KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR
Siyaset sanatı köreltir mi?
SAYFA 36
“Bugün kültür-sanat politikalarımızın tepe noktasına “insanlığın şimdiye kadarki mirasını özümsemeliyiz” yazamayız. Özümsemeliyiz, hele hele komünist sanatçılar, komünist kadrolar mutlaka. Ancak partinin kültür-sanat politikasını temel olarak iç gereksinimler belirleyemez. Bir devrimci siyasi parti olarak kültür-sanat politikamızı bu eksende üretemeyiz.”
1 EYLÜL 2011 SAYI 336 FİYATI: 5 TL
CEPHELEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ? “2010 yılının Ekim ayında yapılan ‘Cepheleşme Çağrısı’, parti yönetiminin bıraktığı boşluklar nedeniyle kısa süre içinde sol parti ve örgütler arası işbirliği eksenine kaymış, konunun toplumsal direnç odakları yaratma ve güçlendirme boyutu ihmal edilmiştir. Bugünkü koşullarda ‘cepheleşme’ bir ihtiyaç olmaya devam etmekle birlikte, gerekli altyapısı oluşuncaya kadar geri çekilmiştir.”
Cepheleşmenin taşıdığı anlam, “örgütlerin yanyana gelmesi” değil, sosyalizmin ülkemizdeki siyasal gerilimlerin merkezine bütünsel bir özne olarak yerleşmesiydi. Cepheleşme gündemi ÖDP, Halkevleri ve EMEP’in TKP ile birlikte bu işi örüp örmeyecekleri sorusuna kilitlenince bir bakıma çalışmanın bu özü de yitirilmiş oldu. SAYFA 18
CHP: Bir parti kaç cumhuriyet kurabilir? “Barikat kurup direnemeyenlerin, yere yapışıp trenin altında kalmak yerine vagona tutunmaya çalışmaları anlaşılır bir durum. Ama başlıktaki soruya dönersek, son vagona tutunmayı beceren birinin lokomotife kadar gidip idareyi ele geçirmesine, western filmlerinde rastlanır yalnız. Yani chp, istediği kadar uzlaşsın, ikinci cumhuriyet’e önderlik yapamaz.”
SAYFA 7 LONDRA İSYANI:
‘Büyük Toplum’un başlangıcı ve sonu Batı solunun önemlice bir bölmesi “Londra isyanına “zamanın ruhu” gözüyle bakmayı tercih etti. Ne var bunda? Her tarafta halk ayaklanmaları yok mu? Kapitalizm belki de tarihinin en derin krizini yaşamıyor mu? Gençlik, koca bir yığın halinde muazzam bir umutsuzluğa sürüklenmiş durumda değil mi? Bunların hepsine “evet”. Ama “Londra isyanı, içinde yaşadığımız zamanın ruhudur”a hayır! Çünkü Londra isyanına “zamanın ruhu” payesini vermek, Arap Ortadoğu’sunda yaşananları “halk devrimleri” olarak görmekle tutarlıdır.”
SAYFA 10
AKP: Nereden çıktı, nasıl güçlendi, ne zaman erir? “GELİNEN BU NOKTADA BİR KEZ DAHA TEKRARLAMAKTA YARAR VAR: HANGİ SERMAYE İKTİDARI OLURSA OLSUN, EMPERYALİST ODAKLARLA SERMAYE ÇEVRELERİNİN DESTEĞİ HEM OLMAZSA OLMAZ KOŞUL, HEM DE KALICILIĞIN GÜVENCELERİNDEN BİRİDİR. ANCAK, TOPLUMDAN BELİRLİ BİR KARŞILIK BULMADIĞI SÜRECE, EMPERYALİST ODAKLARIN VE SERMAYE ÇEVRELERİNİN DESTEĞİ KENDİ BAŞLARINA BİR BURJUVA PARTİSİNE AKP’NİN SAHİP OLDUĞU TOPLUMSAL KABULLENİLMEYİ SAĞLAYAMAZ. DOLAYISIYLA, AKP’NİN BAŞARISI, KENDİSİNE YÖNELİK DIŞ DESTEKLE SINIFSAL DESTEĞİ TOPLUMUN ÇOĞUNLUĞUNUN DESTEĞİYLE TAMAMLAYABİLMİŞ OLMASIDIR.” SAYFA 4
2 PANO 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
KOMÜNİST, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin aylık sesi olarak yeniden hazırlandı. Partili yaşamı zenginleştirmek, yoldaşlık hukukunu güçlendirmek, kavgamızın ortak aklını geliştirmek için daha nitelikli KOMÜNİST, daha iddialı KOMÜNİST, daha fazla okunan KOMÜNİST, düzenli tartışılan KOMÜNİST, her fırsatta katkı koNulan KOMÜNİST. Daha çok komünist için KOMÜNİST!
Ben Uğur’a inanırım... Sekiz yıl önce uğursuz bir sabaha uyandıktan sonraki bir ay, nasıl olacak diye düşündüm, nasıl olacak bundan sonra sabahlar, akşamlar, sohbetler, kavgalar... Her sene yazdığım mektubun sadece ikimiz arasında kalmasını tercih etmememin nedenini açıklamıştım sana: Genç arkadaşlarımız. Yazdıklarımın sadece yaşadıklarımız olmadığını biliyorum ama önemli olan seninle olan dostluğumuzda, yaşamamış olsak da neleri yaşayabileceğimize, nelerin hayalini kurabileceğimize olan inancım. Seninle yürüdüğümüz yıllar boyunca dostluğumuza ve yoldaşlığımıza olan inancım. İnanmayı, kör bir kabullenme olarak da anlayabilirsiniz, güven ile açıklayamayacığınız kadar güçlü bir ikna olmuşluk olarak da. Karanlık darbe günlerinin ertesinde aldığımız sorumluluklar nedeni ile görüşemediğimiz yılların bile
kemiremediği dostluğumuza olan inancımız ile dik durabildik, umutsuzluğun kuyularından yoldaşlığımızın sağlam ipine tutunarak çıktık. Hep özledik ama en çok inandık birbirimize. Evet, dağlara inanmadım, dağlara güvenmedim. Bu konudaki düşüncelerimi dağcı arkadaşlarımız da partili yoldaşlarımız da biliyor. Dağlara inanmadım ama sana inandım. İnanmak, yeteri kadar tartışmalı bir konu iken bir de bir kişiye inanmak ne menem bir şey olabilir diye soran meraklı, genç zihinler için anlaşılır olmak istiyorum. ”Bu toprakların inanç kültürü sorunu hiç olmamıştır” diyebiliriz bir çırpıda ve yanlış da olmaz. “Tamam da ağır abiler kendi aralarında tarikat mı kuruyorlar” diye sorabilir ekşili sözlük yazarları, haklı bir soru olabilir. Dostluğa inanmak, yani
dostunu geride bırakmamak, koluna girmek ve yürümek. Dosta, hesap sormadan sormak. Dosta, hesaplamadan vermek. Geçen yıl “yoldaşlığın yolu dostluktan geçer” diye yazmıştım. Yoldaş kelimesinin, dudaklarınıza tutturduğunuz izmarit gibi eğreti durmasını istemiyorsanız dostluğa inanmanız gerekir. Az bir delikanlı olun demiyorum genç kardeşlerim, az bir dost olun diyorum. O zaman birbirinizi dinleme ve anlama ihtimali doğabilir. İdeolojinize inandığınız kadar dostluğa da inanın. Sevgili kardeşim Uğur, İyi ki yollarımız kesişti. İyi ki birbirimiz için dertlendik. İyi ki birbirimizden teklifsizce aklımıza geleni isteyebildik. İyi ki iyiliğe inandık. İyi ki birbirimize inandık. İçime işlemiş bir kere, dünya yıkılsa ben Uğur’a inanırım. Tunç TATOĞLU
“Geçen yıl ‘yoldaşlığın yolu dostluktan geçer’ diye yazmıştım. Yoldaş kelimesinin, dudaklarınıza tutturduğunuz izmarit gibi eğreti durmasını istemiyorsanız dostluğa inanmanız gerekir. Az bir delikanlı olun demiyorum genç kardeşlerim, az bir dost olun diyorum. O zaman birbirinizi dinleme ve anlama ihtimali doğabilir. İdeolojinize inandığınız kadar dostluğa da inanın.”
Türkiye Komünist Partililer, Parti’nin dostları... Komünist’in sayfaları, Parti’yle söyleşmek, tartışmak, paylaşmak ve sormak için!
KOMÜNİST AYLIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN
Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu
e-posta: komunist@tkp.org.tr
Dr. Canan Can’ı kaybettik… Uzun yıllar TKP saflarında mücadele eden, direngen inatçı komünist kimliğiyle yoldaşlarına örnek olan Dr.Canan Can’ı 16 Ağustos günü kaybettik. Canan Can bir yıldır yakalandığı akciğer kanseri hastalığı ile mücadele ediyordu. Hastalığı boyunca yakınmayan, gelecekle ilgili hayallerinden ödün vermeyen Canan yoldaşımızı unutmayacağız, hatırası mücadelemizde yaşayacak. İşte yoldaşı Sükun Öztoklu’nun anlatımıyla Canan Can: “Canan, 36 yıllık arkadaşım, dostum yoldaşım. Bu hayatta en çok kavga ettiğim, ama en yakın olduğum insanlardan birisi. Ömür boyu devrimciliği, baş eğmezliği, cesareti ve komünistliğiyle örnek arkadaşım. Canan’la Ankara’da, 1975 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nde aynı sıralarda tanışmıştık. O Antalya Tıp öğrencisiydi ve 4. sınıfa kadar birlikte okuyacaktık. Devrimci savaşın çok kızışmış olduğu o yıllarda ikimiz de üçüncü sınıfta okuldan atıldık, o Ankara SBF öğrenciliğiyle devam etti yaşamına, ben de Mamak Askeri Cezaevi’ne girdim. Sonra orada da yolumuz kesişti, yanyana yataklarda yattık yıllarca. TKP toplu davada yargılanmış, Mamak Cezaevi’nde bulunduğu sırada da her direnişte, duruşmalarda eğilmeden sallanmadan dimdik durmayı başardı. 1984 yazında cezaevinden çıktıktan sonra Antalya Tıp’tan mezun oldu, TİHV Merkezi’nde ve Kızılay’da hekim olarak çalıştı. 1999 depreminde aylarca çadır kentlerde hekimlik yaptı. Tüm bu dönemler içinde de bir gün olsun siyasetten kopuk bir yaşamı olmadı. Daha sonraki yıllarda demans ve kalça kırığı olan annesine bakmak için yıllarca Alanya’da hekimlik yaptı, SES’in örgütlenmesinde çalıştı. Alanya’da ilk kez 1 Mayıs kutlamasının yapılmasında büyük emeği oldu. 2000’li yılların ikinci yarısında TUS sınavına girerek Çapa’da Patoloji ihtisasına başladı, tamamlamasına 6 ay kala istifa etti. 112 acil hekimliği yaptı bir süre. Artık emekli olmuştu sonunda. İstanbul’da olduğu sürede TKP üyesi olmuş, sağlık örgütlenmesi ve mahalle örgütlenmesinde çalışmıştı. Hayli yetenekli olduğu resim konusunda çalıştı, eğitim aldı ve üretmeye başlamıştı ki bu kötü hastalık yapıştı yakasına. Bir yıla yakın insanüstü bir güçle mücadele ettiği akciğer kanserine İzmir’de, 16 Ağustos, saat 16:00 sıraları yenik düştü. Cenazesi Mamaklı kadın arkadaşları ve yoldaşlarınca İzmir’den uğurlandı, 18 Ağustos’ta da Alanya’da toprağa verildi. Orada da ailesi, yoldaşları yanında oldu…”
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
KOMÜNİST’İN NOTLARI İKİNCİ CUMHURİYET ADALETİ İktidarın seçimlerden sonra soruşturma, gözaltı, tutuklama silahını yaygın biçimde kullanmaya devam edeceğini düşünenler tahminlerinde hiç yanılmadılar. Uydurma kanıtlarla ve medya tetikçileri marifetiyle yürütülen ön soruşturma safhasını yargının olduğu gibi kabul ederek adaletsizliği perçinlediği uygulamalar yakın dönemde Hopa protestoları için kaynatılan cadı kazanı İşçi Partisi, Ulusal Kanal ve Aydınlık baskını ile sürerken, bazı yönleriyle mizaha dönen TSK operasyonlarına yenileri eklendi. BDP’nin çeşitli kademelerindeki yöneticilerine dönük yaygın tutuklamalarsa hız kesmediği gibi herkes Fatih Altaylı’nın da köşesine taşıdığı 1400 kişilik listede yer alanların tutuklanıp tutuklanmayacağını merak eder hale geldi. İKİNCİ CUMHURİYET ADALETİ HERKESİN KENDİNE YONTABİLECEĞİ, PARÇALANARAK SORGULANACAK BİR OLGU DEĞİLDİR. HUKUKSUZLUĞU BİR BÜTÜN OLARAK KARŞISINA ALMAYI KÜÇÜK HESAPLAR ve ÖNGÖRÜSÜZLÜK NEDENİYLE BECEREMEYENLERİN ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMDE HİÇ DEĞİLSE KENDİLERİNİ SAVUNMAK İÇİN “UZAK” SANDIKLARI AKTÖRLERE DÖNÜK ZORBALIK ve BASKIYA ŞAKŞAKÇILIK YAPMAYI KESMELERİ BEKLENİR.
DIŞ POLİTİKA Suriye ve İran konusunda başından beri ikiyüzlü bir politika izleyerek ABD politikalarına sinsi bir yorum getiren AKP iktidarı bir süredir Esad karşısında “dostluk” gösterilerine hiç ama hiç gereksinim duymuyor. Erdoğan’ın bayram öncesinde “döktüğünüz kanda boğulursunuz” açıklaması, Türkiye’nin bir kara savaşı dışında kalacak her tür müdahale seçeneğine hazır olduğu anlamına geliyor. İşin acı kısmı, Suriye konusunda kimi sol siyasetlerden sendikalara varan şaşkınlığın bunca gelişmeden sonra hâlâ sürüyor olması. DİSK’ten “Arap baharı” sevindiriklerine varıncaya kadar geniş bir kesimin desteğini alan AKP’nin çözemediği şey, Suriye’de istediği gibi oynayacağı bir “muhalefet”i henüz bulamamak. Medyanın şişirdiği Esad mezalimi ise yeni bir renkli devrim ihracı için yeterli değil. YALNIZCA ALDIĞI OYA DEĞİL, AKP’NİN TSK KARŞISINDAKİ KONUMLANIŞINA SAYGI DUYARAK DEVRİMCİLİKTEN BÜYÜK ÖLÇÜDE UZAKLAŞANLARIN SURİYE KONUSUNDA TEMEL REFERANS OLMASI GEREKEN EMPERYALİST MÜDAHALEYE KARŞI DURMAK YERİNE İNSAN HAKLARI ve DEMOKRASİ EKSENİNDE SİYASET YAPMAYA ÇALIŞMASI, TÜRKİYE’DE “DEMOKRAT” KAMUOYUNUN DEMOKRATLIKTA BİLE SINIFTA ÇAKACAĞININ KANITIDIR. AKP ve ABD’NİN BU DENLİ MÜDAHİL OLDUĞU BİR BAŞLIKTA SURİYE YÖNETİMİNİN İNSAN HAKLARI İHLALLERİNDEN BAŞKA BİR ŞEY SÖYLEMEYENLER TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ’NİN 10. KONGRESİ’NDE “İKİNCİ CUMHURİYET SOLCULARI” DİYE ADLANDIRDIĞI GARABETE ÖRNEK OLUŞTURMAKTADIR.
KÜRT SORUNU “Demokratik açılım”ın militarist seçeneği de içinde barındırdığını, AKP’nin niyetinin Kürt sorunundan kendi dönüşüm planı için yararlanmak olduğunu söyleyenlerin hiç de ulusalcılık yapmadığı anlaşıldı ama sorunun savaş ve barış ekseninde ele alınamayacağını hâlâ pek az kişinin fark ettiği ortada. Şiddetin açık siyasal hedefler değil de karmaşık hesaplar adına yürütülmesi, sorunun şu andaki bütün taraflarının kabullendiği bir olgu olduğu sürece “silahların susması” ya da “silah bırakılması” taleplerinin bir karşılığı bulunmuyor. AKP, birçok başlıkta olduğu gibi etrafa umut saçtıktan sonra “terörle mücadele konsepti”ne sarıldığı Kürt sorununda, bu kez, Ortadoğu’daki düzenlemeler ve bunun Türkiye’deki uzantılarına karşı çıkmak yerine onun içinde “eşit bir özne olarak” yer alma arayışından vazgeçmeyen Kürt hareketini bölmek için iyi hazırlanmış bir planı yürürlüğe koymuş durumda. TÜRK, KÜRT TÜM İLERİCİ UNSURLARDAN, AKP’NİN İKİNCİ CUMHURİYETİ VE ONUN İÇİNE YERLEŞTİĞİ BÖLGESEL PROJELER KARŞISINDA KESİN ve AÇIK BİR KONUMLANIŞ BEKLENMESİNDEN DAHA DOĞAL BİR ŞEY OLAMAZ. ZATEN BU AŞAMADAN SONRA BU KOPUŞU ÖNEMSİZLEŞTİRİP, “ACİL” NOTU DÜŞÜLEREK GELİŞTİRİLECEK “ÇÖZÜM” ARAYIŞLARI ŞİMDİYE KADAR KARŞILIK BULDUĞU KESİMLERİN BİR BÖLÜMÜ İÇİN DE İNANDIRICILIĞINI YİTİRECEKTİR.
EMEK-SERMAYE ÇELİŞKİSİ Aylardır en yetkili ağızlardan “kriz geliyor” açıklaması yapan AKP hükümeti bir yandan liderleri Erdoğan’ın “bize yine bir şey olmayacak” böbürlenmesine zemin hazırlarken öte yandan Meclis açılır açılmaz yeni bir emeğe saldırı paketiyle boy gösterecek olmanın yolunu açıyor. Alabildiğine borçlu hale getirilen halkın istikrar tercihine, “daha da kötü olmasın”dan fazlasıyla ürkmesine ve şükürcülüğüne güvenen siyasi iktidar bir yandan da bu kez teğet filan bir yana cepheden vurabilecek bir krizin yaratacağı toplumsal sıkıntılara karşı önleyici tedbirler hazırlıyor. Ağustos ayında işçi direnişlerine polisin vahşice saldırması, AKP’nin yeni döneme hiçbir esneme olmaksızın girmeye kararlı olduğunun göstergesi. KIDEM TAZMİNATI GİBİ İÇERİĞİ KENDİNİ HEMEN ELE VEREN BAŞLIKLARI DA KAPSAYAN SALDIRILAR KARŞISINDA ANLAMLI BİR DİRENÇ GÖSTERİLEBİLMESİ İÇİN “EMEKTEN YANA GÜÇLER”İN SİYASAL İKTİDARLA İLİŞKİLİ OLARAK TOPLUMU TEREDDÜTE DÜŞÜREN İKİRCİKLİ TAVIRLAR İÇİNE GİRMEMESİ GEREKİR. SURİYE YA DA SOMALİ ZOKASINI YUTAN BİR İŞÇİ SINIFININ EN TEMEL HAKKINA BİLE SAHİP ÇIKAMAYACAĞI GERÇEĞİNİ BİR KENARA KOYARAK DEVRİMCİ SİYASET GELİŞTİRİLEMEZ.
SİYASET 3
TOPLUMSAL YAŞAMIN GERİCİLEŞTİRİLMESİ AKP gericileştirme hamlelerini hem uyutarak hem de toplumun önemli bir kesiminin bu hamlelerden fazlasıyla hoşnut olduğunu bilerek gerçekleştiriyor. Gericiliğin “halkın tercihi” olması durumunda meşrulaştığını sanan solcuların da yardımıyla kâh alkolün zararlarından, kâh kadın-erkek ilişkilerindeki bayağılaşmadan, kâh çocukları “kötü” alışkanlıklardan koruma ihtiyacından, kâh insan sağlığını tehdit eden unsurlardan dem vurarak kamusal alan sınırlanıyor, en temel haklar, özellikle kadınların hakları gasp ediliyor, toplum tutsaklığa alıştırılıyor. AKP’ye en büyük yardım ise onun dayattığı yaşam tarzını benimsemeyenlerden geliyor. Sırça köşkünden ya da garantiye aldığı yaşam alanından “tehlike yok” diyenler mi ararsınız, “adamlar haklı, bazı şeyler çok abartıldı” diyenler mi, yoksa “bununla mı uğraşacağız, onca sorun varken” diye ahkam kesen solcular mı! TARTIŞMANIN İÇKİ İÇMEK, RAMAZANDA ORUÇ TUTMAMAK, KAFASINA GÖRE GİYİNMEK, CİNSEL TERCİHLERİNİ DİLEDİĞİ GİBİ YAŞAMAK GİBİ ÇOĞUNLUKLA HAFİFE ALINAN SOMUT BAŞLIKLARLA DEĞERLENDİRİLMESİ ELBETTE YANLIŞ. ÜZERİNDE ÇALIŞILAN, HAYATA GEÇİRİLMEK İSTENEN BİR TOPLUMSAL TASARIM: HAKKINI ARAMAYAN, YÖNETENLERE RIZA GÖSTEREN, EVİNE HAPSOLMUŞ, TUTUCULAŞMIŞ, DEĞİŞİME KAPALI BİR HALK İSTİYORLAR. HUKUK ve SİYASETİN DİNSEL REFERANSLARLA ŞEKİLLENDİRİLMESİ İŞLEMİNE İSE ÇOKTAN BAŞLANDI. BUNA NASIL KAYITSIZ KALINABİLİR? KAYITSIZ KALINAMAYACAĞI İÇİN İÇKİ YASAKLARI, BELLİ TARZDA GİYİNMEYEN KADINLARA DÖNÜK TACİZ ve BENZERİ MÜDAHALELER TÜRKİYE SOLUNUN ÖNEMSEMESİ VE POLİTİKA ÜRETMESİ GEREKEN BAŞLIKLARDIR.
4 SİYASET 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
AKP: nereden çıktı, nasıl güçlendi,
ne zaman erir?
Bugünlerde kuruluşunun 10’uncu yılını kutlayan bir partinin gelecek yıl da iktidardaki 10’uncu yılını kutlayacak olması, siyasal açıdan dikkate değer bir olgudur. 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), üstelik oy oranını da artırarak üst üste üç seçim kazanmıştır ve bugün iktidardadır. 2002’de yüzde 34 oyla iktidara
“GELİNEN BU NOKTADA BİR KEZ DAHA TEKRARLAMAKTA YARAR VAR: HANGİ SERMAYE İKTİDARI OLURSA OLSUN, EMPERYALİ ST ODAKLARLA SERMAYE ÇEVRELERİNİN D ESTEĞİ HEM OLMAZSA OLMAZ KOŞ UL, HEM DE KALICILIĞIN GÜVENCELERİN DEN BİRİDİR. ANCAK, TOPLUMD AN BELİRLİ BİR KARŞILIK BULMADIĞI S ÜRECE, EMPERYALİST ODAKLARIN V E SERMAYE ÇEVRELERİNİN DESTEĞİ KEN Dİ BAŞLARINA BİR BURJUVA PARTİSİNE AKP’NİN SAHİP OLDUĞU TO PLUMSAL KABULLENİLMEYİ SAĞLAYAMA Z. DOLAYISIYLA, AKP’NİN BAŞ ARISI, KENDİSİNE YÖNELİK DIŞ DES TEKLE SINIFSAL DESTEĞİ TOPLUM UN ÇOĞUNLUĞUNUN DESTEĞİYLE TAMAMLAYABİLMİŞ OLMAS IDIR.”
