Broşür-Şubat 2014

Page 1

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!

SOSYALİST KAMU EMEKÇİLERİ

kamuemekcileri@yahoo.com

Greif işçileri yol gösteriyor! Greif işçilerinin deneyimlerinden öğrenerek, KESK ve bağlı sendikaların genel kurullarına bu deneyimi taşımak önemlidir. “Bu daha başlangıç” diyerek mücadelelerini sürdüren Greif işçileri ile birlikte, bu başlangıcı yeni mücadelelere taşımak için birleşelim, örgütlenelim.

B

» BES Genel Kurulu’na giderken… ES MYK’nın 7. Olağan Merkez Genel Kurulu’nun ilk gününde Tüzük Kurultayı yapılacağını duyurmasının ardından uzunca bir zaman geçti. Ne var ki sendika bütünlüğünde gözle görülür hiçbir tartışma süreci geliştirilmemektedir. s.3

8

» 8 Mart Dünya “Emekçi” Kadınlar Günü olarak kutlanmalıdır!

Mart’ı, 40 bin dokuma işçisi kadının mücadelesi ve bu mücadelede yanarak can veren 129 kadının yarattığını kürsülerden haykırmalı, bu günün emekçi kadınların günü olduğunu KESK’e kabul ettirmeliyiz. s.11


Greif işçileri yol gösteriyor!

Dünyanın birçok ülkesinde işletmeleri bulunan Greif’ın (Sunjüt) fabrikalarında DİSK Tekstil Sendikası’na üye işçiler, toplu sözleşme görüşmelerinde temel taleplerinin kabul edilmemesi üzerine fabrikayı işgal ettiler. Aslında Greif işçilerinin parçalı ve örgütlenmenin zor olduğu işletmede böylesi dirençli bir tutum sergilemelerinin gerisinde bizzat kendi inisiyatiflerine dayanmış olmaları gerçeği yatmaktadır. Sendikalaşma çalışmaları sırasında işten atılan bir işçiye zamanında sahip çıkmış, üretimi durdurarak atılan işçinin geri alınmasını sağlamışlardı. Bölüm bölüm, komite komite örgütlenen işçiler, yine bizzat kendi inisiyatifleriyle 10 Şubat tarihinde işgal kararı almıştır. İşçilerin direncinin en önemli kaynağının inisiyatifi ellerinde tutmaları olduğu gerçeğini ortaya koyan bir başka olgu ise işgal eyleminin ilk gününden itibaren sendika bürokratlarının işçiler karşısında aldıkları tutum oldu. İşçiler kısa bir süre içerisinde en önemli güvencelerinin kendi örgütlülükleri olduğunu, patronun yanı sıra sendika bürokratlarının da karşılarında yer aldıklarını kavramış oldular. Direnişi sahiplenmedikleri gibi karalamaya yönelen sendika ağalarının, internet sayfasından yaptıkları açıklama ile süslü söylemler arkasına gizleyerek direnişin karşısında aldıkları tutum, işçilerin örgütlü mücadelesine tosladı. Greif işçilerinin mücadelesi hem taşeron köleliğine karşı ve hem de sendika bürokratlarına karşı

mücadelenin yolunu öğretiyor bizlere. Greif işçileri, bizzat kendileri gibi fabrika işgalleri gerçekleştirmiş ve günlerce mücadele etmiş Çel-Mer işçilerinden, bugün fabrika direnişi 160. günlerine yaklaşan Feniş işçilerinden, haklarını direnerek kazanan Hacettepe taşeron işçilerinden ve işçi sınıfının tüm geçmiş tarihsel deneyimlerinin taşıyıcısı sınıf devrimcilerinden öğreniyor, tüm işçi sınıfına ve sınıf devrimcilerine öğretmenlik yapıyorlar. Greif işçileri bizlere sermayeye karşı olduğu kadar sendika bürokratlarına karşı da uyanık olmayı öğretiyorlar. Sendika bürokratlarına göz açtırmamamız gerektiğini anlatıyorlar. Kamu emekçilerine de altın değerinde deneyimler sunuyorlar. Greif işçilerinin kazanımı işçi sınıfının kazanımı olacaktır. Greif işçilerinin kazanması ise emekçilerden aldıkları destekle orantılıdır. Bu desteği büyütmek, onların sesini kamu emekçilerine taşımak öncü kamu emekçilerinin ertelenemez görevidir. Aynı zamanda Greif işçilerinin deneyimlerinden öğrenerek, KESK ve bağlı sendikaların genel kurullarına bu deneyimi taşımak da bir o kadar önemlidir. “Bu daha başlangıç” diyerek mücadelelerini sürdüren Greif işçileri ile birlikte, bu başlangıcı yeni mücadelelere taşımak için birleşelim, örgütlenelim. Greif işçisi kazanacak, işçi sınıfı kazanacak!

Sosyalist Kamu Emekçileri

(14.02.2014 tarihinde www.kizilbayrak.net’te yayınlanmıştır)


BES Genel Kurulu’na giderken…

Tüzük değişiklikleri üzerine düşünceler-2

Bir önceki yazımızda genel kurul atmosferi içerisine alınmış bir Tüzük Kurultayı’nın sağlıklı sonuçlar üretemeyeceğini, böyle bir tutumun tüzük değişikliklerinin ittifak ilişkileriyle sakatlanması anlamına geldiğini söylemiştik. Bu her şeyden önce genel kurulu önceleyen dönemlerde tabanda tüzük tartışmalarının yapılmamış olması nedeniyle böyledir. Öyle ki MYK’nın tüzük kurultayı kararı sonrasında da böyle bir yönelim geliştirilmemiş, her şey oluşturulan merkezi komisyona havale edilmiştir. Sendikalara hakim anlayışların tabandan bir tüzük tartışmasından özenle kaçındığı ve tüzük değişikliklerinin gruplar arasındaki ilişkilere indirgedikleri ise şubelerde bu tartışmaların açılması yönünde hiçbir irade geliştirmemiş olmalarından anlaşılmaktadır. MYK’da temsil edilen hakim anlayışların yönetimlerinde bulundukları şubelerde tüzük değişiklikleri neredeyse gündeme dahi alınmamıştır. Bu ise bu grupların tüzük değişikliklerine nasıl bir anlam yüklediklerini ortaya koymaktadır.

