KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!
İki aylık bülten * Sayı 48 * Ocak - Şubat 2015
GÖREV BAŞINA! Mücadele ve kazanımlarla anılacak bir yıl için... Düzenin her cepheden açmazlarının derinleştiği bir dönemde, kamu emekçilerinin
2 programlı ve hedefli bir mücadele içerisine çekilmesi bugünün ertelenemez görevidir. Eğitimde gericilik tahkim ediliyor
19. Milli Eğitim Şûrası’nda AKP bürokratlarının ve AKP’nin eğitim alanındaki tetikçisi
5 Eğitim Bir-Sen’in oylarıyla alınan kararlar ibretlik bir tablo oluşturmaktadır. 2015 bütçesi ve 13 Aralık mitingi
Bir eylemin başarısını ya da başarısızlığını hangi kriterlerle tanımlamalı? Katılım düzeyi
8 mi, ön hazırlık süreçleri mi, zamanlaması mı, hedefleri ve sonuçları mı? Fıtratımızda mücadele var
kadınlar direnişin ve kavganın yarısıyız. Fabrikada, sokakta, evde, okulda, tarlada her 12 Biz yerdeyiz: 8 MART’TA ALANLARDA OLACAĞIZ!
Eğitim Emekçileri Forumu
Eksik olan tabanın seçim ve koltuk eksenli politikaya yedeklenmeden kendi bağımsız
14 inisiyatifi ve iradesini ifade edebileceği kolektif örgütlenme ve mücadele zeminleridir.
2
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Mücadele ve kazanımlarla anılacak bir yıl için
GÖREV BAŞINA!
2014 yılını geride bıraktık. Yolsuzluk operasyonlarının sarsıcı etkisi altında açılan 2014 yılı, tapeler, internet yasakları, gözaltı ve tutuklama furyaları, yargı ve emniyet kurumlarına dönük müdahaleler vb. ile düzen içi rant ve iktidar savaşının sürdürüldüğü bir yıl oldu. AKP şefi Cumhurbaşkanlığı koltuğuna otururken, 2013 Haziran’ında patlak veren halk hareketinin yarattığı korkunun, Suriye politikasında yaşanan çöküş ve Kobanê halkının IŞİD karşısında gösterdiği destansı direnişin sarsıcı etkilerini bastırabilmek amacıyla polis devleti uygulamalarına hız verildi. İç iktidar dalaşında ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başarı elde etse de, bu başarılar, sermaye düzeninin derinleşen açmazlarının yarattığı kaygılar nedeniyle, AKP iktidarının derin bir nefes almasına yetmedi. Berkin Elvan’ın cenazesinin milyonlar tarafından sahiplenilmesi, Soma maden katliamı sonrası gelişen kitlesel eylem-
ler ve serhildanı andıran 6-8 Ekim Kobanê eylemleri; bir yandan Haziran Direnişi’ne kaynaklık eden toplumsal dinamiklerin yerli yerinde durduğunu, öte yandan da “çözüm” aldatmacasının Kürt halkının mücadele ruhunun dizginlenmesine yetmediğini ortaya koymuştur. AKP iktidarı, tüm bu patlama dinamiklerini bastırmak adına polis ve yargı terörünü tırmandırırken, öte yandan da devletin en küçük biriminde dahi kadrolaşmaya yönelmekte ve dinin etkisi altında kalan emekçi yığınları yedeğinde tutma çabası içerisinde gericileştirme politikalarına hız vermektedir. Geride bıraktığımız yıl, işçi sınıfı cephesinde de mücadele dinamiklerinin geliştiği, çok sayıda lokal işçi direnişlerinin yanı sıra grev yasaklarının ve sendikal bürokrasinin ihanetlerinin de yaşandığı bir yıl oldu. Taşeron köleliğine başkaldıran Greif işçilerinin fabrika
OCAK - ŞUBAT 2015
işgali, denebilir ki dönemin en ileri mücadele deneyimi oldu. Bu aynı direniş, sendikal bürokrasinin işçilerin mücadeleci bir tutum geliştirmesi karşısında nasıl bir uğursuz rol oynayabileceklerini de tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi. Yüzlerce çevik kuvvet polisi ile işgal fabrikasına yapılan operasyon ile karşılanan bu direniş, çıktıkları kürsülerde bol bol nutuklar çeken sendika ağalarının, işçilerin militan bir mücadeleye giriştikleri bir durumda nasıl da sermayenin yanında saf tuttuklarının da açık göstergesi oldu. Daha fabrikanın işçilerin kararı ile işgal edildiği gün yaptıkları açıklama ile sermayenin yanında ve direnişin karşısında saf tutan DİSK Tekstil bürokratları, her adımda türlü türlü ayak oyunları ile direnişin güçten düşmesi için azami çaba gösterdiler ve en nihayetinde polis gücüyle direnişin bastırılmasına davetiye çıkartan tutumlar geliştirdiler. Daha farklı biçimlerde olsa da benzer bir ihaneti, grevleri yasaklanan Şişecam işçileri ve özelleştirmeye karşı bir buçuk yılı aşkın bir süre direnen Yatağan işçileri de yaşadılar. Metal işkolu grup toplu sözleşmelerinde ise Türk Metal bilindik ihanetçiliğini yine hayata geçirdi ve metal işçileri bir kez daha ihanete uğradılar. Tüm bu ihanetlere ve sendikalara duyulan güvensizliğe rağmen 2014 yılı lokal direnişlerin yaygınlaştığı ve işçi sınıfının mücadele dinamiklerinin geliştiği bir yıl oldu. Soma’da yaşanan madenci katliamı ise toplum düzeyinde sarsıcı bir etki yarattı ve yaygın eylemlerin konusu oldu. Burada sayamadığımız ve kimileri kazanımla sonuçlanan çok sayıda direniş yaşandı 2014 yılında. Bu direnişlerin önemli bir bölümü sendika ağalarının açık veya örtülü ihanetleri ile karşılaştı ve tutarlı bir önderlikten ve taban iradesine dayanan bir örgütlülükten yoksun oldukları ölçüde biriken tepkiye rağmen sendikal bürokrasiyi aşma iradesi gösteremediler. Yarattıkları taban örgütlülükleri ile sendikal bürokrasiyi aşmayı önemli ölçüde başaran Greif direnişi ise yeterli bir sınıf dayanışmasından yoksun kalarak patron-sendika-polis işbirliği ile ezildi. Kısacası 2014’te, tüm “başarı” görünümüne rağmen düzenin açmazları derinleşmiş, sermaye iktidarı gerek iç ve gerekse de dış politikada yaşadığı handikaplar karşısında polis devleti uygulamalarına ve dinsel gericiliğe sarılmaktan başka çözüm üretemez duruma gelmiştir. Kadın ve çocuk cinayetleri artış gösterirken, iş cinayetleri ve çevre katliamları yılın gündemden düşmeyen başlıkları olmuştur. IŞİD çetesinin Kobanê halkının üstüne salınmasında birincil derecede rolü olan AKP iktidarı, Kürt sorununda uzun yıllardır sürdürdüğü oyalama politikalarını hayata geçirmekte zorlanır hale gelmiş, denebilir ki “çözüm” aldatmacasını, Kürt hareketinin gösterdiği ‘tolerans’ sayesinde sürdürebilmiştir. İktisadi yaşamda ise taşeronluk düzeni yaygınlaştırılırken, işsizlik, düşük ücret, güvencesizlik ve özelleştirmelerle işçi ve emekçilerin yaşadıkları yaşamsal sorunlar katlanılamaz boyutlara ulaşmıştır.