gelen AKP, 2011 seçimlerinde oy oranını yüzde 49’a çıkarmıştır. AKP liderinin “çıraklıkkalfalık-ustalık dönemleri” söylemi aslında kendi meramının dışında bir gerçekliğe de karşılık düşmektedir. Geriye dönüp 2001-2002 yıllarına bakıldığında, iç ve dış güç odaklarının önce Kemal Dervişİsmail Cem çıkışına oynadıkları, bu projenin çökmesi üzerine AKP’nin yıldızının parladığı söylenebilir. AKP’nin çıraklık dönemi, güç odaklarına “teklif vermeyle” başlamıştır. İhalenin kendi üzerine kalması üzerine AKP, çıraklık ve kalfalık dönemlerini, elverişli bir ekonomik konjonktüre oturmanın, IMF ve AB’nin suyuna gitmenin ve “azalan terörün” sağladığı avantajlarla rahat geçirmiştir. AKP, bu dönemlerde ortaya çıkan tezkere krizi gibi kimi pürüzleri savuşturmuş, ustalık dönemine doğru da “eksen kayması” imalarına son vermeyi bilmiştir. Hangi toplumsallığa oturuyor? Emperyalist odakların AKP’den yana tercihleri, büyük sermaye çevrelerinin AKP karşısında çaresizlik-onay karışımı edilgenlikleri ve büyük medyanın AKP pohpohçuluğu bu partinin seçim başarılarında kuşkusuz belirli bir paya sahiptir. Ancak, bu etkenler daha çok başlangıçta AKP’nin “denenmeye değer bir proje” sayılmasına karşılık düşmektedir. Oysa AKP süreç içinde ülkedeki verili toplumsallığa da oturmuştur. Bu toplumun tercih, duyarlılık ve yönelimlerine hitap etmektedir. Yukarıdan oynanan oyunlar, yapılan ayarlar, tercih değişiklikleri vb bir yana bırakılacak olursa, AKP’nin seçim başarılarının temelinde bu toplumsal kabulleniş yatmaktadır. Başarıların
temelinde bu olduğu gibi, yarın AKP gidecekse, onu götüren de aynı toplumsal kabullenişin eksilmesi olacaktır. AKP’nin sahip olduğu toplumsal desteğin ve bunun tezahürü olan seçim başarılarının siyasal ve ideolojik kaynağını saptamak mümkündür: AKP, toplumu siyasallaştırmadan kendi siyasetini toplumsallaştırmayı beceren bir iktidardır. Başka bir deyişle AKP, siyasal duyarlılıkları gelişkin bir toplumdaki çoğunluğun temsilcisi olmaktan çok, kendini, siyasallaşmamış bir toplumdaki çoğunluğun dağınık, sistemsiz tepkileri, duyarlılıkları ve yönelimleriyle özdeş gösteren bir partidir. Kendi dışındakilere karşı hep “gergin” bir parti olarak AKP’nin seçim dönemlerinde gerginlikleri daha da tırmandırması nevrotik bir semptom değil, bilinçli bir tercihin ürünüdür. Çünkü AKP toplumun çoğunluğunun yerli yersiz birtakım korkularla yaşadığını bilmektedir. Ayrıca, Türkiye’de halkın “siyasette kavga istemediği” de bir galatı meşhurdur. Aslında halk, daha doğrusu bu toplumun çoğunluğu, kendi katılmasa bile kendini “bulacağı”, korkularının kaynaklarına yönelik olarak kendini bulduğu özne tarafından verilecek bir kavgayı istemektedir. Bölücü Kürtler, Kızılbaş Aleviler, dini bütün insanlara zulmedenler, Siyonistler, Masonlar, geçmişte camileri ahıra çevirenler, “enteller” vb bu kavgada hedef alınanlardır. AKP bu çoğunluğa “korkma” dememektedir, tersine korkuların diri kalmasını istemekte, mesajını da “kork, ama bana şükret” şeklinde süreklileştirmektedir. AKP’nin çıraklık döneminde kendi korkularını paylaşan bir iktidar gören çoğunluk, şimdi aynı partide ve iktidarda bu korkuların karşısına dikilen bir güç bulmaktadır. Gelinen bu noktada bir kez daha tekrarlamakta yarar var:
Hangi sermaye iktidarı olursa olsun, emperyalist odaklarla sermaye çevrelerinin desteği hem olmazsa olmaz koşul, hem de kalıcılığın güvencelerinden biridir. Ancak, toplumdan belirli bir karşılık bulmadığı sürece, emperyalist odakların ve sermaye çevrelerinin desteği kendi başlarına bir burjuva partisine AKP’nin sahip olduğu toplumsal kabullenilmeyi sağlayamaz. Dolayısıyla, AKP’nin başarısı, kendisine yönelik dış destekle sınıfsal desteği toplumun çoğunluğunun desteğiyle tamamlayabilmiş olmasıdır. Eklemek gerekirse, bu toplumsal kabullenilişte, önceki diğer burjuva iktidarların salt seçimden seçime destek şeklinde yararlanabildikleri bir etkenin, tarikat-cemaat etkeninin, bu kez toplumla iktidarı buluşturan sürekli destek ağlarıyla devreye girmesinin de önemli payı vardır. Güç-zaaf diyalektiği AKP’nin güçlü yanı, yani toplumda bir karşılığının olması, aynı zamanda onun potansiyel zaafını da oluşturmaktadır. Toplum düzleminde bakıldığında, hiçbir destek ve kabulleniş salt ideoloji-siyaset alanının kendi sınırları içinde ortaya çıkıp süreklileşemez. AKP iktidarı ideolojik-siyasal planda toplumun desteğine sahiptir; ama bu ideolojik-siyasal desteğin çerçevesi, zemini ve sürekliliği de maddi koşullarca belirlenmektedir. Daha açık bir deyişle, Türkiye’de 2001 krizi sonrasında yakalanan yüksek büyüme hızları; teknolojik gelişmelerin özellikle ulaşım, telekomünikasyon ve diğer alanlarda hizmet şeklinde topluma yansıtılması ve artık “sosyal” sıfatını taşımasa bile belirli bir hayır kültürü çerçevesinde yapılan yardımlar, AKP’ye yönelik ideolojik-siyasal tercihin altyapısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin toplumsal desteğinin erimesi, ideoloji ve
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
siyaset alanında sergilenecek uğraşlar saklı kalmak üzere, en başta bu altyapının erozyona uğramasına bağlıdır. Az önce söylendiği gibi, ideolojiksiyasal yönelim, kendisiyle başlayıp kendisiyle biten bir tercih değildir. Belirli bir altyapı, bir maddi zemin, insanları olgulara şöyle değil de böyle bakmaya yöneltir; ideolojik kalıplar ve siyasal tercihler de bu bakışla şekillenir. Bu durumda, Türkiye kapitalizminin yeni kırılma noktaları, bu kırılmalarla birlikte yoksullaşmanın ve işsizleşmenin, artan eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin belirli dengeleri bozması, yerleşik ideolojik kalıplarda ve siyasal tercihlerde de kırılganlıklar yaratacaktır. AKP karşıtı ideolojik ve siyasal mücadelenin asıl getirileri bu noktadan sonra görülmeye başlayacaktır. Türkiye sosyalist hareketi, AKP iktidarı süresince, özellikle 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde ve hemen sonrasında, AKP karşıtı muhalefeti bu partinin dış politika yönelimleri ve gündelik siyaseti üzerinden harekete geçirmeye ve yeniden şekillendirmeye çalışmıştır. İktidarın, iç politikaya da uzanımları olan ve sahteciliği apaçık sırıtan dış politika
manevraları ve iç politikadaki fütursuz adımları düşünüldüğünde, yaklaşan seçimler açısından bu uğraşların büsbütün yersiz ve getirisiz oldukları söylenemez. Ne var ki AKP, 12 Haziran 2011 seçimlerinden
ilgilidir. Nitekim DP’nin oyları 1957 seçimlerinde 10 puan gerilemiştir. AKP’nin, DP’nin 1954 yılı oy oranına ulaşması mümkün görünmemektedir. Büyük olasılıkla, DP’nin (1954-57),
SİYASET 5
sında yer almamaktadır. Her durum ve koşulda, Türkiye sosyalist hareketi önümüzdeki dönemde ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışmalarını yoğunlaştırmak durumdadır. Asıl kritik nokta, bu çalışmaların
Gün gelip gerileyen bir AKP, bu ülkede düzenin tarihsel-yerleşik sigortaları olarak ne varsa hepsini zayıflatarak, hatta devre dışı bırakarak gerilemiş olacaktır. AKP’nin alt üst ettiği şekillenmenin geriye doğru restorasyonu mümkün değildir. toplumsal desteğini ve iktidarını konsolide ederek çıkmıştır. Bu sonuç önemli bir gerçeğe işaret etmektedir: Sahip olduğu toplum desteğinin, bu desteğin ideolojik-siyasal içeriğinin maddi altyapısı erozyona uğramadığı sürece, AKP dış ilişkilerde olsun içerdeki adımlarda olsun kendisine gündelik siyaset üzerinden yöneltilen salvoları kolaylıkla savuşturabilmektedir. Yakın gelecek? 1946’dan günümüze “seçmen desteği” rekoru Demokrat Parti’ye (1954 seçimleri, yüzde 57.5) aittir. Ancak bu başarı 1950-54 döneminde başta tarım ve ticaret olmak üzere savaş sonrası en canlı dönemini yaşayan ekonomiyle
Adalet Partisi’nin (1965-69) ve ANAP’ın (1983-87) iktidarları sırasında uğradıkları oy kayıplarına, o ölçülerde olmasa bile AKP de üç seçimden sonra maruz kalacaktır. AKP’nin 2012 yerel seçimlerinde 2011 genel seçim oy oranını tutturamaması da ciddi bir olasılıktır. Burjuva muhalefetinin bugünkü biçareliği, sosyalist hareketin ise güçsüzlüğü düşünüldüğünde (ve AKP’nin kendi içinde birtakım çatlamalar olmayacağı varsayıldığında) olası bir gerilemenin asıl etkeni ekonomik konjonktürün görece elverişsizliği olacaktır. Yoksa “yüz eskimesi”, “kanıksama”, “yeni aranış”, “doygunluk” vb bugün Türkiye toplumunu karakterize eden siyasal duyarlılıklar ara-
AKP’yi geriletici etkisinden çok başka bir yerdedir: Gün gelip gerileyen bir AKP, bu ülkede düzenin tarihsel-yerleşik sigortaları olarak ne varsa hepsini zayıflatarak, hatta devre dışı bırakarak gerilemiş olacaktır. AKP’nin alt üst ettiği şekillenmenin geriye doğru restorasyonu mümkün değildir. Böyle bir ortamda ayakta durup etkili olabilen bir solun kazanabilecekleri hiç küçümsenmemelidir.
Metin ÇULHAOĞLU
6 EKONOMİ 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
AKP’nin ekonomik başarı hikayeleri dizisi sona mı eriyor? 2001 krizinin peşinden uygulanmaya başlanan IMF programının bekçiliğini yürüten AKP hükümetleri, dünya ekonomisinin farklı iki döneminde Türkiye’yi büyütmeyi başardı. 2008 öncesi yüksek faiz ve enflasyon-yüksek büyüme koşullarında ve 2008 sonrası düşük faiz-düşük büyüme döneminde. İlk dönemde 2001 krizinin düzleyici etkisinin rantının yendiğini söylemek tablonun büyük kısmını açıklar. İkinci dönemdeyse
algılanabiliyor: “Toplam parasal büyüme” açısından bakılacak olursa parlak bir başarı, “üretim artışı” açısından bakılacak olursa bol patinajlı hafif kıpırdamalar, “gelir dengesi ve refah parametreleri” açısından ise ortada büyük bir felaket var. Sadece ilk açıdan, yani parasal gelir büyümesi açısından baktığımızda, bunun en önemli kaynağı yurt dışından nakit para girişi olarak karşımıza çıkıyor.
Neden saldırmasın? Bugünden geriye baktığımızda son dört yıldır sermaye açısından Erdoğan’nın “teğet geçecek” söyleminin haklı çıktığını, emekçilerinse “daha beteri de olabilirdi” fikrine pek alıştıkları ve hükümetin yeni döneminde yeni saldırılar için cesaret bulduğu görülüyor. Sendikaların özelleştirmeye direnç konusundaki on yıllık sicilleri de bu cesareti büsbütün artırmakta ve yeni AKP hükümeti, bölgesel
“ŞÜPHESİZ Kİ TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DA ALTINA GİRMEYE ÇALIŞTIĞI YENİ MİSYONLARLA TÜRKİYE’YE YÖNELEN NAKİT AKIŞININ YAKINDAN İLGİSİ VAR. 2005 SONRASINDA ÇIĞ GİBİ KABARAN NAKİT GİRİŞLERİ, HEM ÖZEL SEKTÖR BORÇLANMASINA HEM DE AKP’NİN TÜM KAMU MALLARINI HARAÇ MEZAT SATIP SAVMASINA BAĞLIYDI. 2008 SONRASINDAKİ İKİNCİ DÖNEMDEYSE AKP’DE DÜPEDÜZ ABD ONAYLI “YENİ TÜRKİYE” PROJESİNİ ARAP SERMAYESİNE VE ORTADOĞU’YLA YAKINDAN İLGİLENEN BÜYÜK FONLARA PAZARLAMA ÇABASI ÖN PLANA ÇIKMIŞ GÖRÜNÜYOR.” asgari ücret, kıdem tazminatının Türkiye’yi bölgesel misyon sahibi Bunu “ekonomi dünyası” içinde ilgası, çalışana paralı sağlık hizmebir sermaye cenneti yapma poli- kalarak açıklamaya kalkmak, hükümetin performansını Tayyip ti gibi alanlarda saldırı hazırlıklarını tikası daha fazla prim yaptı, AKP, yoğunlaştırmaktadır. “Kriz kapıda” Erdoğan’nın boyu, posu ile açıktabiri caizse sürece artık kendi lamaktan sadece bir nebze daha söyleminin bir dönem sonra “her imzasını atmaya, emperyalizmin kesimden fedakarlık” edebiyatına fazla aydınlatıcı olurdu. bölgesel projelerini kendi özel yol vereceği de aşikardır. Ama kriz Şüphesiz ki Türkiye’nin projeleriyle daha samimi örtüşkorkusunun bir rol ya da bahaOrtadoğu’da altına girmetürmeye başladı. nenin ötesindeki gerçekliği de ye çalıştığı yeni misyonlarla Emekçilerin hakları gasp da yadsınamaz. Türkiye’ye yönelen nakit akıedilse, yoksulluk artsa ve sosyal şının yakından ilgisi var. 2005 haklar tırpanlansa da “milli hasıÜç noktada ısınma la” dokuz yıldır ciddi bir reel artış sonrasında çığ gibi kabaran Seçimden hemen sonra başbakanakit girişleri, hem özel sektör sergiledi. Dokuz nın halkı krizle korkutmasının aryıldır AKP tarafından borçlanmasına hem de AKP’nin tüm kamu mallarını haraç mezat dında yatanlara bakacak olursak: emekli edilen eski 2009 yazında rekor kırdıktan AKP’nin eskiden bütçe açığıyla satıp savmasına bağlıydı. 2008 ekonomi yönetisonra inişe geçen kayıt dışı sonrasındaki ikinci dönemdeyse fonlanan seçim ekonomisinin bu cilerinden gelen para girişinin 2010 yazınkez kredileri şişirerek yürütmesi ve AKP’de düpedüz ABD onaylı yorumlar, soldan da neredeyse durduktan son dönemde kantarın topuzunu “Yeni Türkiye” projesini Arap işitilenler, CHP’nin sonra 2011 genel seçimlekaçırması, hanehalkı borçlanması sermayesine ve Ortadoğu’yla tezleri bu tabloyu rine doğru hızla eski rekor yakından ilgilenen büyük fonla- denilen olguyu hızla bir “sosyal fefarklı yerlerinden seviyelere doğru tırmanışa laket” haline getiriyor. tutuyor ama boşve- ra pazarlageçerek yılda 13 milyar Bu kredi patlamama çabası rin sınıfsal pozisdolar seviyesine geldiği sını finanse eden yonları diyenler için ön plana Türkiye’yi ve hükümetini görülüyor. Yine son dönemdış kaynak girişinde çıkmış göüç farklı noktadan beğenen sermaye, gelmeye de tahvil ve hisse senedi bankaların döviz riski rünüyor. üç farklı sonuç karar verip merkez bankaborsalarına gelen “sıcak artarken, cari açık da sından döviz bozdurunca TL para”nın (ödemeler bilançopatlıyor yani ithalat, daha pahalı hale gelir. Ancak sunda portföy yatırımları adı ihracatla orantısız Çok şikayet edilen cari eğer bozdurulan döviz giderek veriliyor) da yılda 25 milyar artıyor. Üçüncü olarak işlemler açığının bir neden artarsa, ilk girenler faizin dolar seviyesini zorladığını da bu şişmeyi finanse değil bir sonuç olduğu, ülk yanında döviz kurundan da eye görüyoruz. Böylece tekrar eden yabancı kaynakgiren çok büyük nakit paranı kâr ederler. Böylece “global n çılgınca bir yükselişle yıllık lar, artık Türkiye’nin birçok yapısal bozulma yan kriz” ortamında çifte kazanç ın80 milyar dolara dayanan bu dengesizlikle da ticaret dengesini de tah gündeme gelir. Parası giderek rip dış ticaret açığının yaklaşık risklerinin arttığını düettiği unutulmamalıdır. Bu pahalanan ülkemizse daha yarısının bu iki kaynaktan, şünmeye başlıyor ve sayede emperyalist serma çok ithalat yapmaya, bankaye kalan yarısının da turizmden, oyunu sürdürmekte hem AKP’nin yürüttüğü ope lar kredileri pompalamaya, bankaların borçlanmasınisteksiz davranmaya rasyona - programa dolayl ücretliler daha fazla borçlanı dan ve doğrudan sermaye başlıyorlar. desteğini sunarken, hem de maya devam eder. Saadet girişlerinden (sırasıyla yıllık AKP, seçimi mutlak Türkiye’yi yapısal arızaların zinciri, hemen herkesi mutlu ı 16, 18 ve 10 milyar dolar) çoğunluk desteğiyle artırarak dünya para sisteettiği için toslayana kadar karşılandığı ortaya çıkıyor. kurtardıktan sonra mine daha da bağımlı hale devam edecektir. bir maliyet hesabı getirmeyi başarmaktadır.
yaptı. Muhalefetin zayıflığından da cesaret alarak - en azından bu yılın sonuna kadar - frene basmaya karar verdi. Aynı dönemde Avrupa’da Yunanistan - Portekiz - İrlanda üçlüsünün kamu borcunun ödenemez hale gelmesiyle karışan sular, Almanya’nın belki de kasten seyirci kalmasıyla İtalya ve İspanya’yı bir girdaba doğru çekmeye başlayınca 2008 krizinden yavaşça çıkış senaryoları darmadağın oldu. Krizden çıkışta Çin-ABD etkileşimine bağlanan umutlar da, Çin’in ekonomik büyümeyi frenleme önlemleri ve ABD’nin kamu borcu ve istihdam gibi kötü giden verileri nedeniyle suya düşünce, bu sefer Türkiye’ye isterik projeleri karşılığı iltimas geçen sermaye odaklarının muslukları tamamen kapatabilecekleri korkusu başladı. Bu, ekonomik parametrelere bakıldığında ciddi bir korku. Çünkü 2000’lerde yapısal dönüşüm geçiren ülke ekonomisi artık dış para muslukları kapandığında haftalarla hatta günlerle değil; saatlerle ölçülebilecek bir sürede stop edebilecek bir niteliğe bürünmüş bulunuyor. 2000’lerin başında yılda 10-15 milyar nakit girişiyle idare edebilecek durumdaki ekonomiye şu an yıllık 60-70 miyar dolar hacminde nakit basılıyor ve bırakın sermaye kaçışını, bu girişin yavaşlaması bile döviz-faiz-borsa hareketlerini ekonomik işletmeler açısından tahammül edilemez hale getirebilir. Havuç da sopa da hiç bu kadar büyük olmamıştı... Sonuç: İyi para verdiler, kötü yola düştük Ekonominin siyaset güdümünde olması genel bir doğrudur. Ama siyasetin sağladığı büyük ölçekli nakit akışı belki tarihte hiçbir dönem ekonomiyi böylesine kuşatmaya almamıştı. Ölçek öyle büyük ki, emperyalizm istediğini alırsa Türkiye’yi “bölgenin yıldızı” yapabilir. O yıldızlarda emekçilerin, yoksulların, ezilen halkların başına ne geldiğini biliyoruz demeyin. Türkiye egemenleri, “yıldız”lık hissini kitlesel bir uyuşturucu olarak kullanma denemelerinde bulunuyor. Sol için sonucun sonucu şu: Ülkemizin düştüğü kötü yola muhalefet etmek adına ekonomi kötüye gidiyor masalına sığınmaya kalkmayalım. Ekonomi tıkırında olmasa bu kadarına cesaret edemezlerdi. Alper ÖZGE
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
CHP: Bir parti kaç cumhuriyet kurabilir? CHP’nin Kılıçdaroğlu döneminde giderek belirginleşen karakteri sorduruyor bu soruyu. Sanki CHP’ye 1923 cumhuriyetini kurmak yetmemiş, ya da bu partinin varlık nedeni, içeriği ne olursa olsun bir kuruluş varsa ille katılmakmış gibi. Kılıçdaroğlu başkanlığa geldikten sonra “İkinci Cumhuriyetin Halk Partisi” demiştik. CHP ta o zamanlar AKP’nin yürüttüğü harekat karşısında çaresizliği kabul ediyor ve yeni yapıya uyarlanma eğilimi gösteriyordu. Baykal ve Kılıçdaroğlu dönemlerini, birini yeğleyerek karşılaştırmak bizim işimiz değil. Herhangi biri lehine tercih belirtmeksizin diyebiliriz ki, Baykal CHP’si etkisiz, çelişkilerle dolu bir sürükleniş içinde Türkiye’de yaşanan değişime ayak diriyordu. Perspektifsiz, gelişigüzel, sonuçsuz. 2003’te Irak tezkeresine hayır dedi CHP. Direniş değil ayak diremeydi. Açıkçası CHP parlamenterleri üstündeki sol kuşatma olmasaydı, aynı blok tavrın çıkıp çıkmayacağı kuşkuludur. Ya da acaba AKP’nin tezkereyi zaten geçireceğini varsaymayan ve aldığı tavrın sonuç vereceğini göz önünde bulunduran bir CHP, ABD tarafından aforoz edilmeyi göze alır mıydı? Baykal CHP’si yıllarca hep ABD ile arayı düzeltmeyi arzulayan, ama yüz bulamayan bir dönem geçirdi. Oysa 2010 sonbaharında üniversitelerde “türban sorununu”
çözen, gerçekten Kılıçdaroğlu oldu. CHP’nin hâlâ süren bir hukuksuzluğa icazet vermesini mazur gösterecek biricik şey, aynı partinin, zaten kaybedilmiş bu mevziden çekildikten sonra bir aydınlanma cephesi açması olurdu. Olmadığını, olamayacağını biliyoruz. Kılıçdaroğlu, NATO üyeliğinden Köy Enstitülerinin kapatılmasına kadar herhangi bir alanda emperyalizme veya gericiliğe direnmemiş bir geleneğin mirasçısı. Bu mirastan AKP’nin İkinci Cumhuriyeti’ne direniş nasıl çıksın? Barikat kurup direnemeyenlerin, yere yapışıp trenin altında kalmak yerine vagona tutunmaya çalışmaları anlaşılır bir durum. Ama başlıktaki soruya dönersek, son vagona tutunmayı beceren birinin lokomotife kadar gidip idareyi ele geçirmesine, western filmlerinde rastlanır yalnız. Yani CHP, istediği kadar uzlaşsın, İkinci Cumhuriyet’e önderlik yapamaz. CHP İkinci Cumhuriyet’in kurucusu değil resmi muhalefetidir. Koca ülke değişirken CHP hiç mi değişmez? Olabilir. Ama bu sırada yeniosmanlıcılığı, emperyalizm uyumlu yayılmacılığı, islamcılığı eleştirmeniz, bunların tutarlı alternatiflerini kurgulamanız gerekir. Bu eleştirinin düzen içi formülleri tükenmekte, eleştiri sosyalizme çıkmaktadır. Bu koşullarda Kılıçdaroğlu CHP’si şeriat tehlikesi olmadığını beyan eder, AKP’yi Batıyla ilişkileri bozmakla eleştirir; yayılmacı Osmanlıcılığa karşı “yurtta sulh cihanda sulh” diyemez.
SİYASET 7
, İRENEMEYENLERİN D P U R U K “BARİKAT ALTINDA YERE YAPIŞIP TRENİN ONA TUTUNMAYA G A V YERİNE KALMAK İR DURUM. B ILIR Ş ANLA ÇALIŞMALARI RUYA DÖNERSEK, O S LIKTAKİ Ş A B AMA BECEREN NMAYI U T U T NA O G A V N SO E KADAR BİRİNİN LOKOMOTİF SİNE, İRME Ç E G ELE AREYİ İD GİDİP E RASTLANIR D İLMLERİN F TERN S WE TEDİĞİ KADAR YALNIZ. YANİ CHP, İS RİYET’E U H M U C İ C İKİN , IN S UZLAŞ ” ÖNDERLİK YAPAMAZ.
İşçi sınıfının ne yana düştüğünü ise kimse bilmiyor artık. Yakın geçmişte sendikalarda görev almış marksist CHP’liler bile... Kürt açılımında ise adeta AKP’nin söylem hattından çıkmamak, temel ilke. Bundan olsa gerek, CHP yemin krizinde BDP ile yan yana gelmemeye çalıştı. Bu uğurda AKP’yle sözlü anlaşmayı, yani boş senede imza atmayı bile kabul etti. Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ın Ramazan sonrası için salladığı tehditler konusunda yaptığı “siyasi çözüm” açıklaması, ilk bakışta zannedileceği gibi AKP hattından kopuş değil. AKP’nin gerilim körüklemesinin eninde sonunda bir sınırı olacağı açıktır ve Silvan sonrasında gerilim siyasetinde AKP’yi aşıveren CHP, şimdi de diğer yönde adım atmıştır. Ama kesinlikle aynı çizginin üstünde. Peki neden böyledir bu CHP? Kendisine bağlanan onca umuda ve itiraf edilemeyen beklentiye rağmen bu parti neden giderek sağın silik bir kopyası halini almıştır? Bu sorunun parti kadrolarının orta sınıf karakteri ve sermaye bağlarıyla yakından ilişkisi olduğu bellidir. Yemin krizinde, kampanya yatırımlarının boşa gitmesinden ölesiye korkan vekiller olduğu biliniyor... Ancak burada bizi asıl ilgilendiren, CHP’nin yeni bir “sol” tanımını temsil ettiği gerçeği. CHP özel olarak enerjisiz olabilir. Ama asıl önemli olan, bugün “solculuğun İkinci Cumhuriyeti veri olarak kabul etmesi gerektiği” tezidir. CHP’nin enerjisizliği başka mecralarda devinen liberal sola umut verir olsa olsa. Komünistlerin göğüslemeleri gereken ise söz konusu yeni sol iddiadır. Bütün yeni solculuklar birbirleriyle akraba. Ama CHP ile gelen “yenilenme”, sosyalist solun sınırları içinden boy veren ve daha geniş bir etkiye ulaşması için sağdan eli tutulması gerekenlerden farklıdır. CHP bir anlamda devlettir ve bu partinin İkinci Cumhuriyetin Halk
Partisi olarak kendini yeniden tanımlamaya başlaması, BelgeLaçiner ekolünün ideolojik katkılarından çok daha ciddi bir hizmet anlamına gelir, AKP cephesi için. Yakın geçmişteki sol içi tartışmalar eninde sonunda sosyalizmin tanımıyla ilişkiliydi. CHP ise, kendisi ne hızda veya yavaşlıkta hareket ederse etsin, toplumsal bir alana işaret eder. Bu durumda yeni düzene adapte olan bir CHP, Türkiye solculuğunun tarihsel ve nesnel kimliğinin likide edilmesi yönünde, Ufuk Uras’ın rüyasında göremeyeceği ölçüde büyük bir tehlikeyi güncellemiştir. Sol-liberal çıkışlar için, diyorduk ki, bunlar solculuğu değiştiremez, olsa olsa kendileri sağa geçer. Doğruydu ve bu nedenle sosyalizm eskisi liberal solcular doğrudan AKP’ci oldular. CHP’nin solu başkalaştırma fonksiyonu farklı. Nereye? Nihai olarak hiçbir yere! CHP’nin yeni solculuğunda biricik cazip öge toplumsal etkisinin genişliğiyse ve bu toplumsal karakter, tanım gereği iktidarı kapsamıyorsa, ortada sorun var demektir. Zafer hayali ile CHP’li belediyelerin de seyrelmesi bağdaştırılamaz. Resmi muhalefet ana muhalefet bile olmayabilir. Denebilir ki, ortada böyle bir çelişki varken solculuk ve sosyalistler CHP’de kalıcılaşamaz, kurumsallaşamaz. Bu belirlemenin boşa düşmemesi için bir eke ihtiyacı var. CHP’nin bir toplumsal etki umudu salgılamasının nedeni, benzer bir umudu komünist hareketin salgılamamasıdır. “Bizim sol” ayağa kalkmadığı sürece, herhangi bir iç çelişki CHP’nin uyuşturmasına son vermeyecektir.