Sosyalist Kamu Emekçileri olarak reformist-bürokratik sendikal gruplardan, genel kurullara yüklenen anlam ve alınan tutumlarda temeld en ayrışıyoruz. Amaçlarımızı gizlemiyo r, dengelere oynamıyor, genel kurullarda yönetim pazarlıklarına indirgenmiş bir tutumdan özenle kaçınıyor, programatik ve ilkesel bir zeminde ittifaklar oluşturulmasını temel alıyoruz. Üstten dayatmacı tutumları reddediyor, ilkesiz ve dengeci bürokratik-dayatmacı yaklaşımlara karşı taban iradesinin açığa çıkartılmasını önemsiyoruz.


Bürokratik çizginin bir göstergesi: Dengelere oynamak, program ve tüzük tartışmalarını sonraya bırakmak!

BES MYK’nın 7. Olağan Merkez Genel Kurulu’nun ilk gününde Tüzük Kurultayı yapılacağını duyurmasının ardından uzunca bir zaman geçti. Ne var ki sendika bütünlüğünde gözle görülür hiçbir tartışma süreci geliştirilmemektedir. Hakim anlayışlar, şube genel kurullarına bütünüyle yönetimlerin oluşturulması ve merkez delegeliklerinin belirlenmesine indirgenmiş bir tutumla giriyorlar. İşyerleri dolaşılıyor, ittifaklar kuruluyor, tartışmalar yürütülüyor, ancak bunlar, sendikanın ve KESK’in mücadele çizgisine dönük tutumları ve yapısal sorunlara ilişkin öngörüleri içermiyor. Denebilir ki, gerek sendikaların mücadele çizgisi ve gerekse de sendikaların yapısal-örgütsel sorunları şube genel kurullarının kapsamı dışında görülüyor. Kendilerini “ana dinamik” olarak gören sendikal grupların halihazırda KESK genel kurullarını işleyen ve hedeflerini ortaya koyan tek bir yayın bile çıkarmamış olmaları, bunun bilinçli bir tutum olduğunu gösteriyor. Hakim anlayışlar BES’teki tüzük tartışmalarını ve sendikaların mücadele çizgisine ilişkin görüşlerini şube genel kurulları sonrasına bırakan bir tutum geliştiriyorlar. Denebilir ki, üyelerin ve şube delegelerinin karşısına çıkıp savunabilecekleri bir programları ve öngörüleri yok. Sendikanın mücadele

çizgisinden ve iç işleyişinden ileri gelen sorunlar onlara göre “üyeleri ve şube delegelerini” ilgilendirmeyen sorunlar olacak ki, özenle üyeler ve şube delegeleri bu tartışmalardan uzak tutuluyor. Peki bu gruplar neden şube genel kurulları öncesinde temel sorunlara ilişkin somut tutumlarını ortaya koymuyorlar? Örneğin olduğu kadarıyla BES’te yıllardır tartışılan genel kurul sürelerine ilişkin tutumlarını neden bugünden açıklamıyorlar? Tüzük değişikliklerine ilişkin önerilerini neden somutlamıyor ve üyelere taşımıyorlar? Çünkü sendikal hareketin sorunlarına ilişkin bütünsel bir bakıştan ve programatik hedeflerden yoksun oldukları gibi, tüzük değişikliklerine ilişkin “örtülü” amaçlarının da şube genel kurullarında dengeleri değiştireceğinden kaygı duyuyorlar. Biliyorlar ki, merkez genel kurul delegelerinin tamamı değilse bile ağırlıklı bölümünün belli grupsal aidiyetleri olan insanlardan oluşması, grupsal ittifak ilişkilerine göre şekillenmiş bir tutum geliştirmeyi kolaylaştırıyor. Kısacası şubelerde tartışmamak işlerine geliyor. Dengelere oynuyor, dengelerin değişmesinden kaygı duyuyorlar ve dahası “örtülü” amaçlarını bugünden açığa vurmanın kendi kadrolarında dahi sorunlara yol açacağını görüyorlar. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak reformistbürokratik sendikal gruplardan, genel kurullara yüklenen anlam ve alınan tutumlarda temelden ayrışıyoruz. Amaçlarımızı gizlemiyor, dengelere oynamıyor, genel kurullarda yönetim pazarlıklarına


indirgenmiş bir tutumdan özenle kaçınıyor, programatik ve ilkesel bir zeminde ittifaklar oluşturulmasını temel alıyoruz. Üstten dayatmacı tutumları reddediyor, ilkesiz ve dengeci bürokratik-dayatmacı yaklaşımlara karşı taban iradesinin açığa çıkartılmasını önemsiyoruz. Buraya kadar temel yaklaşımlara ilişkin eleştirilerimizi ortaya koyduktan sonra tüzük değişiklikleriyle sınırlı olmak üzere görüş ve önerilerimize geçebiliriz. Sendikal hareketin sorunlarına ilişkin bütünsel değerlendirmelerimize ulaşmak isteyen okurlarımız “Devrimci temellerde yenilenme ihtiyacı ve KESK genel kurulları” başlıklı broşürümüzü okuyabilirler.

