Kamu Emekçileri Bülteni-2014 Ekim-Kasım

Page 1

Kamu Emekçileri Bülteni EKİM - KASIM 2014

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

1

İki aylık bülten * Sayı 47 * Ekim - Kasım 2014

Ortadoğu’nun geleceğini emperyalistler ve işbirlikçileri değil, direnen halklar belirleyecek!

KOBANÊ HALKIYLA DAYANIŞMAYI BÜYÜTELİM! Şengal’de gerçekleştirdiği katliamın ardından, tank ve ağır silahlarla Rojava’nın üç kantonundan biri olan Kobanê’ye yönelen IŞİD çetesine karşı, Kobanê halkının PYD-YPG öncülüğünde yürüttüğü direniş sürüyor. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Kobanê’de her an katliam olabileceğini duyurdu ve direnişe yardım çağrısında bulundu. Kobanê’de katliam yaşanabileceğinin duyurulduğu bu aynı dönemde Türkiye’de ise, AKP iktidarı ve onun sokağa saldığı çeteler, Kobanê direnişiyle dayanışma eylemleri düzenleyen halka saldırdı ve tam anlamıyla bir katliam gerçekleştirdi. AKP’nin ve onun temsil ettiği sermaye devletinin Kobanê direnişi karşısındaki tutumunu Tayyip Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” sözü özetlemektedir. AKP, Kobanê’nin düşmesini dört gözle beklemektedir. Hükümet tam bir koro halinde bunu yinelemekte, etrafı IŞİD çetelerince çevrilmiş ve Türkiye sınırına sıkışmış durumda bulunan Kobanê ve Kürt halkının “yardım koridoru açılması” talebini reddetmektedir. Tüm bu gelişmeler, “çözüm sürecinde” hala ısrarcı olduğunu söyleyen AKP iktidarının, Kürt halkını ezme ve sindirmeye dayalı bir çözüm arayışı içerisinde olduğunu ortaya koymaktadır. Kobanê’nin düşmesini beklemeleri de tam da bu nedenledir. Kısacası AKP ve Türk sermaye devleti Kürt halkına “Ya teslim ol ve bize hizmet et, ya da öl!” seçeneğine sıkıştırılmış bir çözümü dayatmaktadır.

“İNSANİ YARDIM” YALANI AKP iktidarı, ayrım gözetmeksizin Suriye’den gelenlere insani yardım yaptığını söylemektedir. Oysa günlerce Kobanê’den gelenleri sınır kapısında bekleten, IŞİD çetelerinin geçişini engellemek ve Kobanê’den gelenleri karşılamak üzere Suruç sınırında bekleyen halka ve Kobanê’den gelenlere saldırarak ölümlere neden olan bizzat AKP iktidarıdır. Kobanê halkının sınırdan geçişi, AKP iktidarının ve sermaye devletinin “insani” duyguları nedeniyle değil, başta Kürt halkı olmak üzere sınırı dolduran on binlerce emekçinin kararlı tutumu sayesinde olmuştur. “Koridor açılması” yönündeki talepleri reddetmesi ise AKP iktidarının “insani yardım” iddiasını çürütmeye yetmektedir. Türkiye işçi ve emekçilerini manipüle etmeye dönük olarak “insani yardım” söylemine sarılan AKP iktidarı, öte yandan da yakılan okulları, kırılan büstleri vb. bahane ederek halkın haklı öfkesi karşısında gerici çeteleri kışkırtmakta, milliyetçiliği ve dinsel gericiliği sokaklara salmaktadır. Polis şiddetine ek olarak Diyarbakır’da Hizbullah çetesini ellerinde silahlarla Kürt halkına saldırtan, kimi kent ve mahallelerde Gezi döneminin “eli palalıları” ile faşist çeteleri polis gücünün arkasına yığan da AKP iktidarı ve sermaye devleti olmuştur. Türkiye-Kobanê arasında silah ve insani yardım için koridor açılmasını talep


2

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

eden emekçilere karşı saldırıya geçen polis, kılıçlı, palalı, sopalı ve silahlı faşist çetelerle tam anlamıyla işbirliği içinde hareket etmiştir. Antep’te polisin, faşist güruha “Sizler görevinizi yaptınız. Bu saatten sonra bir ayrılın biz ortalığı toparlayalım” diye seslenmesi bu işbirliğini tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. “İnsani yardım” şöyle dursun Türk tankları “misilleme” adı altında Kobanê merkezini bombalamaktan da geri durmamıştır.

AKP IŞİD’DİR, IŞİD EMPERYALİZM! Türk sermaye devletinin bugünkü temsilcisi olan AKP, içte ve dışta saldırı politikalarını yoğunlaştırıyor. İçerde Erdoğan’ın “yeni yasal düzenlemeler yolda”, “gereği neyse askerimiz de polisimiz de bundan sonra onu yapacaktır” sözleriyle polis devleti uygulamalarına hız verileceğini ortaya koyan AKP, dışarıda da emperyalizme uşaklığı elden bırakmadan başta Ortadoğu olmak üzere bölge ülkelerini kendince dizayn etmeye çalışıyor. Bunun için de, model ülke, ılımlı İslam, Yeni Osmanlıcılık gibi argümanlar öne sürüyor. Yeni Osmanlıcılık söylemi ile Ortadoğu’nun model ülkesi olma hayali ile yanıp tutuşan, bu yolda Ortadoğu’da içişlerine karışmadık ülke bırakmayan, “Suriye konusunu bir dış mesele olarak görmüyoruz. Suriye bizim iç meselemizdir” diyen, Mısır’daki Müslüman Kardeşler için il il “Rabia mitingleri” düzenleyen T.C. şefi Erdoğan’ın, “Kobanê’nin Türkiye ile ne alakası var!” demesi ibretlik bir durum oluşturmaktadır. “Halkına zulmeden diktatör Esed” söylemi, AKP’nin, Ortadoğu’da model ülke hayalini gerçekleştirmesi için biçilmiş bir kaftandı. AKP, kendi kitlesini bile ancak bu söylemle ikna edebilir ve Suriye’nin iç işlerine burnunu sokmanın en azından kendi kitle tabanında meşruluğu-

nu sağlayabilirdi. Oysa Suriye bir emperyalist rekabetin -bir tarafında Rusya-İran, diğer tarafında ABD’nin başını çektiği Avrupalı devletler- çatışma alanıydı. Türkiye’ye de burada tetikçilik görevi verilmişti. Türkiye, diğer ABD işbirlikçisi ülkeler, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Esad rejimine karşı ÖSO güçlerinin ağır silahlarla donatılmasından insan kaynağı sağlanmasına kadar, tüm ihtiyaçlarının finansmanlığını yaptı. Türkiye, bir yandan bu çetelerin toplanmasına ve eğitimine yataklık ederken, diğer yandan onların tüm dünyada sözcüsü oldu. İşte IŞİD denilen çete yığını bu kan gölünde boy verdi. Medeniyetler beşiği olan Ortadoğu, 1. Paylaşım Savaşı’ndan bu yana emperyalist devletlerin yağma alanına dönüşmüştür. Emperyalistler, bu bölgeyi bazen fiili işgallerle bazen de işbirlikçi ve tetikçilerini kullanarak kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Ortadoğu’nun bir halklar mozaiği olması, mezhep, etnik, din temelli farklılıkları içinde barındırması ve modern sınıf ilişkilerinin gelişmemiş olması emperyalistler için bulunmaz Hint kumaşıydı. Böylelikle halklar arası nifak tohumları ekebilir halkları birbirine boğazlatabilirlerdi. IŞİD çetesi de bugün bu amaca hizmet etmekte, Ortadoğu’yu mezhep ve etnik kimlik temelli bir savaşla kan gölüne çevirmektedir. IŞİD emperyalist-kapitalist sistemin Ortadoğu’da yarattığı bir canavardır ve Türkiye bu sürecin baş aktörlerinden biridir. Eli kanlı ortaçağ kalıntısı IŞİD çetesi, Irak ve Suriye’de ABD patentli silahlarla ölüm saçmakta, mazlum halkları katletmektedir. Irak’ta Ezidilere, Süryanilere, Türkmenlere saldırmış, bu halkları yerinden yurdundan etmiş, kadınları ve çocukları köle pazarlarında satmış ve soykırım gerçekleştirmiştir. Tüm bunlar yaşanırken hiç oralı olmayan emperyalistler, IŞİD Kerkük’e yönelince tehlike çanlarını çalmış, nedense “in-


A

EKİM - KASIM 2014

3

BD emperyalizmi ve işbirlikçi Türk sermaye devleti dört gözle Kobanê’nin düşmesini beklemektedir. Eğer Kobanê düşerse, Ortadoğu’da emperyalizmden bağımsız olarak gelişecek halk inisiyatiflerinin önü alınmış olacak.

sanlık” o zaman akıllarına gelmiş, IŞİD’in belli mevzileri havadan bombalanmıştır. Ama burada IŞİD’e karşı gerçek direnişi, PKK-PYD öncülüğünde Kürt savunma birlikleri yapmış, direnişiyle de IŞİD çetelerini geri püskürtmüştür. Dünyada PYD-PKK’nin direnişi gündemde iken her ne hikmetse IŞİD çetesi, Türk rehinelerini bırakmış ve yönünü Suriye’de PYD’nin egemenliğinde olan Kobanê’ye çevirmiştir. Sermaye devleti ve onun temsilcisi AKP içeride çözüm süreci devam ediyor derken Irak ve Suriye’de IŞİD çetesinin Kürt halkını katletmesine ve yerinden yurdundan etmesine payandalık etmiş, desteğini hiç kesmemiştir. Rehineler karşılığında ne tür bir pazarlık yapıldığı açıklanmasa da AKP ile IŞİD arasındaki anlaşma ortadadır: Kürtlerin özgürlük arzusunu boğmak ve bunu IŞİD çetelerinin eliyle yapmak.

