KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!
Kamu Emekçileri Bülteni İki aylık bülten * Sayı 52 * Eylül -Ekim 2015
İHANET VE SATIŞ SÖZLEŞMESİ İMZALANDI
H
ükümetle Memur-Sen arasında önümüzdeki iki yılı kapsayacak olan satış sözleşmesi imzalandı. Sözleşmede zam oranları, % 6+5 ve % 3+4 şeklinde belirlenirken, öğretmenler için tutulan nöbetin ücretlendirilmesi, sağlık çalışanları için döner sermaye tavan oranlarının yükseltilmesi ve hafta sonu yapılan sınav görevlendirmelerinde alınan ücretlerin
arttırılması gibi maddeler yer aldı. 4-C çalışanlarının kadroya alınması hasıraltı edilirken, bu kesimin ücretine 150 TL ek ödeme yapılması kararlaştırıldı. Sözleşmede, ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması gündeme dahi alınmadı. Ayrıca sözleşmede, enflasyon farkının “yüksek çıkması halinde” yansıtılacağı gibi muğlak bir ifade de yer aldı.
Sınıf mücadelesinde yeni bir adım, güçlü bir soluk...
Okullar açılırken 2
Savaşlar ve üç farklı eylül!
Bir ölür, bin diriliriz !
14
Sahte barış, kirli savaş
5
12
Yeni bir mücadele yılı bizi bekliyor
7
İhanet ve satış sözleşmesi imzalandı 8
11
2
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
OKULLAR AÇILIRKEN: KAOS, KADROLAŞMA, ÖZELLEŞTİRME, GÜVENCESİZLEŞTİRME… Bugün eğitim çok yönlü kaotik bir görünüm sergilemektedir. Bu kaotik görünümün arkasında ise, eğitimin piyasalaştırılması ve güvencesizleştirme politikaları devreye sokulmaktadır. Toplumun tamamını ilgilendiren ve dolayısıyla devasa bir pazar hacmine sahip olan eğitimin özelleştirilmesi ve alabildiğine sermayenin karlı yatırım alanlarına dönüştürülmesi, sermaye partilerinin tamamının hemfikir olduğu temel bir politikadır. Kaos bilinçli yaratılmaktadır ve toz duman içinde hedef politikalar, adım adım hayata geçirilmektedir. Ekonomik ve özlük haklarda büyük kayıplar: Memur-Sen’in imzaladığı ihanet sözleşmesinin üzerinden iki yıl geçti. Bu sözleşmede kamu emekçileri ilk defa enflasyon farkı almamış, ücretlere yapılan 123 TL’lik zam ise kısa bir sürede tuzla buz olmuştu. Kamu emekçilerinin özlük haklarıyla ilgili hiçbir sorunun görüşülmediği sözleşmede, özlük haklar bakımından da büyük kayıplar yaşanmıştı. Bu sene önümüzdeki iki yılı kapsamak üzere hükümetin ilk önerisinin % 4+4 ve % 3+4 olduğu ve bu önerinin üzerinde yapılan küçük küçük artışlarla mücadeleci-kahraman Memur-Sen imajının yaratıldığı yeni bir sözleşme yürürlüğe konmuştur. Bu sözleşme, ne geçmiş yıllardaki ne de önümüzdeki iki yıllık süreçteki ekonomik kayıpları giderebilecek durumdadır. Yapılan zamlar, sefalet koşullarının katmerleneceği bir duruma işaret etmektedir. Ekonomik kayıpların büyüklüğünün yanında özlük hakların gittikçe tırpanlanması yer almaktadır. Kadrolaşma hemen hemen tamam: Hükümet eğitimde büyük ölçüde kadrolaşmayı sağlamıştır. Milli Eğitim Temel Kanunu’yla kendisine yasal kılıf hazırlayan hükümet, milli eğitimde tepeden tırnağa kadrolaşmaya gitmiştir. Hükümet, Milli Eğitim müdürlüklerinde kadrolaşmayı sağladıktan sonra silsile halinde okul müdür ve müdür yardımcılıklarında büyük kıyımı gerçekleştirmiştir. Binlerce okul müdürünün (Eğitim Bir-Sen’li olmayan) görevine son verildikten sonra, yeni seçilen yandaş müdürlerin yandaş müdür yardımcılarını, yasalara dayanarak(!), seçmesi ve bu tercihlerin yine zaten kadrolaşmış olan milli eğitim müdürlüklerince onaylanmasıyla kadrolaşma büyük ölçüde tamamlanmıştır. Milli eğitimin yönetim organlarında (okul ve yurt müdürlükleri, milli eğitim müdürlükleri vb.) kadrolaşmayı tamamlayan hükümet, şimdi de öğretmenler arasında yaygın bir kadrolaşmaya gitmenin hesabını yapmaktadır. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan stajyer öğret-
menlere stajyerliğin kaldırılması için mülakat yapılması ve iki yıl stajyerliği kalkmayan öğretmenin görevine son verilmesi kararı, öğretmen kadrolaşmasının yasal kılıfını oluşturmaktadır. Hükümet, bu sene bu kararı uygulayamadı, fakat ilk fırsatta hükümetin bu yasaya dayanarak öğretmenler arasında büyük bir kadrolaşmaya gideceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Özel okullara teşvik, devlet okullarında para toplama: Anayasada temel eğitimin parasız ve zorunlu olduğuna yönelik yer alan açık ibareye rağmen bugün para toplanmayan devlet okulu bulunmamaktadır. Bu okullarda toplanan ve miktarı gittikçe artan paralar, gelinen yerde ücretleri gittikçe eriyen emekçi aileleri için çok büyük bir yük haline gelmiş bulunmaktadır. Milli Eğitim, kendisine ayrılan bütçeyi çeşitli teşvikler adı altında özel okul baronlarına peşkeş çekerken, devlet okullarını ödeneksiz bırakarak bu durumun oluşmasına yol açmıştır. Özel okullara kesenin ağzını sonuna kadar açan (özel kreşlere teşvikler, özel okullara öğrenci başı 2500-3000 TL teşvik, vergi indirimleri, arsa tahsisi vb.) milli eğitim, milyonlarca yoksul aile çocuğunun eğitim gördüğü devlet okullarını tamamen ihmal etmiştir. Kaynaksız kalan devlet okulları, her türlü ilkesizliğe ve tavize açık bir şekilde kaynak arayışına girişmektedir. Özel okulların hacmini dopingleme yoluyla büyütmeye çalışan hükümet, devlet okullarını itibarsızlaştırmayı da ihmal etmemektedir. Bu durumun eğitimde özelleştirme amacıyla gerçekleştirilen bilinçli bir tercih olduğunu söylemeye bile gere yok. Dershanelerin özel okullara dönüşmesi: Dershanelerin kapatılmasında hükümet gerekçe olarak, “paralelle mücadeleyi” öne sürmektedir. Fakat gerçekte dershanelerin kapatılması, özelleştirme politikalarının
3
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
ve eğitimde özel sektörü büyütmek çabalarının doğrudan bir sonucudur. Bir kere dershaneler, sınavlara (KPSS, LYS, YGS, TEOG vb.) hazırlık amacıyla ortaya çıkmışlardı. Sonuçta bu kurumların görevi, devlet okullarında okuyan öğrencilerin bir takım akademik eksikliklerini gidererek sınavlara hazırlamaktan ibaretti. Dolayısıyla bu kurumların varlığı, devletin eğitim gibi bir yükten kurtularak bu hizmeti, piyasaya teslim etme ve böylece özel sektör için karlı bir alan haline gitmeye yönelik politikalarıyla tam olarak örtüşmüyordu. Bu nedenle kamu okullarının eksikliklerini gideren, sınav rekabetiyle beslenen dershaneler yerine bu okulların tam olarak yerini alan Temel Lise benzeri okullar devletin eğitim hizmetinden kurtulmasında çok daha kestirme bir yoldu. Bu yasayla binlerce dershanenin özel okula dönüşmesi sağlanmış ve böylece özel okulların sayılarında belirgin bir artış yaşanmıştır. Temel Liseler, özel ilkokullar, kreşler: Devletin eğitimde özelleştirme politikaları, yaygın bir şekilde meyvesini vermeye başlamıştır. Bu sene başta İstanbul olmak üzere tüm yurtta temel liselerin reklamları bilboardları süslemektedir. Devletin burada tekrarlamaya gerek olmayan bin bir türlü teşvikiyle palazlanan özel okul sektörü, beraberinde yoğun bir rekabeti de getirmiştir. Kapitalizmde mutlak bir eğilimi ifade eden tekelleşme yasası daha şimdiden bu “sektörde” kendisini göstermeye başlamış, bazı eğitim firmaları(!) yaptığı büyük yatırımlarla ön plana çıkmıştır. Temel liselerle atılım yapan özel okul girişimcilerinin(!) hızla ilkokul ve kreşlere de el attığı görülmektedir. Burada da devletin bonkörce teşvikleri yine alabildiğine devam etmektedir. Eğitimde hızlanan emek yoğunlaşması: Performansa dayalı değerlendirme ve ücretlendirme: Milli eğitimde, uzun süredir internet üzerinden, öğrenci ve velilerin okul yönetimi ve öğretmenleri; öğretmenlerin birbirlerini ve okul yönetimlerini; okul yö-
netimlerinin öğretmenleri değerlendirdiği anketler yapılmaktaydı. Bu anketlerle ısınma evresini geçiren milli eğitim, ilk fırsatta performans kriterlerine dayalı bir ücretlendirmeye geçmeyi planlamaktadır. Hükümet, performansa dayalı değerlendirme ve ücretlendirmeyle, bir taşla iki-üç kuş vurmayı hedeflemektedir. Bir kere yandaş sendika üyelerinin, tıpkı müdürlük sınavlarında olduğu gibi bu performans değerlendirmelerinde de çok daha başarılı olacağından (!) hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Dolaysıyla yandaş sendikaya üye olmak yüksek performans sağlamak için önemli bir unsur haline gelecektir. Performansa dayalı değerlendirme ve ücretlendirmeyle, kamu emekçileri arasında zaten zayıflamış olan dayanışma tamamen ortadan kalkacak ve oluşacak yoğun rekabet ortamında kamu emekçileri, istenilen koşullarda, daha kolay denetlenip yönetilebilecektir. Rekabet koşulları, rekabette geri kalmak istemeyen emekçilerin meslek saygınlığını da hiçe sayarak kölece çalışma koşularına boyun eğmesini beraberinde getirecektir. Eğitim emekçilerinin iş yoğunluğu her geçen gün artarken, çalışma saatleri de telafi, takviye, kurs, seminer, etkinlik vb. adlar altında alabildiğine uzayacaktır. Özelleştirme-Güvencesizleştirme: Güvencesizleştirme, özelleştirmenin kaçınılmaz bir sonucudur. Özelleşen hizmet, doğrudan doğruya bir kar-zarar ve maliyet konusu haline gelmekte ve bir sermaye girdisine dönüşen emekçi, en ucuza mal edilmesi gereken bir unsura dönüşmektedir. Devlet, özelleşen hizmetlerin karlılığının yükselmesi amacıyla, bu hizmet sektörlerinde çalışan emekçilerin haklarını alabildiğine tırpanlayarak sermayeye en kullanışlı haliyle sunmak istemektedir. Özelleştirme kıskacındaki eğitimde de emekçiler böylesi bir politikanın girdabı içine sokulmuş bulunmaktadır. Özelleştirmenin bir boyutunu özel eğitim kurumlarına yapılan teşvikler oluştururken diğer boyutunu güvencesizleştirme oluşturmaktadır.