Genel Kurul süreleri ve bürokratik dayatma

4688 sayılı yasanın çıkması sonrasında KESK’e hakim reformist çizgi, “yasalara sığmayız” sözleriyle tabanı oyaladıkları dönemde hızla “yasaya uyum” sağlamak adına sendika tüzüklerinde değişiklikler yapmış, sekreterliklere dayalı mevcut bürokratik yapı, profesyonellik, genel kurul sürelerinin 3 yıla çıkartılması gibi adımlarla daha da geliştirilmişti. Üstelik bunlar yasaya uyum süreci olarak gerçekleştirilen tüzük değişikliklerinde yasanın zorunlu görmediği adımlar olmuştu. 4688 sayılı yasada sendika genel kurullarının en fazla 3 yılda bir yapılacağı belirtilerek üst sınır belirleniyor, alt sınır konmuyordu. Benzer bir biçimde profesyonel sendikacılık yasada zorunlu görülmüyordu. Ne var ki, KESK ve sendikalara hakim reformist çizgi, yasa sonrası “uyum” sürecini bürokratik heveslerini karşılamanın fırsatına dönüştürmüştü. Tüm sendika tüzüklerinde bürokrasinin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemeler gerçekleştirilirken, BES ve BTS genel kurul sürelerini 2 yıl olarak korumuşlardı. O gün bugündür BES’in genel kurul sürelerini 3 yıla çıkarması yönünde dayatmalar geldi durdu. Genel kurullarda bu yönde getirilen önergeler bugüne kadar hep reddedildi ve 2 yıllık genel kurul süresi korundu. Geçtiğimiz genel kurulda da üstten dayatmacı bir biçimde bu önerge getirildi ve reddedildi. Bu dönem ise geçmişten çıkardıkları dersle hakim anlayışlar daha hazırlıklı ve temkinli yaklaşıyorlar. Tutumlarını açıkça ortaya koymuyorlar ve şube genel kurulları sonrası oluşacak dengelere göre tutum belirlemeye yöneliyorlar. Dengelere göre tutum geliştirecek ve tabanlarını da bu tutuma ikna edecekler. Nihayetinde geçmiş genel kurullarda getirdikleri önergeleri reddedenler de yine kendi tabanları! Peki hangisi doğru, iki yıl mı, üç yıl mı? Bu bütünüyle hangi sınıfın gözünden baktığınıza, kimin ihtiyaçlarından

baktığınıza bağlı. Eğer bürokrasinin ihtiyaçlarından bakarsanız genel kurul sürelerinin 10 yıl olmasında dahi herhangi bir sakınca yok. 4688 sayılı yasada yapılan değişiklikle genel kurul sürelerinin üst sınırı 4 yıla çıkarılmış bulunuyor. Önümüzdeki dönemde sendikal bürokrasinin benzer bir değişikliğe heveslenmesi pek de şaşırtıcı olmaz. Bugün daha düne kadar şubelerde “iki yıl” ile övünenlerin, bugün “üç yılı” dillendirmeleri ve üstelik bunu masumane bir tutumla dile getirmeleri bu sendikal grupların şubelerdeki kadroları açısından içler acısı bir durumdur. Kimisi 2 yılın çok kısa olduğunu ve seçilen şube yöneticilerinin daha gözünü açmadan değiştiğini, kimisi 2 yılın doğru olduğunu ama KESK’e uyum sağlamak gerektiğini, kimisi genel kurulların maliyetini vb. dile getiriyor. Genel kurul sürelerinin iki yıl olarak korunması, BES ve BTS’nin, KESK’in “fiili-meşru mücadele” döneminden bugüne kalan en önemli değeridir. Özcesi bu, BES ve BTS’nin gururudur. BES’te iki genel kurul arasındaki süreyi 3 yıla çıkarma çabası, sendikal bürokrasinin ihtiyaçlarına denk düşmektedir ve onların dayatmasıdır. Genel kurulları 3 yıla çıkarmak isteyenlerin ileri sürdükleri gerekçeler anlamsız ve bir o kadar da sınıfsal bakıştan uzaktır. “İki yıl çok kısa ve seçilen yöneticiler gözünü açmadan yönetim değişiyor” diye tutumlarını gerekçelendirenler dönüp KESK’e bağlı sendikaların şubelerine baksınlar. Hemen hepsinde sendika yönetimlerine defalarca gelmiş, eski kadroların ağırlıkta olduklarını görürler. Hemen her biri sendikal mücadelede yılların deneyimini ve ayrıca bu yılların yıpranmışlığını da üzerlerinde taşımaktadırlar. Öte yandan yeni kadroların iki yılda yöneticilik vasıflarını geliştiremeyeceklerini söylemek de içler acısı bir söylemdir. Oysa tam tersi geçerlidir. Sendika genel kurulları sonrasındaki birkaç yıllık dönem, gerçekte yönetimlere gelen kadroların en verimli dönemleri olarak şekillenmektedir. Taşıdıkları heyecan ve enerji, sendikal hareketin yapısal sorunlarının da katkısıyla 11,5 yılda tükenmekte ve iki yılın sonunda ise neredeyse şubelerde işler birkaç yöneticinin sırtından yürümektedir. Dahası üçüncü yıla gelindiğinde sendikaların bütünlüğünde bir atalet gelişmekte ve bu üçüncü yıl en verimsiz dönem olarak geçmektedir. Kuşkusuz bunun sadece süreyle ilgisi yok. Dönemin özellikleri, sendikal hareketin sorunları vb. atıllaşmayı ve yorulmayı kolaylaştıran etkenler olmaktadırlar. Üstelik genel kurul sürelerinin 3 yıla çıkartılması yalnızca yönetimlerin değil, işyeri temsilciliklerinin ve temsilci kurullarının da 3 yılda bir yenilenmesi anlamına gelmektedir.


KESK’e uyum sağlamanın gerekliliğini savunanlara ise şunları söyleyebiliriz. Neden gerekli, buyurun açıklayın? Bürokratik bir tutuma uyum sağlamanın gerekliliğini siz nereden çıkarıyorsunuz? KESK ve bağlı sendikaların çoğunda üç yıllık genel kurul süreleri sendikal mücadeleye nasıl bir katkı sunmuştur da, siz KESK’e uyum sağlamak gerektiğini söylüyorsunuz? Oysa herkes biliyor ki, eğer BES bir ölçüde daha canlı dönemler geçiriyorsa, bunu biraz da sendikada yenilenmenin daha kısa aralıklarla yapılmasına borçludur. İlla bir “uyum” aranacaksa, kamu emekçileri açısından üç yıla uyum sağlamaktansa toplu sözleşme dönemlerine uyum sağlamak daha mantıklıdır ve toplu sözleşmeler de iki yılda bir yapılmaktadır. Bu durumda BES KESK’e değil, KESK BES’e uyum sağlamalıdır. Bugün “KESK’e uyum sağlamaktan” bahsedenlerin, yarın yasaya uyum sağlamayı savunması ve genel kurul sürelerini 4 yıla çıkarma çabasına girmesi işten bile değildir. Peki KESK’e uyumsuzluk nerede? Nihayetinde BES’in seçilmiş delegeleri KESK’in tüm genel kurullarına katılabiliyor. Peki sorun ne? Sorun tümüyle merkezi bürokrasinin ihtiyaçları! Öteki şeyler tümüyle bu gerçekliğin üzerini örtmeye dönük söylemlerden başka bir şey değil. Genel kurul sürelerine ilişkin bir başka, ama en temel husus ise genel kurullara yüklenen anlamla ilgilidir. Genel kurullar sendikaların yalnızca yönetimlerini belirleyen organlar değil, özünde bir karar organıdır. Eğer bu şekilde işlemiyor, ya da genel kurullarda alınan kararlar uygulanmıyorsa, bu da tümüyle hakim anlayışların genel kurulları yalnızca koltuk değiştirme organları olarak görmesinden ileri geliyor. Sendikaların en yetkili karar organlarının uzun sürelerde gerçekleşmesi, dönemsel olarak mücadele