Aydemir GÜLER
8 SİYASET 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
AKP yaşam tarzına nasıl müdahale ediyor? Çorum’da bir yuvaya, 0-6 yaş arası çocuklara Kuran öğretmesi için müftülük tarafından bir kadın müezzin atandığı haberini duyunca, “Yok artık” demiş olmalısınız. Söz konusu yurdun dincilere ait bir özel yurt olmadığını, Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’ne bağlı olduğunu öğrenince, “Pes, vallahi pes” diye eklemişsinizdir muhakkak. Oysa durup düşündüğümüzde, hatta “dur bakayım bi” deyip gazete arşivlerinde ufak bir yolculuğa çıktığımızda, ağzımızdan bu tepkilerin
örneklerinin tek tek tartışılacağı noktayı çoktan geçmiş bulunuyor. Çorum’daki kurum yöneticilerinin girişkenliği “fırsatçılık” değil, “mücadelecilik” olarak tanımlanabilir ancak. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “12 yaş altındakilerin gitmesini yasaklayan düzenlemeyi değiştireceğiz” demiyor muydu? Bozdağ bu açıklamayı yaptıktan iki buçuk hafta sonra, Çorum’da sınırın 6 yaşın da altına çekilmesi “fırsatçılık”la değil, kendi dünya görüşü çerçevesinde Türkiye toplumunu şekillendirme
Yine de, AKP döneminde eskiye göre farklı bir yön de var. Artık toplumsal yaşamın gericileştirilmesi yönündeki müdahaleler, sadece eğitim gibi kurumsal düzeylerde yapılmıyor. AKP, insanların gündelik yaşayışlarının her kademesine müdahale ediyor. Tacize uğrayan kadınların “dekolte giydikleri için” bu şiddete maruz kaldıklarını söyleyen zihniyetin artık sadece mahallelerde değil, devlet kurumlarının tepelerine kadar iktidarın her noktasında görülüyor olması, eskiden “mahalle baskısı”
İÇKİYİ YASAKLAMAK HALKI KORUMAK KILIFINA SOKULUYOR. TIPKI İNTERNET SANSÜRÜNDE OLDUĞU GİBİ. çıktığı ne çok olay olduğunu fark edip, şaşkınlığa düşebiliriz. Şaşkınlığa düşüyorsak, iyi! Demek ki hâlâ kanıksamamışız bu müdahaleyi. Abartmamak mı lazım acaba? Örneğin Çorum’da yaşanan mevzu, ya da benzer başkaları, birtakım işgüzârların fırsatçılığından ibaret de, “laikçiler” ortalığı biraz fazla mı velveleye veriyor? Çorum Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürü Mustafa Oruç’un Ramazan duyarlılığı mıdır, çocuklara dini eğitim verilmesinin hoş olabileceğini düşünmek? Peki bu talebi normal karşılayıp, 6 yaşından ufak çocuklar için müezzin tayin eden Müftülüğün kararı, işin kurumsallaştığını göstermez mi? Artık Türkiye, bu müdahale
mücadelesiyle açıklanabilir ancak. Bozdağ’ın değiştireceğiz dediği yasa, 28 Şubat döneminde kabul edilmişti. Bu durum “AKP yeni bir şey yapmıyor, darbe döneminin hatalarını ortadan kaldırıyor” şeklinde yorumlanabilir mi? Hayır, doğrusu şudur: Her ne kadar Cumhuriyet, Osmanlı’dan kopuş mücadelesinin de ihtiyaçları doğrultusunda laiklik ilkesi üzerinde inşa edilmişse de, devlet tüm Cumhuriyet tarihi boyunca islamcı hareketi kontrol altında tutabildiği sürece, dini, halkın desteğini sağlamak için bir araç olarak kullandı. Açılan imam hatip okulu sayısının sosyal demokrat hükümetler döneminde de yüksek olması, bir tesadüf değildir. Üstelik 12 yaşından küçüklere yönelik Kuran kurslarının “darbe döneminin hatası” olarak görenlerin, toplumun dincileştirilmesi yönündeki bu uygulamaların büyük kısmının 12 Eylül döneminin ürünü olduğunu da hatırlaması gerekir.
denilen müdahalenin, artık iktidarın, destek aldığı ve cesaret verdiği muhafazakâr kitlelerle birlikte verdiği bilinçli ve kararlı bir mücadele haline geldiğini gösteriyor. Ve kadınların giyinişlerine bu müdahale, 12 yaşından küçük çocukların kuran kursuna gönderilmesiyle aynı ortak mücadelenin farklı yüzleri, cepheleri... Yaşam tarzına müdahalenin bir yanında dincileşme varsa, diğer yanında kadın düşmanlığı var. Bir yanda sağcılaşma varsa, yaşam tarzına müdahalenin diğer yanında mutlaka sol düşmanlığı var. Can Yücel’in mezarının parçalanmasının öyküsünü anımsayalım. Can Baba’nın ölüm yıldönümünde sevenleri, vasiyeti üzerine mezarına şarap döktüler, her sene olduğu gibi. Ardından AKP Datça İlçe Başkanı, “saçmasapan olay” dedi, “milletin manevi duygularına hakaret edilmesine sessiz kalacak değiliz, bu olayın bir daha olmaması için var gücümüzle çaba sarf edeceğiz” diye ekledi. Ardından Yücel’in mezarı parçalandı. Can Yücel’in hedef seçilmesi, her şeyden önce büyük şairin solcu kimliğiyle açıklanmalı. Ve fakat AKP, hedeflerine yaptığı saldırıları, gerçek amacını açıklayarak
savunacak saflıkta bir parti değil. Yaşam tarzına müdahalenin en büyük silahlarından biri olarak, “içki”yi kullanmaya alıştı AKP. Can Yücel’in mezarının parçalanması, “mezara dökülen şarabın milletin ahlaki değerlerini rencide ediyor olması”ndan kaynaklanmış gibi gösterilebiliyor örneğin. İçki kültürü, her türlü olumsuz sıfatla birlikte anılarak yoz, ahlaksız bir yaşantıyla özdeşleştiriliyor önce, ardından da tüm halkın içki içme olanağı kısıtlanıyor. İçkiyi yasaklamak, böylece “halkı korumak” kılıfına sokuluyor. Tıpkı internet sansüründe olduğu gibi, “korunma güdüsü”nü istismar etme kurnazlığı kullanılıyor: “İnternet çocuk pornosuyla dolu, berbat bir yer; güvenli internet ister misiniz?” sorusuna yanıt, normal olarak “Tabii ki” oluyor. Niye güvenlik, korunma istemeyesiniz ki? Peki tüm bu kurnazlıklar, bir “gizli ajanda”yı mı yansıtıyor? Sorunun kendisi saçma, zira ortada gizli olan bir şey yok. AKP, gündelik yaşamı gericileştirmeye yönelik programını, defalarca en yetkili ağızlardan dile getirdi zaten. Yeni Türkiye’nin toplumsal dokusunu yaratmaya çalışıyorlar. 1. Cumhuriyet’in tasfiyesi, kurumlar düzeyinde gerçekleşti çünkü. AKP’nin önünde artık ne yargı engel, ne TSK, ne CHP. Fakat Türkiye toplumunu henüz teslim alamadılar. Yaşam tarzına müdahale, işte bunun aracı. Ülkenin siyasi dönüşümünün parçası olarak, bu bütünlükle ele alınmadığı sürece, yaşam tarzına müdahaleler kanıksanır. Beyoğlu, sokaklarında oturulacak yer bırakmamacasına bitirilirken “Esnaf da abartmıştı” denilir, Moda sahilinde içki içenlere polis saldırdığında, “Onlar da işin suyunu çıkarmıştı, üstelik gelen geçene laf atılıyordu” diye iki taraf da günahkâr ilan edilir, İstanbul Boğazı boyunca deniz kıyısında içki içilebilen mekân kalmadığında “zaten pahalılardı, zenginler de başka yerde içiversin, mekân mı kalmadı” denilip mesele bizim olmaktan çıkartılır, benzer şekilde bu müdahalelere, ya da AKP’nin toplu mücadelesine karşı mücadeleden kaçınılırsa, Türkiye toplumunun dokusu değişir. Toplumun dokusunun değişmesi, teslimiyet bayrağının çekilmesidir. “Yaşam tarzına müdahale” başlığı, bu yüzden hayati önemdedir.
Yiğit GÜNAY
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
SİYASET 9
Başarılı bir dolandırıcılık öyküsü:
AKP sağlıkta sosyalizan bir adım mı attı? “AKP ÖNCE TÜM FARKLI KURUMLARA DAĞILMIŞ DEVLET HASTANELERİNİ TEK ELDE TOPLADI VE ONLARI BİR KAPİTALİST İŞLETMEYE DÖNÜŞTÜRDÜ. ÖNÜMÜZDEKİ YIL İÇİNDE DEVLETE AİT TÜM HASTANELERİN ÖZELE DÖNÜŞTÜRÜLMESİYLE BİRLİKTE SAĞLIK TAMAMEN PİYASA EGEMENLİĞİNE GİRMİŞ OLACAK” 2002’de Türk Tabipler Birliği, yeni hükümet olmuş AKP’nin sağlıkta piyasacılığına karşı mücadele ederken etkili bir afiş kullanıyordu. Bir resim ikiye bölünmüş, ilk kısmında sağlık hizmeti almaya giden birisi üstündeki kredi kartları, poliçeler, sigorta evrakları, paralardan gözükmüyor, ikinci kısımda ise vatandaş elinde nüfus cüzdanı ile sade bir şekilde hastanenin yolunu tutuyordu. İkincisinin sosyalizm anlamına geldiğini her yerde söylüyorduk. Aradan dokuz yıl geçti, en azından SGK’ya kayıtlı olanlar sadece nüfus cüzdanları ile sağlık hizmeti alabiliyorlar. Yine sosyalist Türkiye’nin sağlığından bahsederken SSK, Devlet, kurum ve üniversitelere ait sağlık örgütlerinin merkezi planlama için biraraya getirilmesini söylerdik. AKP tüm kurumları Sağlık Bakanlığı altında topladı, üniversite hastaneleri ile ilgili son hamleleri yapıyor. Kamuda çalışan bir kişinin özel çalışmaya zaman ayırmaması gerektiğini de prensip olarak benimserdik. AKP Tam Gün Yasası’nı yürürlüğe koydu. Bütçeden sağlığa ayrılan pay bizim için önemli bir ölçüttü, bugün bütçenin %20’ye yaklaşan kısmı sağlık ve sosyal güvenlik için harcanıyor. 1960’lı yıllarda devreye giren sağlık ocakları kırsal kesim ağırlıklıydı ve bir türlü kentin tüm nüfusunu kapsayacak nitelik ve niceliğe kavuşturulamamıştı. Şimdi tüm kent nüfusunu kapsayan aile hekimliği uygulaması oturmuş gözüküyor. Peki, nedir bu, AKP tipi sosyalizm mi? Yukarıdaki tablonun sosyalizmle hiç alakası olmadığını biraz sonra tartışacağız, ama şurası gerçek ki AKP sağlık uygulamalarını 2011 seçimlerinde başlıca bir propaganda malzemesi yaptı ve bunda başarılı oldu. Birinci Cumhuriyet’ten ikinciye AKP propagandasının dayandığı zemin Emperyalist merkezlerle eşgüdüm içinde Türkiye’nin dönüşümünü yöneten AKP’nin Birinci Cumhuriyet’te emekçi halka karşı işlenen suçlarla hesaplaşıyormuş gibi yaparak propaganda yaptığını biliyoruz. Sağlık alanında da bir benzeri yaşandı. Birinci Cumhu-
riyet olarak soyutlanan dönem aslında farklı sermaye birikim dönemlerini kapsıyor. 1923 Devrimiyle birlikte en çok hastalandıran ve öldüren hastalıklara karşı mücadele, sonra Sağlık Bakanlığı hastaneleri, işçi sınıfının bir hacme ulaşması ile birlikte SSK, sosyal devlet döneminde sosyalizasyon ve 1970’lerden itibaren üniversite hastaneleri bu dönemlerin belli başlı yansımalarıydı. Kamuda çok başlılık bu dönemlerin birbirine eklenmesinin ürünüydü. Öte yandan hekimlerin bir zanaatkar olarak serbest çalışma geleneği Osmanlı’dan devralınarak sürdürüldü. Muayenehanecilik küçük sermaye uygulaması olarak bütün dönemler boyunca hekimlerin başlıca geçim araçlarından birisi olarak varlığını korudu. Sistem hekimleri kamuda çalışarak yeterli bir yaşam sürmelerini sağlamak yerine özel kazanç alanlarına yönlendiriyor ve sağlıktan rant elde eden yerel odaklar yaratmayı tercih ediyordu. Özellikle piyasaya geçiş döneminde döner sermaye uygulamasıyla tüm sağlık emekçilerinin ücretlerinin eksik kısmı telafi edilir hale geldi. İlaç ve teknoloji şirketlerini bir kenara bırakırsak sağlıkta büyük sermayenin olmadığı ve devletin kâr elde etmeyi amaçlamadığı sağlık alanında sağlık geliri başta hekimler olmak üzere sağlıkçılar tarafından paylaşılıyordu. Bürokrasi bir yana, bıçak parasından hastaneye yatmak için muayenehaneden geçmek gibi uygulamalar emekçi halkın ızdırabı haline geliyordu. Sağlıkta dönüşümde AKP’nin önüne konan hedef: Sağlık için yapılan tüm harcamalar tekellere AKP’nin 9 yıllık iktidarında sağlık harcamalarının 4 kata yakın artarak 50 milyar dolara yaklaştığı tahmin ediliyor. Bunun ne kadar büyük bir para olduğunu anlamak için yıllık cari açığın 72 milyar dolar civarında olduğunu hatırlatalım. Emperyalizmin 1990’dan başlayarak AKP de dahil olmak üzere tüm hükümetlerin önüne koyduğu hedef bu kaynağın uluslararası sağlık tekellerine yönlendirilmesiydi. Kapitalizmin
içinde bulunduğu krizin eksik tüketim olarak kendisini gösteren kâr oranlarının azalması ile ilgili olduğu düşünülürse, ertelenemez bir gereksinim olan sağlığın ticaretinin onlar için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Bu hedefe ulaşmak için AKP önce tüm farklı kurumlara dağılmış devlet hastanelerini tek elde topladı ve onları bir kapitalist işletmeye dönüştürdü. Bir yandan sağlık hizmeti veren şirketler teşvik edilirken, SGK ödemelerinde özeller kayrılmaya başlandı. Bugün tüm SGK ödentilerinin üçte biri kadarı özele aktarılıyor. Önümüzdeki yıl içinde devlete ait tüm hastanelerin özele dönüştürülmesiyle birlikte sağlık tamamen piyasa egemenliğine girmiş olacak. Burada devletin sağlık için bütçeden yüksek pay ayırması bir çeşit teşvik primi gibi sermayenin kârlarını garanti alma işlemine dönüşmüş oluyor. İkinci Cumhuriyetin sağlık sistemini anlamak için başka bir eğilime de işaret etmemiz gerekir. Türkiye’de sağlık hizmetlerine yatırım yapan şirketler sadece Türkiye’de hastane açmıyorlar, yurt dışına da yatırım yaparak uluslararası bir hastane zinciri kuruyorlar. Buna karşılık uluslararası dev şirketler Türkiye’deki sağlık şirketlerinin hisse sendelerini alarak onların yöneticisi durumuna geliyorlar. Emperyalist entegrasyonu, sınırların olmadığı ama kapitalist tekellerin mutlak hakim olduğu bir siyasi coğrafya yaratma işlemini, kavramak için sağlık alanı önemli bir egzersiz olanağı sunuyor. Ya Birinci Cumhuriyetin sağlıktan kâr ve rant elde edebilen hekim-
leri, onlara zırnık yok. Tekellerin malına, kârına göz koyanın gözü oyulur. Artık sağlık emekçileri “tam gün” işçidirler. Zaman zaman işsiz kalarak, uzun saatler boyu düşük ücretlere çalışarak yaşamlarını sürdürmek zorundalar. Tıpkı sular özelleştirildikten sonra, halka yağmur suyu toplamasının yasaklanmasına benziyor halleri. Halk ise kısa bir süre sonra başına ne geldiğini gereksiz tetkik ve tedaviler için elini her seferinde cebine daha fazla atmak zorunda kalınca çok acı bir şekilde fark edecek. Sosyalist sağlık hizmetlerinde bir kriter: İşçi sağlığı Sağlık teorisi ile uğraşanların çok iyi bildiği bir şey; sosyalizmi kapitalizmin bazı dönemlerde yarattığı yanılsamalardan ayırt etmenin en iyi yolunun işçi sağlığına bakmak olduğudur. İlk kez Ekim Devrimi ile birlikte işyerlerinde sağlığı geliştirmeye ve korumaya yönelik birimler oluşturulmuştur. Birinci Cumhuriyet ancak işçinin bir an önce iş başı yapmasına yönelik poliklinik hizmeti verebilmişti. AKP döneminde ise iş yerleri ve işçi sağlığı bir cehenneme dönüştü. Taşeronlaştırma, kayıt dışı çalıştırma, örgütsüzlük ve iş güvencesi kaybı özelleştirmenin getirdiği kâr hırsıyla birleşince inanılmaz bir vahşet yaşandı. Tuzla tersanelerindeki sonu gelmeyen ölümlerden kömür madeni kazalarına, Ostim felaketinden servis kazalarına sayısız iş kazasına ve meslek hastalığına yakalanan işçi yığınları bize ikinci Cumhuriyetin nasıl bir üretim tarzı olduğunun gerçek tanıklığını yapıyor. Erhan NALÇACI
10 DÜNYA 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Londra isyanı:
‘Büyük Toplum’un başlangıcı ve sonu Batı solunun önemlice bir bölmesi “Londra isyanına “zamanın ruhu” gözüyle bakmayı tercih etti. Ne var bunda? Her tarafta halk ayaklanmaları yok mu? Kapitalizm belki de tarihinin en derin krizini yaşamıyor mu? Gençlik, koca bir yığın halinde muazzam bir umutsuzluğa sürüklenmiş durumda değil mi? Bunların hepsine “evet”. Ama “Londra isyanı, içinde yaşadığımız zamanın ruhudur”a hayır! 4 Ağustos günü 29 yaşındaki, dört çocuk babası siyahi bir gencin sokak ortasında polis tarafından katledilmesi sonrasında başlayan ve yaklaşık bir hafta devam eden olaylara nasıl bakmalı? Liberaliyle, muhafazakarıyla sağın olaylara bakışı belli: Onlara göre “isyan” eninde sonunda modern baldırı çıplak sürülerinin “kutsal mülkiyet”e karşı giriştikleri büyük bir saldırı; tam manasıyla otorite tarafından ezilmesi gereken saf bir anarşi… Sol, ama geniş anlamıyla, yani şu son dönemlerin “Arap Baharı” retoriğini yutanları da içeren bir tanımla bakıldığında,
bu basitlikte bir değerlendirmeyle kuşkusuz tatmin olamazdı. Bunda haklı da… Olaylara burjuvazinin sınıf kiniyle bakmayanlar, Londra isyanında öncelikle plebyen kitlelerin yeni bir patlamasını gördüler. Ancak iş isyanı anlamlandırma, tarihsel bir bağlam içerisine yerleştirmeye gelince yoğun bir kafa karışıklığı, olduğu gibi su yüzüne çıkıyor. Batı solunun önemlice bir bölmesi Londra isyanına “zamanın ruhu” gözüyle bakmayı tercih etti. Ne var bunda? Her tarafta halk ayaklanmaları yok mu? Kapitalizm belki de tarihinin en derin krizini yaşamıyor mu? Gençlik, koca bir yığın halinde muazzam bir umutsuzluğa sürüklenmiş durumda değil mi? Bunların hepsine “evet”. Ama “Londra isyanı, içinde yaşadığımız zamanın Medya oligarşimiz İngilte re’deki isyan sürecinde Tü ruhudur”a hayır! rk ve Kürt esnafın yağmalama olaylarına verdiği tepkiyi Çünkü Londra isyabir gurur vesilesine dönüştürdü. Öy le ya kefere “anarşi”ye kar nına “zamanın ruhu” şı ne yapacağını şaşırmışken kahraman esnafımız milisl payesini vermek, Arap er oluşturarak onların da ma l ve can güvenliğini korum Ortadoğu’sunda yaşananuştu. Bu haberlerle zaten aşırı şiş miş olan milliyetçi ego bü ları “halk devrimleri” olarak yük basın tarafından biraz dah a pompalandı. İşi neredeyse görmekle tutarlıdır. Nitekim “işte halkların kardeşliği” nokta sına vardırdılar. bu payeyi verenlerin büyük Meselenin gözden kaçan boyutu ise bunun esas itib kısmı bunu yaptı; Tunus, arıyla bir esnaf tepkisi olmasıyd ı. İsyanın ifrada vardığı, do Mısır ve Suriye sokaklarında lay ısıyla kendini koruma refleksinin meşruiyet kazandığı örnekl yaşananlarla Londra sokaker olmuş olabilir. Ancak İngilte re’de yaşayan Türk ve Kü larında yaşananlar bir ve ayrt esnafın tepkisi aslen mülkiyetin kor unması çerçevesine denk düşer. Görmezden gelinmemesi gereken de budur.
İsyana Türk-Kürt tepkisi mi?
