KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!
İki aylık bülten * Sayı 49 * Mart - Nisan 2015
5
YASAKLANAN METAL GREVİ ve
YÜKSELEN TOPLUMSAL
MÜCADELE!
NÖBET EYLEMİ VE GÖSTERDİKLERİ
6 EĞİTİMDE GERİCİLEŞTİRME POLİTİKALARINA TAM GAZ DEVAM! SERMAYENİN ÜNİVERSİTELERDEKİ TAHAKKÜMÜNÜ KIRALIM!
8
10
DEĞERLER EĞİTİMİ
12 HANGİ LAİKLİK?
2
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
YASAKLANAN METAL GREVİ ve YÜKSELEN TOPLUMSAL MÜCADELE
Geride bıraktığımız iki aylık dönem, sınıf hareketinin ve toplumsal çalkantıların 2015 yılında yeni boyutlar kazanacağına ilişkin beklentilerimizi doğrular nitelikte gelişmelere sahne oldu. Bu dönemde hemen tüm ileri kesimlerin gözünü diktiği olgu ise MESS ile Birleşik Metal-İş arasında sürdürülen grup toplu sözleşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması sonrasında, metal işçilerinin grev silahını kuşanmaları oldu. Metal işçilerinin gösterdiği grev iradesi, önce AKP’nin yasağı ile ardından ise önceleri “biz bitti demeden grev bitmez” diye böbürlenen Birleşik Metal-İş bürokratlarının yasağa teslim olmasıyla bastırılabildi. Ejot, Paksan ve Demisaş fabrikalarında işçiler, grev yasağı karşısında fiili işgallere ve grevi sahiplenmeye yönelirken, sendika bürokratları, bu dirençli tutumu desteklemek ve yaymak yerine, izledikleri çizgi ile denebilir ki AKP’nin grev ya-
sağının pratikteki uygulayıcıları oldular. Daha grev başlamadan birçok metal patronunun MESS’ten ayrılıp ayrı ayrı sözleşmeler imzalaması grevin gücünün ve sermaye cephesinin grevden duyduğu korkunun göstergesi olmuştu. MESS patronlarının imdadına Şişecam grevinde olduğu gibi AKP iktidarı yetişti ve olur olmaz ileri sürülen “milli güvenlik” gerekçesiyle metal grevi 60 gün süreyle ertelendi; daha doğrusu yasaklandı. Yasağa rağmen metal işçilerinin grevi fiilen sürdürmesi ve böylece grev yasağını aşması için yeterli atmosfer vardı. Hem metal işçilerinin mücadele isteği ve hem de toplumsal koşullar bunu olanaklı kılıyordu. Dahası böyle bir tutum ihanet sözleşmesine imza atan Türk Metal çetesini sarsıcı bir rol de oynayabilirdi. Fakat Şişecam’da olduğu gibi, sendikal bürokrasi yine devreye girdi, hamasi nutuklar eşliğinde işçileri işbaşı yapmaya yöneltti ve tepki gösterenlere ise
MART - NİSAN 2015
“örgütsel disiplin”i hatırlattı. Böylece sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelenin dinamiklerinin geliştiği bir dönemde, toplumsal düzlemde deprem etkisi yaratabilecek bir çıkış olanağı heba edilmiş oldu. Birçok mücadele deneyiminin ortaya koyduğu gibi metal grevleri de sendikalara çöreklenmiş ve icazetçi bürokrat takımının, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en başat engel olduğunu gösterdi. Bu iki aylık dönemde kendiliğinden patlayan işçi eylemlerinde olduğu gibi, grev sürecinin gösterdiği bir başka olgu ise sendikal bürokrasi engelinin ancak öncü işçilerin ortak bir mücadele hattında buluşması ve taban örgütlülükleri sayesinde aşılabileceği gerçeğinin pratikte bir kez daha kanıtlanması oldu. Neredeyse patlayan her işçi eyleminde, işçilerin tepkisinin sermayenin yanı sıra sendika bürokratlarına yönelmesi de, sendikal bürokrasi engelinin aşılması ihtiyacının işçilerin bilincinde yer ettiğini göstermektedir. Birleşik Metal-İş bürokratlarının işçileri grev yasağına boyun eğdirmesi karşısında reformist solun büyük bir bölümü ise utanç verici bir tutum sergiledi. Birçok direnişte sendika bürokratlarının savunuculuğunu yapmak, bu bürokratlar öldüğünde ise arkalarından methiyeler düzmek kendilerine nasip olan bu “solcular”, metal grevlerinin yasaklanması sonrasında ise sendika bürokratlarının grev yasağının uygulayıcılığını yapmalarına toz kondurmadan, AKP’yi ve grev yasağını teşhir etmekle yetindiler. İhanete “ihanet” diyemeyen reformist solun bu tutumunun gerisinde ise bir yandan sendika bürokratlarıyla kurdukları ilişkiler, öte yandan ise taşıdıkları parlamenter zihniyet yatmaktadır. Burada aslolan ikincisidir ve sendikal bürokrasiyle “iyi geçinme” tutumunu belirleyen de, sınıflar mücadelesine reformist bir zihniyetten bakmalarıdır. Bu reformcu kafa kimi zaman suskun kalmak biçiminde, kimi zaman TEKEL işçilerinin 1 Mayıs’ta Türk-İş bürokratlarına gösterdiği tepki karşısında sendika bürokratlarının arkasına dizilmek biçiminde, Greif işgalinde tutumsuz kalmak ya da Greif işçileri karşısında sendika bürokratlarına arka çıkan imzalar toplamak biçiminde, Haziran direnişinde ise “alanı boşaltma” tutumunda kendisini göstermektedir. Metal grevleri başlamadan önce, grevi “coşkuyla” bekleyen ve metal grevinin buzkıran rolü oynayabileceğine dair “dâhiyane” tespitlerde bulunan reformist sol yapıların, grevin yasaklanması sonrasında fiili işgal ve grevlere çağrı yapmamaları ve faturayı AKP’ye kesip iç rahatlatmaları, ortalama bir reformistin ortalama bir davranışı olarak çıkmaktadır karşımıza. Reformist solun çeşitli bölüklerinin işçi direnişlerinde gösterdikleri tutumları ele almanın yeri burası değil. Sadece şu kadarını söyleyelim ki, bunun kısa bir dökümü bile reformizmin utanç tablosunun oldukça kabarık olduğunu göstermeye yetecektir. Metal grevlerinde süreç tamamlanmış değil. Birleşik Metal-İş ile MESS arasında grup toplu sözleşmesi henüz imzalanmış değil. Sendika bürokratları “MESS ile masaya oturmayacağız” iddiasında bulunsalar da, grevin er-
3
telendiği 60 günlük süre içerisinde işçilerin ümitlerinin daha da kırılacağı anı bekliyor olmalılar. Çünkü bu süre içerisinde iki ihtimal var: ya işçiler sendika bürokratlarının teslimiyetçi tutumu ve sürecin uzamasından duydukları bıkkınlık nedeniyle kırılacaklar ve MESS ile Türk Metal arasında imzalanan ihanet sözleşmesine razı gelecekler ve böylece sendika bürokratlarının elini rahatlatacaklar, ya da sürecin uzamasından duyulan rahatsızlık sendika bürokratlarına duydukları tepki ile birleşerek fiili mücadelelere yönelecekler. Önümüzdeki günler durumun nereye evrileceğini gün ışığına çıkaracaktır.
