SOSYALİST KAMU EMEKÇİLERİ kamuemekcileri@yahoo.com
» KESK’e hakim çizginin iflası olarak toplu sözleşme süreci 2014-2015 Toplu İş Sözleşmeleri Memur Sen’in ihanetçi kimliğini, KESK’in (ve bağlı sendikaların) ise bürokratik-reformist sendikal çizgisinin iflasını tescillemiştir. Kuşkusuz bu iflas yeni bir durum değil. Bu toplu sözleşme sürecinin ayırt edici yanı, KESK’e hakim icazetçi çizginin iflasını tescillemiş olması değil, bu tescillemenin “kör gözün” görebileceği kadar açık biçimde gerçekleşmiş olmasıdır.
» Başörtüsü, dinsel gericilik ve sosyalist tutum - A. Suat Dinsel gericiliğe karşı mücadele devrimci sınıf mücadelesinin temel görevlerinden biridir ve sol-sosyalist hareket bir an olsun bu mücadeleden geri duramaz. Ne var ki, temel sorun dinsel gericiliğe karşı mücadelede izlenecek çizgi ile ilgilidir. Bu mücadelede sol hareket ve KESK, düzenin iç iktidar dalaşının bir parçası olarak gündeme gelmiş bir mesele üzerinden, kitlelerin düzen güçleri arkasında yedeklenmesi sonucunu doğuracak bir tutumdan özenle kaçınmak zorundadır.
» Haziran Direnişi ve KESK’in tutumu Bugün önemli olan Haziran Direnişi’nin kazanımlarına, açığa çıkan taban dinamiğine yaslanarak, kamu emekçilerinin sosyal ve siyasal talepleri ekseninde mücadelenin büyütülmesidir. KESK’in reformist-uzlaşmacı önderliği ancak bu şekilde aşılabilir, tabanın enerjisi örgütlenerek sendikalarımız gerçek sınıf örgütleri haline ancak bu şekilde getirilebilir. Bu görev de öncelikli olarak öncüilerici kamu emekçilerine düşmektedir.
KESK’e hakim çizginin iflası olarak toplu sözleşme süreci
2014-2015 Toplu İş Sözleşmeleri Memur Sen’in ihanetçi kimliğini, KESK’in (ve bağlı sendikaların) ise bürokratik-reformist sendikal çizgisinin iflasını tescillemiştir. il. Kuşkusuz bu iflas yeni bir durum değ ci Bu toplu sözleşme sürecinin ayırt edi yanı, KESK’e hakim icazetçi çizginin iflasını tescillemiş olması değil (ki bu, r kaçıncı tescil?), bu tescillemenin “kö gözün” görebileceği kadar açık le biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Öy ki, mevcut çizginin tabandaki dayanağını oluşturan ve reformist ar solun etrafında kümelenmiş kadrol dahi süreçten duydukları rahatsızlığı daha yüksek sesle dile getirir olmuştur.
2
014-2015 yıllarını kapsayan kamu Toplu İş Sözleşmeleri Memur Sen’in şeker bayramı arifesinde imzaladığı ihanet sözleşmesi ile sonuçlandı. AKP’nin yandaş sendikası Memur Sen, hükümete olan diyet borcunu, hükümetin ilk önerisinin de gerisinde bir sözleşmeye imza atarak ödemiş oldu. Kamu emekçilerinin hiçbir temel talebini içermeyen, ücretlerde ise kraldan daha kralcı bir tutumla hükümetin ilk önerisinin dahi gerisinde bir artışı öngören bir sözleşmeye imza atan Memur Sen, hükümetle kol kola, imzalanan sözleşmeyi kamu emekçilerine “müjde” olarak sunma arsızlığını göstermekten de çekinmedi. Memur Sen’in satış sözleşmesini imzalaması ve bunu arsızca “müjde” olarak sunması şaşırtıcı değil. Burada dikkate değer olan, Ağustos başında başlayan ve bir ay sürmesi beklenen görüşme sürecinin, bir haftada ve üstelik KESK ve Kamu Sen’in bypass edilerek bitirilmesidir. Sözleşmenin bayram öncesi bitirilmesi, AKP hükümetinin, kamu emekçilerinde gelişebilecek tepkileri eritme ve bayram süresince bu tepkileri çaresiz bir kabullenişe dönüştürme niyetiyle davrandığını ortaya koymaktadır. Bu durum, hükümetin, Haziran Direnişi sonrası yaşadığı panik ve korkuyu ortaya koyması
bakımından anlamlıdır. KESK ve Kamu-Sen’in bypass edilmesinin de, hiç değilse görüşme sürecinin kısa tutulması açısından hükümetin bu niyetiyle örtüştüğü söylenebilir. Ne var ki, bu aynı tablo, KESK ve Kamu-Sen’in kamu emekçilerini harekete geçirebilecek bir konumdan uzak bulunduğunun hükümet tarafından iyi algılandığına da işaret etmektedir. Kısacası bu, hükümetin gerici KamuSen bir yana, KESK’ten gelecek tepkileri de ciddiye almadığını ortaya koymaktadır. Hükümet attığı adımlarla görüşme sürecini uzatabilecek ayak bağlarından sıyrılmış, ama bu ayak bağlarının kamu emekçilerinin tepkisini geliştirip örgütleyecek bir konumda olmadığını da görerek eli rahat davranabilmiştir. Nihayetinde satış sözleşmesi sonrasında bu konfederasyonların kamu emekçilerini harekete geçirecek bir tutum geliştirememiş olması da, hükümetin yanılmadığını göstermiştir. Kısacası hükümetin kaygısı KESK ve Kamu Sen değil, görüşme sürecinin uzamasının Haziran Direnişi’nin de sıcak etkisiyle kamu emekçilerinde yaratabileceği tepkiler olmuştur.
Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir ya da bürokratik-reformist çizginin iflası 2014-2015 Toplu İş Sözleşmeleri Memur Sen’in ihanetçi kimliğini, KESK’in (ve bağlı sendikaların) ise bürokratik-reformist sendikal çizgisinin iflasını tescillemiştir. Kuşkusuz bu iflas yeni bir durum değil. Bu toplu sözleşme sürecinin ayırt edici yanı, KESK’e hakim icazetçi çizginin iflasını tescillemiş olması değil (ki bu, kaçıncı tescil?), bu tescillemenin “kör gözün” görebileceği kadar açık biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Öyle ki, mevcut çizginin tabandaki dayanağını oluşturan ve reformist solun etrafında kümelenmiş kadrolar dahi süreçten duydukları rahatsızlığı daha yüksek sesle dile getirir olmuştur. Zaten, değil kamu emekçilerinin geniş kitlesi, hakim çizginin dayandığı sendikal gruplar içerisinde yer alan kadrolar dahi, düne kadar tabandan gelen tepkilere kulak tıkayan KESK’in çağrılarına benzer şekilde yanıt vermiş ve kulak tıkamıştır. Kuşkusuz kadrolarda yaşanan ‘umursamazlık’ bir olumluluğa değil, icazetçi-bürokratik-reformist çizginin yarattığı tahribatın boyutlarına işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır. Memur Sen’in yaptığına “ihanet” demek bir ölçüde Memur Sen’e olumlu bir anlam yüklemek anlamına da geliyor. Bu yüzden de “ihanet” sözü kamu emekçileri nezdinde etkin bir teşhir aracı olarak kullanılabilir (ve kullanılması gereken) bir söz olsa da, siyasal
terminolojide pek de Memur Sen’e uymuyor. Nihayetinde Memur Sen misyonunu oynamış ve bekleneni yapmıştır. Bu durumda siyasal terminolojide “ihanet” sözcüğü, ancak kendisinden olumlu anlamda bir şeyler beklenene yöneltilebilir. Peki KESK “ihanet” mi etmiştir? Kuşkusuz KESK ihanet etmiştir demiyoruz (“demeye dilimiz varmıyor!”). KESK bu toplu sözleşmeler sürecinde “ihanet” etmemiş, “iflas” etmiştir. Memur Sen’in böyle kolayından bir satış sözleşmesine imza atabilmesinin gerisinde de bu “iflas” tablosu vardır. Bu toplu sözleşmelerde KESK’in belirleyici hiçbir rol oynayamayacağı ise Çarşambadan bellidir. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Kamuda ilk toplu sözleşmelerin imzalandığı döneme bir göz atmak, bugünkü iflas tablosunun dünkü izlerini görmek açısından yeterli olacaktır. 2012 yılında gerçekleştirilen ilk toplu sözleşmelere de KESK bütünüyle hazırlıksız girmiş, ancak hükümetin sefalet dayatmasının kamu emekçilerinde yarattığı geniş tepki KESK’i grev kararı almaya itmiş, kamu emekçilerinde gelişen güçlü mücadele dinamikleri Memur Sen tabanının ve kimi sendikalarının dahi 23 Mayıs grevine katılması sonucunu doğurmuştu. Bu gelişmeler Memur Sen’in masadaki dilenciliğini geniş kitleler önünde mahkum ederken, KESK’i bir kez daha kamu emekçilerinin fiili mücadele adresi haline, sokaktaki sözcüsü konumuna getirmişti. 23 Mayıs grevi geniş kitlelerin Memur Sen’den yalıtılması açısından da önemli olanaklar sunmasına karşın KESK, tabandan gelen eleştirileri de görmezden gelmiş, Kamu Sen ile birlikte Memur Sen’e “hakem kuruluna katılmama” çağrısı yapmasına karşın, kendisi de bu çağrıya uymayarak “hakem kuruluna” katılmıştır. Böylece, kamu emekçilerinde gelişen özgüveni ve mücadele dinamiklerini sokakta geliştirmek yerine düzenin “yasal” cenderesine hapsetmiştir. Kısacası KESK en uygun koşullarda 23 Mayıs grevine ve bu grevle özgüven kazanan kamu emekçilerinin mücadele dinamiklerine -ihanet etmiştir demiyoruz- sırtını dönmüş, hakem kurulunu yeni bir grevle karşılamak yerine, gerisin geri Memur Sen’in kuyruğuna yedeklenmiştir. KESK’in (ve bağlı sendikaların) son toplu sözleşmelerdeki durumuna ilişkin olarak hemen birçok kişinin diline dolanan “okullar kapalıydı, izin dönemiydi” vb. söylemlere dayalı bir “bahaneler” zinciri yaratılabilir. Bunu en yukarısından en aşağısına kadar hemen her kademede yapan yeterince “mazeretçi” de var zaten. Peki kamu emekçilerinin taleplerini mücadele konusu haline getirmek için illa bir toplu sözleşme döneminin gelmesi şart mı? Örneğin “her türlü ek ve yan ödemenin emekli keseneğine dahil
edilmesi” talebi bugün kamu emekçilerinin en yakıcı taleplerinin başında geliyorsa, bu ve benzer talepler uğruna bir mücadele programı ortaya koymak ve emekçileri mücadeleye yöneltmek için illa da bir “toplu sözleşme(!) masası” mı kurulmalı? Toplu sözleşmenin Ağustos ayında başlayacağı kanunda açık seçik yazılı iken, KESK ve bağlı sendikalar kamu emekçilerini aylar öncesinden talepleri doğrultusunda örgütlemeye ve bir mücadele programı etrafında birleştirmeye yönelmişler midir? Tüm bu soruları ve bugünkü toplu sözleşme sürecinde KESK’in yaşadığı iflası anlamak için, 23 Mayıs grevi sonrasında KESK’in izlediği çizginin, bir “çaresizlikten” değil, bir “tercihten” ileri geldiğini kavramak gerekir. Nihayetinde 23 Mayıs sonrası, kitlelerde mücadele beklentileri ve dinamikleri doruğundaydı. Kamu emekçilerinin KESK’e duyduğu güvenin zayıflaması, örgütlü-öncü kadroların dahi KESK’e ve bağlı sendikalara güvensizlik duyması, bir neden değil, KESK’e hakim icazetçi-reformist ve her geçen gün katılaşan bürokratik çizginin yarattığı bir sonuçtur. Süreçlerin döne döne gözümüze soktuğu bu gerçeği yine de görmezden gelip “okullar kapalıydı, izin dönemiydi” gibi bahaneler üretenlere, toplu sözleşmenin iki yıllık bir dönemde yalnızca bir aylık bir süreci kapsadığını, oysa bu iki yıllık dönemin yirmi dört aydan oluştuğunu hatırlatmak sanırız yeterli bir cevap oluşturacaktır.
