Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mayıs-Haziran

Page 1

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

İki aylık bülten * Sayı 50 * Mayıs - Haziran 2015

GREVLERE VE TOPLU SÖZLEŞME SÜRECİNE HAZIRLANALIM! Kamu emekçilerinin insanca yaşanabilir eşit ücret, ek ödemelerin emekli keseneğine dâhil edilmesi, grev hakkı, parasız eğitim ve sağlık, geçici-sözleşmeli-taşeron çalışanların kadroya alınması gibi temel talepleri ile işkolları ve hizmet kurumlarının kendine özgü taleplerini birleştiren birleşik bir mücadelenin içine çekilmesi bugünün ertelenemez görevidir.

EĞİTİMİN PİYASALAŞTIRILMASINA KARŞI BİLİMSEL, NİTELİKLİ VE KAMUSAL BİR EĞİTİM… 4

BÜYÜK HAZİRAN DİRENİŞİ

6

2015 TOPLU SÖZLEŞMESİNE DOĞRU

8

SEÇİMLER: VAATLER VE GERÇEKLER

11

ASİMİLASYON POLİTİKASINDA YENİ BİR ADIM

13

ACIMIZ BÜYÜK, ÖFKEMİZ DE!

14


2

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

1 MAYIS’IN ARDINDAN

GREVLERE VE TOPLU SÖZLEŞME SÜRECİNE HAZIRLANALIM!

1 Mayıs gündemi geride kaldı. Bir kez daha dünyanın dört bir yanında işçiler ve emekçiler meydanlara aktı. Ülkemizde de başta metropoller olmak üzere birçok kentte on binler 1 Mayıs meydanlarını doldururken, İstanbul 1 Mayısı’nda ise bir kez daha AKP’nin baskı ve yasakları karşısında Taksim iradesi gösterildi. AKP hükümetinin arka bahçesi durumundaki Hak-İş ve Memur-Sen ile zararsız muhalefet çizgisinde duran Türk-İş ve Kamu-Sen’in 1 Mayıs’ı “uysal” bir bayrama dönüştürme çabalarına rağmen DİSK, KESK, TTB ve TMMOB başta olmak üzere çeşitli sendika, kitle örgütü, ilerici ve devrimci güçler AKP’nin baskı ve yasaklarına tutum aldılar ve yasaklara rağmen Taksim tutumunda ısrarcı oldular. Sermaye iktidarının yanıtı ise şiddet, gözaltı ve tutuklamalar oldu. Taksim iradesi gösterilmesi, tüm zayıflatıcı etkenlere rağmen politik ve moral bir kazanım oldu. Çoktandır Taksim, bir alan tartışmasından çıkmış, düzenin baskı ve yasaklarına karşı bir başkaldırı anlamı kazanmıştı. Bu yönüyle Taksim iradesi, aynı zamanda AKP iktidarının gerçek yüzünün kitleler önünde teşhir edilmesinde önemli bir rol oynamaktaydı. Böyle bir tutumdan geri adım at-

mak, olsa olsa düzenin icazet dayatmasına teslim olmak anlamına gelecekti. Bu ise Taksim iradesinden geri adım atmayı zorlaştıran bir olguydu. Gerek çağrıcı konfederasyon ve meslek örgütleri, gerekse de reformist sol çevreler Taksim iradesinden geri adım atabilecek durumda değillerdi. Fakat bu iradenin hiç değilse işçi ve emekçilerin ileri kesimleriyle buluşturulmasına dönük anlamlı bir çaba ortaya konulduğu söylenemez. DİSK anlamlı bir katılım sergilemezken, KESK’te ise öncü kesimler dahi sınırlı katılım göstermiştir. 1 Mayıs’ı eylemli süreçler üzerinden şekillendirilen bir gün olmaktan çok “eylem çağrısı yapılan” bir güne indirgeyen bir yaklaşım, dün olduğu gibi bugün de sendikalara hâkim yaklaşım olmuştur. İşyerleri 1 Mayıs çalışmasının ana ekseni haline getirilmemiş, 1 Mayıs’ı önceleyen dönemler işçi ve emekçilerin talepleri doğrultusunda mücadeleye çekildiği dönemler olarak yaşanmamıştır. Böyle olduğu ölçüde de 1 Mayıs, geniş emekçi yığınların talepleri ile alanları doldurduğu bir gün olarak işlev kazanamamıştır. Her ne kadar AKP’nin yasaklamalarına rağmen gösterilen Taksim tutumu anlamlı olsa da, yasakların geniş kitlelerle aşılabileceğinin bilinciyle kitlele-


MAYIS - HAZİRAN 2015

ri 1 Mayıs’a hazırlayacak etkin bir çalışma yürütmek ve işyerlerine dönük hazırlık sürecine girmek yerine “çağrıcılık” yapmakla yetinilmiştir. Öyle ki, 1 Mayıs gündemli çeşitli düzeydeki toplantılarda 1 Mayıs gündemi seçim gündeminin gerisine düşmüş, buluşma noktaları birkaç gün kala belirlenmiştir. Otobüslerden inildiği yerlerde ise hiçbir inisiyatif geliştirilmemiş, buluşma noktası öncesinde polis barikatlarıyla karşılaşan kitleler kendi hallerine terkedilmiştir. Farklı noktalarda önü kesilen kitlelerin buluşabilmesi bu inisiyatifsizlik nedeniyle sağlanamamış, Taksim yönelimi gösterilmemiş ve bütün gün pazarlıklarla geçirilmiştir. Böylece “polis dağıtana kadar beklemek” olarak ifade edebileceğimiz bir tutum sergilenmiştir.

SEÇIM RÜZGÂRI VE 1 MAYIS’A ETKILERI 1 Mayıs’ı geri plana iten temel etmen ise parlamentarist solun seçim rüzgârına kapılmış olması gerçeği olmuştur. Öyle ki, 1 Mayıs’la ilgili sendika toplantılarının ana gündemi dahi 7 Haziran seçimleri olmuştur. Hemen her şey sandıktan çıkacak sonuçlara bağlanmış, bu ise 1 Mayıs gündemini ikincil plana itmeye yetmiştir. Solun çeşitli kesimlerini etrafında toplayan HDP’nin, AKP yasaklarını kınayan açıklamaların ötesinde, kitlesini Taksim 1 Mayıs’ına katmaya dönük özel bir çabası olmamıştır. Reformist solun parlamentoya bakış açısı ve Demirtaş’a sorulan “AKP ile koalisyon ortağı olur musunuz” sorusuna verdiği cevap bunun gerisindeki zihniyeti açıklayıcı niteliktedir. Demirtaş’ın “Biz Türkiye’yi kaosa, istikrarsızlığa sürüklemek için seçime girmiyoruz. HDP’in amacı Türkiye’de kaotik bir durum yaratmak değil” sözü, Taksim yasağı karşısında yasağı eleştiren tutumun ötesinde, neden bu yasağı fiilen aşmaya dönük özel bir çaba gösterilmediğini de açıklar niteliktedir.

3

KAMU EMEKÇILERI EYLEMLI SÜREÇLERLE TOPLU SÖZLEŞMEYE HAZIRLANMALIDIR 1 Mayıs’ın ardından 7 Haziran seçimleri gündemdeki yerini koruyor. Seçimlerin emekçiler üzerindeki sersemletici etkisi, bizzat reformist solun tutumları ile perçinleniyor. Burjuva partilerinin vaat yarışına HDP’nin başını çektiği reformist sol da katılmış bulunuyor. Seçimleri takip eden ay içerisinde ise kamu emekçilerini 2016-2017 yıllarını kapsayan toplu sözleşme süreci bekliyor. 7 Haziran seçimlerine dönük harcanan çabanın onda birini dahi toplu sözleşme sürecine dönük olarak harcamayan bir KESK gerçeği önümüzde duruyor. Denebilir ki, 13 Mayıs’ta BES’in yapacağı grev ile TTB ve SES başta olmak üzere çeşitli sağlık örgütlerinin birinci basamak sağlık hizmetlerinde 20-21-22 Mayıs tarihlerinde yapacakları üç günlük iş bırakma eylemleri KESK’in gündeminde yer almıyor. Fakat şurası çok açık ki, kamu emekçileri ne elde edeceklerse 7 Haziran seçimlerinde değil, ortaya koyacakları fiili mücadele ile elde edecekler. Bugün kamu emekçilerinin öncü-ilerici kesimleri, kamu emekçilerini fiili mücadeleye hazırlamanın görev ve sorumluluklarını sırtlanmalı, büro ve sağlık işkollarında yapılacak grevleri birleşik bir mücadelenin manivelası haline getirmelidirler. Kamu emekçilerinin insanca yaşanabilir eşit ücret, ek ödemelerin emekli keseneğine dâhil edilmesi, grev hakkı, parasız eğitim ve sağlık, geçici-sözleşmeli-taşeron çalışanların kadroya alınması gibi temel talepleri ile işkolları ve hizmet kurumlarının kendine özgü taleplerini birleştiren birleşik bir mücadelenin içine çekilmesi bugünün ertelenemez görevidir. Seçimlerin sersemletici etkisini kırmanın yolu da buradan geçmektedir.