İŞÇI DIRENIŞLERI VE TOPLUMSAL MÜCADELELER YAYGINLAŞIYOR Her ne kadar metal grevi yasaklansa da, hem grevi yasaklanan işçiler ve hem de işçi sınıfının çeşitli bölükleri içerisinde mücadele eğilimi güçleniyor. Kayseri’de Boydaş fabrikalarında çalışan ve “satılmış sendika” sloganları ile sendikal bürokrasiye de tepkilerini dile getiren Ağaç-İş sendikasına üye binlerce ağaç işçisinin 36 saatlik fiili grevi, Bilecik’te sendikasız seramik işçilerinin direnişi, Çerkezköy’de Arslan Tekstil’de çalışan işçilerin ödenmeyen ücretleri nedeniyle 2,5 milyon liralık ürüne el koymaları, taşeron karayolu işçilerinin ve maden işçilerinin Ankara eylemleri vb. işçi sınıfında mücadele eğiliminin yaygınlaştığının göstergeleridirler.
4
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Burada dikkate değer olan yalnızca eylemsel yaygınlık değil, gerçekleşen eylemlerin militan niteliğidir. İşçiler çok kez fabrikalarını işgal etmekte ve üretimi durdurmakta, yer yer ürün ve makinelere el koymaktadırlar. 2015’in ilk aylarında sınıf mücadelesinde yaşanan bu gelişmelere, toplumsal mücadelelerde yaşanan gelişmeleri de eklediğimizde, önümüzdeki dönemin yeni toplumsal kalkışmalara gebe olduğu ortaya çıkmaktadır. Dahası sınıf mücadelesindeki bu gelişmeler yalnızca Türkiye coğrafyasında değil, Avrupa ülkelerini de kapsayacak biçimde dünya ölçeğinde yaşanmaktadır. Tüm bunlar, kapitalizmin içinde debelendiği yapısal sorunların ağırlığı altında, dünya coğrafyasının önemli bir bölümünde paralel gelişmelerin yaşanabileceği bir dönemin kapılarının açıldığına işaret ediyor. Dinsel gericileşmeye karşı “laik, bilimsel, anadilinde eğitim” talebi ve Alevilerin “eşit yurttaşlık” talepleri ekseninde 8 Şubat’ta yapılan mitingi, 13 Şubat’ta iş bırakma ve boykot eylemleri takip etti. Özgecan Aslan’ın tecavüz edilerek katledilmesi sonrasında ise kadın cinayetleri karşısında toplum ölçeğinde yaygınlaşan bir tepki açığa çıktı. Geçerken belirtmek gerekir ki, Özgecan’ın tecavüz edilip vahşice katledilmesine karşı gösterilen toplumsal duyarlılık, kadın sorununda feminist bakış açısının da sınırlarını göstermiştir. Denebilir ki, kadın sorununu temelde “cinsler arası” bir sorun olarak gören ve erkek emekçiyi mücadelenin bir parçası olarak görmeyen feminist yaklaşımlar, emekçilerin ve gençliğin kadın ve erkeklerinin yaygın ve kitlesel eylemler içerisinde ortaklaşmaları ile fiilen aşıldı. Böylece feminizmin darlığı toplumsal pratikle görülmüş oldu. Sınıf mücadelesinin dinamikleri ve toplumsal mücadeleler alanında yaşanan gelişmelere ise sermaye düzeninin ve AKP iktidarının toplumsal başkaldırıların önünü almak üzere sürdürdüğü hazırlıklar eşlik ediyor. Gündemdeki İç Güvenlik Yasası, bir yandan Kürt sorununda yaşadığı çıkmazı “şiddet” politikaları ile aşma amacını, öte yandan da toplumsal muhalefetin bastırılması amacını güdüyor. Sermaye düzeninin hazırlıkları, sınıflar mücadelesinde, Kürt sorununda ve toplumsal sorunlarda
sosyal patlamalardan duydukları korkunun her geçen gün büyüdüğünü gösteriyor.
SON SÖZ YERINE Yazımızı bitirmeden kamu emekçileri hareketi açısından, önemli bir dönemin eşiğinde olduğumuzu belirtmeliyiz. Kamu emekçilerinde biriken tepkinin açığa çıkabileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Toplu sözleşme dönemi biriken tepkinin su yüzüne çıkacağı bir dönem olarak yaşanabilir. Ne var ki, KESK halen bir mücadele programına sahip değil. BES Merkez Temsilciler Kurulu, grev hakkı için kampanya ve fiili grevler örgütlenmesi, toplu sözleşmeler dönemini de kucaklayan bir mücadele programının oluşturulması için bölge toplantıları ve program kurultayları yapılması yönünde KESK’e çağrı yapmasına karşın, bu çağrının KESK’te yanıt bulup bulamayacağı henüz belirgin değil. Şubat ortalarında yapılan KESK Genel Meclisi gündeminde “toplu sözleşme dönemini de kapsayan mücadele programının tartışılması” başlığı da yer almasına karşın, Genel Meclis kararları halen açıklanmış değil. Bir önceki sayımızda “Mücadele ve kazanımlarla anılacak bir yıl için görev başına!” başlıklı yazımızda döneme ilişkin ortaya koyduğumuz hedefler, BES MTK kararlarına yansımakla birlikte, bu hattın KESK bütünlüğüne yaygınlaştırılması ve pratik bir tutuma dönüştürülmesi, karar almaktan daha fazlasını gerektirmektedir. Ne var ki, genel seçimlere ve sandığa odaklanan hakim siyasal yaklaşım, bunu alabildiğine zorlaştırmakta, hakim reformist çizgi gözünü sandığa çevirdikçe fiili mücadele olanakları darbelenmektedir. Bunun önüne geçmek ve kamu emekçileri hareketinin baharını yaratmak ise hareketin öncü kadrolarına düşmektedir. Bunun için yönümüzü sendikalarda öncü kamu emekçilerini bir araya getirmeye yöneltmeli, bu öncü inisiyatifler aracılığıyla taban örgütlenmelerini yaratmalı, KESK ve bağlı sendikalara, grev eksenli bir mücadele programının oluşturulması ve hayata geçirilmesi için basınç oluşturmalıyız.