“Satış sözleşmesini tanımama” tutumunun örgütlenmesi ve Bütçe dönemi Memur Sen’in imzaladığı satış sözleşmesinin
programlı bir mücadele ile yırtılması, Memur Sen’in etkili bir teşhirini de içeren “satış sözleşmesini tanımıyoruz” eksenli bir kampanyanın örgütlenmesi bugün önemli bir ihtiyaç olarak durmaktadır. KESK ve bağlı sendikalar toplu sözleşme sonrası bırakalım bir mücadele programı ortaya koymayı, Memur Sen’in etkili bir teşhirine dahi yönelmemiş, ikide bir yapılan açıklamaların ötesine geçen bir tutum geliştirilmemiştir. Her ne kadar sefalet artışlarını öngören toplu sözleşme imzalanmış olsa da, kamu emekçilerinin yakıcı talepleri orta yerde duruyor. Her türlü ek ve yan ödemenin emekli keseneğine dahil edilmesinden iş güvencesine, insanca bir ücret ve ücret adaleti talebinden geçmiş kayıpların giderilmesi talebine kadar bir dizi talep ile kamu emekçilerini harekete geçirmek ve önümüzdeki bütçe dönemini bir mücadele sürecine dönüştürmek bugünün güncel görevleri olarak durmaktadır. “Yaz dönemi”nden şikayet edenlere “kış”ın geldiğini hatırlatmak ise öncü kamu emekçilerine düşmektedir. Meclisin açılması ile birlikte AKP hükümeti yeni sosyal yıkım saldırılarına hazırlandığını da ilan etmiş bulunuyor. Kıdem tazminatı, esnek çalışma, taşeronluk gibi başlıklar altında gelecek olan yeni saldırı dalgası işçi-memur ayrımının kaldırılarak “çalışan” kavramı altında kamu emekçilerinin iş güvencesinin tehdit edilmesini de kapsamaktadır. Gerek satış sözleşmesini yırtmak ve gerekse de bu yeni saldırıları püskürtmek, fiili meşru mücadeleyi eksen alan programlı ve grev eksenli bir mücadele çizgisinin ete kemiğe büründürülmesine bağlıdır. Bu görev ise icazetçi sendika bürokratlarının değil, öncü kamu emekçilerinin omuzlarındadır. Sosyalist Kamu Emekçileri
Başörtüsü, dinsel gericilik ve sosyalist tutum
G
eçen yıl öğrencilere dönük olarak yapılan kılıkkıyafet düzenlemesi sonrasında başörtüsü tartışmaları bir kez daha gündemleşmişti. Memur Sen’in “kılık-kıyafet serbestliği” adı altında özünde başörtüsüne özgürlük isteyen imza kampanyası sonrasında ise bu tartışmalar alevlenmişti. AKP’nin sahte demokratikleşme paketinden de “başörtüsü serbestliği” çıktı. İşçi ve emekçilerin dinsel inançlarını, iktidar gücü olmanın manivelası olarak değerlendiren AKP iktidarı, 12 yıllık iktidar dönemi boyunca süründürdüğü “başörtüsü” meselesini nihayet bir sonuca bağlamış görünüyor. Kemalist rejimin dinsel gericiliğin hizmetine sunduğu başörtüsü yasakları, böylece ortadan kaldırılmış olmakla kalmıyor, AKP iktidarının 28 Şubatçılarla girmiş olduğu dalaşta, rövanşı almış olmasının gücünü de yansıtıyor. Başörtüsü sorunu, rejimin iç iktidar dalaşının bir ürünü olarak, “inanç özgürlüğü” kavramının sınırlarını aşan siyasal bir sorun haline gelmiş, “laik/anti-laik” eksenli burjuvazinin iç dalaşının sembollerinden biri olmuştu. Bugün bu hamle ile AKP iktidarı, hem zaferini (!) teyit etmiş, hem de önümüzdeki seçim dönemlerine dönük güçlü bir yatırım yapmış oluyor. AKP’nin sahte demokratikleşme paketinin açıklanmasıyla özellikle de kamu işyerlerinde başörtüsü tartışmasının gündeme geleceği aşikar. Başörtüsü
Dinsel gericiliğe karşı mücadele devrimci sınıf mücadelesinin temel görevlerinden biridir ve sol-sosyalist hareket bir an olsun bu mücadeleden geri duramaz. Ne var ki, temel sorun dinsel gericiliğe karşı mücadelede izlenecek çizgi ile ilgilidir. Bu mücadelede sol hareket ve KESK, düzenin iç iktidar dalaşının bir parças ı olarak gündeme gelmiş bir mesele üzerinden, kitlelerin düzen güçleri arkasında yedeklenmesi sonucunu doğuracak bir tutumdan özenle kaçınmak zorundadır. Kılık-kıyafet meselesi gündeme geldiğinde “başörtüsü karşıtlığı”nı eksen alan bir çizgi, gerisin geri emekçi kitlelerin bu dar eksende kutuplaşmasına hizme t edecektir.
meselesi; konunun istismara açık yönleri, burjuvazinin iç iktidar mücadelesindeki yeri, kılık kıyafet serbestliği ve inanç özgürlüğü, emekçi yığınların inanç sistemiyle olan bağları, kadın sorunu gibi bir dizi olguyla iç içe geçmiş bir mesele olması nedeniyle hassas bir konudur. Bu hassasiyetleri nedeniyledir ki, burjuva gericiliğin iç iktidar mücadelesinin bir parçası olarak on yıllardır üzerinde tepindiği, işçi sınıfı, emekçiler ve gençliğin sermayenin çeşitli siyasal odakları arasında kutuplaştırılmasında önemli bir silah olarak kullanılan bir konu olagelmiştir başörtüsü. Bu nedenle de, konunun belli yönleri ile incelenmesi, sol-sosyalist hareketin ve KESK’in alması gereken tutumun belirlenmesi açısından gereklidir.
