Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Mayıs Haziran

Page 1

MAYIS - HAZİRAN 2016

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

1

Kamu Emekçileri Bülteni İki Aylık Bülten * Sayı: 56 * Mayıs - Haziran

Sermaye sınıfı ve iktidarı saldırılarını sürdürüyor * Kiralık işçilik yasası geçti! * Kıdem tazminatının gaspı kapıda * Kamu hizmetlerinin tasfiyesi sürüyor: zorunlu özel hayat sigortası gündemde * ‘Taşerona kadro’ yalanı ile kamuda “özel sözleşmeli personel” adı altında güvencesiz çalışma yaygınlaştırılmak isteniyor! * Soruşturmalar, sürgünler, işten atmalar artıyor

TEK ÇÖZÜM: Topyekûn saldırıya karşı

TOPYEKÛN DİRENİŞ!


2

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

İstanbul 1 Mayıs’ı üzerine...

1 MAYIS ALANI TAKSİM’DİR... DİSK ve KESK, uzun süreli bir bekleyişin ardından, sayılı günler kala, bu seneki 1 Mayıs Emekçilerin Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü’nü, Bakırköy’de kutlayacağını duyurdu. Duyurunun bu kadar geç yapılması şüphesiz boşuna değildi. Böylece bir dizi tartışmanın yaşanmasının önü kesilmiş ve olay, bir oldu bittiye getirilmiş oldu. Ayrıca sendika ve konfederasyonlar, tüm Nisan ayı boyunca, “Valilik Taksim’e izin verecek mi vermeyecek mi?” beklentisi üzerinden emekçileri adeta oyalamış oldu. Gerçek şu ki Taksim yasağı ister kalksın ister kalkmasın, önceden güçlü bir çalışma örülebilir, emekçilerin dağ gibi birikmiş sorunları ve hak kayıpları yoğun bir şekilde teşhir edilebilir ve emekçiler alanlara çağrılabilirdi. Seminerler, konferanslar, afişleme çalışmaları ve bildiri dağıtımları gerçekleştirilebilir; işyeri toplantıları, bölge toplantıları vb. aracılığıyla emekçilerin canlı bir şekilde tartışmalara katılması sağlanabilirdi. Şüphesiz bu durum, 3-5 tane sendika bürokratının televizyonlara çıkıp bir basın açıklaması yapmasından, son ana sıkıştırılmış göstermelik bir-kaç toplantıdan çok daha kapsamlı bir çalışmayı, tüm güç ve olanakların seferber edilmesini, 1 Mayıs’a yakışır bir şekilde planlı ve amaçlı bir çalışmayı ifade etmektedir. Bu sene 1 Mayıs, Taksim-Bakırköy ayrışmasıyla ayrı bir önem kazanmış gözükmektedir. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, 1 Mayıs’ı, yine bu yapılara hâkim anlayışlar olan HDP, EMEP, ÖDP (Haziran Hareketi) gibi yapılarla birlikte Bakırköy’de kutlama kararı almıştır. Buna göre, “kitleselliği sağlamak” ve “korkuları yenmek” için “bir defaya mahsus” olarak 1 Mayıs Bakırköy’de kutlanacaktır. Hükümet ise “barışçıl”, “huzur içinde”, “kavgasız, gürültüsüz” bir

1 Mayıs için Bakırköy Halk Pazarı’nı 1 Mayıs alanı olarak göstermiştir. Burada, 1 Mayıs ‘Taksim’de kutlanınca neden “huzur içinde” olmuyor da Bakırköy’de kutlanınca “huzur içinde” oluyor?’ sorusu ister istemez akla gelmektedir. Taksim Meydanı üzerinden yürüyen bir irade savaşı söz konusudur ve bu sorunun cevabı tam da burada yatmaktadır. Söz konusu olan yalnızca 1 Mayıs’ın nerede kutlanacağına dönük basit bir alan tartışması değildir. Gezi direnişinde emekçilerin Taksim’e adeta bir meydan savaşı vererek girmeleri de bu tartışmanın yalnızca bir alan tartışmasından ibaret olmadığını tesciller. Alanlar sınıf mücadelesinde fiziksel varlığından öte sembolik önemi olan yerlerdir ve Tahrir Meydanı Mısır halkı için neyse Taksim Meydanı da Türkiye emekçileri için odur. 1 Mayıs 1977, sermaye devletinin en kanlı katliamlarından biridir ve bu katliam Taksim’de gerçekleşmiştir. O gün bu gündür sermaye devleti, emekçilerin hafızasından silmek amacıyla Taksim’i defalarca kez yasaklamıştır. Fakat Türkiye işçi sınıfı, her defasında ödediği bedellerle tarihsel olarak Taksim Meydanının 1 Mayıs Meydanı olduğunu dosta düşmana göstermiştir. Emekçilerin


MAYIS - HAZİRAN 2016

“korkularını yenmesine” gelince; bu şüphesiz emekçilerin hakları ve özgürlükleri uğruna vereceği savaşım içinde bizzat pratikte gerçekleşecektir. Bakırköy 1 Mayısı, gerçekte tam bir sıkıyönetim havası içinde gerçekleşmiştir. Bomba bahanesiyle emekçiler, defalarca kez aranmış, polis pankartlardan sloganlara kadar her şeye müdahale etmiş, HDP korteji gaza boğulmuş ve emekçiler darp edilip gözaltına alınmıştır. Alan, tabiri caizse bir toplama kampına çevrilmiştir. Böylece Taksim iradesini kıran sermaye devleti, burada planlı ve bilinçli bir şekilde yarattığı atmosferle, bırakın “korkuların aşılmasını” emekçilerin daha büyük bir umutsuzluk içine düşmelerine neden olmuştur. Taksim iradesinin kırılmasından ve emekçilerin ana gövdesinin Bakırköy’e taşınabilmiş olmasından büyük bir memnuniyet duyan hükümet, “huzur içinde” kutlanan 1 Mayıs’tan dolayı teşekkür etmeyi de ihmal etmemiştir. Bakırköy’de bunlar yaşanırken Taksim iradesini gösteren devrimciler ve emekçiler de Taksim’de yerini almıştır. Sermaye devleti, adeta Taksim’in kendisi için ne kadar önemli olduğunu tescillercesine Taksim çevresinde kat kat barikatlar oluşturmuştur. Bu barikatlarda yüzlerce devrimci ve emekçi gözaltına alınmıştır. DİSK ve KESK’in Bakırköy kararı, bu ko nfe d e ra syo n l a ra hâkim olan anlayışların onlarca yıldır sürdürdükleri evrimin ve reformist anlayışlarının doruk noktasını ifade etmektedir. Bakırköy kararına gerekçe olarak sunulan “emekçilerin korkuları”, “kitlesel 1 Mayıs” gibi argümanlar ise reformizmin kendini ifade etmesinden başka bir şey değildir. Ayrıca bu 1 Mayıs, DİSK ve KESK bürokratlarının yıllardır taban basıncıyla ve çoğunlukla da söylem boyutunda savunduğu fiili-meşru mücadele hattını tamamen reddettiğini, düzenin icazet sınırlarına boylu boyunca teslim olduğunu göstermektedir. Gerçekte emekçilerin korkularını yenmesinin yolu, örgütlenmelerinden ve hak ve özgürlükleri uğruna mücadele etmelerinden geçmektedir. Emekçilerin tüm hakları ellerinden alınırken, kölece çalışma ve yaşam koşulları dayatılırken, tüm kamu

3

kaynakları sermayeye aktarılırken, baskı ve zorbalık gün be gün artarken emekçilerin meşru mücadele içinde 1 Mayıs’ı hesap sorma gününe çevirmesinden daha doğal ne olabilir. Emekçilere “barışçıl 1 Mayıs”,”huzur içinde 1 Mayıs” telkininde bulunan sermaye devleti, gerçekte onlara karşı çok yönlü bir savaşın içindedir. 1 Mayıs’ın hemen sonrasında Özel İstihdam Bürolarıyla ilgili yasanın çıkarılması, bu savaşın hükümet cephesinden ne kadar vahşi bir şekilde sürdürüldüğünü göstermektedir. Sonuçta, sermayenin temsilcisi olan hükümetin “barış” ve “huzur” telkini, kölelik koşullarına ve her geçen gün bir yenisi gerçekleşen saldırılara karşı sessizce boyun eğilmesinden ibarettir. Taksim’in emekçilere yasaklanması, bu köleleştirme politikalarının önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Bizler Sosyalist Kamu Emekçileri olarak sermayenin Taksim yasağının sıradan bir alan tartışmasının ve “güvenlik kaygılarının” ötesinde bir irade sınaması olduğunu beyan ediyoruz. Burada emekçilere yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıların bir de Taksim Meydanı üzerinden kendini göstermesi ve böylece emekçilerin her anlamda ezilmeye çalışılması söz konusudur. Bize düşen görev emekçileri haklarını kazanmak üzere örgütlemek ve mücadele saflarında yerlerini almalarını sağlamaktır.

1 MAYIS ALANI TAKSİM’DİR! 1 MAYIS KIZILDIR KIZIL KALACAK!

Sosyalist Kamu Emekçileri


4

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

1 MAYIS’I ‘ALAN TARTIŞMASINA HAPSETMEYENLER’ TESLİMİYETİ SEÇTİLER! Üzerine korkunun ve teslimiyetin sindiği (yüz binler de katılsa) bir miting kime ne kazandırabilir? İki sınıfın çarpıştığı, güçlerini sınadığı bir günün böylesi bir eyleme konu olmasının işçi sınıfı ve diğer emekçiler açısından ne anlamı olabilir? Ruhunda mücadele olmayan, direniş öğesi taşımayan, toplumsal mücadeleyi ileriye taşıyacak her hangi nüvenin bulunmadığı bir eylem nasıl ilerici bir nitelik taşıyabilir? Üstelik 1 Mayıs gibi tarihsel bir ağırlığı olan, hele hele Türkiye’de ağır bedeller ödenmeden yaşatmanın mümkün olmadığı bir gün için Bakırköy mitingi ne ifade eder? Bakırköy Mitingi kararı, sadece büyük bir geri adım değil, içindekilerin gerçeği bildiği ancak dışında kalanlar açısından mücadeleci bir toplumsal imajı olan DİSK ve KESK’in nefesinin tükendiğine dair yeni ve güçlü bir gösterge sayılmalıdır. Hele hele DİSK açısından durum daha da ezicidir. 77 şehitleri ve o yıllardan bugüne 1 Mayısı birinci elden sahiplenen, hatta sahibi gören, şehitler nedeniyle bunun kendi doğal hakkı olduğunu düşünen DİSK, başka birçok şeyin yanı sıra özellikle işin bu yönüyle bir kez daha kirlenmiştir. Sadece DİSK değil KESK içinde özel bir ağırlığa sahip olan HDP’nin, özel olarak ÖDP, EMEP ve benzer çizgidekiler için de düpedüz utanç kaynağıdır yarattıkları tablo. Sol hareket içinde özellikle devrimcilere karşı kendi “özel ağırlıklarını” pazarlayanlar devlet terörü ve dayatması karşısında kekemeye dönüşüverdiler. Reformizm eleştirisi karşısında kendini kaybedenlerin düzen partisi CHP’nin yedeğine düşmeyi bu kadar kolay kabullenmeleri özel bir sorguya konu edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Özellikle de kendi tabanları açısından bu daha da gereklidir. Esasen sorgulanması ve sorulması gereken şudur; ne oldu, hangi siyasal ve toplumsal gelişme