Sosyalist Kamu Emekçileri
MART - NİSAN 2015
5
NÖBET EYLEMİ VE GÖSTERDİKLERİ 08.12.2014 tarihinde Eğitim Sen, Milli Eğitim Bakanlığı’na okullarda tutulan nöbet hizmetine dair taleplerinin yazılı olduğu bir dilekçe göndermiştir. MEB dilekçeyle ile ilgili hiçbir çalışma başlatmadığı gibi bir açıklama dahi yapmamış adeta görmezden gelmiştir. Yazılı dilekçe ile talepleri karşılanmayan Eğitim Sen; “Nöbet hizmetinin fazla mesai olarak kabul edilmesi ve ücretlendirilmesi ve her türlü ek ödemenin temel ücrete yansıtılması” talebiyle 9 Şubat’tan itibaren tüm okullarda talepler kabul edilinceye kadar süresiz nöbet tutmama kararı aldı. Eğitim Sen’in almış olduğu bu karar tıpkı “özgür kılıkkıyafet” eyleminde olduğu gibi eğitim emekçileri tarafından sahiplenilmiş, okullarda heyecan yaratmıştır. Bu sahiplenmenin gerisinde yatan en büyük neden EğitimSen’in okullardaki örgütlülüğü değil, nöbet hizmetinin öğretmen için angarya olmasıdır. Eğitim- Sen, emekçilerdeki- angaryaya karşı kendiliğinden var olan- öfkeyi okullarda hazırlıksız olsa da birleştirebilmiştir. Fiili olarak başlatılan bu eylem, okullarda karşılık bulmuş, nöbetle ilgili talepler, sadece Eğitim Sen’li öğretmenlerin değil tüm eğitim emekçilerinin ortak bir talebine dönüşmüştür. Eğitim Sen nöbet eylemiyle, eğitim emekçilerinin sendikal mücadeledeki temsilcisi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Çünkü birincisi; Eğitim-Bir-Sen’in “okulun güvenliğini ve çocuklarımızın sağlığını riske atmadan fili eylem yerine tüm Türkiye’de imza kampanyası” başlatması eğitim emekçilerinde bir karşılık bulmamıştır. İkincisi; Eğitim-İş, 05.01-12.06 2015 tarihlerinde nöbet eylemi başlatmış, ancak bu karar kendi üyeleri dâhil eğitim emekçileri tarafından sahiplenilmemiş ve alınan karar fiili olarak boşa düşmüştür. Üçüncüsü; daha önce MEB’e bağlı tüm okul ve kurumlarda her ayın ilk haftasında “Nöbet Tutmama” yönünde eylem kararı almış olan Türk-Eğitim Sen, eylemini “süresiz nöbet tutmama” eylemine dönüştürmek zorunda kalmıştır. Eğitim Sen doğru bir zamanda doğru bir karar almıştır. Ancak bir kaç noktayı vurgulamak gerekmektedir. 1. Angarya çalıştırılmaya karşı taleplerini isterken meşruluğunu; haklılığından almak yerine her zaman yaptığı gibi İLO’ya, anayasanın bazı maddelerine ve 657 sayılı yasaya dayandırmaktadır. Elbette bunu söylerken
bunların kullanılmamasından bahsetmiyoruz. Taleplerinin haklı ve meşru olduğunu temele oturtmalı bunları ise kendisine dayanak yapmalı diyoruz. Bu eylemle bir kez daha Eğitim Sen’in meşru mücadele yerine icazetçi-yasalcı bir mücadele anlayışını kendisine rehber aldığını görmekteyiz. 2. Eylem kararı, eğitim emekçilerinin gündeminde olmasına rağmen işyerlerinde, şubelerde vb. platformlarda tartışılmadan her zaman ki gibi üstten bir kararla alınmış ve böylece emekçilerin sürecin bir parçası ve öznesi olmasının önüne geçilmiştir. Bu eylemle bir kez daha Eğitim Sen’in, söz, yetki, karar mekanizmalarını işletmek yerine üstten bürokratik işleyişi kendisine rehber aldığını görmekteyiz. 3. Eylem öncesi hazırlık yapılmadığı gibi eylem sonrasında yaşanılacak sorunlara karşı da tok bir yanıt ve plan ortada yoktur. Planlı programlı çalışma yerine kendiliğindenlik bu eylemde de hâkim olmuştur. Eğitim emekçileri alınan eylem kararını tüm okullarda büyük bir sahiplenmeyle karşıladığına göre; Eğitim Sen’in de emekçilerin bu eylemden dolayı yaşayacağı tüm sıkıntılarda onları sahiplenmesi, yalnız bırakmaması, onlara hukuki desteğin yanı sıra eylemli süreçler örgütleyerek güven vermesi gerekmektedir. Tüm bunların yanı sıra eğitim emekçilerinin; kendi sorunlarına sahip çıktığını ve emekçilerin taleplerinin sendikal mücadele ile buluştuğunda; iradesini ortaya koyduğunu örgütlü bir güce dönüştüğünü görmekteyiz. Hem “özgür kılık-kıyafet “eylemi hem de “nöbet” eylemi emekçilere, doğru talepler etrafında birleşmiş emekçilerin, fiili-meşru bir mücadeleyle hak talep edeceğini ve kazanacağını göstermektedir. Eğitim Sen, nöbet eylemini kendinden menkul bir eylem olarak görmemeli, bu eylemle buluştuğu eğitim emekçilerini, toplu sözleşme sürecine hazırlamalıdır. Toplu sözleşme sürecine bu eylemden aldığı güçle planlı-programlı bir hazırlık yapmalıdır. Taban iradesini açığa çıkaracak mekanizmaları yaratmalı, bölge toplantıları, program kurultayları ve çalıştaylar düzenleyerek mücadele hattını şimdiden örmelidir.
SOSYALİST KAMU EMEKÇİLERİ
6
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
EĞİTİMDE GERİCİLEŞTİRME POLİTİKALARINA TAM GAZ DEVAM! Uzun soluklu bir mücadele anlayışına ihtiyaç vardır ve bu ciddi bir taban örgütlenmesine gidilmeksizin olanaksızdır. Gelinen noktada eğitim tamamen parçalanmıştır. Eğitim kurumları AKP iktidarına taban oluşturmaya yönelik ideolojik kurumlara dönüşmüştür. Bu kurumlar bireylerin tek tipleştirildiği, dindar ve dindar olmayan şeklinde toplumsal kutuplaşmanın AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden üretildiği mekanizmalara dönüştürülmüştür. Saldırıların bir yönünü gericileşme oluştururken, diğer yönünü, özelleştirme ve onunla kapmaz bir şekilde bağlı olan güvensizleştirme oluşturmaktadır. Dini eğitim dayatması, müfredatın topyekûn dinselleştirilmesi, bilimlerin adeta dinin basit bir eklentisi haline getirilmesi ve farklı inançların hiçleştirilmesi kabul edilebilir değildir.