4
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Atanamayan öğretmenlerin, ücretli ve güvencesiz çalışan eğitim emekçilerinin durumunda değişen bir şey yok: Devlet, eğitim fakültelerinde yetişen yüzbinlerce eğitim emekçisini özel okulların vicdanına terk etmiştir. Hiçbir güvencesi olmayan bu emekçiler, haftada 60 saate yakın çalıştırılmaktadır. Eğitimde yedek iş gücünü oluşturan yüzbinlerce atanamayan öğretmen, çalışan bu kesimin ücret ve hakları üzerinde doğrudan bir basınç oluşturmaktadır. Dolaysıyla eğitim emekçisinin çalışanı da çalışmayanı da ölüsü de dirisi de para etmektedir. Hükümetle işbirlikçi Memur-Sen arasında yürütülen görüşmelerde atanamayan öğretmenlerin durumu görüşme konusu dahi yapılmazken; sayıları yüz bine yaklaşan sözleşmeli ve güvencesiz çalışanların durumu hasıraltı edilmiştir. Her seçimde popülist bir vaat olarak gündeme gelen, atanamayan öğretmenlerin atamasının yapılması ve güvencesizlerin kadroya alınması vaadi, seçimden sonra en çabuk unutulan vaat olmuştur. Sınavlarda yaygınlaşan rezalet ve bir kadrolaşma yöntemi olarak mülakat: Gerek ÖSYM ve gerekse milli eğitim tarafından yapılan sınavlar, gittikçe birer skandala dönüşmektedir. Geçen sene yaşanan TEOG rezaletinden sonra bu sene KPSS sınavında 12 sorunun yanlış çıkması, gittikçe büyüyen bu rezaleti açıkça ortaya koymaktadır. Sorun bununla da sınırlı değildir, cinsiyetçi vurgular içeren, toplumdaki farklı inançlara karşı geliştirilmiş ön yargıları kaşıyan ve inanç ayrımcılığını ifade eden soru tipleri de her geçen gün yaygınlaşmaktadır. Hemen her sınavda, sınav sorularının cevaplarının yüzlerce hatta binlerce kişinin eline geçiyor olması da cabası. Bu durum, şüphesiz tesadüf değildir. Sınavlarda yaratılan şüphe ve belirsizlik, hükümetin kadrolaşma ihtiyacına dönük oluşturduğu bilinçli bir durumdur. AKP hükümeti, gittikçe yaygınlaştırdığı mülakat uygulamaları karşısında sınavları anlamsızlaştırmaya ve dolaysıyla gereksizleştir-
meye çalışmaktadır. Sınavlarda gerçekleşen bu türden “hatalar(!)”; bunun sonucunda oluşturulan İtibarsızlık ve kaos, hükümete kadrolaşma için gerekli olan sisli havayı yaratmaktadır. Eğitimde dincileşme: Bir yandan çok sayıda imam hatip okulları açan hükümet, diğer yandan normal okulları imam hatip okullarına çevirerek bu okulların sayısını alabildiğine arttırmıştır. Okullarının birden bire imam hatibe dönüştüğünü gören velilerin tepkisi ise, ya görmezden gelinmiş ya da “inancımızı öğreniyoruz” demagojisi eşliğinde ve polis marifetiyle bastırılmıştır. Bu uygulamayla hükümet, aynı zamanda başta Aleviler olmak üzere, toplumdaki farklı inanç kesimlerini hiçe saymıştır. Buradaki asıl kurnazlık ise imam hatip okullarını bitiren kişilerin diyanete atandıktan sonra buradan diğer kuramlara geçiş yapması ve bu geçişlerle sürekli boşalan yerlere diyanetin sürekli yeni kadrolar almasıdır. Böylece hükümet imam hatipleri kadrolaşmanın bir ayağı olarak kullanmaktadır. Sonuç: Okullar açılırken, eğitim emekçileri ve eğitim hizmetinden yararlanan kesimler, özelleştirme, piyasalaştırma ve güvencesizleştirme politikalarının çok yönlü sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Bu politikalar, toplumun büyük bir kısmını etkilemektedir. Bu aynı zamanda eğitimin, toplumda artık en uç noktalara varmış olan sınıfsal farklılaşmaya uygun hale getirilmesi anlamına da gelmektedir. Bunun toplumdaki somut karşılığı, paran kadar eğitimken; eğitim emekçilerindeki karşılığı ise her türlü güvenceden yoksun kölece çalışma ve yaşam koşullarıdır. Bu duruma son verilmesi ise tıpkı diğer toplumsal sorunların çözümü gibi emekçilerin birleşik eylemli müdahalesinden geçmektedir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
5
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
SAVAŞLAR VE ÜÇ FARKLI EYLÜL...! EKİM UMUTCAN
Yazı başlığının ilk elden çağrıştırdıkları ve düşündürdükleri dile getirilmek istenirse neler söylenebilir? Bu soru bağlamında yazı başlığının ilk bölümü için verilebilecek ilk yanıt; insanlar, bugüne kadar türlü türlü savaşlar içinde yer almış ve bu savaşların doğurduğu olumlu ya da olumsuz sonuçlardan paylarına düşeni yaşamış ve yaşamaya da devam etmektedirler. Sözgelimi dünya çapındaki emperyalist savaşlar, bölgesel savaşlar, dinsel savaşlar, etnik temelli savaşlar ya da ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist kurtuluş temelli iç savaşlar v.b gibi. Yazımızın başlığının ikinci kısmı ‘ÜÇ FARKLI EYLÜL’ yani ÜÇ FARKLI BARIŞ kavramının çağrıştırdıkları ve düşündürdüklerini ise tarihsel bir bilgi niteliğinde dile getirmek mümkündür. “Dünya Barış Günü (İngilizce: International Day of Peace, Fransızca: Journée internationale de la paix) - 21 Eylül tarihinde kutlanıyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü Salı gününü’nü ‘Uluslararası Barış Günü’ ilan etmiştir. Yıllar sonra Genel Kurul’un 7 Eylül 2001 tarih ve A/ RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül’ü Barış Günü olarak kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler, Barış Günü’nde, dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlıyor. Her 21 Eylülde, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki ‘Barış Çanı’ çalınıyor. Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılan bu çan, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretilmiştir. Çanın üzerine, ‘Çok Yaşa Mutlak Barış’ yazısı kazınmıştır.” (Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi) Bu, kapitalist batı dünyasının Eylülü ya da barış günüdür. Kapitalist dünya için barış, iki savaş arasında bir mola ya da soluklanma anlamına geldiği için, kapitalist dünya; bugüne kadar yaptıklarıyla barış çanının üzerine kazıdığı “Çok Yaşa Mutlak Barış” hedefine ulaşamamıştır. Görünen o ki, bundan sonra yapacaklarıyla da söz konusu hedefe ulaşamayacaklardır. Bir diğeri, “Eskiden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek ikinci dünya
savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü ‘Dünya Barış Günü’ olarak ilan etmiştir. SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra hiçbir ülke 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutlamamıştır.” (Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi) Bu da o dönemki sosyalist dünyanın Eylülü ya da barış günüdür. Görünen o ki, sosyalist dünyanın o tarihsel konjonktürde ve o tarihsel koşullarda yaptıkları da hedefin kalıcı hale getirilmesinde yeterli olamamıştır. Üçüncü Eylül ya da barış günü ise Sovyet döneminden miras alınarak, dünya emekçilerinin ve yoksul halklarının reformizmin etkisinde kutlaya geldikleri “1 Eylül Dünya Barış Günü”dür. Türkiye’de de dünya barış günü 1 Eylülde kutlanıyor. Çünkü Türkiye emekçi sınıflarının ve yoksul halklarının da barış diye bir sorunu var. Peki, Türkiye halkları, yaklaşmakta olan 1 Eylül Dünya Barış Gününü nasıl bir atmosferde kutlayacak? Dahası bu tarihsel koşullarda Türkiye emekçi sınıfları ve halkları barış sorununa nasıl yaklaşmalıdır? Daha da önemlisi, Türkiye’de gerçek, kalıcı ve onurlu bir barışın gerçekleşme koşulları nelerdir? Meramımızı daha açık-seçik ve daha somut bir şekilde dile getirebilmek için son bir soru: Mevcut koşullarda Türkiye düzleminde Türk ve Kürt emekçi sınıflarının, kirli savaş konusunda uzmanlaşmış ve bu kirli savaşı geleneği haline getirmiş “Homo Erectus Cumhuriyeti” ( Kaynak: Markopaşa, facebook. M. Üstün) ya da “Homo Erectus Diktatörlüğü”yle barışmaları mümkün müdür? Bu sorduğumuz son soruyu, ilk bakışta okuyuculara çelişkiliymiş gibi gelebilecek; Bu “Homo Erectus Diktatörlüğü”yle barışmak hem mümkündür hem mümkün değildir şeklinde yanıt verilebilir. Evet mümkündür, eğer bir toplumun ya da o toplumu oluşturan katmanların toplumsal belleği zayıfsa diğer bir ifadeyle söz konusu toplum unutkan, uyuyan bir toplumsa ve böyle bir toplumda görevi uyuyanları uyandırmak, toplumsal belleği canlı tutmak olan öncü, ilerici ve devrimci güçler henüz örgütlü müdahale etme ve yönlendirme olanakları bakımından bir yeterliliğe sahip değillerse barışmak (!?) mümkündür. Doğaldır ki bu durumda “barış”, “barış süreci” ya da “çözüm süreci”, “Homo Erectus Diktatörlüğü”nün yürüttüğü kirli savaşı perdeleyen argümanlardan öte bir anlam taşımaz.