BİR TAŞLA İKİ KUŞ VURMAK IŞİD çetesinin Irak’a yönelmesi ve birçok petrol rafinerisini ele geçirmesi ile politika değiştiren ABD emperyalizmi, IŞİD karşısında bir koalisyon oluşturmuş bulunuyor. Fakat IŞİD’i yok etmek emperyalistlerin gündeminde değil. Dahası Esad rejimini yıkma amacıyla başlattıkları gerici savaşın bir parçası olmayan Suriye Kürtlerini hizaya getirmek için de IŞİD’i bir koz olarak görüyorlar. Emperyalist projelerin parçası olmayarak bağımsız bir tutum geliştiren Rojava halkı, Irak’ta olduğu gibi emperyalist boyunduruğu kabullenen bir halka dönüştürülmek isteniyor. Kısacası Barzani benzeri bir işbirlikçi yönetime sahip olmaları bekleniyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD emperyalizminin IŞİD’e karşı mücadeleyi uzun bir zaman dilimine yaymaları da, Suriye’de alternatif bir yönetimin açığa çıkartılması amacını taşıyor. Aksi bir durumda bugün güçten düşmüş bulunan ÖSO çetelerinin iktidar boşluğunu dolduramayacaklarını düşünüyor ve bu durumda YPG’nin bölgede daha etkin bir güç haline geleceğinden korkuyorlar. Emperyalistler kendi denetimleri dışında yaşanabilecek her türlü gelişmenin önünü alabilmek için kısa dönem açısından IŞİD’i bitirmeyi değil, kontrol altına almayı amaçlıyorlar. IŞİD ile ‘mücadeleyi’ sürece yayarak, böylece YPG’nin gücünün kırılması ve bu arada da yeni dönemde iktidar boşluğunu dolduracak işbirlikçi güçlerin güçlendirilmesi amaçlanıyor. Türkiye’ye “ÖSO güçlerini eğitme” yönünde verdikleri görev de buna hizmet ediyor. AKP hükümeti ve sermaye iktidarı, kendi öz güçlerine dayanarak özerklik ilan eden Rojava Kürtlerini ezmenin yanı sıra Esad rejimini de devirmeyi amaçlamaktadır. Bir

yandan IŞİD’in Kürt halkını ezmesini bekler ve desteklerken, öte yandan da Esad’ın devrilmesini kara harekatının şartı olarak öne sürmektedir. Kısacası Türk sermaye devletinin politikasını belirleyen iki etmen bulunmaktadır: Kürt düşmanlığı ve Esad karşıtlığı. Alelacele meclisten çıkartılan savaş tezkeresinin ana eksenini IŞİD’le mücadele değil, bu iki etmen oluşturmaktadır.

ORTADOĞU’NUN KADERİNİ HALKLARIN DEVRİMCİ BİRLİĞİ BELİRLEYECEK! ABD emperyalizmi ve işbirlikçi Türk sermaye devleti dört gözle Kobanê’nin düşmesini beklemektedir. Eğer Kobanê düşerse, Ortadoğu’da emperyalizmden bağımsız olarak gelişecek halk inisiyatiflerinin önü alınmış olacak. Türkiye ve Ortadoğu halkları açısından ise halkların emperyalizmden bağımsız bir Ortadoğu ümidinin kırılması anlamına gelecektir. Emperyalistlerin ve işbirlikçi bölge devletlerinin “insani” hiçbir amacı bulunmamaktadır. Onların tek derdi Ortadoğu pastasından pay kapmak ve halkları köleleştirmektir. Bugün emperyalist devletlerin ve AKP iktidarının niyeti ne olursa olsun, Ortadoğu halklarını kolayından köleleştirmeleri ve mutlak bir hakimiyet kurmaları olanaklı değildir. Kürt halkı başta olmak üzere, bölgenin tüm halkları emperyalistleri ve onların işbirlikçilerini yakından tanımakta, en büyük acıları bizzat emperyalistler ve işbirlikçi devletler eliyle yaşamaktadırlar. Bugün IŞİD katliamlarının gerisinde de, yine bu aynı kapitalist-emperyalist devletler bulunmaktadır. Türkiye işçi ve emekçilerinin önünde, Kürt ve Filistin halkı başta olmak üzere, direnen halklarla dayanışmayı büyütmek görevi durmaktadır. Bilinmelidir ki, Kobanê’de yiğitçe direnen Kürt halkının kazanımı Ortadoğu’da tüm halkların kazanımı olacaktır. Kobanê’nin kazanması, Ezidi, Şii, Türkmen halklarının IŞİD belasından kurtulmasının önünü açacağı gibi, Türkiye’de de AKP gericiliğine ve sermaye düzenine büyük bir darbe vurmak anlamına gelecektir. Suriye’ye “kara operasyonu” hevesi ile Türkiye’yi sıcak bir savaşa sürüklemeye yönelen AKP iktidarının bu gerici emellerinin önüne de ancak böyle geçilebilir. Bilinmelidir ki, Ortadoğu’ya ne emperyalistler ne de Türk sermaye devleti özgürlük getirebilir. Halkların kardeşçe ve özgür birliğini sağlayacak tek şey yine halkların birleşik mücadelesi olabilir. Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak!

Sosyalist Kamu Emekçileri


4

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Sınıf mücadelesinin gelişen dinamikleri ve

kamu emekçileri hareketi

Ö

nümüzdeki dönemde işçi sınıfını n yeni militan mücadele ve direnişlerle toplumsal mücad ele sahnesinde daha fazla yer edineceğini ve yeni Haziran lar’ın işçi sınıfının merkezinde olduğu sosyal mücadeleler üze rinden yaşanacağını söylemek kehanet olmayacaktır.

AKP iktidarı ve sermaye düzeninin, sosyal, kültürel, etnik ve mezhepsel vb. saldırılarının biriktirdiği tepkinin patlaması olarak yaşanan ve bir halk hareketine dönüşen Haziran Direnişi, Türkiye toplumunun önünü açan tarihi etkiler yarattı ve yeni bir dönemin kapılarını araladı. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” şiarı tam da bu gerçekliği dile getiriyordu. Haziran’ı takip eden günlerde cemaat-AKP koalisyonunun çöküşü yaşandı. Cemaat-AKP çatışması, koalisyon içerisindeki rant ve iktidar dalaşını gözler önüne serdi. Haziran Direnişi’nin yarattığı sarsıcı etki, gerici koalisyon içerisindeki çatışmanın derinleşmesine ve çatlakların büyümesine yol açtı. Cemaatçilerin MİT hamlesi, 17 Aralık operasyonu, tapeler vb. çıkışları AKP hükümetinin karşı saldırıları ile savuşturuldu. Bugün için iç iktidar dalaşının sarsıntılarını atlatmış görünse de AKP hükümetinin, yine de işi kolay görünmüyor. Bu her şeyden önce Haziran Direnişi’ne kaynaklık eden dinamiklerin yerli yerinde duruyor olması nedeniyle böyledir. AKP hükümetinin ve sermaye düzeninin asıl korkusu, cemaatçilerin varlığından değil, Haziran Direniş’i ile sokağa çıkmayı öğrenen, itiraz eden, polis şiddeti karşısına dikilen milyonların varlığından ileri gelmektedir. Bu nedenledir ki, AKP, işi sıkı tutmakta, grev yasakları, Haziran Direnişi’ne katılanlara dönük yargılamalar, baskı ve şiddet politikaları ile sosyal mücadelelerin önünü almaya çalışmaktadır. Ne var ki, en küçük işçi eyleminin bile militan bir biçim kazandığı bir dönem yaşanmaktadır ve baskı politikalarının emekçi yığınların biriken tepkisini

dizginlemek şöyle dursun onu daha da büyüten bir rol oynayacağını söylemek bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Bugünün Türkiye’sinde işçi ve emekçi yığınlara dönük sosyal saldırıların boyutlanarak büyümesine, taşeronluk düzeninin asıl çalışma biçimi haline gelmesine, sefaletin ve gelecek güvensizliğinin derinleşmesine dış politikada yaşanan iflaslar, Yeni Osmanlıcılık ve “model ülke” heveslerinin çöküşü vb. gelişmeler eşlik etmektedir. Emperyalizmin güdümünde izlenen Suriye politikasında yaşanan çöküş “model ülke” heveslerinin de çöküşü olmuştur. “Model ülke”nin Ortadoğu halkları nezdinde hiçbir itibarı kalmamış, kanlı katliamlarla ve gerici çetelere verilen destekle anılır olmuştur. Türkiye bölge halklarınca, emperyalizmin ve onun bölgesel çıkarlarının güdümünde taşeronluk yapan bölge devletlerinin eliyle beslenen IŞİD çetelerinin Kürt, Ezidi, Alevi, Türkmen halklarına dönük cani kıyımlarının suç ortakları arasında anılmaktadır. Tüm veriler AKP hükümetinin ve onun temsilcisi olduğu sermaye düzeninin, gerek dış politika alanında ve gerekse de iktisadi alanda yaşadığı çıkmazların derinleşeceğini göstermektedir. Sermaye sınıfı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yaşanacak çöküşlerin yalnızca AKP’yi değil sermaye düzenini de sarsacak sonuçlar üreteceğinin bilinciyle davranmıştır. TÜSİAD başta olmak üzere sermaye


EKİM - KASIM 2014

örgütlerinin Erdoğan’ın arkasında konumlanması ve bugün CHP tarafından temsil edilen burjuva muhalefetinin “düzene zeval getirmeyecek” bir çizgi izlemesi tam da bu gerçeğe işaret etmektedir.

İŞÇİ SINIFI İÇİNDE YENİ HAZİRANLAR MAYALANIYOR Her ne kadar Haziran Direnişi geri çekilmiş görünse de, AKP’nin ve sermaye düzeninin Haziran korkusu devam ediyor. Bu korkuların başında ise Haziran Direnişi’nin ortaya çıkardığı dinamiklerin gelişebilecek bir sınıf hareketi ile buluşması “ihtimali” oluşturuyor. Bilindiği gibi halk hareketinin geri çekildiği günlerde fabrikalarda yaşanan kaynaşmalar direnişlere ve yer yer öfke patlamalarına dönüşüyordu. Şişecam grevinin yasaklanması, sermaye düzeninin, bu korkusunu dışa vuruyordu. Şişecam’da sermaye sınıfının imdadına bir kez daha sendikal bürokrasinin ihaneti yetişmiştir. Grev yasağını aşma yönünde hiçbir çaba sergilemeyen Kristal-İş bürokratları, “işverenin tekliflerini” referandum konusu yaparak işçilerin mücadele arzularını kırma yoluna girmiş, işçilerin önemli bir bölümü referandumu boykot etmesine rağmen, sandıktan “mücadeleye devam” sonucu çıkmıştı. Kristal-İş bürokratları ise fiili bir mücadele örgütlemek yerine, işçilerin iradesini hiçe sayarak sözleşmeyi imzalamıştır. Bu aynı dönemde Greif işçilerinin gerçekleştirdiği fabrika işgali, yeni Haziran’ların sınıf mevzilerinde boy vereceğinin ilk işaretlerini veriyordu. Takip eden günlerde ise Yatağan’da, Seyitömer’de ve bir dizi başka mevzide işçi direnişleri ve isyanları gerçekleşti. Yıllardır kölece çalıştırılan örgütsüz işçiler, yaşadıkları iktisadi-sosyal sorunlar karşısında fabrikalarını yakmak dahil fiili-militan eylemler gerçekleştirdiler. Kent, Sütaş, Kimberley Clark, Me-Par, BELTAŞ vb. grev ve direnişler, yeni bir sınıf mücadelesi döneminin mayalandığının göstergeleri oldular. Soma’da yaşanan katliam ise toplumun tüm kesimlerinde öfke patlamalarını açığa çıkardı. Süreçlere parlamento ve seçim sonuçları üzerinden bakmaya alışmış liberal-reformist sol çevreler, seçim sonuçlarını toplumsal süreçlerin barometresi olarak ele alırlarken, işçi sınıfı bugün henüz lokal biçimlerde geliştirdiği direnişlerle sınıflar mücadelesinin toplumsal mücadelelerin gerçek dinamiği olduğunu hatırlatmaya devam etmektedir. Önümüzdeki dönemde ise işçi sınıfının yeni militan mücadele ve direnişlerle toplumsal mücadele sahnesinde daha fazla yer edineceğini ve yeni Haziran’ların işçi sınıfının merkezinde olduğu sosyal mücadeleler üzerinden yaşanacağını söylemek kehanet olmayacaktır.