3
Grev hakkı için mücadele yenid en gündemleştirilmeli, bu konuda kampanyalar örgütlenmeli İşyerlerinden başlayacak tartışma süreçleri; program kurultayları vb. gerçekleştirilme li Parasız eğitim-parasız sağlık, kamu çalışanlarının kadroya alınması vb. temel talepler, an a hedefler içerisinde tanımlanma lı Talepler uğruna kazanıma odaklı bir mücadele çizgisi benimsenmeli
4
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
BIRLEŞIK VE MILITAN BIR KAMU EMEKÇILERI HAREKETI YARATMAK IÇIN BUGÜNDEN HAZIRLANMALIYIZ! Kamu emekçileri açısından ise 2014, kaybedilmiş bir yıl oldu. Kamu emekçileri hareketinin yaşadığı tıkanma derinleşmeye devam etti. KESK ve bağlı sendikalara hakim ve sınıf mücadelesi perspektifinden yoksun bürokratik-icazetçi çizgi, kamu emekçilerinin gündemlerinden ve taleplerinden uzaklaşmak olarak kendisini göstermeye devam etti. Günübirlik ve yasak savma türünden eylemsellikleri bir yana bırakırsak, denebilir ki, programsız geçirilen bir yılı daha geride bıraktık. Kamu emekçileri hareketinin yaşadığı tıkanmanın nedenlerini gerek bültenimizde ve gerekse de çıkardığımız bir dizi broşürde dile getirmiş, öteki etmenlerin yanı sıra bu tıkanmada başat rolü reformist sol gruplar tarafından harekete taşınan icazetçi-bürokratik çizginin oynadığını ortaya koymuş ve tüm bir tıkanmayı önderlik boşluğu olarak tanımlamıştık. Bürokratik-icazetçi çizgi aşılmadan kamu emekçileri hareketinin ilerletilemeyeceğini, ancak bu çizginin aşılmasının da şu veya bu grubun yönetimlere gelmesiyle değil tabanın iradesini açığa çıkartacak taban örgütlenmeleri ile mümkün olacağını söylemiştik. Sınıfsal bir perspektifle bir mücadele programı ortaya koyamayan, parlamentarist bir bakış ile düzenin siyasal çalkantılarından medet uman reformist çizginin harekette ilerletici değil geriletici bir rol oynadığı, yılların mücadele deneyimi ile daha görünür hale gelmiştir. Düzenin her cepheden açmazlarının derinleştiği bir dönemde, kamu emekçilerinin programlı ve hedefli bir mücadele içerisine çekilmesi bugünün ertelenemez görevi olarak durmaktadır. 2015 yılı kamu emekçileri açısından toplu sözleşme yılı olması nedeniyle de hayati bir önem taşımaktadır. KESK’in ve bağlı sendikaların, bu yılı programlı bir mücadele ile karşılamaları büyük önem taşımaktadır. Ne var ki, grev eksenli ve kazanıma odaklanmış bir mücadele programının oluşturulması sendika bürokratlarından beklenemez. Dahası üstten oluşturulan ve bir irade birliğine dayanmayan bir programın bırakın
kamu emekçilerini harekete geçirmesini, kadroları dahi harekete geçirme gücü olamaz. Böyle bir program ancak taban basıncı ve iradesini açığa çıkartacak, aşağıdan örgütlenen süreçler işletilerek mümkün olabilir. Bu aynı zamanda bürokratik-icazetçi hakim çizginin, gelişen taban dinamiklerini günübirlik-yasak savma türünden eylemler içerisinde tüketmesinin önüne geçmenin de tek yoludur. Kuşkusuz böyle bir sürecin işletilmesinin sağlanması, öncü kadroların inisiyatifler, platformlar, forumlar gibi araçlar yaratması ve bu türden taban örgütlerinde bir araya gelmeleri ile mümkündür. 2015 yılını kazanımlarla anılan bir yıl haline getirmek ve birleşik-militan bir kamu emekçileri hareketi yaratmak için kısa vadede aşağıdaki hedefleri önümüze koymalı ve bu hedefler doğrultusunda taban örgütlerini yaratmalıyız: √ Grev hakkı için mücadele yeniden gündemleştirilmeli, Anayasa Mahkemesi’nin grev hakkını tanıyan kararı, her sendikanın kendi üyesi adına toplu sözleşme yaptığı grevli bir toplu sözleşme düzeninin sağlanması için verilecek fiili bir mücadelenin dayanaklarından biri olarak ele alınmalı, “Grev hakkı için 1 milyon imza” gibi kamu emekçilerini harekete geçiren ve fiili grevlerle hayata geçirilecek kampanyalar örgütlenmelidir. √ 2015 toplu sözleşmelerini de içerecek biçimde, grev eksenli ve hak alıcı kapsamlı bir mücadele programının oluşturulması amacıyla, üstten dayatmacı “eylem takvimi” anlayışından vazgeçilmeli, işyerlerinden başlayacak tartışma süreçleri örgütlenmeli ve vakit kaybetmeksizin bölge toplantıları, program kurultayları vb. gerçekleştirilmelidir. √ Kamu emekçilerinin insanca yaşanabilir ücret, ücret adaleti, ek ödemelerin emekli keseneğine esas kazanca dahil edilmesi, parasız eğitim-parasız sağlık, taşeron, sözleşmeli vb. adlar altında çalışan kamu çalışanlarının kadroya alınması gibi temel talepleri, mücadele programının ana hedefleri içerisinde tanımlanmalı, bu talepler uğruna kazanıma odaklı bir mücadele çizgisi benimsenmelidir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
5
2014’ÜN GÖSTERDİĞİ: KAMU EMEKÇİLERİNİN KİTLESEL-BİRLEŞİK MÜCADELE HATTI İHTİYACI OCAK - ŞUBAT 2015
AKP hükümeti, 2014 yılında, özellikle eğitim alanındaki saldırılara hız verdi. Kendi anlayışına uygun dindar ve kindar nesiller yetiştirmek isteyen AKP, eğitimi bu yönde yapılandırmaya çalıştı. Okulların imam hatipleştirilmesi, sayıları gittikçe artan ve seçmeli diye meşrulaştırılmaya çalışılan din dersleri, bu uygulamalardan sadece birkaçıdır. 19. Milli Eğitim Şurası’nda yaşananlar ve alınan kararlar ise, hükümetin ne kadar ileri gidebileceğini ortaya koymaktadır. Hükümetin eğitime yönelik
gerici politikaları, 2014 yılı boyunca toplumdaki kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Atanamayan öğretmen intiharları 2014 yılında da devam etti ve bu sayı 40’a yaklaştı. Ayrıca eğitim ve sağlık emekçilerine yönelik fiziksel şiddet eylemleri de artarak devam etti. Bütün bu saldırılara karşı fiili-meşru mücadele çizgisi temelinde, birleşik ve kitlesel bir mücadele hattının örülmesi 2015 yılında temel bir görev olarak bizi beklemektedir.