yaşandı da bu yılın 1 Mayısı’nda farklı bir tutum almaya yöneltti sizi? Bakırköy’e girmeyi “Bu da bir başarı” diyerek kamuoyu önünde sergilediğiniz siyasal cambazlıklar yutulacak mı sanıyorsunuz? Bakırköy’ün neresi başarı, bir de şimdi tarif edin başarınızı. Türkiye’nin nesnel toplumsal koşullarında ve sınıf mücadelesinin güncel politik ihtiyaçları bakımından isabetli ve tutarlı ne söyleyebilirsiniz ki? Sendikal tabanda görmezden gelinemeyecek bir direnme eğilimi varken neden bu eğilim yok sayıldı. Aldığınız kararın sadece konfederasyonlarınızı değil 1 Mayıs eksenli tüm toplumsal tabanı etkilediği unutuldu mu? Taksimi unuttunuz, hadi bir daha ki yıl bırakalım Kadıköy’ü devlet Bakırköy’ü vermezse, siz de Hak-iş ve Türk-İş’in bir zamanlar yaptığı gibi spor salonlarına mı sığınacaksınız? Nasıl bir sorumluluk ve meşruiyet bilinciyle kendi teslimiyetçi tutumunuzu tüm emekçilerin önüne koyuyorsunuz? Saldırı-Katliam olasılığını önümüze koyduğunuzda her şeyi açıklamış olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Kuşkusuz Taksim kaçkınları açısından meşru sayılabilecek her hangi bir açıklama beklemek yersiz bir beklentidir. Bakırköy mitingi vesilesiyle ortaya çıkan tabloda yeni olan şudur; daha önce ortak bir tutuma konu edemedikleri Taksim kaçkınlığını şimdi kolektif bir biçimde ortaya koyma ‘başarısı’ gösterdiler. CHP’nin güçlü bile denemeyecek ideolojik cereyanıyla kendi reformist kimliklerinin ürünü kronik zaaf ve eğilimlerini kolayca birleştirebildiler. Denebilir ki yıllardır ortaya konulan Taksim direniş iradesinin devrimci basıncı karşısında CHP onlara nefes aldırmıştır. Onlar da ‘alan fetişizmi yapmamak’ adına kolay olanı seçip büyük bir rezilliğe imza


MAYIS - HAZİRAN 2016

5

atmış oldular. Üstelik ‘milyonluk miting’ vaadiyle artık daha hızlı yol alan küçük burjuva devrimcileri, avutuldukları CHP tarafından ortada bırakılarak… büyüğü, küçüğü ve ara kademesiyle birlikte sol görünümlü sendikal bürokrasi hepsi aynı zeminde 1 Mayıs tablosunun bir yanı bu iken bir yanı da buluştular. Artık her alanda yapılması gerektiği gibi bir dizi eksikliğine karşın Taksim iradesinin ortaya biz devrimci kamu emekçileri de kendi alanımızda konmasının geleceğe dair yarattığı umut verici tabbu reformistlerin karşısına güçlü bir politik platform lodur. Evet, kitlesel değildir, evet devletin yasakçı ve olarak çıkabilmeli ve sendikal alanda devrimci bir zorba tutumu kırılıp atılamamıştır. Fakat devletin seçenek oluşturmalıyız. Bugün kendi iradesizliklesopasına eşlik eden daveti, kabul edilmemiş ve rinin ürünü olarak ortaya çıkan teslimiyetçi siyasal teslimiyetin yolu tutulmamıştır. Devletin yaratmaya ve sendikal tutumu, güçlü bir biçimde kamu emekçalıştığı korku atmosferi, toplumsal mücadeleyi tesçileri içinde teşhir etmemiz gereklidir. Önümüzdeki lim olmaya zorlayan tehditleri Taksim yönelimiyle yılın 1 Mayısına bu yılın deneyiminden hareketle yanıtlanmıştır. 1 Mayısın uluslararası tarihsel önemi hazırlanmalı, oyalayıcı, ikircikli ve ikiyüzlü oyunlara ve ülkemiz özgünlüğündeki özel mirası devrimci en baştan izin vermemeliyiz. Bu yıl yapamadık ve direnişçi bir tutumla sahiplenilmiştir. İşçi sınıfını, bürokratların oyalamacı tutumuna aldandık. Bürokemekçileri ve Kürt halkını her bakımdan kuşatma ratların Bakırköy kararına karşı Taksim yönelimini altına alan faşist rejimin zorbalıklarına karşı dirensavunan bir inisiyatif ortaya çıkmadığı için kamu menin de bir seçenek olduğunun altı tekrar çizilmiş emekçilerinin direngen kısmı da ya kolayından oldu. Bugünün koşullarında meselenin özü de Bakırköy’e eklemlendi ya da yönsüz kaldı. Fakat bir budur. dahaki yıl, kamu emekçileri alanındaki bu boşluğu Ortaya çıkan bu iki eğilim, bir bakıma aynıları aynı doldurabilmek için erkenden iş başı yapmamız safta yeni bir düzeyde birleştirmiş de oldu. Libera- gerekiyor. lizme yüz tutmuş sosyal reformistler, reformizme

Bir Eğitim Emekçisi

OKULLARDA AJANLAŞTIRMA POLİTİKALARI Kamusal hizmetlerin piyasaya açıldığı, paralı hale getirildiği ve buna paralel olarak da kamu emekçilerine dönük saldırıların hayata geçirildiği bir dönemden geçmekteyiz. Bu aynı dönemde toplumsal muhalefet terörize edilirken, ilerici öncü kamu emekçilerinin payına da cezalar, sürgünler, açığa almalar, görevden atmalar düşmektedir. Toplumsal kutuplaşma ile kamu emekçileri ayrıştırılmakta, karşı karşıya getirilmekte, yandaşlaştırılıp, ajanlaştırılmaktadır. Kamu emekçileri genelgeler ve yönetmeliklerle zapturapt altına alınmaya çalışılırken yanı başındaki emekçiler buna ortak edilmektedir. Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğünün İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerine gönderdiği yazıda okullarda terörle mücadele komisyonu adı altında bir komisyon kurulması ve bu komisyonun her ay toplanarak rapor yazması istenmiştir. Komisyona seçilecek olan öğretmenlerin ise din kültürü, tarih, edebiyat ve okul rehber öğretmenleri olacağı belirtilmiştir. Gönderilen bu yazıyla, bir taşla iki kuş vurulmuş olmaktadır. Birincisi devletin 90 yıllık cumhuriyet tarihinin resmi tezine uygun olan tekçi zihniyetin taşıyıcısı branşlar aracılı-

ğıyla devletin Türk-İslam tezi sürdürülecektir. İkincisi bu öğretmenler, taraflaştırılarak gönüllü ve resmi ajan görevini yapacaklardır. Kendisine devletin bekası üzerinden rol biçen öğretmenler, okullarda bir baskı aracına dönüşecektir. Kraldan çok kralcı olan yandaş ve kontra sendika üyeleri, muhalif her sesi boğmak için her türlü yol ve yöntemi kendinde hak görecek, bu komisyon aracılığıyla terör estireceklerdir. Kamu kurumlarında var olan rekabeti ve toplumsal kutuplaşmayı düşündüğümüzde muhalif olan ya da azıcık sesi çıkan kamu emekçileri, devletin ve idarelerin baskısı yetmezmiş gibi bir de meslektaş baskısı yaşayacaktır. İş yerlerinde korku iklimi yaygınlaşıp derinleşirken işbirliğine dayalı çalışma ortamı tamamen yok olacaktır. Bu komisyonla, şikâyet kültürü ve ajanlaştırma kurumsallaşacaktır. Faşizm, tüm yaşam alanlarımızı abluka altına almaya çalışmaktadır. Bu ablukayı dağıtacak olan da biz kamu emekçilerinin saldırılara karşı örgütlü mücadelesidir. Birleşik ve programlı bir mücadele ile aydınlık yarınlar bizim olacaktır.

Bir Eğitim Emekçisi


6

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinden 2013 Haziran Direnişine… Ekim UMUTCAN Bu yıl, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 46. ve Gezi (Haziran) Direnişinin de 3. yılını kutlayacağız. Peki, kendiliğinden de olsa her iki Haziran Direnişinin ortaya çıkmasına yol açan o dönemin tarihsel koşullarıyla bu dönemin tarihsel koşulları arasında esasa ilişkin bir farklılık söz konusu mudur? Öncelikle, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin mayalandığı tarihsel ve toplumsal atmosferin uluslararası ve ulusal düzlemdeki gelişmelerini yeniden anımsayalım: 1968 başkaldırısı, burjuvazinin ve onun kalemşorlarının bugünün genç kuşaklarını inandırmaya çalıştığı gibi, ne haylaz öğrencilerin bir isyanıydı, ne de yalnızca “bireysel özgürlük” için bir başkaldırıydı. Avrupa’da patlak veren ve çok kısa bir zamanda etkilerini tüm kapitalist ülkelerde gösteren 68 başkaldırısı, kapitalist üretim tarzının ikinci dünya savaşından beri biriken ve keskinleşen çelişkilerinin dışa vurumuydu. 68 başkaldırısı, çürüyen ve çürüdükçe saldırganlığı ve zalimliği daha da artan emperyalist kapitalizme karşı işçi sınıfının ve gençliğin devrimci bir tepkisiydi. Avrupa’da, özellikle Fransa’da ve İtalya’da 60’lı yılların ortalarında işçi sınıfında başlayan huzursuzluk ve grev dalgası, 1968’e gelindiğinde üniversite gençliğine de sıçrar. Bir yandan işçi sınıfını reformist partiler aracılığıyla düzene entegre etmeye çalışan, öbür yandan da öğrenci gençliği üniversitelerde burjuva eğitim sistemi aracılığıyla burjuva ahlâkına göre eğitip kapitalist toplumun iyi huylu, düzene sadık yurttaşları yapmaya çalışan burjuva devletler, bir anda neye uğradıklarını şaşırırlar. Burjuva düzenin gerçek yüzü işçilerin ve öğrenci gençliğin bilincinde açığa çıkar: Bir yandan refah toplumundan, özgürlüklerden ve ilerlemeden söz eden bu burjuva demokrasileri, öbür yandan da Cezayir’de, Filistin’de, Vietnam’da, Latin Amerika’da, yoksul halklara reva gördükleri baskı, sömürü ve talanla artık yaptıklarını kitlelerden gizleyemez hale gelir. Nitekim 1968 baharında başlayan gençlik eylemleri kapitalist eğitim sisteminden, burjuva toplumun ikiyüzlülüğünden bunalan gençliğin bir patlamasına, başkaldırısına dönüşür. 68 Mayısında Fransa’da ve hemen ardından İtalya’da başlayan üniversite işgalleri; öğrencileri, burjuva devletin silahlı baskı aygıtlarıyla, ordu ve polisle karşı karşıya getirir. İşçiler, öğrencilerin taleplerine de sahip çıkarak, giderek artan devlet terörüne karşı alanlara çıkarlar. Fransa’da 8 milyon, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi genel greve çıkar. Her iki ülkede de işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemleri ortaklaşmaya başlar. Fabrika işgalleri, kitlesel miting ve yürüyüşler, polisle çatışmalar günlük hayatın bir parçası