5

KAMU EMEKÇİLERİNDE TEPKİ VE ÖFKE BİRİKİYOR

Bürokratik-icazetçi çizgiyi aşmak ve hak alıcı bir mücadeleyi örmek için taban örgütlenmelerini yaratalım! Kamu emekçileri içerisinde de tepki ve öfkenin biriktiği bir dönemden geçiyoruz. Ücretlerde yaşanan erime, ücret adaletsizliği, özelleştirme ve kadrolaşma politikaları, sosyal saldırılar vb. önemli bir tepki birikimini açığa çıkarmaktadır. Fakat esas sorun dün olduğu gibi bugün de, kamu emekçilerinde gelişen tepkileri örgütlü mücadeleye sevk edecek bir önderliğin bulunmayışıdır. Bugün artık hareketin, alışılageldik biçimlerle ilerletilemeyeceği açıktır. Denebilir ki, toplumsal tepkinin en yaygın olduğu dönemlerde bile KESK, mevcut protestocu çizgisini aşamamış, kamu emekçilerini talepleri doğrultusunda örgütleme yeteneği gösterememiştir. Bu, bunun olanaksızlığı nedeniyle değil, KESK’e hakim çizginin sınıf mücadelesinden uzaklığı nedeniyle böyle yaşanmıştır. KESK ve bağlı sendikalar, en iyi ‘zamanlarında’ bile, tabanda biriken dinamikleri, mücadeleci ve hak alıcı bir zeminde örgütleyen değil, protestocu ve uzlaşmacı ufku ile körelten bir çizgi izlemiştir. Bugün KESK’in ve hakim sendikal anlayışların, mevcut çizgiyi aşacaklarını düşünmek ise hayal kurmak anlamına gelecektir. KESK’e hakim sendikal çizgi her şeyden önce siyasal süreçlere ve solun bu süreçlerde aldığı tutumlara bağımlı bir çizgidir. Gerek KESK ve bağlı sendikalar içerisinde yönetim kademelerini büyük oranda elinde tutan sol grupların parlamentarist-reformcu çizgisi ve gerekse de “çözüm süreci” çıkmazının yaşattığı kilitlenme, güçlü taban örgütlenmeleri oluşturulmadıkça KESK’e hakim bürokratik-icazetçi anlayışın aşılamayacağını ortaya koymaktadır. Önümüzde bütçe dönemi ve sonrasında ise 2015 yılında gerçekleşecek olan toplu sözleşme dönemi yer almaktadır. Bu dönemler, kamu emekçileri içerisinde biriken tepkinin örgütlü mücadeleye yöneltilmesi açısından önem taşımaktadır. Programsız-günübirlik ve kitlelerde gelişen mücadele dinamiklerini körelten icazetçi çizginin aşılması, sınıf sendikacılığı ve hak almaya dayalı fiili-meşru mücadele çizgisinin hakim kılınması büyük önem taşımaktadır. Bu ise KESK ve sendikaların bürokratik yönetimlerinden beklenemez. Aksine taban basıncının açığa çıkartılması ve bu bürokratik yönetimleri de önüne katabilecek biçimde geliştirilmesi ile olanaklı olabilir. Şubelerden başlamak üzere taban inisiyatiflerini yaratmak ve bu inisiyatifler eliyle kamu emekçilerinde biriken tepkiyi eylemli süreçlerle açığa çıkaracak bir çabayı örgütlemek, bugünün, en yakıcı ihtiyacı olarak durmaktadır. Kamu emekçileri hareketinin yükseltilmesi kaygısını duyan tüm öncü-ilerici kamu emekçileri, bu ihtiyacı karşılamak üzere harekete geçmelidirler.

Sosyalist Kamu Emekçileri


6

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

24 Eylül grevi üzerine...

24 Eylül grevi, eğitim emekçilerinin yoğun katılımıyla gerçekleşti. Greve, öğrenci velileri de kendi pankartları arkasında yürüyerek destek verdi. Devletin sırtında bir kambur olarak gördüğü kamusal hizmetler, özelleştirme, piyasalaştırma ve ticarileştirme politikalarıyla sermayeye peşkeş çekilmektedir. Bu politikaların zemini geçmiş hükümetler tarafından oluşturulmuş; AKP, bu zemini kullanarak, özelleştirme politikalarını gerçekleştirmiştir. Bu politikaların ideolojik altyapısı “Zarar ediyor, bu zararlar cebinizden çıkıyor!” söylemi üzerine şekillenmiş, emekçiler bu söylemle manipüle edilmiştir. Bu söyleme paralel olarak itibarsızlaştırma politikaları devreye sokulmuştur. Bir yandan kamusal hizmetler için bütçeden ayrılan pay sistemli olarak düşürülmüş, diğer yandan kamusal hizmetler için ayrılan bu kaynaklar bu kurumların özelleştirilmesi amacıyla kullanılmıştır. Böylece kamusal hizmetler, niteliksizleştirilip itibarsızlaştırılmıştır. Kamusal hizmetlerin itibarsızlaştırılması, kamu emekçilerinin itibarsızlaştırılmasıyla el ele yürümüştür. Kamu emekçilerinin özlük haklarının ve iş güvencelerinin ortadan kaldırılması; özelleştirme, piyasalaştırma politikalarının bir parçası olarak devreye sokulmuştur. Bir yandan özelleştirilen kamusal hizmetler tüm emekçiler için paralı hale gelirken; diğer yandan bu kurumlarda çalışan emekçilerin hakları sermayenin azami kâr sağlayabileceği sınırlara çekilmeye çalışılmıştır.

AKP’NİN EĞİTİME SALDIRISI Sağlıkta büyük ölçüde özelleştirmeyi başaran AKP, bugün eğitime yönelmiştir. Okulların 49 yıllığına kiraya verilmesi, özel okullara bedelsiz arsa sağlanması, özel okula gidecek her öğrenci için 3 bin lira civarı “destek” verilmesi özelleştirme yolunda atılan adımlardan sadece birkaçıdır. Öğretmenlerin tatilini ve iş saatlerini sürekli gündeme getiren hükümet, etüt çalışmaları, telafi eğitimi vb. yollarla çalışma süresini azami sınırlara çıkarmaya ve esnek bir çalışma düzeni oluşturmaya çalışmaktadır. Buradaki amaç sermayeye devredilmesi planlanan bu kurumlardaki emekçileri, sermayenin sömürü koşullarına uygun hale getirmektir. Eğitimle ilgili çıkarılan yasalarda, “performans değerlendirmesi”, “müşteri memnuniyeti” gibi piyasacı kavramlar sıklıkla yer almaktadır. 4+4+4’le eğitimde piyasalaşmanın olanakları büyük ölçüde oluşturulmuş, Milli Eğitim Temel Kanunu ile de sermayenin önündeki tüm engeller düzlenmiştir. Eğitimi sermayenin ihtiyaçlarına yönelik yeniden yapılandıran hükümet, bu hizmeti karşılığında eğitim müfredatını dinselleştirerek ve okulları imam hatipleştirerek eğitim politikalarını kendi siyasal anlayışına uygun hale getirmiştir. Bununla da kalmayan hükümet çıkardığı torba yasayla “süresi dolan” müdürleri görevden alıp, yandaş sendikanın üyelerinden


EKİM - KASIM 2014

belirlediği kişileri okullara müdür olarak atamıştır. AKP, daha önce çıkardığı Milli Eğitim Temel Kanunu’yla kadrolaşmanın tüm yasal altyapısını oluşturmuştu. Bu yasaya göre; okul müdürleri “il milli eğitim müdürünün teklifi” ve “valinin onayıyla” belirlenirken; müdür yardımcıları da “okul müdürünün önerisi” ve bu öneriyi “valinin onaylamasıyla” belirlenecektir. AKP bu düzenlemeyle, kadrolaşmayı silsile halinde gerçekleştirmeyi amaçlamış, torba yasayla da bunu uygulamaya koymuştur. Greve velilerin katılması hiç de tesadüf değildir. Öncelikle eğitimin ticarileşmesi velileri doğrudan ilgilendirmektedir. Okulların hizmetli ve özel güvenlik kadrosunun ücretleri dahi veli aidatlarından karşılanmaktadır. Sınıflara alınacak bilgisayar, projeksiyon cihazı vb. eğitim araçları da yine veli aidatlarından karşılanmaktadır. Kamu okullarına kaynak ayırmayan hükümet, “Çocuğunun iyi eğitim almasını istiyorsan özel okula gönder” demeye getirmektedir. Bunlara TEOG sınavında yaşanan mağduriyet ve okulların imam hatipleştirilmesi gibi uygulamalar da eklenince velilerin tepkisi kaçınılmaz olarak greve yansımıştır. KESK üyelerinin de veli olduğunu düşünürsek, bu grev KESK zemininde de örgütlenmeliydi.

