Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Kasım-Aralık

Page 1

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

KASIM - ARALIK 2015

Kamu Emekçileri Bülteni

1

İki aylık bülten * Sayı 53 * Kasım -Aralık 2015

Ustalık dönemi bitti... Sermaye düzeninin yeni dönemi

Z!

2

RA CA ĞI

1 Kasım seçimleri yada ortaoyununda son perde

4 Üç yiğit insan, Üç devrimci, Üç yoldaş..

5

Şiddete direnmeden özgürlük olmaz !

SO

6

KA Tİ

LL

ER

İT AN

HE

IY OR

SA

UZ

;

7

P

Hak Nedir?

Katilleri tanıyoruz ve hesap soracağız !

10

Kaynayan Kazan; Suriye ve Ortadoğu

11

Mücadele İnsanlaştırır...

13 Akp ve sermaye iktidarı gözünü kamu emekçilerinin işgüvencesine dikti !

14

İnkarcı devlet ilkokullarda Arapça dersine hazırlanıyor...

15


2

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Ustalık dönemi bitti…

Sermaye düzeninin yeni dönemi: Emperyalizme koşulsuz itaat ve hizmetkarlık * Alper SUAT Kirli savaş, katliamlar, tehdit ve şantaj politikalarıyla sonucu belirlenen 1 Kasım seçimleri geride kaldı. 7 Haziran seçimlerini takip eden beş aylık dönem, dümeninde AKP’nin yer aldığı sermaye düzeninin tetiklediği saldırganlığın, çok yönlü ve kapsamlı biçimler kazandığı bir dönem oldu. 7 Haziran sonrasındaki gelişmeleri ve 1 Kasım seçimlerinde ortaya çıkan tabloyu anlamlandırabilmek açısından 7 Haziran öncesini kısaca hatırlamakta yarar var. Hatırlanacağı gibi AKP, Haziran Direnişi ile toplumsal düzeyde meşruiyet sorunu ile karşı karşıya kalmış, Haziran Direnişinin tetiklediği atmosfer içerisinde ortaya çıkan hırsızlık ve yolsuzluk iddiaları dünkü ortakların arasını açmış ve düzen içi gerilimlerin tırmanmasına yol açmıştı. AKP iktidarı, bu süreci “çözüm” aldatmacasını sürdürme yeteneğini gösterebilmesi ve düzen muhalefetinin ‘uysal muhalefet’ sınırlarını aşmamasının yarattığı olanaklardan da aldığı güçle ‘kazasız-belasız’ atlatmakta önemli başarılar elde edebildi. Ne var ki sermaye düzenini zora sokan yalnızca AKP’nin toplumsal meşruiyetinin yıpranması ve iç gerilimler olmadı. Bu gerilimlere emperyalist müdahaleden aldığı güçle Ortadoğu’nun hamisi olma hevesiyle güdülen Suriye politikasının çöküşü eşlik etti. Bizzat ABD emperyalizmi ve onun Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi bölgedeki işbirlikçi devletleri eliyle gerici çeteler beslenmiş, bunun ürünü olarak IŞİD çetesi serpilip gelişmişti. IŞİD’in bölge düzeyinde yayılmacı politika izlemesi ve kimi petrol kaynakları üzerinde denetim kurması, ABD’nin çıkarlarını tehdit eder boyutlara ulaşmış ve böylece ABD emperyalizminin bizzat kendi eliyle teşvik ettiği gerici çete örgütlenmeleri dönüp kendisini vurmuştur. Ne var ki, uzunca bir süre bu duruma müdahale etmekten uzak duran ABD emperyalizmi, Kürt güçleri tarafından durdurulması ve özellikle de Kobanê’de YPG öncülüğünde etkin darbeler alması sonrasındadır ki IŞİD’e yönelik hava operasyonlarına başlamıştır. ABD’nin yeni bir yönelim içerisine girdiği bu dönem ise AKP iktidarının IŞİD borazanlığı yaptığı bir dönem olarak şekillendi. “Kobanê düştü düşecek” diye dört gözle IŞİD’in zaferini beklerken tersi bir sonuçla karşılaşmak AKP iktidarını ve sermaye düzenini sarsan önemli bir etken oldu. Suriye Kürtlerinin kazanımlarını sindiremeyen sermaye düzeni, kitlesel kalkışmalara dönüşen 6-8 Ekim Kobanê eylemleri ile içeriden de önemli bir darbe yedi. Bu dönemde AKP iktidarının IŞİD ile kurduğu ilişkiler önemli oranda deşifre oldu ve geniş bir toplumsal tepki oluştu. İşte 7 Haziran seçimleri böyle bir siyasal atmosfer içerisinde şekillendi. Öyle ki, emperyalistlerin ve Türk sermayesinin AKP’yi dizginleme ve sınırlandırma ihtiyacı duyduğu bir dönemdi. AKP’nin devlet kurumları üzerinde otorite kurması ve giderek çeteleşen bir siyasal aktör durumuna dönüşmesi, hırsızlık, yolsuzluk, Su-

riye politikasında çöküş vb. etmenler bir arada sermaye düzenini AKP’yi terbiye etmeye zorlamaktaydı. İşte bu tabloyu okuyan HDP seçime parti olarak gireceğini açıkladı. İktidarının sarsılması durumunda Suriye’de yaşanan çöküşün ve hırsızlıkların bedeliyle yüz yüze kalacağını gören Erdoğan ve şürekası, tüm bu gelişmelere karşı-saldırıyla yanıt verdi. Önce 28 Şubat tarihinde hükümetle HDP’nin ortak deklarasyonu ile Dolmabahçe Mutabakatı olarak kamuoyuna açıklanan mutabakat, daha mürekkebi kurumadan Erdoğan’ın müdahalesi ile rafa kaldırıldı. Bunu Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi takip etti. Mayıs başında Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” çıkışı ile de sahte “çözüm” masası devrildi ve kirli savaş konseptine geçildi. Devamı AKP’nin tetiklediği saldırganlık ve Diyarbakır katliamı oldu.

“Millet iradesi” söyleminden “millet kaosu seçti” söylemine 7 Haziran seçimlerinin sonuçları geniş ölçüde AKP’nin hezimeti, HDP’nin zaferi olarak yorumlandı. 7 Haziran’ı 8 Haziran’a bağlayan gece Burhan Kuzu Twitter hesabından “millet kaosu seçti” yönünde açıklamada bulundu. Bu söz, uzunca bir süre “millet iradesi”ni dilinden düşürmeyen ve toplumu bu ‘irade’ye boyun eğmeye zorlayan AKP’nin, “millet iradesi”nden neyi anladığını da ortaya koydu. MÜSİAD da dahil sermaye örgütlerinin “koalisyon” telkinlerini de görmezden gelen AKP, IŞİD çeteleri eliyle gerçekleştirilen Suruç katliamı sonrasında kapsamlı bir savaş politikasını yürürlüğe koydu. Kandil bombardımanı (ve bir köyün vurularak köylülerin öldürülmesi) ile başlatılan süreç, Kürt illerinde orman yakmalarla, yasak bölge ilanlarıyla ve sokağa çıkma yasakları ile tam bir savaşa dönüştürüldü. “Türk’ün gücünü göreceksiniz” söylemleri eşliğinde Kürdistan coğrafyası savaş alanına çevrilirken, asker cenazeleri savaşı ve milliyetçiliği körüklemenin fırsatlarına dönüştürüldü. Bir yandan milliyetçi oylara oynanırken, öte yandan da Kürtlere “tek başımıza iktidar olmazsak savaş olur, çözüm olmaz” mesajı verildi. Sonrası çok sayıda katliam, yüzlerce ölüm ve Ankara katliamı! İşte bu koşullar altında alnına silah dayanmış emekçiler sandığa götürüldü. 1 Kasım’ı önceleyen dönem bir yandan AKP’nin terbiye operasyonuna dönüşürken öte yandan da emperyalistler ve burjuvazi ile yaşanan çatlakların giderilmesi yönünde adımlar atıldı. İncirlik Üssü, IŞİD’e yönelik harekatlarda kullanılmak üzere ABD uçaklarına açılırken, savaş tezkeresi TBMM Genel Kurulu’nda bir yıl süreyle uzatıldı. Düzen muhalefetinin ertelenmesi yönündeki tüm çabalarına rağmen Almanya Başbakanı Angela Merkel’in seçim öncesinde gerçekleştirdiği Erdoğan ziyareti, Erdoğan’a destek ziyareti olarak algılandı. Bu dönemde