nıdır; bunu söylediler ve “zamanın ruhu isyandır”a vardırlar. Ortadoğu’da olanların ne olup, ne olmadığına dönmeyeceğim. Bunu çok yazdık, tartıştık. Ortadoğu’nun siyahi bir gencin katledilmesi üzerinden bir gecede Londra’ya taşındığını iddia etmenin, en hafif deyişle, absürd olduğunu söylemekle yetineyim. Tam tersi ise ileri sürülebilir; İngiltere’nin kentlerinde yaşananlar Ortadoğu’daki gelişmelerin birer halk devrimi olduğunu değil, olmadığını gösterir. Nerede “rejim değişsin” diye bağırıp çağıranlar, nerede isyan sonrasındaki uygulamaları lanetleyen “uluslararası kamuoyu”? İsyanın üç boyutu Bunu geçelim. Peki, öyleyse ne oldu? Kanımca Londra isyanını içerisine yerleştirebileceğimiz bağlamın üç boyutu olduğunu tespit edebiliriz. Bazıları yereldir, ama yerel oldukları kadar sınıflar mücadelesinin evrenselliklerine de uygundurlar. İlk boyut İngiltere Başbakanı David Cameron’un iktidara geldiğinden beri dilinden düşürmediği “Büyük Toplum” politikasıyla ilişkili. Bu politika artı ideoloji paketinin özünün ne olduğuna
ışık tutmak üzere muhafazakar Cameron’un şubat ayında BBC’ye verdiği demeçten kısa bir aktarımda bulunmama müsaade edin. “Benim görevim”, diyor Mister Cameron, “bütçe açığını kapatmak ve iktisadi büyüme sağlamak. Ama benim misyonum (dikkat edin ilk ifadede “my duty”, ikincisinde “my mission” diyor; ikincisi “özel” ya da “esas” görev anlamında) iktisadi olduğu kadar, toplumsal ıslahatı da sağlamaktır.” İngiltere başbakanına göre İngiliz toplumu “bozulmuştur” ve Büyük Toplum işte tam olarak budur: Bozulmuş toplumu ıslah etmek… Nasıl? Bir örnek vererek açıklayayım. Londra’nın bir mahallesindeyiz diyelim. Sokağa güvenle çıkabilmeye, çocuklarınızı okula yollamaya, hastalandığınızda bir sağlık ocağına gitmeye, arada sırada bir parkta dolaşmaya ihtiyacınız var. Yani kamusal hizmetlere... Büyük Toplum’da bunları istiyorsanız, bunları yapacak “hayırseverleri” ya da “paydaşları” bulacaksınız. Parkınız temizlensin mi istiyorsunuz ya da mahallede bir kütüphane olsa iyi mi olur? Karşılığını ödeyin ya da bir “hayırsever” bulun ve o sizin için yapsın. Tanıdık gelmiştir sanıyorum. Bu
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST politikanın bizim topraklardaki tercümesi kömür, makarna, patates vs. oluyor haliyle. Ama politika da, dayandığı ideoloji de aynı ve her durumda bunlar kapitalizm öncesi himaye biçimlerine geri dönüşü anımsatıyor. Evet, İngiltere’de bile… Cameron’un kötü bir şaka sanılan Büyük Toplum’u gerçek. Üstelik başlatıcısı Cameron da değil. Dilerseniz Blair’in “Üçüncü Yol”una gidebilir ya da piyasacılığın Demir Leydisi Thatcher’i anımsayabilirsiniz. Hepsi de “bozulmuş toplum”da yeni bir düzen kurmaya soyunmuşlardı. Düzenin ve otoritenin av sahası çoğu durumda Londra’nın ve başka kentlerin arka mahalleleri oldu. İkinci boyut: Kriz Gelelim isyanın içerisine yerleştirilebileceği bağlamın ikinci ve ilkiyle yakından ilişkili boyutuna… Başlıca yoğunlaşma alanlarından bir tanesi Avrupa olan derin krizden söz ediyorum. Bu argümanı ekonomik indirgemecilikle suçlamak pekâlâ mümkün. Ancak tek bir göstergeye, işsizlik oranlarına bile başvuracak olursak, ekonomik krizin ciddi bir belirsizlik kaynağı olduğunu ileri sürmenin ikna edici olduğunu söyleyebiliriz. AB genelinde (resmi) işsizlik iki yılda yüzde 9’lardan 12’lere tırmandı; 15-24 arası gençlerde ise yüzde 15’lerden 22’lere… İngiltere’de aynı dönemde tüm nüfusta işsizlik oranı yüzde 5’lerden 7’lere, gençlerde yüzde 8’lerden 13’lere çıktı. Bunun üzerine ırk ayrımcılığını ekleyin, başka eşitsizlikleri ekleyin ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde baş gösteren sınıf eylemlerini de üzerine koyun. Bunun sermaye egemenliği için önemli bir “belirsizlik” kaynağı olduğu her durumda kaydedilmek zorunda… Bir burjuva sosyologunun, Zygmunt Bauman, Londra isyanıyla ilgili değerlendirmesi fazla belagatle yüklü olsa da, bu çerçeve içinde bana yerinde görünüyor. Her konuda ayrışmak zorunda değiliz; katıldığım tespit şu: “Süpermarketler cemaat üyeleri için birer mabet olabilir. Tüketiciler Kilisesi tarafından aforoz edilmiş ve muhtaç bırakılmış olan lanetlenmişler için ise onlar sürgün edildikleri topraklarda kurulmuş ileri karakollardır. Güçlü bir biçimde savunulan bu surlar, başkalarını benzer bir kaderden koruyan mallara erişimi engellemektedir (…). Demir kafesler ve kepenkler, güvenlik kameraları, girişte duran ve içeride saklanan güvenlik elemanları ise yalnızca bu savaş atmosferi
ve süregiden düşmanlıklara yenilerini eklerler. İçimizdeki düşmanın bu silahlı ve sıkı sıkıya gözetlenen kaleleri günbegün verdikleri hizmetle hemşerilerimizin sefaletini, kıymetsizliklerinizi, aşağılanmalarını hatırlatıyor. Kibirli ve küstah erişilemezlikleriyle sanki şöyle bağırıyor gibidirler: Haydi yap bakalım!” Bunun krizle, işsizlikle ne ilişkisi var? Krizin derinleştirdiği belirsizlik faktörünün Batı Avrupa’ya tercümesinde, tüketimciliğin yoksul, dışlanmış kitlelerde yarattığı öfke ve isyan duygusunun açıklayıcı olduğunu söyleyebiliriz. Sınıf bilincinden söz etmek olanaklı değilse, patlamaların en görünüre, en somuta akacağını biliyoruz. İki yüz yıl önce Luddistler makineleri parçalıyorlardı; bugünün Luddistleri ise pek de iyi tanımlayamadıkları ve tanıyamadıkları düşmanın surlarını, yani dükkanları, dövüyorlar. Tarihin tortusu Gelelim üçüncü boyuta… Bilinç unsurundan söz ettik. Londra isyanında olmadığında mutabık olabiliriz sanıyorum. Yine birileri çıkıp bize “öncü partinin olmadığı koşullarda halk ayaklanmalarını küçümsüyorsunuz, bu nasıl Marksizm?” diye soracak. Varsın sorsun; ben Marksist değil, MarksistLeninist olduğumu söylemekle yetineceğim. Bilinç yoksa tarih de mi yok? Var, tarih bilinci değil, ama tarihin birikimi var. Londra’da ve başka kentlerde isyana katılanlar Brixton’da 1981’de, 1985’te, 1995’te yaşananları biliyorlar mıydı? Büyük Madenci Grevi’ni duymuşlar mıydı? Ya da birkaç sene evvel Paris sokaklarında isyan eden Arap gençlerini anımsamışlar mıdır? Bu soruların bir kısmının yanıtı olumlu olabilir, bilemiyorum. Ama kitle ölçeğinde bakacak olursak, böyle bir “tarih bilinci”nin yokluğundan söz edebiliriz. Ancak, dedim ya, tarihin aynı zamanda bir birikimi, yarattığı bir tortu var. O tortu, örneğin The Clash’ın “The Guns of Brixton” parçasını (belki hip hop versiyonuyla) mırıldanan gencin kültüründe mevcut. Tarihin birikimi siyahların gettolarında, örneğin soL portalda BBC muhabirini spiker olduğuna pişman eden ihtiyar Kara Panter Darcus Howe’un, Howe’ların dilinde de mevcut. Unutmamak lazım ki tarih her yerde, her toplumda biriktiriyor. Ve o birikim bazen Londra’daki gibi patlıyor. Alper BİRDAL
DÜNYA 11
‘Arap Baharı’ Londra’ya mı geldİ? Londra isyanından sonra kafası karışık solcunun en beğendiği argüman bu oldu: “Arap Baharı İngiltere kapılarına dayandı”. Bu argümana dair iki soru sorulabilir. Birincisi geçen kış Tunus’ta başlayan ayaklanma gerçekten de dalga dalga yayılıyor mu? İkincisi emperyalizmin kendi icadı olan “Arap Baharı” söylemi kendisine karşı dönmüş olabilir mi? Yanıt iki kere “hayır”… İlk soruya dair şu söylenebilir: Emperyalizmin borazanlığını yapanların kendileri bile artık “Arap Baharı” ya da “Arap devrimleri” söyleminin inandırıcılığını kaybetmekte olduğunu söylüyorlar. Umdukları Tunus’ta başlayan süreci bölgenin dengelerini sarsmak üzere başka ülkelere yaymak, bu sayede ihtiyaçlarına uygun yeni rejimler tesis etmekti. Buna bir de isim vermişlerdi: Domino etkisi… Şimdi “acaba inandırıcılığını kayıp mı ediyor” diye sormaya başladıkları sürece ilişkin temel dert, domino taşlarını umdukları
gibi deviremiyor olmalarıyla ilişkili. Suriye’deki gelişmeler örneğin, bunun bir halk ayaklanması değil, düpedüz emperyalist provokasyon olduğunu gösteriyor. Londra’da yaşananlarda emperyalist provokasyondan söz etmekse akıllı insanın işi değil. İkinci sorunun yanıtının daha zor olduğu düşünülebilir; bence değildir. Çünkü düzen “muhaliflerinin” İngiltere’deki olaylara bakıp “Arap Baharı”nı anımsaması egemenleri neden huzursuz etsin? Aksine, kendi yarattıkları silahın ters tepmediğini, tam da istenildiği gibi bir meşruiyet kazanmakta olduğuna bakarak sevinebilirler. Artık Kahire’nin ya da Şam’ın Londra’ya daha yakın olduğu söylenebilir. Ancak bu tespiti emperyalizmin uluslararası ölçekteki krizinin sancılarına bir kez daha Ortadoğu gibi bölgeleri kan gölüne çevirerek tepki verdiği şeklinde anlamak kaydıyla…
Sosyal medya: Kahire’de ‘devrİmcİ’ yöntem, Londra’da suç Emperyalizmin Büyük Ortadoğu operasyonunun borazanlığını yapan Batı medyasının pek sevdiği bir argüman, ayaklanan kitlelerin örgütsüz ve genç olmasıydı. İddiaya göre bu örgütsüz genç kitleler, modern iletişim olanaklarını kullanarak bir araya geliyor, eylemlerini planlıyorlardı. “Sosyal medyanın gücü” manşetleri geçtiğimiz kış aylarında hem bizde hem de Batı’da işgal şakşakçılarının dilinden düşmüyordu. Sonraları bu sosyal medya kurtlarından bazılarının Avrupa’da, ABD’de eğitim aldıkları ortaya çıkmaya başladı. Kargaşa yaygınlaştıkça ayaklanan kitlelerin pek öyle örgütsüz de olmadıkları görülmeye başlandı. Müslüman Kardeşler’den El Kaide’ye çeşitli boydan ve soydan İslamcı örgütler birbiri ardına yaşanan süreci alkışlamaya başlamışlardı. Onların da interneti ve sosyal medyanın sunduğu olanakları değerlendirmeyi gayet iyi bildikleri anlaşıldı. İngiltere’de patlak veren isyanda ise aynı sosyal medya olanaklarını kullanmanın aynı Batı tarafından düpedüz “suç” ilan edildiği görüldü. Örneğin olaylar esnasında Metropolitan Polis Komiseri Tom Godwin, Twitter üzerinden de takibe devam ettiklerini, paylaşımlarından yola çıkarak insanları tutuklayabileceklerini söyledi. İsyan bastırıldıktan sonra ise biri 20, diğeri 22 yaşındaki iki genç, Facebook’tan isyana katılma çağrısı yaptıkları gerekçesiyle dörder yıla mahkum edildi.
12 DÜNYADA KOMÜNİSTLER 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Bölge komünistlerinin Suriye’ye bakışı Tunus ve Mısır’da başlayıp Arap dünyasının geneline yayılan isyan dalgasının, şu an için “kördüğüm” olan iki ülkesi Libya ve Suriye olarak sayılabilir. Libya bölgesel ve uluslararası planda bir süre önemli bir yer işgal etse de, dananın kuyruğunun kopacağı coğrafyanın Suriye olduğu su götürmez. Suriye’nin tarihinde Osmanlı egemenliği, Fransız mandası, bağımsızlık, Arap-İsrail savaşı
İki Suriye Komünist Partisi, benzer siyasetler Halid Bağdaş’ın önderliğinde yeniden kurulmuş sayılabilecek olan Suriye Komünist Partisi, 1986 yılında, bugünkü iki farklı partiyi oluşturacak bölünmeyi yaşadı. Bağdaş ve bazı partililer, perestroyka ve glasnost siyasetlerine karşı tavır alırken, Yusuf Faysal önderliğindeki partililer Gorbaçov’u desteklediler. Böylece günümüzde de var olan iki
eden hükümeti destekliyordu. Bağdaş, Suriye’de başlayan gösterilerin, maaşların yükseltilmesi, mazot fiyatının düşürülmesi, idari fesat ve yolsuzluklara son verilmesi ve kötü yaşam şartlarının düzeltilmesi gibi “haklı talepler” ile başladığını düşünür ve eylemleri hükümetin izlediği liberal ekonomi politikasının başlattığını söylerken, “hükümetin eylemlere yanlış müdahaleler yaptığını” belirtiyor. Parti,
SURİYE’NİN TARİHİNDE OSMANLI EGEMENLİĞİ, FRANSIZ MANDASI, BAĞIMSIZLIK, ARAP-İSRAİL SAVAŞI VE BAAS EGEMENLİĞİ MEVCUT. MODERN SINIF MÜCADELELERİ AÇISINDAN SİCİLİ PEK PARLAK OLMASA DA, KARMAŞIK SİYASİ DENKLEMLERİN HAYATA GEÇİRİLDİĞİ BİR ÜLKE SURİYE. ve Baas egemenliği mevcut. Modern sınıf mücadeleleri açısından sicili pek parlak olmasa da, karmaşık siyasi denklemlerin hayata geçirildiği bir ülke Suriye. Ayrıca, unutulmaması gereken bir nokta da, kendisi de bir darbeyle yönetime gelen Albay Edip Çiçekli’nin, 1954 yılında, Dürzilerin, Baas Partisi’nin ve Suriye Komünist Partisi’nin öncülük ettiği bir darbe sonucunda devrilmiş olması. Bu yazıda, Suriye’de bir süredir yaşanan gelişmelere dair Suriye ve bölgedeki belli başlı komünist partilerin nasıl bir tutum aldıklarını aktarmaya çalışacağız.
parti ortaya çıktı: Suriye Komünist Partisi (Bağdaş) ve Suriye Komünist Partisi (Birleşik). Bununla birlikte, partide yaşanan bölünmeye rağmen, geriye kalan iki komünist parti de, daha önce SKP’nin yer aldığı ve Hafız Esad tarafından kurulan Ulusal İlerici Cephe’nin içinde mücadele etmeye devam ettiler. Zaten, bugün Suriye’de yaşananlara dönük iki komünist partisinin aldığı tavır da bu Baas Partisi’nin öncülük ettiği ulusal cephenin bazı izlerini hâlâ taşıyor. Örneğin Bağdaş, Suriye’de eylemler başladığı zaman görevde bulunan ve daha sonra istifa
hükümetin liberal ekonomi politikalarını “gözden geçirmesini” talep ederken, en önemli başlık olarak emperyalist müdahale olasılığını görüyor. Zaten Bağdaş, eylemlerde ciddi ölçülerde “yabancı parmağı”nın bulunduğuna dair ellerinde veri olduğunu ve özellikle Lazkiye kentinde bir Alevi-Sünni gerginliğinin kaşındığını ileri sürüyor. Bu konuda yapılan eylemlere katılmayan Bağdaş’ın fikri açık: Siyonizm ve ABD emperyalizmi, “onlara karşı duran” Suriye’deki iktidarı alaşağı etmek için faaliyet yürütüyorlar. Parti’nin,
özellikle AKP’nin emperyalizmle daha ılımlı bir çizgiye çekmek için Esad iktidarıyla iyi ilişkiler geliştirirken, AKP’den kimi sahte beklentilere kapıldığı ve Esad’ı belki de gözünde biraz fazla büyüttüğü görülüyor. Sonuç olarak, Bağdaş şu talepleri öne sürüyor: 1) Parasız sağlık sigortası hakkı. Eskiden Suriye’de sağlık hizmetleri parasızdı. 2) Mazot fiyatlarının düşürülmesi. Çiftçiler yüksek mazot fiyatlarından etkileniyorlar. 3) Elektrik kurumunun özelleştirilmemesi. 4) Sermayeye devredilen cep telefonu şirketlerinin yeniden kamulaştırılması. 5) Kaynağı belli olmayan yabancı sermayenin ülkeye girişinin engellenmesi. Diğer komünist partisi olan SKP (Birleşik) ise, ülkede yaşananlara dair yaptığı değerlendirmede, ulusal birliğe vurgu yaparken, “kitlelerin sesinin dinlenmesini” istiyordu. Birleşik’e göre, bunu yapmakla birlikte, “yasal talepleri gerçekleştirmeyi değil, ulusal birliği ve ülkenin yurtseverliğe dayanan stratejisini tehlikeye atarak, yalnızca kendi amaç ve politikalarını uygulamayı hedefleyenlerin” yoluna taş konmuş olacaktı. Birleşik de, ülkenin içinde bulunduğu durumdan son dönemde artan piyasacı uygulamaları sorumlu tutuyor. Parti, olayların başlangıcında şu talepleri öne sürmüştü: 1) Olayların patlak vermesinin nedenlerinin incelenmesi. 2) Olaylara neden olan, özellikle güvenlik güçlerinin müdahaleleri esnasında yapılan hatalara ve masum insanlara karşı orantısız güç kullanılmasına yol açan kişilerin sorumlu tutulması. 3) Kamu mülklerine ve özel mülklere karşı düzenlenen bütün sabotaj ve saldırıların ifşa edilmesi. 4) Deraa valiliğinin meşru taleplerinin karşılanması. 5) Yaşanan olayların ardından gözaltına alınanların derhal serbest bırakılması. 6) Baas Arap Sosyalist Partisi önderliği tarafından kabul edilmiş ve başkanlık makamının siyaset ve istihbarat danışmanı Bayan Buthaina Şaban tarafından ilan edilmiş bulunan genel siyasi ve sosyal reformların derhal
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST uygulanmaya başlanması. SKP (Birleşik), ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlere ve Süryanilere dönük yaklaşımların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylerken, “olayları kullanarak, ülkenin ABD’nin ve Siyonizmin planlarının dışında bir ulusal gelişme göstermesini engellemek isteyen güçlere engel olmak için bu taleplerin dikkate alınması gerektiğini” de savunuyordu. Suriye’de, bu iki parti dışında bazı ilerici partiler de var. Bunlardan bazıları, örneğin SKP (Siyasi Büro) veya SKP (Türk) olarak da bilinen, Riyad el-Türk’ün öncülüğünde 70’li yıllarda SKP’den kopan Suriye Halkın Demokratik Partisi isimli parti, devlet tarafından uzun süredir yasaklı durumda. Belirli dönemlerde Şam civarında etkinlik gösteren bu parti, SKP’nin Baas’ın kurduğu Ulusal İlerici Cephe’ye katılmasına muhalefet ederek partiden ayrılmıştı. Kürt muhalefeti ve özellikle PKK’nin kardeş örgütleri de muhalefete dahil olmakla birlikte, Baas Partisi’nin başını çektiği cephenin dışında kalan ilerici örgütlerin Suriye’de pek sözü geçmiyor. Lübnan Komünist Partisi Bölgede, etkinliği ve gücü bakımından önde gelen partilerden olan Lübnan Komünist Partisi (LKP), bölgesel konumu ve içerideki ittifaklar politikaları nedeniyle Suriye’ye dönük emperyalist kuşatmanın karşısında yer alıyor. Bilindiği gibi, Beşar Esad ile Lübnan Hizbullahı’nın ve İran’ın siyasi-diplomatik bağları hayli kuvvetli ve LKP, Lübnan’daki siyasi gelişmelerde Hizbullah ile beraber hareket edebiliyor. Bunun en büyük örneği, 2006’daki İsrail işgali sırasında yaşanmıştı. LKP, Hizbullah öncülüğündeki ulusal direnişe katılmış ve silahlı mücadele de yürütmüştü. Zaten bir süredir, özellikle de Batı yanlısı politikacı Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra, Hizbullah ile Suriye arasındaki ilişki uluslararası planda daha fazla öne çıkarılmaya başlamıştı. Lübnanlı komünistler, Suriye’de yaşanan gelişmeleri, bizim için ironik sayılabilecek bir deyişle “iç mesele” olarak takip ediyorlar. Çünkü olası bir Suriye operasyonunda, Lübnan’da da işlerin değişeceğine dair bir konsensüs mevcut. Şunu da hatırlatmak gerekiyor: Suriye ve
DÜNYADA KOMÜNİSTLER 13
Lübnan’daki komünist partiler, “Suriye ve Lübnan Komünist Partisi”nin çocukları, çünkü Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlıklarını ayrı ayrı kazanması 2. Dünya Savaşı’ndan sonrasına tekabül ediyor. Libya konusunda “Kaddafi’yle mücadeleye evet, emperyalist saldırganlığa hayır” tutumunu takınan LKP, Suriye konusunda biraz daha farklı düşünüyor. Suriye’de yaşanan olayların ve halkın taleplerinin bir bölümünün karşılanmasının emperyalist müdahalenin önüne geçeceğini savunan parti, ülkedeki kolluk kuvvetlerinin yaptığı katliamlara da sert tepki gösteriyor. Emperyalist müdahaleye ve Suriye’nin birliğine yönelik tehditlere karşı çıkan LKP, aynı zamanda Lübnan tarafından gelen Suriye’nin iç işlerine karışma denemelerini de şiddetle eleştiriyor. Diğerleri Bölgedeki diğer ülkelerin ilerici ve komünist partilerinin ne düşündüğü konusunda elde fazla veri bulunmuyor. Yine de israil, ürdün ve ırak partilerine baktığımızda şunlar ön plana çıkıyor: Irak Komünist Partisi’nin tutumunun pek de “iç acıcı” olmadığını ABD’nin Irak işgalinden bu yana biliyoruz. Ülkedeki kukla hükümeti destekleyen IKP, kendi içerisinden birkaç farklı parti çıkartmış durumda. Iraklı bir başka parti, Irak Komünist İşçi Partisi (IKİP), uluslararası alanda Troçkistlerin toplantılarına katılırken, Arap dünyasında yaşanan gelişmeleri “devrim” olarak adlandırıyor. Ürdün ve İsrail komünist partilerinin ise, Suriye’de yaşananlara dair herhangi bir resmi görüşü bulunmuyor. Sonuç olarak, bölgedeki komünist partilerin durumu şöyle özetlenebilir: Baasçılık ile emperyalist müdahale arasında sıkışmışlık. Bölgede çok uzun yıllar, Baas Partisi’nin ve Arap sosyalizminin dışında herhangi bir sosyalist program kendisini var edemedi. Bölünen partilerin bölünmüş parçaları dahi, ayrıldıkları partinin Baasçı politikalarını desteklemek durumunda kaldı. Yani, Baasçılık ve Nasırcılık, komünistlerin siyaset yapma olanaklarını kısıtlayıcı siyasi akımlar olarak ortaya çıktı ve emperyalist müdahale koşullarında iç siyasette benzer bir sıkışma hala devam ediyor. Erman ÇETE
Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite üyelerinden
SURİYE SORUNUNA DAİR... “AKP’nin benzin deposunun yanında yaktığı kibrit, Suriyeli Kürtleri Esad’a doğru daha fazla ittirerek de, onları “muhalefet” içerisine çekerek uluslararası operasyonun bir parçası haline getirmeyi deneyerek de bir yangına dönüşebilir. Her iki durumda da, yani Türkiye Suriye Kürtlerini itse de çekse de, yangın çıkacak. AKP’nin Suriye Kürtlerini Müslüman Kardeşler odaklı “muhalefete” angaje etmek yönünde bir adım atması, Türkiye’de anayasa değişikliği sürecini Kürt siyasetiyle uzlaşarak yönetme ve özerklik talebine kapı aralama politikasına bağlı. Ancak arkasına yüzde 50 seçmen desteğini almış olan ve iktidarı paylaşmak gibi bir eğilime hiç ama hiç yakın görünmeyen bir partinin sürtünmesiz bir şekilde bu yola girmesi oldukça düşük bir olasılık gibi görünüyor.” Alper Birdal, soL Portal, 20 Haziran “Gelinen bu noktada, dikkat edilmesi gereken önemli bir başlık daha vardır: Türkiye’nin dış politikası hangi vizyona sahip olursa olsun, elbette kimse (ABD) kalkıp bir anda, “tamam ikna oldum, sen bölgenin hamisi ol bari” demeyecektir. Bunu bilen Türkiye de, bir “staj dönemi” geçirecek, “rüşt ispatı” için birtakım
girişimlerde bulunacaktır. Nitekim Libya’ya müdahale konusunda önce bir tereddüt geçiren Türkiye, aklına kapı komşusu Suriye geldiğinde hevesle öne atılmıştır. Bugün tam tamına “pusudadır” ve Suriye’nin üzerine atlamak için fırsat kollamaktadır; şu an için tek “engel”, Suriye’deki muhalefetin direnişini tam bir iç savaş boyutlarına taşıyamamış olmasıdır.” Metin Çulhaoğlu, soL Portal, 6 Ağustos “Ama aslolan masadır. Emperyalizmin Suriye perspektifi kuşatma ve kışkırtmadan bölme ve işgale uzanıyor. Türkiye’nin Irak’ta olduğu gibi dışta durma olasılığının tamamen devre dışı bırakıldığı da açık. Ancak Türkiye’nin Suriye’yi, vurmak için bile değil, yalnızca daha fazla veya ciddi biçimde sıkıştırmak için, Kürt faktörünü kendi safına çekmesi gerekecek. Bildiğimiz o yalancı, adaletsiz, kanlı ve kirli “Kürt çözümü masası”nı kurmamak, Washington-Ankara cephesi için çok büyük bir risk olur. Şu aralar Ankara’ya kozunu göstermekte olan Tahran’dan ta Şam’a uzanan cephenin PKK uğrağıyla pozitif bir ilişkiye girmesi olasıdır.” Aydemir Güler, sol Portal, 17 Ağustos
14 EMEK 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
İkinci cumhuriyet, işçi sınıfı örgütlenmesi ve sosyalist hareket “Evet biliyoruz, bugün sınıf örgütlenmesi içinde ikinci cumhuriyetin uzantıları güç kazanıyor. Başta Hak-İş ve Memur-Sen, iktidarın ve siyasetinin belirleyiciliği altında emekçi sınıflar içerisinde önemli güç toparlamış durumda. İşçiler ve memurlar, gündelik çıkarları için burjuva sendika örgütlenmesinin “hizmetlerine” fazlasıyla kapılmış gözüküyorlar. Sosyalist hareket, bugün yeni bir çıkış örgütlemek ve ikinci cumhuriyetin karabasan gibi toplumun ve siyasetin her alanına çöktüğü bir durumda yeni bir başlangıç yapmak durumundadır. Sendikalara, işyeri örgütlenmeleriNE, önemli sektörlere, odalara, toplumsal direnç odaklarına dönük planlı bir çalışmayı yeni baştan ele almanın zamanı gelmiştir.”