6
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Eğitimde gericilik * tahkim ediliyor 19. Milli Eğitim Şûrası sona erdi. AKP bürokratlarının ve AKP’nin eğitim alanındaki tetikçisi Eğitim Bir-Sen’in temsilcilerinin oylarıyla alınan kararlar ibretlik bir tablo oluşturmaktadır. Şüphesiz ki alınan bu kararlarda AKP’nin gericiliğinin yanı sıra, yaklaşmakta olan seçimin de büyük etkisi vardır. Şu ana kadar muhalefeti “dinsiz” ilan etmenin bir yolunu bulan hükümet, buna bir de “Osmanlı düşmanları”, “Osmanlıcaya alerjisi olanlar” söylemini ekleyerek elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Şûra kararlarına geçmeden önce şunu belirtmek gerekiyor: AKP’nin ucuz, popülist söylemlerinin karşılık bulduğu belirli bir toplumsal kesim vardır. Bu toplumsal kesim ne AKP tarafından yoktan yaratılmıştır ne de gökten zembille inmiştir. Bu kesimler daha önceki muktedirler tarafından uzun bir dönemde sistemli çabayla yaratılmıştır. Toplumun ilerici kesimleri, aydın ve devrimcileri baskı altında tutulurken, cezaevlerine atılırken, işkencelerden geçirilirken ve katledilirken; ırkçı, gerici anlayışların her zaman desteklenmesi Türkiye’de her dönem muktedirinin şaşmaz politikası olmuştur. Devlete, ataya, millete ve dine bağlılık olarak kodlanabilecek olan bu gerici, mukaddesatçı “Ceddin deden, neslin baban” anlayışı ilmik ilmik örülmüş ve bu anlayışın topluma özenle sirayet etmesi sağlanmıştır. Bu gerici ideolojinin yaygınlaşmasında eğitim sistemi ve uygulamaları başat bir rol oynamıştır. Gerici müfredat ve uygulamalara paralel olarak ilerici öğrenci ve öğretmenlerin baskı altına alınması da ihmal edilmemiştir. Üstelik düşünce ve düşünmek, bütün toplumda olduğu gibi, okullarda da iyi karşılanmayan,
sakıncalı ve polisiye bir durum olarak görülmüştür. Dini cemaatler ise her zaman en yüksek teşviki görmüş ve hükümette kim olursa olsun her dönem okullarda örgütlenmelerini çok rahat yapabilmişlerdir. Özenle oluşturulan bu gericilik, bugün AKP’de cisim kazanmıştır. Geçmişin egemenlerinin bugünkü “gericilik”, “özgürlük”, “basın özgürlüğü”, “yolsuzluk”, “aydın” vb. çırpınışları; emekçilerin, öğrencilerin, devrimcilerin ve aydınların baskılanması amacıyla yarattıkları bu gericiliğin artık kendilerine de dönmüş olmasıyla ilgilidir. Bu da demektir ki, bu gericilik yarın tekrar kendilerine hizmet etmeye başladığında sorun olmaktan çıkacaktır. Onlar için sorun olan gericilik değil, gericiliğin başkalarının kontrolüne geçmesidir. İşte, 19. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan kararlar AKP’de vücut bulan bu gericiliğin tahkimine yönelik kararlardır. Şûra’da alınan kararlar Eğitim Bir-Sen’le hükümet arasında Şûra öncesi yapılan görüşmelerde belirlenmiştir. Yani Şûra’da alınan kararlar hükümetin eğitim politikasını yansıtmaktadır. Bu durumda “tavsiye” niteliği taşıyan bu kararlar bir bir gerçekleşecektir. Şûra’da ana sınıflarından itibaren din eğitiminin verilmeye başlanması, ilkokul 1., 2. ve 3. sınıflar için zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin, liseler için de seçmeli Osmanlıca (İmam Hatip Liselerine zorunlu) dersinin getirilmesi, Anadolu otelcilik ve turizm liselerinde okutulan “alkollü içki ve kokteyl hazırlama” dersinin kaldırılması ve bu öğrencilerin içki servisi yapılan yerlere staja gönderilmemesi gibi “tavsiye kararları” alındı. Şûra’da ana sınıfında dini eğitim, “değerler eğitimi”
OCAK - ŞUBAT 2015
adı altında maskelenmiştir. Bu kararlara göre, çocuklara “dini ve milli masallar” aracılığıyla “Allah sevgisi”, “Allah”, “cennet” ve “cehennem” kavramları öğretilecektir. Eğitim Bir-Sen Genel Başkan Yardımcısı Ali Yalçın, “Bizim önerimiz okul öncesinden itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin verilmesi şeklindeydi. Ancak komisyon kararı yazılırken okul öncesi için ifade ‘değerler eğitimi’ olarak yazıldı. Değerler eğitimi de zaten din ve ahlaki konulardır” diyerek kararın ne anlama geldiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bunun yanında zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilkokul 1. sınıftan itibaren okutulmaya başlanması da Şûra kararları içinde yer almıştır. Hiçbir meşruiyeti olmayan bu karar, dersin “çoğulcu” bir anlayışla ele alınacağı belirtilerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Çoğulcu Şûra(!), Aleviliğin görüşülmesini “gündem maddemiz değildir” diyerek reddetmiş ve tekçi zihniyetini bu şekilde ortaya koymuştur. Otelcilik ve turizm liselerinde okutulan “alkollü içki ve kokteyl hazırlama” dersinin kaldırılması ise sözün bittiği yerdir. İçki üzerinde sürdürdüğü demagojiyle prim yapan hükümet, bu demagojiyi sonuna kadar sürdürme peşindedir. Bir kere bu kararın hiçbir temeli yoktur. Turistlere içki yasağı getirilemeyeceğine, turistlerin gittiği içkili mekanlar turizm geliri nedeniyle kapatılamayacağına ve bu okullardan mezun olan öğrenciler de daha çok buralarda istihdam edileceğine göre bu karar; popülist, dini duyguları istismara yönelik ortaya atılmış bir seçim yatırımıdır ve temelsizdir. Türkiye’de tarih dersi, toplumun tekçi, militarist, faşist, yayılmacı bir mantığa göre dizayn edilmesine yönelik olarak okutulmuş ve gençlerin bu anlayışla yetişmelerine yönelik özel bir çaba gösterilmiştir. Türkiye’de tarih, hiçbir bilimsel değeri olmayan, tek amacı egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda gericiliği temellendirmek olan, veriye ihtiyaç duymayan, birtakım kahramanlık öyküleri, mitoslar, abartılar ve yalanlarla süslenen ve nihayetinde uydurulmuş hikâyelere dayanan bilimdışı bir kategoridir. Osmanlı tarihi, bu tarih eğitimi içinde; cet, ata, otoriteye koşulsuz itaat gibi geri özelliklerin yaratılmasında özenle kullanılmıştır. Durum bu olunca AKP liselerde Osmanlıca dersinin okutulmasını önererek oluşturulan bu temele oynamaktadır. Bu dersin okutulmasına karşı çıkanlar ise her halükarda “cet, ata tanımayan”, “mukaddes değerlere yabancı”, “Üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı’ya alerjisi olan”, “vatan haini”, “tarihini bilmeyen” damgasını
7