haline gelir. İşte, “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin ardında yatan kendine güven duygusunun, hakkını sokaklarda arama anlayışının, devletin ordusu ve polisiyle çatışma içerisine girmekten çekinmeyen bir cesaretin ve militan cüretkârlığın, 1968 başkaldırısının bu topraklardaki bir uzantısı olduğunu” görmemiz gerekir. Fransa’da 68 baharında patlak veren üniversite ve fabrika işgalleri dalgası, derhal Türkiye’ye de sıçrar. 1968 Haziranı’nda İstanbul üniversitesinin işgaliyle yükselen gençlik eylemleri, kısa zamanda tüm okullara yayılır. Bu dönemde, gözünü dünyada olup bitenlere diken yalnızca devrimci öğrenciler değildi, dahası bu devrimci öğrencilerin birçoğu öğrendiklerini işçilere taşımaktan da geri durmadılar. Zira Avrupa’daki mücadele biçimleri işçi sınıfı hareketinde de yansımasını bulur: Derby işgaliyle birlikte Türkiye işçi sınıfı hareketinde de fabrika işgalleri önemli bir yer tutmaya başlar. Devrimci cüretkârlık ve militan mücadele anlayışı inanılmaz bir hızla işçi sınıfı içerisinde yayılır. Aldığı ivmeyle bir adım daha öne çıkan işçi sınıfının militan eylemliliği, işçi hareketinin hem büyümesinde hem de niteliğinin gelişmesinde ikinci bir dönüm noktası olur. Bu noktadan başlayarak işçi sınıfının kendiliğinden gelişen fakat devrimci bir öz taşıyan, fabrika işgalleri, boykotlar, yasadışı grevler gibi eylemleri patlak verir. Aynı dönemde işçi hareketi ile yüzünü sınıfa dönen devrimci gençlerin buluşması, sınıf hareketinin gittikçe politikleşmesini de beraberinde getirir. Zira 1969 Şubatında ABD 6. filosunun İstanbul’a gelişini protesto etmek üzere alanlara çıkanlar, bir yıl önceki gibi yalnızca öğrenciler değildir artık. Bu kez işçiler de alanlara çıkar. 1969 kışında patlak veren Singer işgali ve ardından yaz aylarındaki demir-döküm işgaliyle birlikte, direnişlerin artık fabrikaların sınırlarını aşarak tüm bir işçi bölgesine yayılmasına, kadınların da direnişlere militan bir temelde katılmasına tanık olunur. 69 sonbaharındaki Gamak işgalinde, polis silahlı saldırıda bulunur. Öldürülen direnişçi işçi Şerif Aygün’ün cenazesi, binlerce işçi ve onlara destek veren öğrencilerle birlikte kaldırılırken, artık “evde çocuk ekmek bekliyor” gibi sloganlar bir tarafa bırakılır, “Kahrolsun Kapitalizm”, “Bağımsız Türkiye” gibi sloganlar öne çıkmaya başlar. Sungurlar işgali de aynı şekilde gelişirken, Alpagut linyit işletmelerinde ve Günterm işgalinde işçiler yalnızca işgalle kalmazlar, kurdukları işyeri konseyleri aracılığıyla işyerini çalıştırmaya devam ederler. 1968 başkaldırısının Türkiye’ye de hızla yansıması, öğrenci gençlik hareketinin hızla devrimcileşmesi, işçi


sınıfı eylemliliğinin yasal sınırların ötesine taşması ve yükselen bu hareketin DİSK bünyesinde toplanması… DİSK’in çatısı altında gerçekleşen işçi eylemliliği yükselip düzeni tehdit etmeye başlayınca, burjuvazi 274-275 sayılı sendikalar yasasını değiştirerek DİSK’i tasfiye edecek yeni bir yasa tasarısı hazırlığına girişir. Üstelik bu yasanın hazırlayıcılarından biri de 70’li yılların sonlarında DİSK’in başkanlığına seçilecek olan o dönemin CHP milletvekili Abdullah Baştürk idi. Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından, işçi temsilcilerinin de geniş katılımıyla yapılan kalabalık toplantıda DİSK eylem kararı alır. DİSK yönetimi, bir protesto mitingi yapmayı planlar ve fabrikalardaki işçilere DİSK’ten gelecek talimatları beklemelerini salık verir. DİSK’in planına göre miting 17 Haziranda yapılacaktı. Ancak DİSK’in kanuna karşı çıktığı ve protesto edeceği haberi bir anda tüm fabrikalara, işyerlerine, kahvelere ve hatta evlere kadar ulaştığında, zaten istim üzerinde olan işçi sınıfı kendiliğinden derhal sokaklara akar. 15 Haziran günü, 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran direnişi, modern sanayi proletaryasının beşiği olan İstanbul ve İzmit yöresini kapsar. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durur. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenler ve kent merkezlerine doğru hareket ederler. DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler, bu protestoları kendi inisiyatifleriyle ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle yalnızca iş bırakmakla sınırlamazlar… “Eylemin tahmin edilen sınırları aşması, hareketin daha ileri bir noktaya evrilmesi üzerine DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler radyodan işçilere seslenir ve provokasyona kapılmamalarını, anayasal sınırları aşmamalarını ister.” Yani işçi sınıfının bu militan direnişi karşısında reformizm, aslına rücu eder. İşte 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinin arka planında bunlar yatar. (İnternet, ekşi sözlük) Şimdi de 2013 Gezi (Haziran) Direnişinin mayalandığı tarihsel ve toplumsal atmosferi anımsayalım: “Türkiye, bunalımlar, savaşlar, iç savaşlar ve toplumsal hareketliliklerle çalkalanan bir coğrafya ile çevrilidir ve kendisi de çok yönlü bunalımlar içinde bir ülkedir. Ekonomide biriken sorunlar giderek ağırlaşıyor ve her an patlak verebilecek yeni bir bunalımı hazırlıyor. Uzun yıllardır sürdürülen sosyal yıkım saldırılarının mayaladığı sosyal bunalım katmerleşiyor, sosyal gerginlikler büyüyor. Rejim bunalımında yeni bir denge oluşmuş gibi görünse de gerçekte her şey hala belirsizliğini koruyor. Olup bitenleri cumhuriyetin kuruluş ilke ve değerleriyle bir hesaplaşma sayan önemlice bir toplum kesimi var ve bunların güçlenen muhalefeti zaman zaman sokağa taşıyor. Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından olan Kürt

MAYIS - HAZİRAN 2016 7 sorunu bölgeselleştiği ölçüde rejimi giderek daha çok zorluyor, düzenin kendi bünyesindeki parçalanma ise sorunu daha karmaşık hale getiriyor. Dinsel gericilik devlet ve toplum yaşamına daha etkin bir biçimde yerleştiği ölçüde milyonlarca Alevi yurttaşın kaygıları ve huzursuzluğu artıyor, Alevi sorunu daha da bir yakıcı hale geliyor. Aynı şekilde, dinsel gericiliğin kendi değer ve tercihlerini tüm topluma dayatmaya yeltenmesi, kamusal alanda dinsel ideoloji ve uygulamalara sürekli yeni alanlar açılması, yaşam tarzına sinsi ama sistemli müdahaleler, yeni türden bir siyasal-kültürel bunalımı mayalıyor ve bunun ürünü bir muhalefeti hazırlıyor. Aynı gelişmeler kadın sorununu daha da ağırlaştırıyor, ona yeni biçimler ve boyutlar kazandırıyor. Tüm bunların etki ve sonuçları, beslediği muazzam tepki birikimi, Haziran Direnişi aynasından tüm açıklığı ile yansıyor. Denebilir ki Haziran Direnişi tüm bu farklı türden tepki ve hoşnutsuzluklar birikiminin birleşik bir patlaması olmuştur.” (Kızıl Bayrak Gazetesi, Haziran Direnişi-1 / H. Fırat) Meselenin özü ve özeti, her iki Haziran Direnişini mayalayan tarihsel ve toplumsal koşullarda esasa ilişkin bir farklılık olmadığı gibi, büyük direnişler karşısında reformistlerin takındıkları tutumlarda da esasa ilişkin bir değişiklik söz konusu değildir. Zira 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 2013 Gezi (Haziran) Direnişi, Greif Direnişi

ve Metal Fırtınası karşısındaki tutumları ile 2016 1 Mayıs alanına ilişkin tutumları buna en iyi örneklerdir. Üstelik 1 Mayıs alanı olarak Bakırköy Halk pazarında uzlaşmaları nedeniyle iki büyük konfederasyon (DİSK ve KESK) ve iki büyük oda (TMMOB ve TTB) hükümet tarafından teşekkürle ödüllendirilmiştir(!) Kapitalizm var olduğu sürece ne büyük direnişleri mayalayan tarihsel ve toplumsal koşullarda esasa ilişkin bir değişiklik ne de bu direnişlere karşı reformistlerin tutumlarında esasa ilişkin bir değişiklik olacaktır. Dolayısıyla tüm devrimci dinamikler, işçi sınıfı ve emekçileri hem 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin hem 2013 Haziran Direnişinin ve hem de Greif Direnişinin yol göstericiliğinde sermaye diktatörlüğüne ve reformizme karşı fiili meşru ve militan bir çizgide örgütlü mücadeleye sevk etmek göreviyle yükümlüdürler.