4

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

EĞİTİMİN PİYASALAŞTIRILMASINA KARŞI BİLİMSEL, NİTELİKLİ VE KAMUSAL BİR EĞİTİM… Kamu işletmelerini büyük ölçüde özelleştiren AKP, özelleştirme saldırılarını, en temel kamusal hizmetlerden biri olan eğitim üzerinde yoğunlaştırmış bulunmaktadır. Ancak eğitimin özelleştirilmesi bir dizi güçlüklerle kuşatılmıştır ve bu nedenle TEKEL vb. kurumlarda olduğu gibi bir anda ve doğrudan gerçekleştirilememektedir. Toplumun olabildiğince büyük bir kısmının asgari düzeyde bile olsa temel bir eğitimden geçirilmesi, her şeyden önce, mevcut üretim ve birikimin (kapitalist birikim) artırılması, hiç olmazsa belirli bir seviyede tutulması için zorunludur ve bu zorunluluktan dolayı eğitim, toplumun tüm kesimlerinin yararlandığı bir hizmettir. Bu hizmetin bir anda özelleştirilmesi, bu hizmeti parayla “satın alabilecek” düzeyde gelire sahip olmayan ve toplumun büyük bir kesimini oluşturan emekçilerde bir tepkiye yol açacaktır. Bununla birlikte eğitimi yüksek karlılık vadeden büyük bir pazar olarak gören sermaye, bu hizmetin bir an önce özelleştirilmesini istemektedir. Tıpkı diğer özelleştirmeler gibi eğitimin özelleştirilmesi de AKP iktidarından çok daha önceleri planlanmış, fakat bunu gerçekleştirmek büyük ölçüde AKP’ye nasip olmuştur. AKP çıkardığı yönetmelik, yasa ve kararnamelerle eğitimin özelleştirilmesine yönelik yasal alt yapıyı büyük ölçüde tamamlamıştır. Özel okullara bedava arsa tahsisi, öğrenci desteği adı altında maddi kaynak aktarımı, çeşitli vergi indirimleri vb. teşvikler bu altyapıyı oluşturmaya yönelik çıkarılan yasal düzenlemelerden sadece birkaçıdır. Özelleştirmenin ideolojik alt yapısı da yine AKP’nin çok öncesinden beri oluşturulmaktadır. Bu çabalar sonucunda, toplumun büyük bir kesimi, özel okulların kamu okullarına göre daha nitelikli eğitim verdiği konusunda ikna edilmiş bulunmaktadır. Bu fark ortaya konurken, özel okullarla kamu okullarına giden öğrencilerin yaşam

koşulları arasındaki gittikçe büyüyen farklılıklar ve kamusal eğitim için ayrılan kaynakların yetersizliği gibi belirleyici etkenler göz ardı edilmiştir. TOBB, 2012’de hazırlamış olduğu ‘Türkiye Eğitim Meclisi Sektör Raporu’nda, eğitimde özel sektörün yeterince teşvik edilmediğini, özel sektörün eğitim içindeki payının çok düşük olduğunu ve özel okulların ne kadar başarılı olduğunu vurguladıktan sonra bir dizi veri sunmaktadır. Buna göre 2000-2012 arasında 12 yılda özel okulların sayısı %68, dershanelerin sayısı %134, özel kreşlerin ve özel öğrenci yurtlarının sayısı %71 artmıştır. Toplamda özel eğitim kurumlarının sayısı 9.640’dan 18.360’a yükselmiş ve %91’lik bir artış göstermiştir. Bu kuramlardaki öğrenci sayısı ise 2.084.102’den 4.379.561’ e yükselmiş ve %110’luk bir artış göstermiştir. Yine aynı verilere baktığımızda bu 12 yılda özel dershaneye giden öğrenci sayısı, 488.284’ten 1.234.738’e yükselirken, özel okula giden öğrenci sayısı ikiye katlanarak 500 bini bulmuştur. Gittikçe artan bu kurumlarda çalışan kişi sayısı da toplamda 300 bini aşmış bulunmaktadır. Özel eğitimdeki bu büyüme AKP hükümetinin, sözcülüğünü yaptığı, ulusal ve uluslararası sermayenin talepleri (GATS anlaşması gibi) doğrultusunda uygulamaya koyduğu politikaların doğrudan sonucudur. TOBB raporunda ortaya konduğu gibi, kamusal eğitimi tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen AKP, bunu iki yolla yapmaktadır: Kamusal eğitimi itibarsızlaştırmak ve özel eğitimi teşvik etmek. Kamusal eğitimin itibarsızlaştırılması büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Kamu okullarındaki eğitim seviyesindeki düşüş, planlandığı gibi, gözle görülür bir hal almış ve bu kurumlara çocuklarını gönderen emekçiler, bu kurumlardan umutsuzlukla bahseder olmuştur. Emekçilerin büyük çoğunluğunun, olanağı olması durumunda, özel bir okula çocuğunu gön-


MAYIS - HAZİRAN 2015

derme noktasında hemfikir olduğu bir gerçektir. Kamusal eğitimin gözden düşmesi için bilinçli bir politika yürüten AKP, aynı zamanda özel eğitimin daha da yaygınlaşması için her geçen gün yeni teşvik paketleri açıklamaktadır. Bu teşviklerle, aynı zamanda bu özel okulların daha geniş kesimler tarafından “ulaşılabilir” olması ve böylece daha da yaygınlaşması da amaçlanmaktadır. En son, özel okula gidecek her öğrenci için 3 bin lira “para desteği” verilmesi bu okullara gidecek öğrenci sayısının artırılmasına yönelik önemli adımlardan biridir. Bu “ulaşılabilirlik”, çalışma ve yaşam koşulları gittikçe kötüleşen emekçiler için geçerli değildir. Sonuçta devlet, 3 bin lirasını karşılasa bile emekçilerin büyük bir kesimi, bu ücretin geri kalan kısmını ödeyemeyecektir. AKP hükümetinin kamusal eğitimin tasfiyesine yönelik en büyük adımlarından birini de dershanelerin özel okula dönüştürülmesi oluşturmaktadır. AKP hükümeti döneminde ne dershanelerin sayısının %134 artması, ne de bu dershanelerin özel okullara dönüştürülmesi tesadüfi bir gelişmedir. Dershanelerin bu kadar artmasındaki en büyük etken, kamu liselerinde verilen eğitimin seviyesindeki büyük düşüştür. Başta emekçilerin yoğunlukta olduğu yerleşim birimlerindeki okullar olmak üzere, liselerin büyük bir kısmında, öğrencilerin, üniversite giriş sınavlarının gerektirdiği temel bilgi ve becerileri edinme olanağı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Sınav sonucunda çok az öğrencinin “gelecek vadeden” bir programa yerleşme ihtimali vardır ve asıl rekabet buralarda yoğunlaşmaktadır. Belli üniversitelerin belli bölümlerini kazanmak için başlayan kıyasıya rekabet, dolayısıyla dershanelere olan talebi artırmıştır. Gelinin yerde AKP, bu dershaneleri özel okullara dönüştürmek istemektedir. Bu dönüşüm için ortaya atılan ‘paralelle mücadele’ gerekçesi ise asıl nedeni örtbas etmekten öte bir anlam taşımamaktadır. Bir kere devlet, eğitimi tamamen özelleştirip bu “yükten” kurtulmak istemektedir. Sermaye ise böylesi kârlı bir alanın “%3’üne” değil tamamına hâkim olmak istemektedir. Bu durumda sayısı iki buçuk kat artmış olan dershanelerin özel okula dönüştürülmesiyle özel okul sayısı bir anda ikiye katlanacaktır. Dershanelerin özel liselere dönüşmesi, kamu emekçileri açısından da olumsuz sonuçlar yaratacaktır. Pek çok öğrencinin temel liselere kayıt yaptırmasıyla birlikte bir taraftan kamu liselerinde norm fazlası ortaya çıkarken, diğer taraftan bu liselere öğretmen ataması yapılmayacak ya da çok az atama yapılacaktır. Üstelik sayıları gittikçe artan özel ilkokul ve ortaokullarda kamu ilk ve ortaokullarında liselerdekine benzer sonuçlar doğuracaktır. Bir taraftan sayıları üç yüz bini bulan ve uzun süredir atanmayı bekleyen öğretmenler, bu özel okullarda güvencesiz bir şekilde karın tokluğuna çalıştırılırken, diğer taraftan kamu kurumlarında çalışan öğretmenler gittikçe eriyen bir kategori haline gelecektir. Eğitimdeki özelleştirme politikaları, toplumdaki sınıf farklılaşmasını daha da derinleştirmektedir. Sonuçta