KASIM - ARALIK 2015

AKP’ye ve sermaye devletine dönük yoğun eleştirilerin olduğu AB İlerleme Raporu’nun açıklanması (AB emperyalistlerince) ileri bir tarihe ertelendi (1 Kasım sonrasında ise tümüyle rafa kaldırıldı). İçeride kirli savaş politikasına eşgüdümlü olarak kullanılan taşeron IŞİD çetelerine, seçime birkaç gün kala Türk jetleri tarafından hava harekatı düzenlendi. Bu IŞİD çetelerinin içeride taşeron olarak kullanıldığının, Suriye’de ise emperyalist koalisyonun yönelimine uygun bir konum alınacağının göstergesi oluyordu.

Yeni dönem: Kirli savaş, sosyal yıkım ve emperyalizme koşulsuz itaat! Seçimden beklenmedik bir ‘başarı!’ ile çıkan AKP’yi ve sermaye düzenini birikmiş toplumsal sorunlar bekliyor. Daha ilk günlerden Kürt sorununda ‘çözüm süreci’nin -havuç-sopa politikasının- yeniden devreye sokulacağının işaretleri verilirken, havucun mu yoksa sopanın mı önde tutulacağını belirleyecek olan muhtemeldir ki Kürt hareketinin gerek Suriye’de ve gerekse de ülkede emperyalizmin ve AKP’nin dayatmaları karşısında alacağı tutum olacak. İçeride başkanlık tartışmaları, Suriye’de ise ABD emperyalizminin başını çektiği koalisyon ile YPG arasındaki ilişkilerin izleyeceği seyir belirleyici olacak. Seçimden sonra bile yasak bölge ve sokağa çıkma yasakları ilanları ile sivil katliamlarının devam etmesi, dahası gerçekleştirilen Güvenlik Zirvesi’nden kirli savaşın sürdürülmesi kararının çıkması bugün için sopanın elde tutulacağını gösteriyor. AKP’nin ve sermaye düzeninin öncelikle Suriye politikasındaki çöküşün bedelinden kurtulabilmesi ve savaş suçlarıyla kabarmış sicilini hasıraltı edebilmesi için ABD emperyalizmi ile tam bir uyum göstermesi, yani emperyalist savaşta en ön saflarda hizmet etmesi gerekiyor. Burjuvazinin AKP’den beklediği de budur. Rus emperyalizminin de etkin müdahalesi sonrasında IŞİD çeteleriyle işbirliğinin sürdürülebilmesinin, Rusya ve ABD arasındaki ilişkilerden bağımsız olarak Esad’ı devirme hesapları güdülmesinin olanağı kalmamıştır. Böyle bir durum denklemin dışında kalmayı ve tılsımını yitiren IŞİD çetesi

3

ile aynı akıbeti paylaşmayı doğurabilir. Kısacası AKP ve sermaye düzeninin Ortadoğu’da ‘hamilik’ hayalleri çoktan suya düşmüştür ve emperyalizme koşulsuz bir itaat sergilemekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Sermaye düzeninin tüm bu savaş politikasını engelsizce sürdürebilmesi, onun yaratacağı yıkımın işçi ve emekçilere itirazsız ödetilebilmesini gerektirmektedir. Bu ise içeride ‘sopa’ politikasının Kürt hareketinin yanı sıra tüm işçi ve emekçilere dönük olarak sürdürülmesi, az çok kullanılabilir olan demokratik tüm kazanımların ortadan kaldırılması, baskı ve şiddet ile toplumsal muhalefetin ezilmesi anlamına geliyor. Seçim öncesinde, Ankara katliamını bahane göstererek seçimden sonra Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda mitinglerde toplanma noktasının kaldırılması -yani yürüyüş yasağı- yönünde değişiklik yapılacağının ilan edilmesi bunun ilk işareti olmuştu.

Çözüm işçi ve emekçilerin birleşik örgütlü mücadelesinde Kısacası 1 Kasım seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun, bunun işçi ve emekçilerin anladığı dilde bir ‘istikrar’ sonucunu doğurmayacağı, aksine sermaye düzeninin sağlayacağı ‘istikrar’ın savaş, faşist baskı, azgın sömürü ve sosyal yıkım getireceği açık. Sermaye düzeni ve onun parlamentosu, Kürt sorunu da dahil hiçbir toplumsal sorunun çözüm mekanizması değil, aksine her türlü toplumsal sorunun esas kaynağı durumundadır. Bugün bu çok daha açık biçimde ortadadır ve bu koşullar altında parlamenter hayaller peşinde koşmanın, düzenin ‘istikrar’, ‘normalleşme’, ‘çözüm süreci’ -‘havuç-sopa’ politikası- gibi yalanlarına kanmanın hiçbir açıklanabilir-mantıksal yanı bulunmamaktadır. Gerek Kürt sorununun çözümü, gerekse de emperyalist savaşlara ve kapitalist sömürüye son vermenin tek yolu işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik örgütlü mücadelesini örmekten geçmektedir. * 06.11.2015 tarihinde kizilbayrak.net’te yayınlanmıştır.


4

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

1 Kasım seçimleri ya da ortaoyununda son perde * Ekim UMUTCAN vaatler ve çözümlerle aldatmak, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymak ve parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmektir.” (Seçimler ve Sol Hareket, Eksen Yayıncılık) Sosyal-reformist sol çizgi cephesinde yer alan ortaoyunu figüranlarının rolü ise tümüyle düzen icazetine sığınmak, bu çerçevede resmi siyaset sahnesinde meşrulaşmak ve temelde parlamenter bir güç olmak hayali peşinde koşmaktır. Dolayısıyla onlar da özünde kitleleri sahte vaatler ve çözümlerle aldatmakta, onları kendi bağımsız güçleriyle siyasi yaşama katılmaktan alıkoymakta ve parlamento dışı sınıf mücadelesinin önünü kesmektedir. Okur, yazının başlığından hareketle bu yazının bir seçim değerlendirme yazısı olduğunu ve dolayısıyla 1 Kasım seçimlerinden sonraki bir tarihte kaleme alınmış olduğunu düşünebilir. Evet, bu yazı, bir seçim değerlendirmesi yazısı, bu bakımdan okur yanılmamış doğru bir tahminde bulunmuş oluyor. Lakin okur, bu yazının 1 Kasım seçimlerinden sonraki bir tarihte yazılmış olduğunu düşünüyorsa eğer yanılmış olacak. Çünkü bu yazı, seçim günü henüz seçim sonuçlarının açıklanmadığı bir saatte yazıldı. Okurun aklına şöyle bir soru gelebilir: Peki bu yazı, bir seçim değerlendirme yazısı ise eğer, neden seçim sonuçları beklenilmeden kaleme alındı? Böyle bir soruya verilebilecek ilk yanıt: Önceki seçim sonuçlarında olduğu gibi bu seçim sonuçlarının da esasa ilişkin bir değişiklik yaratmayacağı gerçeğidir. Yani seçimlere katılan partilerin milletvekili sayılarında -şu ya da bu biçimde- bir artma ya da eksilme olması, ne düzen açısından ne de işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halklar açısından esasa ilişkin değişikliklere yol açmayacaktır. Özcesi, sermaye düzeninin bekası için işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkların payına yine baskı, zulüm ve sömürü düşecektir. Söz konusu soruya verilebilecek ikinci yanıt ise: Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarında esasa ilişkin bir değişiklik söz konusu değildir. Bu verili koşullarda, Türkiye’de gerçekleştirilen 7 Hazirandan önceki seçimler de 7 Haziran seçimleri de bir ortaoyunundan başka bir şey değildi. 1 Kasım seçimleri de olsa olsa ortaoyununda son perde olur ancak… Bugüne kadar seçimler vesilesiyle sergilenen bu orta oyunlarının ne figüranları değişmiştir ne de bu figüranların rolleri değişmiştir. Söz gelimi, bugüne kadar sergilenen bu orta oyunlarının bir cephesinde sermaye düzeni ve onun siyasal temsilcileri; diğer cephesinde ise irili ufaklı reformist sol yer almaktadır. Bu ortaoyununda, sermaye düzeni cephesinde yer alan figüranların –burjuva düzen partilerinin- rolü: “… hoşnutsuzluğu büyümüş ve sorunlarına çözüm arayışları peşindeki kitleleri sahte