İkinci cumhuriyet kuruldu, her başlıkta yol alıyor, kendini her alanda tesis etmeye çalışıyor. Anayasa ve Kürt sorunu başta olmak üzere bu konularda da yeni adımlar atacak. Yeni bir toplumsal yapı, bu toplumsal alanda yeni ideolojik koordinatlar, yeni bir anayasa önümüzde olacak. Aynı zamanda bütün bu sürecin tepkileri de ortaya çıkacak. Yeni toplumsal tepkiler, yeni toplumsal eşitlik ve adalet talepleri de her yerden yükselecek. Türkiye kapitalizmi, ekonomik kriz ve Kürt sorununda önemli bir sıkışma yaşayacak. Eğer bu alanda yaşadığı sıkıntıyı yönetmek daha da zorlaşırsa Türkiye kapitalizminin önünde faşist bir yönelim, seçeneklerin dışında sayılmamalı. Bu konu bir tarafa, ikinci cumhuriyetçilik olarak kodladığımız gerici, işbirlikçi ve piyasacı Türkiye kapitalizminin yeni süreci, bütün toplumsal dinamikleri kapsayamayacak ve aynı zamanda bugün emek düşmanı karakteri
özellikle emekçi kesimler içinde yeni toplumsal karşı uçlar verecektir. Kadınlarda, gençlerde, aydınlarda, laik kesimlerde, alevilerlerde, Kürtlerde ve özellikle işçi sınıfı ve emekçilerde ikinci cumhuriyetin gerici, işbirlikçi ve emek düşmanı karakteri yavaş yavaş hissedilmeye başlanacak. İnsanların gündelik yaşam alanlarına dönük müdahaleden işsizliğin artmasına, emekçilerin geçimlerine yansıyacak ekonomik tedbirlerden işçi haklarına kadar bir dizi alanda yeni kapitalizmin sonuçları tek tek ortaya çıkacak. Bugün ikinci cumhuriyet daha çıplak hale gelmiştir. Kemalizm elbisesini üzerinden atan burjuva sınıfı çıplak ve vahşi yüzünü asıl şimdi gösterecek. Böyle bir tabloda sınıfın örgütlenmesi ve emek örgütlerinin rolleri daha da önem kazanıyor. Emekçi sınıfların bütün haklarının ellerinden alındığı bir dönemle karşı karşıya kalacağız. Daha doğrusu AKP tarafından kurulan ikinci
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST cumhuriyet hak gasplarının üzerine kuruldu. AKP hükümeti birinci döneminde işçi sınıfının ve emekçilerinin bütün haklarını ellerinden almış, ikinci cumhuriyet bu anlamda emekçi sınıfların haklarının yok edildiği bir düzenin de adı anlamına gelmiştir. Bugün işçi ve emekçiler açısından hakların budandığı bir süreçten değil hakların tamamen yok edildiği bir süreçten geçiyoruz. Hak gasplarının yaşandığı ve hakların elden alındığı süreci geride bırakmış bulunuyoruz. Bugün ikinci cumhuriyet rejiminde söylenecek olan tek kelime emekçi sınıflar açısından geleceksizliktir. Böyle bir saldırı dalgasının ya da yönetim anlayışının hakim olacağı bir toplumsal yapıda emekçi sınıfların eşitlik, adalet ve hak mücadelesi büyük önem taşıyacak ve çok ses getirecektir. İktidarın yıllardır emekçi sınıflardan aldığı onay, önümüzdeki dönemde tükenebilir. İkinci cumhuriyetin zayıf karnı burasıdır. Emekçi sınıfları gözden çıkarmış olduğunu, emekçi halkı din, tarikat, sadaka kültürü ile daha fazla “idare edemeyeceğini” düşünüyoruz. Gözden çıkarılan emekçiler, birilerini gözden düşürürler. Sınıflar mücadelesinin yasaları ve gerçekler bunları söylüyor. Böyle bir tabloda sınıfın örgütlenmesi ve sınıf örgütlerinin rolleri konusunda üzerimize düşen görevleri daha da belirginleştirmemiz gerekiyor. Evet, bugün sınıf örgütsüz, bugün sendikalar etkisiz, evet bugün sınıf örgütlenmeleri güç kaybediyor, ufak tefek direnişler işçi sınıfının bütününü ileri çekmiyor. TEKEL direnişi bile tarihsel iz bırakmasına rağmen bugün sınıfa dönük saldırılara karşı duvar örebilecek bir siyasi sonucu ortaya çıkaramamış bulunuyor. Evet biliyoruz, bugün sınıf örgütlenmesi içinde ikinci cumhuriyetin uzantıları güç kazanıyor. Başta Hakİş ve Memur-Sen, iktidarın ve siyasetinin belirleyiciliği altında emekçi sınıflar içerisinde önemli güç toparlamış durumda. İşçiler ve memurlar, gündelik çıkarları için burjuva sendika örgütlenmesinin “hizmetlerine” fazlasıyla kapılmış gözüküyorlar. İşçi ve kamu emekçileri sendikaları dışındaki meslek örgütleri ise bu sürece dönük anlamlı bir direnç hattı ne yazık ki örebilmiş değiller. Tabip odalarından, mühendislik odalarına kadar bir dizi alanda meslek örgütleri, ikinci cumhuriyetin yağmacı politikalarına karşı göstermiş oldukları direnç yeterli olamıyor. Kentlerin, ormanların, akarsuların vs. yağmalanmasına karşı daha farklı bir mücadele hattı örülmek zorundadır. Sosyalist hareket, bugün yeni bir çıkış örgütlemek ve ikinci cumhuriyetin karabasan gibi toplumun ve siyasetin her alanına çöktüğü bir durumda yeni bir başlangıç yapmak durumundadır. Sendikalara, işyeri örgütlenmelerine, önemli sektörlere,
odalara, toplumsal direnç odaklarına dönük planlı bir çalışmayı yeni baştan ele almanın zamanı gelmiştir. Bir kez daha söylemek gerekirse yeni baştan ele alınmalıdır! Elbette bugüne kadar yapılan çalışmalar, örgütlenme deneyimleri, harcanan emek ve sol birikim önemlidir. Bu deneyimlerin ışığında kapitalizmin daha çıplak bir biçimde emekçi düşmanı karakterinin görüldüğü bir tabloda sosyalist hareket, Amerika’yı yeniden keşfetmeden ancak kalıcı, mevzi kazanıcı, sabırlı ve sebatlı bir çalışmayı önünü koymak zorunda. Ancak bilmek ve kabul etmek durumundayız. Yeni bir rejim ve yeni rejimin politik, ideolojik kodlarıyla çerçevelenmiş bir sınıfa sahibiz. Bu veri kabul edilmeden işe başlanamaz. Ve aynı zamanda 30 yıl öncesinin şablonlarıyla sınıf hareketine ve sınıf örgütlenmesine yanıt üretmek mümkün değildir! Elbette bunca yılın deneyim ve birikimine sırtımıza dönmeden ve eski şablonlara takılıp kalmadan yeni bir pratiği örmek durumundayız. Eski şablonlarda sınıf örgütlenmesinde geriye çekiliş, sendikaların örgütsüzlüğü, sendikal alanda sağın mutlak bir üstünlüğü bulunuyor. Bunu da görmek ve kabul etmek zorundayız. Sol 12 Eylül 1980’den ikinci cumhuriyet rejimine giden 30 yıllık süreçte emekçi sınıfları örgütleme adına çok fazla başarılı olamamıştır. Bahar eylemleri, KESK çıkışı, TEKEL çıkışı, DİSK’in kuruluşu bu eğik düzlemin yönünü değiştirmiş değildir. Yeni bir rejimde, daha emek düşmanı bir rejimde, daha işbirlikçi bir rejimde sınıf örgütlenmesi ve sendikal örgütlenmede sosyalist hareket ne yapmalı? Bu sorularla işe başlanılmalıdır ve sorular çoğaltılmalıdır: Emekçi sınıfların örgütlenmesi hangi temellerde olmalı, emekçi sınıfların örgütlenmesinde ne gibi yeni araçlara ihtiyaç var? Yeni bir sınıf hareketi hangi zeminde ortaya çıkabilir ve hangi temalarla oluşabilir? Yeni bir sendikal odak mümkün mü, bunun için asgari örgütlülük düzeyi nedir? Bugünkü odalardan emekçi kesimlerin çıkarı için nasıl bir örgütlenme ve yönetim tarzı beklenmelidir? Bugün sosyalist hareket, sınıfa müdahalede bu sorulara yanıt aramalı ve yanıtını bulacak örgütsel ve siyasal çalışma içerisine girmelidir. Bu soruların yanıtlarını yazılı olarak vermenin bir yerden sonra karşılığı yok. Bu sorulara yanıt, sınıfın örgütlü kılınması, sendikal yapıların güçlenmesi ve düzenden bağımsızlaşması ve ayrıca sınıf hareketi ile sosyalist hareketin yakınlaşması ile verilebilir. Yanıtımız somut olmalı, reel olmalı, maddi olmalıdır. Kitabi yanıtlardan kaçmak durumundayız. Yazılanlar, çizilenler, geçmişe dönük anlatılanlar geride kalmış, Hak-İş, Memur-Sen, Türk-Kamu-Sen almış başını gitmiş, ikinci cumhuriyet emekçi düşmanı karakterine rağmen
Türkiye’de emekçilerin suskunluğuyla kurulmuş bulunuyor. Böyle bir düzenden bahsediyoruz çünkü. Sosyalist hareket “kabahati”ni bilmelidir. Bu gerçekle yola koyulmak, verilecek yanıtların en somutu ve en küçüğü olacaktır. Ancak işe buradan başlanmalı, sosyalist hareket kolları yeniden sıvamalı, tezgahtaki işçinin yanına, fabrika çıkışı işçinin kahvesine ve bir çıkış bulamasalar bile işçinin sendikasına gitmenin vaktidir bugün! Sosyalist hareketin, sınıfın örgütlenmesine ve sendikal yapılara dönük müdahalesi konusunda TKP’nin biraz daha farklı bir yan taşıdığını düşünmek yanlış olmayacaktır. 12 Eylül’den bugüne sınıf hareketinde bir geriye gidişten bahsediyorsak eğer, başta KESK ve DİSK olmak üzere devrimci ve ilerici hatta yakın sendikal örgütlenmelerin bugün geldiği yer düşünüldüğünde bu yapıların bizzat içinde ve yönlendiriciliğinde olan siyasal hareket ve çevrelerin belli bir sorumluluk taşıdığını da tespit etmemiz lazım. Sınıf hareketinde ve sendikal alanda ”rol oynayan” bazı siyasi çevreler için en fazla “örgütsel çıkarlar”ın belirleyici olduğu bir pratik hep karşımıza çıktı. KESK’in işyerlerinden AKP’ye karşı örgütlenmesi değil, genel kurul delege listeleri önemli sayıldı, DİSK’in işyerlerinde dişe dişe mücadelesi değil CHP listelerinden milletvekilliği pazarlıkları hep konuşuldu. İşçilerin siyasallaştırılması değil, işçinin sağcısı solcusu olmaz diyenlerin ortaya koydukları pratik tam da bugünkü tablonun sorumlularına işaret etmektedir. Bugün konfederasyonların yönetim kurullarında liste pazarlığı üzerine inşa edilmiş sendikal anlayış ve sınıf örgütlenmesi perspektifi iflas etmiştir. Buradan bir çıkış yoktur, bu sürecin parçası olan siyasal hareketlerin sorumlulukları büyüktür. Bu sorumluluğu görmezden gelerek yeni bir sürecin örüleceğini düşünmek büyük bir hata olur. Bu noktada TKP’nin hem önemli olanakları hem de büyük zorlukları var. Sendikal alana ve sınıfın örgütlenmesine dönük yeni bir hamle başlatma noktasında TKP, yeni bir soluklanma yaratabilir. Hem siyaseten durduğu yer, hem örgütsel nicelik ve yaygınlık hem de bu alanda ilkeli duruşuyla farklı bir odak haline dönüşme potansiyeline sahip olabilir. Sendikal pazarlıkların parçası olmayan, yönetim pazarlıklarına bulaşmayan, sendikaları ve odaların çiftlik gibi kullanılmasına bulaşmamış bir siyasi haketin bu süreci yeniden örme şansı bulunuyor. Zorlukları da var. İlki bahsettiğimiz gibi düzenin bu alanda fazlasıyla
EMEK 15
yer kaplaması, düzen siyasetinin ve düzen sendikalarının işçilerin yaşam alanlarının çepeçevre donatmalarıyla ilgili. Gerici bir dönemden geçiyoruz kısaca. İkinci zorluk ise bu alanda yaratılan kirliliği aşmak, yeni bir umut olmaya çalışırken geçmişten gelen “hastalıklarından” kurtulmak...
İşçilerin , siyasallaştırılması değil işçinin sağcısı solcusu olmaz diyenlerin ortaya koydukları pratik tam da bugünkü tablonun sorumlularına işaret etmektedir. Bugün konfederasyonların yönetim kurullarında liste pazarlığı üzerine inşa edilmiş sendikal anlayış ve sınıf örgütlenmesi perspektifi iflas etmiştir. Önce işçilerle nefes alıp verilecek bir çeper, temas yüzeyi yaratılmalı, oluşturulmalı. Değişik sektör ve sendikal örgütlenmeden gelen işçilerle birlikte sosyalist hareketin kadrolarının birlikte devinmesi, sınıfa saldırı gündemlerine karşı birlikte mücadele etmesi ve bir dayanışma kültürü yaratması gerekiyor. Böyle bir çeperle birlikte Türkiye’deki bütün sektörlere ulaşan kanallar ve aynı zamanda belli bir örgütsel zemine basacak dinamiklerin ortaya çıkması işten bile olmayacaktır. Bunun için planlama, sebat, emek, süreklilik ve çalışkanlıktan başka yeni “sihirli değnekler” aramayınız... Zaten ikinci cumhuriyetin gerici, emek düşmanı ve işbirlikçi karanlık tablosunda “sihirli değnek” işçi sınıfı mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu karanlık tabloyu aydınlığa çıkartacak bir sihirli değnek arıyorsak sınıfın örgütlenmesidir. Sihirli değneğin ta kendisi işçi sınıfıdır! Kurtuluş KILÇER
16 EMEK 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Casper Bilgisayar
Bağımlılığın içinde palazlanan patronlar Türkiye’de bilgisayar sektörü 90’lı yılların başında büyümeye başladı. Ancak yapılan iş Uzakdoğu’dan getirilen parçaların ucuz işçilikle montajından ibaret oldu. Bu şekilde üretim yapan küçük şirketler, bazı şirketler tarafında yutulurken, sektörde tekelleşme eğilimi baş gösterdi. Son on yılda Türkiye’de bilgisayar üretiminde çeşitli sermaye grupları öne çıktı. Büyük montaj fabrikaları kurdular ve bu fabrikalarda seri üretim bilgisayarlar üretmeye başladılar.
Casper’ın hikayesi: Sanayileşme hamlesi mi? Bohçacılık mı? AKP’nin, iktidarı boyunca sermayenin önünü açan politikaları (teşvikler, ihaleler, muafiyetler, işçilik maliyetlerini aşağıya çeken düzenlemeler vs.) Casper’ın patronlarını bilgisayar tüccarlığından 1 milyar dolarlık şirket sahipliğine taşıyıveriyor. 2007 yılında şirketin yeni binasının açılışında Tayyip Erdoğan Casper’ı “bir büyük başarı hikayesi” olarak niteliyor. “İşte sanayileşme hamlesi” diyor. Bu haliyle
Taşeronlaşmış sektörün taşeron işçileri: Plazadaki köleler Taşeron işçi denilince akla, bir işyerinin içerisinde işin bir bölümünü yapan, alt işverene bağlı olan daha düşük ücrete ve hiçbir hakkı olmadan çalıştırılan işçiler geliyor. Taşeron işçilerin patronu şirketin asıl patronu olmasına rağmen, büyük çoğunluk onların patronunun alt işveren denilen kişi olduğunu sanır. Casper, bu nitelikte bir şirket olarak öne çıkıyor, kendisi taşeron gibi çalışıyor.
CASPER’DAKİ ÇALIŞMA KOŞULLARI VE İŞÇİ HAKLARI, AKP DÖNEMİNİN BU ALANDAKİ DÖNÜŞÜMÜNÜN AYNASI: İŞÇİLERİN REKABETİ ÜZERİNE KURULU BİR ÇALIŞMA SİSTEMİ, ASGARİ ÜCRET DÜZEYİNDE İNSANCA YAŞAMAYA YETMEYEN ARTMAYAN ÜCRETLER, UZUN ÇALIŞMA SÜRELERİ, DÜZENSİZ GELİR, GEÇİCİ, GÜVENCESİZ ÇALIŞMANIN YAYGINLAŞMASI VE MUTLAK ÖRGÜTSÜZLÜK. Her birinde 400-500 üretim ve satış işçisi çalışıyor. Sektörde AKP’ye yakınlığı ile bilinen firmalar devlet ihaleleri ile serpiliyor. Sektörde, üretim için bütün parçalar, başta Çin olmak üzere emek gücünün ucuz olduğu ülkelerden geliyor. İşlemci Amerikan İntel, yazılımlar yine Amerikan Microsoft tekellerinden temin ediliyor. Sektör, Türkiye sanayi üretiminin bağımlı kimliğini taşıyor.
Casper, AKP iktidarının sanayileşmeden ne anladığının da iyi bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Şirket, piyasada Aidata isminde bilgisayar üreten bir şirketi satın alarak, yine aynı marka ile fakat üretimini kendisi gerçekleştirerek piyasaya sürüyor. Vestel’in taşeronluğunu yapıyor, masaüstü ve dizüstü bilgisayarlarını üretiyor. Şirket kriz dönemi olan 2009 yılında satışlarını yüzde 26 artırıyor ve 341 bin adet satış yapıyor.
Bu durumda işçiler de aynen taşeronda çalışan işçiler gibi çalışıyor. Çalışmak için o şaşalı binaya girseler bile işçilerin insanca koşullara sahip bir biçimde çalışmamasına şaşıracak değiliz. Kapitalizm bu, o plazayı inşa eden işçiye cehennem hayatını yaşatanlar binanın içinde çalışan işçilere çok farklısını sunacak değillerdi. İşçilerin alınterine el koymak için her yerde gözetliyorlar Üretim ve teknik servisin çalışmaları tam bir “kontrol” altında. Örneğin gün içinde bir teknik serviste işçinin kaçıncı bilgisayarı kontrol ettiği, bir merkezden sayı olarak takip ediliyor. Günlük sayının altında kalındığında işçiden savunma talep edilip, ardından ihtar veriliyor. Kameralarla, işçilerin çalıştıkları tüm birimler izleniyor. Rekabete dayalı olan çalışma sistemi, çalışanları baskı altında tutmaya yetiyor, patronun ek bir mekanizma geliştirmesine gerek kalmıyor. İşçilerin siparişlerin az olduğu yaz ayları boyunca çalıştırılmadıkları süreler borçlandırılıyor ve eylül-ekim aylarında işçilerin borçlandıkları süreleri de ayrıca çalışması isteniyor. Bilindiği gibi, AKP tarafından yasal hale gelmiş bu uygulama ile işçilerin daha fazla sömürülmesinin önünü açılmıştı.
Çalışanların yüzde 40’ının kadın olduğu işyerinde, sendikaya üye olduktan sonra kadın işçilerin hak ettiği uygulamalar terk edildi. Yalnızca sendikalı olduğu için fiziksel güç gerektiren bir bölümde kadın işçilerin çalışmaya zorlanması yaygın bir uygulama. Bölüm değiştirme, cezalandırma amacı taşıyor. Sayıları az olan ve 15 yıldır şirkette çalışan bir işçinin ücreti 1000-1300 TL düzeyini geçmiyor. Sayısı fazla olan ve kıdemi 4-5 yıl olan işçiler ise asgari ücretin biraz üzerinde, 800-900 TL arası ücret alıyor. Haklar patronların lafıyla korunmaz Patronun işçilerin haklarında yapmayı taahhüt ettiği artışlar gerçekleşmeyince işçiler örgütlenmeye ve haklarına sahip çıkmaya karar veriyor ve DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oluyor. 30’a yakın işçinin işten atılmasını takiben işyerinin önünde altı ayı aşkın direniş gerçekleşiyor ve direniş ile daha fazla işçinin işten atılması engelleniyor. Elbette, bu süreç boyunca sendika üyesi işçilere baskılar, tehditler işyerinde devam ediyor. Bu arada Vestel’e de üretim yapan şirkete Zorlu grubunun “sendikayı işyerine sokmayın” direktifi verdiği de söyleniyor. İşyerinde başlayan hak mücadelesini engellemek için patronların ve onların yöneticilerinin elinden geleni ardına koymayacağı işçi sınıfının bilincine kazınan önemli bir gerçek. Patronlar ile işçilerin çıkarları hiçbir zaman aynı olmadı. Patronlar, yöneticileri, şirketin ortakları bir bütün olarak işçilerin yararına hiçbir şeyin altına işçilerin zoru olmazsa imza atmaz. Casper işçileri, çok önemli bir şans yakalamış, örgütlenmiş ve toplu iş sözleşmesi yapmak için yola çıkmıştır. Patronların elde ettiği zenginliğin kaynağında işçilerin alın terine el koymak vardır. Bunun sürekliliğini sağlamak için her tür “kirli” pazarlığa girebilir, işçileri örgütsüzlüğe ikna etmeye çalışır. İşçilere düşen haklarına sahip çıkmak, örgütlü bir biçimde mücadeleye devam etmek olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, henüz toplu iş sözleşmesi yapılmamışken bile işyerinde yapılan ve ücreti ödenmeyen fazla çalışmalar işçilerin örgütlü gücü ile geri alınmıştır.
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
KADIN 17
Partili mücadele kadınlarıyla değer kazanır Türkiye Komünist Partisi’nin emekçi kadın çalışmasında görev alan iki ÜYE, partide ve genel olarak sosyalizm mücadelesinde kadının yeri hakkında düşüncelerini paylaştılar. Kadınların sosyalizm mücadelesinde yer almaları neden önemli? Umay İlter: Öncelikle cinsiyetiniz, yaşınız, mesleğiniz ne olursa olsun sosyalizm mücadelesi vermek ve solu güçlendirmek başlı başına önemli, hatta zorunluluk. Yalnızca insan olmanın gereği olarak siz adalet, eşitlik, özgürlük sevdalısı olmalısınız. Bir de kadınsanız, yani tarihler boyunca toplumun her alanında sırf cinsiyetinizden kaynaklı aklınız, bedeniniz, geleceğiniz tahakküm altına alınmış, ezilmişseniz burada karşınıza iki seçenek çıkıyor: Ya kapitalizmle birlikte şiddeti artan toplumsal cinsiyet rollerini boynunuzu eğerek benimsemek, patronlara ucuz iş gücü sağlamayı sorgulamamak, koca hem sever hem döver diyerek evin bir köşesine çekilmek, sanattan akademiye dışlanmayı kabul etmek, ya da sizin gibi bu sistemle bir şekilde derdi olanlarla birlikte, işçilerle, gençlerle, aydınlarla, birlikte hak aramak, onur mücadelesi vermek. Güneş Meriç: Etkili siyaset, yaşamın her kesitinde siyasal iddialarımızı
ifade etme becerisinden besleniyor. Ucuz işlerde uzun çalıştırılan, çocuk sahibi olma ihtimali salgın hastalıktan beter bir durum gibi algılanan, çocuk doğurmayana kadın mı denir, doğurmayanlar tembellikten doğurmuyor burjuva algısına maruz, Türkiye gericiliğinin en hırçın hallerinin en çok tasallut ettiği kesim kadınlar. Bunlara diş bilemeyen, göz dağı vermeyen, kadınların olmadığı bir sosyalist hat tahayyül etmek sıradışı bir hayal dünyası gerektirirdi sanıyorum. Tam da bu noktada, sizce kadınların toplumsal–siyasal süreçlere katılımı ne düzeyde? Uİ: Elbette hemen hemen herkes “çok az” yanıtını verir bu soruya. Konuya, seçim zamanı siyasi partilerin sınırlı kadın kotasından, kadın milletvekili sayısının azlığından yaklaşmaktan yana değilim. Ortada başka bir toplumsal gerçeklik var. Kapitalizmin kendini yeniden ürettiği aile kurumlarında başlıyor kız çocuğun ve kadının susturulması ve esareti. Okullarda, sokaklarda, işyerlerinde devam ediyor. Aslında “insanlık hakkı” olarak görülen örneğin eğitim, seçme, seçilme, ev dışında çalışabilme,
boşanma, tazminat gibi haklar farklı coğrafyadaki devrimci, ilerici, örgütlü kadınların yıllar boyu süren mücadelesiyle elde edilmiş kazanımlar. Ancak kadın hâlâ görünür değil. Sosyalist iktidarın toplumsal cinsiyet ayrımını silikleştiremediğini iddia eden feminist akımların tüm dünyada yükselmesi de kapitalistemperyalist dünyada sözü edilen özgürlük alanlarının karanlığa doğru yuvarlanmasını engelleyemedi. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra kadın haklarında da ciddi bir gerilemeden söz etmek mümkün. Son on yılda dünyada ve Türkiye’de yaşanan değişimler ile kadını daha fazla eve, anneliğe ve “dişiliğe” hapseden burjuva ideolojik girdiler çeşitlendi, araçları güçlendi ve bu etkilenimler derinleşti. Somut olarak içinden geçtiğimiz kesite ilişkin konuşacak olursak, TKP’li kadınlar, 2. Cumhuriyetin kadın anlayışı ile nasıl mücadele edecek? Uİ: AKP’nin kadın anlayışı gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zihniyette cisimleşiyor. Sınıfın partisi olarak da bu zihniyetin hem kendisiyle hem de toplumsal yansımalarıyla mücadele ediyoruz. TKP’li kadınlar halk ve kadın düşmanı ideolojiyle kavga etmeye hazırlar. “Kadın erkek eşitliğini kabul etmiyorum, kadına şiddet abartılıyor” diyen bu ülkenin başbakanından, “Kürt kuma almak savaşı çözer” diyen bir belediye başkanından, “işsizlik oranını kadınlar artırıyor” diyen dönemin devlet bakanından hesap soracağız. Bugün 2. Cumhuriyet’in kadın anlayışıyla mücadele etmek demek, 3. Cumhuriyet’in sosyalizm olması için örgütlü mücadele etmek demektir. Bu açıdan Kongremiz kararlarının yol gösterici olduğuna inanıyorum. Sosyalizm mücadelesinde kadınların yaşadıkları ek zorluklar var mı? Sosyalizm mücadelesinin gerekleri kadınların daha fazla yük almalarına neden oluyor mu? GM: Gözardı edilemeyecek bir gerçek var. Kadınlar daha kolay ilişki kuruyorlar çevreleriyle. Yanlış anlaşılmasın, bizi böyle yapanın doğamız değil tarihimiz olduğunu düşünüyoruz. Üretim ilişkilerinin izinde, tarihsel kalıtımımız bu diyelim, doğa yasası filan değil. Dolayısıyla sosyalist mücadelede
kadınlarının mesaisi, bu yeteneklerinden ötürü daha yoğun oluyor. Diğer yandan malum toplumsal roller var. İşine gideceksin, evini temizleyecek, çocuğuna bakacaksın, kendine bakacaksın, bir de sevdiklerin var, onlarla hoş zaman geçirmen gerekecek vs.. Bunlara burun kıvırmanın ilericilik olarak tanımlandığı bir parti olmadığımızdan eminiz ancak bu işleri devrimci bir içerikle yeniden paylaşmanın üstesinden de çok iyi gelemiyoruz. Bu konuda tüm kadınları inat etmeye çağırmak gerekiyor, insanın kendi hayatına hakim olması, kendi hayatına dair devrimci bir müdahalede bulunması, yakınlarını ilerici bir değişime ortak etmesi bu rollerin tarihsel içeriğinin yeniden yazılmasının en temel adımları olsa gerek. Buna öncülüğü komünist kadınlar yapamayacak da kim yapacak ? TKP içinde erkek üstünlüğü, kadın-erkek eşitsizliği sizce var mı? Toplantılarda, parti çalışmalarında bu etkileri hissediyor musunuz? Uİ: TKP devrimci bir parti. Dolayısıyla da egemen ideolojinin cinsiyetçi, ayrımcı, kadın düşmanı zihniyetini meşrulaştıracak söylemlerden ve davranışlardan uzak durmalı, çoğunlukla duruyor da. Parti içi kültür, sosyal yaşam bunu gerektirir. TKP, cinsiyet ayrımı yapmadan ve bu ayrımcılığa kafa tutarak yaklaşır. Bununla birlikte partinin hiyerarşik yapılanmasında kişinin cinsiyeti değil, mücadeleye koyduğu katkı ve işçi sınıfı mücadelesini yükseltici becerilerin olup olmadığı kriterdir. Ancak, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin kimi alışkanlıklarla içselleştirilmesine izin vermemeliyiz. Kapitalizmin erkekliğe ve kadınlığa yüklediği değerlerle kavga etmeliyiz. Partide kota uygulaması yok ancak kadınların daha fazla sorumluluk alması için neler yapılabilir? GM: Eğitimleri çok önemsiyoruz, eğitimcilerin kadın olmasını gözetiyoruz. Yönetici kurullarda bir tercih yapmamız gerektiğinde, eşitler arasında kadın yoldaşlarımızda diretilmeli diyoruz. Birimlerden alanlara, örgütlenme skalasının her ayağında mutlaka kadın sorumlular olmalı diye düşünüyoruz. Bu konuda da yol almamız gerekiyor.