5

mevcut uygulama, gelir seviyesi düştükçe alınan eğitimin niteliğinin de düşmesini beraberinde getirmektedir. Paran kadar eğitim uygulaması, emekçilerin çocuklarının temel eğitimin ötesine geçememesini beraberinde getirmektedir. Bir kere varlıklı kesimlerin çocukları, özel kreş ve anaokullarında aldıkları eğitimle daha başlangıçta bir fark yaratmaktadır. Bu fark ilkokul, ortaokul ve lise boyunca da devam edecek ve açı gittikçe büyüyecektir. Bu farklılaşmanın bir sonucu olarak, AKP’nin övünerek bahsettiği ve hemen her şehirde açtığı, hiçbir akademik niteliği olmayan ve seviyesi bir liseyi aşmayan ‘üniversiteler’, emekçi çocuklarının okuyacağı kurumlar olacaktır. Bu ‘üniversiteler’, öğrencilere verdiği eğitimin niteliği bakımından, öğrencileri oyalamaktan ve onları birer diplomalı işsiz yapmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. İstatistiklere göre, üniversite mezunu işsiz sayısındaki artış istikrarlı bir şekilde her yıl artmaktadır. ‘Yeni Türkiye’nin eğitim manzarası; bir tarafta gerek öğrenci ve gerekse okul olarak her türlü olanağa sahip, modern yöntemlerle ve daha çok yükselmeye imkân verecek bilgi ve donanımı kazandırmaya dönük eğitim veren özel okullar; diğer tarafta yoksul emekçi çocuklarının olanaksızlıklarına bir de kurumun olanaksızlıklarını ekleyerek 40-70 kişilik sınıflarda eğitim yapmaya çalışan, kamu okulları... Emekçi çocuklarının iyi bir eğitim almasını asla önemsemeyen iktidarın, çocukların kişisel-entelektüel gelişimini hiçe sayarak, onları kendi ideolojisi doğrultusunda yetiştirmeye çalışması (imam hatipleştirme, eğitimi dinselleştirme) da cabası. Eğitimdeki bütün bu belirsizlik ve karmaşa hükümetin bilinçli bir tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta piyasalaşma, eğitimin, piyasanın koşullarına tabi olması demektir. Bu durum, herhangi bir meta için geçerli olan yasanın bilgi için de geçerli olması demektir: Ne kadar paranız varsa o kadar alırsınız, paranız yoksa hiç alamazsınız. Bugün bilimsel, nitelikli ve kamusal bir eğitim mücadelesi, genel toplumsal mücadeleye ve özellikle de emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları için vereceği mücadeleye çok daha bağlı hale gelmiştir. Emekçilerin mevcut sefalet koşulları devam ettiği sürece, bütün eğitim olanakları eşitlense bile –ki herkese eşit olanaklar sunmak kapitalizmin doğasına aykırıdır- bunun sonuçlar üzerindeki etkisi çok cılız kalacaktır. Bunun böyle olması, bilimsel, nitelikli ve kamusal bir eğitim için verilen mücadelenin gereksiz olduğu anlamına gelmez. Bu, yalnızca bu mücadelenin yalıtık, kendi başına ele alınmayacağını ifade eder. Kamusal eğitimi tasfiye ederken, özel okullara her türlü teşvik ve olanağı sunan devlet, aynı zamanda eğitim emekçilerini her türlü hak ve güvenceden yoksun bırakarak, eğitim baronlarına dikensiz gül bahçesi sunmak istemektedir. Bütün bunlar, devletin sınıf kimliğini en yalın ve açık bir biçimde ortaya koyarken, emekçilerin kader birliğine de işaret etmektedir.


6

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

BÜYÜK HAZİRAN DİRENİŞİ Şimdi zaman, işçi sınıfının Haziran Direnişi’ni yaratma zamanıdır. Şimdi zaman, tabanın iradesini açığa çıkarma ve o büyük günlere hazırlanma zamanıdır. Büyük Haziran Direnişi’nin yıldönümüne sayılı günler kaldı. Kısaca o günlerde neler oldu hatırlayalım. Koyu bir karanlığın hüküm sürdüğü, yaprak kıpırdamadığı ve hiçbir şeyin bu durumu değiştiremeyeceğinin zannedildiği bir dönemde, 1 Mayıs’ın yasaklanmasına karşı sergilenen militan mücadeleler, 31 Mayıs 2013’te başlayan büyük direnişin ayak sesleri oldu. 27 Mayıs’ta iş makineleri Topçu Kışlası’nın inşa edilmesi için Gezi Parkı’na girdi. İş makinelerinin parka girmesinin ardından Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemek isteyen grup, iş makinelerine ve polis terörüne karşı kendilerini siper etti. Sosyal medya aracılığıyla olay kısa sürede yayıldı ve birçok kesimden insanın desteklemesi ile Gezi Parkı ülke gündemine oturdu. Kısa sürede büyüyen direniş karşısında dönemin başbakanı Erdoğan, “Üç-beş çapulcuya boyun eğmeyeceğiz!” deyip arkasından Fas’a gitti. Burjuva medya suskunluk fesadına girdi. Dünya basınının oldukça ilgi gösterdiği direniş, yerli burjuva basın tarafından görmezden gelindi. Yaklaşık üç hafta süren olaylarda her kesimden insan kendi talepleriyle sokaklara aktı. Türkiye’nin başta büyük şehirleri olmak üzere en ücra köşeleri bile hareketlendi. Milyonlarca insan sokaklara çıktı. Kitleler yürüyordu her yerden, her koldan ve her saat. İçki yasağı, kürtaj yasağı, sosyal yıkım saldırılarının yanı sıra büyük bir kent yağ-

ması, çevrenin hoyratça tahribi, yaşam alanlarına ve yaşam tarzlarına müdahale, artan dinsel gericilik… Yanı sıra Alevilerin artan hoşnutsuzluğu, Kürt sorunun ağırlığı, azgın devlet terörü, toplumun dizayn edilmeye çalışılması vb. nedenler kitleleri sokaklarda buluşturuyordu. İşçisi, emekçisi, genci, kadını, hoşnutsuz olan herkes sokaktaydı. Hiç beklenmedik bir anda ve kendiliğinden harekete geçen halk, artık yeter diyordu. Mesele ağaç meselesini aşmış, memleketin tüm sorunlarının aynı yerde buluşması sağlanmıştı. Yıllardır AKP eliyle yürütülen saldırı politikalarına karşı biriken öfke açığa çıkmıştı. Direnişçiler, azgın polis terörüne rağmen Gezi Parkı’nı ele geçirmiş, çadırlarını kurmuştu. 15 gün boyunca paranın olmadığı, dayanışmanın hüküm sürdüğü komün yaşam, hayata geçirilmişti. Gezi Parkı’nda, gönüllülerin çalıştığı kütüphane, revir ve mutfak gibi tesisler kurulmuştu. Kitleler devlet yasaklarını aşmış, özlemini duydukları geleceği pratiğe, hayata geçirmeye başlamışlardı. Sağlık emekçileri, tüm baskı ve tehditlere rağmen gönüllü sağlık ekipleri kuruyor, avukatlar gönüllü hukuki destek birimleri oluşturuyor, halkın yanında ve direnişin içinde yer alıyorlardı. Gençler ve kadınlar en önde barikat başlarında çatışıyorlardı. En önde idiler, çünkü gençliğin geleceksizlik kaygısı büyümekte, kadınlar sokak ortasında öldürülmekteydi. “Çocuklarınızı sokaklardan