SENDİKALARIN TUTUMU Greve çağrı yapan Türk Eğitim-Sen, her şeyden önce hükümetin siyasi kadrolaşmasının karşısında kendi kadrolarını koruma derdindedir. Kadrolaşmanın yanı sıra, “ekonomik ve sosyal hakların gasp edilmesine”, “taşeronlaşmaya” , “4/C uygulamasına”, “üniversitelerde yaşanan antidemokratik uygulamalara” vb. karşı olduğunu iddia eden bu sendikanın, yandaş sendikadan tek farkı, iktidarda kendi anlayışının bulunmamasıdır. Çıkarları tehlikeye girmediği sürece harekete geçmeyen bu sendika, olası bir hükümet değişikliğinde yandaş sendikanın yerini alacaktır. Her şeyden önce bu grev kararı alelacele alınmıştır. Türk Eğitim-Sen’in acelesi ortadadır. Onun bam teline dokunulmuş, müdürlükleri elinden alınmıştır. Ayrıca bu sendikanın, emekçilerin gerçek talepleri doğrultusunda grev örgütlemek gibi bir niyeti de yoktur. Türk Eğitim-Sen, yönetici bürokratlarla da pekâlâ bu eylemi gerçekleştirebilir ve herhangi bir kaygı taşımaz. Bununla birlikte Eğitim Sen’in bu kararın arkasından sürüklenmesi söz konusudur. Bu torba yasa ve müdürlerin görevden alınması, özel okullara bedava arsa verilmesinden, aday öğretmenlerin sözlü sınava tabi tutulmasına ve özel okullara “destek” sağlanmasına kadar pek çok hak gaspını içeren Milli Eğitim Temel Kanunu’ndan daha can yakıcı değildir. Bununla birlikte bu kanun sessiz sedasız geçebilmiştir. Grev kararının alelacele alınması Eğitim Sen’in de kararları tabanda tartıştırmak gibi bir kaygısı kalmadığını göstermektedir. Uzun süredir, Eğitim Sen’in aldığı pek çok karar, üyelerden habersiz alınmakta ve üyeler bu kararları sonradan duymaktadır. Zaten sendikanın, tabanın

7

karar süreçlerinde yer almasını sağlayacak organları da mevcut değildir. Eğitim emekçilerinin bir günlük grevle sonuç alınamayacağını yüksek sesle dillendirmesine rağmen bir günlük grev kararı alınması, bir yandan tabanla bağların kopukluğunun yarattığı güvensizliğin, diğer yandan greve hazırlıksızlığın bir sonucudur. Greve katılımın “durumu kurtarması” bu gerçeği değiştirmez. Greve katılım, sendikaların faaliyetinden çok, AKP’nin toplam politikalarına duyulan tepkiden ileri gelmektedir. Görünen odur ki, Eğitim Sen 24 Eylül grevini, günü kurtarmak ve kitlelerin öfkesini boşaltmak için gerçekleştirmiştir. Bunu, grevle, yaklaşan bütçe dönemi ve toplu sözleşme döneminin bağlantısını kurmamasından, grevi bunlar için yapılacak bir mücadele programının başlangıcı olarak görmemesinden, kendi içinde bir eylem olarak ele almasından anlıyoruz. Oysa bu grev, bütçe ve toplu sözleşme döneminde önemli bir manivela görevi görebilirdi. Grevin basın açıklamasına dönüşmesi de bu günübirlik bakış açısını yansıtmaktadır.

KESİNTİSİZ SALDIRILARA KARŞI UZUN SOLUKLU MÜCADELE VE ÖRGÜTLENME Hükümetin saldırıları mevcut sendikal anlayış ve örgütlenmeyle karşılanamaz. Eğitim Sen’e hâkim olan bürokratik-icazetçi anlayış birkaç günlük grev kararı alabilir ve bu kararı iyi-kötü gerçekleştirebilir. Ancak saldırılara karşı gerçek bir cevap olacak nitelikte bir eylemlilik içine giremez. Sonuçta uzun soluklu bir mücadele içine girmek için, buna göre bir örgütlenme içine girmek gerekir. Bunun için, bir mücadele programına ve okul okul, bölge bölge, meclis meclis oluşturulacak taban örgütlenmelerine ihtiyaç vardır. İş yerlerine, tabana dayanmak deyince, yalnızca iş yerlerini ziyaret etmeyi -ki onu bile yapmamaktadırlar- anlayan egemen sendikal anlayış, taban örgütlülüğü oluşturmaktan çok uzaktır. Fiili meşru mücadele hattı yerine icazetçi anlayışla hareket eden sendikal bürokrasi, tabanla bağ kuramadığı gibi sendikadaki örgütlü kesimleri de yorgunluğa sevk etmektedir. Saldırılar kesintisiz ve süreklidir. Üstelik saldılar tüm emekçilere yöneliktir. Bu durum emekçileri birleşik mücadeleye zorlamaktadır. Bununla birlikte emekçilerin dağınık parçalı durumu ve örgütsüzlüğü de devam etmektedir. Burada temel görev, emekçileri bir mücadele programı çerçevesinde taban örgütlerinde bir araya getirmektir. Önümüzdeki dönemde, şiddeti daha da artacak olan saldırıları karşılamanın yegâne yolu, bir program etrafında, fiili-meşru mücadele çizgisinde emekçileri bir araya getirmektir. Bu taban örgütlerini kurmak öncü ilerici kesimlerin önünde bir görev olarak durmaktadır. Kadrolaşmaya, özelleştirmeye ve piyasalaşmaya karşı taban örgütlerini kuralım!

Sosyalist Kamu Emekçileri


8

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

EĞİTİM SİSTEMİNDE KAOS Toz ve dumanın içerisinde gerici eğitim düzeni, siyasal kadrolaşma ve eğitimin özelleştirilmesi hazırlıkları…

GİDEREK BİRİKEN VE AĞIRLAŞAN SORUNLAR TABLOSU! Sermaye ve AKP hükümeti, toplumsal yaşamın en önemli bileşenlerinden biri olan eğitim alanı üzerinde sistemli bir biçimde deneysel çalışmalar yürütüyor. Sürekli bir biçimde değişen sınav sistemleri, sınav içerikleri ve yöntemleri, bilimsel ve akademik kaygılardan uzak belirlenen alan kategorileri vb. bunu anlatıyor. Asıl amaç eğitimin ticarileştirilip özel sektörün denetimine verilmek olduğu yerde kangrenleşmiş sorunları çözmek devletin zerre kadar umurunda değil. Tablo, halihazırda tam anlamıyla kaotiktir. Sendikaların açıkladığı rakamlara bakıldığında mevcut öğretmen açığı 120 bin civarındadır. Ataması yapılmayan öğretmen sayısı 250 ile 300 bin arasında dalgalanmaktadır. Ortaöğretimde 200’e yakın okul binası eksiği bulunmaktadır. İlgili uzmanların belirttiğine göre özel okul öğrencilerine yapılan 3.500 liralık yardımların toplamıyla bu sorun çözülebilmektedir. İkinci kademede (ortaokul) getirilen merkezi sınav uygulaması nedeniyle okul başarıları şişirildi. Öğretmenler öğrencilere yüksek not vermeye zorlandı. Liselere yerleştirme sınavında ise tam bir fiyasko yaşandı. Yüzbinlerce öğrenci istediği okul ve bölümü tutturamadı. Çünkü taban puanın oldukça altında puanlar aldılar.

TEOG, YENİ LİSELER, YENİ SORUNLAR! Liseler; Fen Lisesi, İmam Hatip Lisesi, Meslek Lisesi, Sağlık Meslek Lisesi, Açık Lise ve Anadolu Lisesi gibi alanlara ayrılarak her birinin taban puanı farklılaştırıldı. Üstelik büyük bir bölümü aynı bina içinde ve aynı eğitim kadrosuyla eğitim alacak olmasına rağmen, hem Anadolu Lisesi ve hem Meslek Lisesidir. Yüzbinlerce öğrenci, yaptığı lise tercihlerinde istediği yeri tutturamadığı için bakanlığın hazırladığı sistemle otomatik olarak boş olan okullara kaydedildi. Kaydedilen yerlerin uzaklığı basında magazin malzemesi olarak kullanılıyor olsa da mesele basının sunduğu koflukta değildir. Anlaşıldığı kadarıyla her ilde merkezlere uzak birkaç ilçe düşük puanlı öğrencilerin toplandığı “depo” olarak belirlenmiştir. Depo olarak belirlenen ilçeler, hem nüfus bakımından hem yoğunluk bakımından rahat yerlerdir. Üstelik buralarda önemli oranda imam hatipler yapılmış ya da okullar imam hatibe dönüştürülmüş bulunmaktadır. Buna rağmen velilerin yoğunlaşan itirazları ve gazetelerin gündeme taşıması nedeniyle kısmen geri adım atıldı. Ancak bürokratik labirentlerden yolunu bulamayan binlerce aile ve öğrencisi, alakasız yerlere kayıt yaptırıp oralara taşınmak zorunda kaldılar. Bu durumdaki ailelere


E

EKİM - KASIM 2014

9

ğitim alanı sorunların olduğu kadar birikmiş bir mücadele potansiyelinin varlığına da işaret etmektedir. Sendikamız Eğitim Sen tabanında yer alan yüzlerce mücadeleci emekçi arkadaşımız, bu sorumluluğa sahip çıkmak durumundadır.

sunulan pratik çözüm önerisi ise İmam Hatipler oluyor. İmam Hatiplere kayıt yaptırmak isterseniz kontenjan sorunu yaşamıyorsunuz. Nakil ve kontenjan sorunu hala çözülebilmiş değil; bakan Nabi Avcı sürekli bir hafta daha süre uzatıyor. En son Ekim ayı sonuna kadar devam edecek dedi, ancak yılsonuna kadar uzatmak zorunda kalacaklar gibi görünüyor.

KALABALIK SINIFLAR, ÖĞRETMEN AÇIĞI VE SÜRGÜNLER! Okulların kalabalık oluşu bu sene katmerlenerek artmıştır. Öğrenci sayısının okul kapasitelerinin üstünde olmasından kaynaklı okulların bir bölümü ikili öğretime döndü. Bazı okul binaları ise birden fazla okul tarafından paylaşılmaktadır. Okulların kalabalık oluşuna dersliklerin yoğunluğu ekleniyor. Üstelik bu öylesine çarpık bir biçimde tezahür ediyor ki; örneğin Lise 2. sınıf öğrencisi olan bir sınıf 60 kişi olurken, hemen yan sınıf Anadolu lisesi müfredatına göre eğitim aldığı için 20-25 kişidir. Eğitim alanındaki plansızlık ve kaotik yapının kendini gösterdiği alanlardan biri de öğretmen normudur. 120 bin civarında öğretmen açığının olduğu, okulların kalabalıktan ikiye bölündüğü bir tabloda binlerce öğretmen norm fazlası olması nedeniyle açıkta kalmış durumdadır. Üstelik norm fazlası olan öğretmenler, bir kalem darbesiyle bundan böyle kamu kurumlarında iş güvenliği uzmanı olarak istihdam edileceklerdir. İş güvenliği uzmanının bulunmadığı herhangi bir yerde görevlendirilebilecek; istenirse o yerden de bir başka yere... Kuşkusuz en önemli sorunlardan biri de ilerici, mücadeleci eğitim emekçilerinin sürgünü ve angarya işlere koşulması olgusudur. Müdürler kararnamesinden sonra bu öyle bir hal almıştır ki Eğitim Bir-Sen’li olmayan herkes, özellikle Eğitim-Sen ve cemaatçi olduklarını düşündükleri herkes, herhangi basit bir gerekçeyle sürgün edilebilmekte ve angarya işlerle cezalandırılmaktadır. Sürgün ve angarya siyasal kadrolaşmanın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır aynı zamanda. Tüm yönetim kademelerine kendi adamlarını yerleştirmek isteyen siyasal iktidar, var olanı tasfiye etmeden bunu başaramamaktadır. Torba yasanın içine sıkıştırılarak bir çırpıda meclisten geçirilen göreve iadenin önüne geçmeyi amaçlayan yasa Anayasa Mahkemesi’nden döndü şimdilik. Hükümet tam da tasfiye, sürgün ve angarya zorbalığını güvenceye almak için düşünüyordu bu uygulamayı. Mahkeme başka hesapların ürünü olarak ilgili yasayı iptal etmiş olsa da AKP’nin işin peşini bırakmayacağı açıktır.