8

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Kamu Emekçileri Forumu’nun 14 Mayıs tarihli toplantı sonuç bildirgesi…

TÜM KAMU EMEKÇİLERİNİ KAMU EMEKÇİLERİNİN ÖNCÜ BİRLİĞİNİN KURULUŞUNA OMUZ VERMEYE ÇAĞIRIYORUZ! Kamu Emekçileri Forumu olarak bir buçuk yıllık bir mücadele sürecini geride bırakırken, tüm bu sürecin tartışmaları, birikimi ve deneyimleri ışığında kamu emekçilerinin öncü birliğini inşa etme amacında ortaklaşmış bulunuyoruz. Kamu Emekçileri Forumu, Eğitimciler Forumu adı ile 2014 yılının Kasım ayında çalışmalarına başladı. 21 Şubat 2015 tarihinde gerçekleştirdiği beşinci buluşma ile Kamu Emekçileri Forumu adını alarak yoluna devam etti. Kuruluşundan bugüne kamu emekçilerinin örgütlenme ve mücadele sorunlarını tartıştı, toplumsal sorunlara sınıfsal bir perspektifle yaklaştı ve pratik tutumlar geliştirmeye çalıştı. İlk önemli müdahalesini Eğitim Sen ve alevi örgütleri öncülüğünde 8 Şubat 2015’te gerçekleştirilen "Eğitimde gericileşmeye karşı laik, bilimsel, anadilinde eğitim ve demokratik yaşam için dayanışma ve birlik mitingi”nin devletin dayattığı Maltepe Meydanı’nda yapılması kararına tutum alarak gerçekleştirdi. Afişler ve bildirilerle emekçiler Maltepe Meydanı’na çağırıldığı bir süreçte emekçilerin Maltepe kararına itirazları ve Kamu Emekçileri Forumu’nun çağrılarının tabanda karşılık bulması sonucunda miting Kadıköy’de gerçekleştirildi. 8 Mart 2015 tarihinde ise sendikalarımıza hâkim feminist anlayışların 8 Mart’ın içini boşaltan tutumuna tepki göstererek Tünel’den Galatasaray Lisesi önüne yürüyüş gerçekleştirdi. O günden bugüne çeşitli çalışmalar örgütleyen forum, son birkaç aylık dönemde ise kamu emekçilerinin öncü birliklerini yaratma ihtiyacını tartıştı. Bu tartışmayı 9 Nisan 2015 tarihinde gerçekleştirilen ve 65 civarında emekçinin katıldığı panel-forum etkinliğine taşıdı. 14 Mayıs’ta “Kamu emekçilerinin birliğini tartışıyor” ve “1 Mayıs değerlendirmesi” gündemleri ile gerçekleştirdiği toplantıda ise birlik çalışmalarının ana eksenini belirledi.

Bakırköy teslimiyetine ve icazetçiliğe başkaldırıyoruz! * Kamu Emekçileri Forumu(KEF); KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin reformist sol hareketin basıncını da arkasına alarak Taksim kararından vazgeçip en geri noktada düzenin güvenlik alanına sığınarak 1 Mayıs’ı Bakırköy’de gerçekleştirmesini sermaye düzeninin icazetine sığınmak ve teslimiyet olarak değerlendirmektedir. Bu teslimiyetçi tutum Ankara’da daha en başından Kızılay yasağını tanımayı ve Adana’da ise ‘bomba ihbarı’ bahanesi ile 1 Mayıs mitinginin iptal edilmesi sonucunu doğurmuştur. KEF meydanların emekçilere yasaklanması karşısında gösterilen bu teslimiyetçi-icazetçi tutumu şiddetle reddetmektedir. * KEF; bu teslimiyeti, reformist sol anlayışların ve icazetçi-uzlaşmacı sendikal çizginin bir ürünü olarak görmekte, işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırıldığı ve keskin sınıf mücadelelerinin önünün açıldığı bir dönemde AKP iktidarının alan yasaklarına boyun eğilmesinin saldırılar karşısında kararlı bir karşı duruş örgütle-

me çabasının gösterilmeyeceğinin de işareti saymaktadır. Memur Sen ve Türk Kamu Sen gibi işbirlikçi-gerici sendika konfederasyonları bir yana, KESK’in ‘kamunun tasfiyesi ve iş güvencesinin kaldırılmasına’ dönük saldırılar karşısında mücadeleyi örgütlemek yerine hala KPDK toplantılarına katılmaya devam etmesini, ‘taşeron işçilere kadro’ yalanı ile kamu emekçilerinin kısmi iş güvencesinin kaldırılmasında önemli ve büyük bir adım olan ve taşeron işçilere kadro vermek bir yana onların geçmiş kazanımlarını da yok edecek olan ‘özel sözleşmeli personel’ uygulamasına karşı mücadeleye yönelmemesini bu icazetçiliğin bir sonucu olarak görmektedir. * KEF; Taksim tartışmasını bir alan tartışması olarak görmemekte, Taksim’in sınıflar mücadelesinde tuttuğu yer ve anlamın basitçe bir alan tartışmasına indirgenemeyeceğini belirtmektedir. Bu kapsamda KEF Taksim’i tartışmasız olarak 1 Mayıs alanı olarak görmektedir. Üç yıllık bir mücadelenin sonucunda 2010 yılında gerçekleştirilen Taksim 1 Mayıs’ına yüzbinlerin akması, Haziran direnişinde milyonların Taksim’i bir mücadele mevzisi olarak görmeleri, bu gerçekliğin emekçilerin bilincinde de kök saldığını göstermektedir. Dahası sermaye devletinin ‘Taksim yasakçılığı’ da bu gerçekliğin sermaye cephesinden de bu şekilde algılandığını göstermektedir. * KEF; Bakırköy kararının valilik görüşmesi sonrasında basına açıklandığı sırada DİSK Genel Başkanı Kani BEKO’nun kendisine yöneltilen “Kadıköy kararınız yok muydu” mealinde bir soruya “o bir söylenti” olarak yanıt vermesini KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin çağrısı ile toplantılara katılan demokratik kitle örgütleri, siyasi parti ve örgütlerle yürütülen tartışmalara ve alınan kararlara saygısızlık olarak görmekte, bu söylem karşısında bu toplantılara katılan kitle örgütleri, siyasi örgüt ve partilerin tutum alamamalarını bu örgütler adına utanç verici bulmaktadır. * KEF; KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin demokratik kitle örgütleri, siyasi parti ve örgütlerle görüşmeden Taksim kararı almasını, sonrasında yaptığı toplantılarla reformist sol parti ve örgütlerle birlikte bu karardan vazgeçmenin yollarını döşemesini Taksim iradesinin kendisini örgütlemesinin önüne geçmek için kurguladığı bir ‘oyalama’ taktiği olduğunu düşünmektedir. “Taksim kararlılığı” varmış gibi gösterilmiş, son haftaya kadar bu tartışmaları sürdürerek Bakırköy kararı verilmiş, bir yandan Taksim iradesinin bu iradeye sahip çıkan güçler tarafından örgütlenmesinin önüne geçilmiş, öte yandan da kendi üyeleri içerisinde Taksim iradesini gösterenlerin bu iradeyi örgütlemesine olanak tanınmamıştır. Böylece bu dörtlü yapı kendisi devletin icazetine sığınmakla kalmamış, emekçileri de bu icazete mahkûm etmeye dönük bir süreç işletmiştir. * Dörtlü yapı Bakırköy teslimiyeti sergilemekle kalmamış, kendi örgütlü olduğu alanlarda içten veya dıştan


MAYIS - HAZİRAN 2016

kendilerine muhalefet eden ulusalcı örgütlerin (Kamu İş, Nakliyat İş gibi) pragmatist hesaplarla Taksim iradesinin temsilciliğine soyunmalarına olanak sağlamıştır. Öte yandan KEF, Taksim iradesine sahip çıkıyormuş gibi görünüp soluğu Gebze’de alan DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş sendikasının tutumunu, DİSK bünyesinde ‘muhalefetin başı’ olmaya soyunanların ikiyüzlülüğünü sergilemesi açısından manidar bulmaktadır. * Bakırköy mitinginde AKP hükümetinin 10 Ekim katliamı sonrasında “artık yürüyüş olmayacak, direk miting alanında toplanılacak” söylemi de hayat bulmuştur. Miting alanı ile buluşma alanları arasında ‘yürüyüş’ denilebilecek bir mesafe bulunmamış, üstelik buluşma noktalarından itibaren polis kontrolü eşliğinde ve polis bariyerleri içerisinden yürüyüş gerçekleştirilmiş, her kolda emekçiler üç kez polis tarafından aranmış ve emekçilerin güvenliği tümüyle 10 Ekim katliamının mimarlarına bırakılmıştır. Gerek yürüyüş, gerekse de miting tam bir polis kuşatması altında gerçekleştirilmiştir. Dahası bu icazetçiliğe boyun eğmenin doğal sonucu olarak polisin izin vermediği pankart ve dövizlere sahip çıkılamamış, sahip çıkma tutumu gösterip polis saldırısına maruz kalındığı durumlarda ise kürsüden polisin saldırdığı duyurusu bile yapılmamış, hiçbir şey yokmuş gibi konuşmalara devam edilebilmiştir. Bakırköy teslimiyeti mitinge katılan örgüt ve partilerin üye ve kitlelerinde de huzursuzluk yaratmış, kısa sürede alan boşalmaya başlamıştır. * “Kitlesel 1 Mayıs”, “izinli miting korkunun aşılmasına hizmet eder” gibi söylemlerin sahteliği bizzat yaşanan pratikle açığa çıkmıştır. DİSK alana yok sayılacak bir güçle katılırken, dörtlü yapı içerisinde yer alan diğer örgütlerin de katılımı önceki yıllara göre daha sınırlı olmuştur. 1 Mayıs’ın kitleselliği mitingin ‘izinli’ olmasına değil, 1 Mayıs’ı önceleyen günlerde işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin yükseltilip yükseltilmemesine, güncel talepleri doğrultusunda emekçileri örgütleme çabası gösterilip gösterilmemesine bağlıdır. “İzinli olması” kitleselliği sağlayamayacağı gibi “kitlesellik” adına devletin icazetine sığınılmasının AKP iktidarının yarattığı korkunun aşılmasında rol oynayacağını düşünmek ise başlı başına gerçekliği ters yüz etmek anlamına gelmektedir. İlerici ve öncü kesimlerin AKP iktidarının dayatmalarına boyun eğmesi olsa olsa emekçilerde güvensizliği ve korkuyu derinleştirir. Haziran direnişinde emekçilerin korkusunu aşmasında bu direnişi önceleyen günlerde ve yıllarda 1 Mayıs’ta gösterilen Taksim kararlılığının tartışılmaz bir payı vardır. * KEF; Taksim iradesine sahip çıkan devrimci ve ilerici güçlerin de örgütlü bir tutum geliştiremediğini gözlemlemektedir. KEF kendi payına da aynı eleştiriyi yapmakta, ana bileşenleri ile Taksim’e katılmakla birlikte bu tutumu örgütlemekte yetersiz kalması nedeniyle özeleştiri vermektedir.