yemekten kurtulamayacaktır. “Tarihin” sık rastlanan bir ironisi olarak, bu gerici tarih anlayışını özene bezene yaratan eski muktedirler de bu suçlamalardan kurtulamayacaklardır. Osmanlıca tartışmaları, popülist, gerici AKP iktidarı için verimli bir alan, iyi bir seçim yatırımıdır. AKP aynı zamanda “isteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da öğrenilecek ve öğretilecek” gibi çıkışlar yaparak da “muhalefetin aksine Türk tarihine sahip çıkan” imajını yaratmaya çalışmaktadır. Gelinen noktada eğitimde kadrolaşma, güvencesiz istihdam, özelleştirme ve piyasalaştırma saldırıları tam gaz devam etmektedir. Dershanelerin özel okula dönüştürülmesi, özel okullara bedava arsa tahsisi ve eğitim desteği adı altında kaynak transferi, kamu okullarının bir bölümünün ya da tamamının satılabileceğine yönelik çıkarılan yasalar özelleştirme yolunda atılan adımları göstermektedir. Milli Eğitim Temel Kanunu’yla silsile halinde kadrolaşmanın önünü açan hükümet, rotasyon uygulaması ve ardından gerçekleştirdiği müdür atamalarıyla da bunu hayata geçirmiştir. Stajyer öğretmenlere sözlü mülakat getirilmesi ve dershane öğretmenlerinden 6 yıl üst üste aynı dershanede çalışanların (bulabilirlerse) mülakatla kadroya alınacak olması da bu kadrolaşmanın öğretmenlere kadar yayınlaştırıldığını ortaya koymaktadır. Bunun yanında etüt uygulamaları ve ortaokullara getirilen seçmeli derslerle öğretmenlerin çalışma saatleri alabildiğine uzatılmıştır. Gittikçe büyüyen, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin ve olumsuz eğitim koşullarının bir ürünü olarak öğrenci niteliği gittikçe düşmekte ve sınıflar her geçen gün daha da kalabalıklaşmaktadır. Üstelik öğretmenin tahsildar, velinin de müşteri haline geldiği bir eğitim sistemi yaratılmıştır. Tüm bunlara karşın, AKP’nin ve yardakçısı Eğitim Bir-Sen’in gerici şov arenasına dönüşen Şûra’da, eğitime dair hiçbir sorun görüşülmemiştir. Şûra’daki gerici kararlara başından beri şerh koyan Eğitim Sen, bu tepkisini salonla sınırlı tutmuş ve bunu kitlesel bir tepkiye dönüştürememiştir. Şûra kararları, toplumda ve eğitim emekçileri içinde büyük tepkilere yol açmıştır. Önemli olan bu tepkileri birleştirecek ve harekete geçirecek mücadele olanaklarını yaratmaktır. Şûra’da öne sürülen gerici kararlara karşı; bilimsel, laik, anadilinde, demokratik ve parasız eğitim hakkı için fiili-meşru birleşik bir mücadele hattı örülmelidir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
* Kızıl Bayrak-12 Aralık 2014 Sayı:49
8
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
2015 BÜTÇESİ VE 13 ARALIK MİTİNGİ
KESK ve DİSK’in “Savaşa, Yoksulluğa, Talana Karşı, Halkçı Bütçe Demokratik Türkiye! Saraylar Değil Ekmeğimiz Büyüsün!” şiarı ile gerçekleştirdiği 13 Aralık mitingi geride kaldı. DİSK’in 400-500 kişilik bir kitleyle çok sınırlı bir katılım gösterdiği mitinge 10 bin civarında katılım olurken, bu katılımın denebilir ki yarısını destekçi kurumlar oluşturdu. KESK’in katılımı ise 4 bin civarında kaldı. Bir eylemin başarısını ya da başarısızlığını hangi kriterlerle tanımlamalı? Katılım düzeyi mi, ön hazırlık süreçleri mi, zamanlaması mı, hedefleri ve sonuçları mı..? 13 Aralık, gerek miting öncesinde ve gerekse de sonrasında birçok yönüyle özellikle de KESK bünyesinde ve kadrolar nezdinde tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Ne var ki, bu tartışmalar dar bir kadronun ötesine geçmedi, geçmiyor. Denebilir ki, mitingin zayıf geçeceği hemen tüm kadrolar tarafından önden görülebiliyordu. Ortada kimi devrimci-ilerici kurumların sahiplenici tutumunu saymazsak emekçiler nezdinde hiçbir heyecan yaratmayan,
kamu emekçileri içerisinde etkin bir çalışmaya konu edilmeyen, dahası Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi sendikalara yapılan çağrılarla üstten örgütlenmeye çalışılan bir miting gerçeği vardı. Bu koşullar altında ise mitingin zayıf geçeceğini öngörmek için dâhi olmak gerekmiyordu. Sosyalist Kamu Emekçileri imzası ile miting günü kamu emekçilerine dağıtılan bildiride daha o gün şunlar söyleniyordu: “Kamu hizmetlerinin hızla paralı hale getirildiği ve tasfiye edildiği, taşeron çalışmanın temel çalışma biçimi haline getirildiği, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı ve emekçilerin sefalet koşullarına mahkum edildiği bu aynı dönem, kamu emekçilerinin tutarlı bir önderlikten ve mücadele programından yoksun olduğu bir dönem olarak yaşanıyor. 13 Aralık mitingi, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermekten öte bir anlam ifade etmiyor.” Kuşkusuz bir eylemin başarısını tek başına katılım düzeyi ile ölçmek dar bir bakış olacaktır. Bir eylemin kitle-
OCAK - ŞUBAT 2015
lerde yarattığı etki, eylemin hedefleri, sonuçları vb. de başarının ölçütleri arasında değerlendirilmesi gereken ana olgulardır. Kimi zaman sınırlı katılımla gerçekleştirilen bir eylem dahi, kitlelerin gündemine öyle oturmuştur ki, geniş bir yankı uyandırabilir. Ama bazen de değil 5 bin, 25 bin insanı da taşısanız, bu etki yaratılamayabilir. Demek ki meseleyi sadece katılım düzeyi ile ele almak ve dahası “kitlesel” geçen eylemlere sırf bu yönü nedeniyle “başarı ödülleri” vermek kadar, bir eylemin başarısızlığını katılım düzeyinden okumak da, olsa olsa birtakım gerçeklerin üzerini örtmeye yarar. Örneğin 23 Mayıs 2012 grevini ele alalım. Nisan ayında başlayan toplu sözleşmeler nedeniyle hükümetin dayattığı sefalet ücreti karşısında kamu emekçilerinde geniş bir tepki ve öfke açığa çıkmış, 23 Mayıs grevi katılım anlamında kamu emekçileri tarihinin en geniş katılımlı grevlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Üstelik emekçileri greve sürüklemek için yalnızca çağrı yapmak bile yeterli olmuştu. Bu anlamıyla grev “başarılı” olmuştu. Ama sadece bu sınırlarda. Sonrası! Sonrası KESK’in Memur Sen’in peşi sıra hakem kuruluna katılması ve greve sırt dönmesi, kitlelerde gelişen mücadele dinamiklerinin kırılması oldu. Yani KESK’in izlediği çizgi, tabanda gelişen dinamikle buluşan ve örgütleyen olmak bir yana, emekçilerin mücadele azmini kıran ve güvensizliği derinleştiren bir çizgi olmuştur. İzlenen çizgi Memur Sen’e can simidi olmakla kalmamış, denebilir ki 2013 Haziran Direnişi’ne kadar da KESK ortada görünmemiştir. Demek ki, bir eylemi kendi dar sınırları içerisinde ele almak doğru bir yaklaşım değildir. 13 Aralık mitinginin, katılımın zayıf olduğu ve bu anlamıyla başarısız bir eylem olduğu bir gerçektir. Fakat herkesin başarı ölçütü, eyleme biçilen anlam üzerinden değişir. “Bir şey yapmış olmak”, “günü kurtarmak” gibi bir yaklaşımla eylemi örgütleyenler açısından, katılım düzeyi ne olursa olsun, yine de bu yönüyle bir “başarıdan!” söz etmek mümkün. Tüm bu söylediklerimizden sonra katılım düzeyinin ötesinde 13 Aralık eylemini, bütçe süreci üzerinden ele alabilir ve tartışmalarda açığa çıkan çeşitli yaklaşımları değerlendirebiliriz.