Din ve devlet Cumhuriyet tarihi boyunca burjuva iktidarın din ile olan ilişkisi iktidar ilişkilerinin dışında olmamıştır. Daha cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist rejimin din karşısındaki tutumu doğası gereği bu eksende belirlenmiştir. Osmanlı’da din, feodal devletin iktidar aracı olarak rol oynamış, siyasal egemenlik hakkı ve hilafet Osmanlı hükümdarının elinde toplanmıştı. Kemalist rejim ise 1922 yılında saltanatı kaldırarak Osmanlı hükümdarının egemenlik haklarına son vermiş, halife ünvanını ise Osmanlı hanedanından Veliaht Abdülmecid Efendi’ye vermişti. Ne var ki halifelik, Osmanlı iktidarının izlerini taşıyordu ve Kemalist iktidar açısından önemli bir tehdit olarak algılanıyordu. Kemalist rejimin dinsel örgütlere karşıt tutumu, bu kurumların Osmanlı iktidarının dayanakları olmasından da ileri geliyordu. Kemalist rejim, geçmiş iktidarın dayanaklarını doğası gereği ortadan kaldırmayasınırlamaya yönelirken, öte yandan da siyasal ve toplumsal yaşamın her alanında üstten bir dayatma ile toplumu biçimlendirme çabası içindeydi. Nitekim hem dinsel hem etnik meselelerde asimilasyoncu bir devlet çizgisi oluşturuluyordu. İktidar mücadelesiyle de bağlantılı olarak gündeme gelen hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi ilerici adımlar, aynı zamanda dinin devlet tekeline alınmasının olanağına da çevrilmişti. Zira söylemde din ile devlet işlerini birbirinden ayıran Kemalist rejim, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu oluşturmuş ve dini, devlet eliyle toplumu yönetmenin bir aracı olarak kullanmıştır. Üstelik hilafetin Sünni mezhep üzerinden şekillenmesi gibi, Diyanet İşleri de aynı mezhep üzerinden şekillendirilmişti. İlerleyen yıllarda ise din, burjuva düzenin toplumu dizginlemekte ve yönetmekte kullandığı önemli
araçlardan biri olacaktı. ABD güdümüne giren burjuvazi, 1960’larda yükselen sosyal mücadelelerin önünü alabilmek için dinsel gericiliği siyaset sahnesine çıkarttı. 12 Eylül askeri faşist darbesi sonrasında ise, görünürde dinci partileri yasaklayan Amerikancı cunta, sınıf hareketini, ilerici ve devrimci güçleri zorbalıkla bastırırken, özel politikalarla dinci-gericiliğin önünü açmıştır. Osmanlı feodallerinin iktidar aracı olarak kullandıkları din, burjuva iktidarının da aracı olmuş, cunta döneminde ise pervasızca kullanılmıştır. Örneğin Sünni mezhep üzerinden şekillenen din eğitimini zorunlu hale getiren faşist cunta, yüzlerce yeni imam hatip okulu açmış, Kur’an kurslarını alabildiğine yaygınlaştırmış, ahmakça bir uygulama ile Alevi köylerine camiler inşa edip, imamlar atamıştır. Toplumsal muhalefeti ezmek üzere devlet eliyle palazlandırılan ve kullanılan dinsel gericilik, öte yandan emperyalizmin çıkarlarıyla da uyuşmaktaydı. Sovyetler Birliği’ni kuşatmak amacıyla “Yeşil Kuşak” projesi ile ABD emperyalizminin özel desteğiyle gelişen radikal siyasal İslam, ‘90’lar sonrasında yine ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla uyumlulaştırılmış bir biçimde “ılımlı İslam” projesi ile iktidara hazırlanacaktı. Ne var ki bu yıllar aynı zamanda İslami sermayenin giderek büyümesini de doğuracak, burjuvazinin çıkar ve iktidar çatışmaları yükselecekti. 1995 yılında Refah Partisi önemli bir başarı elde etmiş ve Refah-Yol hükümeti kurulmuştu. “Laik/anti-laik” çatışması olarak kendisini gösteren iktidar dalaşında “milli görüşçü” dinsel gericilik önemli mevziler kazanmış, ancak, sahte laik burjuva cephenin devletin belkemiği olan ordu ve yargı üzerindeki hakimiyeti sürmeye devam etmişti. Nihayetinde ordunun “balans ayarı” gecikmedi ve 28 Şubat muhtırası gündeme oturdu.
Başörtüsü ve AKP gericiliği 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısı kararları dönemin başbakanı Erbakan’a dikte edilmiş ve imzalatılmıştı. Bu kararlardan biri ise kamuda başörtüsü yasağının sürdürülmesiydi. AKP iktidarı 12 yıllık dönemi boyunca başörtüsü yasağını kaldırmamış, ancak bu sorunu kullanarak işçi ve emekçilerin dinsel inançlarını istismar etmiştir. AKP son yıllarda Kemalist iktidarı sarsmış, ordu ve yargıya müdahale ederek dinci-gerici iktidarını pekiştirmiş ve buna dayanarak başörtüsü meselesini tekrar gündeme getirmiştir. AKP’nin başörtüsü meselesini, gerici iktidar savaşının bir aracı olarak kullandığı, onu “din ve vicdan özgürlüğü” ekseninde değil de, toplumu gericileştirme
hamlesinin bir aracı olarak ele aldığı, din eğitimini yaygınlaştırması ve yeni bir imam hatip okulları açma hamlesinden de görülebilir. Başörtüsü meselesini “özgürlük” sorunu olarak tartışan AKP’nin, sahte demokratikleşme paketinde göstermelik düzenlemeleri bir yana bırakırsak, beklendiği gibi “inanç özgürlüğü”ne dönük hiçbir düzenlemesi bulunmuyor. Aleviler’in talepleri görmezden gelinirken, Kürt sorunu gibi diğer temel sorunlarda da göstermelik adımların ötesine geçen düzenlemeler yer almıyor. Kısacası AKP’nin “özgürlük” algısı iktidarını pekiştirme niyet ve tutumundan ötesine geçmiyor. Bu ise AKP’nin başörtüsü sorununu “inanç özgürlüğü” çerçevesinde değil, dinsel gericiliğin siyasal amaçlarıyla örtüşen bir noktadan ele aldığını gösteriyor. Zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevi mezhebinin yok sayılması vb. yerli yerinde duruyor. Kuşkusuz AKP’nin zorunlu din derslerini kaldırması, devlet eliyle din eğitimi verilmesine son verilmesi gibi adımları atmayacağı, sadece AKP’nin değil, burjuvazinin sahte “laik” kesimlerinin dahi buna yanaşamayacağı ve din gibi toplumu uyuşturmada kullanılan temel bir araçtan vazgeçemeyecekleri biliniyor.