18 POLEMİK 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Cepheleştiremediklerimizden misiniz?
Bir muhasebe yazısı Cepheleşme Çağrısı’nın dününü, bugününü, belki olası geleceğini değerlendireceksek, çıkış noktamızın 2009 yazı olmasında yarar var. TKP’nin 2009 yazında yaptığı değerlendirmeler ve sonrasında “güçbirliği çağrısı” yapan mektubu 2011 Haziran seçimleri ile birlikte kapanan bir dönemi açıyordu aslında. 2011 Haziran seçimlerinde bu dönemin neden ve nasıl kapandığını sonraya bırakarak 2009’u kısaca hatırlatalım.
eşlik ettiğini hatırlatmamıza sanırım gerek yoktur. TKP Siyasi Bürosu 2009 sonbaharında ÖDP, Halkevleri ve EMEP’e bir mektup ulaştırdı. Kabaca sosyalist solda bir güçbirliği önerisini içeren mektup, yukarda andığımız görev ve olanakların değerlendirilmesi amacıyla hazırlanmıştı. Arayışımız açıktı: Türkiye bir yandan bir çözülüşü ve öbür yandan bir gerici yapılanmayı yaşarken bu sürecin ortaya çıkardığı toplumsal tepkileri yanına çekmek, uzamış
genetik bir dirence sahip. Bu arkadaşlar, sosyalistlerin toplumsal mücadele alanlarında var olmaları, öncü olmaları, etkin olmaları gerektiğini düşünüyorlar ama bunun bir “eksene” bağlanması, sosyalist hareketin sadece toplumsal muhalefetin her düzleminde varlık gösteren değil, toplumsal muhalefeti belirli bir programatik çıkışa, sosyalizm hedefine yönlendiren bir güç olması fikrine pek ısınamıyorlar. 2. Sosyalistlerin bir ayrı odak,
“2010 yılının Ekim ayında yapılan ‘Cepheleşme Çağrısı’, parti yönetiminİN bıraktığı boşluklar nedeniyle kısa süre içinde sol parti ve örgütler arası işbirliği eksenine kaymış, konunun toplumsal direnç odakları yaratma ve güçlendirme boyutu ihmal edilmiştir. Bugünkü koşullarda ‘cepheleşme’ bir ihtiyaç olmaya devam etmekle birlikte, gerekli altyapısı oluşuncaya kadar geri çekilmiştir.” Temmuz 2011, TKP 10. Kongre Raporu Bu tarih “devletin çözülmesi”, “Cumhuriyetin tasfiyesi” ve “yeni Osmanlı” gibi terimleri bolca sarfettiğimiz kritik bir “yeni evreyi” tarif ediyor. 2009 yazına girerken Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, bir sürecin “yeni evresini” tespit etmiş oldu: AKP’yi merkez alan bir dönüşüm süreci geri dönülemez bir noktaya gelmişti ve harekete geçirdiği dinamikler kadar karşısına aldığı, uyandırdığı ya da kavgaya zorladığı dinamikler açısından da “maçın sonuna yaklaşıyordu.” Türkiye sosyalizminin bu noktada mevcut siyasal/toplumsal karşıtlıkları yeniden düzenleyecek, gerici “yeni düzen” arayışlarına karşı kararlı bir güç olarak sahnede yerini alırken, kendi bağımsız hattını da toplumun karşısına çıkaracak bir atılıma ihtiyacı vardı. Gerici, piyasacı ve amerikancı niteliklerinden kuşku duyamayacağımız yeni düzen arayışı adım adım hedefine yaklaşırken, devlet ve düzen cephesindeki direnci kırmış, kimi noktaları teslim almaya başlamış ve öte yandan kapsayamadığı/kapsayamayacağı toplumsal dinamikleri de iyice belirginleştirmişti. Bu koşullarda sosyalist alternatifin, Türkiye solunun devrimci sosyalist birikiminin sahne alması, toplumsal güçlerle buluşması, kendi mücadele eksenini AKP gericiliğinin karşısına çıkarması mümkün ve gerekliydi. Bu saptamaların “gerici Cumhuriyet düşmanlığının karşısında çıkış yolu sosyalist bir cumhuriyetten başkası olamaz” belirlemelerine
bir dönemin sonunda gerçek bir siyasal özne olarak ülkeye müdahale etmek sosyalistlerin önündeki bir görev ve olanaktı. AKP’nin “saldıran taraf” olarak belirlediği bir gerilim ekseninde düzen içi tepki ve direnç noktaları yavaş yavaş tükenirken, solun kendi doğal toplumsal tabanını yanına çekme olanakları da belirginleşiyordu. Açık konuşmak gerekirse 2009 sonunda belirlediğimiz “görev ve olanaklar” tarihsel bir değere sahipti. 1. Sosyalizmin gericilik karşısında bir alternatif olarak siyasal alanda öne çıkması mümkündü. 2. Uzun bir dönem boyunca sosyalizmin etki alanında at oynatan, solu bulanıklaştırmak, paralize etmek, giderek tasfiye etmek için etkinlik gösteren liberalizm ve milliyetçilik gibi akımlarla kapsamlı ve birleşik bir hesaplaşmanın olanakları çok artmıştı. 3. Aleviler, direnen işçi kesimleri, köylülük, aydınlar ve kimi meslek gruplarında “noktasal” olarak ortaya çıkan direnci birleştirmek ve ideolojik silahlarına kavuşturmak mümkündü. Güçbirliği önerisinin daha sonra Cepheleşme Çağrısı’nda olduğu gibi geçiştirildiğini söylemek durumundayız. Bu geçiştirmenin nedenlerini ve nasılını bir miktar sergilemekte yarar var. 1. Özellikle Halkevleri ve ÖDP, verili toplumsal dinamiklere gözünü diken “hareketlerle” yetinme, ucu programatik açılımlara çıkacak “toparlama girişimlerinden” uzak durma konusunda neredeyse
bir bağımsız güç olarak toplumun karşısına çıkmasının onları daraltacağı, bir biçimde yan yana geldikleri başka siyasal/toplumsal dinamiklerden ayrıştıracağı gibi bir hesabı yapıyorlar. Açık konuşalım, Halkevleri teorik planda zaman zaman ultra solu, zaman zaman marksist indirgemeciliği zorlayan üretimleri ile karşıt bir biçimde siyasal pratikte CHP’cilik ile (CHP değil) ters düşmeyi göze alamıyor. Açık konuşalım, “Kürt hareketi ile muhakkak yanyana durmalıyız ama bunun hakkını vermek için ayrı bir özne olarak güç kazanmamız gerekir” fikrini dilinden düşürmeyen ÖDP, Kürt devrimcilerinin kapladığı alanda ayrı ve kişilikli bir sosyalist gücün ortaya çıkmasının yaratacağı kaçınılmaz gerilimleri göze alamıyor. 3. 1990’lı yıllarda soldaki liberal deformasyondan çeşitli vesilelerle payına düşeni almış olan Devrimci Yol geleneği her iki hareket örneğinde de liberalizmle hesaplaşmayı yüzeysel ve toplumsal değeri sınırlı noktalardan hareketle gündemleştiriyor. Gericiliğin jakobenizme savaş açtığı, her türlü öncü çıkışı “halktan kopuklukla” yaftaladığı, liberallerin kitle kuyrukçuluğunu ustaca sol standart haline getirdiği bir dönemi pas geçtikten sonra “Mahir Çayan’a toz kondurmama”nın ötesine geçemeyen bir hesaplaşma düzlemi ülkemiz solunun önemli bir geleneğinin doğru yerde mevzilenmesini sağlıyor ama etkili bir ideolojik mücadele hattını çizmeye yetmiyor. Bu sorunlara daha psikolojik/tak-
tik sorunları ekleyebiliriz. ÖDP de Halkevleri de hamama girmek istiyor ama terlemeyi göze alamıyor. Sağına soğan koyunca, solda hemen sarmısak arıyor. AKP merkezli 2. Cumhuriyet’in saldırıları karşısında ilerici bir hattı korumak, bu hat üzerinden gerici saldırıya karşı koyma gereğinin hakkını vermek yerine “TKP gibi ulusalcı olmamak” adına ideolojik mücadelenin kaldıramayacağı bir dengeciliğe mahkum oluyorlar. Kürt sorununda sosyalistlerin önemli meselesinin Kürt halkının ve Kürt hareketinin “sol eksene” giderek yabancılaşması daha doğrusu bu ekseni pragmatik bir “yedekleme” arayışı ile değerlendirmesi olduğunu görüyorlar ama sosyalizmi devreye sokmanın çözümü devrimden sonraya ertelemek anlamına geleceği demagojisi karşısında dirençsizler, Kürt hareketine ve Kürt halkına dönük yapıcı bir sosyalist politikanın olanaklarını tartmak bu konuda sabırlı ve çalışkan olmak yerine “politika” yapmayı tercih ediyorlar. Cepheleşme Çağrısı sonrasında yaşananlarda da benzer sorunları yaşadığımızı söyleyebiliriz. Elbette bu sefer iğneyi kendimize batırmayı ihmal etmeden. İsterseniz bununla başlayalım. TKP olarak Cepheleşme konusunda neyi bulanıklaştırdığımızı, herkesin kendi rotasını çizerken “aslında son tahlilde hepimiz bir biçimde cepheleşiyoruz”a getirerek meseleyi sulandırmasına nasıl izin verdiğimizi ortaya koyalım. 1. Cepheleşme çağrısı, canı yananların, direnç gösterenlerin, AKP’yle kavgası olanların yanyana durması, tepkiyi ve direnci birleştirmeleri olarak indirgendi. Oysa cepheleşme aynı zamanda sol, sosyalist bir programatik doğrultu ile cepheye bir düzen verme arayışına denk düşüyordu. “Aleviler, işçiler, sendikacılar (!), solcular birlikte dursunlar”ın yetmeyeceğini, bunun özellikle yerel ölçeklerde zaten yapıldığını, somut ve bütünlüklü bir toplumsal alternatif olarak ortaya çıkmak için bunun yetmeyeceğini düşünüyorduk. Doğrusu, sekterlikten kaçalım, toplumsal dinamiklere dönük kapsayıcılığımızı zayıf düşürmeyelim derken ülkemiz solundaki programsızlık ve “birlik olsun, hareket olsun gerisi önemli değil” eğilimini bastırmayı başaramadık. Cepheleşmenin programatik bütünlük ile toplumsal zenginliği birleştirebileceği bir momentte büyük bir fırsat olduğunu düşünürken, bu fikrin
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST sulandırılmasına bizzat kapı açtık. 2. Referandum sırasında oluşturulan Hayır cephesinin liberalizmle hesaplaşma, gericilik karşısında mevzilenme gibi başlıklarda kendi başına “sayfa kapatan” bir kazanım olduğu yönündeki yaygın algıyı sorgulayamadığımız ölçüde ancak solda da bir hesaplaşma yoluyla açılabilecek bir sayfayı açamadık, bu şekilde açamayacağımızı görememiş olduk. Sosyalistlerin Hayır! Cephesi “aslında boykot da iyi oldu” söylemleri ile sulandırılmaktayken biz bu zeminin gücüne fazlaca güvendik. EMEP, ÖDP ve Halkevleri referandum sürecinde boykot tavrının AKP ile bir anayasa pazarlığı sonucunda şekillendiğini unutup boykotun özellikle Kürt illerinde kazandığı başarıyı “AKP’ye vurulmuş bir tokat” olarak alkışlarken biz sessiz kaldık. Oysa, AKP’nin anayasa tartışmaları üzerinden Kürt hareketini bir uzlaşmaya zorlayamamış olmasını kutlarken, uzlaşma zemini arayışlarının bitmediğini görmek gerekiyordu. Aslında aynı nokta: Sosyalist hareket bağımsız bir ekseni oluşturamadığı sürece Kürt hareketinin düzenle çatışma/mütareke pratiklerinde de başka unsurların belirleyicilikleri artacak, devrimci çıkış arayışları değil, uzlaşma masasına güçlü oturma ilkesi öne çıkacaktı. 3. Cepheleşmenin sosyalist hareket için taşıdığı anlam, “örgütlerin yanyana gelmesi” değil, sosyalizmin ülkemizdeki siyasal gerilimlerin merkezine bütünsel bir özne olarak
yerleşmesiydi. Cepheleşme gündemi ÖDP, Halkevleri ve EMEP’in TKP ile birlikte bu işi örüp örmeyecekleri sorusuna kilitlenince bir bakıma çalışmanın bu özü de yitirilmiş oldu. Bunun iki sonucu oldu. Birincisi, Cepheleşme çalışmasına umutla bakanlar da umutlarını (hiç de gerekmeyen bir biçimde) “koalisyonun” gerçekleşmesine endekslediler. İkincisi, örgütlü muhataplarımız objektif siyasal değerlendirmeleri geriye itip iç ve dış hesaplarıyla sürece dahil oldular. Kongre kararımızda ifade edilen bir noktayla bitirebiliriz. “Bugünkü koşullarda ‘cepheleşme’ bir ihtiyaç olmaya devam etmekle birlikte, gerekli altyapısı oluşuncaya kadar geri çekilmiştir.” Yukarda 2009 yazından bu yana (ülkedeki siyasal gelişmelere paralel olarak zayıflamaktan çok güçlenen nedenlerle) cepheleşme ihtiyacının çerçevesini çizmiş olduğunu söylediğimiz veriler yerinde duruyor. “Bu verilerin hakkını vermek artık bütünüyle bize, TKP’ye düştü” diye bakmıyoruz. Öte yandan belli ki sosyalist solda bazı politik görevlerin hakkını vermek için yol almak gerekiyor. Kendi alacağımız yol için bir şeyler söyleyebilir, kendimize kefil olabiliriz. Başkaları adına konuşmak ise elbette mümkün değil ve şık olmaz.
Mehmet KUZULUGİL
POLEMİK 19
Sorun ‘Kürtler’ mİ? Cepheleşme Çağrısı’nın ardından yapılan çalışmalar, Çatı Partisi girişimi, seçim politikaları... Bunların hepsinde Türkiye Komünist Partisi’ne ilişkin ilginç bir konumlandırma çabası var. EMEP’in siyasal akıl açısından mı yoksa siyasal ahlak açısından mı değerlendirsek bilemediğimiz kolaycılığı bu konumlandırma çabasına damga vuruyor. Cepheleşmeden seçim bloğuna TKP’nin sorunu, örneğin EMEP ile arasındaki mesafe bu şekilde ifade ediliyor: Herkes Kürt hareketi ile birlikte yürümenin olanaklarını arıyor, TKP ise Kürtlerden uzak durmak istiyor! Bunun dışında bir fark yok, sorun yok, açı yok! Oysa Kürt hareketi ile sosyalistlerin nasıl ilişkileneceği konusu bir sonuç. TKP diyor ki, sosyalist bir odak, sosyalizmin temel toplumsal sorunlara ilişkin çözümünü ve politik gerilimlere ilişkin tavrını temsil edecek bir çıkış merkezi
önemdedir. Kürt hareketi ile ilişkilerde de, Kürt sorununa dönük sosyalist müdahalede de bu öncelikli veri olabilir. Kendi konumunu örneğin demokratlardan ayıramayan bir sosyalist hareket, politika yapmaya çalıştığında kaçınılmaz olarak fırsatçı, kullanmacı bir konum alacaktır. Açıkça söyleyebiliriz, “Sol ya da sosyalist tanımlarını kullanmayalım” diyen “cepheleşme toplumsal muhalefet dinamikleri üzerinden olmalıdır, sosyalist tanımından uzak durulmalıdır” diyen, “işçinin sağcısı solcusu olmaz, emek güçleri kendilerini solculuk ile tanımlayamaz” diyen bir EMEP, TKP ile yanyana gelememiştir. Esasen bu arkadaşlar için, TKP ile Kürt hareketi arasında bir yakınlaşma istenen ve “sonunda dediğimize geldiler” denilecek bir gelişme değil, can sıkıcı bir gelişme olur.
20 MARKSİZM 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Devrim mi, ayaklanma mı? rite ve merkezionlar (anarşistler) oto “Bana öyle geliyor ki, vrimden daha e kullanıyorlar. Bir de leşme terimlerini kötüy ki, insan, rum, bana öyle geliyor otoriter bir şey bilmiyo mermilerinin ek rına bombaların ve tüf e olduğu kendi iradesini başkala erd ml iği zaman, bütün devri nü’nün desteğiyle kabul ettird mü Ko ris rite eylemi vardır. Pa enin rit gibi, burada da bir oto oto ve bir merkezileşmenin hayatına mal olan şey, sonra otoriteyi vb. eksikliğidir. Zaferden ama savaş için bütün ne yaparsanız yapın, bir ktada birleştirmeli ve güçlerimizi bir tek no oriOt . yız alı rm ştı yoğunla tek merkezi saldırıda ve eden, her türlü koşul teden ve merkezileşm ilecek iki şey gibi söz durumda mahkum ed konuşanlar devrimin edildiği zaman ya böyle r ya da bunlar yalnız ne olduğunu bilmiyorla gibi geliyor bana.” sözde devrimcilerdir (Engels)
Tunus’ta 17 Aralık günü mallarına ve arabasına zabıtaca el konan seyyar mevze-sebze satıcısı Muhammed Bouazizi isimli üniversite mezunu gencin kendini yakması ile başlayan olaylar 14 Ocak’ta diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesi ile sonuçlanacak büyük eylemlerin fitilini ateşlemişti. Tunus’taki gösterilerin devlet başkanını ülkeden kaçmak zorunda bırakmasının ardından yayılan isyan dalgası Mısır’a ulaştı ve
“Devrim bir savaştır. Tarihte bilinen bütün savaşlar içinde tek meşru, haklı, adil ve büyük savaştır. Rusya’da bu savaş ilan edildi ve başladı” (Lenin)
“Reform çabalarını ya lnızca enine doğru ge nişletilmiş bir devrim, devrimi ise sık ıştırılmış bir reform ola rak düşünmek temelde yanlış olu p tarihsel dayanaktan yo ksundur. Sosyal bir devrim ve yasal bir reform zama n süresinden dolayı değil yapılarınd an dolayı farklı mome ntlerdir. Siyasi iktidarın kullanımıyla yapılan tarihi devriml eri n tüm sırrı, nicel değişimlerin yeni niteliğe dönüşümlerind e yatar, daha somut ifade edilir se, tarihi bir dönemin, top lumsal bir düzenin bir başkas ına geçişinde yatar. Bu nun için, kim siyasi iktidarın ele ge çirilmesine ve toplum un dönüştürülmesine karşı ya da ye rine yasal reform yolun u seçerse, bununla aynı hedefe varmak için daha sakin , güvenilir ve daha yavaş bir yolu se çmiyor, aynı zamanda bir başka hedefi, yani yeni bir top lumsal düzene geçiş yerine eski düzenin önemsiz düze ydeki değişimini seçm iş oluyor. Böylece revizyonizmin siyasi görüşü, ekonom ik kuramının vardığı yere varıyor: as lında sosyalist düzenin uygulanmasını değil, kapitalist düzenin reforme edilm es ini, ücret sisteminin kaldırılmas ını değil, sömürünün az ya da fazla olmasını, kısaca kapit alizmin kendisinin ort adan kaldırılmasını değil de, kapit alist dalların kaldırılm as ını hedeflediği görülmekte.” (Rosa Luxemburg)
onbinlerce Mısırlı, Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in baskıcı, yoksullaştırıcı ve yolsuzluklarla çürüyen iktidarına karşı sokağa döküldü. Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları, hem hakim medya tarafından hem de sol kesimlerde bundan böyle “Arap Devrimi” olarak adlandırılacak bir sürecin de başlangıcıydı. Hatta bu ayaklanmalara tarihsel önem yakıştırmak ve onların gerçek bir devrime dönüşeceği konusunda temkinli davrananlar halka inanmamakla, kendiliğinden halk hareketlerini küçümsemekle itham edildiler. Peki, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından inşa edilen yeni emperyalist düzenin dayattığı dönüşüm baskısına artık cevap veremeyen eskimiş Arap iktidarlarının bu yeni neoliberal düzene ayak uydurmak uğruna yaptıkları denemelerin mevcut yapısal zayıflıklarını daha da belirginleştirerek kırılmalara yol açtığı
bu ülkelerde yaşananlar gerçekten birer devrim midir? Ya da bir halk ayaklanmalasını gerçek bir devrim yapan o şey nedir? Devrimleri önceleyen devrimci süreçler elbette halk mücadelelerinin yükseldiği, bu mücadelenin siyasi iktidarı örselemeye ve başka türlü davranmaya zorladığı, ülkenin siyasal dengelerinin hızla değiştiği ve yeni siyaset yapma biçim ve artaçlarının ortaya çıktığı dönemlerdir. Ancak her devrimci süreç devrimle taçlanmaz. Halk ayaklanmaları, eski düzeni zayıflatabilir (Tunuslu Bin Ali’nin ülkeden kaçmasını düşünün) ve hatta rakip iktidar merkezlerine yol açabilir (Mısır’da Tahrir Meydanı’nın simgelediği potansiyeli düşünün) ve daha da fazlası sahneye yeni aktörler (Mısır’da Müslüman Kardeşlerin yıllardır bekledikleri bir fırsatı yakalandıklarını düşünün) çıkmasına neden olabilirler. Ancak tüm bunlar devrimci süreçlere içkin olan, eski düzenin yeniden inşa edilmesi ihtimalini, yani restorasyonu ya da karşı-devrimciliği bertaraf etmeye yetecek unsurlar değildirler. Bir devrim, iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçtiği tarihsel bir uğraktır. Karşı devrim ve restorasyon olasılıkları, gelişmeleri mevcut iktidarın yeniden yapılandırılması ya da egemen sınıfın farklı bir iktidar biçimiyle egemenliğini sürdürmesi amacıyla yönlendirebilecek aktörlerin varlığı demektir. Bir devrimse, karşı devrim ve restorasyon olasılığının karşısında az-çok belirgin bir ideolojik-siyasal yoğunlaşmayı, bu yoğunlaşmanın öne çıkan ve gelişmelere öncülük eden siyasal özneleri gerektirir. Burada tarihe farklı doğrultuda yön vermeye çalışan ve zaman içinde daha belirgin hale gelen kuvvetler, fikirler, programlar söz konusudur. 16. yüzyıldan itibaren meydana gelen tüm siyasal ayaklanmalar, henüz devrim dediğimiz o şeye gerçek rengini veren Fransız Devrimi’ne yani 1789’a kadar devrim olarak adlandırılıyorlardı. Bu ayaklanmaların çoğu kendilerini “siyasal iktidarın varolan kurulu düzende bir bozukluğa sebep olduğu” ifadesini taşıyor ve “eski güzel günlere dönüş” özlenmini yansıtıyorlardı. Kısacası, Fransız Devrimi öncesi devrim denilen şey büyük ölçüde muhafazakardı. Fransız Devrimi’yle beraber, devrim artık
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST kendisinden bir daha asla geri alınamayacak o niteliği yani “bir devrim hep ilerici olur” şiarını kazandı. Bu nedenle tek başına siyasal iktidarın sahibinin değişimi değil, değişen siyasal iktidarın üretim ilişkilerinde de bir sıçrama/ilerleme yaratmasıdır devrim. İnsanı, onu kendine yabancılaştıran tüm unsurlardan yani kölelikten, yani bağnazlıktan ve hatta efendilikten kurtarmayan bir ayaklanma devrim olamaz. Ayaklanmalar, insanın bütün bunlara yani köleliğe, yani karanlığa boyun eğmediğini gösteren, olası bir devrimin tarih önceleridir. Ayaklanmaların bu ruhunu devrimci bir stratejiye tahvil edecek bir öncü örgütlülük olmazsa devrim geriye düşer. Öte taraftan, kendilerinden daha radikal bir güce, bir öncü örgüte hayat vermeyen kitle hareketleri, egemenler tarafından kolaylıkla kriminalize edilirler. Ayaklanmalar, insanlık onurunu geri almanın bir şartı ancak yeterli koşulu değildir. Ayaklanmaların sonrası mutlaka bilinçli politik eylem gerektirir. İşte, bir devrim momentinde ayaklanmaları devrime yöneltebilecek bilinçli politik eylemi yapacak bir öncü iktidarı hedeflemezse, kirli uzlaşmaları ya da gerici dengeleri tartışanlar sahneye çıkarlar. İktidar-
dan kaçış, bir ayaklanmanın doğması mümkün olan devrimi boğduğu o anın ta kendisidir. Bu nedenle de, devrimci süreçlerde ortaya iki zıt bloğun çıkması devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Bu iki (ya da daha fazla) bloğun ideolojik, örgütsel ve iktidar hedefleri açılarından birbirinden ayırt edilebilmesi ve insanları tercihe yöneltmesi gerekir. Sonuç olarak, halk ayaklanmalarının bir devrime dönüşmesi için sahip olması gereken bu üç özellik, yani ideolojik yönelimler; halk hereketini ileri çekecek bir öncü örgütlülük ve siyasi iktidar hedefi olmazsa olmazlardandır. Fakat son kertede, bu üç öğeyi de belirleyen, onları devrim yapan şey iktidarı arzulayan bloğun ilerici bir gündemi olmasıdır. Yoksa, karşı-devrimlere de devrim denmesi gerekir ki bunu yapanlara bugünlerde çok fazla rastlanıyor. Devrim kavramını da özgürlük kavramı konusunda solun uğradığı mağlubiyete teslim etmeyecek ve sağa kaptırmayacaksak, geri dönmenin mümkün olmadığı o noktanın yani devrim anının ileriye işaret etmesi gerekir. Aksi bir tanımlama halinde, önce Fransız ardından da Ekim Devrimiyle gerçekleşen büyük tarihsel devrimlerin meşruiyet ve değerini zayıflatmış oluruz.