8 ŞUBAT: EYLEM ÖNCESI BIR DIZI BELIRSIZLIK ORTAYA ÇIKMIŞTI 8 Şubat’ta Eğitim Sen ve Alevi derneklerinin çağrısıyla gerçekleştirilen “Eğitimde gericileşmeye karşı laik, bilimsel, anadilinde eğitim ve demokratik yaşam için dayanışma ve birlik mitingi”ne on binlerce kişi katıldı. Eylem öncesi bir dizi belirsizlik ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilki eylemin nerede yapılacağı sorunuydu. Başlangıçta, mitingin hükümetin göstermiş olduğu Maltepe Meydanı’nda yapılması yönünde karar alınmıştı. Alınan
bu karar doğrultusunda afişler hazırlanıp bildiriler dağıtılmıştı. Bu kararda Eğitim-Sen’inde içinde bulunduğu pek çok kurumun imzası bulunmaktaydı. Taban basıncı ve ilerici eğitim emekçilerinin tepkileri bu kararın değişmesini sağladı. Eğitimciler Forumu da daha karar ilk alındığında, bu kararın kabul edilemez olduğunu ortaya koymuş ve miting alanı olarak Kadıköy Meydanı’nı işaret etmişti. Eğitim Sen’in, mitingin destekleyicisi olma kararından vazgeçip kendini eylemin çağrıcısı ve örgütleyicisi olarak ilan etmesinde de aynı taban basıncı kendini göstermiştir. İkinci belirsizlik miting sonrası gerçekleştirilecek olan boykotun ne zaman başlayacağı ve kaç gün süreceği sorunuydu. Alevi dernekleri bu boykotun, önce bir hafta, sonra üç gün (9-10-11 Şubat) ve sonra da bir gün (13 Şubat) süreceği yönünde karar ilan etti. Alevi dernekleri ilk aldığı kararın oldukça gerisine düşerken Eğitim Sen, 13 Şubat’ta bir günlük iş bırakma kararı alarak bu boykota katılmış ve ileri bir adım atmış oldu. Miting kararındaki tüm belirsizliklere, düzenli bir çalışmanın yürütülmemesine ve bir ön hazırlığın olmamasına rağmen mitinge olan yoğun katılım dikkat çekicidir. Mitingin nerede yapılacağının bile mitingden kısa bir süre önce belirlendiği dikkat alındığında bu mitingin kendiliğinden bir tepkinin
MART - NİSAN 2015
ürünü olduğu ortaya çıkmaktadır. Miting alanında ilk dikkat çeken şey polisin ve arama noktasının olmamasıydı. Güvenliği tamamen emekçilerin sağladığı ve farklı kesimlerin katıldığı mitingde, hiçbir olayın yaşanmaması, polisin gereksizliğini tescillemiş oldu. Yağmur ve soğuğa rağmen kitlenin çoğunluğunun alanda uzun süre kalması da mitinge katılanların taleplerde ısrarcı olduğunu göstermekteydi. CHP ve HDP milletvekili ve parti temsilcilerinin yoğun katılımı ise bu partilerin yaklaşan seçimlere bir yatırımı olarak okunabilir.
13 ŞUBAT: TÜM ÜLKEDE BOYKOT VARDI 13 Şubat hükümetin eğitimdeki gerici uygulamalarına karşı güçlü bir cevap niteliği taşımaktadır. Ülke genelinde yapılan yürüyüş ve eylemlere başta Eğitim-Sen’liler olmak üzere on binlerce kişi katılmıştır. Alevi dernekleri ve Eğitim Sen’in çağrısıyla gerçekleşen boykota öğrenciler ve diğer demokratik devrimci kurumlar da destek verdi.
8 ŞUBAT VE 13 ŞUBAT: KENDILIĞINDENLIK Ne 8 Şubat eylemi ne de 13 Şubat boykotu, planlı, merkezi ve programlı bir çalışmanın ürünüdür. Bu eylemlerin görece güçlü geçmesi ise tamamen biriken tepkinin bir yansımasıdır. Tabiri caizse, kurumlar çağrılarını yapmışlar ve “Bakalım ne olacak?” şeklinde beklemeye koyulmuşlardır. Bununla birlikte bu yeni bir durum değildir, apar topar alınan eylem kararları ve şube toplantılarıyla geçiştirilen hazırlık süreçleri, uzun zamandır, bir tarz haline dönüşmüştür. Taban ise, eylem kararları alınıp, afişler işyerlerine asıldıktan sonra, ancak eylemden haberdar olmaktadırlar; üstelik bu durum tabanda büyük ölçüde kanıksanmıştır. Bütün bunların sonucunda eylem “durumu kurtaracak” bir sayıya ulaşsa bile, örgütsüzlük eylem bittiğinde su yüzüne çıkar ki; 8 Şubat eylemi ve 13 Şubat boykotunun ardından yaşanan tam da budur. Aslında uzun soluklu bir mücadele anlayışına ihtiyaç vardır ve bu ciddi bir taban örgütlenmesine gidilmeksizin olanaksızdır. Bununla birlikte Eğitim Sen’in mevcut zayıflıklarını üreten sendikal anlayışlar sendikaya hâkim olduğu sürece, böyle bir mücadele anlayışının ve pratiğinin ortaya konması güçtür. Genelde KESK’in özelde de Eğitim Sen’in plansız-programsız hareket tarzının sonuçları tüm çıplaklığıyla ortadadır. Bu sonuçlar, en tepedeki yöneticilerden tabandaki sıradan üyeye kadar tüm kesimler tarafından dillendirilen bir dizi zayıflığı, örgütsüzlüğü, dağınıklığı, apolitikleşmeyi, bireyciliği, ataleti vb. içermektedir. Herkesin aynı eleştirileri yapıp çözümün ortaya konmadığı yerde irade sorunu var demektir. İrade göstermek ise en başta örgütlü, bilinçli, diri unsurlara düşmektedir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
7
8
KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
SERMAYENİN ÜNİVERSİTELERDEKİ TAHAKKÜMÜNÜ KIRALIM!
Üniversitelerdeki dönüşüm, Bologna Kriterleri ile yeni bir aşamaya girmişti. Bu kriterlerle akademinin tahakküm altına alınması ve böylece üniversitelerde iktidarın istediği yönde bir değişim amaçlanıyordu. Akademisyenlerin niteliğini ve görev tanımlarını, iş güvencesini belirleyen uluslararası bir tür yönerge bütünlüğü olan Bologna Kriterleri ile akademisyenlerden bir taraftan yüksek düzeyde akademik çalışma beklenirken, diğer taraftan onlara güvencesizlik dayatılmaktaydı. Ancak bu uygulamanın Avrupa’nın birçok ülkesinde çökmesiyle beraber, ülkemizdeki üniversitelerde de uygulama alanı bulamadı. Sermayenin üniversiteler üzerindeki baskısı, YÖK eliyle devam ediyor. YÖK, “yükseköğretimde dönüşüm yasası” ile bir taraftan üniversitelerde güvencesiz ve esnek çalışmanın önünü açarken diğer taraftan mütevelli heyetleri aracılığıyla üniversite yönetimini sermayeye emanet etmektedir. Bu amaçla mevcut yönetimi değiştirerek, “demokratikleşmeye” gidiyoruz görüntüsü altında kendi tipolojisi olan Yekta Saraç’ı başkanlığa getirmiştir. SARAÇ başkanlığa geldiği ilk günlerde, YÖK›ün “sorun üreten değil, sorun çözen” bir kurum haline geleceğini, üniversitelerin de “aykırı fikirlerin barınabildiği” birer limana çevrileceğini belirtti. YÖK’ün bazı yetkilerinin üniversitelere devredilmesi gerektiğini vurgulayan SARAÇ, aslında yukarıda bahsettiğimiz Bologna Kriterleri menşeili yönergelerle üniversitelerin sermayeye teslim edilmesinden bahsediyordu. Sermayenin akademiyi yeniden şekillendirmesinin bir diğer aracı olan Öğretim Elemanı Yetiştirme Program-