Başörtüsü, sol ve KESK Başörtüsü meselesi “kamusal alan”ı yakından ilgilendiren bir mesele olması nedeniyle, bu alanda örgütlü sendikaların ve KESK’in alacağı tutum da büyük önem taşımaktadır. Ne var ki, KESK’in bu konuda tutarlı bir duruş sergilemekten uzak olduğunu söylemek gerekir. Bununla birlikte solun reformist kanatlarının
belli kesimleri “başörtüsü karşıtlığı” üzerinden bir tutum geliştirmekte ve KESK’in tutumunu belirleyen de bu olmaktadır. Düzen solunun ve ulusalcılığın etkisi altındaki sol siyasetlerin, düzenin sahte “laik / anti-laik” çatışmasında “laik” cephede konumlandığını, gerek siyasal mücadele sahnesinde ve gerekse de kılık-kıyafet serbestliği meselesinde düzenin kemalist güçlerinin yedeğine düştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Geçtiğimiz yıl öğrencilere dönük “serbest kıyafet (!)” düzenlemesi karşısında Eğitim-Sen’in eşofmanlı eylemi hafızalardaki yerini koruyor. Eğitim-Sen o dönemde “Milli Eğitim Bakanlığı `Kılık-Kıyafet Serbestliği` Uygulaması İle Neyi Amaçlıyor” başlıklı bir açıklama yayınlamıştı. Bu açıklama ile düzenlemenin sınırlayıcı yanları ve AKP’nin gerçek niyetleri teşhir edilirken, kendi serbestlik algısını ise “dinsel sembollere” karşıtlık üzerinden kurma yolunu tutmuştur. Öyle ki bu karşıtlık, serbest kıyafetin “çocukların sınıfsal aidiyetlerinin” açığa çıkması gibi ‘olumsuz(!)’ bir sonucu açığa çıkaracağı düşüncesiyle Eğitim-Sen’i “tek tip” kıyafeti savunma durumuna düşürmüştür. KESK ise, Memur-Sen’le girdiği “lüzumsuz polemik” ile bir yandan Memur-Sen’i sahte özgürlük anlayışı nedeniyle haklı olarak kınarken, öte yandan da “Kamu kurumlarında yaratılmaya çalışılan ‘tek tip, biat eden’ emekçi tipine karşı mücadele etmek; insanların kültürel, dinsel kimliklerini öne çıkartarak bir arada eşit ve kardeşçe yaşamın önüne koyulan engellerle de mücadele etmek olacaktır. KESK, kamu hizmeti veren emekçilerin herhangi bir dinsel simge (türban, sarık, takke, haç vb.) kullanarak kamu kurumlarında
çalışmasına karşı durmaya devam edecektir” diyerek kendi bakış açısını ortaya koymuştur. (KESK’in “MemurSen’in Yaptığı ‘Kılık-Kıyafet Serbestliği’ Tartışması Özgürlük Talebi Değildir!’ başlıklı açıklamasından…) KESK “aydınlanmacılığın” damgasını taşıyan bu bakış açısı ile emekçilerin dinsel veya mezhepsel bir talep ile parçalanmasına hizmet etmesine karşın yazının sonunda “Ezilenlerin ve emekçilerin birlikteliklerini dinsel simgeler üzerinden parçalamaya çalışanlara karşı eşitlikçi ve özgürlükçü bir zeminde gerçek bir laikliği savunmak, aynı zamanda toplumda gelişen muhafazakârlık ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerici adımları olacaktır” diyebilmektedir. KESK’in Memur Sen’in “kılık-kıyafet serbestliği” arkasına gizlediği “başörtüsüne özgürlük” kampanyası karşısında yapması gereken, “başörtüsü” üzerinden emekçilerin ayrışmasına hizmet edecek bir tutum geliştirmek değil, eksiksiz bir laikliği, kılık-kıyafet serbestliğini, din ve inanç özgürlüğünü savunmak, pratikte de buna uygun bir mücadele biçimi geliştirmek olmalıdır. Aksi bir durumda emekçileri parçalayan bir algının içerisine düşülür ki, KESK’in yaptığı tam da budur.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele görevi ve sınıfsal tutum Kuşkusuz dinsel gericiliğe karşı mücadele devrimci sınıf mücadelesinin temel görevlerinden biridir ve solsosyalist hareket bir an olsun bu mücadeleden geri duramaz. Ne var ki, temel sorun dinsel gericiliğe karşı mücadelede izlenecek çizgi ile ilgilidir. Bu mücadelede sol hareket ve KESK, düzenin iç iktidar dalaşının bir parçası olarak gündeme gelmiş bir mesele üzerinden, kitlelerin düzen güçleri arkasında yedeklenmesi sonucunu doğuracak bir tutumdan özenle kaçınmak zorundadır. Kılık-kıyafet meselesi gündeme geldiğinde “başörtüsü karşıtlığı”nı eksen alan bir çizgi, gerisin geri emekçi kitlelerin bu dar eksende kutuplaşmasına hizmet edecektir. Sınıf mücadelesinin katı gerçekleri içerisinde bir mücadeleye atılmadan emekçi kitlelerin dinsel yargı ve inançlarından beslenen başörtüsü tutsaklığının biçimsel olarak belirlenen yasaklarla aşılamayacağı, tam tersine bu türden yasakların gericiliği besleyip kışkırtan ve emekçileri de böylece dinsel-mezhepsel bölünmeye iten bir silaha döndüğü açıktır. “…1874’te Londra’da sürgünde yaşayan blankici mülteci komüncülerin ünlü bildirilerini yorumlarken Engels, onların dine karşı gürültülü savaş ilanını bir aptallık olarak niteledi, ve böyle bir savaş ilanının dine olan ilgiyi canlandırmanın ve onun gerçekten ölüp gitmesini önlemenin en iyi yolu olduğunu söyledi. Engels, blankicileri, ancak, proletaryanın en geniş tabakalarını bilinçli ve devrimci toplumsal pratiğe kapsamlı bir biçimde çekerek, çalışan yığınların sınıf mücadelesinin ezilen yığınları dinin boyunduruğundan gerçekten kurtarabileceğini anlama yeteneğinden yoksun oldukları için suçlarken, dine karşı savaş açmanın işçi partisinin siyasal görevi olduğunu ileri sürmenin anarşistçe bir lafebeliği olduğunu söylemişti.” “Ve 1877’de de Anti-Dühring’inde, idealizme ve dine verdiği pek küçük ödünlerinden ötürü filozof Dühring’e acımasızca saldırırken Engels, dinin sosyalist toplumda yasaklanması gerektiği konusundaki Dühring’in sahtedevrimci düşüncesini daha az bir kararlılıkla suçlamıyordu. Engels, dine böylesine bir savaş ilanının, ‘Bismarck’tan çok bismarkçı’ olmak, yani Bismarck’ın din adamlarına karşı açtığı aptalca mücadeleyi (ünlü ‘Kültür İçin Mücadele’, Kulturkampf, yani Bismarck’ın 1870’lerde, katolikliğe polis baskıları aracıyla, Alman katolik partisine, ‘Merkez’ partisine karşı mücadele) yinelemek demek olduğunu söylüyor. Bu mücadele ile Bismarck, yalnızca katoliklerin militan papaz