Sergilenen ortaoyununun her iki cephesinde yer alan figüranlara karşı ve onların aksine seçimler dönemi komünistler için,“parlamenter hayalleri darbeleyerek devrimci sınıf bilincini ve mücadelesini geliştirmenin temel önemde bir fırsatıdır. Bu çerçevede komünistler için seçim çalışmaları tümüyle devrimci sınıf mücadelesine ilişkin genel hedef ve görevlere tabidir; onlar seçim atmosferinden, kitleleri devrimci hedeflere kazanmanın, onların birliğini, örgütlenmesini ve mücadelesini bu doğrultuda geliştirmenin bir olanağı olarak yararlanmaya bakarlar. Bu çerçevede onlar kitlelerin karşısına düzenin yasallık cenderesine ve seçimlere uyarlanmış güdük seçim platformları ve bildirgeleriyle değil, kendi bağımsız devrimci sınıf programlarıyla, bunun döneme uyarlanmış ve güncel devrimci görevlere bağlanmış popüler açıklamalarıyla çıkarlar.” (Seçimler ve Devrimci Sınıf Çizgisi, Eksen Yayıncılık) Son sözü Lenin’e bırakmadan önce tekrar altını çizmek gerekirse, bu yazı, seçim günü henüz sonuçlar açıklanmadan yazıldı. Çünkü seçim sonuçları esasa ilişkin bir değişiklik yaratmayacak. Dolayısıyla bu duruma ilişkin söylenebilecek en özlü söz: “Ne seçim ne parlamento çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde…” Şimdi sıra Lenin’de: “Devletin egemenlik biçimleri değişebilir; sermaye, iktidarını, sahip olduğu bir biçimde şu yolda, bir başka biçimde bu yolda ortaya koyar -ama esas olarak, ister oy hakkı ya da öteki haklar olsun ya da olmasın, ya da ister cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet olsun ya da olmasın, iktidar sermayenin ellerindediraslında ne denli demokratik olursa, kapitalizmin yönetimi o denli kaba ve o denli vurdumduymaz olur. Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez.” (Lenin, Sverdlov Üniversitesinde Verilen Bir Ders. 11 Temmuz 1919) * 05.11.2015 tarihinde kizilbayrak.net’te yayınlanmıştır.


KASIM - ARALIK 2015

5

Üç yiğit insan, üç devrimci, üç yoldaş... Bir patlama, bir patlama daha… Kulaklarımızı sağır edercesine, gülüşlerimizi, sohbetlerimizi yarıda kesen bir patlama. Hemen şuracıkta, 100 metre ilerimizde. Etrafımıza düşen o güzelim insanların parçaları… Yeni bir patlama olabileceğini düşünerek otoparktaki insanlara araçlardan uzak durmalarını söyleyerek geri çekilmeye başladık. Beş kişi ne yapacağını bilmez bir şekilde yol boyunca geri çekiliyorduk. Ağlamaya vaktimiz yoktu, hemen telefonlarımıza sarıldık; yürüdük, yürüdük, yürüdük. Elimizde telefonlar, birlikte yola çıktığımız insanlara ulaşmaya çalışıyorduk. Uzunca bir yürüyüşün ardından nihayet bir yere oturup ulaşabileceğimiz herkesi tek tek aramaya koyulduk. Sendika şubemizden, etrafımızdan, mahallemizden tanıdığımız kimler varsa uzun süre ulaşmaya çalıştık onlara. Henüz hiç kötü haber almamıştık. Birden aklıma Tekin abi geldi. Gece yolda karşılaşmış, selamlaşmıştık. Yanında her zamanki gibi Serdar vardı. Adını hiç sormamıştım Serdar’ın. Mavi gözleri, güler yüzü ile hep Tekin abinin yanında görürdüm onu. Onu tanıyanlar da Maviş diyordu ona. Gece ikisiyle karşılaşmış, kısa da olsa sohbet etmiştim onlarla. Telefona sarılıp Tekin abiyi aramaya koyuldum. Telefon çalıyordu, ama açmıyordu Tekin abi. Bazen ise çalmıyor, meşgul sesi veriyordu. Her aradığımda, telefonun her meşgul sesinde ümitleniyordum. Aklıma yaralılara yardıma koştuğu, hastanede olabileceği geliyordu. Tekrar, tekrar, tekrar. Onlarca kez aradım Tekin abiyi. Erol’un numarası yoktu bende. Abimi arayıp numarasını aldım. Erol’un telefonu kapalıydı. Her aradığımda kapalıydı. Abim onun numarasının değişmiş olabileceğini söylemişti. Belki ondan o soğuk ses, “aradığınız kişiye ulaşılamıyor” deyip duruyordu. Uzun süre Tekin abinin telefonunun çalıyor olması, giderek üstüme çöken kaygıyla mücadele etmemi sağladı. Kesin bir yerlerde, birilerinin yardımına koşmuş, telefonuna bakamıyor olmalıydı. Birden aklıma Erol’un yüzü geldi. İşte o an, kaygım artık büyük bir korkuya dönüştü. Erol’u yolculuk sırasında görmemiştim. Onu ikinci patlamanın olduğu yerde, Gar’ın tam karşısında, o direğin yanında görmüş, yanına gitmiş, öpmüş ve konuşmuştum. O an aklıma gelince, işte o an… İçimde kötü şeyler dolanıp duruyordu. Babamı ve ortak dostlarımızı aradım. Bazen çalan, bazen meşgule dü-

şen bir telefon numarasından başka bir şey yoktu elimde. Tekin ve Erol, birbirlerinden ve bizlerden hiç ayrılmamış iki yürekli insandı. Her eylemde, her kavgada yanı başımızda onlar vardı. Sanırım onları 90’lı yılların ortalarında tanımıştım. Zorlu yıllardı; savrulmaların, yitip gitmelerin yaşandığı yıllar. İnsanların yol ayrımlarına geldiği, ayrılıklara düştüğü yıllardı. Ayrılıklara düştüler, tıpkı ben ve çevremdeki birçok insan gibi. Başka ve farklı yollara girdik her birimiz. Ama hiç geri durmadılar kavgadan. Örgütlü bir bilinçti onlarınki. İşçi sınıfı mücadelesine adamışlardı hayatlarını. İnşaat işçisiydiler. En zorlu yaşam koşullarında, zor olanı başarmak için, inşaat işçilerini örgütlemek için kolları sıvamışlar, gecelerini gündüzlerini bu mücadeleye adamışlardı. Her ikisi de ne zaman beni görseler cümlelerinin devamında hep “Salih baba napıyor” diye babamı sorarlardı. Hiç aklımdan gitmiyor bu sözleri. O günden bugüne ağlamadım, hep tuttum kendimi. Hep içime, hep içime. Bugün ilk kez, yalnız ve onlarla baş başa kalmaya vaktim oldu. Yeter artık içime ağladığım. Erol ve Tekin’in omuz omuza yürüdükleri ve Ankara’dan beri kendisinden haber alamadığımız can dostları-can dostumuz Maviş’in de aramızdan ayrılmış olduğu haberi daha bugün geldi. Tekin abi ve Erol’u binlerle omuzlarında uğurlayanlar, yarın Maviş’i de son yolculuğuna uğurlayacaklar. Yüzü aşkın insanımızla birlikte, bu üç yiğit devrimciyi bizden alanlar bilsinler ki, milyonların kavgası olacak onların kavgaları. Ve onların özlemini duyduğu, insanlığa armağan etmek istedikleri dünya, işçi sınıfının ve halkımızın nasırlı elleriyle kurulacak. Onlar devrimci inşaat işçileriydi. Ve onların harcını attıkları devrim davası yıkılmazdır, tıpkı onların ellerinin değdiği binalar gibi. Onları her daim yaşatacağız. Yüreklerimizde, bilincimizde ve mücadelemizde… Hoşçakalın yoldaşlarım… 14.10.2015 Taylan Özgür Tekmil * Bu yazı Büro Emekçileri Sendikası(BES) İstanbul 3 Nolu Şube Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri Taylan Özgür Tekmil’in Ankara katliamı sonrasında 14.10.2015 tarihinde facebook hesabında kaleme aldığı duvar yazısıdır.