ları (ÖYP) ile üniversitelere akademisyen ihraç etmenin yasal kılıfı sağlanmıştır. ÖYP ile sermaye; akademiye ilk defa atanan bir Araştırma Görevlisine zorunlu çalışma ile burs adı altında senetler imzalatılıp, daha işe girerken iş güvencesini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. AKP, Anadolu’da birden türetilen üniversiteleri, bir profesörün bile bulunmadığı bölümler ve çeşitli doktora programları açarak, kendi kadrolarının yuvalandığı alanlara çevirmiştir. Teknoparklar (Teknokent) aracılığıyla üniversiteler, sermayenin istediği ürünleri üreten kurumlar haline getirilirken, meslek liseleri de bu sürecin bir alt birimine çevrilmektedir. Fabrikasyon üretim yapma zorunluluğu olan bu birimler, lise öğrencilerini staj adı altında sömürü cehenneminin içine sokmayı amaçlamaktadır. Ayrıca akademisyenler, bilim üretmek yerine sermayenin ihtiyacına uygun olan, araştırma ve geliştirme projelerine (Ar-Ge) yönlendirilmektedir. Ar-Ge projelerine katılmayan ve bu talebe uygun bir alanda çalışmayı reddeden akademisyenlerin ya işlerine son verilmekte ya da alan dışı bölümler ve kampüslere gönderilmektedir. Bu dönüşüm karşısında tamamen örgütsüz olan akademisyenler, kendi aralarında yeni proje yarışlarına katılmakta, bilim yerine daha çok tüketim araçlarının pratik kullanımına yönelik çalışmalar yapmakta ve büyük sermaye gruplarının sponsorluklarını üstlendikleri ticari nitelikli çalışmalar yürüterek, gerek bilimsel çalışmanın, gerekse de ders içeriklerinin dönüşmesine katkı sunmaktadırlar. Üniversitelerdeki dönüşümü dinci-gerici politikalarla
MART - NİSAN 2015
9
besleyen siyasi iktidar, itaatkâr ve tek tip insan yetiştirmeye dönük olarak, sosyal alanların olmadığı yerlere, mescit ve dua evleri kurmakta ve ders içeriklerine müdahale etmektedir. Bunların yanı sıra “değerler eğitimi” adı altında fetva geleneğini Kredi Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı kurumlarda ve öğrenci yurtlarında devam ettirmektedir. Toplumsal tarihin hafızasını oluşturan üniversitelerimizdeki bu pervasız ve gerici uygulamalara karşı, bilimin ve özgürlüğün sesini yükseltmeli ve ortak mücadele zeminlerini geliştirmeliyiz. Eğitim-Sen’in üniversite örgütlenmesine dönük yeni dönemde geliştirmiş olduğu Yükseköğretim Bürosu (YÖB) ve Üniversite Temsilciler Kurulu (ÜTK) gibi organları aracılığıyla programlı bir süreç işletmelidir. İlk ve orta öğretimde yaşanan gericileşmeye karşı gösterilen tepkiyle üniversitelerdeki dönüşümlere karşı duyulan tepki birleştirilmeleridir. YÖB ve ÜTK gibi merkezi organlar yerellerde güçlendirilmeli, “Özgür Bilim, Özgür Üniversite” şiarı fiili-meşru mücadele ile yükseltilmelidir.
Sosyalist Kamu Emekçileri
Kamu Emekçileri Forumu işleyiş ve ilkelerini belirledi Eğitimciler Forumu 5. buluşmasını 21 Şubat’ta Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Şube’de gerçekleştirdi. “İşleyiş ve İlkeler” gündemiyle toplanan forumda, katılım önceki toplantılara göre az olmasına rağmen toplantıda canlı tartışmalar yaşandı. Toplantıda, forumun bundan sonra nasıl işleyeceği ve hangi ilkelerin gözetileceği belirlendi. Forumun daha kapsayıcı olması ve alanın bir dizi ortak sorunu içermesi açısından “Eğitimciler Forumu” yerine “Kamu Emekçileri Forumu” olarak yola devam etmesi kararlaştırıldı. Bir sonraki forumun 28 Mart’ta Eğitim Sen İstanbul 2 No’lu Şube’de (Kadıköy) yapılmasına karar verildi. Kamu Emekçileri Forumu’nun işleyiş ve ilkelere dair almış olduğu kararlar: İŞLEYİŞ: 1- Forum en geniş bileşeniyle ayda bir toplanır. 2- İki toplantı arası iletişim ve organizasyon ihtiyacını forum koordinasyonu yürütür ve alınan kararların uygulanmasını sağlar. Koordinasyon, olağanüstü durumlarda, forum bileşenlerini toplantıya çağırır. 3- Forum, çalışma alanlarında; çalışma grupları, inisiyatifler, birimler vb. taban örgütlülüklerinin oluşması için çaba harcar. 4- Her çalışma biriminden bir kişi koordinasyona seçilir ve bu kişi çalışma birimi tarafından geri çekilebilir. 5- Forum bütün kamu emekçilerinin (güvenceli-gü-
vencesiz, sendikalı-sendikasız, özel ya da kamuda çalışan) katılımına açıktır. İLKELER: 1- Forum kendi mücadelesini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görür. Mücadele gündemlerini bu temele bağlı kalarak belirler. Forum devrimci sınıf sendikacılığını ve sınıf mücadelesini esas alır. Siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik sorunlar karşısında kamu emekçilerinin sınıfsal bir perspektif içinde taraf olması için çaba harcar. 2- Forum, fiili meşru mücadele anlayışıyla hareket eder. 3- Forum, bilimsel laik, demokratik, anadilinde, parasız eğitimi koşulsuz olarak savunur. 4- Forum, eğitim emekçileri forumu adıyla ve eğitim alanına dönük bir çalışma yürütmekle birlikte, bu çaba ve örgütlenmenin tüm kamu emekçilerinin bir ihtiyacı olduğunu düşünür. Bu nedenle eğitimciler ile diğer kamu emekçilerinin birliğini esas alır ve kendisini Kamu Emekçileri Forumu olarak adlandırır. 5- Bürokrasiye karşı tabanın söz, yetki, karar hakkını savunur. Bu doğrultuda taban iradesini açığa çıkarmayı esas alır. 6- Kamu emekçilerinin sendika, dernek, platform vb. zeminlerde örgütlenmesini destekler ve buna güç katmayı esas alır.