yandaşlığını canlandırmış, ve yalnızca gerçek kültüre zarar vermiştir, çünkü siyasal bölünmelerden çok, dinsel bölünmelerin öne geçmesini sağlamış, ve işçi sınıfının bazı kesimlerinin ve öteki demokratik unsurların dikkatini sınıfın ivedi görevlerinden, devrimci mücadeleden uzaklaştırarak, en gereksiz ve sahte burjuva papaz yandaşlığına karşı çekmiştir.” “Dinin en derin kökleri bugün, çalışan yığınların toplumsal olarak ayaklar altına alınmış durumunda ve onların, her gün ve her saat sıradan çalışan insanlara, savaşlar, depremler vb. gibi olağanüstü olayların verdiğinden bin kez daha şiddetli olarak, acıların en korkuncunu, işkencelerin en vahşisini veren kapitalizmin kör güçlerinin karşısında, görünüşteki tam çaresizliklerindedir. (...) Hiçbir eğitsel kitap, kapitalist zor çalışma koşullarıyla ezilen ve kapitalizmin kör yıkıcı kuvvetlerinin insafına terkedilmiş yığınların zihninden, bu yığınların kendileri, birleşmiş, örgütlü, planlı ve bilinçli bir yoldan dinin bu köküne karşı savaşmayı, her türlü biçimleri içerisinde sermayenin düzenine karşı savaşmayı öğrenmedikçe söküp çıkaramaz.” “Proletaryanın partisi devletin, dinin kişisel sorun olduğunu ilan etmesini ister, ama halkın afyonuna karşı mücadeleyi, dinsel boş inançlara vb.’ye karşı mücadeleyi ‘kişisel bir sorun’ olarak görmez.” Lenin’in 1909 tarihli “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu” başlıklı o ünlü makalesinden alıntıladığımız bu sözler, konumuz açısından tutulması gereken yola ışık tutmaktadır. KESK’in ve Eğitim Sen’in yapması gereken “başörtüsü karşıtlığı” eksenine oturan ve aslında böylece dinsel yargı ve inançları kışkırtan bir tutum geliştirmek değil, inanç özgürlüğü sorununu “devletin, dinin kişisel bir sorun olduğunu” ilan etmesi yönünde tutum geliştirmektir. Kuşkusuz KESK’in veya Eğitim Sen’in laiklik eksenli bu talepleri savunmadığını iddia etmiyoruz. Fakat bu talepleri “başörtüsü” gibi bir
mesele eksenine oturtmak, inanç özgürlüğünün kişisel bir sorun olarak görülmesi yönündeki bakış açısını da zedelemektedir. Gerçek bir laiklik inanç özgürlüğü dışında düşünülemeyeceği gibi, kılık-kıyafet serbestliği de “dinsel sembollerin yasaklanması” gibi bir bakışla savunulamaz. Devlet tarafından dinsel sembollerin kullanılması ile emekçilerin inançlarının gereği olarak gördükleri yaşam tarzı arasında ayrım yapamayan bir algılayış, inanç sisteminin etkisi altındaki geniş yığınların düzen içi iktidar dalaşında dinsel gericiliğe sığınmasını kolaylaştırır. Başörtüsü yasağının gerisindeki sınıfsal ilişkileri görmekten ve teşhir etmekten uzak olan bu anlayışın, emekçi kitlelerin dinsel gericiliğin etkisinden sıyrılması yönünde de hiçbir olumlu katkısı olmayacaktır. İnanç özgürlüğü ve laiklik kavramları devletin din ile bağlarının tümüyle kopartılması, somut planda ise Diyanet İşleri ve zorunlu din derslerinin kaldırılması, din temelli eğitim veren kurumların devletle ilişkisinin kopartılması vb. gibi güncel talepleri içermek zorundadır. Bunun gündemdeki başörtüsü tartışmalarıyla ilişkisi ise kılık-kıyafet yönetmeliklerinin tümüyle kaldırılarak tam bir serbestlik tanınması ekseninde kurulmalıdır. Bu aynı zamanda AKP’nin “başörtüsü” ile sınırlı sahte özgürlük anlayışının da pratik bir teşhirini sağlayacaktır. Burada meselenin özü emekçi kitleler üzerindeki dinsel etki ve yargıların ortadan kaldırılmasının, başındaki örtüyü yasaklarla kaldırıp atmakla mümkün olmadığını görebilmek, dinsel gericiliğin etkisi altındaki geniş yığınlar nezdinde AKP’nin sahte özgürlükçülüğünün pratik bir tutum geliştirilerek açığa çıkartılmasını sağlamaktır. (Kızıl Bayrak- 4 Ekim 2013 Sayı:2013/39)
Haziran direnişi ve KESK’in tutumu
31 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda rant uğruna ağaçların kesilmesine karşı mücadele ile başlayan ve tüm ülkeye yayılan direniş, geriye tüm işçi ve emekçiler için anlamlı deneyimler bıraktı. Tüm ülke çapında milyonlarca insan, Gezi Parkı’nın kapitalizmin kar hırsı temelinde rant uğruna tahrip edilmesine ve ardından sergilenen polis terörüne karşı alanlara çıkmış, bu tepki, AKP iktidarının uzun bir dönemdir sergilediği politikalara karşı toplumsal bir patlamaya dönüşmüştür. Haziran Direnişi, belli yönleriyle geri çekilmiş olsa dahi, etkileri güçlü bir şekilde devam etmektedir. Dahası, 12 Eylül’den bu yana tüm toplumun üstüne atılan ölü toprağı kalkmış, korku duvarları yıkılmış ve kitlelerin yaşamı değiştirebileceğine dair umudunu ve inancını açığa çıkarmıştır. Direniş sürecinde öne çıkan “Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak!” sloganı somut bir gerçeklik haline gelmiştir. Ancak sınıf ve kitle hareketini, Gezi Direnişi’nin yarattıklarını ileriye taşımak için, Gezi Direnişi’ni açığa çıkaran dinamikleri anlamak, Gezi Direnişi sürecinde ilerici öncü, sol siyasal güçlerin, sendikal hareketin tutumunu ele almak büyük önem taşımaktadır. Bu tabloda sendikaların, somutta da KESK’in aldığı tutum, özel olarak değerlendirmeyi hak etmektedir.