6
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Yok eğer o toplumun emekçi sınıfları ile yoksul halkları tarihsel bir bilince sahipse ve toplumsal belleği güçlüyse, sözgelimi Kemalist Hükümetin “daha cumhuriyetin hemen başında bu topraklarda işgale karşı verilen mücadeleye destek olmak için gelen Mustafa Suphi’yle birlikte 15 komünisti Karadeniz’de katlettiğini ve Mustafa Suphi’nin aynı zamanda yoldaşı, eşi olan kadını genelevlere sattığını unutmamışsa… Devletin Ermeni halkına soykırım uyguladığını; Dersim’i yaktığını ve Munzur’un derelerinden günlerce kan aktığını unutmamışsa; 6-7 Eylül’de zulüm estirdiğini, Sabahattin Ali’nin katlini ve kanlı infazların Vedat Demircioğlu cinayetiyle hız kazandığını unutmamışsa; 16 Mart’ta Bahçelievler’de, devrimcilerin ve aydınların öldürüldüğü kanlı pusularda, sokak infazlarında katilin robot resminin T.C olduğunu hafızasına kazımışsa; Deniz’i, Yusuf’u ve Hüseyin’i astığını, Sinanları, Ulaşları, Kızıldere’de Mahirleri katlettiğini, İbrahim’i işkencehanelerde parça parça ettiğini unutmamışsa; Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta ve 77 1 Mayısında, grev çadırlarına saldırılarda aynı karanlık odaklar olduğunu belleğine yerleştirmişse… 12 Eylül ile birlikte artık her günü kanlı bir bayram yerine çevirenleri, “Netekim”, “asmayıp da besleyecek miyiz?” diyenleri; idam sehpalarında yargılı, sokaklarda yargısız infazlarla, kaçırıp kaybettikleriyle ve düzenlerini kanla besleyenleri unutmamışsa; bu homo erectus sermaye devletinin Sivas’ta yaktığını, Gazi’de taradığını, Ulucanlarda, 19 Aralıklarda, Reyhanlı’da, Soma’da, Suruç’ta, Haziran Direnişi’nde ve daha birçok katliamda kanlı imzasının olduğunu unutmamışsa… Vaktiyle Kürt ulusunu “kurucu ulussunuz” diye kandırdıktan sonra Kürtleri önce Kürdistan mebusu olarak parlamentoya davet edenlerin sonrasında hani eşit koşullarda yaşayacaktık diyen Kürt halkının isyanlarını kanla bastıranları unutmamışsa; İstiklal mahkemelerinde binlerce kürdün asıldığını unutmamışsa; Kürt kimliğini, kültürünü yasaklayanları ve “Tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek mezhep” tekerlemesi ile “dahiyane buluşlar”a(!?) imza atanları unutmadığı sürece; Kürtlerin evrimine yönelik faşist ve şövenist kafaların uydurduğu “Dağ Türkü”, “kart-kurt” safsatalarını kanıtlama cehaleti gösterenleri unutmamışsa… İmha ve inkârdan sözde çözüm sürecinde bile vazgeçmeyenleri; adları eşkıyaya, kaçakçıya çıkan bir halka yaşam şansı tanımayanları, Kürt kadınlarına tecavüz edenleri unutmamışsa; Kestikleri gerilla başlarıyla poz vererek IŞİD canilerine ilham kaynağı olanları unutmamışsa; kulak koleksiyonu yapanları, Kürt halkına insan dışkısı yedirenleri, infaz başına para alanları ve çocukları, köylüleri öldürüp PKK’nin üstüne atan-
ları unutmamışsa; uyuşturucuyu bu ülkeye panzerlerle sokanları, para için her şeyi yapanları unutmamışsa… Lice’de defalarca katliam yapanları, Zilan’da, Güçlükonak’ta, Dersim’de, Newrozlar’da adı yasaklanan coğrafyayı kana bulayanları unutmamışsa; on binlerce Kürdü öldürdükten sonra asit kuyularına, garnizon bahçelerine gömenleri ve her yeri kayıplar mezarlığı yapanları unutmadığınız sürece; Kürt çocuklarını öldürmede İsrail ile yarışanları, 12 yaşındaki Uğur’u 13 kurşunla, babası ile birlikte öldürenleri, gerçekten yavru bir ceylan olan Ceylan Önkol’un bedenini bombalarla paramparça edenleri ve bedeninin her bir parçasını annesinin eteğine toplatanları unutmamışsanız, unutamamışsanız… Yüzlerce askerin, polisin, gardiyanın ve devlet görevlisinin tecavüzle yargılanmasına rağmen bir tekine bile ceza vermeyenleri unutmamışsa; Pozantı’da çocuklara akla gelmeyecek işkenceler, tecavüzler yapanları ve sadece bunu haber yapan gazetecileri hapse atanları unutmamışsa… Ve ez cümle, bugüne kadar alçakça bir kirli savaş yürüterek bütün bu insanlık suçlarını işleyen “Homo Erectus Diktatörlüğü” ile yani sermaye devletiyle barışmak mümkün değildir. Aslolan ve yapılması gereken konusunda Lenin’i dinlemenin tam zamanı: “Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar. Sosyalistler, burjuva siyaset adamlarının, ulusların özgürlüğü üzerine söylevler vererek insanları aldatmalarına fırsat vermemeli, ezen ulusların halk yığınlarına, öteki ulusların ezilmesine yardım ettikleri ve o ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü tanıyıp yüce tutmadıkları sürece, kendilerinin özgürlüğe kavuşmayı beklememeleri gerektiğini anlatmalıdırlar. Barış sorunuyla ulusal sorunda, emperyalist siyasetten farklı olarak, bütün ülkelerde güdülecek sosyalist siyaset budur. Bu tutumun, birçok durumda, devlete ihaneti cezalandıran yasalarla uyuşmaz olduğu, onlara karşı düştüğü doğrudur, ama ezen ulusların hemen hemen tüm sosyalistlerinin utanmazca ihanet ettikleri Basel kararıyla da uyuşmaz olduğu, ona karşı düştüğü de doğrudur. Seçim, sosyalizmle, Joffre’nin ve Hindenburg’un yaptığı yasalara boyun eğme arasındadır; devrimci savaşımla emperyalizme kölelik arasındadır. Orta yol yoktur. Proletaryaya en büyük zararı, ‘orta yol’ siyasetinin ikiyüzlü (ya da duygusuz) mimarları veriyor.” (Kaynak: Kızıl Bayrak, Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete. Sayı: 2015/31)
TEMMUZ - AĞUSTOS 2015
7
BİR ÖLÜR, BİN DİRİLİRİZ! Her gün beş kadının katledildiği bir ülkede yaşamak, hele de bir kadın olarak yaşamak çok zor. Kadınlar, sokak ortasında öldürülüyor. Hem de devletten koruma talep ettiği halde. Kadınları korumakla görevli olan kolluk güçleri, bizzat kendisi teslim ediyor cellatlarının eline. Bazen de yeri geliyor kendisi tecavüz ediyor ve katlediyor kadınları. Devletin kolluk güçleri böyle iken hukuk sisteminin de bunlardan geri kalır bir yanı yok. İyi halden, kravat takmasına kadar her ince detay dikkatlice incelenip katiller aklanıyor ya da az bir ceza ile paçayı kurtarıyor. Düşmanından intikam almanın araçlarından biridir feodal toplumlarda kadın bedeni. Modernleştiklerini söyleyen, ileri demokrasiden dem vuran bir ülkede hala kadın bedenin bir intikam aracı olması egemen güçlerin mayasının aynı olduğunu göstermektedir aslında. Sıkışan egemen güçler, ister feodal toplumda ister modern kapitalist toplumda olsun en rezil ayak oyunlarına ve katliamlara başvurmaktadırlar. Eğer bir de bu kadınlar mücadelenin ön saflarında ise her türlü kirli yol meşru görülmektedir. Türkiye’deki egemen güçler daha kurulma dönemlerinde bu kirliliğe bulaşmışlardır. Mustafa Suphileri bin bir türlü ayak oyunuyla Karadeniz’in azgın sularında boğdurtan eller, onun karısı ve yoldaşı Maria ’ya hayatı boyunca işkence etmişlerdir. Suphi ve yoldaşlarının ölümünden birinci derecede sorumlu olan adam tarafından, günlerce tecavüze uğramış başkalarına ‘hediye ’edilmiş ve bir eğlence sırasında katledilmiştir. Maria’nın yaşadıklarını düşünmek bile tüyler ürpertici. 