HÜKÜMETİN SİNSİ İCRAATLARI! Tehlikeli bir noktaya doğru tırmanan önemli bir sorun alanı ise okulların dönüşümü ve mescit sorunudur. Yaz ortasından itibaren kimi yerellerde velilerin ve ilerici mahalle sakinlerinin tepkilerine konu olan bu iki sorun, gelinen aşamada veliler ile idareciler arasında bir gerilim olmaktan çıkıp velilerin kendi arasındaki bir gerilim alanına dönüştürülmüştür. İlçe milli eğitim müdürleri, şube müdürleri ve okul idarecilerinin sinsi yönlendirmesi nedeniyle okulun imam hatibe dönüşmesini istemeyenlerle isteyenlerin, mescide itiraz edenlerle açılmasını isteyenlerin sorunu haline getiriliyor. Bu gerilim, kimi yerde fiili müdahale ve kavgaya dönüşmüş durumda. Üstelik Eğitim Bir-Sen, okul ve ilçe milli eğitim müdürlüğü yöneticilerinin bizzat örgütleme ve yönlendirmesiyle gerici tarikat mensuplarını eyleme geçiriyor ve diğer aileleri hedef gösteriyor. Böyle yapılarak, okullarının İmam Hatibe dönüşmesini ve mescit açılmasını istemeyen ailelerin meşru talepleri bastırılmaya çalışılıyor. İsteyen aileler var denilerek kendi ortaçağ uygulamalarını hayata geçirmeye çalışıyorlar.

BİRİKEN DİNAMİKLER, ÖNCÜ KAMU EMEKÇİLERİ VE BİRLEŞİK MÜCADELE İHTİYACI! Görüldüğü gibi eğitim alanı sorunların bir hayli birikip yoğunlaştığı bir zemin haline gelmiştir. Sorunların bir yanında sermayenin eğitimi piyasalaştırma, yani özelleştirme saldırısı, diğer yanında eğitim müfredatının bütünüyle dini bir süzgeçten geçirilerek tasarlanması vardır. Öte yandan ise bunlara eşlik eden, ilerici emekçilerin tasfiyesi yoluyla AKP’li, dinci, her türden gerici kadrolaşma vardır. Eğitim alanı sorunların olduğu kadar birikmiş bir mücadele potansiyelinin varlığına da işaret etmektedir. Öncelikle sendikamız Eğitim-Sen ve Eğitim-Sen tabanında yer alan yüzlerce mücadeleci emekçi arkadaşımız, bu mücadele sorumluluğuna sahip çıkmak durumundadır. Düzenin işçi ve emekçiler içerisinde yarattığı sahte kutuplaşmanın aldatıcılığına takılmadan ve suni taraflaşmanın bir kutbunda yer almadan bir tutum belirlemek artık başarılmalıdır. Bunu başarmak öncelikle mücadeleci eğitim emekçileri için önemli bir sorumluluktur. Aksi durum ilerici-gerici, dinci-laik sahte tartışmalarına boğulmak ve arada kaybolmak anlamına gelmektedir. En kötüsü ise bu kutbun bir tarafında yer almaktır. Kaldı ki


10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ düzenin bu kutuplaşmayı türban ve mescit gibi yeni uygulamalar temelinde ve yeniden körükleme çabası her alanda giderek daha fazla önümüze çıkacaktır. Bu hem eğitim emekçileri açısından hem de veliler cephesinden böyledir.

emekçiler arasında bu türden bir kutuplaşmanın önünü açmaktadır. Aynı şeyi velilerle kurulan ilişkiler için de söylemek mümkündür. Eğer politikanın dolayısıyla mücadelenin temeline sınıfsal ve toplumsal çıkarları koymak başarılamazsa sendikamızın yönünü bulması mümkün değildir. Bir başka deyişle eğitimde gericileşmeyi, siyasal kadrolaşmayı eleştiriyorsak bunu öncelikle toplumsal ve BAĞIMSIZ POLİTİK VE SINIFSAL sınıfsal sonuçları üzerinden ortaya koymak esas alınmak TUTUM ALMAK! durumundadır. Yoksa AKP’yi ve gericiliği değil, mescit Kuşkusuz yukarıda sayılan sorunlar boylu boyunca açılmasını ve başörtüsü takmak isteyen öğrenci ve vetoplumsal ve sınıfsaldır. KESK’in bir parçası olan Eğitim liyi karşınıza alırsınız. Eğitim Sen sınıfsal sorunlar teBir-Sen’in ihanetçi kimliğimelinde örgütlenen ve ni teşhir etmek istiyorsanız, mücadele eden sınıfsal örneğin önce geçtiğimiz yıl bir örgütlenme olmak zotoplu görüşmedeki tutumu rundadır. Tek tek şubeler üzerinden soluklu bir teşhir planında ya da merkezi çalışması yürütmelisiniz, inpolitika belirlenme süreternet sayfasından yapılan cinde bir sınıf örgütü olma açıklamalarla yetinmemeligerçeğini esas almadan siniz. Yandaş sendika olması politika ya da tutum beolgusunu ancak bu yolla kavlirlemek emekçilerin orratabilirsiniz; yoksa yandaş tak hareketinin önündeki sendika söylemleri bir süre önemli engellerden biri Eğitimde gericileşmeyi, siyasal kadrolaşmayı sonra içeriksiz bir klişeye döhaline gelmiştir. Şube ya nüşmekten ve etkisini kaybetda genel merkeze hakim eleştiriyorsak bunu öncelikle toplumsal ve mekten kurtulamaz. sendikal grupların kendi sınıfsal sonuçları üzerinden ortaya koymak Sermaye düzeninin temsilözel duyarlılıkları ya da ön- esas alınmak durumundadır. cisi AKP hükümetinin, uygulacelikleri üzerinden yapılan dığı ekonomik politikalar ve yasal düzenlemelerle, topplanlamalar en hafifinden sendikal zeminleri darlaştırlumun tümüne yönelik yoğunlaştırdığı saldırılara karşı maktadır. Kaldı ki bunun dahası da vardır ve bu bir başka hukuk ve yargı yoluyla mücadele etmek gerekli, ama tek tartışmanın konusu yapılmalıdır. başına yeterli değildir. Toplumun geleceğini ipotek altına Hangi önemli sorunu ele alırsak alalım sınıfsal ve topalan ve bütününe yönelen bu topyekûn saldırılara karşı, lumsal bir muhtevaya sahiptir. Sınıfsal demek öncelikle hangi sorun olursa olsun temelde sorunun iki muhatabı aslolan bir yandan taban iradesine dayanan, devrimci bir olduğu gerçeğinden hareket etmek demektir. Kamu alanı mücadele programı etrafında fiili-meşru, birleşik ve milisöz konusu olduğunda iki muhatap sermaye devleti ve tan bir mücadele hattı örmektir. Diğer yandan ise icazetemekçilerdir. Toplumsal demek; içinde bulunduğumuz çi-yasal ve reformist sendikal anlayışlara karşı, devrimci konjonktürün gerici atmosferinden bağımsız şu ya da bu mücadeleyi, daha planlı, programlı ve sistemli hale geinanca mensup, siyasal olarak şu ya da bu kutupta yer tirmektir. Bunların yanı sıra, bu topyekûn saldırılara karalıyor olmasını gözetmeksizin tüm emekçilerin çıkarları şı dikkatlerimizi yöneltmemiz gereken önemli bir nokta perspektifinden meseleyi ele almak demektir. Bu iki te- da, özellikle eğitim emekçileri sendikalarında artık veli mel olgu, hiç de sorunları belli bir genellik içinde ifade ve öğrenci birimleri oluşturulması zorunluluğudur. Çünederek silikleştirmek anlamına gelmez. İşin esası, so- kü sermayenin temsilcisi AKP hükümetinin bu topyekûn runların kaynağına ve mücadelenin hedefine muhatap saldırılarından eğitim emekçileri kadar onlar da etkilenolarak kimi koyacağınızla ilgilidir. Yoksa gündelik popülist mektedir. Dolayısıyla onları da bu birimlerde örgütleyepolitikanın dar kulvarında kendi dar ihtiyaçlarınızı karşı- rek mücadeleye ortak etmeliyiz. Bu adım atılabilirse hem yandaş gerici sendikalar, hem yargı, hem de sürgün ve lamaya dönük politika ortaya koyarsınız. Ele alınan ve üzerine politika belirlenmesi gereken bir angarya yoluyla açmaza alınmaya çalışılan sendikal müsorunu ilerici-gerici, AKP’li veya AKP karşıtı gibi tanımla- cadele kendine yeni bir cephe açabilecektir. Bütün bunmalarla emekçileri kendi içinde kutuplaştıran yaklaşım- lar için bir kez daha öncü, mücadeleci ve devrimci kamu lardan uzak bir perspektifle ele almak, sorunun sınıfsal emekçilerini bu sorumluluğu omuzlamaya çağırıyoruz. Kurtuluş yok tek başına yönlerini öne çıkartan bir yaklaşım geliştirmek zorunluya hep beraber ya hiçbirimiz! dur. Aksi bir bakış, emekçilerin AKP destekçisi, ulusalcı Sosyalist Kamu Emekçileri ya da bir başka yönünü öne çıkartmakta ve işyerlerinde


EKİM - KASIM 2014

11

İktidarın gölgesinde üniversiteler Üniversitelerde sendika üyelerine yönelik baskılar, mobbing uygulamaları, soruşturma, sürgün ve görevden almalar devam etmektedir. Üniversite yönetimlerinin anti-demokratik ve baskıcı uygulamaları artarken, haksız gerekçelerle hakkında soruşturma açılan, akademik faaliyetleri engellenen, hatta işten atılan Eğitim Sen üyeleri ancak yargı kararları ile görevlerine geri dönebilmektedir. AKP hükümetinin, eğitim alanına dönük piyasalaştırma, gericileştirme ve siyasal kadrolaşma politikaları yaygınlık kazanıyor. İlköğretim ve ortaöğretimde öğretmen yetersizliği devam etmekte, TEOG sınavlarıyla ortaokul öğrencileri bilinçsiz tercih yapmak zorunda bırakılmakta, eğitim programları sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak şekillendirilmekte ve mesleki teknik liseler ucuz işgücü cennetine çevrilmektedir. Sermaye iktidarının yükseköğretime dönük saldırıları da YÖK eliyle devam etmektedir. Üniversitelerde gelişen muhalefeti ortadan kaldırmaya çalışan AKP hükümeti, neoliberal politikaların bir ayağı olan Yükseköğretimde Dönüşüm Yasası’nı geçtiğimiz dönem Haziran ayında yasalaştırmak istemiş, ancak üniversitelerde yükselen muhalefetin ve öğrencilerin Haziran Direnişi dönemine denk gelen eylemliliklerinin de etkisiyle yasayı ertelemek zorunda kalmıştır. Yeni dönemde bu saldırı yasasını, torba yasa içerisinde geçirme derdine düşen AKP hükümeti, YÖK’ü pekiştirerek geride kalan adımların tamamlanması için canhıraş çalışmaktadır.