Haziran direnişinin gösterdikleri... Haziran Direnişi, kendiliğinden bir eylem olarak gerçekleşse dahi, kendiliğinden olması, hareketin durduk yere ortaya çıktığı anlamına gelmiyor. Haziran Direnişi’nin yaşanmasında, Gezi Parkı’nda 3-5 ağacın kesilmesinin çok ötesinde sosyal-siyasal nedenlerin olduğu hemen herkesin hemfikir olduğu bir gerçektir. AKP, 11 yıllık dönem boyunca, diğer sermaye partilerinden devraldığı yıkım politikalarını uygulamaya devam etti. Sosyal yıkım politikalarının yanısıra 2000’lerin ortasından başlayarak siyasal hak ve özgürlüklere yönelik faşizan yasal düzenlemeler ve fiili saldırılar uygulandı. Aynı zamanda tüm bu sürece emperyalistlerin Ortadoğu’ya yönelik saldırgan politikalarında taşeronluk rolünün üstlenilmesi eşlik etti. “2007 aynı zamanda, ABD ile varılan mutabakat üzerine ordu başta olmak üzere devletin geleneksel politikada direnen kesimlerine “Ergenekon”, “Balyoz” vb. adlar altında darbelerin vurulmaya başlandığı, medya, yargı, eğitim vb. alanlarda dinsel gericilik hesabına önemli mevzilerin elde edildiği dönemdir. AKP iktidarı bu dönemden itibaren faşist baskı ve terör
politikalarını daha yoğun bir şekilde gündeme getirdi ve bunu topluma kendi zihniyetini dayatmanın bir olanağı olarak da kullandı. İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik sonu gelmeyen sosyal yıkım saldırılarını, bunların biriktirdiği büyük toplumsal enerji ve öfkeyi bir yana koyuyoruz. Kadın haklarına müdahaleden kürtaj yasağı girişimlerine, keyfi tutuklamalar ve göstermelik yargılamalardan RTÜK sansürlerine ve gazeteci kıyımlarına, alevileri aşağılayan ve inciten sayısız adımdan özellikle seküler orta sınıfları huzursuz edecek düzeyde yaşam biçimi müdahalelerine, bu arada cumhuriyet döneminin ilerici kazanımlarına karşı rövanşist meydan okumalara kadar, bir dizi alanda pervasız saldırılar çok farklı toplumsal kesimlerde tepki, öfke ve gerilimler biriktirmeye başladı. Kentsel rantlar üzerinden yandaş sermaye gruplarına sağlanan büyük vurgunlara eşlik eden hoyratlık ölçüsündeki büyük çevre kıyımı ve yağması tüm bunların tuzu biberi oldu. Emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin yıllardır süren tam desteğine, seçimlerde peşpeşe elde ettiği başarılara, devlet iktidarı düzeyinde kazandığı sayısız mevzilere güvenen, bununla adeta başı dönen gericilik odağı AKP ile onun en berbat özelliklerini kendinde cisimleştirmiş olan Tayyip Erdoğan, toplumun geriye kalan kesimlerine karşı bu denli ölçüsüz ve pervasız bir saldırganlığın sonuçlarıyla elbette yüz yüze kalacaklardı. 31 Mayıs toplumsal patlaması bunun bir ürünüdür ve Gezi Parkı’na yönelik saldırı bunun sadece fitilini ateşlemiş, adeta bardağı taşıran son damla işlevi görmüştür” (31 Mayıs patlaması ve devrimci sorumluluklar-EKİM, Sayı: 290 Haziran 2013) Böylesi birikmiş tepkilerin ürünü olarak gerçekleşen, toplumun tüm alt-orta katmanlarının içinde yer aldığı, geniş yelpazeli halk hareketi, örgütlülükten, programdan ve siyasal önderlikten yoksun olarak gerçekleşti. Ağırlığını emekçi kesimlerin oluşturduğu hareket, kendiliğinden karakteri ile bağlantılı olarak sosyal istemlerle birleşemeyerek geniş kesimleri de kucaklayamadı. Sol hareket, direnişin başından itibaren ön saflarda yer almış, sokağa çıkan kitlelerle birlikte vahşi polis terörünün püskürtülmesinde belirgin bir rol oynamıştır. Ancak ne yazık ki, Taksim Gezi parkı merkezli başlayan harekette, sürecin yönetilmesinde bir merkez olarak öne çıkan Taksim Dayanışması içinde yeralan reformist güçler, hareketin dinamizminin gerisinde kalmışlar ve direnişin ilerleyen günlerinde direnişi sonlandırmaya dönük bir çaba içine girmişlerdir. Polisin, 15-16 Haziran tarihlerinde Taksim’deki direniş çadırlarını dağıtmak amacıyla vahşi saldırısını, buradaki zayıf ve titrek tutumdan güç alarak gerçekleştirmiştir. Türkiye toplumsal hareketinin temel bir bileşeni olan Kürt
hareketinin, başından itibaren AKP’yle girdiği sözde “çözüm” sürecini sekteye uğratmamak adına, türlü gerekçelerle direnişe dair aldığı ikircikli tutumunun da direnişi zayıflatan bir rol oynadığını söylemek mümkün. Dolayısıyla KESK’in direniş sürecine dair aldığı tutum, KESK’in önderliğini elinde bulunduran reformist anlayışların tutumundan asla bağımsız değildir.