MAYIS - HAZİRAN 2015

çekin” denilen anneler sokakta çocuklarıyla el ele kavgayı büyütmekteydiler. Sokağın öfkesi dinmek bilmiyor, haftalara yayılıyordu. “Artık tamam çadırları kaldıralım, yerellerimize gidelim, mücadeleye oralarda devam edelim” diyen siyasal anlayışların tüm çabalarına rağmen Gezi Parkı sakinleri, bulundukları alanı terk etmeme kararı aldı. “Marjinaller” ile halk iç içe geçmişti. Toplum direnişle büyük bir özgüven kazanmış, moral üstünlük sağlanmıştı. Devlet de tam bundan korkuyordu. Devlet korkuyor, korktukça faşist uygulamaları artırıyordu. Günlerce süren direniş ve sonraki dönemde; Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Berkin Elvan, Mehmet İstif, Elif Çermik devlet terörüyle katledildiler. 11 Haziran’da Taksim Meydanı’na ve ardından 15 Haziran akşamında park çadırlarına yönelen polis vahşeti sonrasında Gezi Parkı dağıtıldı. Parktan çekilen kitleler, bulundukları alanlarda forumlar oluşturarak yoluna devam ettiler. Haziran ruhu, Berkin Elvan’nın cenazesinde, 1 Mayıs’ta, Soma Katliamı’nda, sansür yasaklarında, Greif fabrikasında, 6-7 Ekim isyanında, Özgecan Arslan eylemlerinde devam etti. Büyük Haziran Direnişi’nde işçi ve emekçiler de yerini almıştı. Günlerce süren direnişe işçi ve emekçiler bireysel olarak katılmışlar, biriken öfkelerini sokağa taşımışlardı. Ancak emekçiler, örgütlü güçleriyle orada değildiler. Sınıfın yıkıcı ve değiştirici gücü açığa çıkamamıştı. Dolayısıyla Haziran Direnişi, genel direniş genel grevle taçlandırılamamıştı. Sendikalar esip gürlüyor ancak sınıfın dinamizmini açığa çıkaracak genel grevi ilan etmiyordu. İsyanın öncüsü ve sürükleyicisi olması gereken işçi sınıfı, halk isyanına bir bileşen olarak katılıyor, isyana sınıf değil, halk damgasını vuruyordu. Türk-İş, Kamu-Sen ve Hak-İş kendilerinden beklenildiği gibi büyük direnişe mesafeli durdu ve hatta devletin dilini kullanarak direnişi hem terörize etmeye hem de itibarsızlaştırmaya çalıştı. 4-5 Haziran’da grev kararı alan DİSK ve KESK, ardından 17 Haziran’da da bir günlük grev yaptılar. Bir yerlerde toplanıp kısa süreli yürüyüşlerle ba-

7

sın açıklaması yapılmasının ardından, grevci kitle dağıldı. Üretimden gelen güç harekete geçirilememiş, Haziran ruhu örgütlü bir biçimde işçi ve emekçilere taşınamadı. Haziran Direnişi’nde sendikalar örgütlenme tarzları, programsızlıkları ve emekçilerden kopuklukları vb. nedenlerle sınıfta kaldılar bir kez daha. AKP, Haziran Direnişi’nden bu yana artan devlet terörünü iç güvenlik paketleriyle yasal kılıfa büründürmeye çalışmaktadır. Sermaye devletinin ve AKP’nin korkuları o kadar çok artmıştır ki en ufak bir hak için sokağa çıkan kesimler bile tehlike olarak görülmekte, her türlü gösteri ve yürüyüş yasaklanmaktadır. Korkuları nedensiz değil, çünkü devleti saran siyasal, toplumsal, ekonomik kriz artık kör gözlerin bile görebileceği bir duruma gelmiştir. Mevcut durum yeni Haziranların kapıda olduğunu bize anlatmaktadır. Toplumun en dinamik ve en hareketli kesimlerinin hoşnutsuzluğu büyümekte iken, sınıf grev kararları almakta, sendikalarından hesap sormaktadır. Anlaşılan odur ki artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yasaklanan grev kararlarına rağmen sınıf örgütlenmekte, var olan öfkeyi büyütmektedir. Sözgelimi, Bursa’da Türk metal çetesine karşı açığa çıkan öfkenin tüm sınıfı sarması kuvvetle muhtemeldir. Krizlerin, savaşların, bunalımların yaşandığı dönemlerde işçi sınıfının mücadele sahnesindeki yerini aldığını, alacağını tarih bize göstermiştir. Söz, yetki, karar hakkının işçi sınıfında olduğu örgütlenme tarzı ile doğru taleplerle ve devrimci bir mücadele programıyla örgütlenen işçi sınıfı, tüm ayak bağlarından kurtulacaktır. İradesini açığa çıkaran sınıfın önünde ne sendika bürokratları ne AKP ne de sermaye durabilecektir. Sınıfın tarih sahnesinde olacağı bu ön günlerde sınıf mücadelesi en büyük silahımız olacaktır. İlerici öncü tüm kamu emekçilerine çağrımızdır: Şimdi zaman, öfkeyi örgütleme zamanıdır. Şimdi zaman, söz, yetki, karar hakkını elde etmek için taban örgütlerini yaratma zamanıdır. Şimdi zaman, yeni Haziranlar yaratma zamanıdır. Şimdi zaman, Haziran Direnişi’ni ileri taşıma ve aşma zamanıdır. Şimdi zaman, işçi sınıfının Haziran Direnişi’ni yaratma zamanıdır. Şimdi zaman, tabanın iradesini açığa çıkarma ve o büyük günlere hazırlanma zamanıdır.


8

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

2015 TOPLU SÖZLEŞMESİ’NE DOĞRU

Toplu sözleşme görüşmelerinin resmi oturumlarına iki aylık bir zaman dilimi kaldı. 2013 toplu sözleşmeleri Memur-Sen’in satış sözleşmesini imzalaması ile sonuçlanmış, Haziran Direnişi’nin yarattığı toplumsal atmosfere rağmen ihanetin önü kesilememiş ve kamu emekçileri iki yıl boyunca satış sözleşmesine mahkûm edilmişti. 2013 toplu sözleşmeleri Memur-Sen’in ihanetini tescillerken, KESK’in de iflasını açığa çıkarmıştı. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak yılın ilk günlerinden bu yana 2015 toplu sözleşmelerine çubuk büküyor, hem yayınlarımız aracılığıyla, hem de bulunduğumuz sendikal zeminlerde ve taban inisiyatiflerinde ortaya koyduğumuz tutumla TİS sürecini KESK’in gündemine sokmaya çalışıyoruz. Erkenden gündeme alınmasının ve güncel gelişmelerle bağı kurularak grev eksenli bir mücadele programı oluşturulmasının, TİS’i kazanmanın ilk olanaklarını elde etmek açısından önemli olduğunu vurguluyoruz. TİS hazırlığı bakımından KESK’in güncel tablosunu ifade etmeden önce 2013 sözleşmesinde ne yaşamıştık, önemli bazı yönleriyle onu hatırlatalım.

2013 TOPLU SÖZLEŞMESI’NDE NE OLMUŞTU? 2013 Toplu Sözleşmesi’nin önceki TİS görüşmelerinden en önemli farkı Haziran Direnişi’nin hemen arkasından gelmiş olmasıydı. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal mücadele tarihine damga vuran böylesi bir direnişin moral

imkânlarıyla girilmiş bir TİS süreciydi söz konusu olan. Kuşkusuz bu, KESK ve ilerici kamu emekçileri açısından böyleydi. Tablonun diğer yanında ise hükümet ve Memur-Sen’in Haziran Direnişi’nin sarsıntısıyla bir an önce ve mümkünse oldubittiye getirerek süreci bitirmek basıncı vardı. Memur-Sen zaten başından beri AKP ile kader birliği yaptığı için, onu emekçilerin taleplerinin taşıyıcısı saymamak gerekir. Zira TİS görüşmeleri sırasında hükümetin söylediğinin bile aşağısında bir teklifte bulunmuş, nihayetinde enflasyon farkını iç ederek ilk yıl seyyanen artışla, sonraki altı aylık dönemlerde ise yüzde 3’lük bir zam oranıyla TİS’i imzalamıştı. 2013 sözleşme döneminin, Haziran Direnişi’nin etkilerinin devam ettiği dönemde yaşanmış olması, TİS’i kendisini aşan bir politik ağırlığa büründürmüştü. Hükümet ve Memur-Sen, tutumlarını esas olarak bu olguya dayalı olarak belirlemişler, kazasız belasız bu ağırlıktan kurtulmanın yolunu tutmuşlardı. Kaygı duyulan, KESK ve Kamu-Sen’i bertaraf etmekte yaşanabilecek zorluklar değildi; zira KESK, programsız ve hazırlıksızdı, Kamu-Sen ise bu yönüyle zaten bir tehdit oluşturmuyordu. Kaygı duyulan, emekçilerin kendiliğinden gelişebilecek muhtemel tepkilerinin önünü alabilmekte yaşanabilecek zorluklardı. KESK’in programsız ve hazırlıksız olması, görüşme sürecine bağlı olarak tutum belirlemesi, KESK’in sürecin dışına itilmesini ve etkisizleştirilmesini kolaylaştırırken, sözleşmenin bayram tatili öncesinde oldubittiye getirilerek imzalanması ise emekçilerde oluşan tepkinin soğumasını kolaylaştırdı. Böylece hükümet ve Memur-