Kamu emekçilerinin öncü birliğini kurmak için görev başına! * KEF; birkaç aydır sürdürdüğü birlik tartışmalarının ana eksenini 14 Mayıs’ta gerçekleştirilen forumda belirlemiştir. * Yapılan tartışmalarda, kamu emekçileri hareketinin

9 yaşadığı tıkanıklığın aşılmasında, gerici sendikaların kuşatmasının yarılmasının ve KESK’e hâkim icazetçi-uzlaşmacı-bürokratik çizginin aşılmasının hayati bir önem taşıdığı dile getirilmiştir. Bu ise ancak öncü, diri, mücadeleci kamu emekçilerinin devrimci sınıf sendikacılığı ekseninde birliğini sağlaması ile olanaklı olabilecektir. * KEF; öncülük kavramını emekçinin taşıdığı sınıf bilinci ile hak arama mücadelesinde tuttuğu yere göre değerlendirmekte; ‘sol’ bilince sahip olmaya kendi başına bir öncülük misyonu yüklememektedir. Gerek sınıf mücadelesinin deneyimleri ve gerekse yakın zamanda Metal işçilerinin yarattığı fırtına gerçek bir öncü kuşağın ancak mücadele içerisinde şekillenebileceğini, burjuva ideolojisine ait değer ve yargıların aşılma olanaklarının da ancak bu mücadele içerisinde ortaya çıkabileceğini göstermiştir. Sınıf mücadelesinin tüm deneyimleri ‘sınıf bilinci’ ile ‘sol’ bilincin aynı ve eşdeğer olmadığını, sınıf bilincine sahip olmanın sol değerleri içerisinde barındırmakla birlikte, sol değerlere sahip olmanın her durumda sınıf bilincine sahip olmak anlamına gelmediğini göstermektedir. * Kamu emekçilerinin öncü birliğinin inşası süreci Kamu Emekçileri Forumu’nun mekanik olarak bir birlik adı altında örgütlenmesi olarak şekillenmeyecek, pratik bir süreç işletilerek bu fikre sahip çıkan öncü kamu emekçilerinin süreç içerisinde yer alması ve söz sahibi olması sağlanacaktır. * Birlik yapısı, organları ve işleyişi bu süreç içerisinde tartışmaya açılacak, doğrudan katılımı esas alan bir yapı oluşturulacaktır. * Ekim ayına kadar çeşitli broşür ve aydınlatma araçları ile kamu emekçileri birlik inşasına katılmaya çağırılacak, Birliğin kuruluşu Ekim ayı içerisinde toplanacak kurul ile ilan gerçekleştirilecek. * KEF; tüm kamu emekçilerini gerici sendikaların kuşatmasına ve icazetçi-uzlaşmacı sendikal düzene karşı devrimci sınıf sendikacılığı ekseninde bir araya gelmeye ve kamu emekçilerinin öncü birliğinin kuruluşuna güç katmaya çağırmaktadır. Diğer kararlar; 14 Mayıs’ta gerçekleştirilen toplantıda ayrıca şu kararlar alınmıştır: * 28 Mayıs KESK'in “Laik Eğitim ve Laik Yaşam! İş Güvencemizden Vazgeçmeyeceğiz! Baskı, Sürgün ve İşten Atmalara Karşı Alanlardayız!" adı altında gerçekleştireceği bölgesel mitinglere destek verilecek * 28 Mayıs mitinginde dağıtılmak üzere kamu emekçilerini birliğin kuruluşuna güç katmaya çağıran bir bildiri hazırlanacak * 29 Mayıs’ta piknik gerçekleştirilecek * Eylül ayı içerisinde toplantıda gelen talepler doğrultusunda ve birlik çalışmalarına katkı sunacak bir panel örgütlenecek

Kamu Emekçileri Forumu


10

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Kamu emekçileri işten atma saldırılarını direnişle yanıtlamalı Kamu Emekçileri Bülteni’nin Mart ayı başlarında çıkan 55’inci sayısında yayınlanan “Başbakanlık Genelgesi: Kamu emekçileri kıskaca alınıyor!” başlıklı yazının sonunda “Kamu emekçileri, öncü kamu emekçilerine yönelen saldırılar göğüslenemediğinde mevcut kazanımlarını da koruyamayacaklarını görmelidir. Öncü kamu emekçileri ve KESK ise bu türden saldırıların ancak geniş yığınlarla bütünleşerek aşılabileceğini görmek durumundadır. Bu saldırıya karşı mücadele, kamu emekçilerinin talep ve çıkarları üzerinden yürütülecek bir mücadeleden bağımsız düşünülemez. Dahası kamu emekçilerinin talepleri doğrultusunda mücadeleyi yükseltmeden, öncülere dönük saldırılar da püskürtülemez” denilmekteydi. Genelgenin hemen ardından grevlere katılan, muhalif açıklama ve beyanlarda bulunan kamu emekçilerine dönük soruşturmalar, sürgünler, işten atmalar, gözaltı ve tutuklamalar hızla yaygınlaştı. Binlerce emekçi disiplin soruşturmalarına maruz kalırken, çok sayıda emekçi sürgün edildi veya görevden uzaklaştırıldı. Bu aynı dönemde “taşerona kadro” yalanı eşliğinde kamuda güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmayı ve iş güvencesini ortadan kaldırmayı amaçlayan ‘müjdeler’ verildi. Böylece 657 sayılı yasanın iş güvencesine dair hükümlerini ortadan kaldıracak ilk büyük fiili adımın startı verildi. Bu durum, yukarıdaki alıntıda anlatılmak isteneni pratikte doğrulamış oldu. Her şey açık; bir yandan kamu hizmetlerinin tasfiyesine ve iş güvencesinin kaldırılmasına dönük saldırılara hız verilecek, ama öte yandan da bunu kolayından sağlayabilmek için direnç noktaları ortadan kaldırılacak. Peki, tüm bu saldırıları nasıl göğüsleyeceğiz? Öncü kamu emekçilerine dönük saldırılar, birkaç basın açıklaması ve bir iki protesto ile püskürtülebilir mi? Kamu emekçilerinin iş güvencesini yok etmeye dönük saldırılar, yazılı açıklamalarla veya Kamu Personeli Danışma Kurulu toplantılarında fikir beyan ederek engellenebilir mi? Bugün saldırıların ana hedefi durumunda olan KESK’in ve bağlı sendikaların tüm bu kapsamlı saldırılara karşı basın açıklaması yapmak dışında bir pratiği yok! İşten atmalar karşısında direniş çadırları kurmak nedense hiç akıllarına gelmiyor. Eskişehir’de günlerce direnen ve mücadelesi sonucunda görevine dönen İngilizce öğretmeni Hatice Yüksel’in direnişinden de dersler çıkarmadıkları anlaşılıyor. Birkaç basın toplantısı veya basın açıklaması yapmak, ardından tüm süreci düzenin yargısına bırakmak onlar için yeterli görünüyor. İşten atılmalara karşı işyerleri ve meydanlarda direniş çadırları kurulmalıdır İşten atma gibi ciddi bir saldırıya karşı ‘protesto’ refleksi dışında bir mücadele çizgisine sahip olmamaları, sendika bürokratlarının ağızlarına pelesenk ettikleri ‘fiili meşru mücadele’ çizgisinden ne anladıklarını ortaya koyuyor. Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi’nde Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) ve Türk Tabipler Birliği(TTB) üyesi iki emekçi, görevden uzaklaştırılıyor SES ve TTB ‘basın açıklaması’ yapmakla

yetiniyor. İzmir’de eğitim emekçileri görevden uzaklaştırılıyor, Eğitim Sen basın açıklaması yapıyor. BES Bursa Şube Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Sabri Gül tutuklanıyor, Çanakkale, Muğla ve Dersim’de üç üyesi açığa alınıyor, Antalya Şube Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri Güven TÜRKAY ve Mersin’de bir üyesinin işine son veriliyor. BES ise basın toplantıları ve basın açıklamaları yapmakla yetiniyor. Soruşturmalar, sürgünler aynı şekilde ‘basın açıklamaları’ ile kınanıyor. Gerisi düzen yargısına bırakılıyor! Sermaye düzeninin kamu emekçilerinin kazanılmış haklarını yok etmeye dönük saldırı hazırlıklarına karşı da KESK ve bağlı sendikaların bir tutumu bulunmuyor. ‘Özel sözleşmeli personel’ adı altında kamuda sözleşmeli personel uygulaması yaygınlaştırılarak iş güvencesini ortadan kaldıracak ilk büyük adım atılırken sendikalar, açıklama yapmakla yetiniyor. Sendika bürokratları bilsin ki ne işten atma saldırıları, ne de kazanılmış haklara dönük saldırılar böyle püskürtülemez. İşten atma karşısında bile ciddi bir direnç ortaya koyamıyorsanız, kamu emekçilerine güven de veremez, saldırı yasalarına karşı mücadeleyi de yürütemezsiniz. KESK ve bağlı sendikaların, öncelikle üyeleri açığa alınan veya işten atılan Eğitim Sen, SES ve BES’in yapması gereken işten atılmanın gerçekleştiği illerde işyerleri ve meydanlarda direniş çadırları kurmaktır. Bu direnişler üzerinden işten atma saldırıları kamu emekçilerinin gündemine sokulmalı, kamu emekçilerinin dayanışması örgütlenmelidir. Kamu emekçilerinin desteğini kazanmanın ve dayanışmayı büyütmenin tek gerçek yolu da budur. Sendikalar bunun yerine dava açıp dava sonuna kadar üyelerine maddi yardım yapmayı iş edinmiş durumdalar. Böylece sözde üyelerine sahip çıkmış oluyorlar. Ama bu saldırılar, direnişlerle yanıtlanmaz ve göğüslenmezse yarın yüzlerce-binlerce kamu emekçisinin açığa alınması veya işten atılmasının önü açılmış olacak. Bu nedenledir ki, işten atılan her emekçi direnmeye çağırılmalı ve maddi yardım yalnızca direnen üyeye yapılmalıdır. Bugün üyeleri işten atılan KESK ve bağlı sendikaların önündeki en acil görev, açığa almalara ve işten atmalara karşı direniş çadırları kurmak ve yeni mücadele deneyimleri yaratmaktır. Bu yaratılabilirse fiili direnişler yolu ile hem bu saldırılar ve hem de kazanılmış haklara dönük saldırılar kamu emekçisinin gündemine sokulabilir, topyekûn saldırıya karşı topyekûn mücadelenin olanakları büyütülmüş olur. Bundan kaçınmak ise kürsülerde bol nutuklar atan sendika bürokratlarının ve sendikalarımızın iflasından başka bir anlam taşımaz. Öncü kamu emekçileri fiili meşru mücadele yolu tutulmadan bu saldırıların püskürtülemeyeceğinin bilinciyle davranmalı, sendikalara basınç uygulamalıdır. İşten atılan her kamu emekçisine düşen ise direnmek ve sendikaların pasif tutumuna karşı tutum almak, Hatice öğretmenin direnişinden öğrenmek ve yeni direniş deneyimleri yaratmanın öncüsü olmaktır.