MARKSİZM 21
Yenilseler bile devrim diyemez miyiz? Arap dünyasında yaşananların niteliğini yalnızca sonuca bakarak değerlendiremeyiz elbette. Tarihte birçok yenilgiye uğrayan devrim, o soylu sıfatı taşımaya devam etmiştir (1905 Rus Devrimi gibi). Ancak tartıştığımız örnekte hem devrimci bir odak somut bir siyasal iktidar hedefiyle hareket etmediği
hem bir bütün olarak sürece devrimci güçler değil, restorasyoncu hatta karşı devrimci güçler hakim olduğu için hem de sürecin parçası olan ülkelerin bir bölümünde “halk ayaklanması”nın neredeyse bütünüyle emperyalist merkezlerce tetiklendiği açıkça ortaya çıktığı için “devrim” sözcüğünden uzak duruyoruz.
OKUYORUZ... GEREKİYORSA BİR KEZ DAHA! Sol Komünizm ve “devrim teorisi”: Devrim nedir, nasıl yapılmaz? Birinci Dünya Savaşı ertesi Avrupa’nın pek çok ülkesinde devrimci ayaklanmalar baş gösterir. Savaşın emekçi kitleler nezdinde ağır insani ve ekonomik maliyetinin yarattığı tepki, sermaye sınıfını zayıf düşüren siyasal krizle birleşir; özellikle Almanya gibi sınıf örgütlülüğünün gücünü koruduğu ülkelerde devrimci ayaklanmalar patlar. Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı başlıklı kitap, 1920 yılında, Avrupa’daki bu devrimci ayaklanmalar dalgasının başarısızlıkla sonuçlanmasının hemen ardından Lenin tarafından kaleme alınır. Kitabın temel sorusu, Rusya’da sadece bir-iki yıl önce devrimle sonuçlanan ayaklanmaların Avrupa’da neden başarısız olduğudur. Dolayısıyla Lenin bu kitapta, Rus devriminden çıkarılması gereken derslerden hareketle, bir “devrim teorisi”nin temel taşlarını ortaya koyar. Lenin’e göre Bolşeviklerin ayaklanmayı devrime taşımasını sağlayan temel unsurlar, aynı zamanda tüm dünyada işçi sınıfı devriminin evrensel önkoşullarına işaret eder. Öncelikle, bir işçi sınıfı devrimi için kendini her türlü burjuva ideolojisinden arındırmış; ideolojik, politik ve örgütsel olarak bağımsız komünist partiler gerekir. Lenin’in kitap boyunca komünistlere Avrupa sosyalist hareketi içindeki menşevizmle hesaplaşma çağ-
rısında bulunmasının ardında bu yatar. Birinci Dünya Savaşı boyunca komünistlerin, savaşta kendi hükümetlerini desteklemeye varan sosyal demokrat sağcılıkla (II. Enternasyonal ihanetiyle) açık ve tam boy bir hesaplaşmadan kaçınmasının bedelidir, ayaklanmaların başarısızlığa uğraması. Komünist partilerin varlığının yanında, bir ayaklanmayı devrime taşıyan şey, devrimci partinin siyasal öncülük fonksiyonudur. Yani işçi sınıfı adına iktidarı arayan komünist parti, sınıfın gündelik çıkar ve taleplerini sosyalizm hedefine bağlamak zorundadır. Bu ise, partinin burjuva ideolojisinden bağımsızlığına ek olarak, bütün siyasal strateji ve taktiklerini, işçi sınıfı ve en geniş emekçi yığınlarla bağ kurmaya yoğunlaştırmasını gerektirir. Kitapta gerici sendikalarda çalışma ve parlamento seçimlerine katılma konusundaki tartışmanın özü budur. Devrimci ayaklanma dalgasının geri çekildiği, gericiliğin yükseldiği bir dönemde, komünist partilerin kendine “steril alanlar” yaratarak sınıfı buraya çağırmasını, sendika vb. işçi örgütlerini sağ oportünizme terk etmesini “sol sapma” olarak adlandırır. Özellikle parlamento boykotu önerisini eleştirirken, devrimin bir diğer önemli ilkesinin daha altını çizer Lenin: Komünist partiler, sermaye
sınıfının iç çatlaklarının yaratacağı krizlere de hazır olmalı; devrimin hazırlığı bu alanda da bir silahlanmayı gözetmelidir. Çünkü devrimin koşullarından biri de, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi, yani kapitalist düzenin “içeriden” de zaafa uğramasıdır. Öte yandan, parlamentoya katılımın kapitalist düzene meşruiyet aşısı anlamına geldiği durumlarda, 1905 Rus devrimi arifesinde Bolşeviklerin yaptığı gibi parlamento boykotu, devrimci siyasetin bir aracı haline gelebilir. Buradan “devrim teorisi”nin bakiyesine kalan, her koşulda gerici sendikalarda çalışmak ya da her koşulda parlamenter mücadele zeminini önemsemek değildir; asıl olan, devrimci ayaklanmaların bastırıldığı gericilik dönemlerinde dahi sınıfla parti arasındaki örgütlü bağın ve siyasal öncülük ilişkisinin zaafa uğramasına izin vermemektir. Kısacası, devrim kuşkusuz her ülkede ve her dönemde kendi somut denge, denklem ve stratejilerini yaratır; ama işin bir de “teorisi” vardır: İşçi sınıfı iktidarını siyasal programının başına yazmış bir komünist parti olmadan, bu partinin siyasal öncülüğünde örgütlenmiş emekçi yığınlar olmadan, hiçbir ayaklanma sosyalist devrimle taçlanmaz.
Avrupa’da yaklaşık on yıl arayla işçilerin iki komşu ülkede nasıl ayağa kalkıştığına, devrimci bir önderliğin yokluğunda ya da yeterince donanımlı olmaması koşullarında yaşanabilecek trajedilere, işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak özgün tarihsel kesitlerde nasıl yaratıcı ve girişken olduğuna, sosyal demokrasinin büyük ihanetine ve ikiyüzlülüğüne iki kadın yazarın kaleminden tanıklık ediyoruz: Larissa Reissner, Hamburg Barikatları ve Anna Seghers, Şubat’tan Geçen Yol.
22 MARKSİZM
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Arap Dünyasında ‘Sözde Devrim’,
MARKSİST LENİNİST ARAŞTIRMALAR MERKEZİ mlam.tkp.org.tr
MAYIS AYINDA MLAM.TKP.ORG.TR ADRESİNDE YAYINLANAN GELENEK DERGİSİNDE ORTADOĞU’DAKİ GELİŞMELERE İLİŞKİN ALPER BİRDAL, AYDEMİR GÜLER, KEMAL OKUYAN VE ÖZGÜR ŞEN’İN KATILDIĞI BİR YUVARLAK MASA TARTIŞMASINA YER VERİLDİ. SURİYE’YE DÖNÜK MÜDAHALELERİ BU DENLİ YOĞUNLAŞMADAN VE KADDAFİ NATO GÜÇLERİ VE İŞBİRLİKÇİLERİ TARAFINDAN DEVRİLMEDEN GERÇEKLEŞTİRİLEN BU TARTIŞMAYI ÇOK AZ KISALTMAYLA KOMÜNİST SAYFALARINA TAŞIYORUZ.
Özgür Şen: Doğru... Zaten tartışmamız gerekenlerden biri de bu: Neden bu kavramda, bu adlandırmada bir kısım solcu, emperyalist dünyanın sözcüleriyle ortaklaşmakta aceleci davrandı? Ama elbette önce “devrim”i bir kavram olarak kurtarmamız gerekiyor.
edilen ilerlemelerin siyasi iktidardan hareketle deforme veya iptal edilebileceği de bilinmek zorundadır. Devrim kavramı, aynı zamanda konumlanışa dair kuvvetli bir ipucu veriyor. Konumlanışın ise ülkeden ülkeye değişmesi gerektiği anlaşılıyor. Örneğin emperyalizmin jandarması olarak Suudi Arabistan’ın müdahale ettiği Bahreyn’de durum farklıdır, emperyalizmin muhalefetle birlikte hükümet devirmeye yöneldiği Libya’da farklı… Devrim kavramı bu açıdan tahammül edilemeyecek kadar riskli hale geldi. Bir de etkisiz solun içine itildiği dönüşüm meselesi var. Emperyalizmin olumlu rol üstlenebileceğini kabul eden ve bunu karakteristik özelliklerinden biri haline getiren bir sol şekillensin isteniyor. Devrim kavramı burada işlev kazanıyor. Açıkçası Sovyetler Birliği sonrası dünya solunun liberalleşme sürecinde içinde bulunduğumuz momentin çok kritik olduğunu hissediyorum. Bu sürecin durdurulması gerek. Ne pahasına olursa olsun. Liberalleşmeye, siyasal iktidar perspektifinin terkine ve bütün bunların aşırı romantikleştirilmiş bir devrim söyleminin katalizörlüğünde hayata geçirilmesine karşı ne yapacağız? Kuşkusuz siyasal etkimizi arttırmaya çalışacağız. Düğümü aklı başında solun güçlenmesi çözecek, çözecekse… Ama o zamana kadar aklımızı sağlam tutmaya büyük özen göstereceğiz. Liberalleştirmeye, iktidarsızlaştırmaya panzehir özne ve örgüt, politik irade ve müdahaledir. Öyle ki, bana sorarsanız, söz işçi sınıfından açıldığında da sınıfın soyut yaratıcılığına değil, ne ölçüde örgütlü olduğuna, sosyalist politikanın etki derecesine bakalım. Bu faktörler zayıfsa, bilelim ki, işçi sınıfı da zayıf olmaya mahkumdur.
Aydemir Güler: Dilerseniz, bir noktadan başlayayım. Çok bilinenleri tekrarlamamaya, konumuza odaklanmaya çalışacağım. Devrim siyasal iktidar odaklı bir kavram… Bunun dışındaki bir dizi alan için politika biliminin kavramı olarak değil betimleyici bir ifade olarak kullanabilirsiniz bu sözcüğü. Evet, kuşkusuz İslam’ın hayli ağırlıklı olduğu bir takım ülkelerde kadınların attıkları adım önemlidir. Ama siyasi iktidar dışı alanlarda elde
Özgür Şen: Emperyalizm şimdi devrim kavramına saldırıyor. Ben bu cümlenin devamında bugün devrim kavramının etrafında büyük bir kavga kopuyor demek isterdim. Malum, emperyalizmin bu saldırısına bizim aynı şiddette cevap vermemiz gerekir. Çünkü devrim kavramı olmaksızın bir sol düşünülemez. Ama şimdilik yalnızca gerekliliklerden söz edebiliyor ve bir tehlikeye dikkat çekiyorum. Solun büyük çoğunluğunun bu
Kemal Okuyan: Bugün, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yaşanan son gelişmeleri tartışmak için bir araya geldik. Aslında henüz bir nokta konmuş değil. Tunus’ta şimdiye kadar pek öne çıkmayan islamcı hareketler kendilerini hissettirmeye başladı; Mısır’da “sözde devrim” sonucu iktidara gelen geçici hükümet Mübarek dönemini aratan uygulamalara imza atıyor; Libya emperyalist saldırı ve işgal tehdidi altında; Yemen’de çatışmalar sürüyor ve Suriye giderek gelişmelerin asıl odak noktası haline geliyor. ABD bu ülkeye dönük açık müdahalelere başladı. Öte yandan bu ülkenin iç dinamikleri de hareketlenmiş durumda. Bu nedenle bizim burada yapabileceğimiz, şu ana kadarki gelişmelerin ortaya çıkardığı verileri sistematik hale getirmek, doğrultuyu belirlemek ve bazı öngörülerde bulunmak. Belki bir süre sonra, yeni veriler ışığında ek değerlendirmeler yapmamız gerekecek. Özgür Şen: Kemal gülerek “sözde devrim” dedi, isterseniz, buradan başlayalım. Bir devrimden neden söz edemiyoruz? Tersinden, birileri neden “devrim” dedi ve çıktı işin içinden? Kemal Okuyan: Birileri dediğin Marksistler mi? Çünkü benim bildiğim, “devrim” kodlaması hemen başında emperyalist basın organlarında belirdi, gelişmelere pozitif bir anlam yüklemekte hiç tereddüt etmediler.
tehlikeden haberdar olduğunu sanmıyorum. Özgürlük ile ilgili tartışmaları hatırlayalım. Onlarca yıl hiç ikirciksiz şekilde “eşitlik”in yanına yazdığımız “özgürlük” 80’lerde başlayan ve 90’larda nihayete eren bir süreçte nasıl elimizden alındı anımsayalım. O büyük ideolojik savaşın bize maliyeti “özgürlük”ün kaybıdır. Bugün “özgürlük” liberalizmin ve uluslararası sermayenin elinde bir oyuncaktır. O günlerde “yeni sol”u yaratmak için uğraşanlar, o çabalarının sonucu olarak bizim en değerli kavramlarımızdan birine el koydular. Reel sosyalizm çözülürken, biz “özgürlük”ü de kaybettik. Maliyetin hafif olduğunu kimse söyleyemez. İdeolojik mücadelede büyük bir yara aldık. Onlar da kendi “sol”larını tasarlamak konusunda büyük bir adım attılar. Bizim yanıtımız, bu “yeni sol”la aramıza aşılmaz bir duvar çekmek oldu. Şimdi başka türlü bir “sol” tasarlama konusunda çok önemli bir aşamaya geldiklerini görüyoruz. Saldırdıkları kavram en temel kavramlarımızdan birisi; devrim! “Özgürlük”ün kaybından sonra bir duvar çekerek kendini koruyan solun “devrim”i kaybettikten sonra aynı duvarı nereye çekeceğini gerçekten bilemiyorum. Açıklıkla ifade edelim, “devrim”i kaybeden sol, bu mücadeleyi büyük ölçüde kaybeder. Bizim böyle bir şansımız yok: “Devrim”i kaybedemeyiz. Alper, dünya solunda bu mücadelenin yansımalarına değinir sanıyorum. Ben, “devrim” fikrine saldıranların bunu nasıl yaptıkları üzerinde biraz daha durmak istiyorum; böylece tüm gelişmelerin kuram içinde nerede durduklarına dair de birkaç ipucu elde etmiş oluruz. Marksist devrim kuramı, Marksizmin tarihe bakışıyla mutlak olarak uyumludur. Hepimizin bildiği gibi, tarihsel ilerleme fikri, Marksist tarih bakış açısının temel esasıdır; örneğin bu yaklaşım bize kapitalizmin insanoğlunun göreceği son sınıflı toplum biçimi olduğunu söyler, kapitalizmi başı ve sonu olan bir süreç olarak tarif eder ve tarihi bu son biçime referansla tasnif eder. Bu tasnife göre ilericilik ve gericilik gerçek kategorilerdir; çünkü biz tarihsel olayları ve olguları kapitalizme referansla tarihin içinde
doğru konumlarına oturtabiliriz. Biz 90’lardaki ideolojik mücadelede Marksizmin tarihsel ilerleme fikrine karşı büyük bir saldırıya tanık olduk. Sosyalizmin çözülüşüyle tarihin sonu geldiği iddia edilirken, ezeli ve ebedi bir kapitalizm fikri bize dayatıldı. Şimdi yine tarih alanında zekice kurgulanmış bir manevrayla karşı karşıyayız. Bugün, tarihsel ilerleme tartışmalarına verilen referansların, ilerleme fikrinin en önemli parçasını atlamaları bir rastlantı olarak görülemez. Kapitalizmin bir sonu olduğunu bilen, devrim kavramını bu “son” etrafında şekillendiren Marksistler, ilerleme fikrini de bu devrimci perspektifle kavrarlar. Sosyalist devrim, işçi sınıfının siyasi iktidarı fethiyse, tarihsel ilerleme, ancak bu fethin önündeki engellerin bazılarının veya birkaçının kalkmasıyla ya da sınıfın bu fethe bir adım daha yaklaşmasıyla tarif edilebilir. Ne devrim, tarihsel ilerleme fikrinden koparılabilir, ne de tarihsel ilerleme fikri kapitalizmin tarihsel seyrinden bağımsız anlaşılabilir. Bölgedeki gelişmelerle ilgili “model” tartışması yapmak işte bu yüzden önemli… Kurulmakta olan model bizim bu gelişmeleri tarihsel bir perspektifle görmemize yardımcı oluyor ve emperyalizmin amacını deşifre ederken işçi sınıfı açısından tabloyu daha rahat analiz edebiliyoruz. Bugün birlikte uzun uzun tartışacağız; Aydemir kısaca tanımsal olarak devrim tartışmalarına da girdi; artık biliyoruz ortada ne bir “devrim” var, ne de “tarihsel ilerleme”... Ama önümüze tekrar tekrar ya “devrim” geliyor, ya da “tarihsel ilerleme”… Birkaç diktatörün iktidardan uzaklaştırılmasının devrim olarak görülmesi ya da bunların tarihsel bir ilerleme olarak nitelendirilmesine sakın aceleyle ortaya atılmış tezler olarak bakmayalım. Bunu aceleyle ve cahilce yapanlar da var, ama bunun son derece sistematik bir saldırı, Marksizmin merkezini hedef alan bir müdahale olduğunu atlamayalım. Yıllarca tarihsel ilerleme fikrinden vebalı gibi uzak duranların, devrim deyince kaçacak delik arayanların bugün bu iki kavrama yüklenmelerini önemseyelim. Emperyalist sistemin tarihsel seyri
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
MARKSİZM 23
Komünist Hareket ve Yeni Osmanlı anlaşılmaksızın, bugünkü olayların nereye oturduğu doğru analiz edilemez. Bugünkü gelişmeleri tarihsel bir ilerleme olarak kabul etmemizi isteyenler, aslında bizden kapitalizm koşullarında, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ilerleme olabileceğini kabul etmemizi bekliyorlar. Bu, Marksizmin devrim kuramıyla ve tarihsel ilerlemek fikriyle taban tabana zıt bir yaklaşımdır. Bunun sol adına yapılması ise yalnızca gerici ve sağcı bir saldırı olarak görülebilir. Marksist devrim kuramı açısından ikinci tartışmalı nokta ise devrimcisiz devrim meselesi. Bu müdahalenin de iyi düşünülmüş ve inceltilmiş olduğu ortada. Tıpkı tarihsel ilerleme tartışmalarında olduğu gibi, bu da Marksizme cepheden değil, yandan dolanarak vuran bir yaklaşım. İşçi sınıfının siyasi alanda temsiliyetine karşı çıkan, her şeyi kendi haline bırakan bu görüş aslında bu gelişmeleri bir “ilerleme” olarak gören bakış açısıyla bire bir uyumlu. Devrime vurmak için devrimi yapacak olan devrimcilere vurmaktan daha iyi bir yol düşünülemez. Üstelik bunu yapmanın en iyi yolu da, bu fikrin Marksizme ve sola aslında çok da ters olmadığını iddia etmektir. Yol da bellidir; “devrimcilik fikrini Marksizme ve sola armağan edenler Lenin ve onun takipçileridir”. Bu görüş külliyen
yanlıştır. Lenin, Marx’a içkin olan devrimcilik fikrini sistematik hale getirmiştir, ancak bu katkı çok büyük olmasına rağmen asla Marksizme dışsal değildir. Ayrıca, sakın atlanmasın, emperyalizm çağında Marksizmin devrimci özü ve çekirdeğinin en önemli koruyucusu ona yapılan Leninist aşıdır. Bu aşı olmaksızın Marksizm korunaksız kalır ve bu tür ideolojik saldırılara açık hale gelir. Devrimcisiz devrim tartışması, Leninizm hakkında yapılan bir tartışma değildir. Devrimcisiz devrim tartışması, Marksizmi önce Leninizmden ayırmayı, daha sonra da sonsuza kadar sakatlamayı hedefliyor: Leninizm olmaksızın Marksizm ile açılan yol, Marksizm olmaksızın sola gider. Devrimi devrimciler yapar. İyi ki de böyledir. Devrimciler varsa, devrim de olacaktır. Devrimin içinden işçi sınıfının iktidarı fethini, tarihsel ilerlemeyi, kapitalizmin sonlu bir sistem olduğu tezini ve en son olarak devrimi yapacak devrimcileri çıkarın. Şimdi geriye ne kaldığına bir bakın. Gördüğünüz yeni modelin yaratmak istediği solun aynadaki yansımasıdır. Bu yansıma, emperyalizmin yeni modelinin eksik kalan parçasıdır. Bu parçayı yerine koyduklarında burada tartıştığımız gerilimlerin çözümünde
dahi kendilerine avantaj sağlayacaklar. Ama en önemlisi, halkları bu karanlık dönemden çıkartabilecek tek gücü, modelin bir parçası haline getirerek yanlarına çekmiş olacaklar. İşte buna izin veremeyiz. Devrimsiz sol olmaz. İyi ki de böyledir. Sol devrimine sahip çıkacaktır. Alper Birdal: Aydemir aslında sen yakın dönemde bölgenin bazı ilerici, devrimci hareketlerinden temsilcilerle yan yana geldin, ayrıca gelişmelerle ilgili Avrupalı kimi Marksistlerle de tartışma olanağın oldu. Herhalde bunlardan söz etmenin tam zamanı... Aydemir Güler: Denk geldi ve birkaç uluslararası toplantıda bölgenin Marksist partilerinin temsilcileriyle ve tamamı bu partilerin çizgisindeki barış hareketi yöneticileriyle bir araya gelme şansım oldu. En üzücü noktanın irtibat sığlığı, bilgi kanallarının darlığı olduğunu söyleyebilirim. Bu tarifi hayli terbiyeli ifadelerle yapmaya çalıştım. Biz kendimizi Türkiye’de erişim kanalları sınırlı sayıyoruz ya; çoğunluğun aynı, hatta daha kötü durumda olduğunu gördüm. Şubat sonlarında bir toplantıda Mısır, Tunus, Fas, Suriye, Sudan partilerinin anlattıkları, aralarında dil birliği olan komşu ülkelerden gelen temsilciler için de yeniydi. Kemal Okuyan: Benim de Brüksel’de yapılan Avrupalı komünist partileri toplantısındaki izlenimim aynı. Sol genel olarak çok az “haber” üretiyor. Bu çok
can sıkıcı… Zaman zaman tembel işi, kestirme değerlendirmeler bu bilgi eksikliğinin üzerine bina ediliyor. Ayrıca bir başka sorun daha var, Avrupa-merkezli yaklaşımlarla Orta Doğu’ya, Arap coğrafyasına bakınca, “aaa onlar da isyan edebiliyormuş” türünden bir saçmalıkla, aşırı negatif bir algıdan fazlasıyla iyimser sonuçlar çıkarılıyor. Bize Arapları küçümsüyorsunuz diye laf atılmıştı, aslında bu süreci “devrimci dönem” diye selamlayanlar Arapları gerçek anlamıyla küçümsüyorlar. Avrupa’da solun epey kesimi bu önyargıya sahip. Öte yandan, gelişmelere ilişkin bilgi geldikçe, daha sağlıklı, tutarlı değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Aydemir Güler: Belki bundan daha önemlisi, solun düşünsel dinamizmi çok sınırlı. Kitle hareketi, ayaklanmalar, eski rejimlerin sarsılması... Bu sürecin devrim kavramını çağrıştırdığı açıktır. Ama analizde tek seçeneğimiz devrim kavramı mıdır? Devrim kavramı bizi nasıl bir yola sokar? Solun 80 milyonluk ülkede üç tane mütevazı kültür merkezine sahip olabildiği bir tabloda neredeyse görünmez durumdaki “sübjektif faktör” objektif durumla yan yana nasıl getirilecektir? Devrim veya başka bir kavram; ama bu soruların yanıtlarıyla beraber! Devrimcilerin azlığı devrimin de var olmaması anlamına gelmez kuşkusuz. Ancak o an artık “devrim” denen dinamizm, başka sübjektivitelerle kuşatılmış ve alacağı yön üç aşağı beş yukarı belirlenmiştir. Solun dinamik analiz yeteneği eylem pratiğinden beslenmeli. Böyle bir hareketlilik ortamında solun muazzam bir üretkenlik sergilemesi, tutumunu
24 MARKSİZM
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
sürekli tazelemesi, geliştirmesi ve değiştirmesi gerekirdi. Ben doğrusu bunu gözlemleyemedim. Yalnızca kitlelerin hareketlenmesine bakarak devrim saptaması yapmak devrimci bir analizi ve müdahaleyi garanti etmedi. Gelişen süreçte oluşan yeni statükolar karşısında özet itibariyle “devrim inişli çıkışlı biçimde devam ediyor”
görmek anlamına gelmez. Aynı anda iddialı ve gerçekçi olunabilir; bölgemizin solu olamamıştır. Kendini analizin içine katmayan bir yaklaşım yöntemi, siyasi iktidar perspektifine asla sahip olamaz. Politik olarak sol sürecin önemli bir parçası olamadı. Ama etkin olmak için mevcut devinimi önemsemek ve devrim diye adlandırmak gerek-
MARKSİST LENİNİST ARAŞTIRMALAR MERKEZİ mlam.tkp.org.tr