1938 Dersim’de kız çocuklarının ana-babalarını, kardeşlerini gözlerinin önünde katleden devlet, bu kızları, kendi cellatlarına evlatlık olarak vermiş, kız çocukları üzerinden bir halk asimile edilmeye çalışılmıştır. Dersimin kayıp kızlarının öyküsü, devlet eliyle yapılan en büyük işkencelerden biridir. Diyarbakır zindanlarında hem de devlet eliyle Sakine CANSIZ şahsında, tüm Kürt kadınlarına işkence edilmiş, iradeleri teslim alınmaya çalışılmıştır. Nice yiğit kadın işkencelerden geçirilmiş, tecavüze uğramış, tecavüz sonucu düşmanın çocuğunu doğurmak zorunda kalmıştır. Yıllar önce Bosna’da bir Sırplı tarafından tecavüze uğrayan ve bunun sonucunda çocuk doğuran bir kadının hayatını anlatan ‘Sen Doğmadan Önce’ adlı bir film izlemiştim. Bu filmde yaşananlar, savaş yıllarında gerçekleşmiş bir olaydan esinlenilmişti. Savaşta bunların yaşanması bile bizi insanlığımızdan utandırırken ülkemizde yaşananlar, savaş günlerini aratmayacak cinsten. Kevser Eltürk (Evin Wan)yaşamını davasına adamış bir kadın savaşçı. Kürt halkının öncü-savaşçı kadınlarından biri. Kürt halkına karşı girişilen kirli savaşta yaşamını çatışarak yitirdi. Ancak düşman öldürmekle yetinmedi. Ölü bedeni üzerinden intikam almaya da kalktı. Belki de insanlığın en ilkel ahlak anlayışından bile geri olan bir an-
layışla. İnsan insanlığından utanıyor, utanmalı da zaten. İnsanlıktan nasiplenmemiş bu anlayış, Kevser’in ölü bedeninin fotoğraflarını sosyal medyada yayınlayarak faşist devletin çirkin yüzünü bir kez daha gösterdi. Bununla da kalmadı, Muş Valiliği, olayın kendisini soruşturmak yerine bu resmi çeken ve yayınlayanlar hakkında soruşturma açılmasına karar verdi. Yani sermaye devletinin bürokratı, durumun kendisinden değil de duyurulmasından rahatsız oldu. Her istediğinizi yapın ancak halk görmesin dercesine… Aradan bir kaç gün geçtikten sonra erkek gerilla bedenlerine, işkence edilmiş ve Türk askerleri kanlı çizmeleriyle ölü bedenlerin üzerinde poz veriyordu. Ortadoğu’yu kana bulayan IŞİD barbarlarının derslerini kimden aldığı belli. Kürt halkı bu zulmü, cumhuriyet tarihi boyunca yaşadı. Ancak her defasında kendini tekrar tekrar yarattı. Nice Kevserler, Zilanlar, Beritanlar, Arinler bu uğurda ölümsüzleşti. Bu devletin mayasında katliam vardır. Bu devlet, kendinden olmayan herkese düşmandır. Ermeni’ye Kürde, Süryani’ye, Alevi’ye, kadına, erkeğe en çok da muhalife düşmandır. Tüm varlığını onları susturmaya, pasifize etmeye, yok etmeye adamış bir devlettir. Her türlü ahlak ilkesinden yoksun kendi halkına savaş açmış bir devlet. Bu savaş ki, o var olduğu sürece de devam edecektir. Son süreçte devletin katliamcı yüzünün tekrar ortaya çıkmasıyla 90’lara mı dönüyoruz sorusu çokça sorulur oldu. Sermaye devletinin işleyişini bilenler bilir, sermaye, işine geldiğinde 90’lara da geri döner, kendi koyduğu yasaları da çiğner. İnsani değerlerin yerine, daha çok kar elde etme arzusu üzerine kurulu bir düzende ve bunun için insanın insanı sömürdüğü bir devlette insan olarak yaşamak mümkün değildir. İnsanlık, ya bu pisliğin içinde insanlığını yitirecek ya da bu kirli güçleri ortadan kaldırmak için savaşarak insanlığa ulaşacaktır. Bir yol ayrımına vardık çoktan. Ya yapılanlara sessiz kalıp utanç içinde yaşayacağız ya da kendimizi ve tüm insanlığı bu utançtan kurtaracak mücadeleyi seçeceğiz. İnsanlaşmak için mücadeleye!
Bir Eğitim Emekçisi
8
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
İHANET VE SATIŞ SÖZLEŞMESİ İMZALANDI
Hükümetle Memur-Sen arasında önümüzdeki iki yılı kapsayacak olan satış sözleşmesi imzalandı. Sözleşmede zam oranları, % 6+5 ve % 3+4 şeklinde belirlenirken, öğretmenler için tutulan nöbetin ücretlendirilmesi, sağlık çalışanları için döner sermaye tavan oranlarının yükseltilmesi ve hafta sonu yapılan sınav görevlendirmelerinde alınan ücretlerin arttırılması gibi maddeler yer aldı. 4-C çalışanlarının kadroya alınması hasıraltı edilirken, bu kesime 150 TL ek ödeme yapılması kararlaştırıldı. Sözleşmede, ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması gündeme dahi alınmadı. Daha ilk oturumdan itibaren toplu sözleşme görüşmeleri “ücret” maddesine sıkıştırılırken, hükümet adına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik başkanlığındaki Kamu İşveren Heyeti tarafından üç oturum boyunca ücret önerisi getirilmedi. Hükümet zam teklifini ancak 14 Ağustos’ta gerçekleştirilen dördüncü oturumda açıkladı. Bu oturumda hükümetin, %4+4 ve %3+3 zam önerisiyle gelmesi üzerine, Memur Sen temsilcileri Çelik’in konuşmasının ardından ayağa kalkarak, işveren heyetinin teklifini yeniden gözden geçirmesi temennisiyle diğer konfederasyonlara konuşma hakkı verilmeden “Cumanın feyzi ve bereketini almak” -yani Cuma namazına katılma- bahanesiyle toplantıdan ayrılmak istediklerini dile getirdiler. Bunun üzerine Bakan Çelik toplantıyı bitirmek istediklerini belirterek KESK ve Kamu Sen temsilcilerini dinlemeden toplantıdan Memur Sen heyetiyle
birlikte ayrıldı. Memur Sen, Cuma namazı bahanesiyle toplantıdan ayrılmasını “teklifin kabul edilemez olması karşısında alınan tutum” ve “masayı terk etme” olarak yutturmaya kalkmış, üstelik diğer iki konfederasyonu “masada kalmakla” suçlamış ve böylece pişkinlikte ne kadar ileri gidebileceğini ortaya koymuştur. Çalışma bakanını, fıtratları gereği, el pençe divan karşılayan Memur Sen temsilcilerinin böyle bir tutum sergilemesi, elbette danışıklı dövüşün ve önceden hazırlanan senaryonun bir parçasıydı. Memur Sen, yapmacıklığı, bayağılığı ve samimiyetsizliği ayan beyan ortada olan bu tutumu ile milyonlarca kamu emekçisinin zekâsını hiçe saymıştır. Hükümetin 17 Ağustos’ta gerçekleştirilen beşinci oturumda 2016 yılı için yüzde 5+4 ve 2017 yılı için yüzde 3+3 öneri getirmesi üzerine, kasanın açıldığını(!) ve dolaysıyla da masanın açıldığını öne süren mücadeleci konfederasyon(!) Memur Sen yetkilileri, müzakerelere devam edileceğini belirtmiştir. Hükümetin önceki önerisine göre ilk 6 ay için yalnızca yüzde 1’lik bir artış sağlayan bu yeni teklife Memur Sen’in alelacele böyle bir açıklamayla sahip çıkması, bu konfederasyonun fıtratında var olan işbirlikçiliği ortaya koymaktadır. Son görüşmede, zam oranlarını % 6+5 ve % 3+4 şeklinde öneren hükümet, sanki ortada bir pazarlık varmış ve bu pazarlığın sonucunda ve direngen(!) Memur-Sen’in bastırmasıyla oranlar artıyormuş gibi bir izlenim yaratmaya çalıştı.