6

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü… Şiddete direnmeden özgürlük olmaz!

Şervan FARAŞİN

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak anılıyor. Latin Amerika ülkesi olan Dominik Cumhuriyeti’nde, dönemin diktatörlüğünün Mirabel kardeşleri katletmesi üzerine gelişen mücadele uluslararası bir kapsama kavuşmuş ve böylece 25 Kasım dünyanın her yerinde Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak anılmaya başlanmıştı. Başka ilerici hareketlerde olduğu gibi bu anlamlı gün de emperyalist bir örgütlenme olan BM tarafından ‘sahiplenilerek!’, ilerici politik içeriğinden kopartılarak salt istatistiklerin yayınlandığı ve çeşitli etkinliklerin yapıldığı güne indirgenmeye çalışıldı. BM ve başka uluslararası emperyalist örgütler gibi kadına yönelik şiddete karşı kurulan birçok farklı örgütlülükler de meselenin özüne dokunmak yerine yine aynı amaca hizmet ediyor. İstatistik yayımlamak, uygulama gücü olmayan boş kararlar almak ve yaptırımı olmayan muhatapsız çağrılar yapmak vb. Koca koca uluslararası örgütlerin marifeti budur ve en ileri tutumu da şiddetin yoğunlaştığı ülkelere yönelik ‘endişeliyiz’ açıklaması yapmak sınırındadır. Toplumsal mücadelenin en önemli dinamiklerinden biri olan kadınlara yönelik her türden şiddet ve ayrımcılık çeşitli dönemlerde kendi dinamikleri üzerinden ileri çıkıp dünya kapitalistlerini teşhir ederek zora sokabiliyor. Yetmişli yıllar örneğinde olduğu gibi uluslararası ölçekte siyasallaşma olanakları bulabiliyor. Toplumsal ölçekte ve son derece görünür olduğu yerde hem tek tek devletler hem de uluslararası emperyalist örgütlenmeler planında sorunu görmezden gelmenin imkanı kalmamıştır. Böyle bir imkanın kalmadığı bir durumda ise ya göstermelik girişimlerde bulunmak ya da ileri çıkmış hareket ve girişimleri kendi denetimine alarak uysallaştırmak esas kaygıları haline gelmiştir. Yaşadığımız ülke açısından da durum tamı tamına aynıdır, hatta fazlası bile vardır. Yakın geçmişe kadar gelişmiş kapitalist ülkelerde toplumsal mücadelelerin ürünü ve bir nebze de olsa burjuva demokratik toplumsal yapı sayesinde kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet denetim altında tutulabilmekteydi. Oysa bizim ülkemizde ayrımcılık ve şiddet, denilebilir ki her geçen gün sistematik bir biçimde daha da katmerlendi. Daha da kötüsü AKP gibi dinci ideolojiye sahip gerici bir partinin yönetimi altında kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın hafifleyebilmesi neredeyse olanaksızdır. Zira bizzat yönetenler eliyle pompalanan eşitsizlik, aşağılama, ayrımcılık, köleleştirme eğilimi toplumsal yaşamın her bir alanına sirayet etmiş

durumda. Denilebilir ki tüm alanlarda kadın cinsi geçmişi aşan biçimde aşağılanıp ezilmekte ve şiddete uğramaktadır. AKP dönemi bu açıdan ayırt edici bir dönemdir. AKP döneminin ayırt edici ağırlığına rağmen sorunun temeli mülkiyet sahipliği üzerine kurulu bulunan ve kadını da önce erkeğin mülkü sonra da piyasanın metası haline getiren kapitalist toplum düzenidir. Ve bu var olduğu sürece kadına yönelik ayrımcılık ve şiddetin görünüm ve ağırlığı değişse bile özü değişmeyecek ve sorun varlığını koruyacaktır. Öyle ki Türkiye’de Özgecan Aslan cinayetinin yarattığı öfke ve bu öfkenin yarattığı toplumsal duyarlılığa rağmen devlet ve neredeyse aynı şey demek olan AKP bu duyarlılığı sulandırmayı başarabilmiştir. AKP tandanslı kadın örgütlenmelerinin bir yandan Özgecan’a sahipleniyormuş görüntüsü çizip öte yandan da “Özgecan’ı siyasete alet etmeyin” diyerek öfkenin politikleşmesini engelleme çabası, Özgecan yasası olarak bilinen yasanın çıkarılacağının ilan edilmesine rağmen artık sözünün dahi edilmemesi, toplumda kadına yönelik ayrımcılık ve özellikle şiddete karşı hiç olmadığı kadar bir ilgi ve duyarlılığın varlığına rağmen yokmuş gibi davranılması devletin tutumu açısından ibretliktir. Üstelik toplumsal duyarlılığın ortaya çıkmasına neden olan olaylar artık daha sık yaşanmasına ve sayıları giderek artmasına rağmen devlet açısından durum budur. Sık sık tekrar edildiği üzere AKP döneminde sadece kadın cinayetinde (ayrımcılık ve şiddet değil, cinayetinde) yüzde 1400’lük bir atış yaşanmıştır. 2015’in ilk on ayında ise 346 kadın cinayeti yaşanmış bulunuyor. Gelinen yerde kadına yönelik şiddet sermaye basını açısından da yalnızca ‘haber bülteni’ konusudur. Toplumsal ilgi ve duyarlılığın olduğu yerde iyi bir piyasa malzemesi oluyor bu. Zira herhangi bir engelin olmadığı, sorunun çözümüne yönelik toplumsal önlemler ve yasal düzenlemeler yapılmadığı yerde buhaberler şiddeti sı-

radanlaştırıp meşrulaştırdığı gibi olağan bir olgu haline de getiriyor.


KASIM - ARALIK 2015

Son olarak şunları belirtmek gerekir. Kanına yönelik şiddet ve ayrımcılık bütün ağırlığıyla ortada duruyor ve yeterince görünür durumdadır. Bırakalım sorunun köklü çözümünü, bir nebze de olsa hafifletebileceksek eğer bunu ancak mücadele ederek yapabiliriz. Kuşkusuz özel olarak kadının özne olduğu, fakat kadınlarla sınırlanamayacak toplumsal ölçekte bir mücadeleden söz ediyoruz. BM, UNICEF vb. emperyalist örgütlenmelerin insafına ve yer yer sızlanmalarına bırakamayacağımız kadar önemli bir mücadele alanıdır bu. Kelimenin gerçek anlamıyla kadın açısından hele hele emekçi kadınlar açısından yaşamsal bir mücadele alanıdır. Kapitalist toplum düzeninde kadın ancak erkeğin mülkü, piyasanın metası

7

olmaya ve kadın cinsi olarak ezilmişliğinin kaynağı olan mülkiyet düzenine bir bütün olarak başkaldırdığı ölçüde özgürleşebilmekte. Bu temel gerçeklere karşın günübirlik yaşanan kadın cinayetlerini ve bunun hukuki bir zırhın koruması eşliğinde yapılıyor olması gerçeğini kabul etmemek ve direnmek gerekir. Devletin katil kollayan adli ve hukuki pratiğinin teşhir edilmesi ve bunun bir an önce engellenmesi güncel bir sorun ve mücadeleci emekçiler açısından sorumluluktur. Bu aynı zamanda emekçi kadınlar açısından gündelik mücadelenin içinde yer alarak özgürleşmeye giden yolda yürümek demektir.