çizgisinde ve organlarda yenilenmenin zorlaştırılması anlamına gelmektedir. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak tüm sendikal grupları genel kurul sürelerine ilişkin tutumlarını ilan etmeye çağırıyoruz. Buyurun neyi savunduğunuzu üyelere açıklayın ve buyurun neyin doğru olduğunu grupsal ilişkiler ve ihtiyaçların ötesinde, sendikal hareketin ihtiyaçlarından tartışalım. BES üyeleri ve kadroları, genel kurul sürelerinin 3 yıla çıkartılması yönünde önerge getirilmesine ve bu yönde bir önergenin geçmesine izin vermemelidir. Buna izin verilirse bir dönem sonra atıllaşan ve tabeladan ibaret şubeler yaratılmış olacaktır.

Sekreterliklere dayalı bürokratik yapı, eşbaşkanlık ve temsil sorunu!

“Her grup yönetimlerde temsil edilmeli” sözünü sıkça duymuşsunuzdur. Fakat tek başına temsil edilmek yetmez ve “başkanlık” hangi grupta olacak sorusu da önem kazanır. Kimisi “başkanlık” ister gücü ölçüsünde, kimisi de “genel sekreterlik”. Buralarda anlaşamazlarsa “temsil sorunu” diye yazıp çizerler. Kimisi de bu sorunun çözümü adına “eşbaşkanlık” sistemini önerir. Bu meselelerde uzlaşılırsa, sendikal hareketin en başat sorunu çözülmüş sayılır! Birileri de çıkar “temsil sorunu”nun adil çözümü için “nispi temsil” sistemini önerir. Bütün mesele başkanlık ve sekreterliklere ayrılmış koltuklarda grupların temsilcilerinin bulunup bulunmadığına indirgenir. Yönetim koltukları dağıtılır ama ortak bir programları, ortak mücadele ilkeleri yoktur. Şube genel kurullarından merkez genel kuruluna kadar süreç böyle işletilir hakim anlayışlar tarafından.


Birkaç noktaya değindikten sonra yönetim kurullarının yapısına ilişkin önerilerimizi ortaya koyacağız. Burada bir sosyalisti “ikameci” bir tasfiyeciden ayıran temel noktaya değinmek gerekir. Bir siyasal öznenin “temsil” sorunu olabilir mi? Sendikaların yönetim kurulları bir siyasal özneyi temsil edebilirler mi? Örneğin Sosyalist Kamu Emekçileri olarak bizlerin yönetim kurullarında olmadığımız koşullarda “temsil” edilme sorunumuz var mıdır? Bir siyasal özneyi her şeyden önce kendi örgütsel organları temsil eder. Bir siyasal öznenin kendi varlığını yönetim kurullarında temsil edilmeye indirgemesi “ikamecilik” ve son tahlilde örgütsel tasfiyeciliktir. Kuşkusuz siyasal özneler sendikalarda görev almalıdırlar. Ancak bu ikisi arasında temelden bir farklılık vardır. Bu ikincisi yönetim koltuklarının paylaşılmasını değil programatik ve ilkesel bir tutumda ortaklaşmayı esas alır. Kısacası yönetimde söz sahibi olamamak “temsil sorunu” olarak nitelendirilemez. Her grubun ve siyasal öznenin yürütmeleri ve organları vardır ve temsiliyeti de bunlara dayanmak durumundadır. Sendika yönetim veya yürütme kurulları, şu veya bu grubu değil, sendikayı temsil eder. Hakim anlayışlar temsiliyete o kadar önem verirler ki, gönülsüz insanları kendilerini temsil etsin diye yönetim listelerine yazmaktan geri durmazlar. Yönetime geldikten sonra çalışıp çalışmaması ise burada önemsiz bir ayrıntı gibi durur. Koltuklar temsiliyet adına doldurulsun ve yönetim toplantılarına katılım sağlansın yeter! “Temsil sorunu” üzerine hakim sendikal anlayışların bakışı özünde onların sendika yönetimlerine bakışını da ortaya koymaktadır. Onlar için “başkanlık” çok önemli bir husus olarak görülür ve “başkanlığa” sendika üstü

bir anlam yüklenir. “Başkanlık” temsil yetkisi olarak görülür. “Genel Sekreterlik” ise ikinci sırada yer alır. “Eşbaşkanlık” önerisi de özünü buradan alır. Kısacası “başkanlık ve sekreterlikler” özerk alanlar olarak görülür. Sendika tüzüğünde sekreterliklere ilişkin bölümler de bu bakış açısına hizmet edecek şekilde düzenlenmiştir. Başkanlığa yüklenen anlam ve sekreterliklere dayalı yapı özünde bürokratik bir işleyiş anlamına gelmektedir. Peki “eşbaşkanlık” sorunun çözümü olabilir mi? Eğer olaya “temsiliyet” üzerinden bakılırsa, bu kısmi bir çözüm olabilir; ancak bürokrasinin ihtiyaçları anlamında bir çözüm! Biz ise çözümü yönetim kurullarının kolektif işletilmesinde görüyoruz ve sekreterliklere dayalı yapılanmanın bürokratizmin dayanakları olduğunu düşünüyoruz. 4688 sayılı yasada yönetim kurulları zorunlu organlar arasında sayılmakta, ancak bu kurulların işleyişi tümüyle sendikaların tüzüğüne bırakılmaktadır. Tüzükte yönetim kurullarının oluşumu ve görevlerine ilişkin olarak ne türden değişiklikler yapılmalı? Yönetim kurulları yürütme kurullarına dönüştürülmeli, sendikal bürokrasiye zemin hazırlayan ve özerk alanlar haline gelen sekreterlikler kaldırılarak sekreterliklerin görevlerini tanımlayan hükümler kaldırılmalıdır. Başkanın görev ve yetkileri, yürütme kuruluna başkanlık etmekle sınırlandırılmalı, yürütme kurulu üyelerinin her biri yürütme kurulu ve diğer yetkili organların kararlarına aykırı olmamak kaydıyla eşit düzeyde sendikayı temsil yetkisine haiz kılınmalıdır. Yürütme Kurulu’nun kolektif işleyişi esas alınmalı, görev ve yetkiler pratik faaliyetin ihtiyaçlarına göre Yürütme Kurulu toplantılarında belirlenmelidir.