10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
DEĞERLER EĞİTİMİ
Eğitim-Sen’e çağrımız ve ondan beklentimiz, inanç özgürlüğünü temele alan bir manifesto yayınlamalı, değerler eğitimini reddediyoruz tutumunu almalı ve bunu kamuoyuna deklare etmelidir. Eğitim, kişide öğrenme yaşantıları yoluyla istendik davranış değişikleri oluşturma süreci olarak tanımlanır. Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan modern devletler, toplum ve bireylerin zihni üzerinde bir tahakküm aracı olarak eğitimin ve okulların önemini kavradığından beri insanlara, iktidarların beklentilerine uygun karakter ve anlayış kazandırmak amacıyla bilinçli bir girişim olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Tanımda belirtilen istendik kavramı, hâkim toplumsal sınıfın istek ve arzularının karşılığıdır. Her dönemde, hâkim toplumsal sınıf kendi çıkar ve beklentilerini toplumun çıkar ve beklentileriymiş gibi öne sürmüş ve kendi iktidarını yeniden üretecek sadık yurttaşlar yetiştirmek çabasında olmuştur. Siyasi iktidar, ideolojik bir aygıt olması itibariyle ikna aracı olarak dini referanslarla donattığı değerler eğitimi ile istendik insan profilini yaratmaya çalışmaktadır. Eğitim sistemi, neresinden tutulursa tutulsun, tutanın elinde kalan; var olan sorunları çözmek gibi bir amacı olmayan aksine sorun üstüne sorun ekleyen bir kurumdur. Bu yazıda eğitimin piyasalaşma, bilimsellikten uzaklaşma, parasız bir kamu hizmeti olarak kamu yararını gözetmeme, eğitim emekçilerine yönelik piyasa koşulları doğrultusunda performans sisteminin ve gü-
vencesiz çalışmanın dayatılması, ücretli öğretmenlik gibi sorunların varlığı saklı tutulmuştur. Eğitim-Sen’li emekçilerin bir araya geldiği Eğitimciler Forumunda, ağırlıklı olarak eğitimin, var olan eşitsizlik temelli toplumsal yapının devamının sağlamasına ve siyasi iktidarın kendini yeniden üretmesine dönük güncel uygulamaların sakıncalarına dair pedagojik ve psikolojik değerlendirmeleri içermektedir. 2-6aralık 2014 tarihinde yapılan 19.milli eğitim şurasında; okul öncesi dönemde değerler eğitimine yer verilmesi, ilkokul 1,2 ve 3. sınıflara da Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin konulması, değerler eğitimine öğretim programlarında etkin bir şekilde sarmallık anlayışla yer verilmesi gibi kararlar alınmıştır. Siyasi iktidarın politik hedeflerine uygun düşen kararlar psikolojik pedagojik açından büyük sakıncalar barındırmaktadır. Piaget’ye göre birey, doğduğu andan itibaren yetişkin olana kadar birbirini takip eden gelişim evrelerinden geçmektedir. Bu sebeple Piaget’nin gelişim evrelerinde, okul öncesi ve ilkokul dönemine denk gelen İşlem öncesi(2-7 yaş) ve Somut işlemler(7-11yaş) dönemini incelememiz gerekir. İşlem öncesi dönemde çocuk, din ve ahlak gibi soyut
MART - NİSAN 2015
tanımlamaları anlamlandıramaz. Ama ondan bu dinsel formları ve algıları anlaması beklenir. Bu nedenle de üstünde düşünemediği için kendini yetersiz hisseder ve olumsuz benlik algısına sebep olur. Yetişkinlerden olumlu dönüt alamadıkları her davranışlarının bedelini ağır bir şekilde ödeyeceklerini zannettikleri için yoğun bir korku içine gireler. Örneğin: Cehennemde yanmak, Allah tarafından taşa dönüştürülmek vb. Somut işlemler döneminde ise, çocuk sınıflama ve basit soyutlamaları anlayabilmektedir. Ama bu soyutlamaların karşılığının somut olması gerekir. Yaşamın içinde somut karşılığı olmayan (Cehennemde yanmak vb. Gibi) bir kavramı öğretmeye kalktığınızda anlamlandıramadığını ezberleyerek öğrenmiş gibi yapacaktır. Kolhbergin, Ahlak Gelişim Kuramında gelenek öncesi döneme, Piaget de ise dışsal kurallara bağlılık dönemine denk gelen bu yaş aralığında, kurallar başkaları tarafından konur, soyut ve nedenlerini anlamadığı bu kurallar, çocukta farklı korkular yaratarak yetersizlik ve çaresizlik hissine neden olur. Bu düzeydeki çocuk, kültür içinde kabul edilen iyi ve kötü ölçütlere göre davranır. Çocuklar, sadece otoriteye uyar ve cezalandırılmaktan kaçınır. Otoriteye körü körüne bağımlılık söz konusudur. Bu andan itibaren çocuğun davranışlarına içselleşmiş bir otorite kılavuzluk eder ve bununla baş edemeyen çocuk onay ve kabul görmek için biat kültürünün parçası haline dönüşür. Gelişim ve öğrenme psikolojisi, ahlak gelişim kuramları çocuklara din eğitimini vermek için, soyut düşünme döneminin beklenmesi gerekliliğini bilimsel olarak ortaya koyduğu halde siyasi iktidar geleceğini garantilemek
11
adına uyguladığı kararlarla çocukların benlik gelişimini zedeleyerek, itaatkâr yurttaşlar yetiştirmek çabasında olmuştur. İktidar başka birçok konuda olduğu gibi üzerinde durduğumuz bu konuda da kendi bildiğini okumaktadır. Şu günlerde henüz başlangıç aşamasındaymış gibi görünen ‘değerler eğitimi’ uygulaması eğer güçlü bir karşıtlık ve müdahaleye konu edilmezse kuşkusuz ki daha da yaygınlaştırılacaktır. Objektif olarak seçim yapma yeterliliğine sahip olmayan çocuk bireylere din eğitim ve öğretimi dayatılmaktadır. Ebeveynler bütünüyle sürecin dışında tutularak dayatmanın kapsamına alınmaktadır. Üstelik bütün bunlar ülkede farklı inanç ve mezheplere sahip milyonlarca insanın varlığı biliniyorken, varlıkları sözde kabul ediliyor görünmesine rağmen onlar yok sayılarak ve Sünni İslam potasında toplanarak yapılmaktadır. Bu uygulamayla birlikte var olan eğitimin ezelden beri tartışmalı olan bilimsel içeriği daha da zedelenmekte, farklı inançlara saygı yerine asimilasyon esas alınmakta ve bu uygulama bütün olarak anti-demokratik bir muhteva taşımaktadır. Eğitim Emekçileri Forumu olarak; ilkokulda zorunlu olarak, okul öncesi dönemde de değerler eğitimi görünümlü din eğitiminin verilmesine karşı Eğitim-Sen’e çağrımız ve ondan beklentimiz, inanç özgürlüğünü temele alan bir manifesto yayınlamalı, değerler eğitimini reddediyoruz tutumunu almalı ve bunu kamuoyuna deklare etmelidir. Bilimsel, laik, anadilinde, demokratik ve parasız eğitim talebini daha fazla sahiplenmeli ve bu talep için planlı-programlı bir mücadele hattı örmelidir.
Eğitim Emekçileri Forumu
12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
?