HAK NEDİR? Her gün işe gitmek için minibüse biniyorum. Minibüsün yol güzergâhının üzerinde bir plaza var. Hani şu çok katlı çok lüks rezidanslar var ya, işte ondan. Giriş kapısında “herkes hak ettiği yerde yaşamalı” yazıyor. Her sabah gözlerim takılıyor, okuyorum. Ancak bu yazı, kulaklarımı tırmalıyor, beni rahatsız ediyor, kendi gerçekliğimizle yüz yüze geliyorum. Düşünüyorum ve soruyorum kendime, ne demek herkes hak ettiği yerde yaşamalı? Yoksa biz hak etmiyor muyuz böyle bir yerde yaşamayı? Neden onlar hak ediyor? Sorular sorular... Tam o rezidansın karşısındaki gecekondu mahallesinde oturuyorum. Öyleyse biz gecekonduda yaşamayı hak ediyoruz. Bu yazı ile kendilerinin üstün, bizim ise aşağılık olduğumuz, bakımsız ve sağlıksız evlerde oturmayı hak ettiğimiz işlenmeye çalışılıyor aslında. Sanki biraz işe yarıyor, hırs yapıyorum, ben de çok çalışmalıyım, hak etmeliyim, onlar gibi olmalıyım kararı alıyorum. Her sabah işe gidiyorum. Akşama kadar yaklaşık sekiz saat boyunca okulda öğrencilerime ders anlatıyorum, hafta sonu sınav görevi alıyorum, kurs veriyorum yani kısacası çok çalışıyorum; hak etmek için ek iş bile yapıyorum. Peki, neden bu kadar çalışmama rağmen hak etmiyorum. Sonra düşünüyorum. Onlar hak etmek için benim kadar çalışıyor mu? Çok çalıştıkları için mi hak ettiler, yoksa bu işte başka bir iş mi var? Dünyada 7 milyar insanın 1 milyarı aç, milyonlarca evsiz var. Bu insanlar hak etmedikleri için mi aç ve evsiz? Bu iş hak etmekle mi ilgili yoksa haksızlıklar üzerine kurulu olan dünyamızda normal olan bu mu? Cevabı buluyorum sanki. Birileri sabahtan akşama kadar çalıştığı halde ücreti asgari ücretse gecekondu bir evin kirasını bile ödeyemez. Birileri ise asgari ücretle çalıştırdığı işçilerin ürettiklerine el koyarak evler alır. O kadar ev alır o kadar ev alır ki haddi hesabı yoktur. Eşitsizlik yaşadığımız semtten binalara, okuduğumuz okuldan gittiğimiz hastanelere kadar derinleşmiştir. Sermayesi olanlar evlerini yüksek çitlerle ya da duvarlarla çeviriyorlar. Çünkü o çok lüks evleri bizden çaldıklarıyla yaptılar ve bir gün bizim olanı geri alacağımızı biliyorlar. Ördükleri duvarlar nafile! Hak ettiğimiz yerlerde yaşamak için kendi ürettiklerimize el koyacağımız günler yakındır. Bir Eğitim Emekçisi


8

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

KATLİAMLARIN HESABINI


KASIM - ARALIK 2015

EMEKÇİLER SORACAK !

9


10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

KATİLLERİ TANIYORUZ VE HESAP SORACAĞIZ! 7 Haziran seçimlerinde istediğini alamayan AKP, Suriye’deki ruh ikizi IŞİD’i Suruç’ta devreye sokarak 33 canımızın ölümü pahasına yeni konseptini hayata geçirmeye başladı. Suruç’ta patlatılan bombanın ardından başta Kürt halkı olmak üzere tüm ilerici-devrimci kesimler baskı, gözaltı ve tutuklamalarla karşı karşıya kaldı. Aynı süreçte IŞİD’e yönelik olduğu iddia edilen göstermelik gözaltılar yapıldı. Genellikle bu kişiler aynı gün serbest bırakıldı. Ne de olsa IŞİD, sermaye devleti için tehlike değildi ve bunlar bir kaç ‘öfkeli’ gençti. Kürdistan’ın birçok merkezinde sıkıyönetim ilan edildi, onlarca kişi devlet terörü sonucu yaşamını kaybetti. Kürt halkı, devlet terörüne belli merkezlerde demokratik özerklik ilanlarıyla ve direnişlerle cevap verdi. Bir başka cevap ise KESK, DİSK, TMMOB, TTB’nin Türkiye’nin her yerinden gelen on binlerce kişiyle halkların barış talebini Ankara‘da haykırmak için bir araya gelmesiydi. Ancak daha yürüyüş başlamadan 10.04’de kitlenin toplanma yeri olan tren garının önünde arka arkaya iki bomba patlatıldı. Patlayan bombalar 100 canımızı bizden kopardı. Yüzlerce arkadaşımız yaralandı. Patlama anına kadar ortalıklarda görünmeyen polis, patlamadan sonra bir anda ortaya çıkarak ve gaz sıkarak garın önüne geldi. Polis, garın önüne geldiğinde müdahaleye devam ederek ölü bedenlerin, yaralıların ve onları yaşama döndürmek için uğraşan dostlarımızın üzerine gaz ve tazyikli su sıktı. Devlet terörünün ve polis şiddetinin en somut örneğini bir kez daha en yakından gördük. Sermaye kalemşorlarının “Ortadoğu’da bunlar hergün oluyor. Irak’ta 60 başka yerde 100 kişi mesela. Biz de Ortadoğu ülkesiyiz” (Mehmet BARLAS) diyerek patlamayı normalleştirme çabalarını gördük. Bunların yanı sıra Sağlık, Adalet ve İçişleri Bakanlarının gerçekleştirdiği basın toplantısında, sırıtan bakanından, “Bizim güvenlik zafiyetimiz yok” diyen bakanına kadar her türlü pişkinliğin sergilenmesini canlı yayınlardan izledik. Üstelik Devletin Başbakanının “Türkiye’de intihar eylemi yapabilecek kişilerin belli bir listesi var ama bunu gerçek bir eyleme dönüştürmedikçe veya elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız. Türkiye, demokratik bir hukuk devleti” sözlerini de hayretle dinledik. Katliamın ardından toplumda yaşanan öfke ve bu öfkenin yansıması sokak eylemleri, cenazelerin kitlesel katılımlarla uğurlanması ve sendikaların almış olduğu iki günlük grev kararı emekçiler tarafından devlet terörüne karşı verilen cevap olmuştur. İki günlük grev kararı alan kamu emekçileri, işyerlerinde anma etkinlikleri gerçekleştirmiş, her işyeri protesto alanına çevrilmiştir. Devletin katliamla, toplumu sindirme ve sokaktan uzak tutma hedefi tutmamış, toplumsal muhalefet kit-