Profesyonellik ve yabancılaşma

Sendikalarda en çok dile getirilen, ancak genel kurullarda somut biçimler kazanmayan tartışmalardan biri de profesyonel sendikacılık konusudur. Tabanda hemen birçok kişi profesyonel sendikacılığın kaldırılması veya sınırlandırılmasını dile getirmekte, ancak grupların merkezi tutumlarını belirleyen bürokrasi tarafından bu talepler görmezden gelinmektedir. Profesyonellik sendikalarda bürokrasinin gelişmesinin tek nedeni değilse bile, en önemli nedenlerinden biri durumundadır. Profesyonel sendikacılar işyerlerinden kopmakta, “bir başka dünya”nın insanları haline gelmekte, iç denetimden uzak kalmakta ve kamu emekçilerine yabancılaşmaktadırlar. Sendika yöneticilerinin profesyonel olmasının, yöneticinin elini kolaylaştıracağı ve faaliyete kendisini daha fazla katabileceği söylenebilir. Oysa pratik bunun tersidir. İşyeri yaşamından kopmak başlı başına üretkenliği zayıflatan bir rol oynar. Öte yandan sendikal faaliyetler özü itibariyle şubeler tarafından yürütülür. Merkezi gibi görünen bir dizi faaliyetin, özünde şubelerin koordineli çalışmasıyla, komisyonlar vb. eliyle yürütülmesi, profesyoneller eliyle yürütülen çalışmadan çok daha verimli olacaktır. Örneğin basın yayın faaliyeti, görevli merkez yöneticisi tarafından değil, şubelerin de içerisinde yer aldığı merkezi bir yayın komisyonu tarafından yürütülmelidir. Benzer bir durum örgütlenme açısından da geçerlidir. Sendikalarda mali ve hukuksal işler ise bürolar aracılığıyla yürütülmekte, eğitim faaliyeti ise özünde şubeler tarafından planlanıp yürütülmesi gereken bir faaliyet olarak durmaktadır. Kısacası merkezi işler şubelerden katılımları esas alan çalışma birimleri aracılığıyla yürütülmelidir. Merkezi

faaliyetlerin sürekliliği ve sendikanın bugünkü işleyiş sorunları düşünüldüğünde, profesyonelliğin tümüyle kaldırılmasa bile üç kişiyi geçmeyecek şekilde sınırlandırılması anlamlı olacaktır. Kısacası bürokrasinin ve yabancılaşmanın dayanaklarından biri olan profesyonellik, sendika tüzüğünün “Bürokrasiye ve Yabancılaşmaya Karşı Önlem” başlıklı maddesinin sonuna eklenecek bir paragraf ile üç kişiyle sınırlandırılmalıdır. Öte yandan merkez yürütme kurulu üyelerinin sayısı 9 veya 11’e çıkartılarak, daha geniş katılımlı bir yürütme organı oluşturulabilir.

Üyelerin karar süreçlerine katılımı ve işyeri üye meclislerinin oluşturulması

BES tüzüğünde üyelerin içerisinde yer aldıkları ve karar süreçlerine katıldıkları herhangi bir organ bulunmuyor. Bu ise üyenin sendikayla olan bağlarını ve eylemlerin örgütlenmesinde rol almalarını zayıflatmakla kalmıyor, sendikayı kendisinin dışında bir kurumsal yapı olarak görmesini koşullandırıyor. Sendika ise üyelerin enerjisinden yararlanamıyor ve işyeri çalışmasının üyelere dayalı olarak gelişmesi olanaklı olmuyor. Kuşkusuz zaman zaman kimi işyerlerinde üyeler veya çalışanlarla toplantılar yapılmaktadır. Ne var ki bu sınırlı sayıdadır ve çoğu kez de şubenin işyeri faaliyetlerini planladığı koşullarda gerçekleşmektedir. Sendika tüzüğünde İşyeri Organı başlıklı bölümde işyeri üye meclisleri tanımlanmalı, işyeri nezdinde yetkili karar organı haline getirilmeli, bu meclislerin olağan toplantılarının hangi aralıklarla (2 ay gibi) yapılacağı düzenlenmeli ve işyeri temsilciler kurulu bu organın yürütmesi haline dönüştürülmelidir. Kompleks birimlerde ilgili birimlerin temsilci kurullarının ortak kararı ile bu meclisler kompleks bazında kurulabilir.


Şube genel kurullarının doğrudan seçim yöntemiyle yapılması ve delegelik sisteminin kaldırılması

Şube genel kurulları üyelerin doğrudan katılımı ile yapılmalı ve delegelik sistemi kaldırılmalıdır. Şube genel kurullarının doğrudan yapılması, üyelerin karar süreçlerine katılımını ve seçme ve seçilme hakkını doğrudan kullanmasını sağlayarak sendika ile bağlarını güçlendiren bir rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda işyerlerinin de daha etkin biçimde genel kurul süreçlerinin parçası haline getirilmesinin yolunu açacaktır. Delegelik sistemi üyelerin genel kurullar sürecine katılımını sınırlandırmakta, sendika ile üye arasındaki bağın gelişmesinde tıkayıcı bir rol oynamaktadır.