HANGİ LAİKLİK
Sorun; bilimsel eğitimin okullarda; dini eğitimin ise okul dışında, inanç gruplarının kendilerine ait olan ve bu gruplarca finanse edilecek olan eğitim kurumlarında verilmesiyle çözülebilir. Laikliğin geçerli olduğu ortalama bir ülkede, devlet, herhangi bir inanç grubuyla organik bir bağa sahip olamaz. Din işleri, inanç gruplarının tamamen kendi öz kaynaklarıyla gerçekleştirdikleri bir faaliyet halinde yürür. Böylece devlet, inanç özgürlüğünü belli oranlarda teminat altına almıştır. Ancak bu durumun gerçekleşmesi bir dizi tarihsel, iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel güçlüklerle kuşatılmıştır. Türkiye, devletin dinle kurduğu ilişki bakımından en sorunlu ülkelerden biridir. Devletin dini eğitim vermesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, egemenlerin kullandığı politik dil, bu sorunlu tutumun en önde gelen örnekleridir. Okullarda zorunlu din derslerinin verilmesi her şeyden önce inanç özgürlüğünün ihlalidir. Devlet zorunlu din dersiyle çoğunluk dinini tüm topluma dayatmakta, hem de diğer inançları hiçleştirerek bunu gerçekleştirmektedir. Bu durum eleştirildiğinde, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarına sayfalar dolusu Alevilikle ilgili bilgiler kondu.”, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarında Budizm’den bile bahsediliyor” gibi olayı yüzeyden kavrayan, bu kitap ve müfredatların çoğulcu olduğunu ima eden, çarpıtmaya dayalı açıklamalar karşımıza çıkmaktadır. Din Kültürü ve Ahlak bilgisi müfredatı, içerik olarak ve uygulamada çocuk ve gençlerin, ailesinin mensup olduğu inanca bakılmaksızın, devlet tarafından şekillendirilmiş olan “Sünni” inancını benimsemesine yönelik hazırlanmıştır. Bu kitap ve müfredatın içine “Alevilik”, ”Budizm” gibi konuların serpiştirilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Bu durum bir eklemlemeden, durumu kurtarmadan ve bu dayatmaya bir meşruiyet aramadan ibarettir. Müfredatın zemini bellidir. Bu durum, amacı papaz yetiştirmek olan bir papaz okulunda, İslam’dan da bahsedilmesine ve sırf bu yüzden İslam’ın da öğretildiğinin öne sürülmesine benzer. Üstelik sorun, temelde, “Sün-
nilik” inancını içerip içermediği, “Alevilik”, ”Budizm” gibi konulara yer verilip verilmediği ya da ne kadar yer verildiği meselesi değildir. Sonuçta sorun, inanç eğitiminin hangi inançlar arasında nasıl parsellendiği değil bu eğitimin devlet tarafından verilmesidir. Üstelik bu dini eğitim, program ve içeriği ne olursa olsun, çok farklı inanç çevrelerinden gelen ve farklı kaynaklardan beslenmiş olan öğretmenler tarafından verilmektedir. Bu durum, belli ölçülerde, inancın “göreli” ve “kişisel” doğasını ortaya koymaktadır. Devlet okullarında verilen dini eğitim hem bu dini eğitimi verecek olan öğretmeni zor durumda bırakır; hem de o eğitimi alacak olan öğrenci ve velilerle öğretmen arasında bir dizi tartışma ve sorunların doğmasına yol açar. Bu kargaşalık, din derslerinde, öğretmenin, ister istemez, kendi inanç değer yargılarını ve bakış açısını ortaya koymasıyla daha da içinden çıkılmaz hale gelir. Sonuçta okullar, inanç bakımından, cemaatler ya da dini gruplar gibi homojen değil heterojen yapılardır. Üstelik her inanç grubunun, doğal olarak, dini eğitimden beklentisi birbirinden farklıdır. Zorunlu din dersinin meşru olmadığı ortadadır fakat bu dersin seçmeli olması da zorunluluğun üstü örtük bir şekilde devam etmesi anlamına gelmektedir. Bu uygulamayla, bu dersi alan öğrenci ve velilerinin “rızası alınmış” yanılsaması yaratılmaktadır. Zorunlu din dersinde devlet ve hukuk zoruyla gerçekleşen uygulama, seçmeli din dersinde iktisadi, sosyal ve siyasal zorla sokaktan doğru gerçekleşmektedir. Sonuçta din dersini seçmeyen veli ve öğrenciler “dinsiz” damgası yeme ve “Sen müslüman değil misin?” yargılamasıyla karşı karşıya kalma kaygısı taşımaktadır. İnanç özgürlüğünün olmadığı bu ülkede, bu tip kaygılar gayet haklı gerekçelere dayanmaktadır ve bu kaygıların güncel olduğu kadar tarihsel bir temeli de vardır. Devletin dini eğitim vermesi birkaç açıdan uygun
MART - NİSAN 2015
değildir. Bir kere toplum farklı inanç kesimlerinden oluşmaktadır ve devletin bu inançlar karşısında eşit mesafede olduğu, inanç farkı gözetmediği kesinlikle söylenemez. Türkiye’de devlet, bırakın azınlıkta kalan inançlar üzerinde ekonomik, sosyal ve siyasi baskı kurulmasını engellemeye çalışmayı ve bırakın farklı inançlar arasında bir hoşgörü ortamının oluşmasını sağlamayı, bu baskıyı ve hoşgörüsüzlüğü bizzat örgütlemektedir. Bu anlayışa sahip bir devletin, dini eğitim vermesi, bu eşitsizliğin eğitim aracılığıyla pekiştirilmesi, çoğunluk inancının dışında kalan kişilerin daha çocukken ayrımcılığa ve asimilasyona maruz bırakılması demektir. İnançların kendi içinde pek çok konuda anlaşmazlıkları söz konusudur ve bu anlaşmazlıklar bütün tarih boyunca süregelmiştir. Ekonomik-sosyal süreçlerce koşullanan bu farklılaşmalar, çok büyük boyutlara ve hatta tarafların birbirinden ayrı bir din görünümü kazanmasına kadar varabilir. Devletin verdiği dini eğitimde bu anlaşmazlıklardan bahsedilmez, devlet, sanki bütün inanç grupları hemfikirmiş gibi davranır. Eğitimde tartışmaya şiddetle karşı olan devlet, çözümü “kesin doğruların(!)” öğretilmesinde yani dayatılmasında bulmuştur. Bu durum, din eğitimi için de geçerlidir. Dini eğitim veren, din üzerinde tahakküm kuran, dini kendi kaynaklarıyla besleyen devlet ve dinle popülist bir ilişki içinde olan siyaset, dini sonuna kadar istismar eder, onu çıkar gruplarının hizmetine sunar ve dine aktardığı kaynağın, verdiği desteğin karşılığını ister. Durum bu olunca, maden işçileri için göstermelik, ufak-tefek bazı düzenlemeler içeren bir yasa meclisten geçtiğinde, “iş güvenliği tedbirlerinde aşırılık ‘yüce Allah’a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür” fetvasını çıkarmak zor olmaz. Devletin din adamı yetiştirme adına açmış olduğu İmam Hatip Okulları ve din işlerini yürütmek üzere kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin dini şekillendirme ve maaşlı din adamları aracılığıyla kontrolü altında tutma isteğinin ürünleridir. Dini kontrol altına alan, şekillendiren devlet, dini araçlaştırarak toplumu ve özellikle de emekçileri kontrol altında tutmaya çalışır. Devletin dinle kurduğu bu ilişkideki asıl amaç da zaten budur. Bugün neredeyse tüm milli eğitimde bir imam hatipleşme söz konusudur. Milli eğitim, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla yarış halindedir. Yeni sömürü koşulları, neoliberal yıkım, gittikçe büyüyen servet-sefalet kutuplaşması, işsizlik, kölece çalışma ve yaşam koşulları inanç istismarının en üst seviyelere taşınmasını zorunlu hale getirmektedir. İktisadi sömürü inanç sömürüsüyle örtülmektedir. İnanç ve ibadet ihtiyacını devlet kaynaklarıyla karşılayan bir inanç grubu, inanç değerlerinin devlet ve siyaset eliyle üstelikte en inceltilmiş yöntemlerle sonuna kadar istismar edilmesini kabul etmiş demektir. Bu noktada Alevilerin bazı kesimlerinin, zaman zaman öne sürdüğü, “İmam hatiplerde Alevi kürsüleri kurulsun”, “devlet bize de kaynak ayırsın” vb. talepleri doğru değildir. Eğer