MAYIS - HAZİRAN 2016

Bir taşla iki kuş vurmak!

11

Taşeron işçisine kadro yalanı eşliğinde iş güvencesi yok ediliyor

22 Mart’ta Başbakan Davutoğlu kamuda çalışan taşeron işçilere ‘müjdeyi’ verdi: Taşeron işçiler, asıl iş-yardımcı iş ayrımı olmaksızın kamuya alınacak! “Kamuya alınacak” ifadesi taşeron işçilerde “kadro” olarak anlaşılmıştı ki Maliye Bakanı Naci Ağbal Başbakan’dan hemen sonra konuya açıklık getirdi: Kadro yok, “özel sözleşmeli personel” alımı var! AKP iktidarı dönemi boyunca, hem kamuda hem de özel sektörde çalışan taşeron işçilerin sayısı hızla arttı. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in 2012 yılında bir soru önergesine verdiği bir yanıta göre 2002 yılında özel sektör ve kamuda çalışan toplam taşeron işçi sayısı 387 bin 118 iken, 2011 yılında bu sayı 1 milyon 611 bin 204’e ulaşmıştır. Yine Faruk Çelik, bir başka soru önergesine Nisan 2015’te verdiği yazılı cevapta 2014 yılı sonu itibariyle bu sayıyı 1 milyon 482 bin 690 olarak açıklamış , 2014 yılında bir başka soru önergesine verdiği cevapta ise kamuda çalışan taşeron işçi sayısının 2004 yılında 3 bin 183, 2014 yılının üçüncü döneminde 759 bin 792 olduğunu söylemişti. Elbette bu sayılar içerisinde sigortasız-kayıt dışı çalışan işçiler yer almıyor. 20042014 yılları arasında kamuda taşeron işçi sayısı 238 kat artış gösterdi. Oransal olarak açıklarsak bu %23.870 artış anlamına geliyor.

657 sayılı Kanun’da yer alan 4/B, 4/C gibi çalışma biçimlerine bir yenisi daha eklenecek. Geçmişe dönük hiçbir hak talebinde bulunamayacakları için kıdem tazminatı ile geçmişte ödenmeyen ücret, fazla mesai gibi alacakları gasp edilmiş olacak. Ayrıca memur sendikalarında örgütlenmek durumunda kalacaklarından toplu sözleşme ve grev hakları ellerinden alınmış olacak. Gerçekte bir toplu sözleşme niteliği taşımayan ve memur sendikaları ile kamu işvereni arasında imzalanan toplu sözleşmeye tabi olacaklar. Düzenlemenin esas amacı ise kamu emekçilerinin iş güvencesinin yok edilmesine dönük hızlı adımlar atmak! Böylece hem taşeron işçilerin kadro talebini bertaraf etmiş olacaklar, hem de asıl ve yardımcı işlerde çalıştırabilecekleri iş güvencesi olmayan sözleşmeli personel çalıştırmayı yaygınlaştırmış olacaklar. Dahası bu işçilerin kıdem tazminatı başta olmak üzere geçmiş tüm alacaklarının üstüne bir çizgi çekmiş olacaklar. İlerleyen yıllarda ise “özel sözleşmeli personel” asıl işlerde de çalıştırılabileceğinden muhtemeldir ki memur alımları durdurularak yerine sözleşmeli personel alımları yapılacak. Taşeron çalışmanın yasaklanması, herkese kadro ve iş güvencesi için mücadeleye

Taşeron işçi sayısındaki bu artış, yıllar içerisinde birçok sorunu beraberinde getirdi. İşçiler içerisinde sendikalaşma eğilimleri gelişirken, ödenmeyen ücretler ve kıdem tazminatları nedeniyle çok sayıda işçi direnişi yaşandı. Dahası işçiler, davalar yoluyla kimi kazanımlar da elde ettiler. En nihayetinde devlet asıl işveren olarak, kamu kurumlarında çalışan taşeron işçilerin ödenmeyen kıdem tazminatlarını ve ücretlerini ödemekle yüz yüze kaldı. Karayolları örneğinde olduğu gibi asıl işlerde çalışan kimi taşeron işçiler ise kadro davalarını kazandı. Taşeron işçilerin kadro beklentisi ve talebi büyüdü. Taşeron işçilere kadro verilmesi AKP başta olmak üzere tüm burjuva partilerin seçim vaadi haline geldi. AKP iktidarı önce taşeronlaştırmayı yaygınlaştırıp sonra da “kadro” talebini etkili bir seçim vaadi haline getirdi. 1 Kasım seçimleri sonrasında ise “kadro” sorunu gündemden düşmedi.

Başbakan Davutoğlu’nun ‘müjdesi’ beklendiği gibi hem taşeron işçilerine ve hem de kamu emekçilerine güvencesiz çalışma tuzağı anlamına geliyor. Bu adımın ilerisinde kamuda ‘devlet memuru’ yerine ‘özel sözleşmeli personel’ adı altında sözleşmeli çalışmanın yaygınlaştırılması ve kamu emekçilerinin de iş güvencesinin ortadan kaldırılması var. Sermaye düzeni hem kamu hizmetlerinin özel sektör eliyle yürütülen paralı ve pahalı hizmetler haline getirmeyi, böylece asalak sermaye sınıfına yeni kar alanları açmayı, hem de sınırlı iş güvencesini de ortadan kaldırarak kamu emekçilerini sözleşmeli köleler haline getirmeyi amaçlıyor. Sözleşmeli çalışma, kiralık işçilik, kıdem tazminatının kaldırılması, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması gibi adımlar tümüyle sermaye sınıfına hizmet ediyor. Sermaye sınıfı ve onun iktidarının tüm bu saldırılarını göğüslemek ise ancak milyonların örgütlü gücüyle mümkün.

Taşerona kadro değil, kamuda sözleşmeli çalışma

Kamu emekçilerinin üyesi oldukları sendikalar, ‘müjde’ olarak sunulan bu kapsamlı saldırı karşısında açıklamalarla yetiniyor. Dahawwwsı Memur Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, 24 Mart tarihinde gerçekleşen Kamu Personeli Danışma Kurulu toplantısında ‘özel sözleşmeli personel’ düzenlemesini taşeron işçilerin iş güvencesine kavuşturulması olarak ele aldı ve memnuniyetini dile getirdi. 4/C’li personelin de bu düzenlemeye dâhil edilmesini istedi. Böylece hükümet, yandaşını, bir kez daha iş güvencesinin kaldırılmasına dönük hazırlıklarında yanında buldu.

Maliye Bakanı’nın açıklaması ile taşeron işçilerin kadroya alınmayacağı anlaşıldı. Yapılan açıklamaya göre kamuda çalışan 720 bin işçi yapılacak düzenlemeden etkilenecek. Buna göre 65 yaşını doldurmamış ve emekli aylığı almaya hak kazanmamış olması, 1 Kasım 2015 tarihinden önce işe başlamış ve çalışmaya devam ediyor olması, anahtar teslimi götürü hizmetlerde çalışmaması, taşeron patronu ile kamu kurumu arasında yapılan hizmet sözleşmesinde kaç personelin çalışacağının belirtilmiş olması, devlet memurluğu atanma şartlarını taşıması ve açılacak sınavda başarılı olması şartlarıyla işçiler 3 yıllık dönemlerle yenilenecek sözleşmeler ile “özel sözleşmeli personel” statüsünde çalıştırılacaklar. Özel sözleşmeli personel olarak atananlar geçmişe dönük hiçbir hak talebinde bulunamayacaklar. “Özel sözleşmeli personel” kapsamında işe alınacak işçiler, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na göre çalışacaklar. Yani

Bu kapsamlı saldırıyı püskürtmek için sendikalı-sendikasız, kadrolu-kadrosuz ayrımı gütmeksizin birliğimizi kurmalı, ayrımsız tüm çalışanlara kadro verilmesi ve iş güvencesi talepleriyle mücadeleye atılmalıyız. Vakit kaybetmeden işyerlerimizde birlikler-komiteler kurmalı, kendi kararlarımızı kendimiz almalıyız. Sendikalarımızın suskunluğuna da seyirci kalmamalı, harekete geçirmek için basınç oluşturmalıyız.


12

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

İKTİDARIN MERDİVEN ALTI EĞİTİM KURUMLARI AKP iktidarı döneminde eğitim, bir yığın dinci dernek, vakıf, cemaat ve tarikatın oluşturduğu bir koalisyon eliyle yürütülmeye başlandı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın buradaki görevi şüphesiz, bu koalisyonun aldığı kararların devlet gücüyle yürütülmesini ve yasal/resmi bir hale getirilmesini, yani kitabına uydurulmasını sağlamaktan ibaretti. Ders programlarının her türlü gerici içerikle doldurulması, seçmeli adı altında bir yığın dini dersin öğrencilere dayatılması ve hemen tüm derslerin o ya da bu şekilde din çemberine alınması bu ittifak eliyle gerçekleşmektedir. Bununla da yetinmeyen bu dinci-gerici kurumlar, “değerler eğitimi”, “yetim kardeş”, “oyuncağını paylaş” gibi bir yığın “kampanya”(!) eşliğinde okullara adeta yerleşmiş bulunmaktadır. Devlet okullarına gerek kafa yapısıyla ve gerekse fiziksel varlığıyla iyice yerleşen bu gerici kurumlar, dışardaki eğitimi(!) de kontrolleri altında tutmaktadırlar. Bugün mantar gibi çoğalan merdiven altı eğitim kurumları, bu ittifakın ve hükümetin gerici uygulamalarının bir sonucu olarak sanki güvence almış gibi rahat rahat “işini yürütmektedir”. Bu kurumlara, bir apartmanın her hangi bir katında ya da herhangi cemaatin her hangi bir evinde rastlamak mümkündür. Sayıları on binlere varan bu eğitim yuvalarının(!) aldığı paradan, eğitim programına kadar hiçbir şeyi denetlenmemektedir. Tamamı dini eğitim veren bu korsan eğitim kurumlarında, çocuklar, her türlü istismara açık bir hale gelmekte; ortaçağı aratmayan işleyiş ve programla çocukların beyinleri her türlü gerici bilgiyle doldurulmakta ve bu yolda katılaşmaktadırlar. Emekçi mahallelerinde mantar gibi biten Sıbyan Mektepleri, kaçak kuran kursları ve Ev Okuma Odaları bu korsan okulların başında gelmektedir. Ayrıca bu gerici yapılara ait yurtlarda kalan çocuk ve gençler, bu yurtlarda dini derslere ve toplu ibadetlere katılmak zorunda kalmaktadırlar. Devlet uzun süredir yurt hizmetlerini bu gerici kurumlara bırakmış bulunmaktadır. Yine ailesinin yanında olması gereken küçük çocuklar, kendileri için yapılan bu yatılı yurt ve kurslarda her türlü denetimden uzak bir şekilde “dini eğitime” tabi tutulmakta ve burada yatılı olarak kalabilmektedirler. Bu gericilik yuvalarının emekçi mahallelerinde, özellikle de en yoksul mahallerde, yaygınlaşmasının, şüphesiz ekonomik, siyasi ve sosyal çok yönlü nedenleri vardır. Ekonomik sömürüyü dinsel sömürüyle perçinlemek