9
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
İşbirlikçi yandaş Memur-Sen, bu toplu sözleşme görüşmelerinde en ucuzundan bir ortaoyunu sergilemiştir. Bu ucuzluk, AKP’nin en üst kadrolarından tabana doğru bir salgın gibi yayılmış olan ve taşıyıcısı yandaş medya olan bir politikaya dayanmaktadır. Her türden manipülasyon ve yalanla kitlelerin gözünü boyamak, bu politikaların esasını oluşturmaktadır. Memur-Sen’in sitesinde yer alan “Memur-Sen bastırdı, teklif yenilendi” başlığıyla yayınlanan haber bizlere, Sabah, Akşam, Yeni Akit vb. yandaş gazetelerin yayınladığı (Kabataş yalanı vb.) binlerce manipülatif haberi çağrıştırmaktadır. Yine Memur-Sen genel başkanının, toplu sözleşme görüşmeleri sırasında KESK yürütme kurulu üyesi Gülistan Atasoy’a kalkıp yer veren Lami Özgen’e “Sizin niyetiniz gerçekten kadınların haklarını savunmak olsaydı, devlet eliyle kadına uygulanan baskılara karşı çıkardınız.” şeklinde çıkışması, bu konfederasyonun, manipülasyonda, yalanda ve arsızlıkta ne kadar ileri gidebileceğini göstermektedir. Şüphesiz Memur-Sen, gelecek tepkilere karşı, “mücadele ettik”, “kabul etmedik”, “direndik” vb. cevaplar üretmek için, toplu sözleşme süreci boyunca bu tutumunu sürdürmüştür. Görüşmeler boyunca bir yanına işbirlikçi Memur-Sen’i alan hükümet diğer yanına da yeni Takrir-i Sükûn yasalarını almıştı. TİS günü toplanmaya başladığımız AŞTİ’de, daha arabalardan iner inmez başlayan polis müdahalesi, Çalışma Bakanlığı’nın önüne kadar sürdü. Hükümet, çıkardığı baskı yasalarını devreye sokarak, görüşmeleri kamu emekçilerinden arındırmayı ve böylece de kölelik koşullarını rahatça kabul ettirmeyi amaçlamıştır. Toplu sözleşme görüşmelerinde ilgi tümüyle zam oranlarında yoğunlaştı. Medya bu ilginin dağılmaması için özel bir çaba gösterdi. Bununla birlikte iki yıllık enflasyon farkları, ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması, eşit ücret vb. diğer ekonomik talepler hasıraltı edildi. Kamu emekçilerinin geçmişe dönük ciddi kayıplarının yanısıra, kadrolaşma, müdürlerin sürgün edilmesi, rotasyon, stajyer öğretmenlere mülakat yapılması, sözleşmeli personelin kadroya alınması, mobbing vb. özlük haklarıyla ilgili sorun ve taleplerinin hiçbiri gündeme getirilmedi.
Hükümet ve yandaş Memur-Sen, emekçilerin ilgisinin zam oranları üzerinde yoğunlaşmasını sağlayarak ekonomik ve özlük haklarla ilgili diğer kayıpları gözden kaçırmaya çalışmıştır. İlginin zam oranları üzerinde yoğunlaşması bu alanda bir mücadele verildiği anlamına gelmez. Hükümetle Memur-Sen, ya bir ortaoyunu eşliğinde sefalet zamları üzerinde anlaşacaklardı ya da bu oyunu biraz daha gerçekçi göstermek için Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvuracaklardı. Sonuçta ilki gerçekleşti. İşbirlikçi Memur-Sen’in bu kadar rahat davranmasında, KESK’in sürece yeterli ve doğru müdahalede bulunamaması önemli bir etkendir. Burada görüşmelerin tatil döneminde gerçekleştirilmesi tamamen tali bir durumdur ve görüşmelerdeki zayıflığı açıklamamaktadır. Her şeyden önce KESK, kamu emekçilerinin, ekonomik kayıplarının yanısıra, özelleştirme, kadrolaşma, güvencesizleştirme, esnek çalışma uygulamaları ve performansa dayalı ücretlendirme gibi uygulamalarla kıskaca alındığı, tüm haklarını kaybetmekle karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşen toplu sözleşme görüşmelerinin önemi noktasında bir netliğe sahip değildir. Bir kere görüşmeler öncesi -ki bu iki yıllık bir süreçtir-, hiçbir çalışma yürütülmemiş; kamu emekçileri kayıpları noktasında yeterince bilgilendirilmemiş; Memur-Sen’in ihanet sözleşmesinin etkili bir teşhiri yapılmamıştır. Toplu sözleşme görüşmelerini programsız, günü birlik ve rastlantısal politikalarla karşılayan KESK, mevcut zayıflığı bir takım çıkışlarla absorbe etmeye çalışmıştır. Toplu sözleşme görüşmelerinin yapılacağı gün Ankara’da oldukça zayıf bir katılımla gerçekleştirilen yürüyüş ve Lami Özgen’in toplu görüşmelerin yapıldığı toplantı salonunda yaptığı bir takım çıkışlar bu çabayı ortaya koymaktadır. Her geçen gün tabandan biraz daha uzaklaşan ve günübirlik politikalarla hareket eden, işin özü, gelişmelerin arkasından kontrolsüzce sürüklenen KESK, tabandan koptuğu oranda politik-öncü kadroların yorgun ve zorlama eylem ve çıkışlarıyla baş başa kalmaktadır. Lami Özgen Çalışma Bakanlığı’nın önünde gerçekleştirdiği basın açıklamasında, metal işçilerini örnek göstermiş, mevcut hükümetin geçici olması nedeniyle bu söz-
10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ leşmenin imzalanamayacağını belirtmiş ve görüşmelerin ertelenmesini talep etmiştir. Burada örnek gösterilen metal işçileri her türden bürokratik aygıtı saf dışı bırakarak fiili bir durum yaratmış ve grev yasağı karşısında boyun eğen sendika bürokrasisine nasıl mücadele verileceği noktasında iyi bir ders vermiştir. Metal eylemleri, gücünü kitleselliğinden ve yarattığı fiili-meşru durumdan almaktadır ve her şeyden öte doğrudan taban iradesine dayanmaktadır. Metal işçisine yön veren irade ise sınıf politikalarını esas almaktadır. KESK ise uzun süre önce, fiili meşru mücadele çizgisini ve taban iradesini terk etmiştir. Lami Özgen’in üzerinde durduğu, hükümetin geçici olmasının fazlaca bir önemi yoktur, sonuçta dönüp dolaşıp şu soruya gelinir: “Sen bu sürece ne kadar hazırlandın?” Eğer siz bir program dâhilinde taban dinamizmini harekete geçirmek üzere uzun soluklu ve sistemli bir çalışma yürütmemişseniz hükümet ister geçici olsun isterse de kalıcı, hiçbir kazanım elde edemezsiniz. Toplu sözleşme görüşmelerinin sendika bürokratlarıyla hükümet arasında gerçekleşen bir pazarlığa indirgenmesi ve emekçilerin görüşmeler boyunca, bu “yetkili kişilerin” arasında süren pazarlıkları edilgen bir şekilde izlemeye koyulmaları, sendikalara yerleşen bürokratik anlayışın doğrudan bir sonucudur. KESK’e hâkim anlayışlar, tüm uyarılara ve tepkilere rağmen, bürokratik anlayışın tabanda ve sendika organlarında kurumsallaşıp yaygınlaşmasını engellemek için hiçbir şey yapmamışlar, tam tersine, bürokratik anlayışı ve yarattığı sonuçları kullanarak sendika yönetim organlarını ele geçirmenin yoluna bakmışlardır. Pragmatik ve kısa vadeli çıkarlara dayanan bu politikalar, bir yandan bu bürokratik anlayışın konfederasyon bünyesinde ve emekçilerin bilincine yerleşmesine neden olurken, diğer yandan bu bürokratik anlayışı yerleştirdiği oranda gerisin geri dönüp sendikanın mücadele olanaklarını zayıflatmıştır. Lami Özgen’in görüşmeler sırasında diğer konfederasyonları “ortak eyleme” çağırması da bu bürokratik anlayışı açığa vurmaktadır. Sonuçta Lami Özgen, iş yeri iş yeri, bölge bölge, komiteler, meclisler ve birimler halinde örgütlenilmesi-