AKP YENİ DÖNEMDE ÜNİVERSİTELERİ ELE GEÇİRMEK İSTİYOR Yeni dönemde HSYK’yı ele geçirebilmek için hakim ve savcıların ücretlerine zam yapılacağı yönünde karar alan ve adaleti siyasal rüşvetle satın alma derdine düşen AKP, aynı yöntemi bu sefer yükseköğretim alanında akademisyenler üzerinde denemeye çalışmaktadır. Ekim ayı içerisinde akademik zamların gündeme geleceği haberlerini kulaktan kulağa yayan iktidar, yükseköğretimde yasalaştıramadığı politikalarını, torba yasa ile geçirmek istemektedir. AKP, üniversiteleri bilim üreten bir alan olmaktan çıkartıp sermayenin AR-GE çalışmalarını yürüttüğü laboratuvarlara çeviren anlayışa özgür bilim-özgür üniversite anlayışıyla karşı çıkan üniversitelere saldırmış, “ODTÜ’de polisi istemiyoruz” diyen rektörü kınamış, “kadrolu gelecek ve özgür bilim istiyoruz” diyen araştırma görevlilerini yasadışı yollarla işten attırmış, görevde yükselme sınavlarında kadrosunu savunan ve liyakat ilkesine göre


12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ çalışmak isteyen idari personeli sürgünlere göndermiş, üniversite yönetimlerini kendisi belirlemiştir. Üniversitelerde sendika üyelerine yönelik baskılar, mobbing uygulamaları, soruşturma, sürgün ve görevden almalar devam etmektedir. Üniversite yönetimlerinin anti-demokratik ve baskıcı uygulamaları artarken, haksız gerekçelerle hakkında soruşturma açılan, akademik faaliyetleri engellenen, hatta işten atılan Eğitim Sen üyeleri ancak yargı kararları ile görevlerine geri dönebilmektedir. Geçtiğimiz günlerde basında da uzunca yer alan İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yaşanan işten atma saldırısı, bu saldırılardan bir tanesidir. Doktora sürecini tamamlayıp kadro bekleyen araştırma görevlilerinin gerekçesiz iş akitleri feshedilmiş, göreve iade kararı veren idare mahkemelerinin kararları hukuksuz bir biçimde uygulanmamıştır. Son olarak avukat olarak çalışan Eğitim Sen üyesi bir emekçi ise işçi sağlığı ve güvenliği komisyonunda görevlendirilmek üzere kendi işinden uzaklaştırılmıştır. AKP hükümetinin yükseköğretim politikaları, kendi sonuçlarına varmaya başlamıştır. Hükümet bir yandan kimi sermaye çevrelerini destekleyip büyütürken, öte yandan da rüşvet ve yolsuzluğu politika haline getirmiş; yerel ve merkezi yönetim açıkça rant bölüşüm merkezlerine dönüştürülmüştür. Bu süreçte genelde kamu emekçileri, özelde ise eğitim ve bilim emekçilerinin satın alma gücünde belirgin bir azalma yaşanmıştır. AKP hükümeti döneminde, işçiler ve emekçiler büyük hak gasplarına uğramış, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin piyasalaştırılması için adımlar atılmış, sermayenin istediği her düzenleme yapılırken emekçilerin insanca yaşam talepleri sürekli görmezden gelinmiştir. Toplumun farklı kesimlerinin giderek artan ve acil çözüm bekleyen sorunları sürekli geri plana itilmektedir. Eğitimde ve yükseköğretim alanında bugüne kadar yapılan bütün yasal düzenlemeler, hayata geçirilen fiili uygulamalar, sadece yükseköğretim sistemini değil, çocukların, velilerin ve bütün toplumun geleceğini ipotek altına almayı amaçlamaktadır.

BİRİKEN SORUNLAR KARŞISINDA SENDİKALARIN TUTUMU Anlattığımız tüm bu sorunlar karşısında üyesi olduğumuz Eğitim-Sen, bu alanda da bürokratik eğilimini devam ettirmektedir. Milli eğitim alanında yaşanan saldırıları göğüsleyemediği gibi, tabanda yaşanan sorunlar, günü kurtaran eylemlilikler ve bu sınırları aşmayan basın açıklamaları vb. etkinlikler ile geçiştirilmekte, biriken tepki ve öfke heba edilmektedir. Eğitim Sen bürokratları, sendikayı kamu emekçilerinin temel taleplerinden uzaklaştırmakta, sınıfsal taleplerden kopuk biçimde dar siyasal yönelimleri ön plana çıkartıp üyelerinin önüne servis etmektedir. Son sendika merkez genel kurulunda belirlenen Yükseköğretim Sek-

reterliği’nin görevleri hala tanımlanmamıştır. Sendikanın üniversiteler şubeleri üzerinden şekillenen ve yükseköğretim politikalarının tartışıldığı Yükseköğretim Bürosu işletilmemektedir. Genel Merkez, üniversite şubelerinin basıncıyla genel geçer gündemler üzerinden toplantılar yaparak, YÖB’ün içini boşaltmakta ve danışma meclisinden ileri bir tutum geliştirmesinin önüne de geçmektedir. Eğitim-Sen bütün kurullarıyla bu anlayıştan kurtulmalıdır. Bu anlayışı terk etmenin yegane yolu tabanın iradesini açığa çıkartmak ve yerel inisiyatifleri harekete geçirmektir.

ÜNİVERSİTE EMEKÇİLERİ BİR ADIM İLERİ! İktidarın YÖK eliyle üniversitelerde hayata geçirmeye çalıştığı kadrolaşmaya ve üniversitelerin sermayenin çıkarları doğrultusunda yapılandırılmasına karşı, özerk üniversite ve özgür bilim isteyen bilim insanlarını ve öncü-ilerici kamu emekçilerini, üniversite eksenli bir programın hayata geçirilmesi için bir araya gelmeye ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Üniversitelerdeki gerici kuşatmayı yarmak ve üniversitelerin sermayenin bahçesine çevrilmesinin önüne geçmek için, tabanda gerçekleştirilecek birlikteliklerin yaratılması büyük bir önem taşımaktadır.

Sosyalist Kamu Emekçileri


EKİM - KASIM 2014

13

Anadolu Adalet Sarayı’nda taşeron işçileri kazandı!

BİR İŞÇİ DİRENİŞİNİN GÖSTERDİKLERİ... Anadolu Adalet Sarayı’nda MFS Temsilcilik Turizm Gıda Müzik ve Prodüksiyon San. Tic. Ltd. Şti. bünyesinde çalışan taşeron işçilerin direnişi kazanımla sonuçlandı. Çay ocakları, yemekhane, kafeterya ve restoranlarda Haziran ayı öncesinde 300’e yakın işçi çalışmaktaydı. Ücretlerin ödenmemesi ve Haziran-Temmuz aylarında yaşanan ücretsiz izinler nedeniyle onlarca işçi işten ayrılmış ve bu sayı 200 civarına düşmüştü. Düzenin, dünyanın en büyük adalet sarayı olmasıyla övündüğü Anadolu Adalet Sarayı, adliye emekçileri açısından bir saray değil bir toplama kampı niteliğindedir. O devasa görünümün arkasında, gün ışığı görmeyen mahkeme kalemleri yer alır. Gündüz vakti odaların büyük bölümü elektrikle aydınlatılmaktadır. Kapitalizmin mantığına uygun olarak iç dizaynı ve yerleşimi AVM olarak tasarlanmıştır. Ana giriş olan C kapısından girildiğinde ilk karşılaşılan şey bankamatikler, banka şubeleri ve lokantalar olmaktadır. Havaalanlarında olduğu gibi adliyeye gelen emekçiler de kemerlerine kadar çıkartılarak X-Ray cihazlarından geçirilmektedirler. Personel ve avukatlar da kimlik göstermek kaydıyla X-Ray cihazlarından geçmek durumundadır. Adliye içerisinde çok sayıda baz

istasyonu olduğu düşünülmekte, yoğun bilgisayar kullanımı ve X-Ray cihazları nedeniyle çalışanların yoğun radyasyona uğradığı dile getirilmektedir. Elektrik tesisatının yetersizliği nedeniyle birkaç kez yangın çıkan adliyede, klimalar çalıştırılmamaktadır. Yemekhaneler, temizlik işleri, lokantalar, çay ocakları ve güvenlik hizmetleri taşeron şirketlere ihale edilmiştir. Güvenlik ve temizlik işleri yüzlerce işçi eliyle bir başka taşeron tarafından yerine getirilmektedir. 30 civarında çay ocağı bulunan adliyede, personel, hakim ve savcılar ve avukatlar için ayrı ayrı yemekhane bulunmaktadır. Kapitalist devletin hiyerarşik işleyişine uygun olarak yemekhaneler birbirinden ayrılmış, masa ve koltuklar hiyerarşiye göre düzenlenmiştir. Devlet eliyle ticarethaneye çevrilen adliyede emekçiler çay ve yemek için para ödemektedirler. Kısacası taşeron işçilerle birlikte 4 bini aşkın çalışanın bulunduğu tahmin edilen adalet sarayı “toplama kampı” olarak işlemektedir. Yukarıdaki bilgilerden sonra şimdi esas konumuza dönebiliriz. Kısa sürede sonuca ulaşan direniş, gerek adliyede birleştirici bir rol oynaması bakımından, gerek gerici sendikaların gerçek kimliğinin açığa çıkartılması bakımın-


14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ dan ve gerekse de BES içerisinde örgütlü sendikal grupların ataletini gözler önüne sermesi bakımından gerisinde önemli deneyimler bıraktı.