MAYIS - HAZİRAN 2015

Sen, KESK’in hazırlıksızlığını ve kamu emekçileri hareketinin dağınıklığını fırsata çevirerek, TİS sürecini oldubittiyle sonuçlandırmayı başardılar. Özetlersek; 2013 Toplu Sözleşmesi, kamu emekçileri açısından ekonomik olarak kayıpla ve politik olarak yenilgiyle sonuçlandı. Denebilir ki, 2013 Toplu Sözleşmesi’nin en olumlu sonucu; en çok üyeye sahip Memur-Sen’in ihanetçi kimliğinin tescillenmesi ve bu ihanetçi kimliğin özel bir teşhir çalışması yürütülmeden dahi emekçi yığınlar içerisinde teşhir olması olmuştur. Öyle ki ihanetin baş sorumlularından olan ve şimdilerde milletvekilliği ile ödüllendirilen A. Gündoğdu bile yarım ağızla da olsa bunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. 2013 TİS sürecinin ortaya koyduğu bir başka olgu ise programsız, uzlaşmacı bir mücadele perspektifi ile toplu sözleşme süreçlerinin kamu emekçileri lehine çevrilemeyeceğini gözler önüne sermesi ve KESK’e hâkim icazetçi-bürokratik çizginin iflasının bir kez daha tescillenmesi olmuştur.

2015 TOPLU SÖZLEŞME SÜRECINE GIRERKEN... Önümüzdeki toplu sözleşme dönemi birçok bakımdan 2013 TİS dönemiyle farklılıklar gösteriyor. Bu farklılıklar, kendisini ilkin toplumsal ve siyasal atmosfer bakımından, ikincisi ise emekçilerin ekonomik ve sosyal yaşam düzeyleri ve ihtiyaçları açısından ortaya koymaktadır. Toplu sözleşmeler, henüz kamu emekçilerinin gündeminde değil. Bunun gerisinde ise bir yandan genel olarak sendikaların, özelde ise KESK’in TİS’e hazırlığı bakımından bugün içinde bulunduğu durum, diğer yandan ise içinden geçtiğimiz dönemin siyasal tablosu bulunuyor. Siyasal gündemin başında 7 Haziran seçimleri yer tutmaktadır. Seçimler, düzen partilerinin adaylarını ilan edip seçim beyannamelerini açıklamasından sonra toplumsal gündemde egemen oldu; giderek daha fazla günlük sohbetlerin, TV programlarının, gazete manşetlerinin vazgeçilmezi haline geldi. Bunlar, her seçim döneminin rutin görünümleri olsa da 7 Haziran seçimlerinin ayırt edici ve ‘merakla beklenen’ iki önemli sonucu var. Biri HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı, diğeri ise ilkine de bağlı olarak AKP’nin parlamentoda güç kaybedip kaybetmeyeceği. Sonucu merakla beklenen bu iki konu, toplumun seçimlere olan ilgi ve dikkatini daha da arttırmış görünüyor. Burjuva siyasal gündemdeki ağırlığından bağımsız olarak ikinci temel gündem ise ekonomik kriz olgusudur. AKP şahsında düzen cephesinde ne kadar geri planda tutulmaya ve geçiştirilmeye çalışılırsa çalışılsın nesnel bir olgu olan ekonomik kriz, işçi ve emekçiler açısından yakıcı bir gündem haline gelmiş bulunuyor. Hak kayıpları ve reel ücrette yaşanan erime vb. olgular bir yana, son bir ay içerisinde dolar kurundaki önlenemez yükseliş ve bunun karşısında TL’nin yaşadığı değer kaybı, kriz olgusunu emekçilerin yaşamında zorunlu bir gündem haline getirdi. Bugünkü haliyle yüzde 25 düzeyinde bir deva-

9

lüasyon yaşandığı ifade ediliyor. Fakat bir yanda da dolar, ‘yeni yükseliş rekorları’ kırıyor. Açık ki ekonomik kriz olgusu giderek daha da derinleşecek ve yıkıcı sonuçlarını daha fazla hissedeceğiz. Bu gerçeği, düzen partilerinin seçim beyannamelerinden de görmek mümkündür. AKP’sinden CHP’sine, CHP’sinden MHP’sine, hepsi de krizin emekçilere kaybettirdiklerinden hareketle iktisadi ve sosyal vaat yarışına girmiş durumdalar. Krizin yarattığı ekonomik sosyal kayıplar karşısında toplumsal beklentileri oya tahvil etmenin derdindeler.

KESK’IN GÜNDEMI VE “ACABA SEÇIMLERI MI BEKLESEK?” IKILEMI KESK, bir süredir toplu sözleşme gündemini kendi kitlesi içerisinde işliyor ve “biz TİS’ i bütçe görüşmelerinden beri gündemde tutuyoruz” diyor. Dönüp bu açıdan ne yapıldığına baktığımızda yine ve bir kez daha protesto sınırlarını geçmeyen basın açıklamalarından ötesini göremiyoruz. BES’in Merkez Temsilciler Kurulu’nda almış


10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ olduğu kararlar ve 13 Mayıs grev kararı, SES’in Toplu Sözleşme Kurultayı gerçekleştirmesi, TTB’nin çağrısı ile toplanan sağlık örgütlerinin 20-21-22 Mayıs tarihlerinde birinci basamak sağlık hizmetlerinde üç günlük iş bırakma kararı almaları görece olarak anlamlı olsa da, alınan kararlar KESK’e taşınmadıkça ve bütünlüklü bir mücadele programı oluşturulmadıkça, bu olumlu adımların anlamlı sonuçlar üretmesi olanaklı görünmüyor. KESK ve bağlı sendikaların anket, broşür vb. sınırlı çalışmalarını bir yana bırakırsak, denebilir ki toplu sözleşme süreçlerine ilişkin hâlihazırda anlamlı bir tutum ve çalışma bulunmuyor. Mevcut çalışmaların ana eksenini TİS taleplerinin belirlenmesi veya propagandası oluşturuyor. Peki ama bugünden ilan ettiğiniz bir mücadele programınız, taleplerin kazanılması yönünde geniş kamu emekçileri kitlesini harekete geçirmeyi ve taban iradesi yaratmayı önüne koyan bir perspektifiniz yoksa en iyi talepler silsilesini hazırlasanız bile ne elde edebilirsiniz ki? Sorun özünde burada düğümleniyor. Kamu emekçilerinin talepleri ve sorunları bilinmiyor değildir. Sorun, bu taleplerin nasıl elde edileceğiyle ilgilidir. Olmayan da budur; sistemli, programlı, grev eksenli ve kararlı bir mücadele. Mevcut güçsüzlüğüne rağmen sadece KESK tabanının değil bütün kamu emekçilerinin KESK’ten beklediği de bütünlüklü ve sonuç alıcı bir mücadele programıdır. En son Eğitim-Sen’in nöbet eyleminin emekçiler tarafından sahiplenilmesi, kamu emekçilerinin mevcut güçsüzlüğüne rağmen hala KESK’ten böyle bir beklenti içinde olduğunun işareti sayılmalıdır. Fakat özgür giyim kuşam ve nöbet eylemindeki gibi eklenti olarak değil, mücadelenin öncüsü olarak! KESK’in bugünkü gündemini kamu emekçilerinin talepleri, beklentileri, düzenin sosyal saldırı programları ve toplu sözleşme süreci değil, 7 Haziran seçimleri oluşturuyor. Şubat ortasında toplanan ve “toplu sözleşme süreci dâhil mücadele programı taslağının tartışılması” gibi bir ana gündemi de bulunan KESK Genel Meclisi toplantısından herhangi bir mücadele programı taslağı veya sonuç bildirgesi dahi çıkmadı. Siyasal düzlemde olduğu gibi KESK içindeki sendikal gruplar da önemli bölümüyle HDP’nin kuyruğuna takılmış ve sıralanmış bulunuyorlar. HDP’nin barajı geçme istek ve beklentileri sınıf mücadelesinin onlara yüklediği asli sorumlulukları unutturmuş görünüyor. HDP barajı aşarsa emekçiler payına da köklü değişiklikler olabileceği temelsiz inancı, KESK içindeki sendikal grupların elini kolunu bağlamış görünmektedir. Kuşkusuz bunda KESK içindeki HDP eksenli bileşenlerin tayin edici etkisi vardır. Tablo böyleyken ve TİS söz konusu olunca utangaç bir biçimde olsa da “hele şu seçim bir geçsin ondan sonra bakarız” tutumu hâkim hale gelmiştir.