nin, tüm olanakların seferber edilmesinin ve KESK’in bütün kamu emekçilerini kucaklayacak ve tabanın iradesini esas alacak şekilde harekete geçmesinin çağrısını da yapabilirdi. Şüphesiz bu tercih, tıpkı on yıllardır yapılagelen tercihler gibi bir tesadüften ya da hatadan kaynaklı değil bir politik-ideolojik zemin ve tutumdan kaynaklanmaktadır. Bugün hükümetle Memur-Sen arasında oynanan ortaoyununa karşı etkili bir müdahalede bulunulamamasının gerisinde bu bürokratik anlayışın yarattığı tahribatın önemli bir etkisi bulunmaktadır. Gelinen yerde kamu emekçileri, çok yönlü saldırı politikalarıyla karşı karşıyadır. Şovenist Kamu-Sen bir tarafa bırakılacak olursa KESK, mevcut saldırı politikalarına cevap üretmekten ve toplu sözleşme ortaoyununu etkili bir şekilde teşhir etmekten son derece uzaktır. Saldırılar yoğunlaşırken sendikal mücadele zayıflamakta ve örgütsüzlük teslimiyeti ve çaresizliği beraberinde getirmektedir. Mevcut sendikal anlayış, kamu emekçilerini birer seyirci pozisyonuna düşürmüş ve dolayısıyla da mücadeleden koparmıştır. Kamu emekçileri, bu güvensizlik içinde kendini bireysel olarak koruma yoluna başvurmuş ve yandaş konfederasyonun sendikalarına sığınarak bu sendikaların üye sayılarının şişmesine neden olmuştur. Bununla birlikte güvencesizlik, özelleştirme, kadrolaşma ve ekonomik kayıplar, alabildiğine artmış ve tabanda büyük hoşnutsuzların birikmesine neden olmuştur. Çözüm, bir kez daha bürokratik sendikal çizgiyi aşan; taban örgütlenmelerini ve iradesini esas alan; tıpkı metal işçilerinin yaptığı gibi fiili-meşru mücadele çizgisinde hareket eden; komiteler, meclisler ve iş yeri organları biçiminde örgütlenen ve buradan alınan kararlara dayanan bir mücadele anlayışının hayat bulmasında yatmaktadır. Zaten süreç, böylesi bir anlayışın zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Gelinen yerde, bu anlayışı temel alan ve kamu hareketine öncülük edecek olan böylesi bir iradenin açığa çıkıp çıkmayacağı en esaslı sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Sosyalist Kamu Emekçileri
TEMMUZ - AĞUSTOS 2015
11
YENİ BİR MÜCADELE YILI BİZİ BEKLİYOR! Emekçi Kadın Komisyonları olarak 30-31 Temmuz ve 1-2 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz kamp önümüze koyduğu görevlerle sona erdi. Dört gün süren kampta; kadın sorunun tarihsel kökenleri ve ideolojik mücadele, kadın işçi ve emekçilerin örgütlenmesi, Bolşevikler ve İlerici Kadınlar Derneği ışığında tarihsel deneyimler, kadın işçi ve emekçilerin örgütlenmesinde güncel sorunlar ve görevlerimiz başlıkları tartışıldı. Bu tartışmaların dışında eğitim, basın-yayın ve ajitasyon-propaganda atölyeleri kuruldu. Tartışmalarda Emekçi Kadın Komisyonlarının kadın sorununa bakıştaki ideolojik üstünlüğü vurgusu yapılırken; bu ideolojinin içselleştirilmesi, tüm bileşenlere nüfuz etmesi, çalışma alanlarımızda bu ideolojinin taşıyıcısı olan kadroların, bu ideolojiyle donanmasının önemi belirtildi. İşçi kadınlara ulaşmanın yol- yöntem ve araçları, tarihsel deneyimler ışığında tekrardan arandı. Kitle eylemlerinde reflekslerimiz tartışılırken bu eylemlere öncülük etmenin önemi bir kez daha vurgulandı. Bu alanda mücadele yürüten siyasal öznelerin taleplerinin işçi-emekçi kadını kucaklamadığını, işçi-emekçi kadınların orta sınıf taleplerle kendilerine gelen bu siyasetlerle yol yürümediğini, sınıfın bir parçası olarak gördüğümüz işçi-emekçi kadınların ancak ve ancak bizim ideolojimiz ve bizim çalışmalarımızla mücadeleye katılacağını bu bilinçle hareket edilmesi gerektiğinin altı çizildi. Sınıfın bir parçası olan kadınların; kadın olmaktan kaynaklı yaşadığı özgül sorunları sınıfsal sorunlarıyla birlikte ele alan, birini diğerinin alternatifi olarak görmeden ve küçümsemeden ele alan bir pratiği hayata geçirmeliyiz vurgusu yapıldı. İşçi-emekçi kadın çalışmamızın sorunlarının sınıf çalışmamızın sorunlarından bağımsız olmadığı, sınıf çalışmasında alacağımız mesafenin işçi-emekçi kadın çalışmamızı büyüteceğini aynı şekilde işçi-emekçi kadın çalışmasında alacağımız mesafenin sınıf çalışmamızı büyüteceği vurgusu yapıldı. Kampta öne çıkan diğer vurgular ise kısaca şöyle: Kadın sorununun özünde bir işçi-emekçi kadının sorunu olduğunu döne döne vurgulamak, bundan kaynaklı işçi-emekçi kadınlara ulaşmak ve onları kadının çifte ezilmişliğinin sorumlusu olan kapitalizme karşı devrim mücadelesinde taraflaştırmak en temel görevimizdir. Kadın çalışmamız, sınıf çalışmamızın bir parçasıdır. Kadının kurtuluşu mücadelesi işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinden ayrı ele alınamaz. İşçi sınıfının parçası olan işçi kadının, üretim alanında tuttuğu yer itibariyle kapitalizmin mezar kazıcılarıdır aynı zamanda. İşçi kadınlara öncelikle üretim alanlarında yani fabrikalarda ulaşmalı, kendi kaderlerini ellerine almada Emekçi Kadın Komisyonları olarak öncülük etmeliyiz. Her çalışma alanının bir kadın boyutu olmalı, her çalışma alanı işçi-emekçi kadınların özgül sorunlarını da ele alan alt çalışma birimleri oluşturmalı, bunu yapa-
mıyorsa bu alanda yetkinleşmiş ajitatörler yetiştirmelidir. Üstünlüklerimizin farkına varıp onlarla bütünleşmeli, eksikliklerimize çubuk bükerek üstüne gitmeliyiz. EKK çalışmalarının bölge değerlendirmelerinin yanı sıra kamu emekçileri cephesinden de değerlendirmesi yapılarak belli kararlar alındı. Tüm Türkiye’de esen reformist tasfiyeci rüzgâr, işçi-emekçi kadınları ve özelinde en çok da kamu emekçisi kadınları etkilemektedir. Bunun en temel nedeni, kamu emekçilerinin örgütlü olduğu ilerici sendikalara hâkim reformist anlayışların kadın sorununa bakışlarının ideolojik yansıması olan feminizmi kendilerine bayrak yapmasıdır. İşçi-emekçi kadınların öfkesini düzene değil kendi sınıfdaşları erkeklere yöneltmesi feminizmin bilinçli bir çabasıdır. Ancak örgütlü-örgütsüz kamu emekçisi kadınların büyük bir çoğunluğu sendikalarda egemen olan bu reformist-feminist anlayış ve pratikten rahatsızdır. Sorun, bu rahatsızlığı dile getirebilecekleri mekanizmalardan yoksun olmaları bununla birlikte ve daha da önemlisi bu rahatsızlığı, örgütlü bir güce dönüştürecek öncünün şimdilik onlarla buluşamamasıdır. 7 Haziran seçimleriyle birlikte devrim sözcüğünü bile ağzına almayan, ondan bilinçli bir şekilde uzak duran reformist anlayışlar, işçi kadın ve erkeklerin kurtuluşunun parlamenter zeminde olacağının yanılsamasını kitlelere mal etmeye çalışmaktalar. Bu çabalarında şimdilik bir başarı da elde etmişlerdir. Bulunduğumuz tüm alanlarda; kamu emekçilerinin işçi sınıfının bir parçası olduğu, kamu emekçisi kadınların sorunlarının işçi kadının sorunlarından toplamda sınıfın sorunlarından bağımsız olmadığı ideolojik bakışıyla hareket edilecektir. Bununla birlikte çözümün de kadın- erkek birlikte verilecek sınıf mücadelesiyle mümkün olacağı perspektifiyle hareket edilecektir. Buna uygun mekanizmalar yaratılarak kamu emekçilerinin, hem sendikalarımıza egemen olan reformist- feminist anlayışlardan hesap sorması, onu aşması ve düzene karşı taraflaşmasını sağlayacak pratik bir hat örülecektir. En temel görevimiz; hem işçi-emekçi kadınlar içinde hem kamu emekçileri içinde hem de sınıf içinde odak yaratmak ve işçi-emekçileri devrim mücadelesine seferber etmektir. Yapılan eğitim seminerlerinin yanı sıra herkes kendi istediği ve eksiklik duyduğu atölye çalışmasına katıldı. Atölye çalışmaları çok verimli geçti. Atölye çalışmalarının sonunda sunumlar yapıldı. İşçi emekçi kadınlarla bağ kuran kadroların eğitimi kararlaştırıldı. İşçi-emekçi kadınlara seslenmede sanatın önemli bir araç olduğu, sinema ve edebiyattan daha fazla yararlanılması gerektiği vurgulanırken film ve kitap listeleri oluşturuldu. Basın-yayında işçi-emekçi kadınları daha fazla işlememiz, bu alanda yayınlarımızı beslememiz kararlaştırıldı. Dört gün boyunca birlikte üretmenin, paylaşmanın eğlenmenin hazzını yaşamak, kolektif yaşamın kurulacağına olan inancımızı perçinlemiştir.
