittikçe artmaktadır. Toplumun tüm emekçi kesimlerine ve hatta düzen içi muhalefete uygulanan bu devlet terörü kendisini YÖK protestolarında da ortaya koymuştur. Bu bağlamda devletin kolluk güçleri, emperyalist savaşa, saldırganlığa ve geleceksizliğe karşı 6 Kasım YÖK’ün kuruluş yıl dönümünde alanlara çıkan öncü-ilerici ve devrimci öğrencilere, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde azgınca saldırmış ve gençliğin sesini boğmak istemiştir. 6 Kasım sonrası gerek Ankara’da Üniversitesi’nde yaşanan faşist saldırılarda ve gerekse İstanbul Üniversitesi’ndeki İslamcı faşistlerin saldırılarında kolluk kuvvetleri özel bir rol oynamıştır. Bu saldırıları gerçekleştiren grupların bir kısmı, üniversitelere “belirsiz bir şekilde” dışarıdan sokulmuşlar ve maskelerle saldırıları gerçekleştirmişlerdir. İslamcı ve faşist grupların gerçekleştirdiği bu saldırılarla yaratılmak istenen “kamplaşmayı” bahane eden kolluk kuvvetleri, kampüslerin içerisine adeta karargâh kurdular.
almasına rağmen seçilememiş, yandaş aday Mahmut Ak, rektörlüğe getirilmişti. Bu süreçte üniversite muhalefetini yan yana getirmeyi hedefleyen ve Eğitim-Sen’in de içerisinde bulunduğu, Demokratik Üniversite Girişimi adında bir platform kuruldu. Bu platformun kurulmasıyla öğrenciler, akademisyenler ve diğer üniversite bileşenleri çeşitli etkinlikler ekseninde yan yana geldiler. Bu platform, üniversitede yapmış olduğu panel, “öğrencime sahip çıkıyorum”, “benim rektörüm Raşit TÜKEL” vb. etkinliklerle iyi bir atmosfer oluşmasını sağladı. Zaman zaman alternatif dersler işlendi, üniversitelerdeki sorunlara dair forumlar yapıldı, üniversitede anlamlı birliktelikler kurulmaya başlandı. Demokratik Üniversite Girişimi’nin bütün bu çalışmaları sonucunda Raşit Tükel, yaklaşık 1200 akademisyenin oyuyla birinci aday olarak rektörlük sıralamasında yerini aldı. Ancak bu birliktelik seçim sonuçlarıyla birlikte sönümlenmeye başladı. Tüm bu saldırılar karşısında ne yapmalıyız?
Üniversite bileşenlerini yan yana getirme ve ortak mücadele yürütme hedefiyle ortaya çıkan Demokratik Üniversite Girişimi şimdi çok daha zorlu görevlerle karşı karşıyadır. Girişim, öğrenci gençlik üzerinde oluşturulan baskıyı kırmak; üniversiteyi, Faşist saldırılar ve İstanbul Üniversitesi örneği karargâh haline getiren polis kuşatmasından kurtarmak; geleceğimize sahip çıkıyoruz şiarı ile yeniden Yukarıda bahsettiğimiz 6 Kasım YÖK protestola- mücadele yol ve yöntemlerini tartışmak, üniversiterında ayağa kalkan İstanbul Üniversitesi öğrencile- lerdeki faşist saldırılara karşı birliktelikleri güçlendirrine polis azgınca saldırdı ve 50’ye yakın öğrenciyi mek ve büyütmek sorumluluğuyla karşı karşıyadır. gözaltına aldı. Daha sonraki günlerde ise üniversite Bizler üniversitelerde öğrenci gençlik ve üniversiteiçerisine yerleştirilmiş sivil polisler tarafından koru- lerin bütün bileşenleri ile ortak mücadele edersek, nan İslamcı faşistler, afişler ve afişlerde kullanılan polis baskınlarını, keyfi soruşturmaları ve işten atsöylemleri bahane ederek saldırmaya başladılar ve maları püskürtebiliriz. öğrencilerin tok tutumu sayesinde geri püskürtüldüSosyalist Kamu Emekçileri ler. Ancak hem özel güvenlik ve polis işbirliğiyle üniversiteye sokulan İslamcı faşistlerin saldırıları hem de polisin saldırıları günlük provokasyonlar eşliğinde dersliklere ve amfilere kadar yayıldı. Kampüslerde öğrenci avına çıkan, dersliklere izinsiz ve rastgele giren polis, derste bulunan akademisyenleri tehdit etmekte, daha da ileriye giderek “Hoca falan dinlemem sana soruşturma açtırırım” gibi ifadelerle, akademisyenleri de baskı altına almaya çalıştı. İstanbul Üniversitesi’ndeki saldırıları işlemişken, geçtiğimiz yıl yapılan rektörlük seçimlerine de değinmek gerekiyor. Üniversitelerde 4 yılda bir yapılan rektörlük seçimlerinde, muhalefetin adayı Raşit Tükel, AKP yandaşı Mahmut Ak’tan daha fazla oy *Bu yazı 14.12.2015 tarihinde Kızıl Bayrak gazetesinin internet sitesinde yayınlanmıştır.
Sömürü ve Savaş Düzenine Karşı
DİRENMEK YAŞAMAKTIR
Yaklaşık iki yıldır faaliyette olan Kamu Emekçileri Forumu düzenli yaptığı toplantılarla çalışmalarına devam etmektedir. Kamu emekçilerine yönelik saldırıların değerlendirildiği ve saldırılara karşı mücadele olanaklarının tartışıldığı forum, burada ürettiği politikalarla sendikalar üzerinde basınç oluşturmayı hedeflemektedir. Forum, aynı zamanda kamu emekçileri için bir platform, bir taban inisiyatifi olma hedefine dönük çalışmalarını yürütmektedir. Tüm kamu emekçilerini foruma güç katmaya çağırıyoruz. e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu
Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri
Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 54 * Fiyatı: 25 Kr * OCAK 2016 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, iki ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92