OLANAKLAR VE HANDIKAPLAR Temel yönleri üzerinden ve geriye dönük olarak ver-

meye çalıştığımız gelişmelere bakıldığında iyimser bir tablonun olmadığı açıktır. KESK’in ataleti ve kamu emekçilerinin mücadelesine önderlik etmedeki iddiasızlığına rağmen nesnel gelişmeler önemli dinamikler barındırmaktadır. Elbette bunların en önemlisi ekonomik kriz ve yarattığı tahribattır. Tüm emekçiler gibi kamu emekçilerinin de önemli kayıpları ve bunun karşısında beklentileri bulunmaktadır. Diğeri ise bugünkü şaşasına rağmen nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın seçimin emekçilerin yarasına merhem olamayacağı gerçeği ve seçimin bugünkü sersemletici etkisinin geçici oluşudur. Üçüncüsü ise bugünlerde metal sektöründe Türk Metal çetesinin yaşadığı gibi bir akıbetin Memur Sen’i bekliyor olmasıdır. Bu konuda somut veriler henüz zayıf olsa da, kamu emekçileri 2013 TİS satışının sorumlusu olarak Memur Sen’i görmektedir. Yayınlarımızda sık sık sınıf hareketinin gelişme dinamiklerine vurgu yapıyoruz. Bir yandan sınıf mücadelesinin dinamiklerini ortaya koyuyor, fakat öte yandan da bu dinamiklerin grev yasakları ve sendikal bürokrasi tarafından bastırılabildiğini dile getiriyoruz. Fabrika ve işyerlerinde yaşanan kalkışmalar, bizzat sendikal bürokrasinin kırıcı etkisiyle henüz lokal biçimleri aşabilmiş değil. Fakat kamu emekçileri hareketi, sınıf hareketinin lokal eylemlere sıkışmasının aşılmasında önemli bir rol oynayabilir. Her şeyden önce kamu TİS’leri, bir fabrika ya da işletmede yapılan TİS’lerden farklı olarak 3 milyon kamu emekçisini ve milyonlarca memur emeklisini ilgilendirmektedir. TİS süreci yaklaştıkça kamu emekçilerinin birikmiş tepki ve öfkesinin açığa çıkması, TİS görüşmeleri sırasında ise bu öfkenin patlaması olasılıklar içerisinde yer almaktadır. Ne var ki emekçilerde biriken tepki ve öfkeyi kucaklayabilmek, ancak bu sürece hazırlıklı ve hak alıcı bir mücadele programı ile girmekle mümkün olacaktır. Burada da en büyük handikap bir kez daha KESK’in reformcu-icazetçi çizgisidir. Bu ise taban örgütlenmelerini daha yakıcı hale getirmektedir. Bu süreci kucaklayabilmek için kamu emekçilerinin temel taleplerinin kazanılmasına odaklanan, grev eksenli bir mücadele programına dayanan ve emekçilerin iradesini açığa çıkartacak, tek tek sendikaların almış oldukları eylem kararlarını KESK bütünlüğünde bir tutuma dönüştürecek bir pratik süreç işletilmelidir. Bunun için de bir yandan kapsamlı bir mücadele programının oluşturulması için KESK’i zorlayacak adımlar atılmalı, öte yandan da yüzümüzü işyerlerine dönmeli, emekçilerin toplu sözleşme sürecine aktif katılımını sağlamak amacıyla işyeri toplantıları örgütlemeli, çeşitli düzeylerde toplu sözleşme komisyonları kurmalıyız. Bu başarılamazsa önümüzdeki toplu sözleşme dönemi bir kez daha KESK’in kayıplar hanesine yazılacak, kamu emekçilerinde gelişen tepki ve öfkenin akacağı kanallar yaratılamamış ve dolayısıyla kurutulmuş olacaktır.

Sosyalist Kamu Emekçileri


MAYIS - HAZİRAN 2015

11

SEÇİMLER: VAATLER VE GERÇEKLER Toplumsal yasalar, hak ve özgürlükler, yazılı yasalar, parlamentolar ya da herhangi bir sermaye partisinin vaatleri tarafından değil, sınıflar mücadelesi ve bu mücadeleye katılan emekçi sınıfların bilinç ve örgütlenme düzeyi tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle daha fazla özgürlük ve daha fazla hak elde etmenin yolu parlamentodan değil, daha fazla örgütlülük ve daha fazla mücadeleden geçmektedir.

Sosyalist dünya görüşü olay ve olguları toplumsal bağlamı içinde ele alarak ortaya koyar. Bu toplumsal bağlam içinde nesnel, somut ve belirleyici olan sınıf ilişkileri ve kapitalizmin ekonomik yasalarıdır. Bir ülkeye savaş açılıp açılmayacağından nasıl bir nüfus politikası yürütüleceğine, eğitim ve sağlık politikasından nasıl bir hukuki uygulamanın yürürlüğe gireceğine ve hatta bireyler arası ilişkilere kadar her şey bu temel tarafından koşullanır. Tarihten gelen tüm verili durum, bu temelin zorlamaları ve bilinçli müdahaleler karşısında değişir, dönüşür, elenir ve burjuvazinin çıkarlarıyla uyumlu hale gelir. Burjuva dünyasının tüm üst yapısı bu temel üzerinde yükselir ve bu temeli besleyecek şekilde kurumsallaşır. Kapitalistler farklı rekabet biçimleri altında (ekonomik, siyasal, sosyal, savaş vb.) toplumsal üretime servet ve sermaye biçiminde el koymaya çalışırlar. Bu rekabeti düzenlemek ve emekçileri baskılamak amacıyla devlet, hukuk, parlamento, “bilim” vb. kurumlar tekrar tekrar yapılandırılır ve NATO, AB, G-8 başta olmak üzere yüzlerce emperya-

list kuruluş oluşturulur ve “gerektiğinde” devreye sokulur. Burjuva dünya görüşü ise toplumsal olgu ve olayları toplumsal bağlarından, nedensellik ilişkilerinden ve tarihselliğinden kopararak yalıtık bir biçimde ele alır. Bu toplumsal bağları kurmaya çalıştığında ya da kurmak zorunda olduğunda da her şeyi ters yüz eder. Toplumsal ilişkilerin karmaşıklığı içinde nesnel ve somut olanla öznel ve soyut olan her şey bir birine karışır; temel, nesnel, belirleyici ve esas olanla tali olan, aynı dereceye indirgenir. Çoğu zaman, özenle seçilen bir dizi neden ve sonuç, sermayenin çıkarlarını destekleyecek bir kurguya dönüştürülerek yeniden özenle bir araya getirilir. Bütün bu karmaşıklığın gerisinde; sömürü, şiddet, adaletsizlik, savaş, intihar, eğitimsizlik, açlık, yetersiz beslenme vb. sorunların üretildiği toplumsal temeli gizleme çabası yatmaktadır. Sermaye partileri, başta çevresindeki sermaye grupları olmak üzere tüm sermayeyi büyütmeyi hedeflemekte-