Bir Eğitim Emekçisi
12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Sahte barış, kirli savaş!
Daha 7 Haziran seçimleri öncesinde yaşanan gelişmeler, seçim sonrasında Türkiye’yi kaotik bir siyasal atmosferin beklediğini gösteriyordu. Seçimler öncesinde “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak ifade edilen 10 maddelik mutabakatın hükümet ve HDP yetkililerince kamuoyuna açıklanması, “çözüm süreci” olarak kodlanan “oyalama” sürecinin yeni bir evreye girdiğinin işareti sayılıyordu. Dahası öyle bir hava estirilmişti ki, Türkiye demokratikleştirilecek, PKK ise silah bırakacaktı! Fakat daha mutabakatın mürekkebi kurumadan Erdoğan’ın “mutabakat ifadesini asla kabul etmiyorum, benimle mutabakata varmadan hareket ettiler” çıkışı geldi. Sonradan “mutabakat!” sürecinin her aşamasından haberdar olduğu ortaya çıksa da, Erdoğan’ın bu çıkışı seçim sürecine dönük hesapların ürünü olmuştu. Önceleri “açılım”, sonra ise “çözüm” süreci olarak nitelenen oyalama manevralarının AKP’ye ve sermaye düzenine hizmet ettiği dönemlerde “çözümde ısrar” görüntüsü çizenler, dış ve iç politikadaki dengelerin değişmesi ile sahte “çözüm” masasını devirdiler. Öyle ki, düne kadar “Kürt sorununu çözmekten” dem vuranlar, Erdoğan’ın Ukrayna yolunda söylediklerinin ardından “Kürt sorunu yoktur” çizgisine çekildiler. HDP’nin daha Ocak ayında parti olarak seçime gireceğini açıklaması ve başkanlık sistemi karşısında aldığı tutum, AKP şefini fazlasıyla rahatsız etmişti. Dış politikada yaşanan çöküşe, içeride, çöküş sinyalleri eşlik ediyor, düzende oluşan çatlaklar polis devleti uygulamaları ile kapatılmaya çalışılıyordu. Uzunca bir süre “çözüm” aldatmacası ile Kürt halkının barış özlemini sömürmeyi ve kendi iktidarını sağlamlaştırmanın aracı olarak kullanmayı başaran AKP ve sermaye iktidarı, Haziran Direnişi ile ciddi bir toplumsal tepki ile karşılaşmıştı. Haziran günlerinde iktidarını bir kez daha “çözüm” aldatmacası ile elde tutmayı başardı. Öcalan’ın “AKP iktidarını tamamen bize borçlu” sözleri bu gerçeğin daha açık bir biçimde dile getirilmesinden başka bir şey değildi. Haziran direnişinin ardından AKP-Cemaat koalisyonu çatırdadı ve tüm pislikler ortalığa saçıldı. 17-25 Aralık rüşvet ope-
rasyonları, ayakkabı kutularında saklanan kirli paraların açığa çıkması, kaset yarışları ile AKP önemli bir yıpranma yaşarken, tam da “çözüm” aldatmacasını sürdürebilmesi sayesinde “paralel yapı” olarak kodladığı Cemaat’e karşı savaşımı kazasız belasız atlatmayı başarabildi. Ne var ki AKP, “çözüm” aldatmacasından olabildiğince yararlanırken, Suriye’de yaşanan gelişmeler AKP’nin bölgesel politikalarına darbe üstüne darbe vuruyordu. Suriye’deki kanlı savaşın başladığı dönemde emperyalizmin maşalığını büyük bir şevkle üstlenen AKP iktidarı, “bölgesel aktör” hayalleri ile IŞİD gericiliğini desteklemek yolunu seçmişti. IŞİD’in denetimden çıkması ve Suriye Kürtlerinin IŞİD karşısında gösterdiği destansı direnişle ABD emperyalizmi yönelim değiştirirken, AKP iktidarı ise IŞİD’e verdiği desteği sürdürmeye devam etti. Bu desteğin en açık göstergesi, IŞİD’in saldırılarını Kobanê’ye çevirmesi ile neredeyse sevinç naraları atan AKP iktidarının şefi Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” açıklamasıydı. MİT tırları, ağır silahların taşınmasına ilişkin görüntüler vb. ise bu siyasal desteğin fiili kanıtları olmaktan öte bir anlam taşımıyor ve buz dağının yalnızca görünen yüzünü oluşturuyor. Yüzü aşkın Türkmen köyünün IŞİD canileri tarafından ele geçirilmesinde dahi sesinin çıkmaması, Konsolosluk çalışanlarının rehin alınması karşısında “mütevaziliğini” koruması, Türkiye’nin IŞİD ile olan ilişkileri konusunda başkaca bir kanıta da yer bırakmıyor. Kürtlerin, Suriye’ye karşı başlatılan kirli savaş ve IŞİD saldırıları karşısında elde ettikleri bölgesel kazanımlarını sindiremeyen AKP iktidarı, içeride “çözüm” aldatmacasını sürdürürken, dışarıda ise Kobanê’nin düşmesini bekliyordu. Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Kobanê’de IŞİD çetesine karşı gösterilen destansı direniş ve Kürt kentlerinde isyan dalgasına dönüşen 6-8 Ekim Kobanê ile dayanışma eylemleri ile AKP iktidarı Haziran Direnişi’nin ardından bir büyük şamar daha yiyordu. Yine de AKP iktidarı, tüm bu kritik evrelerde “çözüm” aldatmacasına sarılarak iktidarını sürdürmeyi başardı.
13 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Ne var ki AKP Haziran Direnişi’nin ardından önlenemez biçimde zirveden düşmeye başlamıştı. HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi ile tek başına iktidar olmasının tehlikeye girdiğini gören AKP, sahte “çözüm” masasını devirdi ve provokasyonlar devreye sokuldu. HDP bürolarına yapılan saldırılar ile başlayan saldırganlık, Diyarbakır mitinginde patlatılan bombalarla seçim öncesinin doruğuna ulaştı.
Savaş ve saldırganlıkla iktidarını koruma hesabı 7 Haziran seçimleri sonucunda tek başına iktidar olamayan AKP, çözümü, savaşı ve şovenizmi körüklemekte buldu. Görünürde IŞİD tarafından yapıldığı söylenen ve onlarca gencin ölümüne yol açan Suruç katliamının hemen ardından, Kürt hareketine, ilerici ve sol güçlere karşı kirli savaş başlatıldı. IŞİD çetesinin yaptığı katliamı bir taraftan kınar gibi görünüp öbür taraftan bu katliamın Kürt hareketine ve ilerici kesimlere dönük başlatılan linç kampanyasının bahanesine dönüştürülmesi, Suruç katliamının perde arkasına ışık tutmaktadır. Daha dün bizzat Kürtlerin üzerine salarak IŞİD’den yararlananlar, bugün ise IŞİD tarafından yapılan katliamdan saldırganlıklarının bahanesi olarak yararlanma yolunu tuttular. Dengeleri değiştirip değiştirmeyeceği bilinmez ama bu saldırganlığın tek başına AKP’nin iktidar hırsı ile açıklanamayacağı açık. Her ne kadar AKP’nin iktidar hırsının belirgin bir yeri olsa da, devletin tüm aygıtlarının ve sermayenin koro halinde “terör” bahanesine sarılması, sermaye düzeninin Kürt sorununun “şiddete dayalı” ‘çözümünden’ başka bir çözüm yolu bilmediğini gösteriyor. Kandil’e dönük bombardımanını yargısız infazlara, sivil yerleşim alanlarının bombalanmasına kadar götüren sermaye iktidarı, yer yer Rojava sınırından Rojavalı sivil-
lere de kurşun yağdırıyor. AKP, “savaş” tamtamları içerisinde “erken seçim” hazırlıkları yaparken, her gün ölüm haberleri geliyor. Sivil vatandaş, asker ve gerilla ölümleri ile ülkenin her köşesinde ailelerin feryadı yükseliyor. AKP, Kürt ve Türk işçi - emekçi gençlerinin cesetlerine basa basa iktidar olmanın hesabını güdüyor.
Sermaye düzenine karşı savaşmadan barış olmaz Yaşananlar bir yandan kapitalist düzende parlamenter sistemin sınırlarını ve gerçek yüzünü ortaya sererken, öte yandan da sermaye düzeni var oldukça savaşların ve etnik boğazlaşmaların önüne geçilemeyeceğini gösteriyor. Sermaye düzeni ve AKP, yükselttikleri saldırganlıkla Türk ve Kürt halklarının kardeşlik duygularına darbe vuruyor. Milliyetçiliğin körüklenmesi ile AKP, akan kanı oy pusulalarına yansıtmanın ve tek başına iktidar olmanın hesabını güdüyor. Türk, Kürt ve tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin, sermaye düzeninin kirli savaşından hiçbir çıkarı yoktur. Gerçek ve kalıcı bir barışın sağlanmasının, Kürt halkının meşru direnişini işçi ve emekçilerin sermaye düzenine karşı mücadelesiyle birleştirmekten, kapitalist sömürü düzenine son vermekten başka bir yolu yoktur. Sermaye düzeninden “barış” istemek ve onunla “barış” masasına oturmak, iki savaş arasında geçici bir mola vermekten başka bir anlam taşımayacaktır. Yaşananlar bir kez daha bu gerçeği ortaya koymaktadır. Kürt sorununun kalıcı çözümünün, sömürünün, işsizliğin ve açlığın ortadan kaldırılmasının yolu kapitalist sömürü düzenine karşı sınıf savaşını yükseltmekten geçmektedir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
SARAYLARA SAVAŞ, KULÜBELERE BARIŞ...