Haziran direnişi ve KESK Gezi direnişinin patlak verdiği günlerin öncesinde KESK, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yapılmak istenen değişikliklere karşı çıkmak amacıyla 1 günlük uyarı grevi kararı almıştı. 5 Haziran grevi hazırlıkları çerçevesinde KESK, bundan öncekiler gibi, ne tabana yönelik güçlü bir hazırlık sürecine girişmiş, ne de grevin temel taleplerinin “uyarının” ardından kazanılmasına dönük bir program ortaya koymuştu. Sosyalist Kamu Emekçileri, grevin ilanından sonraki günlerde yaptıkları açıklamada, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarına karşı tepkilerinin de biriktiği böylesi bir süreçte hizmet üretiminden gelen gücün kullanılması kararını desteklediklerini duyurmuşlardı. Ancak grev kararının belirli bir hedeften ve mücadele programından yoksun olması karşısında “bir gün değil, her gün grev” çağrısını yükseltmişlerdi. Kamu emekçilerinin biriken öfke ve tepkisini de örgütleyerek, görev savma amacıyla yapılmış tek günlük uyarı grevi ile değil, kazanma hedefine kilitlenmiş, bir mücadele programına bağlanmış, bir günü aşan grevlerin ihtiyaç olduğunun altını çizmişlerdi. Greve birkaç gün kala patlak veren Haziran direnişi, ülke gündemini olduğu gibi, KESK’in grevinin çerçevesini de bir anda değiştirdi. KESK, anlamlı bir adım atarak, grevi bir gün önceye çekti ve Gezi direnişinin taleplerini sahiplendiğini ifade ederek, 4-5 Haziran tarihlerinde iş bırakarak alanlarda olma çağrısında bulundu. İş bırakma çağrısı, çok ciddi bir katılımla gerçekleşirken, 5 Haziran günü, ülke çapında Gezi direnişine katılan güçleri de kucaklayacak şekilde kitlesel eylemler gerçekleştirildi. Ancak kamu emekçilerinin de içinde olduğu milyonlar haklı ve meşru taleplerle direnişteyken, KESK, Gezi direnişinin talepleri ile kamu emekçilerinin taleplerini ortak hedeflerde birleştirecek, kazanıma kilitlenmiş bir mücadeleyi örgütlemek yerine, 5 Haziran günü eylemi sonuçsuz bir şekilde bitirmeyi tercih etmiştir. Dahası, Ankara’da yaşandığı gibi, KESK’in çağrısıyla alanlara çıkan binlerce kişinin, KESK’in çağrısını bir anda çekmesi sonucu vahşi polis terörü ile karşı karşıya kalmasına yol açacak kadar sorumsuz tutumların altına imza atmıştır.
Özel olarak belirtmek gerekir ki, KESK’in bu süreçteki tutumu, KESK’in grevinin sınırlarının çok ötesinde bir anlam ifade ediyordu. AKP’nin son yıllarda uyguladığı politikalara karşıtlık temelinde harekete geçmiş kitleleri, sosyal talepler zemininde buluşturmak, mücadeleye sınıfsal bir karakter kazandırmak açısından özel bir önem taşıyordu. Ancak KESK, 5 Haziran grevinde bu tarihi fırsatı heba ettiği gibi, 5 Haziran’ın ardından ise KESK’in grev gerekçeleri karşılanmamışken, KESK’in de sahiplendiği ve “grev gerekçesi” olarak ifade ettiği Gezi direnişinin talepleri yerli yerinde duruyor ve kitlelerin sokaktaki eylemi devam ediyorken, günler boyunca sessizliğe büründü. Bu süreç içinde yaptığı tek şey ise, Taksim Dayanışma bileşenlerinden biri olarak, KESK’e hakim diğer reformist odaklarla birlikte, direnişi bitirmeye, sokaklara çıkmış kitleleri evlerine gönderme rolüne soyunmak oldu. Günlerce süren sessizliğin ardından, direnişin polis terörü ile ezilmesi tehditleri karşısında diğer sendikal odaklarla birlikte 17 Haziran günü iş bırakma kararı alındı. Sürece bütünlüklü bir şekilde yaklaşmayan, 5 Haziran “uyarı grevini” çoktan unutan ve kendinden menkul bir eylem olarak ele alan KESK, 17 Haziran eylemini de görev savma mantığıyla gerçekleştirmiştir. Bu temelde tabana dönük ciddiye alınabilecek hiçbir çalışma da yürütülmemiştir. Bu bakışın ürünü olarak ülke çapında ibretlik denecek iş bırakma eylemi gerçekleşmiş, polisin vahşi terörüne rağmen günleri bulan görkemli direnişin ardından 17 Haziran günü eylemlerde icazetçi bir çizgi izlenmiş, Haziran direnişi boyunca kazanılmış alanlar yerine devletin çektiği geri zeminlerde basın açıklamaları gerçekleştirilmiş ve başta İstanbul örneğinde olduğu gibi, “basın açıklaması” tamamlanarak, KESK ve 4’lünün çağrısıyla alanlara çıkanlar yine yüzüstü bırakılarak açık bir saldırının hedefi haline getirilmiştir. Tüm yaşanan süreç, sendikal mücadele alanına dair kimilerinin ifade ettiği şekilde KESK’in ya da sendikal
hareketin “süreci okuyamaması” değildir. Sokaklara çıkan kitlelerin devrimci enerjisinden korkan, direnişin bir an önce bitirilmesi için kolları sıvayan reformist hareketin aldığı tutum ne ise, Kürt hareketinin sözde “çözüm” sürecini sekteye uğratacağı endişesiyle direnişe yönelik mesafesi ne ise, KESK’in Gezi direnişi sırasında aldığı tutum da odur. Bu tutum, KESK’e hakim reformist- icazetçi anlayışın iflasından başka bir şey değildir. Sosyalist Kamu Emekçileri, bugüne kadar kamu emekçileri hareketine, somut olarak da KESK’e dair yaptıkları değerlendirmelerde asıl sorunun önderlik sorunu olduğunun altını çizdiler. Tabandan kopuk, bürokratik, uzlaşmacı-icazetçi sendikal anlayışın, hareketi her geçen gün geriye doğru çektiğini vurguladılar. Bu süreç, KESK’in önderliğinin, alanlara çıkan kitlenin de gerisinde kaldığını, tam tersine, geriletici bir rol oynayarak, alanlara çıkan kitlenin devrimci öfke ve tepkisini yatıştıracak uğursuz bir rol oynadığını açıkça ortaya koymuştur.
Sorumluluk, öncü-ilerici kamu emekçilerinde! Haziran direnişi, yılları bulan baskı ve yıkım politikalarına tepki olarak gerçekleşti. Kamu emekçileri de dahil olmak üzere emekçiler, bu direniş içinde deneyim ve birikim kazandı, kendi gücünün farkına vardı. Bugün önemli olan Haziran direnişinin kazanımlarına, açığa çıkan taban dinamiğine yaslanarak, kamu emekçilerinin sosyal ve siyasal talepleri ekseninde mücadelenin büyütülmesidir. KESK’in reformist-uzlaşmacı önderliği ancak bu şekilde aşılabilir, tabanın enerjisi örgütlenerek sendikalarımız gerçek sınıf örgütleri haline ancak bu şekilde getirilebilir. Bu görev de öncelikli olarak tabanda mücadele isteği ve inancı taşıyan öncü-ilerici kamu emekçilerine düşmektedir. Sosyalist Kamu Emekçileri
İşçi Bülteni Özel Sayı: 1046 * Fiyatı: 25 Kr * Ekim 2013 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Millet Cd. Sultan Cami Sk. No 2 / 9 Fatih/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92