böylece gittikçe büyüyen yoksulluk ve sefaleti katlanılabilir kılmak buradaki asıl amaçtır. Gittikçe büyüyen toplumsal uçurum ve çok yönlü eşitsiz gelişme nedeniyle mevcut gelişmişlikten yararlanma olanağını kökten yitiren geniş bir emekçi kesimi, teselliyi bu gerici kuramlarda bulmaktadırlar. Gittikçe derinleşen bu sefalet çukuru, aynı zamanda emekçilerin her türlü entelektüel, kültürel ve sosyal gelişmenin dışına itilmesine de neden olmaktadır. Bu durum, hükümetin gerici uygulamaları ve faaliyetleriyle de birleşince dinsel düşünce yegâne gerçek halini alabilmektedir. Bu kurumlar aynı zamanda çalışan anne ve babalar için kreş ve anaokulu ihtiyacını da karşılamaktadır. Devlet, bilinçli olarak anaokulunu zorunlu hale getirmeyerek, yaygın ve bedava kreşler açmayarak bu durumu beslemektedir. Böylece dindar ve kindar nesiller, en ucuzundan hem de kökten bir şekilde yetişebilmektedir. Türk sermaye partileri, ilk ortaya çıktığı günden bu yana, bilimsel düşünceye, felsefeye ve sorgulamaya dönük yayınları, “zararlı”, “bölücü”, “milli değil” vb. yaygın bir gerici propaganda eşliğinde emekçilerin gözünde kötü göstermeyi başarmıştır. Emekçilerin bilimsel düşünceyle buluşmasının siyasi olarak da önünü kesen sermaye devleti, bu boşluğu, “milli”, “dini değerlere uygun” ve “yerel” dediği ortaçağ kalıntısı gerici yayınlarla doldurmuştur. Bilimsel yayınlar yasaklanırken, toplatılırken, bu eserleri yazan akademisyenler kovuşturulup yargılanırken, olmadı bilimsel gerçekler maniple edilip çıkarlara uydurulurken böylece yararsız, içi boş ve insanın sorgulamasına yol açmayacak bir hale getirilirken; gerici yayınlar ve kurumlar alabildiğine meşrulaştırıldı. Osmanlıcı, Türkçü, ırkçı, Turancı, tarikatçı, cemaatçi her türden gerici kurum özenle beslenip büyütüldü. Bunlar, yeri geldi emekçileri ezecek bir sokak gücü olarak kullanıldı; yeri geldi gericiliğin propagandasının yaygın bir yürütücüsü olarak sonsuz olanaklara boğuldu. Emekçilerin önüne uzun süreden beri çekilmekte olan bu set, AKP gericiliğinde cisimleşerek daha üst boyutlara taşındı. Böylece emekçiler on yıllardır pompalanan bu propagandanın ve uygulamaların etkisiyle bu gericilik kurumlarını “batılı olmayan”, “milli”, “dine ve dini değerlere uygun”, “yerli” ve “bizim değerlerimize yabancı olmayan” yapılar olarak değerlendirip- çocuklarını bu kurumlara emanet edebilecek hale geldi. Ayrıca neo-liberal politikalar ve eğitimli kesimde yaşanan enflasyon ve dolaysıyla bu kesimde meydana gelen toptan değer-


MAYIS - HAZİRAN 2016 13 sizleşme de eğitimin önemini yitirmesine neden oldu. Emekçilerin yaşam koşulları her geçen gün daha köAncak en iyi eğitim alanın ayakta kalabildiği bu enflas- tüye giderken, kuralsız, güvencesiz ve kölece çalışma yonda, altyapısı zaten yetersiz olan emekçi çocuklarının koşulları kural haline gelirken, bu durumu, gerici uyşansı son derece düşüktür. Dolaysıyla emekçi aileler, ya- gulamalarla perçinlemek bir zorunluluktur. Bunun bir şam standartlarındaki düşüşün de etkisiyle eğitimin ni- ayağını, baskı ve zorbalığın alabildiğine artırılması oluşteliğinden çok bu eğitimin ucuza mal olup olmayacağına tururken, diğer ayağını, emekçilerin örgütsüzleştirilmesi bakar hale gelmişlerdir. oluşturmaktadır. Bunun bir yan sonucu olarak da emekBugün AKP iktidarı kendisinden önceki sermaye par- çi çocukları merdiven altı eğitim kurumlarında, en ilkel tilerinin uyguladığı gerici politikaların tüm meyvelerini koşullarda, ancak ortaçağda ve gerici Arap rejimlerinde kendisinde toplamıştır. Bu gericiliğin bir sonucu olarak görülebilecek bir programla eğitime tabi tutulmaktadır. Sıbyan Mektepleri gibi ortaçağ kalıntısı gerici eğitim Böylece hükümet, kendince birisi servet sahiplerini kokurumları mantar gibi çoğalmıştır. Cemaat, tarikat vb. rumak, diğeri de o serveti çoğaltmak üzere geleceğin gerici oluşumların yürüttüğü bu toplumsal hizmetler(!), asker ve işçi kesimlerini daha temelden itaatkâr ve söbu oluşumlarla hükümet arasındaki siyasi ittifakın ve bu mürüye boyun eğen bir tarzda yetiştirmiş olmaktadır. ittifakın yarattığı sonsuz çıkar ilişkilerinin ve dolaysıyla Gücünü emekçilerin örgütsüzlüğünden ve dolaysıyla karşılıklı güvenin(!) etkisiyle tamamen denetim dışıdır. güçsüzlüğünden alan bu uygulamalara karşı tek çözüm Karaman’daki Ensar Vakfı’na bağlı yasadışı evlerde mey- örgütlenmektir. Emekçiler, örgütlenip hakları uğruna dana gelen tecavüz dehşeti ve ardından ortalığa saçılan mücadele ettiği oranda bu ortaçağ kurumları tuzla buz onlarca tecavüz ve taciz vakasının hızla üstünün kapa- olacaktır. Bu gericiliğin aşılması sermayenin çıkarlarına tılması bu güvenin(!) bir sonucudur. Bu gerici çevreler, göre konumlanan ve dolayısıyla hiçbir zaman güven verdaha doğar doğmaz çocukları cinsiyetlerine göre ayır- meyen, daima yalpalayan ve ömrünü çoktan tamamlamaktadırlar. Kadınların toplumdaki tek rolünü, kocasına mış çelişkilerle dolu burjuva laiklik anlayışıyla olamaz. hizmet ve çocuklarına bakmak olarak gören bu anlayış, Bunun karşısında işçi sınıfının tutarlı laiklik anlayışı, öraynı zamanda LGBT bireylere karşı büyük bir düşmanlık gütlülüğü oranında bizzat yaşamın içinden, toplumdan duymaktadır. Başka hiçbir inanca saygı duymayan ve on- ve sokaktan doğru yeşerip boy verecektir. Örgütlenip lara düşmanlık besleyen bu ilkel çevreler, çocukları bu kaynaşan emekçiler, kendi laiklik anlayışını bu örgütgeri düşüncelerle şekillendirmektedirler. Aydınları, aka- lülük içinde kâğıt üzerinde değil, bizzat gerçek yaşamdemisyenleri, Kürtleri, demokrat-ilerici-devrimci öğret- da tarihten aldığı miras üzerine kendisi inşa edecektir. men ve öğrencileri ve işçi önderlerini adım adım takip Gericiliğin kırılması, gerici eğitim kuramlarının yerini, eden devletin sayısı on binlere varan bu kurumlardan bilimsel ve gerçekten laik eğitim kurumlarının alması, haberdar olmaması olanak dışıdır. Ancak bu kurumlar, gericiliğe mahkûm edilen emekçilerin gerçek anlamda dindar ve kindar nesil projesinin önemli bir ayağını oluş- bilimsel entelektüel bilgiyle buluşması, örgütlenme ve turmaktadır ve gerici iktidarla dinsel gericiliğin etkisi mücadelenin sonucunda kazanılacak yeni bir dünya ile altındaki emekçiler arasında ideolojik köprü görevi gör- mümkün olacaktır. mektedir.