lesel bir şekilde sokağa akmıştır. Kitlesel yürüyüşlerde “katil devlet”, “katil Erdoğan” sloganları haykırılarak, tetikçisi IŞİD olan katliamın arkasındaki gücün devlet olduğu gerçeği, dünya âleme duyurulmuştur. Kitlesel yürüyüşlere sivil faşistlerin sataşmaları, Konya’da saygı duruşunda yapılan saygısızlık, sosyal medya paylaşımları, Türkiye’de toplumsal kutuplaşmanın vardığı noktayı gözler önüne sermektedir. Devlet sadık köpeklerinin eksik bıraktıklarını kendi tamamlamakta gecikmemiş, bu amaçla, katliamı lanetleyen, cenaze törenlerine katılan ve greve çıkan kamu emekçilerine soruşturmalar açmış, sürgün cezaları vermiş, Fadime Kaplan adlı öğretmen arkadaşımızı açığa almıştır. Aynı devlet, katliamı IŞİD yaptı dememek için her türlü ayak oyununu çevirmiş ancak gerçekler kendini dayatınca IŞİD yaptı demek zorunda kalmıştır. Yaşanan tüm bu gelişmeler bizleri hiç şaşırtmıyor. Çünkü bizler, sermaye devletinin ve onun temsilcilerinin, çıkarları söz konusu olduğunda, ne kadar kirlenebileceklerini ve insanlık dışı uygulamalara başvurabileceklerini tarihsel deneyimlerimizden biliyoruz. İki büyük dünya savaşının, bölgesel-etnik-mezhepsel çatışmaların, Orta Doğu’nun kan gölüne dönmesinin temel nedeni emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir. Türkiye de bu sistemin bir parçasıdır ve tarihi, katliamlar tarihidir. Dersim, Zilan, 1 Mayıs 77, Maraş, Çorum, Madımak, Gazi, Ulucanlar, 19 Aralık, Reyhanlı, Roboski, Diyarbakır, Suruç ve en son Ankara bunlardan bazılarıdır. Yaşanan kadın cinayetleri ve işçi cinayetleri de katliam boyutundadır. Sermaye devleti, çıkarlarına uygun gördüğünde Kürt, Alevi, işçi, kadın, devrimci öldürmekten çekinmemektedir. Yaptığı katliamları her dönem belli bir kesimi hedef alarak yapmıştır. Ankara katliamında ise toplumsal muhalefetin toplamı hedef alınmıştır. Ankara katliamında tetikçi IŞİD olsa da azmettirici devletin kendisidir. Dinsel gericilik, asimilasyon, inkâr ve imha politikaları ile toplumun her kesimi zapturapt altına alınmaya çalışılırken faşizan uygulamalar olağanlaşmış, devlet terörü hayatımızın bir parçası haline gelmiştir. Tam da şimdi öfkemiz acımızdan büyük olmalı, öfkeyi kuşanmalı, kavga alanlarında, mücadelenin en önlerinde olmalıyız. Katliamlardan hesap sormak için katliamların nedeni olan kapitalizmle hesaplaşmalı ve onu aşmak için örgütlenmeliyiz.


KASIM - ARALIK 2015

11

KAYNAYAN KAZAN: SURİYE VE ORTADOĞU

Bilindiği gibi 2011’de ABD öncülüğünde ‘Suriye’nin Dostları’ adlı bir grup kurulmuştu. Bu grup uzun uğraşlardan sonra, tarihin en karanlık yerinden, en karanlık ruhları harekete geçirmiş ve dünyanın her tarafından toplanan cihatçı-selefi katil sürüleri, Suriye’de pek çok vahşi katliamın yaşanmasına ve insanlık suçunun işlenmesine neden olmuştu. İnsanlar sırf Êzidî, Alevi, Kürt, Hristiyan olduğu için katledilmiş, ganimet sayılan kadınlar köle pazarlarında satılmış ve selefi katillerin köleleri haline getirilmişti. “Modern(!)” Avrupa ve ABD, bu ilkel ve barbar güçleri bizzat desteklemişler ve bu güçlerin vahşi katliamlarının, kafa kesme törenlerinin “özgürlük mücadelesi” olduğunu yaygın bir şekilde propaganda etmişlerdi. ABD, bölgedeki işbirlikçileri olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ı bu iş için seferber etmiş, Suriye’deki katil sürülerine silah yardımı bu ülkeler üzerinden yapılmıştı. Bu dönemde Türkiye-Suriye sınırından binlerce cihatçı katil geçiş yapmış, yaralananlar Türkiye’de tedavi görmüştü. Bununla birlikte gelinen yerde ABD ve onun Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin başını çektiği “Sünni bloku” kontrolü kaybetmiştir. Beslenen dinci katiller, kendilerine çizilen sınırları aşmış, iktidara göz dikmiştir. Bu örgütler aynı zamanda ABD’nin Suriye’deki “ılımlı muhaliflerini de(!)” sindirmiştir. Dolayısıyla savaşırken kullanışlı olan bu güçlerin, iktidar hedefine yönelmesi ABD’yi Suriye’de çaresiz bırakmıştır. Suriye’de kontrolden çıkan dinci çeteler, aynı zamanda Türkiye’de de faaliyete (Reyhanlı, HDP mitingleri, Ankara Barış Mitingi vb.) geçmiştir. ABD’nin en son giriştiği “eğit-donat projesi” ise rezilce

bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İran ve Irak’la birlikte hareket eden ve aynı zamanda Çin’le güçlü bir blok oluşturan Rusya, uzun süredir beklediği fırsatı yakalamış ve ABD’nin içine düştüğü bu durumdan yararlanarak ipleri eline almaya başlamıştır. Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahaleye başlamışıyla birlikte tüm dengeler değişmiştir. Suriye’yle ekonomik, siyasi ve askeri olarak tarihsel ve köklü ilişkileri bulunan Rusya, bu müdahalesiyle, Suriye’yi kurda-kuşa yedirmeyeceğini, buradaki tarihsel ve köklü ilişkilerini koruyacağını ortaya koymuştur. ABD ise Rusya’nın bu girişimini çaresizce kabul etmek zorunda kalmış ve Rusya’yı yalnızca IŞİD’le mücadele etmesi yönünde sınırlamakla yetinmiştir. Böylece ABD, aslında IŞİD’den hiç de farklı olmayan ve Suriye’deki katliamlarda ondan geri kalmayan ‘ılımlı’ diye adlandırdığı gerici çeteleri koruması altına almıştır. Türkiye ise Rusya’nın Suriye’deki IŞİD alanlarını bombalaması üzerine “muhalifleri vuruyor” yaygarası koparmıştır. Rusya’nın ABD’nin çizdiği bu sınırı tanımadığı açıktır. ABD’nin ise Suriye’de içine düştüğü durum itibariyle yapabileceği hiçbir şey yoktur. Sonuçta ABD, gelinen yerde Rusya’yla masaya oturmak zorunda kalmıştır. Bunda şüphesiz ABD’nin dünya ölçeğinde güç kaybetmesi ve Rusya-Çin bloğunun bunun tersine gittikçe güçlenmesi önemli bir etkendir. Suriye’de PYD/YPG önderliğinde dinci-selefi katil sürülerine karşı kahramanca bir direniş sergileyen Rojava halkı da ABD tarafından muhatap alınmak zorunda kalınmış, IŞİD’e karşı “müttefik” sayılmıştır. ABD’den sonra Rusya da PYD/YPG ile birlikte hareket etmek istediğini