BÜTÇE DÖNEMİ VE KESK Bilindiği gibi her yıl Kasım ayı boyunca bakanlık ve kurum bütçeleri görüşülür ve Aralık ayı içerisinde ise genel bütçe görüşmeleri gerçekleştirilir. 2015 bütçe tasarısının TBMM Genel Kurulu görüşmeleri hala devam etmektedir ve 22 Aralık tarihinde yapılacak son görüşme sonrasında onaylanacaktır. Kasım ayında başlayan bir sürece müdahil olmayan ve klasik olarak Aralık ayı içerisinde bir günlük eylem gerçekleştirerek süreci bu bir güne sığdıran bir sendikal çizgi ve program(sızlık) kamu emekçilerinde kitlesel bir çıkış yaratamaz. Bu ancak tabanda kendiliğinden tepki ve patlamalar yaşandığı bir dönemde olabilmekte, fakat kapsamlı bir mücadele programından ve somut hedeflerden
9
yoksun olunduğunda, bu dönemlerde de grev, miting vb. eylemler ilerletici sonuçlar üretmek yerine, hava boşaltma eylemlerine dönüşmekte ve gerisin geri emekçilerde güvensizliği derinleştiren bir rol oynamaktadır. 2015 yılı bütçe dönemini önceleyen aylarda Memur Sen ile hükümet arasında geçtiğimiz yıl imzalanan satış sözleşmesi ve Temmuz ayında enflasyon farkı alınmamış olması nedeniyle bir tepki birikmişti. Ne var ki KESK’in bu tepkileri birleştirebilecek ve bir mücadeleye yöneltecek ne yönelimi ne de hazırlığı vardı. Temmuz zamlarına ilişkin kimi sendikalar tarafından çalışma ve etkinlikler gerçekleştirilmiş olsa da, KESK bütünlüğünde bir yönelim belirlendiğini söylemek olanaklı değil. Dahası bütçe dönemine girildiği Kasım ayında ise BES’in ve kimi sendika şubelerinin sınırlı etkinliklerini bir yana bırakırsak, anlamlı bir çaba içerisinde olunduğu söylenemez. Kamu emekçileri açısından temel önemde olan süreçleri, önden gündemine almamak ve emekçilerin gündemine girecek bir çalışma yürütmeden “eylem çağrısı” yaparak günübirlik eylemlerle geçiştirmek uzun yıllardır KESK’in rutini haline gelmiştir. Toplu sözleşme dönemlerinde bu, neredeyse görüşme masasına çağrıldıktan sonra ve görüşme sürecinin ilerleyişine göre politika belirlemek(!) biçiminde yansımaktadır.
10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Temmuz ayında enflasyon farkı ve düşük zam oranı nedeniyle açığa çıkan tepkiyi değerlendirmeyen, Kasım ayını (bütçe dönemini) neredeyse suskunlukla geçiştiren bir KESK’in miting çağrısının, kitlelerde etki yaratacağını düşünmek için hareketli bir dönemden geçiyor olmak gerekir. Fakat kitlelerde etki yaratmak şöyle dursun, 13 Aralık mitingi kadrolarda dahi bir canlılık yaratmamıştır.
13 ARALIK KARARI, HAZIRLIK SÜRECI VE CIDDIYETSIZLIK
KESK’İN 13 ARALIK MİTİNGİ KARARI, HEM BİR “HAVA BOŞALTMA”, “MIŞ GİBİ YAPMA” ANLAMI TAŞIMAKTA VE HEM DE GEÇMİŞ YILLARA GÖRE BİR GERİYE DÜŞÜŞÜ ANLATMAKTADIR.
Bütçe dönemini bütünüyle tutumsuz geçiren KESK’in 13 Aralık mitingi kararı, hem bir “hava boşaltma”, “mış gibi yapma” anlamı taşımakta ve hem de geçmiş yıllara göre bir geriye düşüşü anlatmaktadır. Her ne kadar uzun soluklu bir mücadele sürecinin parçası olarak örülmese de önceki yıllarda Aralık ayı içerisinde bir günlük “uyarı” grevi yapılırdı. Bu “uyarı” grevleri, gerek hedefleri ve gerekse de örgütlenişi bakımından bugünden farklı olmasa da, bugün bunun da gerisine düşülerek bir mitingle bütçe döneminin geçiştirilmesi, dünden bugüne daha da gerilere düşüldüğünü anlatıyor. Miting tarihinin Kamu Sen, Türk-İş ve Hak-İş gibi gerici konfederasyon merkezlerine yapılan çağrının yanıtsız kalması sonrasında açıklanması burada üzerinde durulması gereken noktalardan biridir. KESK bölge toplantılarına başladığı günlerde bu tarih halen belirli değildi. Bütçe dönemine ilişkin izleyeceği çizgiyi ve açıklayacağı programı tabandan örgütleme yönünde eğilimi olmayan KESK’in, aynı şekilde alınan kararı hayata geçirmeyi de tabanda yürüttüğü çalışma üzerinde şekillendirme yönünde bir bakışa sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Kamu emekçilerini harekete geçirme niyetinden ve iradesinden yoksunluğun doğal sonucu eylemi üstten planlama tutumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu söylenenleri destekleyen bir başka olgu ise, KESK’in bildiri ve afiş basmayıp sendikalara “dileyen internetten indirip bastırsın” diyerek tam bir ciddiyetsizlik göstermesidir. Bunlar da anlatıyor ki, KESK miting kararını kerhen almış ve “günü kurtarma” niyetiyle davranmıştır.
MITING KARŞISINDA ILGISIZLIK 13 Aralık mitingi, İstanbul, İzmir, Ankara başta olmak üzere metropol illerden katılımın zayıflığını da gözler önüne serdi. Sendikal grupların kadrolarının dahi yeterince ilgi göstermediği mitingde KESK katılımının önemli bir bölümünü Kürdistan coğrafyasından katılımlar oluşturuyordu. Buradan yola çıkarak Demokratik Emek Platformu’nun (DEMEP-Yurtsever Emekçiler) mitinge özel bir önem verdiği gibi bir sonuç çıkartılabilir. Fakat bu yanıltıcıdır. Kürt illerinden katılım, yalnızca kamu emekçilerinin katılımına oranla anlam ifade etmekte, bu kadarını ise önemli ölçüde ulusal mücadelenin dinamik bir süreçten geçmesine borçlu bulunmaktadır. Kürt illeri dışında
OCAK - ŞUBAT 2015
ise DEMEP kadrolarının dahi yeterince sahiplenmediğini görmekteyiz. Bu aynı tablo KESK yönetimlerinde yer alan sendikal gruplar kadar, KESK yönetiminde bulunmayan gruplar açısından da geçerli. Sendikal grupların dahi KESK’in çağrısına anlamlı bir yanıt vermemesi, bizzat kararı alan ve KESK yönetimlerinde yer alan sendikal grupların 13 Aralık eylemini “yapmış olmak” gibi bir algı ile örgütlediği anlamı çıkmaktadır. Burada üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise Devrimci Sendikal Dayanışma’nın (DSD) tutumudur. Yönetimlere gelmediği dönemlerde “eksen kayması” keşfinde bulunan DSD, BES dışında, merkezi yönetimlerinde yer almadıkları sendikalarda ilerletici değil tıkayıcı bir tutum geliştirmektedir. Kendisini KESK’in “ana dinamik”lerinden biri olarak gören DSD’nin, merkezi yönetimlerde yer almadığında taban dinamiğini harekete geçiren bir tutum geliştirmemesi, “ana dinamik” kavramının “temsiliyet” arayışının bir dolgusu olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini göstermektedir. Delege gücünü, kafa sayısını “güç” olarak görenlerin, bu gücü KESK’in (sendikaların, şubelerin ve işyerlerinin) harekete geçirilmesi yönünde bir çaba ve iradeye dönüştürmemesi, “müzmin muhalefet” tavrı ile erimekten ve eritmekten başka bir sonuç üretemeyecekleri açıktır. Sendikal grupların mitinge ilgisine paralel olarak, bu grupların izdüşümü oldukları siyasal yapıların da 13 Aralık karşısındaki tutumları benzer bir nitelik taşımaktadır. ÖDP, KP, HTKP gibi Birleşik Haziran Hareketi’ni oluşturan bileşenlerin büyük bir bölümü 13 Aralık mitinginde yer almadılar. HDP bileşenleri ise sınırlı bir katılım gösterdiler ve mitinge yeterli ilgi göstermediler. Tüm bu tablo KESK kadrolarının dahi mitinge yeterli ilgi göstermemesini açıklar niteliktedir.