12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ dirler, ancak bunu yapabilmeleri için seçimi kazanmaları ve dolaysıyla emekçilerin oylarını almaları gerekmektedir. İşte tam bu noktada “vaatler” devreye girer ve kapitalizmin tüm temelleri ve nesnel yasaları göz ardı edilir: toplumda sınıflar, emek-sermaye çelişkisi yoktur; emekçinin en az haklara sahip olduğu, en düşük ücreti aldığı ve en uzun iş gününün uygulandığı devlet, sermayenin en fazla kâr sağladığı ve dolaysıyla en fazla yabancı sermayeyi çekme potansiyeli taşıyan devlet değildir; ücret, fiyat, enflasyon, iç ve dış borçlar, borsa, sermaye birikimi, kâr, rant, faiz, nüfus vb. gibi olgular arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi ise çoktan ortadan kalkmıştır. Toplumsal sorunlar çözülecek, demokrasi, adalet ve eşitlik gelecek, emekçilerin hakları verilecek, çalışma ve yaşam koşulları iyileştirilecektir. Bu vaatlerde her şey mümkündür. Bununla birlikte bu vaatlerin büyük çoğunluğu gerçekleşmez, gerçekleşti denilenler ise hiçbir doyurucu sonuç yaratmaz; demokrasi, hukuk, adalet dedikleri şey ise çok geçmeden bin bir türlü yasakla kuşatılır. Burjuva partilerinin propagandada toplumun gözünden kaçırdıkları nesnel durum, maddi temel, yani kapitalizmin maddi yasaları iktidara geldiklerinde en katı bir şekilde karşılarına çıkar. Kapitalizmin nesnel yasalarını “tanrı yasası” sayan bu partiler, emekçilere verdikleri vaatleri bir kenara bırakırlar. Bununla birlikte tamamen “yalancı çıkmamak” için bazı vaatleri karşılamaları gerektiğinde hemen karşıt etkiler devreye girer. Örneğin hükümet, emekçilerin tepkilerini hafifletmek için zorunlu olarak asgari ücreti artırdığında, sermayedarlar hemen ücretlerin yüksekliğinden, maliyetin pahalılığından, rekabet koşullarının zayıflamasından yakınırlar. Bu durumda, devlet ya bu ücretlerin bir kısmını kendisi öder ya da sermayedarların ödediği vergilerin bir kısmını kaldırır. Her iki durumda da toplumu bekleyen şey, vergilerdeki yeni bir artışla, ücretlerdeki yükselişin maliyetinin, patronlardan sırtından alınıp tüm toplumun, özellikle de emekçilerin sırtına yüklenmesidir. Ücretlerin yükselmesi durumunda devreye girebilecek bir diğer etken de enflasyonun yükselmesidir. Bir taraftan enflasyon, diğer taftan vergilerdeki artış, ücretleri tekrar alışıldık alım gücü sınırlarına çeker. Ekonomide durum bu iken, demokratik haklarda da durum çok farklı değildir. Sermaye devleti, sermaye birikimine, kapitalist rekabete “halel getirecek” hiçbir davranışa izin vermek istemez ve tüm kurumlarıyla bu tür gelişmelerin karşısında yer alır. Emekçilerin örgütlenmesi, daha iyi bir yaşam talebi, kent yağmasını ve arazi rantını engelleyecek girişimler, grev, tatil hakkı, kreş hakkı, daha insani koşullarda çalışma talebi, daha insanca yaşanacak bir ücret talebi, iş güvenliği, eşit işe eşit ücret talebi, kamusal, nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti gibi tüm toplumsal demokratik talepler, kârlılığı azaltma potansiyeli taşıyan, rekabet koşullarını zayıflatabilecek taleplerdir. Üstelik bu talepler, burjuvazinin sınıf iktidarını sınırlama potansiyeli olan ve emekçilerin daha

fazla söz hakkı elde etmesini sağlayabilecek gelişmelere sebep olabilmektedir. Sonuçta demokratik haklar da ekonomik haklar gibi mevcut sistem içinde güdük kalmaya mahkûmdur. Dönemsel bazı iyileşmeler ve denge durumları, sınıflar mücadelesinin keskinleşmesi sonucu bazı hakların iyiden iyeye genişletilmesi geçici bir durumu ifade etmektedir. Bu denge durumu ya mevcut sistemin temelinden bir değişikliğe gitmesiyle ya da sermayenin tüm fırsatları kollayarak tekrar eski gücüne kavuşmasıyla sonuçlanır. Bu geçici durumun ne kadar süreceği tamamen bu süreci belirleyen dinamiklere (sınıfların güç dengelerine) bağlıdır. Geçmişte başta Avrupa ülkeleri olmak üzere hemen tüm dünyada emekçilerin var olan haklarının büyük bir kısmı artık elinden kayıp gitmiştir. Bugün dünya tarihinde eşine az rastlanır bir adaletsizlik ve sömürü hüküm sürmektedir. Bunun sonucunda tekrardan toplumsal bir hareketlilik ve emek mücadelesinde yeniden bir diriliş bütün dünya ölçeğinde kendini göstermektedir. Sınıflar mücadelesi bir kez daha keskinleşirken, sermaye partilerinin popülist vaatleri, bu mücadelenin ateşi ve sürecin keskinliği karşısında her zamankinden daha kısa bir süre içinde boşa çıkmaktadır. Burjuva partileri ve onların temsil ettiği çeşitli sermaye grupları arasında rekabetin en üst düzeye ulaştığı bir dönemden geçmekteyiz. Seçimin kritikliği ortadadır ve dolaysıyla seçim yarışındaki düzen partileri için emekçilerin oyları hiç olmadığı kadar değerlidir. Gelinen yerde taşlar yerinden oynamış, ekonomi çıkmaza girmiş ve toplumsal sorunlar hiç olmadığı kadar çok yönlü ve karmaşık bir hal almıştır. Muhalefetteki sermaye partileri ise, AKP hükümetinin yıkım politikalarının sonuçlarını artık iliklerine kadar hisseder duruma gelmiş olan emekçileri istismar yarışına girmiştir. Zaten sermaye partilerinin emekçilere istismardan başka verecekleri bir şeyleri de yoktur. Tarih bu durumu kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Soma madenci katliamından sonra madenlerde bazı güvenlik önlemleri alınacağı belirtildi ve bir takım yasal düzenlemeler vaat edildi. Ancak gelinen yerde yaşam odaları da dâhil vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Demokratik haklara gelince AKP, her “demokrasi paketinde” polis devletini biraz daha güçlendirdi ve tıpkı bugün muhalefette “demokrasi”, “özgürlük” gibi vaatlerde bulunan partilerin daha önce kurduğu hükümetler döneminde yaptığı gibi hakları biraz daha tırpanladı. Sonuçta toplumsal yasalar, hak ve özgürlükler, yazılı yasalar, parlamentolar ya da herhangi bir sermaye partisinin vaatleri tarafından değil, sınıflar mücadelesi ve bu mücadeleye katılan emekçi sınıfların bilinç ve örgütlenme düzeyi tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle daha fazla özgürlük ve daha fazla hak elde etmenin yolu parlamentodan değil, daha fazla örgütlülük ve daha fazla mücadeleden geçmektedir.


MAYIS - HAZİRAN 2015

13

ASİMİLASYON POLİTİKASINDA YENİ BİR ADIM:

Hacı Bektaşı Veli Anadolu Lisesi

AKP hükümeti 14 Mart 2015 tarihinde, amacı “Alevi ve Bektaşi dedesi yetiştirmek” olan Hacı Bektaş Veli Anadolu Lisesi’nin temelini attı. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile Dost Eli Yardım Eğitim ve Kültür Vakfı işbirliğiyle açılan okulda 17 saat Alevilik dersinin verileceği belirtildi. Toplam 600 öğrencinin eğitim göreceği okulda bu öğrencilerden 300’ü yatılı okuma imkânına sahip olacak. Okulun her ne kadar özel olacağı belirtildiyse de Milli Eğitimin (hükümetin) heyecanla temel atmaya koşması, hükümetin bu konudaki bir yaklaşımının, bir projesinin olduğunu ortaya koymaktadır. Hükümet her zamanki gibi bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir. Her şeyden önce, eğitimde, imam hatipleştirme ve dinselleştirme politikalarına karşı hiç de küçümsenmeyecek bir tepki oluşmuş bulunmaktadır. Hükümet, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Lisesi’ni bu muhalefete karşı bir dalgakıran olarak kullanmanın peşindedir. Bundan sonra bu yönde gerçekleşecek tüm tepkilere “Alevi kardeşlerimiz için de Alevi dedesi okulu açtık” şeklinde cevap verecek ve yanlı davranmadıklarını, “bütün yurttaşları ayrım yapmaksızın kucakladıklarını” belirteceklerdir. Ayrıca AKP’nin kendi Alevi’sini yaratmak için uzun süredir uğraş verdiği bilinmektedir. “Alisiz Alevilik”, “Ali’yi sevmek Alevilikse ben de Aleviyim” vb. çıkışlar, AKP’nin bu asimilasyoncu politikalarını ortaya koymaktadır. AKP, bu “dede okulunda (!)” yeni Hızır Paşalar yetiştirme niyetindedir, üstelik bunu kılı kırk yaran son derece inceltilmiş yöntemlerle yapacaktır. Bunun yanında AKP’nin seçim öncesi, Alevileri “kazanmak” ve onların oylarını almak gibi bir amacı da vardır. Alevilerin “Cemevleri ibadethane olarak tanınsın!” talebine “İslam’da ibadethane camidir”, “Zorunlu din dersleri kaldırılsın!” talebine ise din derslerinin sayısını