12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ duyurmuştur. Türkiye ise PYD/YPG’ye, “Tampon Bölge” olduğunu iddia ettiği Fırat’ın batısına geçmemesi tehdidini savurmuştur. Oysa ki Fırat’ın batısı (Cerablus) IŞİD kontrolünde bulunmaktadır. Dolayısıyla Kürt güçlerinin ve ortak davrandığı diğer demokratik güçlerin, Fırat’ın batısına geçerek, buradaki katil IŞİD ve NUSRA sürüleriyle savaşması kaçınılmaz gözükmektedir. Böylece Kobanê Kantonu’yla, Afrin Kantonu birleşecek ve Türkiye-Suriye sınırı tamamen PYD/YPG güçlerinin hâkimiyetine geçecektir. Rusya ile ABD tarafından da desteklenecek bu harekete karşı Türkiye’nin yapabileceği fazla bir şey yoktur. Bugün Suriye’de Rusya, İran ve İran’la birlikte hareket eden Hizbullah tarafından desteklenen Esad güçleri; ABD tarafından desteklenen “ılımlı mühalefet(!)”; hem ABD hem de Rusya tarafından desteklenen, Esad tarafından da “öncelikli tehdit” görülmeyen PYD/YPG ile ABD, Rusya, İran, Esad ve PYD/YPG tarafından düşman ilan edilen IŞİD bulunmaktadır. Selefi katil sürüleriyle fazlasıyla halvet olan Türkiye gözden düşerken, İran, gittikçe ön plana geçmektedir. Son derece karmaşık olan bu denklemde kesin olan bir şey vardır, o da, Suriye’nin başta ABD olmak üzere emperyalist güçler tarafından büyük bir yıkıma uğratıldığı ve büyük bir insanlık trajedisiyle karşı karşıya bırakıldığıdır. Bugün milyonlarca Suriyeli, mülteci konumuna düşmüş; bütün şehirler yakılıp yıkılmış ve üretim büyük ölçüde tahrip edilmiştir. Ayrıca başta Palmira Antik kenti olmak üzere Suriye’nin kadim tarihsel-kültürel birikimi de, cihatçı vandallar tarafından büyük ölçüde tahrip edilmiştir.

Ortadoğu’daki, emirlik, şeyhlik ve diktatörlükler Birinci Dünya Savaşı’nda büyük ölçüde İngiltere tarafından yaratılmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist-emperyalist dünyanın jandarması haline gelen ABD, Ortadoğu’daki bu gericiliği, Sovyetler Birliği’ne karşı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında yeniden tahkim etti. Bugün ise “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında Ortadoğu bir kez daha emperyalistlerin yeni dönem ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Bu amaçla, mezhep ayrılıkları kaşınmakta; katil sürüleri, özgürlük savaşçısı ilan edilip ortalığa salınmakta ve bütün bir Ortadoğu, savaş, adaletsizlik, katliam, kan ve gözyaşı ile yoğrulmaktadır. Sonuçta Ortadoğu halkları, bir kez daha emperyalistlerin getireceği “özgürlüğün(!)” ne anlama geldiğini en acı bir şekilde deneyimlemiş olmaktadır. Bugün kaos ve yıkım halindeki Suriye, büyük emperyalist güçler arasındaki çatışma ve kutuplaşmanın yoğunlaştığı bir noktada, Büyük Ortadoğu Projesi’nin doğrudan bir sonucudur ve dolayısıyla örsle çekiç arasında ezilmektedir. Bu nedenle Suriye emekçi halkı, ülkeyi yakıp yıkan, katil sürülerinin ülkeye doluşmasına neden olan emperyalist güçlere karşı mücadele vermek zorundadır. Sorunun Türkiye emekçilerini kesen yönü ise bir yandan mülteci konumuna düşmüş Suriye halkıyla dayanışmaya girmek; diğer yandan Suriye’yi bir bataklığa çeviren emperyalist müdahaleyi bertaraf etmek için halkların birleşik mücadelesini örmektir. Suriye’ye emperyalist müdahaleye hayır demek en temel görevimizdir.


KASIM - ARALIK 2015

13

MÜCADELE İNSANLAŞTIRIR... Ankara’da bombalar patladığında ben de oradaydım. Katliama ve polis şiddetine birebir şahit oldum, yaşadım. Az önce sohbet ettiğim, birlikte halay çektiğim arkadaşlarımın bazıları yaşamını yitirdi, bazıları yaralandı. Günlerce neden ben değil de onlar öldü diye vicdan azabı çektim. Neden daha fazla yardım edemedim diye suçluluk duydum. Dostlarımı kaybettiğim için üzüntülü ama daha çok da öfkeliydim. Yaşananlara bir tek ben öfkeli değildim elbette. Milyonlar öfkeliydi. “Yasta ve öfkeliyiz” diyen sendikamız KESK, Ankara katliamının ardından iki günlük grev kararı aldı. Grevin başladığı Pazartesi günü hem yaşadığımız katliamı hem de grev kararını anlatmak için birkaç sendikalı arkadaşla okulumuza gittik. Okul arkadaşlarımızın büyük bölümü sanki bu ülkede, başkentin göbeğinde, Cumartesi günü, yüz kişinin öldürüldüğü bir katliamdan habersizdi! Onlar için ilk iş günü, sıradan bir Pazartesiydi. Bizim ise yüzlerimiz kahırlı, içimiz acı dolu ve bir o kadar da öfkeliydik. Onlar ne kadar sıradan ise biz o kadar sıradışıydık. Bu her halimizle beden dilimize yansımıştı. Bizi tanıyan herkes başımıza kötü bir şey geldiğini hemen anlardı. Ama onlar anlamadı, ta ki bir kadın arkadaş “Sizin neyiniz var?” diyene kadar. Olayları anlattık, öğretmen arkadaşları bilgilendirdik. Duyanlardan birkaçı “geçmiş olsun”, “başınız sağ olsun” derken birileri duymazlıktan geldi. Birileri acımıza ortak olmak için çaba harcarken birileri “ölenler akrabanız mıydı?” diye sordu.

Saat 10.04’te yaşamını kaybeden arkadaşlarımız için okul binasında anma yapacağımızı söyledik. Birilerinin homurdandığını, duyurumuzdan rahatsız olduğunu anladık. Bizler de rahatsızlığın nedenini sorduk. Cevaplar tanıdıktı: “Burası bir eğitim yuvası burada siyaset yapılmazdı! Hem ölenler teröristti! Hepsi Ermeni kırması Alevi ve devlet düşmanı olan Kürtlerdi! Su testisi suyolunda kırılırdı! Ölümleri tasvip etmiyoruz ama onlar da çok ileri gitmişlerdi!” vb. vb… Biz birkaç sendikalı arkadaş, birkaç duyarlı veli ve öğrenci ile anmamızı gerçekleştirdik. Bana o günden kalan büyük dersler oldu. Günde yedi-sekiz saatini birlikte geçirdiğin, konuştuğun, güldüğün insanlar senin en acı gününde bile siyasi kirlenmişliğini ortaya koyuyor. Yaşanan kutuplaşma o kadar derinleşmiş ki yanı başındaki insanın yaşadığı acılara daha da acı ekliyor. Yaranı kanatmaktan keyif alırcasına dağlıyor. Anlamıyor, anlamak da istemiyor. Var olan en insani değerlerin bile kaybedildiği, yolsuzluğun, yalanın, adaletsizliğin rutine dönüştüğü bu devirde, küçücük insani duygular için bile mücadeleyi seçmeliyiz. Mücadele insanlaştırır. Bize düşense tüm emekçileri kapsayacak mücadele zeminleri yaratmak, insanlaşırken insanlaştırmaktır. Bir Eğitim Emekçisi