NEDEN 13 ARALIK? İlk bakışta bu soru çok anlamsız gelebilir. 13 Aralık tarihinin tercih edilmesinde nasıl bir sorun olabilir? Bunu
11
şöyle ele alabiliriz: Birincisi bütçe TBMM Genel Kurulu’nda genelde 19-25 Aralık tarihleri arasında oylanır ve KESK de genelde Aralık ayı eylemlerini bu tarih aralığında gerçekleştirirdi. İkincisi 17 Aralık-25 Aralık tarihleri, bütçenin “ayakkabı kutularına” taşındığı, AKP iktidarının yolsuzluklarının açığa çıktığı, toplumun hafızasında yer etmiş bir tarihi işaretliyordu ve bütçe ile ilgili bir eylemle ilişkilendirilebilecek temel önemde günlerdi. Tüm bunları ele aldığımızda 13 Aralık tercihi, gerisinde hiçbir neden olmadığını düşünsek bile, isabetsiz bir tercih olarak durmaktadır. Fakat Aralık ayında yaptığı eylemleri bütçe görüşmelerinin son günlerine denk getiren KESK’in, bu dönem bu “alışkanlığını” değiştirmesi hangi nedenlere dayandırılabilir? KESK 13 Aralık tercihini neyle açıklıyor? Bütçe oylamalarının son günlerinde bir grev yapılacak da haberimiz mi yok? Bunda “çözüm” aldatmacasının payı var mıdır? Ya da Türk-İş, Hak-İş ve Kamu-Sen’e yapılan çağrıların “Yolsuzluk Haftası”na bir eylem önerildiği durumda karşılık bulmayacağı kaygısı mı var? “Neden 13 Aralık?” sorusunun cevabını ilgililere bırakıp Sosyalist Kamu Emekçileri’nin mitingde dağıttığı bildiriden bir alıntıyla yazımızı bitirelim: “Sendikal harekete hakim bürokratik ve icazetçi çizginin aşılması, ancak ve ancak, sınıf sendikacılığı ve fiili-meşru mücadele ekseninde kamu emekçilerini harekete geçirebilecek taban örgütlenmeleri ile olanaklıdır. Şu veya bu grup aidiyetine bakmaksızın öncü kamu emekçileri, bulundukları her alanda inisiyatifler, forumlar vb. araçlarla etkin bir müdahale gerçekleştirmeli, üye meclisleri ve temsilci kurulları karar organları olarak işletilmelidir. Hak alıcı kapsamlı bir mücadele programının ve bu programı hayata geçirecek kadro dinamizminin açığa çıkartılması bugünün ertelenemez görevidir. Bu başarılamazsa 2015 yılı bir kez daha kamu emekçilerinin kayıplar hanesine yazılacak, KESK ve bağlı sendikaların kamu emekçileri ile buluşması olanaklı olmayacaktır.” * Kızıl Bayrak-19 Aralık 2014 Sayı:50
12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
FITRATIMIZDA KAVGA VAR:
8 Mart’ta
alanlarda olacağız!
Emek sömürüsüne dayanan, ulusal, cinsel ve her türlü eşitsizliğin kaynağı olan kapitalist sistem, her geçen gün sömürü ve eşitsizliği derinleştiriyor. Sermayenin temsilciliğini yapan AKP döneminde iş cinayetleri ve kadın cinayetleri yaşamın bir parçası haline geldi. Şiddet hayatımızın rutini haline gelirken, toplumun iliklerine kadar sirayet etmiş durumda. Şiddetin en yoğunlaşmış hali olan savaş yanı başımızda tüm acımasızlığı ile devam ediyor. Bu şiddet sarmalından en çok kadınlar ve çocuklar etkileniyor. 2014 yılı Ezidi, Türkmen, Kürt kadınların dramına tanıklık etti. 2014 yılında; Soma, Torunlar, Ermenek’te yaşanan iş
cinayetlerine her gün ortalama bir kadının ölümü eşlik etti. 2012 yılında kadına yönelik şiddetin önlenmesi için çıkarılan “6284 Sayılı Ailenin Korunması Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa” da cinayetleri önleyemedi. 2012 yılında 121 kadın cinayete kurban gitmişti. 2014’te ise sadece Ekim ayında 29 kadın yaşamını yitirirken toplamda bu sayı 294’e ulaştı. Kadından sorumlu olduğu iddia edilen bakanın bu duruma karşı açıklaması “elleri kırılsın” oldu. Ağzından inciler dökülen bu aynı bakan çocuk cinayetleri için de “çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin” demişti. Elbette sorunu derinleştirenlerin çözümü de bu ka-
OCAK - ŞUBAT 2015
dar olacaktır. İş cinayetlerine “bu işin fıtratında var” diyenlere ve çok fazla tedbir “Allah’ı gücendirir” fetvaları yayınlayanlara göre kadın ve erkek eşit değildir, fıtrattan kaynaklı olarak erkek kadından üstündür. AKP’nin bu gerici ideolojisi ve buna uygun pratiği işçi ve kadın cinayetlerinin artışının temel nedenidir. Kadınların özgürlüğünü türban takmakta gören AKP, bu türbanlı kadınların, fabrikalarda en az on iki saat çalıştığını, sağlık güvencesinden ve hizmetlerinden yoksun olduğunu, parasızlıktan okuyamadığını, küçük yaşta evlendirildiğini, fuhuşa sürüklendiğini ve öldürüldüğünü görmüyor, duymuyor, konuşmuyor. Çünkü onun derdi kadınların dertlerini çözmek değil dini duygularını istismar ederek oylarını almaktır. AKP’den de yaptığı yasalardan da kadınlar lehine bir sonuç beklemek ham bir hayaldir. Bunun yanı sıra AKP’ye güç ve olanak sağlayan burjuva demokrasisinden medet ummak, çözüm beklemek kadınları oyalamaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Her fırsatta ahlaktan, değerden bahseden siyasi iktidar, fuhuş üzerinden vergi almaktan kaçınmamaktadır. Bizlere kız-erkek aynı evde oturmamalı yoksa zina artar diyenler, savaştan kaçarak gelen Suriyeli kadınların köle pazarlarında satıldığını, kamplarda kalabilmek için kamp görevlileri tarafından tecavüze uğradığını bütün dünyadan gizlemeye çalışmaktadır. Şiddet gören kadınların ve çocukların sığınması için yapılan merkezlerde kadın ve çocuklar