DİRENİŞE GÖTÜREN SÜREÇ Direniş, taşeron patronunun işçilerin ücret alacaklarını ödememesi nedeniyle patlak verdi. Ücretlerin ödenmemesi ve zorunlu ücretsiz izin uygulamaları nedeniyle onlarca işçi işten ayrılmış, işçilerin sayısı 200 civarına düşmüştü. Çay ocaklarında çalışan işçiler 26 Ağustos tarihinde kendiliğinden iş bırakma gerçekleştirmişler, fakat “Cuma günü ücretlerin ödeneceği” sözü verilmesi nedeniyle bu iş bırakma eylemi 1 saat kadar sürdürülebilmişti. Daha önce de defalarca ödeme sözü alan işçiler, öncüsüz ve deneyimsiz olmanın sonuçlarını yaşıyor ve bir kez daha patron temsilcilerinin sözüne inanmayı tercih ediyorlardı. Taşeron işçilerin ücret sorunu, adliyede örgütlü Büro Emekçileri Sendikası (BES) İstanbul 3 Nolu Şube’nin işyeri temsilcilerinin ve şube yöneticilerinin bir bölümünün gündeminde yer almaktaydı. Fakat ilk tartışmalarda çay ocaklarında çalışan işçilerin herhangi bir eyleme katılmalarının yemekhanede çalışanlara oranla daha zor olduğu düşünülüyordu. Çay ocaklarında çalışanlar 30 ayrı çay ocağına bölünmüştü ve görece olarak yemekhane çalışanları daha fazla iç içe bulunuyorlardı. Bu kendiliğinden gelişen 1 saatlik eylem bu düşüncenin değişmesine yol açmıştı. Çay ocaklarında çalışanlar ise Cuma günü ödenmediği takdirde ne yapacaklarını konuşuyorlardı. Bir grup sendika temsilcisinin çabası ile işçilerle bağ kurulmuş, Cuma günü ödeme yapılmaması durumunda toplantı yapma kararı alınmıştı. Cuma günü geldiğinde ise işçilere ücretleri ödenmedi ve sus payı olarak 50’şer 100’er lira avans verildi. Bunun üzerine BES yönetici ve temsilcileri ile Çağdaş Hukukçular Derneği’nden bir avukatın katıldığı bir toplantı yapıldı. 30 civarında işçinin katıldığı toplantıda işçiler İş Kanunu’nun 34’üncü maddesi hakkında bilgilendirildiler. Toplantı sonucunda Pazartesi günü işbaşı yapmama kararı alındı.

İLK GÜNDEN ETKİLİ BİR MÜDAHALE: BOYKOT ÇAĞRISI Direnişin ilk günü endişe hakimdi. İşçilerin bir bölümünde ücretini alıp işi bırakma düşüncesi vardı. BES’in adliyede örgütlü temsilcilerinin ve şube yöneticilerinin bir kısmının ilk günden direnişe ilişkin sahiplenici tutumu, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Kartal Hukukçular Derneği (KHD) ve Adalet İçin Hukukçular avukatlarının direnişçi işçileri sahiplenmesi endişelerin kırılmasında önemli bir rol oynadı. Bu ilk gün en etkili müdahale ise yemekhane önünde yapılan boykot çağrısı oldu. BES 3 No’lu Şube’nin müdahaleleri esas olarak şubede genel kurul öncesinde oluşturulmuş bulunan Sınıf Sendikacılığı İnisiyatifi (SSİ) bileşenleri tarafından yapılmaktaydı. BES’liler işçilerle birlikte sabahtan çay ocaklarını dolaşmış, üç-

dört çay ocağının çalışanlarının da iş bırakmaya katılması sağlanmıştı. SSİ bileşenleri hafta sonundan bu ilk güne hazırlıklarını yapmış, boykot çağrısını içeren bir bildiri hazırlamışlardı. Öğle saatlerinde yemekhane önünde adliye emekçileri boykota çağrıldı. Boykot önemli bir desteğin açığa çıkmasını sağladı ve ilerleyen günlerde adliye çalışanlarının önemli bir bölümü kendi çaylarını kendileri yapmaya başladı. İlk gün moral bozucu olgulardan biri işçilerin görüşecek muhatap bulamaması, bir diğeri ise onlarca gencin 5 günlüğüne yasadışı olarak çalıştırılmaya başlanması oldu. Fakat işçilerin direnişine ilk günden gelişen destek, olumsuz havanın ve kaygıların aşılmasında önemli bir rol oynadı. Çay ocakları çalıştırılsa da, adliye emekçilerinin, avukatların, hakim ve savcıların boykota katılması çay satışlarını önemli oranda etkilemeye başlamıştı. İlk günün bitiminde işçilerle yapılan değerlendirmeler ile ikinci gün basın açıklaması yapılması ve boykot çağrısının sürdürülmesi kararlaştırıldı. İkinci gün el ilanları ile C kapısı önünde boykot çağrısı yapıldı ve ilk gün “adliyede olmadığı” söylenerek görüşülemeyen başsavcı vekili ile görüşme gerçekleştirildi. Öğle saatlerinde ise BES, ÇHD ve KHD’nin çağrıları ile basın açıklaması gerçekleştirildi.

İSABETLİ KARARLAR SONUCU BELİRLEDİ Patron temsilcilerinin çağrısı ile direnişin üçüncü günü başlayan görüşmeler, işçi temsilcilerinin yanı sıra, BES şube yönetiminden bir kişi, ÇHD ve KHD’den birer avukatın katılımı ile oluşturulan heyet aracılığıyla yürütüldü. Haziran, Temmuz ve Ağustos ayı ücretlerinin ödenmesi, zorunlu ücretsiz izinler karşılığında ödeme yapılması, işbaşı yapılması sonrasında direnişteki işçiler üzerinde herhangi bir işten atma ve baskı kurulmaması gibi talepler dile getirildi. Görüşmelerin her aşamasında işçiler bilgilendirildi ve tüm kararlar işçilerle birlikte alındı. Görüşmeler Perşembe akşamına kadar sürdürüldü ve Perşembe akşamı patron temsilcisi ile “Haziran-Temmuz ücretlerinin 8 Eylül Pazartesi, Ağustos ücretlerinin 15 Eylül Pazartesi ödenmesi, Ramazan bayramında ücret kesintisi yapılan işçilere üç günlük ücret ödenmesi, ücretsiz izinler yerine ücretli izin hakkı olanlara ücretli izin gün sayıları kadar 30 Ekime kadar ödeme yapılması, henüz bir yılını doldurmayanlara ise ücretli izin haklarını elde ettikleri ay ücretleri içerisinde ayrıca ücretli izin süreleri kadar ücret ödenmesi” hususlarında uzlaşı sağlandı. Ancak patron temsilcisinin protokol imzalanmasını “saatin geç olması” gerekçesi ile sonraki güne atması sebebiyle Cuma saat 09.00’a kadar süre verildi. Bu son görüşmelerin gerçekleştirildiği gün, SSİ bileşenleri tarafından hazırlanan bir bildiri yemekhane işçilerine ulaştırılmıştı. Görüşmelerde işçi heyetinin direnişteki işçiler için protokolün uygulanması yönündeki talebi kabul edilmemiş, patron temsilcileri imzalanacak proto-


EKİM - KASIM 2014

kolün “diğer işçiler de ayaklanır” korkusu ile tüm işçilere uygulanacağını söylemişlerdi. Yani görüşmeler tüm işçiler adına gerçekleşir hale gelmişti. Görüşmelerin seyrini işçilere açıklayan bildiri ile çalışan işçiler mücadeleye katılmaya çağrılıyor, aksi halde görüşmelerin yalnızca direnişçi işçiler adına yürütülmesinde ısrarcı olunacağı söyleniyordu. Bu bildirinin çalışanlarda önemli bir etkiye yol açtığı ve tepkilerin geliştiği bizzat işveren temsilcileri tarafından dile getirilmişti. Cuma günü geldiğinde ise verilen süre içerisinde patrondan herhangi bir çağrı gelmedi. İşçiler patronun oyalama niyetiyle davrandığını, Pazartesi günü protokolsüz olarak ücretlerin ödenmesi amacı güdüldüğünü, ücretlerin ödenmesi durumunda ise direnişin desteğinin zayıflayarak yalnızlaşma sonucunu doğurabileceğini öngörüyordu. İşçiler İş Kanunu’nun 34’üncü maddesinden aldıkları yasal hakkı kullanarak direnişe geçmişlerdi. Ücretlerin ödenmesi durumunda direniş fiilen devam etse bile adliye emekçilerinin desteğini almanın ve boykotu sürdürebilmenin olanakları ortadan kalkabilirdi. Bu nedenle Cuma günü direnişin kritik bir aşamasını oluşturuyordu. SSİ temsilcileri gelişmeleri duyurmak amacıyla (önceki günkü bildirinin etkili olduğunu bildiklerinden) yemekhane çalışanlarını, konuşmak üzere direniş alanına çağırdılar. Yemekhane çalışanları direniş alanına geldiler ve yapılan açıklamaları dinleyerek tekrar işbaşı yaptılar. İşçi heyetine yemekhane işçilerinden de bir kişi alındı ve saat 12.00’a kadar protokol imzalanmazsa yemekhane işçilerinin de iş bırakmaları kararı alındı. Cuma günü başsavcı vekili odasında yapılan görüşmede patron temsilcileri beklenen bir hamle yapıyorlardı. Sendikanın ve avukatların protokolde imzalarının olmamasını talep ediyorlar, bu talep karşısında “ayak diretileceği” düşünülerek işçiler ile işçileri temsilen görüşmelere katılan kurumlar arasında bir kopuş yaşatabileceklerini ümit ediyorlardı. Patronun amacının oyalamak olduğunu göstermek amacıyla bu talep kabul edildi. Patron adliyeye gelemeyeceğini söyleyerek “Cumartesi gelsinler nerede olursa görüşelim” diyordu. Daha düne kadar kendisini temsilen görevlendirdiği ve görüşmeleri sürdüren temsilcilerin imza atması talebini de kabul etmiyordu. Patronun “Cumartesi günü” vaadi yemekhane işçilerinde tereddütlere yol açmıştı. Saat 12.00 olduğunda yemekhane işçileri eyleme katılmamıştı. Bunun üzerine direnişteki işçilerle birlikte adliye içerisine girilerek adliye içi eylem alanına dönüştürüldü. Yemekhane önünde sloganlar, alkışlar ve konuşmalar eşliğinde adliye emekçileri boykota çağrıldı. Ardından yemekhaneye girilerek konuşmalar yapıldı ve coşkulu sloganlar atıldı. Yemekhane içinde bulunan emekçiler alkışlarla işçilere destek verdiler. Bu gelişme sonrasında yemekhane işçileri de yemek dağıtımı sırasında kepçelerini bırakıp direnişçi işçilerle birlikte C kapısına indiler. Direniş boyunca işçilere önemli bir destek sunan Yargıçlar ve Savcılar Derneği (YARSAV) ve Yargıçlar Sendikası, “işçilerle birlikte kuman-