İşyeri, şube ve merkez temsilci kurullarının oluşumu ve çalışma esasları

Tüzüğümüzde işyeri temsilci kurulları 15 üyeye bir temsilci esasına göre oluşturulmaktadır. Gündelik pratikte yer yer işyeri temsilci sayılarının belirlenmesinde sorunlar yaşanmakta, tüzüğümüze göre üye sayısı örneğin 30’u bulmadıkça ikinci temsilci seçilememektedir. Burada tüzükteki “her 15 üyeye bir temsilci” biçimindeki ibare “her 15 üyeye kadar bir temsilci” biçiminde düzenlenerek, bu sorun giderilmelidir. Öte yandan 4688 sayılı yasanın temsilcilerin seçilmesine ilişkin hükümleri ve baş temsilci kavramı tüzükten çıkartılmalıdır. Şube Temsilciler Kurulu(ŞTK) ise tüzüğümüzde her 5 temsilciye kadar 1 temsilci belirlenmesi esası ile oluşturulmaktadır. Bu durum ise belirlenen temsilcilerin katılamadığı koşullarda işyerinin ŞTK’da temsilini zayıflatmaktadır. Tüzükte 1/5 oranı kaldırılmalı, ŞTK tüm işyeri temsilcilerinden oluşturulmalıdır. Merkez Temsilciler Kurulu(MTK), genel kurul sonrası en yetkili sendika karar organıdır. MTK’lar şubelerin üye sayısına göre her 1000 üyeye kadar bir temsilci esasına göre ŞTK’lardan gönderdikleri temsilciler ile şube yönetimlerinden seçilecek birer kişinin katılımı ile oluşturulmaktadır. Tüzükte yer almamasına karşın yönetmelikte bu toplama İl Temsilcilikleri’nden bir kişinin katılması da eklenmiştir. MTK’nın bileşimi orantılı bir dağılımı ifade etmemekte, özellikle metropol illerin katılımı üye sayılarına oranla düşük kalmaktadır. Örneğin Çorum şubesine bağlı iki il temsilciliği yer almakta, bu şubenin il temsilcilikleri dahil toplam 280

civarında üyesi bulunmakta, ancak MTK’ya şubeden 1 yönetici ve 1 temsilci, il temsilciliklerinden birer kişi olmak üzere toplam 4 üye katılmaktadır. İstanbul 3 No’lu Şube’nin 1300 üyesine karşılık ise ikisi temsilcilerden, birisi yönetimden olmak üzere 3 kişilik MTK üyeliği bulunmaktadır. İl Temsilcilikleri dahil toplam 300 üyesi bulunan Kayseri şubesinin 4 il temsilciliği bulunmakta, MTK’da 6 kişi ile temsil edilmektedir. İstanbul’un 3 şubesi 3.500 üyesi ile 9 kişi ile temsil edilirken, İzmir 2300 üyesi ile yalnızca 4 kişi ile temsil edilmektedir. Tüm bu tablo MTK bileşiminin bir karar organının yapılanmasına uygun olmadığını göstermektedir. Bunun sonucu ise üye sayılarının yarısından fazlasını temsil eden metropol şubelerin karar süreçlerinde adil temsil edilememesi olmaktadır. Tüzükte MTK bileşimi şubelerin katılım oranlarında yaşanan sorun en aza indirilecek biçimde yeniden düzenlenmelidir. Yönetmelikte tüzüğü aşan şekilde yapılan il temsilciliklerine ilişkin belirleme kaldırılmalıdır. Tüzükte her 300 üyeye (veya 250 üyeye) bir temsilci esası düzenlenmeli, şube yönetimlerinden katılım kaldırılmalıdır. Şube ve temsilcilik yöneticileri ŞTK üyeleridirler ve MTK’ya katılımları da ŞTK’da aday olmaları ile gerçekleşmelidir. MTK’nın işleyişi de gözden geçirilmelidir. Mevcut biçimiyle MTK bir danışma organı olarak işletilmekte, divan yalnızca önerileri almakta, ancak bu öneriler tartışılmamakta ve karara bağlanmamaktadır. Divan ilk gün kendisine sunulan şube raporlarında yer alan önerileri, ikinci gün MTK’ya tartıştırmalı ve karara bağlanmasını sağlamalıdır. İlk gün gelen önerilerin derlenmesi için komisyon veya çalışma grubu oluşturulabilir. Bu çalışma gruplarının yaptıkları çalışmalar ikinci gün tartıştırılıp karara bağlanabilir. Burada esas olan alınan kararların örgüt bütünlüğünde bir iradeye dönüşmesi ve MTK iradesi olarak açığa çıkartılması olmalıdır.

Yeni şube açılması ve grupsal engellerin kaldırılması

Birçok şubede yapılan tartışmalarda yeni şube açılmasına ilişkin sorunlar ele alınmaktadır. Mevcut haliyle özellikle de metropol illerde şube sayılarının azlığı, Maliye, Adliye ve SGK dışındaki kurumlara dönük faaliyet götürülmesini engelleyici bir rol oynamaktadır. Geniş örgütlenme alanı karşısında 7 kişilik şube yönetim kurulları yetersiz kalmaktadır. Ne var ki, grupsal kaygılar nedeniyle şube açılmasına karşı direnç gösterilmektedir. Tüzükte şube açılmasına ilişkin olarak düzenlemelere gidilmeli, belli bir üye sayısı aralığına


(örneğin 1200-2000 arası gibi) ulaşan şubelerin yeni şube açılması yoluyla bölünmesi düzenlenmeli ve şube açma yetkisi MYK’ya verilmelidir. Bürokrasiye karşı emeğin korunması, sendika çalışanlarının ücretleri ve ilkesel tutum