şiddete maruz kalırken karın tokluğuna çalıştırılmaktadırlar. Tüm dünyada pislikten başka bir şey üretmeyen kapitalizmin, başta siyasi iktidar olmak üzere tüm kurumları çürümüştür. Kadınların; giyiminden kiminle yaşayacağına, nerde gülebileceğine, kaç çocuk doğuracağına kadar her şeyine karışan iktidar; kadın iş istediğinde, parasız sağlık ve eğitim hakkı, emeklilik hakkı istediğinde, “yap demesi kolay onların karnını nasıl doyuracağım” dediğinde hiç oralı olmuyor, Allah’a havale ediyor. Gelecek on yıllarda sermayenin vazgeçilmezi olan ucuz iş gücü ihtiyacı için kadınlara “doğum kontrolü ihanettir” naraları atıyor ve “bir çocuk garip olur, iki rakip olur, üç denge olur, dört bereket olur” telkinlerinde bulunuyor. Oysa işçi emekçilerin çocuklarına gemicik alacak paraları şöyle dursun, çocuklarının karnını doyurmaya bile parası yok. Bunun yanı sıra kadınlar, sermayenin ihtiyaçları için bedenlerinin kuluçka makinesi görülmesini kabul etmeyecektir. Kadının yaşamı; kadına yönelik şiddetle, ölümle, ucuz işçilik ve düşük ücretle, işsizlikle, eve kapatmakla, ataerkil kültürle tahkim edilerek çekilmez hale getiriliyor. Şiddet toplumsal bir olaydır ve ekonomik, siyasal, kültürel vb. birçok alanda farklı görünümler altında yaşamımızı etkilemektedir. Bundan dolayıdır ki şiddetin bir yönü ile mücadele hatalı bir mücadele anlayışı olacaktır. Biz kadınlar yaşamın yarısıyız. Fabrikada, sokakta, evde, okulda, tarlada her yerdeyiz. Bursa’da bir fabrikada yanıyor, Isparta’da işe giderken trafik kazasında ölüyor, Ayamama Deresi’nde işe giderken boğuluyor, Gül Dünya
13
gibi töre cinayetinde katlediliyor, 26 yaşında Reyhaney Jabbari gibi tecavüzcümüzü öldürdüğümüz için İran’da asılıyor, savaşlarda köle pazarlarında satılıyor, düşmanın çocuğunu doğurmak zorunda kalıyoruz. Biz kadınlar direnişin ve kavganın yarısıyız. Fabrikada, sokakta, evde, okulda, tarlada her yerdeyiz. 8 Mart’ı yaratanlar, ölüm oruçlarında zindanlarda direnenler, Kürdistan’da Zilanlar oluyor, Gezi’de barikat başında, Greif’te işgal fabrikasında, Ortadoğu’da İŞİD’e karşı cephede savaşıyoruz. Biz kadınlar dünyanın çifte sömürüsüne karşı çifte direnişteyiz. Biz kavga alanlarında sokaklarda olacağız, ta ki bizi sömüren bu sistemi yıkana kadar. Biz emekçi kadınların, sermayeyle hesaplaşma günlerinden biri olan 8 Mart, emekçi kadınların kanlarıyla tarihe kazınmıştır. 8 saatlik iş günü, New Yorklu dokuma işçilerinin, 129 kadın işçinin ölümü pahasına tüm işçi sınıfına armağanıdır. 8 Mart’ı emekçi özünden koparıp, erkeksiz ve her sınıftan kadının gününe çevirenlere inat; biz emekçi kadınların, 8 Mart’ı kadını-erkeği ile birlikte işçi sınıfının kavga gününe yakışır kızıllıkta anmak, omuzlarımızdaki en büyük sorumluluğumuzdur. 8 Mart’ta başta tüm kamu emekçisi kadınları ve işçi-emekçi kadınları sokağa, eyleme, sermaye ile hesaplaşmaya çağırıyoruz. 8 Mart kızıldır, kızıl kalacak!
Sosyalist Kamu Emekçileri
14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
KAMU EMEKÇİLERİ HAREKETİNDE ÇEŞİTLİ ARAYIŞLAR VE
EĞİTİM EMEKÇİLERİ FORUMU Eksik olan tabanın seçim ve koltuk eksenli politikaya yedeklenmeden kendi bağımsız inisiyatifi, iradesi ve enerjisini ifade edebileceği kolektif örgütlenme ve mücadele zeminleridir. Tartışmalarda ifade edildiği biçimiyle söylenecek olursa öncü niteliklere sahip ancak işyerlerinin kısır zeminlerinde yalnızlaşmış ileri unsurların birleşebileceği zemindir. Kamu emekçileri hareketinin yaşadığı tıkanma ve geriye çekilen tablosu yeni bir olgu değil. Zaman zaman ileri sayılabilecek çıkışlar yaşansa da son on yılın genel görünümü budur. Kamu emekçileri hareketi ve mücadelesi tartışıldığı yerde doğal olarak tartışmanın odağına KESK oturmak durumundadır. Ne KESK’ten ayrılanların kurduğu sendikal örgütlenmeler ne de AKP’nin denetimi ve güdümündeki diğerleri üzerinden esasa dair tartışılabilecek yeni bir şey yok. Zira onlar Memur-Sen örneğinde olduğu gibi kimliği açık bir sınıf işbirlikçisi ve ihanet şebekesi ya da ülkeye hakim olan sınıfsal çıkarların gizlendiği sahte siyasal kutuplaşmalar üzerinden kamu emekçileri bünyesinde konumlanan gerici-faşist örgütlenmeler. Toplumsal mücadelenin içinde bulunduğumuz dönemdeki sınırlılığına rağmen Haziran Direnişi sınıf mücadelesinin gelecek günleri açısından son derece iyimser sonuçlar bırakmıştı. Hiç değilse Haziran günlerinin şu ya da bu biçimde içinde yer almış ve kendini hareketin
bir parçası hissetmiş olan bireyler açısından bu böyleydi. Elbette örgütlü tarzda hareketin içinde yer alanlar açısından da. Fakat çeşitli değerlendirme ve analizlerde toplumsal mücadelenin ileri öğelerinden biri olarak ifade edilen KESK, Haziran Direnişi’nin kaybedenleri arasında yer aldı. Tabanında bulunan yüzlerce üye direnişin bir parçası olsa da KESK kendi örgütlü kimliği ve gövdesiyle hareketin dışında kaldı. Yıllardır KESK’te birikmiş olan kir ve pas, Haziran Direnişi’nin yarattığı verimli zeminde hızla atılabilirdi. Fakat zaten bu kir ve pasın sorumlusu olanlar KESK’i tarihsel bir mücadele sürecinin dışında tutmayı başardılar.