14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Sınıf mücadelesinde yeni bir adım, güçlü bir soluk…
Türkiye Otomobil ve Metal İşçileri Sendikası (TOMİS) kuruldu
yayıldı. Binlerce Metal işçisi yıllarca satılmış ve ihanete uğramış olmanın hesabını, ilk planda üyelikten istifa ederek soruyordu. Kuşkusuz ki bu basit bir biçimde kısa bir dilekçe ile üyelikten çekilmek ya da internetten tek tık ile istifa etmek basitliğinde düşünülmemelidir. Öne çıkan her bireyin başının kolayca ezilebildiği bir kontra örgütlenmesi içinde bu ancak kollektif bir hareket ve dirayetli bir önderlikle başarılabilinirdi.
Merkezinde Bursa otomotiv işçilerinin yer aldığı fakat tüm temel sanayi havzalarına yayılmış olan metal işçileri hareketi, gelinen aşamada hızı ve yoğunluğu azalmış olsa da devam ediyor. 2014-2015 TİS’inin bir kez daha Türk Metal sendikasının ihaneti ve Birleşik Metal ve Çelik İş sendikasının teslimiyetiyle sonuçlanmıştı. Hem TİS öncesi dönemde hem TİS günlerinde hem de TİS’ den sonra işçilerin talep ettiği hiçbir şey dikkate alınmamış, buna rağmen her yerde Türk Metal sendikası tarafından zafer mizansenleri düzenlenmişti. TİS’ in imzalanması ve sahte zafer mizansenlerine rağmen işçiler, Bursa BOSCH fabrikasında imzalanan sözleşmenin TİS kapsamında tüm fabrikalar için emsal olmasını istiyorlardı. Üstelik eğer bu talepleri kabul edilmezse 5 Mayıs günü Türk Metal Sendikasından istifa edeceklerini hem yöneticilere hem de kamuoyuna deklare etmişlerdi. Ancak Türk Metal denilen örgütlenme, bir sendikadan çok çete ve mafya örgütlenmesi olduğu için sendikacı değil mafya refleksleriyle davrandı. İşçilerin meşru taleplerini tehdit ederek, işçi kanı dökerek bastırmaya ve böylece üyelikten istifanın önüne geçmeye kalktı. Fakat böyle yaparak muhtemelen farkında olmadan ve ummadığı bir biçimde bardağı da taşırmış oldu. Türk Metal çetesinin işçilerin kanını dökerek bastırmaya çalıştığı mücadele, Bursa’da RENO ve TOFAŞ’tan başlayarak ülkenin temel tüm sanayi havzalarına hızla
İşte tam da bu aşamada MİB (Metal İşçileri Birliği), hem mevcut metal işçileri hareketinin ve hem de toplam sınıf mücadelesinin geleceği açısından son derece kritik bir rol oynadı. Yıllardır temel sanayi havzalarında metal işçilerinin gündelik hak mücadelesi içinde kendini var ederek, irili ufaklı işçi direnişlerine önderlik ederek, her kritik evrede aldığı tutum ve söylediği söz ile metal işçileri karşısına bir taraf olarak çıktı. Elbette ki yıllardır verilen mücadele, harcanan emek ve ödenen türlü bedeller kendi anlamlı sonuçlarını da üretecekti. Yıllara dayalı olan bu hazırlığın ürünü olarak MİB, metal fırtınasının yanında yöresinde değil tam da kalbinde yer aldı. Birbirinden kopuk ve birleşme olanaklarından mahrum işçileri kendi şemsiyesi altında toparlayarak ve kritik zamanlarda kritik yönlendirmeler yaparak metal işçilerinin mücadelesini saman alevi olmaktan kurtardı. Fakat MİB’in metal fırtınan kırılamamasında belki de en kritik rolü, ihanete uğramaktan bıkmış olan işçilere verdiği güven ve en ağır zorluklar ve saldırı karşında göstermiş olduğu olağan üstü dirayettir. 12 Eylül cuntasından buyana tarihleri ihanet, satış ve hayal kırıklıklarıyla yazılmış olan metal işçilerinin en çok ihtiyaç duydukları da zaten buydu. Düşünelim ki her yönüyle bir mafya örgütlenmesi olan Türk Metal, tek tek fabrikaların patron ve yöneticileri, bir bütün olarak MESS (Koçlar, Sabancılar, OYAK vb. yani Türkiye’nin büyük burjuvazisi), resmisi sivili, çeviği ve “Terörle Mücadelesiyle” polis hepsi topyekün olarak hareketin başını ezmeye çalışıyorlar. Şovenizmle kuşatılarak, mafya bir sendikanın denetimi altında sınıf bilincinden uzak tutulmuş, bu yönüyle son derece deneyimsiz ve geri bir bilince sahip işçi profili pekâlâ kolayca ezilebilirdi. MİB’in toparlayıcılığı, verdiği güven ve gösterdiği dirayetin işçilerin birikmiş öfkesi ve kararlılığıyla birleşmesi sayesinde, hareket mevziler kazanarak bugüne kadar kendini savunabildi. Metal işçileri aylara yayılan bu mücadelenin ürünü
15 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ olarak geçtiğimiz günlerde yeni ve güçlü bir adım daha attı. Türk Metal gibi bizzat patronların beslediği ihanetçi mafyatik sendikacılığa, Birleşik Metal gibi soluksuz ve iradesiz sendikacılığa karşı kendi alternatifini ortaya koydu. Bizzat hareketin öncülerinin içinde yer aldığı ve metal işçileri hareketinin zemini üzerinde yükselen Türkiye Otomobil ve Metal İşçileri Sendikası (TOMİS) kuruldu. Elbette TOMİS’in gelecek günler için metal işçilerine ve sınıf mücadelesine ne katacağı üzerine şimdiden varsayımlar yapmak gerekli değildir. Ancak şimdiden şu kadarını rahatlıkla ifade etmek gereklidir. Metal işçileri yılların birikimi ve deneyimiyle mücadele içinde sınanmış olan MİB’in yanı sıra azımsanmayacak önemde ikinci bir mevzi olarak TOMİS’i kazanmıştır. Sendikal mücadele anlayışı ve işleyişi ile ihanetçi ve dirayetsiz sendikacılık anlayışına meydan okuyarak ortaya çıkmış bir mücadele mevzisi olarak kuşkusuz metal işçilerinin kaderini değiştirme iddiasındadır. Bu yönüyle hem metal işçisinin hem de yüreği sınıf mücadelesi içinde atanların TOMİS’ e dair güçlü beklentiler içinde olduğuna kuşku yoktur. TOMİS’in özellikle metal işçileri içerisinde ve metal hareketinin fırtınalı günlerinde mücadelenin yükünü çekmiş olan fabrikalarda güçlü bir heyecan yarattığını bizler de gözlemiyor ve bu heyecana her adımda ortak oluyoruz. Ancak hem metal işçilerinin mücadelesinin hem de TOMİS’in geleceği, özellikle de güçlü mevziler yaratarak yolunu yürüyebilmesi metal işçilerinin TOMİS’ i ve bizzat fabrikalarında sürmekte olan mücadeleyi ne düzeyde sahiplendiklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer MİB’i sahiplenme ve şemsiyesi altında birleşme yöneliminin bir benzeri TOMİS’ e gösterilirse (ki şimdiden yüzlerce
üyelik ile bu yönde atılan umut verici adımlar vardır) sınıf mücadelesinin geleceğine biraz daha güvenle bakabileceğiz. Kuşkusuz işin bir başka yanı da TOMİS’in ortaya koyacağı mücadele kapasitesi, işçilere verdiği güven, kazandığı mevziler, bunların yanı sıra mücadeleci sendikal çizgi, işçiler karşısında açıklık ve tutarlılıktır. Biz Kamu Emekçileri olarak şimdiden TOMİS’in metal işçilerine ve tüm Türkiye işçi sınıfına yeni bir soluk ve heyecan taşıyacağına olan inancımızı TOMİS üyesi sınıf kardeşlerimizle paylaşmak istiyoruz. Metal işçileri mücadelesinin öz ürünü olan TOMİS’ i ve onun ortaya çıkmasına katkı sağlayan, emek veren, mücadele eden tüm dostlarımızı yürekten selamlıyoruz.
Yaşasın sınıf dayanışması Yaşasın Metal işçilerinin direngen soluğu…
Sosyalist Kamu Emekçileri
Hem doğa katliamının hem de saldırganlığın gerisinde sermayenin kar hırsı var.
KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR ! e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu
Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri
Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 52 * Fiyatı: 25 Kr * Eylül 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92