artırarak, hem de ilkokul 1. sınıftan başlatmayı planlayarak cevap veren hükümetin bu hamlesinden “hayır” beklemek ham hayalden başka bir şey değildir. Alevilerin hiçbir talebini görmeyen, karşılamayan, geri çeviren ve bin bir türlü manipülasyonla çarpıtan AKP’nin, Alevilerin hiçbir zaman talep etmediği “dede okulu(!)” için can havliyle küreğe sarılması ibretliktir. Aleviler kendi dini önderlerini (dede-baba) kendi öz kurumları (ocak, dergâh, tekke) aracılığıyla yetiştirmektedirler ve bu önderleri yetiştirmek için hiçbir zaman formel bir eğitim kurumuna ihtiyaç duymamışlardır. Osmanlı’nın medreselerine hiçbir zaman itibar etmeyen Aleviler, bu kurumlara olan güvensizliklerini, Pir Sultan’la Hızır Paşa arasında geçtiği rivayet edilen ve Hızır Paşa’nın İstanbul’da aldığı medrese eğitiminden sonra “Yol’dan çıktığını” anlatan olaylar üzerinden de ortaya koymuşlardır. Bir taraftan sürekli imam hatip okulları açan, diğer taraftan normal eğitim veren okulları imam hatip okullarına çeviren hükümetin, Aleviler söz konusu olunca dini eğitimi özel okula havale etmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Alevilerin dini önder yetiştirecek bir okul talebinde bulunmaması ve bizim de savunduğumuz gerçek bir laiklikte devletin dini eğitim veremeyeceğine yönelik yaklaşım, bu ikiyüzlülüğü ortadan kaldırmaz. Alevilerin talepleri bellidir. Kendi öz kaynaklarıyla kendi inançlarını sürdüren ve bugüne kadar devletten bir kuruş bile talep etmeyen Aleviler, inançlarını, binlerce yıldır sürdürme biçimine en uygun anlayış olan, gerçek bir laiklik talep etmektedirler. Devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, gerçek bir inanç özgürlüğünün tanınması ve her türden ayrımcılığın son bulması Alevilerin asli talepleridir.


14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Acımız büyük, ÖFKEMİZ DE! Yalova valisinin Yalova Fen Lisesi’ni ziyareti sırasında okul öğretmenlerinden Halil Serkan Öz’e; “Bu saç sakal ne? Sen ne biçim öğretmensin? İnsanlar dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler” ve “Yönetmeliği bilerek eylem yapıyorsanız anarşistsiniz” diyerek hakaret etmesi üzerine gerçekleştirilen eylem sırasında Halil Serkan Öz kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Halil Serkan Öz’ün ölümüne neden olan valinin bu davranışı ve tutumu, AKP hükümetinin uyguladığı mevcut siyasi, ekonomik ve toplumsal politikalardan ve onun, eğitime yönelik yaklaşımından bağımsız değildir. Karşımızda ülkeyi “aile”, yöneticileri de “baba” olarak gören bir anlayış bulunmaktadır. Bu ülkenin siyasi hayatında kuruluşundan beri “baba” figürleriyle sıklıkla karşılaşılmaktadır. Bununla birlikte AKP hükümeti ve onun valileri ülkeyi hukuk dışı, kural tanımaz bir üslupla yönetmektedir. Bu kuralsızlıkta tek kural, sermayeye sınırsız hizmettir ve zaten mevcut sistem için vaz geçilmez olan tek kural da budur. Sonuçta ortaya çıkan gericileşme, otoriterleşme ve ölçüsüzlük, devletin ve bürokrasinin bir kişinin etrafında merkezileşmesine ve bu vesileyle de her alanda benzeşik tepkiler ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum giderek toplumsal bir nitelik de kazanmaktadır. Bu merkezileşmenin en somut örneği, en son parlamentodan çıkan sıkıyönetim yasasıdır. Bu yasa, geleneksel olarak yargının görev alanına giren bir yığın yetkiyi, valilere ve polislere ve dolaysıyla da bunların şaşmaz bir şekilde bağlı olduğu merkezi otoriteye devretmektedir. AKP hükümetinin bu dinci, gerici ve otoriter anlayışı, onun piyasacı anlayışından bağımsız ele alınamaz. Piyasacı anlayışın bir sonucu olarak gittikçe yoksullaşan emekçi kesimlerin baskı altına alınması, bir yandan devletin merkezileşmesini diğer yandan da toplumun dini inancının sonuna kadar istismar edilmesini beraberinde getirmektedir. Her şeyin sermayenin hizmetine sunulduğu bu politikada eğitim, bir yandan vadettiği büyük karlılıkla sermaye tarafından, diğer yandan toplumu politik olarak etkileme gücü açısından dinci gerici iktidar tarafından hedef tahtasına oturtulmuş bulunmaktadır. AKP, bir yandan okulları kendi ideolojisi doğrultusunda “dindar” ve “kindar” insanlar yetiştirmek üzere bir araç olarak kullanırken, diğer yandan adım adım uygulamaya koyduğu özelleştirme politikalarıyla eğitimi, sermayenin ihtiyaç duyduğu bir yatırım alanına çevirmektedir. AKP’nin eğitime yönelik bu politikası, başta EğitimSenliler olmak üzere duyarlı, demokratik, ilerici ve devrimci tüm eğitim emekçilerinin baskı altına alınmasını beraberinde getirmektedir. AKP, eğitimde özelleştirme,

dincileştirme ve gericileştirme politikalarının daha “sağlıklı(!)” hayat bulması için bu kesimlerin ezilmesini bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu çerçevede AKP hükümetinin eğitime ve eğitim emekçilerine yönelik saldırısı yeni değildir. Bu saldırılardan atanamayan öğretmenler de dâhil tüm eğitim emekçileri nasibini almaktadır. Bir yandan eğitim müfredatı dincileşirken ve dini dersler alabildiğine artırılırken diğer yandan öğretmenlerin “dini inancı” sıklıkla gündeme getirilmekte ve sorgulanmaktadır. Halil Serkan Öz’ün ölümünün ardından saldırgan, provokatör ve yandaş Akit gazetesinin Halil Serkan Öz’ün “ateist” olduğunu ilan etmesi, bu sorgulamanın geldiği boyutu göstermektedir. Aynı gazete “Öğretmenler, lütfen işlerini yapsınlar. Kendi derslerini öğrencilere öğretsinler. Matematik dersinde, Marks’ın, Engels’in, şu ateistin, bu ateistin propagandasını öğrencilerimize yapacak kadar, militanlığa soyunmasınlar!” diyerek kendi militanlığını ve gittikçe militanlaşan eğitimi göz ardı etmekte ve böylece ikiyüzlüce bir tutum ortaya koymaktadır. Gazete üstelik öğretmenlere küstahça öğüt vermektedir. Burada çocukların ve gençlerin bilinç dünyalarını belli ölçüde aydınlatacak, onların ufkunu genişletecek edebi ve bilimsel eserlerden de “ateist eserler” olarak bahsedilmektedir. Bu yaklaşım hükümetin eğitime yönelik yaklaşımının en dolayımsız ifadesidir. AKP kendi “militanlarını” yetiştirmek için eğitimi bir araç olarak görmektedir. Bu politikanın önünde engel olarak gördüğü eğitim emekçilerini de hedef tahtasına oturtmakta ve kılık kıyafetinden inancına, okuduğu kitaplardan siyasi görüşüne kadar her şeyi gündeme getirmektedir. Halil Serkan Öz’ün ölümüyle sonuçlanan saldırı ve gittikçe artan bu türden saldırılar, bu bütünlük içinde ele alınmalıdır. Siyasi iktidarın tüm baskısına, yandaş ve kapıkulu yaratma politikasına rağmen kamu emekçileri olarak her alanda tek tipleştirmeye karşı, kamusal ve nitelikli eğitim ve sağlık hakkı için ve iş güvencesi başta olmak üzere tüm haklarımız için alanlarda olmaya devam edeceğiz. Yaşamını yitiren tüm arkadaşların anısı önünde saygıyla eğiliyoruz ve onların mücadelesini büyütmek ve karanlığın bekçilerine karşı emeğin ve özgürlüğün temsilcisi olmak için tüm kamu emekçilerini örgütlenmeye, örgütlü mücadeleye ve kazanana kadar mücadele ateşini işyerlerimizde ve sokaklarda harlamaya çağırıyoruz. Mücadelede yaşamını yitiren tüm emekçilere söz veriyoruz, biz kazanacağız!

Sosyalist Kamu Emekçileri


MAYIS - HAZİRAN 2015

15

YAŞAMINI YİTİREN TÜM ARKADAŞLARIN ANISI ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ VE ONLARIN MÜCADELESİNİ BÜYÜTMEK VE KARANLIĞIN BEKÇİLERİNE KARŞI EMEĞİN VE ÖZGÜRLÜĞÜN TEMSİLCİSİ OLMAK İÇİN TÜM KAMU EMEKÇİLERİNİ ÖRGÜTLENMEYE, ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE VE KAZANANA KADAR MÜCADELE ATEŞİNİ İŞYERLERİMİZDE VE SOKAKLARDA HARLAMAYA ÇAĞIRIYORUZ.


16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

işi - 1970

Diren n a ir z a H 6 1 15-

işi - 2013

en Haziran Dir

1970’ten 2013’e HAZİRANLAR SÜRÜYOR e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 50 * Fiyatı: 25 Kr * Mayıs 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.