Sendikalar emek örgütleridir. Ne var ki, sendikalar, aynı zamanda işçi istihdam eden örgütlerdir de. Bu durum sendikaları, çalıştırdıkları işçiler karşısında hukuksal olarak işveren konumuna getirmekte, sendika merkez yönetimlerinin sendika çalışanlarına karşı yaklaşımı, sendikaların mücadele ilke ve hedefleri bir kenara bırakılarak “işveren” konumu üzerinden şekillenmektedir. Bu aslında sendikalarda bürokrasinin ne kadar yaygın bir biçim kazandığının en açık göstergesidir. Sendikalarda yalnızca üyelerin bürokrasiye karşı korunması değil, aynı zamanda sendika işçilerinin de bürokrasiye karşı korunması birer sınıfsal mücadele konusu olarak görülmelidir. Bu özü itibariyle, sendikaların ilkelerini ve emek örgütleri olma niteliklerini koruma mücadelesidir. Sendika tüzüğümüzde personel istihdam etme ve ücretlerin belirlenmesi yetkisi Merkez Yönetim Kurulu’nun görevleri arasında sayılmıştır. Sendika tüzüğünün “Personel, Uzman ve Danışman” başlıklı maddesinin ikinci paragrafına “En düşük devlet memuru ücretinin altında personel istihdam edilemez” hükmü konulmalıdır. Bu öneriye kimileri “masumane” bir tutumla “bizler çalışanların ücretlerinin toplu sözleşme ile belirlenmesini savunuyoruz” söylemiyle karşı çıkmaktadırlar. Peki bu hükmün tüzüğe konmasının sendika çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ortadan kaldırdığını nereden çıkarıyorsunuz? Örneğin asgari ücret belirlemesi, işçilerin toplu sözleşme haklarını ortadan mı kaldırıyor? Peki sendika çalışanları toplu sözleşme dönemlerinde insanca yaşanabilir ücret talep ettiklerinde karşılarında neyi buluyorlar, bir emek örgütünü mü, bir işvereni mi? Üstelik sendika çalışanlarının hemen tümü sınıf bilinçli

işçilerden oluşmaktadır ve karşılarındakinin yine sendika olması nedeniyle herhangi bir fabrika işçisi gibi grev hakkını kullanmayı doğru bulmamakta ve tercih edememektedirler. Burada söz konusu olan, bir emek örgütünün işçilere bakışının bir işveren örgütünün bakışı gibi olamayacağının anlaşılmasıdır. Bir sendika yalnızca üyelerinin çıkarlarını değil işçi sınıfının çıkarlarını korur ve çalıştırdığı işçiler karşısındaki tutumu, özünde onun işçi sınıfı ve emek karşısındaki tutumunu ortaya koyar. KESK’e dair öneriler

BES Genel Kurulu’nda KESK’e dönük öneriler de geliştirilmeli, bir irade birliği sağlanmalıdır. Bir önceki genel kurulda yapılan değişiklikle hayata geçirilen KESK Genel Meclisi yapılanması, sendikaların temsiline dayanmamakta, grupların veya kişilerin kendilerini temsil ettiği bir organ olma niteliği taşımaktadır. Bu haliyle de, işlevli bir organ olmamaktadır. KESK Genel Meclisi, sendikaların temsiliyeti esas alınarak, üye sayılarına orantılı olarak sendikaların merkezi temsilci kurullarından seçtikleri kişilerin katılımı üzerinden şekillenmelidir. KESK Genel Meclisi’ne katılan kişiler bağlı oldukları sendikaların temsiline haiz olmalı, bunun için de, bağlı oldukları sendikaların MYK ve merkezi kurul toplantılarına katılmaları zorunlu olmalıdır. Diğer yandan KESK tüzüğünde yeri olmayan Şubeler Platformu yapılanmaları gözden geçirilmelidir. KESK Genel Meclisi ile ilişkili olarak şubelerin üye sayılarına orantılı olarak seçecekleri kişilerden oluşan il veya bölge meclisleri oluşturulmalı, şubeler platformu bu oluşumların yürütmesi haline dönüştürülerek tüzüksel bir niteliğe kavuşturulmalıdır. BES’te tüzük tartışmalarına ilişkin yazı dizimiz burada sona eriyor. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak tüm BES üye ve kadrolarını, kamu emekçileri hareketinin ihtiyaçları doğrultusunda taban iradesini açığa çıkarmaya, sendikal grupların bürokratik ihtiyaçlarına dönük dayatmalarına karşı direnç göstermeye çağırıyoruz.


8 Mart Dünya ‘Emekçi’ Kadınlar Günü olarak kutlanmalıdır! “Kadınların her alanda eşitçe var olabilme mücadelesi, aynı zamanda emek-sermaye çelişkisi düzleminde emeğin de özgürleşme mücadelesidir. Kadın emeğinin mevcut ekonomik ve sosyo-kültürel yapıda daha şiddetli bir sömürüye tabi kalması, sadece kadınların değil, tüm işçi sınıfının, tüm emekçilerin sorunudur. Emeğin mücadelesi ancak toplumsallaşmış kadın emeğinin de örgütlü mücadelesi ile başarıya ulaşabilecektir. Bugün çalışma yaşamında güvencesiz, kayıt dışı, düşük ücretli istihdama doğru hızla yönelen yapısal dönüşüm taarruzları, en fazla kadın emeğini vurmaktadır. Kapitalizmin artan ucuz işgücü ihtiyacının karşılanmasında kadın emeğiyle bütünleştirilmiş olan “vasıfsız” ve “ucuz meta” tanımlamaları, emeğin genel değerini de sürekli bir düşüşe maruz bırakmıştır. Bu nedenledir ki kadınların, kadın sorunlarına ve kadın emeğine dair yürüttüğü mücadele işçi sınıfının ve tüm emekçilerin mücadelesinin de temel dinamiklerinden birini oluşturmaktadır.” (7 Mart 2013 KESK-AR 8 Mart’ta Kadın İstihdamının Görünümü)