14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

AKP ve Sermaye İktidarı Gözünü Kamu Emekçilerinin İş güvencesine dikti! Emekçilerin çalışma yaşamının cehenneme çevrildiği bu dönemde, gericilik dalgasını da arkasına alan AKP hükümeti, çalışma koşullarını daha da kötüleştirmek amacıyla kolları sıvamış durumda. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda daha önce yaptığı değişiklikler Anayasa Mahkemesi’nden dönen AKP, bu kez yasayı sil baştan değiştirmeyi planlıyor. 1980’lerden bu yana izlenen neo-liberal politikalar doğrultusunda iş kanunları da sürekli olarak değiştirilmektedir. Bu konudaki en köklü değişiklikler ise AKP iktidarı döneminde yapılmıştır. Yasal zeminler, bu saldırılar için alabildiğince güçlendirilerek değişikliklere hukiki zemin hazırlanmıştır. Bunlardan birisi de emekçilerin örgütsüz bırakılarak güçsüzleştirildiği, kazanılmış tüm haklarının ellerinden alındığı neo-liberal saldırıların bir ayağı olan güvencesiz çalışmadır. Değişiklikler gerçekleşirse “işçi-memur” ayrımı ile birlikte memurun iş güvencesi de ortadan kalkacak. Memurların görevden alınması, görev yerlerinin değiştirilmesi kolaylaşacak. Görevden alınan memur açtığı davayı kazansa bile yeniden eski görevine dönemeyecek. AKP hükümeti, köle gibi çalıştırılmak istenen emekçilere yönelik bu saldırılara seçim öncesi ideolojik ve psikolojik olarak zemin hazırlamıştı. Seçim-

den bir gün önce, “Bizim daha etkin daha ehil bir liyakate dayalı bir değerlendirme performans sistemini düşünmemiz lazım. 657’yi bu perspektiften de değerlendirebiliriz” diyen Davutoğlu, memurların en etkin şekilde değerlendirilmesini, onların bu süreçlerde kendi kabiliyetlerini, becerilerini ortaya koyacak şekilde esnek çalışmalarını tesis etmek gerektiğini söyledi. Davutoğlu’nun dile getirdiği “esnek çalışma” modelinin adı da iş güvencesiz çalışmadır. Davutoğlu’ndan bir gün, seçimden ise iki gün önce “657 değiştirilmediği sürece bu iş çözülmez, 657 değişirse burada farklı bir sistem oturabilir” diyen TC şefi Erdoğan, derdinin paralel yapıyla olduğunu söylüyor. Ancak biliyoruz ki bahsettiği farklı sistemin adı, uzun yıllar mücadelelerle elde edilen kazanımların gasp edilmesi anlamına gelen güvencesiz çalışmadır. Emekçilerin çalışmaya devam edip etmemesi sermaye hükümetinin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlanarak, iş güvencesine dair kazanılmış tüm haklar yok edilecektir. Milyonlarca emekçiyi ilgilendiren güvencesiz çalışmayla geleceğimizin karartılmasına izin verilmemelidir. Sermaye iktidarının saldırılarına göğüs germenin, haklarımızı korumanın ve kazanmanın örgütlenip mücadele etmekten başka bir yolu yoktur. Balıkesir’den Bir Eğitim Emekçisi


KASIM - ARALIK 2015

15

İNKARCI DEVLET İLKOKULLARDA ARAPÇA DERSİNE HAZIRANIYOR... Arapça, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün ilgili yazısında belirttiği gibi “22 ülkede yaklaşık 350 milyon nüfusun anadil olarak konuştuğu” bir dildir. Dolaysıyla öğrencilerin Arapça öğrenmesinde hiç bir sıkıntı olamaz. Sonuçta öğrenilen her dil, o dili konuşan halkla doğrudan temas kurulması, o halkın, kültürel, ekonomik ve tarihsel temellerinin bizzat kaynağından öğrenilmesini sağlar. Hatta öğrencilerin, çeşitli Afrika ve Amerika dillerini, Orta Asya dillerini ve Amazon Ormanlarında yaşayan çeşitli kabilelerin dillerini öğrenmelerinde de bir sıkıntı olamaz. Fakat burada bir dil dersinden bahsedilmediği herkesin malumudur.

Arap ekonomisini kat kat aşmaktadır. Arapça dersinin verilmesinde öne sürülen bir diğer gerekçe ise Suriye’den gelen ve Arapça konuşan insanlardır. Bu gerekçe de başka bir ikiyüzlülüğü vurgulamaktadır. Türkiye geçmişten bu güne, Balkanlar ve Kırım başta olmak üzere, çeşitli bölgelerden gelen halkları asimile etmek için daha baştan önlemler almış ve asimilasyon politikalarını daha kolay uygulamak için, bu halkları küçük parçalar halinde Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirmiştir. Kaldı ki Türkiye’nin, Hatay, Urfa, Adana ve Mersin başta olmak üzere çeşitli bölgelerinde binlerce yıldır yaşayan ve Arapça konuşan insanların asimilasyonu için de var gücüyle çalışmıştır. Buradaki asıl ikiyüzlülük ise, Türkiye’de Milli eğitimin en son aldığı Arapça dersi kararı ve başta kadim Kürt halkı olmak üzere, Çerkez, Gürcü, bu dersin Din Öğretimi Genel Müdürlüğü aracılığıy- Arnavut, Hemşin, Laz, Ermeni vb. halkların dillerila duyurulması, her şeyi din çemberi içine almaya ne getirilen yasaklamalardır. Türkiye, 80-90 yıldır çalışan sermaye devletinin Arapça dersi konusunda bırakın bu dillerde eğitim yapılmasını, okullarda, da benzer bir tutum içine gireceğini göstermekte- bu dillerde konuşulmasını dahi yasaklamış hatta bu dir. AKP hükümeti, anaokullarına kadar taşıdığı dini denetimi evlere kadar taşımıştır. Üstelik bu asimilaseğitimi (değerler eğitimi) Arapça dersiyle pekiştirme yoncu-inkârcı politikayı, “Bulgaristan’da Orta Asya niyetindedir. Okulların imam-hatipleştirilmesi, müf- ve Kafkaslar ’da esir Türkler” demagojisi eşliğinde redatın gericileştirilmesi, bir yığın dini içerikli dersin gerçekleştirmiştir. Sonuçta çelişki, Türkiye egemen“seçmeli(!)” adı altında öğrenci ve velilere dayatıl- lerinin umursamadığı bir durumdur. ması, Osmanlıca dersi derken nihayetinde Arapça’yla gerici eğitim pekiştirilmektedir. Milli Eğitim Bugün Türkiye bir halklar hapishanesidir ve bu en son yayınladığı “Değerler Eğitimi kitapçığı” ile topraklarda yaşayan hiç bir etnik yapı, ulus ve milbu konuda ne kadar ileri gidebileceğini göstermiştir. liyet kendi dilinde rahatça konuşup kendi dilinde Arapça dersiyle de okuldan “Sıbyan Mektebine” ge- eğitim alamamaktadır. Kürt halkının onlarca yıldır çiş büyük ölçüde tamamlanmış olacaktır. Hükümet, verdiği mücadeleye rağmen bu haklar hala çok sıçocukların beynini daha küçük yaşta yıkayarak kin- nırlıdır ve inkârcı politika özünden hiçbir şey kaybetdar, itaatkâr, sorgulamayan, dogmatik düşüncelere meden devam etmektedir. Üstelik inkârcı sermaye körü körüne bağlı bireyler yaratmak ve böylece de devleti, her dönem, çeşitli isimler altında sokağa kriz ve kaos içindeki sermayenin kölelik kuramlarını döktüğü çetelerle ve bu çeteler aracılığıyla düzenpekiştirmek istemektedir. lediği pogromlarla, bu halklar üzerindeki baskıyı artırıp asimilasyoncu politikayı tekrar tekrar pekişHükümet, her zamanki gibi bu konuda da ma- tirmektedir. Son yılarda Kürt halkının son derece sınüplatif açıklamalarla, karşısındakini aptal yerine nırlı olan kazanımlarını sıfırlamak için bir kez daha koyan türde bir yaklaşım sergilemektedir. Bir kere bu çetelerin işe koşulduğu görülmektedir. Bu inkârcı Milli Eğitimin Arapça konuşan kişi sayısını gerek- politika devam ederken Türkiye’nin her yerinde boy çe göstermesi tam anlamıyla bir şark kurnazlığıdır. gösteren yabancı dil kursları, Osmanlıca ısrarı ve en Eğer burada söz konusu olan sayıysa, Çince 1 milya- son Arapça dersi kararı gerçek bir ikiyüzlüktür ve bu ra yakın insan tarafından konuşulmaktadır. Sorunun ikiyüzlülük uzun süredir devam etmektedir. ekonomi olması durumunda da yine Çin ekonomisi


KAPİTALİZM'in FItratında 16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

KAtliam var e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 53 * Fiyatı: 25 Kr * Kasım 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.