REFORMIST ARAYIŞLAR Haziran günlerinden sonra başka mücadele alanlarında olduğu gibi kamu emekçileri hareketi içerisinde de ‘yeni arayış ve tartışmalar’ bir dönemdir sürdürülüyor. Bunlardan biri ÖDP eksenli reformist blokun Birleşik Ha-
OCAK - ŞUBAT 2015
ziran Hareketi’ne paralel olarak yürüttüğü Birleşik Emek Hareketi’dir. Diğeri ise Kürt hareketinin HDP’nin reformist bileşenleriyle kendini yeniden örgütlemeye dönük çalışmalarıdır. Bunlar ve özellikle Birleşik Haziran Hareketi bileşenleri her ne kadar kabul etmeseler de seçime endekslenmiş bir çabanın ötesine geçmeyecek gibi görünüyorlar. Zira seçime endekslenmemiş bir ortak hareket fikri, hele hele KESK’in bugünkü tablosunun ana sorumluları olan iki unsur tarafından yapılıyorsa, önce içtenlikli bir özeleştiri yapmayı gerektirirdi. Birincisi KESK’in bugünkü tablosunun sorumluluğunu taşıdıkları için, ikincisi ise KESK’i Haziran Direnişi gibi tarihsel bir kesitin dışına düşürdükleri için. Her iki kesim de alışılageldik hastalıklarının ürünü olarak ortak hareketi yine önce sol grupların ittifak yapması zemini üzerinden kurguluyor ve bu mantığa uygun tartışmalar yapıyorlar. Bu tartışmalardan kamu emekçileri hareketinin mücadelesini ileriye taşıyacak bir sonuç çıkmasını beklemek gereksiz bir iyimserlik olur. Seçim gündemi burjuva siyasetinde şimdiden ısınmış durumda, bizim reformistlerimiz de bu atmosfere dahil olduklarında sanıyoruz yapılan tartışmaların sonucunu görmek için fazla beklemek gerekmeyecek.
TABANIN KENDI ALTERNATIFI İfade edilen iki sürecin dışında yürüyen bir başka çalışma ve mücadele süreci de Eğitim Emekçileri Forumu’dur. İlk olarak Eğitim-Sen İstanbul 6 No’lu Şube’de toplanan Eğitim Emekçileri Forumu üçüncü toplantısını da geride bırakmış bulunuyor. Şu ana kadar yapılan üç toplantıda kamu emekçileri mücadelesinin birçok sorun alanı tartışılmış ve geride bırakılmış oldu. Bu son forumda da ortak hareket etme ihtiyacı ve bunun kamu emekçileri mücadelesi için önemi üzerinden tartışmalar yapıldı, fakat diğerinden bir farkla; o da sendika içi grupların değil tabanın yan yana gelmesi ve ortak hareketi temelindedir. Forum tartışmaları giderek olgunlaşırken kendini daha güçlü bir biçimde ortaya koymayı bir ihtiyaç haline getirdi. Kendini ortaya koymanın iki yönü bulunuyor; birincisi ‘çalışmayan çürür’ fikrinden hareketle önüne güncel mücadele gündemlerini koyup örgütlemesidir. Diğeri ise ilkine paralel olarak ortak hareketin düşünsel çerçevesi, işleyişi ve ilkelerinin tanımlanmasıdır. Bu iki alanda forum bileşenlerinin ortaya koyacağı tutum, forumun geleceğini ve nereye evirileceğini de belirleyecektir. Daha önce hem başkalarının hem de forumun bir kısım bileşeninin çeşitli tabandan örgütlenmesi ve yan yana gelme deneyimleri bulunuyor. Geçmişte kalan bu deneyimlerin genel olarak neden başarısız olduklarını ve zayıf yönlerini açıkça ortaya koyabilmeliyiz. Bunları ortaya koymazsak biz de yol alamayız. Zira iyi düşünülmüş bir çerçeve ve nitelikli bir ilkeler bütünlüğü kendi başına bizi ileriye taşıyamaz. Ya da güncel bir sorun üzerinden örgütlenen ve forumun bugünkü bileşeni sınırlarında ya-
15
pılan bir-iki fiili çalışma da sorunumuzu çözmez. Bu bizi bazı gündemler üzerinden geçici olarak yan yana gelen bir grup insan yapar, daha fazlası değil.
FORUM BILEŞENLERINE BAZI ÖNERILER Oysa kamu emekçileri hareketinin ihtiyacı daha başkadır. Dikkat edilirse her renginden ve ahenginden reformist örgütlenme mevcuttur kamu hareketinin içinde. Devrimci iddialarla hareket edip en kritik anlarda benzer bir pragmatizmle reformist anlayışla ortak iş tutmakta beis görmeyenler de az değildir. Fakat eksik olan tabanın seçim ve koltuk eksenli politikaya yedeklenmeden kendi bağımsız inisiyatifi, iradesi ve enerjisini ifade edebileceği kolektif örgütlenme ve mücadele zeminleridir. Tartışmalarda ifade edildiği biçimiyle söylenecek olursa öncü niteliklere sahip ancak işyerlerinin kısır zeminlerinde yalnızlaşmış ileri unsurların birleşebileceği zemindir. Bu bir parça başarıldığında bile son derece anlamlı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Çünkü hali hazırda birkaç istisna sendika şubesi dışında KESK’in hiçbir organında emekçilerin sosyal, sınıfsal ve siyasal talepleri için sistemli, planlı ve programlı bir mücadele hattı ortaya koyulmuyor. Günlük gelişmeler karşısında refleks tutumlar, emekçilerin güçlü bir tepki ortaya koyması gerektiği anlarda günü kurtaran eylemler, KESK’te artık bir çizgidir ve bu yeni değildir. Kararlı ve militan mücadele artık KESK’e hakim olan reformist çizgiler için ‘eski anılar’ durumundadır. Açıklık ve tutarlılık gibi kavramlar anılmaması gereken kavramlardır. KESK’in tablosuna dair herkesin paylaştığı bu tespitlerin bize anlattığı şudur: KESK’e hakim bu anlayışlara karşı da açık bir mücadele verilmelidir. Taban örgütlenmesi zemini üzerinde yan yana gelmek ve sınıfsal taleplerimiz için ortak mücadele ileri bir adımdır. Fakat bu yeterli değildir. Reformist çizgi sahipleri tarafından kötürümleştirilmiş özünde bir sınıf örgütlenmesi olan sendikalarımızı da kötürümleştirenlerden arındırmak için mücadele edilmelidir. Bu mücadele onları oturdukları koltuklardan kaldırmayı içerdiği gibi taşıyıcısı oldukları reformist ve uzlaşmacı dünya görüşüyle de ideolojik olarak mücadele etmeyi içermelidir. Eğitim Emekçileri Forumu, MEB’in ‘değerler’ eğitimi dayatmasına karşı bir çalışma başlatmayı önüne koymuş ve şu sıralar bunu örgütlemeye çalışıyor. Aynı zamanda önümüzdeki ay yapacağı 4. toplantısını da ilkelerini belirleyeceği bir içerikte kurguladı. Dördüncü toplantı eğitim emekçilerine aynı zamanda bir çağrıdır. Tabanın iradesine dayalı bir mücadele platformu örgütlenecek. Kendini sınıf mücadelesi saflarında ifade eden öncü ve mücadeleci kamu emekçileri, çeşitli özlük hakkı, ekonomik ve sınıfsal talepleri için mücadele edilmesi gerektiğini düşünen emekçiler, yalnızlaşmış mücadeleci emekçiler, bu çağrı öncelikle sizedir.
İstanbul’dan bir eğitim emekçisi
16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu
Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri
Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 48 * Fiyatı: 25 Kr * Ocak 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Millet Cd. Sultan Cami Sk. No 2 / 9 Fatih/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92