13
Aleviler bağımsızlığını korumak ve devletin oyuncağı haline gelmek istemiyorlarsa, kendi kurumsal yapılarını kendi öz güçleriyle oluşturup sürdürmelidirler. Alevilerin talepleri, devletin, dinden tamamen elini çekmesi, dine kaynak aktarmaması ve inançlar karşısında eşit mesafede kalması çerçevesinde olabilir. Aleviler gerçek bir inanç özgürlüğü talebini yükseltmelidirler. Gerek 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar ve gerekse hükümetin eğitime dönük dinselleştirme politikaları açıkça inanç özgürlüğü ihlalidir. Şura’da, ana sınıflarından itibaren “değerler eğitimi” adı altında din eğitiminin verilmeye başlanması, zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilkokul 1. sınıftan itibaren başlatılacak olması kabul edilebilir değildir.1980 askeri faşist darbesinin ürünü olan zorunlu din kültürü dersi ise bu ihlalin en azından otuz yıldır sürdüğünü göstermektedir. Burada bir taraftan devlet eliyle bir inancın şekillendirilmesi diğer taraftan da şekillendirilen bu inanç aracılığıyla toplumun şekillendirilmesi söz konusudur. Bu temelde sorun; bilimsel eğitimin okullarda; dini eğitimin ise okul dışında, inanç gruplarının kendilerine ait olan ve bu gruplarca finanse edilecek olan eğitim kurumlarında verilmesiyle çözülebilir. İnanç grupları, yüzyıllardır yaptıkları gibi, kendi din adamlarını kendi öz kaynaklarıyla yetiştirmelidir. Bunun Türkiye’deki pratik karşılığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması ve devlet eliyle dini eğitim verilmesinden vazgeçilmesidir.
14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
ÖĞRETMENLER ODASI Eylül ayı seminer dönemindeyiz. Tatil yeni bitmiş, arkadaşlarla özlem gideriyoruz. Koskoca iki ay geçmiş, neler olmamış ki... Konuşulacak birikmiş çok fazla konumuz var. Ama bir toplantı havasında değil, karışık, bir ondan bir bundan sohbet ediyoruz. Konu elbette IŞİD ve Suriye’deki iç savaşa geliyor. Gelmesi de mecbur. IŞİD Ortadoğu’da kafa kesiyor, kadınlara tecavüz ediyor, onları satıyor, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Süryaniler, Kızılbaşlar, kısacası ondan olmayan herkes katliam tehdidi altında veya katlediliyor. Bütün arkadaşlar lanet okuyor. Dindar olanlar onların gerçek Müslüman olmadıklarını kanıtlamaya çalışıyor. Herkes IŞİD’in ilkel ve vahşi bir çete olduğunda hemfikir. Konuşmalara katılmayan ve uzunca bir süre konuşmaları dinleyen bir kadın arkadaş merakla ve neler olduğundan bihaber şekilde “Arkadaşlar Suriye’de ne olmuş? IŞİD de neyin nesi?” diye soruyor. Bir arkadaşımız telaşla ve biraz da küçümseyerek “Bilmiyor musun, Suriye’de üç yıldır süren bir savaş var” diye cevap veriyor. Olaydan bihaber kadın arkadaş, biraz utangaçça “Çocuk küçük onunla uğraşıyorum, televizyon falan izleyemiyorum” diyor.
Aylar geçiyor, ülkedeki tüm sıradışılığa rağmen öğretmenler odası çok sıradan günlerini yaşıyor. Özgecan cumartesi günü bir cani tarafından katledildi. Hem de çok vahşi bir biçimde. Pazartesi günü her zaman olduğu gibi okula gidiyorum, ama bu sefer siyah giyinerek. Öğretmenler odasına girdiğimde kadın arkadaşların hepsinin siyahlar içinde olduğunu görüyorum. Duruma biraz şaşırıyor ama çok mutlu oluyorum. Montumu çıkarıp asıyor, beyaz önlüğümü alıyorum. Tam giyecekken bir kadın arkadaş “O beyaz önlüğü bugün giyme, çünkü bugün Özgecan için siyah giyinmeliyiz” diye beni uyarıyor. Arkadan başka bir kadın arkadaşın sesi geliyor ve bu ses beni çok şaşırtıyor. O sesin sahibi, Suriye’deki savaştan bihaber arkadaş “Evet bugün insanım diyen herkes siyah giymeli” diyor. Öğretmenler odasındaki sıradanlık parçalanıp ülkenin yaşadığı sıradışılıkla buluşuyor. Birkaç gün sonra başka bir cani, işyerinin camına bir kartopu isabet etti diye Nuh Köklü’yü sokak ortasında katlediyor. Ancak Özgecan için siyah giyenlerden çıt çıkmıyor. Özgecan için gösterilen bu duyarlılığı, yaşanan diğer sorunlarda nasıl ortaya çıkarırız, bu da bizim sorumluluğumuz.
MART - NİSAN 2015
15
ÖZGECAN’IN KATİLLERİNİ TANIYORUZ!
Özgecan’ı katledenler, Hindistan’da, Bosna’da tecavüz edenlerle aynıdır. Özgecan’ın katillerinin arkasında, hergün onlarca tecavüzcü katili aklayanlar var! Özgecan’ın katillerinin arkasında, kadınların giyimine, arkadaşlıklarına, kaç çocuk doğuracağına karar verenler var! Özgecan’ın katillerinin arkasında toplumu gelenek göreneklerle, dinsel gericilikle kuşatan, kadını aşağılayan, cinsel kimliğine ve bedenine hükmedenler var! Özgecan’ın katillerinin arkasında, kadınları
fabrikada-atölyede azgınca sömüren, onu çifte sömürüye ve ikinci sınıf insan muamelesine maruz bırakan, savaşlarda yıkım, ölüm ve tecavüzle karşı karşıya bırakan, tüm insanlığı yozlaştıran sistem var! Bu sistemden, sistemin hukukundan, adaletinden Özgecanlar’ın katillerini, tecavüzcüleri yargılanması beklenemez. Çünkü tecavüz ve kadın cinayetleri bu sistemin “fıtratında” var. Kahrolsun kadını sömüren, aşağılayan, onu ikinci sınıf insan konumuna koyan, cinsel kimliğinden kaynaklı şiddete, tacize, tecavüze maruz bırakan kapitalist sistem!
16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ
Demirci Kawa’dan bugüne Ortadoğu halklarının direnişini selamlıyoruz...
YAŞASIN NEWROZ! NEWROZ PİROZ BE! e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu
Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri
Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 49 * Fiyatı: 25 Kr * Mart 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92