10 Ekim’de Ankara’nın göbeğinde art arda patlayan bombalar 103 canımızı hayattan kopardı. KESK, Ankara Katliamını protesto etmek ve hayatını kaybedenleri anmak için 12-13 Ekim’de grev kararı aldı. Grev kararı birçok işyerinde karşılık buldu ve kamu emekçileri iki günlük grevi sahiplendi. Yapılan eylem ve etkinlikleri hazmedemeyen devlet yetkilileri, greve katılan kamu emekçilerini soruşturma terörüyle sindirmeye ve korkutmaya çalıştı. Soruşturma terörüyle Ankara’da ölmeyen kamu emekçilerine “Keşke sizler de ölseydiniz” mesajı verildi. Yanı sıra baskı, sürgün gibi cezalarla kamu emekçileri yıldırılmaya çalışılırken itaat etmezseniz başınıza bunlar gelir tehdidi açık bir şekilde ortaya kondu. Katliamın ardından Ümraniye Ahmet Yavuz Orta Okulu’nda görev yapan dört Eğitim-Sen’li ve bir Eğitim-İş’li öğretmen, 12 Ekim’de, okul bahçesinde öğrenci ve velilerle anma yaptıkları için soruşturma teröründen nasiplerine düşeni aldılar. Soruşturmanın ardından öğretmenlere 1/30 maaştan kesim cezası verildi. Verilen disiplin cezası yeterli görülmemiş olacak ki Valilik oluruyla okul değişikliği (sürgün) kararı da verildi. Bir Eğitim Emekçisi


14

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Dinsel gericiliğin ve şovenizmin panzehiri sınıf mücadelesidir… Son dönemde gündeme oturan ve toplumdaki kırılma hatlarından biri olan laiklik tartışmaları, laik-anti laik çatışmasını tekrar gün yüzüne çıkarmıştır. TBMM Başkanı tarihsel olarak özlemini duyduğu gizli amacını çok samimi bir şekilde dile döktü. Bu özlemini, burjuva devletin zaten hiçbir zaman laik olmadığını, Diyanetin varlığının buna kanıt olduğu gerekçeleriyle açıkladı. Bu konuda haksız da sayılmaz. Var olan gerçekleri çarpıtarak kendi lehine kullanma ustaları olan bu kişiler, ustalıklarını bir kez daha sergilemiş oldular. Laiklik tartışmalarını ele alırken, diğer tüm toplumsal sorunlarda olduğu gibi tarihsel ve sınıfsal bağlamından koparmadan ele almalıyız. Din, insanlık tarihinin belli bir evresinde insan topluluklarının doğadaki olayları anlamlandıramadıklarında ve bu olaylar karşısında çaresiz kaldıklarında ortaya çıkmış bir olgudur. Din, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla kurumsallaşmış ve tarihin belli bir evresine gelindiğinde tüm toplumsal zenginliğe el koymuş, kitleleri sömürü aracına dönüştürmüştür. Bu durum karşısında ise burjuvazi, kendi gelişiminin önünde bir engele dönüşen din kurumuna karşı, din ve vicdan özgürlüğünü kendine referans alarak kiliseye savaş açmış ve ona ait mülkiyete el koymuştur. Ta ki kendi egemenliğini kurana kadar. Burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra ona farklı biçimler katarak kitleleri uyuşturmanın önemli bir aracına dönüştürmüştür. Burjuva devletlerin yasalarında laik devlet ve laik eğitim varlığını sürdürürken toplumsal yaşamda ve eğitimde ise dinsel inançlar etkili olmaktadır. Devletler, bu durumu bilinçli olarak yaratmaktadır. Çünkü burjuva devletler, açık sömürü üzerine kurulu olan düzenlerini ancak din gibi köklü bir kurumla gizleyebilir. Emperyalizm sömürü sisteminin dünyaya yayılmasıdır. Bu yüzden, siyasal gericilik bu dönemde hâkim hale gelmiştir. Siyasal gericilik; ırkçılık, şovenizm ve dinsel gericilikle birlikte toplumun hayatını ve bilincini abluka altına alır. Özellikle neo liberal politikaların uygulanmasıyla sömürü pervasızlaşmıştır. Tam da bu dönemde dinsel gericilik artmıştır. Devletler, zaman zaman şovenist histeriyi, zaman zaman da dinsel gericiliği-ki birinden diğerine

geçiş hiç de zor değildir- devreye sokarak toplumun kendi amaçlarına uygun bir şekilde atomize ve mobilize olmasını sağlayarak, toplumda tebaa mantığı ve çaresizlik hissini yaygınlaştırıp derinleştirirler. Buna paralel olarak örgütsüzlük, temel kural haline gelir. Burada sorulması gereken sorular şunlardır: Bir sistem neden dinsel gericiliğe ihtiyaç duyar? Dinsel gericiliği var eden ve besleyen nedir? Dinsel gericiliği var eden, besleyen ve ona zemin hazırlayan, kapitalist sömürü ilişkilerinin ta kendisidir. Dinsel gericilik ve şovenizm, burjuvazinin işçi ve emekçilere karşı kullandığı bir silahtır. Sebep değil sonuçtur. Bu durumda, tek başına dinsel gericiliğe karşı savaş, sonuçlara karşı verilecek savaştır. Sınıfsal zemininden koparılmış bir savaştır. Laiklik ve eğitimin laikleşmesi, sınıfsal mücadelenin konusu yapılmalı ve sınıfsal bağlamından koparılmamalıdır. Kamu emekçilerinin mücadele sahnesine çıktığı günden beri savunduğu parasız ve kamusal eğitim mücadelesi, temele alınmalı toplumun değişik kesimleri kucaklanmalıdır. Kutuplaşmanın bu kadar derinleştirildiği bir dönemde, emekçileri birleştiren bir mücadele programı en acil ihtiyacımızdır. Parasız ve kamusal eğitim talepleriyle emekçilerin birlikteliği sağlanarak burada elde edilen her başarı, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim mücadelemize manivela olacak, güç katacaktır. Son süreçte yaygınlaşan dinsel eğitim ve onun sonuçlarından biri olan taciz, tecavüz, erken yaşta evlilik vb. olaylar gittikçe yaygınlaşmaktadır. Var olan bu sonuçlar üzerinden bazı yapılar ve bunların KESK ve bağlı sendikalar içindeki izdüşümü bazı sendikal gruplar, tüm mücadelesini bu alana hasretmektedir. KESK ve bağlı sendikaları da bu yönde mücadele etmeye çağırmaktadır. Elbette ki biz, dinsel gericilikle mücadele edilmesin demiyoruz. Laik yaşam ve laik eğitim talebini savunuyoruz. Ancak burjuva siyasal sistemin yarattığı sonuçlarla bile mücadele ederken sınıfsal bağlamda ele almalı ve bu sorunları toplumsal maddi zeminine oturtmamız gerektiğini söylüyoruz. Dinsel gericiliğin ve şovenizmin panzehiri, sınıf mücadelesidir. Laiklik mücadelesi, sınıfa karşı sınıf perspektifi ile ele alınmalıdır. Yoksa laiklik mücadelesi, düzen içi laik- anti laik çatışmasının bir parçası olmaktan öteye gitmez.


MAYIS - HAZİRAN 2016

15

İLKSAN SEÇİMLERİNİN GÖSTERDİKLERİ Sosyalist Kamu Emekçileri olarak bizler, Eğitim-Sen’li adayların seçimde başarılı olması için her türlü desteği sunduk. Bu yazıyı da bu destek doğrultusunda ve yanlış anlaşılmalara meydan vermemek amacıyla İLKSAN seçimleri sonrasında yayınlamayı uygun gördük. Dolaysıyla burada söz konusu olan İLKSAN seçimlerine girilmesi ya da bu seçimlerde başarılı olmak için çalışılması değildir.

malar sırasında hemen tüm yürütme seferber olmuş, bölgelerde mümkün olan tüm güçler harekete geçirilmiş ve bu güçler birimlere ayrılmıştır. Ayrıca sosyal medya alabildiğine yaygın kullanılmıştır. Sendika, bu kısacık sürede belki de bir yılda yapmadığı çalışmayı yapmıştır.

Bu durum, seçime endeksli anlayışın doğrudan bir sonucudur. Bürokratik bakış açısının bir yansıması olaBilindiği gibi özelde rak İLKSAN’da bir koltuk Eğitim-Sen’i genelde de elde edebilmek çok önemKESK’i, plansız programli bir hal almıştır. Eğer sız çalışmalarından, günü İLKSAN’a müdahale edilbirlik politikalarından, işmek isteniyorsa seçimlere yerleriyle olan bağlarının şüphesiz girilmeli, fakat gittikçe zayıflamasından asıl müdahalenin eğitim ve gittikçe kök salan büemekçilerinin örgütlülürokratik tutumundan kayğüne bağlı olduğu unutulnaklı pek çok defa eleştirmamalıdır. Bu, çürümüş, dik ve bu konuda yıllara yozlaşmış ve boğazına kayayılan pek çok yazı kaledar yolsuzluğa batmış bir me aldık. Bununla birlikte kurumda koltuk elde etEğitim-Sen’in İLKSAN semekten çok daha önemliçim çalışmalarında göstermiş olduğu “azim” ortaya dir. Üstelik o koltuk, ancak işyerlerinden aldığı güç ve koymaktadır ki sendikanın eleştiri konusu olan bu tu- destekle bu çürümüş kuruma müdahale edebilir. Aksi tumları, hiç de sendika yürütme organlarının gerekçe takdirde bu müdahale etkisiz bir parmak kaldırıp inolarak sunduğu gibi, sendika zayıfladığı için, güçten dirmekten öteye geçmeyeceği pek çok örnekte ortaya düştüğü için ya da emekçiler sendikalardan uzaklaş- konduğu gibi açıktır. tığı için değilmiş. Bu durum tamamen bir tercih meBugün eğitim emekçileri, tarihte hiç olmadığı kaselesiymiş. dar saldırı altındadır. Bir yandan özelleştirme ve piEğitim-Sen, uzun yıllardır hiçbir iş bırakma eylemi yasalaştırma diğer yandan onun şaşmaz takipçisi için bu derece seferber olmamıştır. Hiçbir basın açık- olarak güvencesizleştirme ve esnek çalışma biçimleri laması, gösteri ya da toplantı için bu kadar organize alabildiğine yaygınlaşmaktadır. Kamu emekçilerinin bir çalışma yürütmemiştir. Hatta sendikanın genel ku- kırıntı düzeyinde var olan hakları, en tepeden hedef rulları bile uzun zamandır böyle bir çalışmaya sahne gösterilmekte ve “kapı önüne koymanın” daha kolay olmamıştır. Örneğin, stajyer öğretmenlere mülakat gerçekleşmesi için gerekli çalışmaların yapılmakta uygulaması getiren ve kadrolaşmayı yasallaştıran Milli olduğu belirtilmektedir. Bu hedefler doğrultusunda Eğitim Temel Kanunu çıkarken, hemen hiçbir çalışma büyük çoğunluğu Eğitim-Sen’li yüzlerce öğretmen, yürütülmemiştir. Bugün pek çok öğretmen, stajyer sürgün edilmekte, maaştan kesme ve görevden alma öğretmenlere yönelik bu yasayla gelen mülakatlar- gibi cezalara çarptırılmaktadır. Binlerce öğretmen, kada sorulan,“Bismillahirrahmanirrahim’in İngilizcesi tıldıkları eylemler nedeniyle soruşturma geçirmektenedir?” gibi soruların sosyal medyaya yansımasıyla dir. Eğitim-Sen’den beklentimiz, İLKSAN seçimleri için durumdan haberdar olmuştur. Buna benzer pek çok göstermiş olduğu bu çabayı ve seferberliği bütün bu örnek verebiliriz. Bir kere İLKSAN seçim çalışmaları, saldırılar karşısında da göstermesidir. seçimden bir hafta-on gün önce başlamış; üstelik bu Bir Eğitim Emekçisi çalışmalar planlı bir şekilde yürütülmüştür. Bu çalış-


16

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

15-16 Haziran 1970

Haziran Direnişi-2013

IŞÇI SINIFININ YENI HAZİRAN’LARI GELECEK ! e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 56 * Fiyatı: 25 Kr * MAYIS 2016 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, iki ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.