15

ya yeme” amacıyla kumanya hazırlayıp desteğe geldiler. Bir anda C kapısı önü yüzlerce emekçi ile doldu. Coşkulu konuşmalar yapıldı ve direnişteki işçiler ilk kez yemekhane çalışanlarını da iş bırakmaya katmış oldular. Böylece kritik eşik aşılmış, gerçekte işçilerin zaferi ilan edilmişti. Sonrasında Cumartesi günü için görüşme saati isteyen işçilere patron tarafından dönüş yapılmamış, çay ocakları ve yemekhane işçileri Pazartesi günü hep birlikte iş bırakma kararı alarak evlerine gitmişlerdi. İşçilerin kararlılığını anlayan ve adliyede gelişen desteği kıramayacağını kavrayan patron, geç saatlerde işçileri toplantıya çağırdı. Cumartesi günü saat 15.00’da yapılan toplantı öncesinde ise son hamlesini yaparak “sendikacılar ve avukatlar gelmesin” diye haber gönderdi. Direnişçi işçiler buna tok bir yanıt vererek BES’liler ve avukatları ile birlikte yemekhaneye girdiler. Patron Pazartesi günü ancak avans ödeyebileceğini, Haziran-Temmuz ücretlerini Cuma’ya kadar ödeyebileceğini söyledi. Bunu kabul etmeyen işçi temsilcileri, yemekhane işçilerinin Cuma’ya kadar ödeme yapılmasını kabul etmeleri nedeniyle direnişe katılan ve işbaşı yapmak isteyen işçilerden 35 işçinin Pazartesi günü ücretlerinin ödenmesini kabul ettirdiler. Diğer talepler ise mevcut biçimiyle kabul edildi.

DİRENİŞİN YAN KAZANIMI: KAHVE VE SOĞUK İÇECEKLERDE İNDİRİM Protokolün imzalandığı gün patron çay ocaklarının işyerlerine getirilen çay makineleri nedeniyle zarar ettiğini söylemiş ve BES’ten bu konuda ‘yardım’ istemişti. BES temsilcileri ise çay makineleri nedeniyle kimseye herhangi bir söz söyleyemeyeceklerini, fakat personele dönük fiyatların pahalı olduğunu ve çalışanların bu nedenle çay makineleri getirmeye yöneldiklerini söylemişler ve fiyat indirimine gidilmesini talep etmişlerdi. MFS patronu ise direnişteki işçilerin işbaşı yaptıkları gün diğer iki sendikayı da çağırarak işçilerine yeni tarifeyi açıkladı. Patron gerici sendikaları da sürecin parçası yaparak BES’in yarattığı etkiyi zayıflatma çabasına girişti ve gerici sendikalar da bu fırsatı değerlendirerek “görüştük fiyat indirimi yaptırdık” söylemi ile adliye emekçileri içinde “prim” yapmaya çalıştılar. Ne var ki, direnişin gücü ve gerici sendikaların direnişe pratik bir destek sunmamaları nedeniyle adliye emekçileri içerisinde bu söyleme fazlaca itibar edilmedi. BES temsilcilerinin sürece dönük açıklamaları ve etkili müdahaleleri ise bu söylemi tümüyle etkisiz hale getirdi.

DİRENİŞ GERİCİ SENDİKALARIN GERÇEK YÜZÜNÜ AÇIĞA ÇIKARDI Direniş süreci Memur-Sen’e bağlı Büro Memur Sen ve Kamu Sen’e bağlı Türk Büro Sen’in emek mücadelesi karşısındaki konumlarının da emekçiler nezdinde açığa çıkartılmasını sağladı. Avukatlar, hakim ve savcılar örgüt-


16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ lülükleri ile direnişe etkin bir destek sunarken, bu sendikalar zaman zaman işçilerin yanına gelip “vaaz” vermekle yetindiler. Dahası AKP’nin emekçiler içerisindeki ayağı durumunda olan Büro Memur Sen yöneticilerinden biri gelip BES temsilcilerine “arabuluculuk” yapma teklifinde dahi bulunmuştur. Direnişin kazanılması için tek bir destek çağrısı yapmamaları, boykotun örgütlenmesi yönünde hiçbir çaba göstermeyen bu sendikaların üyelerinde önemli bir tepki oluşmuştur. BES bizzat bir direnişi yöneterek ve kararlıca işçilerle birlikte mücadeleyi örgütleyerek kamu emekçilerinin de sempatisini kazanmıştır. Direniş sonrasında ise gerici sendikalar üye kaybetmeye başlarken BES’in üye sayısında artışlar yaşanmıştır.

DİRENİŞ BES’İN VE SENDİKAL GRUPLARIN ATALETİNİ VE SINIFTAN UZAKLIĞINI GÖZLER ÖNÜNE SERMİŞTİR Adliye emekçileri nezdinde BES yönetici ve temsilcilerinin direnişe katkıları BES’in hanesine yazmıştır. Direnişin örgütlenmesinde ve sürdürülmesinde aktif bir şekilde rol oynayanlar bunu özenle gözetmişlerdir. Fakat direnişin esas yükü işçiler ile birlikte Sınıf Sendikacılığı İnisiyatifi (SSİ) etrafında toplanmış olan kadrolar tarafından taşınmış, ÇHD ve KHD ise bu yükü omuzlayanlar içerisinde yer almıştır. BES bütünlüğünden bakıldığında ise iyimser şeyler söylemek olanaklı değildir. Daha son genel kurulunda taşeron işçilerin sendikaya üye olmasını hararetli bir şekilde ‘savunan’ ve bunu tüzük hükmü haline getirenler, söz konusu olan fiili bir direniş olduğunda aynı hararetli çaba içerisinde olmamışlardır. BES MYK ise kamuoyuna çok sayıda basın yayın organı ile yansıyan bu direnişi neredeyse görmezden gelmiş, örgütlü olduğu en büyük işyerinde gelişen bir direnişe kayıtsız kalmıştır. Daha önce İzmir Bayraklı Adliyesi’nde işten atılan taşeron işçilerin direnişine BES İzmir Şubesi tarafından belirli bir destek verilmiş ve işçiler üç günlük bir direnişle işlerine geri dönmüşlerdi. Anadolu Adliyesi’nde gelişen direniş ise bizzat BES kadrolarının öncülüğünde gelişmiş ve binlerce adliye çalışanının gündemine oturtulabilmiştir. Fakat BES Genel Merkezi, yaşanan bu direnişi şubelere ve işyerlerine taşımak yönünde bir çaba içerisine girmediği gibi neredeyse görmezden gelmiş ve internet sitesinde birkaç haber yapmakla yetinmiştir. Şube nezdinde ise bugün KESK ve bağlı sendikalar içerisinde “örgütlü” bulunan hakim sendikal grupların kadroları direnişe tümüyle ilgisiz kalmışlardır. Öyle ki burunlarının dibinde gelişen kararlı bir direnişe, yapılan

e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu

destek çağrılarına rağmen yanıt vermemişlerdir. Bu tablo gerçekte bu sendikal grupların “örgütsüz” tablolarına ışık tutmakla kalmamış, kadrolarının da sınıf mücadelesinden ne ölçüde uzaklaştıklarını gözler önüne sermiştir. Direniş, işçilerin direncinin yanı sıra SSİ bileşenlerinin ve avukatların omuzlarında yükselmiş, hatta kimi grupların adliye içerisinde bulunan kadroları dahi etkin bir katılım göstermemiştir. Şube yönetimi açısından da benzer bir durum ortaya çıkmıştır. Şube yöneticilerinin kimileri hiç direniş alanına gelmemiş, kimileri ise yalnızca gelip gitmiştir. Öyle ki, direnişin ikinci günü yapılan ve diğer kurumlarla birlikte BES’in de dahil olduğu basın açıklamasında, basın metni görevini alanların yazmaması ve direniş içinde başından sonuna kadar yer alan şube yöneticilerine bu durumun bildirilmemesi nedeniyle basın metni dahi hazırlanamamış ve okunamamıştır. Defalarca dile getirilmesine karşın, direnişin havasının işyerlerine taşınması, işyerlerinin ise direnişe taşınması yönünde hiçbir çaba gösterilmemiş, şube yöneticilerinin bulunduğu işyerlerinde dahi direnişin gündemleştirilmesi yönünde çaba harcanmamıştır. Kuşkusuz bunlar bir tesadüf değildir. Komünistler bugüne kadar birçok örnek üzerinden reformist solun sınıf mücadelelerinden ne kadar uzaklaştıklarını, parlamenter hayallere dayalı siyaset tarzlarının kamu emekçileri hareketini nasıl da kötürümleştirdiğini ve güçten düşürdüğünü ortaya koymuşlardır. Reformizmin ve sendikal bürokrasinin sınıf üzerinde geriletici bir etki yarattığı, dahası sınıf mücadelelerinin reformist solda “üzerinden laf söylemek” ötesinde herhangi bir ilgi görmediğini birçok deneyim ortaya koymuştur. MFS taşeron işçilerinin direnişi ise bu ilgisizliği ve yabancılaşmayı büro işkolu nezdinde ortaya koymuştur. Her geçen gün sınıf mücadelesinin dinamikleri gelişmekte ve birikmektedir. Bu dinamiklerin sınıf mücadelesine kanalize edilebilmesi ise devrimci kadroların bu dinamiklerle buluşmak için etkin bir çaba içerisinde olmasına bağlıdır. Sınıf mücadelesinde ve KESK’te önderlik sorununun aşılması ancak bununla mümkündür. Fiili meşru mücadele çizgisine ve sınıf mücadelesine inanç duyan, ancak reformizmin etkisinden sıyrılamayan öncü kadrolar da KESK’e hakim mevcut reformist-uzlaşmacı çizgiyi ve bu çizginin taşıyıcılarını sorgulamalı, devrimci özne ile buluşmaya yönelmeli ve işçi sınıfının gelişen mücadele dinamiklerinin devrimci bir zeminde harekete geçirilmesi çabasına omuz vermelidirler.

A. Mutlu

(Bu yazı Kızıl Bayrak gazetesinin 12.09.2014 tarihli 37. sayısından alınmıştır)

Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 47 * Fiyatı: 25 Kr * Ekim 2014 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Millet Cd. Sultan Cami Sk. No 2 / 9 Fatih/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.