KESK Araştırma Birimi(KESK-AR) tarafından 7 Mart 2013 tarihinde yapılan bu açıklama emeğin mücadelesinin ancak kadın emeğinin de örgütlü mücadelesi ile başarıya ulaşacağı vurgusu yapmakta, kadınların mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesinin de temel dinamiklerinden biri olduğunu söylemektedir. Ne var ki KESK’in uzun yıllardır izlediği çizgi ve pratik, emekçi kadın mücadelesini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak gören bir algıdan çok, kendinden menkul bir ‘kadın mücadelesi’ne indirgeyen bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu biçimiyle aslında kadın emekçilerin mücadele sahnesinde yerini alma olanaklarını ortadan kaldırmakla kalmıyor, burjuva kadını emekçi kadınla özdeşleştiren bakış açısı nedeniyle de “emek-sermaye” mücadelesinin üzerini perdeleyen bir işlev de görüyor. Çubuk sermaye düzenine değil, “erkek devlet”e bükülüyor. Devletin “sınıfsal” yanı değil, “erkek” yanı hedef alınıyor. Öyle ki, “erkek” olan herkes bu mücadelenin hedefi haline getiriliyor. Bunun doğal sonucu ise kadın emekçilerin sınıf kardeşlerinden koparılması, 8 Mart’ın emekçi kadınların sınıfsal sorunlarından çok, kadın kimliğine dair sorunlara hapsedilmesi oluyor. Bunun yan ürünü ise erkek


emekçilerin kadınların talep ve özlemleri karşısında duyarsızlaştırılması ve o çokça üzerinde durulan “erkek” algının korunması oluyor. KESK bütünlüğünde kadın ve erkek emekçilerin ortak mücadelesi ekseninde örgütlenmeyen 8 Martlarda, emekçi kadınların “kreş, eşit işe eşit ücret” gibi talepleri, öylesine söylenmiş söz kalıpları olarak kalıyor. Kamu emekçilerinin bütününü harekete geçirme çabasından uzak bu duruşun somut karşılığı ise 8 Mart’lara yalnızca örgütlü kadro durumunda olan emekçi kadınların katılması oluyor. Sınıfsal bir mücadele içerisinde özneleşemeyen kadınların, cinsiyet temelini eksen alan bir kadın mücadelesi içerisinde özneleşebileceğini düşünmek, her türlü sosyolojik olguları ters yüz etmekten başka bir anlam taşımıyor. Gözümüzün önünde kitlesel mücadele içerisinde yer alan Kürt kadın hareketi, onlara, salt bir “kadın” hareketi olarak görünüyor. Oysa Kürt kadınlarının kitlesel olarak mücadele sahnesinde yerini almaları, onların kadın olmalarından değil, kadın kimliklerini de yaşamalarını sağlayan ulusal mücadeleden itilimini alıyor. Emekçi kadınları “emekçi” kimliğinden kopardığınızda, onların mücadele içerisinde özneleşebilmeleri ve cinsiyet temelli sorunlarını birer mücadele konusu haline getirebilme olanaklarını da ellerinden almış olursunuz. Bunun en yakın örneği 2013 8 Martı’dır. KESK, geçtiğimiz 8 Martta sadece kadın kamu emekçilerine dönük olarak hizmet üretmeme çağrısı yapmış ve bu çağrıya emekçi kadınların yalnızca örgütlü kesimleri belli oranlarda yanıt vermişti. Feminist kadın örgütlenmeleri ile katıldığı 8 Mart mitinginde de benzer bir tablo ortaya çıkmış, örgütlü kadrolar dışında katılım sağlanamamıştı. KESK’in de içinde yer aldığı “Kreş Haktır Platformu”nun kreş kampanyası ise neredeyse hiç yürütülmedi. Öyle ki kreş talebi kadın emekçinin olduğu kadar erkek emekçinin de talebi olmasına rağmen bu kampanya, erkek emekçileri bu mücadelenin bir parçası olarak görmek bir yana, kadın emekçilere dahi taşınamadı. Yine Kadın İsdihdam Paketi’ne karşı mücadeleyi örme görevi de örgütlü kadınların omuzlarına bırakıldı. Üstelik bu paket, işçi

sınıfının “erkek” üyelerini etkilemiyormuşçasına ele alındı. Türkiye’de 8 Martlar devrimci çizginin ve reformist anlayışların net bir şekilde ayrıştığı günlerdir. Bir tarafta “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” temel perspektifi ile 8 Mart’ı sınıfsal özüne uygun ve kadın-erkek tüm emekçilerin katılımıyla gerçekleştirenler yer almakta, diğer tarafta ise onu sınıfsal özünden koparan, “Dünya Kadınlar Günü” ve erkeksiz 8 Mart olarak gerçekleştiren, başını feministlerin çektiği reformist gruplar ve yönelimini bu reformist grupların belirlediği KESK yer almaktadır. Bir emek örgütü olan KESK, 8 Martlarda emekçi ibaresinden bile rahatsız olan bir çizgiye sahiptir. KESK’e hakim olan reformizm kendisini, sendikal mücadelede bürokratik-icazetçi, kadın sorununda feminist çizgide dışa vurmaktadır. KESK’in tüm bir geçmiş pratiği, kadını cinsiyet temelinde örgütlemeye yönelen feminist algının, sınıf mücadelesini ve bunun bir parçası olarak emekçi kadın mücadelesini dinamitleyen bir rol oynadığını ortaya koymaktadır. Kadına yönelik şiddet, aşağılanma, tecavüz vb. olgular ile emekçi kadının sınıfsal talep ve özlemleri, işyerlerinden geliştirilecek bir mücadelenin dışında görülemeyeceği gibi, kamu emekçilerinin bütününden koparılarak da ele alınamazlar. Genel kurulların gerçekleştiği bu süreçte, 8 Mart’ı, “10 saatlik iş günü ve daha iyi yaşam koşulları için” 40 bin dokuma işçisi kadının mücadelesi ve bu mücadelede yanarak can veren 129 kadının yarattığını kürsülerden haykırmalı, bu günün emekçi kadınların günü olduğunu KESK’e kabul ettirmeliyiz. ‘Dünya Kadınlar Günü’ değil ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’, ‘kadın mücadelesi’ değil ‘kadın-erkek birlikte mücadele’, ‘kadın dayanışması’ değil ‘sınıf dayanışması’nı KESK’te hakim kılmak ve devrimci temellerde yenilenmek için bürokratik-icazetçi sendikal çizgiyi aşmalı, KESK’te egemen hale gelmiş feminist düşünce tarzı ve reformizme karşı kadın-erkek birlikte taban inisiyatiflerini yaratmalıyız. Bunun yolunu; taban inisiyatiflerini yaratarak, hem patrona hem de sendikal bürokrasiye karşı mücadele eden Greif işçileri göstermektedir.

İşçi Bülteni Özel Sayı: 1093 * Fiyatı: 25 Kr * Şubat 2014 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Millet Cd. Sultan Cami Sk. No 2 / 9 Fatih/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.