“Gençlikten söz edilip duruluyor. Bu gençliğin ait olduğu sosyal sınıfa bakmaya bir türlü sıra gelmiyor.” demenin ne anlamı var? Benzeri içi boş ya da herhangi bir yere bizi götürmeyen değerlendirmeler o kadar çok ki... Gençlikten söz edilip duruluyor. Bu gençliğin ait olduğu sosyal sınıfa bakmaya bir türlü sıra gelmiyor. Yaş hakkındaki genel bir bilgi sınıfsallığın üstünü örtüyor açıkçası. İnternet kullanıcılığı, sosyal medya güzellemeleri... Bunlar da politikanın üstünü örtüyor. Bir ara söz konusu ülkelerde ayaklananların politik programa sahip olmamaları olumlu bir nitelik olarak sunulur olmuştu. Sol buna karşı ne dedi? Sanıyorum bunu bir gerçek olarak kabul etti; sorgulamadı. Apolitik, iktidar istemeyen, programsız, ideolojisiz bir kalabalık olabilir. Ancak hal böyleyse bu kalabalık, kaldıracağı toz bulutunun nereye, nasıl ineceğinin kontrolünü başkalarına bırakmış demektir. Bu konularda ciddi ve somut bir tartışmanın olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Tunus’ta geçmiş dönemlerde siyasi iktidara bitişik konum alabilen bir sol parti, ayaklanmanın ürünü olan geçici hükümete bir bakan verdi. Yüksek öğrenim bakanı İlerleme ve Sosyalizm Partisi’nin lideriydi aynı zamanda. Bir toplantıda bu partinin temsilcisinin bizlere, “devrime müdahale ettikleri”, “işin içinde oldukları” yolunda brifing verdiği gün, ülkedeki gösterilerde yanlış hatırlamıyorsam 4 kişi ölmüştü. Zaten ertesi gün o geçici hükümet düştü ve bakanlık da gitti. Hatırlarsınız, Irak’ın Amerikan işgaline uğradığı sıralarda kültür bakanlığı komünist partiye verilmişti. O günlerde Bağdat müzesi yağmalanıyordu! Tunus’ta da sokak gösterilerinin tepe yaptığı günlerde üniversitelerin açık olduğunu pek zannetmiyorum. Bölge solunun gelişmeler karşısında yaya kaldığını söylemek durumundayız. Bunun bir kısmı güçsüzlük. Ama bir de yöntemsel boyutu var Marksist ve devrimci bir durum analizi, öznenin ya da analizi yapanın dışta bırakıldığı bir biçimde yapılamaz. Biz yokuz ve bir devrim oluyor! Keşke devrim, devrimcilere gerek duyulmayacak kadar kolay bir şey olsaydı! Öznenin dahil edildiği bir analiz, kendimizi dev aynasında
tiği türünden bir varsayım ortaya çıktı. Böylece döngü tamamlandı: “Bizsiz de önemli” olan süreç, “biz”i iyice dışladı! Daha somut olarak, kitle hareketlenmesine kimi anlamlar yüklendi. Orta Doğu kökenli bir batılı yorumcu, Mohammed Hassan, olup bitenleri önemsememenin Avrupa merkezciliğin yansıması olduğunu yazdı örneğin. Buna göre Üçüncü Dünya, zaten aydın fukarası haline gelmiş Avrupa’ya ders veriyordu. Batı Avrupa’nın fukaralaştığını ben de görüyorum. Ama Mısır’ın, Tunus’un, Yemen’in, Libya’nın devrimci teoriye ne kattığını doğrusu hiç bilmiyorum! Peki, kabul; kimse dışarıdan maval okumasın. Ama içerden de bir şey gelsin! Kemal Okuyan: Herhalde artık “devrim değilse ne” sorusuna yanıt vermeliyiz. Aslında iki düzlem var. İlki zaman ve mekan boyutunun örtüştüğü dönemsel bir düzlem. Ulus ölçeğinden hiç haz etmeyenler, emperyalistlerin diline doladığı “domino etkisi”nden çok etkilendiler ve Arap dünyasında devrimci bir dönemin açıldığını söylediler. Bu iddiayı değerlendirebilmek için ulus ölçeğinden bütünüyle uzaklaşıp, uluslararası dengelere bakmak gerekiyor. Dünya 1970’lerin sonunda açılan gericilik döneminden hâlâ çıkmadı, çıkamadı. 1989’la birlikte karşı devrimci bir karakter kazanan bu dönem boyunca emperyalist merkezler, bütün iç çelişkilerine, kapitalizmin asla kurtulamadığı kriz olgusuna, işçi sınıfının zaman zaman kendini epeyce hissettiren direnme gücüne, farklı uluslararası aktörlerin engelleme girişimlerine karşın, inisiyatifi elinde tutmuştur. Bu döneme kafa tutan ve belli bir bölgeyi büyük ölçüde içine almayı beceren tek karşı çıkış Latin Amerika’dan gelmiştir. Bu henüz bir devrimci dönemin açılışı olmasa bile, emperyalist iradenin sınırlarını ve açmazlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Lakin dünyamız hâlâ gericilik ve karşı devrimler çağını yaşamaya devam ediyor. Arap ülkelerinin bu çağın içine devrimci bir parantez açacak iç dinamiklere sahip olup olmadığı sorusu “teorik” bağlamda ancak bir yere kadar yanıtını bulabilir. Emekçi kitlelerin uluslara-
KOMÜNİST rası gericiliği bu son derece önemli bölgede geriletecek örgütlü kuvvetten yoksun olduğunu önsel olarak söyleyebilsek bile bazı olguların çakışmasıyla, bunun mümkün hale gelme olasılığını bütünüyle yok sayamayız. Ancak böyle bir çakışma yokken ve sonuçlar ortadayken, bir bölgesel devrim yaşandığını ileri sürmek, Marksizm adına son derece düşündürücü. İlk düzleme ilişkin söylenebilecekler bunlar. Zaten, açıktan emperyalizmle flört eden bir “devrimciliği” benimseyenler dışında kalanlar, Libya’daki emperyalist saldırı ile birlikte “bölge devrimi” söylemini terk etmeye ve bir devrim sürecinin yaşandığını ama bu sürecin tek tek ülkelere farklı yansımalarının olduğunu, devrimle karşı devrimin iç içe geçtiğini söylemeye başladılar. Aydemir Güler: Hiç değilse, sağlam bir argümana sarılmış oluyorlar. Kemal Okuyan: Aynen... Devrimlerle karşı devrimler iç içe geçer. Hele bölgesel bir devrimci yükselişin, farklı ülkelerde farklı güç dengeleri nedeniyle farklı sonuçlar yaratacağı apaçıktır. Dolayısıyla yine teorik olarak Tunus’la Mısır’ın, Mısır’la Libya’nın farklılıklarına işaret etmenin önünde bir engel yok. Öte yandan bütün bu olup bitenlerin bir bölgesel gelişmeye işaret ettiği de açık. Mısır’la Libya’yı ayıralım ayırmasına, ama Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar olmasaydı Libya’ya saldırı olabilir miydi? ABD Irak’a saldırmanın altyapısını kurma, yani dünya kamuoyunu hazırlama işini birkaç yılda yapabilirken, Libya’yı 15 günde dış müdahaleye hazır hale getirdi. Bugün Suriye’yi köşeye sıkıştıran emperyalizm, Afrika’daki “devrim”lerden güç almıyor mu? “Tunus ve Mısır iyiydi, Libya ve Suriye’de olanlara ise rezervle yaklaşıyorum”, Marksist bir tutum değil. Bütün bulgular Arap halklarındaki hoşnutsuzluğun farkında olan, buradaki mevcut rejimlerin sürdürülebilir olmadığını kavrayan ve İslam coğrafyasına farklı bir müdahale için zemin hazırlayan ABD’nin hoşnutsuzluğun açık protestolara dönüş noktasında etkili bir müdahale yaptığı yönündedir. Bu anlamda Tunus ve Mısır’da bir “devrim” ortaya çıkmıştır, ama bu devrimin kaderi başından beri bağlanmıştır. ABD’nin Mısır ve Tunus’taki siyasi aktörlere nasıl girdiler yaptığı bir bir ortaya dökülmüş durumda. Dikkatli bir göz bu gerçeği başından beri yakalayabilirdi. Dikkatli bir göz, söz konusu ülkelerdeki emekçi kitlelerin bu kaderi değiştirecek ağırlığa sahip olmadığını da hemen anlayabilirdi. Şimdi hangi düzlemden bakarsak bakalım, ister tek tek ülkelere isterse bölgenin bütününe, ortada bir devrim filan yoktur. Ortada bir emperyalist restorasyon süreci vardır ve bu süreç gerici, karşı devrimci dönemin ruhuna bütünüyle sadıktır.
Arap halklarının elde ettiği deneyim, bu ülkelerde yaşanan siyasallaşma elbette son derece önemli bir kazanımdır, ama bu kazanım emperyalistlerin “şimdilik” elde ettiklerinin yanında fazlasıyla güdük kalmaktadır. Özgür Şen: Kemal, soL portalda konuyla ilgili sıcağı sıcağın yazdıkların zaten “devrimi çalınan devrim”den “devrim filan yok”a evrilirken bu son söylediğine işaret etmiştin. Çok da tepki aldın. Merak ettiğim, bir başka soL yazarı Ergin Yıldızoğlu ile neredeyse taban tabana zıt şeyler yazmış olmak seni rahatsız etti mi? Kemal Okuyan: İşin gerçeği, gelişmeleri “devrim” sözcüğünü yakıştıranlara dönük sert ifadeleri ilk yazılarıma gelen tepkilerden sonra kullandım. Ergin Yıldızoğlu’nun konuyla ilgili ilk yazısı soL’da değil, başka bir yayın organında yer aldığında benim bundan haberim yoktu ve sanki sert ifadelerimin muhatabı Ergin’miş gibi bir tablo ortaya çıktı. Kendisine bu durumdan üzüntü duyduğumu anlattım. Ayrıca konuyu internet üzerinden olsa da tartışma olanağı bulduk. Farklı sol geleneklerden geliyor, farklılıklarımızın bir bölümünü koruyoruz; ama dostça bir ilişkiyi zedelememeye ikimiz de özen gösterdik. Hem Ergin, Cumhuriyet’teki yazısında isim vermeden de olsa bizi sınıfta çaktırdı, böylece ödeşmiş olduk! Şaka bir yana, Ergin Yıldızoğlu’nun emperyalist projelerin ekmeğine yağ süren, o projelere hayırhah tutum alan bir kısım aydınla uzaktan yakından ilgisi yok, analizlerinin çok farklı kaygıların ürünü olduğunu biliyorum. Namuslu bir Marksist aydın olarak gelişmeler olgunlaştıkça, bize dönük “sıfırcı hoca” tavrını terk edeceğini düşünüyorum. Aydemir Güler: Gelelim konunun bir başka boyutuna...”Yeni Osmanlı” diyorduk şimdi bu tanıma cuk oturan gelişmeler yaşanıyor. Dediklerimiz doğruysa, AKP’nin giderek artan dış politika sürtünmelerini daha fazla hesaba katmamız gerekecek sanıyorum. Biraz da bu konu üzerinde durmalıyız. Alper Birdal: Herhalde konuyla ilgilidir, yanımda ilginç bir makale var. Türk sağının önde gelen yayınlarından Türkiye Günlüğü dergisinin 1992 Kış sayısında, derginin yayın yönetmenlerinden, eski MHP’li, sonra BBP’li, şimdi AKP’ci Mustafa Çalık’ın “Neo-Osmanlı Tartışmalarına Sade Bir Derkenar” başlıklı bir yazısı yayımlanmıştı. Bu yazıdan kısa bir pasaj aktaracağım: “Bana kalırsa bundan sonra, sadece Türk fikir hayatında değil Türk siyasetinde de anlamlı bir yer ve prestij sahibi olabilmenin en olmazsa olmaz gereklerinden biri, Türkiye’nin önündeki büyük geleceğe kimin hangi ‘proje’yle katkıda bulunacağını ortaya koymasına bağlıdır.
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST “Yeni Osmanlılık terimi etrafında fikri yenilenme ve oto-kritiğin temel dinamiği de Türkiye’deki bu geri dönülmez değişim heyecanı ve büyüme azmi ile yakından ilgilidir. Türkiye için değişim ve büyüme kavramları birbirine yapışık hale gelmiştir. Türkiye, her alanda, gerçekleştirmekte geç kaldığı büyük değişimleri başardığı ölçüde hızlı büyüyecek, büyüdüğü ölçüde gerekli ekonomik ve siyasi değişimleri demokratik mekanizmaların yardımıyla daha kolay başarabilecektir. “Türkiye ya değişecektir ya da küçülecektir; zira büyümesinin şartı geç kalmış bir değişimi gerçekleştirmesine bağlı hale gelmiştir.” Bu pasajı erken bir tarihte yazılmış olmasından ötürü aktarmıyorum. Bu var; Türk sağının “Osmanlılık” düşü Cumhuriyet tarihi kadar eski nihayetinde. “Yeni Osmanlıcılık” tartışmasının geçmişi ise, tam olarak bu adlandırmayla yapılmasını kastediyorum, bildiğim kadarıyla seksenlerin başlarına değin gidiyor. Ancak bunu bir kenara koyalım; aktardığım pasajın Yeni Osmanlıcılık denilen “proje”nin esasını bütünüyle yansıttığı kanısındayım. Tek tek ifade edecek olursak, buradan şu sonuçları çıkartabiliriz: Birincisi, bu esas olarak bir dış politika doktrini falan değil, Türkiye’nin “dönüşümü” ile ilgili bir projedir. Ya da daha geniş kapsamlı bir dönüşüm projesinin bir boyutudur da diyebiliriz. Önemli bir boyutu… İkincisi, Yeni Osmanlıcılık projesinin fikri arka planında Türk milliyetçiliğinin geleneksel yayılmacı özlemlerinin ötesinde bir değerlendirme olduğu açıktır. Bu değerlendirme, Çalık’ın üstüne basa basa dile getirdiği, “büyümezsek küçülürüz” saptamasına dayanıyor. Burada dönemsel bir tahlil yapıldığının dikkatten kaçmaması gerekir. Bunu birazdan açmaya çalışacağım. İlk ikisinin mantıksal devamı olan üçüncü sonuç, “büyüme” kavramı ile “değişim” kavramlarının bir bütün olarak kavranması; bunun önem taşıdığını düşünüyorum. Yaptığımız “Yeni Osmanlıcılık” tahlillerinde bu üç esası da saptadığımızı, Türk sağının bir kesiminin uzun süredir pişirdiği bu projenin artık gerçekleşmekte olduğunu doğru bir biçimde analiz ettiğimizi söylemeliyiz. Tabi projenin gerçekleşmesi, Çalık gibilerin atıf yaptığı sonuçların doğrulanması anlamına gelmiyor. Alper Birdal: Evvela, Yeni Osmanlıcılık adı verilen projenin Türk milliyetçiliğinin standart yayılmacı özlemlerinin ötesinde bir anlam ifade edebilmesi için bir “dönüşüm projesi”nin içerisinde gerçekleşmesi gerekiyordu. Burada dönüşümden kastedilen, 1923’te kurulan Cumhuriyetin tasfiyesi ve devletin çözülerek yeni bir rejimin inşasına zemin sağlanmasıydı. Bunu yapacak siyasi aktör milliyetçilikten daha fazla din ideolojisinden beslenebilirdi. Nedeni basit: Türk milliyetçiliği rejimin ve toplumun dönüştürülmesine izin vermeyecek ölçüde dar bir kapsama sahip. Din ideolojisi ise laiklikten tutun, toplumsal davranışların düzenlenmesine, alışkanlıklara, kültüre; kısacası toplumsal hayatın bütününe uzanan bir erime sahip. Dolayısıyla “değişim-büyüme” çiftinin ilk bacağı için İslam’a, dinselleşmeye ihtiyaç bulunuyor. Bu nedenle Yeni Osmanlıcılık bir dinselleştirme projesidir,
daha doğrusu onun bir parçasıdır. İkincisi projenin ima ettiği “büyüme” kavramıyla ilişkili… Çalık daha 1992 gibi bir tarihte şunu görüyor: Dünya ve içinde bulunduğumuz coğrafya, dinselleşmiş bir Türkiye’nin “büyüyebilmesine” olanak veren şartları içerisinde barındırıyor. Sosyalizmin olduğu bir dünyada bu şartlar yoktu, şimdi var; muhafazakarlar bunu oldukça erken bir tarihte gördüler, çünkü görmelerine olanak verecek bir teorik bakışa sahiplerdi. Bunu elbette bu bakışı üretenleri yüceltmek için söylemiyorum, sadece bir olgu olarak saptamak ihtiyacı duyuyorum. “Buna fikri olarak hazırlıklılardı” anlamında da alabiliriz… “Büyüme”nin olanaklı hale gelmesinden kasıt, dinselleşmiş bir Türkiye’nin kendine benzeyen yeni rejimlerin inşasına katılmasıdır kanımca. Ben burada iç içe geçmiş bir dinamiğe işaret edilmesi gerektiğini düşünüyorum: Bir, Türkiye’nin kendisi bir rejim değişikliği programının nesnesidir. İki, “yeni Türkiye” içinde bulunduğu coğrafyada benzer rejim değişimi süreçlerinin bir belirleyeni, öznelerinden bir tanesidir. Yani bu süreç, Türkiye’yi hem belirli anlamlarda nesneleştiren, bu açıdan göreli bağımsızlık ve egemenlik gibi düsturlardan kopartan, hem de Türkiye’ye bölgede bir rol veren, alan açan bir süreçtir. Her iki dinamik işlediği sürece muhafazakarların “büyüme” kavramının maksadı hasıl olmuş olur. Bu noktada nesneleşen Türkiye’nin bölgede daha fazla coğrafyayı kendine benzetme işlevine daha fazla sahip olabileceğini söyleyebiliriz. Tabi bu aynı zamanda Türkiye’nin sürekli olarak bir sırat köprüsünde bulunması anlamına geliyor. Muhafazakar “büyüme” vurgusunun daimi bir “küçülme” tehdidiyle birlikte var olabilmesinde ise şaşırtıcı bir yön olduğunu hiç düşünmüyorum. Son bir husus ise şu: Yeni Osmanlıcılığın esas itibarıyla dinselleşme anlamına gelen “değişim” vurgusuyla, emperyalizmin şekillendirdiği bir nesne haline gelen Türkiye’nin yakın coğrafyada rejim kurucu bir işleve sahip olması anlamına gelen “büyüme” kavramlarının kitlelerin algısındaki karşılığı nedir diye sormak gerekiyor. Bence bu karşılığı, kaynağında dincileşmenin durduğu bir “büyüklük” psikolojisi olarak betimleyebiliriz. İşte “İsrail’e kafa tutan Türkiye”, “İran’la, Rusya’yla anlaşmalar yapan Türkiye”, ama bunlarla beraber NATO işgallerinin, yani “Batı ittifakı”nın parçası olan Türkiye… Bunlar arasında bizim gördüğümüz tutarsızlık, daha doğrusu bu çerçevenin barındırdığı ikiyüzlülüğün, toplum tarafından böyle algılanmadığını söyleyebiliriz kanımca. Yeni Osmanlıcılığın yaratmak istediği algı bence tam olarak, farklı güç kaynaklarından beslenen Türkiye’nin bölgesinde “büyük bir güç” haline gelmesidir. AKP’nin sürekli olarak propaganda ettiği çerçeve en azından bu… Aydemir Güler: Propaganda ediyor da... Bunun karşılığı var mı? Yeni Osmanlıcılık ne ölçüde bir bölge gerçekliği haline gelebilir? Biz bir yandan Yeni Osmanlıcılığı sınıf analizleriyle bilince çıkartmaya çalışıp, bütün bu hesapları bozmaya çalışırken, AKP’nin “meydan okuması”nın sınırlarını da göstererek, bu güç gösterisinin fiyakasını da bozmalıyız diye düşünüyorum.
Alper Birdal: Elbette… Söylemler aleminin ötesinde gerçek, maddi dünya var. İşte orada bu “büyüklük” vurgusunun sürekli bir sürtünmeye maruz kalması kaçınılmaz. Türkiye, evet, tam olarak eski dengelerin gerektirdiği gibi hareket etmiyor; zaten o dengeler artık yok. Ama Türkiye sık sık değişen bölgesel dengeler içerisinde kurucu, “denge yapıcı” bir faktör görünümü de vermiyor; dengeler değiştikçe sağa sola yalpalayan bir görüntü veriyor. Bu durumun ya da bu sürtünme kuvvetinin diyelim, topluma pompalanan “büyüklük” duygusu ile bir çelişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buna bir de aynı büyüklük duygusunun muhtaç olduğu “uyumlu vatandaş” ya da isterseniz tebaa yaratma gereksiniminin çarptığı duvarı ilave edebiliriz. Dolayısıyla Yeni Osmanlıcılığın önemli bir bacağı, yaratmak istediği “büyüklük” duygusu, sakattır kanımca… Bölgedeki son gelişmelere gelirsek… İşaret etmeye çalıştığım her iki dinamik açısından da çok yol alındığı aşikar. Türkiye’nin “değişimi”, yani dinselleşerek emperyalizmin müdahalelerine daha açık bir duruma getirilmesi sürecinde çok yol alındı. Bölgenin “değişen Türkiye’nin büyümesine” olanak yaratacak dönüşümlerden geçmesi konusunda da bir hayli mesafe alındığını söyleyebiliriz. Ancak hem biraz önce bahsettiğim uluslararası alandaki sürtünmeler hem de Türkiye’nin nesneleşme sürecine karşı iç direncin tam olarak bastırılamaması AKP’nin ve sermaye egemenliğinin ayağına dolandı bu süreç boyunca. Son gelişmelerin bu açıdan AKP’yi önemli ölçüde rahatlattığını düşünüyorum. Bir süredir çarşafa dolanma emareleri yoğunlaşan Yeni Osmanlıcılık, emperyalizm Orta Doğu’da yeni dengelerin tesis edilmesi için bir zemin değişikliği operasyonuna girişince yeniden pekişti. Neden böyle oldu? Basit bir nedenle… Bölgede işbirlikçi olsalar da otuz-kırk yıldır süren rejimler yıkılıyor. Bu kadar uzun süre yürürlükte olan her rejim kendine ait bir statüko alanı yaratır. Emperyalizmin, bu statükodan rahatsız olmaktan ziyade, onu yeterince işlevli bulmadığını söylemek mümkün. Somutlarsak, Mısır’da Mübarek rejimi İsrail için bir arka bahçe tesis ediyordu. Ama aynı Mübarek rejimi, Hamas’ın bir kukla Filistin devleti kurulması sürecine içerilmesini zorlaştıran faktörlerden biriydi. Mübarek’in ABD ve İsrail’in bir komplosu sonucunda koltuğundan olduğunu söylemeyiz kuşkusuz; ancak ABD’nin halk ayaklanmasının bu açıdan değerlendirilebileceğini gördüğünü de yadsıyamayız. Bir Müslüman Kardeşlerliberaller-subaylar ittifakıyla Mısır’da “uyumlu” bir İslamcı bir rejim kurulması, Filistin’de Amerikancı “çözüme” büyük bir ivme kazandırabilir. Dengelerle bu şekilde oynanmaya başlandığı anda, Orta Doğu’nun iç içe geçmiş dinamiklerinde kaymaların olması kaçınılmaz. En basitinden emperyalizmin Müslüman Kardeşlerle Mısır’da işi pişirmesi, Suriye’de frene basması olmaz. Dolayısıyla topyekun bir dengeden uzaklaşma ve yeni ve kuvvetle muhtemeldir ki “kararsız” bir dengeye ulaşma adımı atıldı. Yeni Osmanlıcılığın bu çerçevede Batı basınının “model Türkiye” atıflarına konu olması, gerçek bir işleve sahip
MARKSİZM 25
olmasından kaynaklanıyor. Ben ulusalcı çevrelerin Türkiye’nin bölgedeki rejim inşası süreçlerinde sadece üçüncü sınıf bir aktör olduğu tarzındaki değerlendirmelerini bütünüyle yanlış buluyorum. Birkaç nedenle… Birincisi, bu itirazın “başka ülkelerde rejim inşa edebilen Türkiye bölgedeki etkinliğini artırır” varsayımını benimsediği açık. Bir defa bu varsayım benimsenirse mücadelenin kaybedileceği kesin. Çünkü buradan emperyalizme hizmet çıkar, emperyalizme kendini beğendirme arayışları çıkar. İşte “yeni CHP’nin” yapmaya çalıştığı gibi… İkincisi, bu itiraz doğru değil. AKP Türkiye’si bölgede rejim yapıcılardan biri haline gelmiştir. Bu konuda tek başına olmaması hiçbir şey değiştirmez; zaten tek başına olmak gibi bir derdi de yok. Elbette yeni rejimlerin inşasına katılırken ABD’yle, NATO’yla vs işbirliği yapıyorlar. Özgür Şen: AKP emperyalizmle islamcı hareketlerin uzlaşmaya çalıştığı bu modele bugün yön ve akıl vermeye çalışıyor. Türkiye’nin iktidar partisinin bu konumu 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin bitmiş olduğunun açık ispatıdır. Yeni bir cumhuriyet var artık. Bu yeni cumhuriyetin muktedirleri, eski cumhuriyetin yönetenlerine hiç benzemiyor. Bir kuruluş dönemi yaşıyoruz. Her kuruluş dönemi bir arayışa denk düşer; AKP bugün emperyalizmle kendisi ve bütün islamcı hareketlerin arasındaki uzlaşma zeminini ararken aslında yeni bir cumhuriyet kuruyor. AKP, emperyalizme yeni oluşan modelde akıl vermeye çalışıyor, yalnızca kendisine dikte edileni, kendisi için tasarlananı uygulamıyor, onun bir adım ötesine geçerek, emperyalizme alan açıyor, ona
26 MARKSİZM
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
yol gösteriyor. Üstelik bunu yaparken her geçen gün olgunlaştıklarını görüyor ve endişe duyuyorum. Olgunluğun farkında olanlar yalnızca bizler değiliz. Emperyalizm kendi evladının olgunlaşmasından, ona bu derece yardımcı olmasından son derece mutludur zaten; ama Türkiye burjuvazisinin AKP’den hâlâ bu derece heyecan duymasının nedeni de budur. AKP yalnızca kendine alan açmıyor
zorba ve Amerikancı olmalarının yanı sıra iki ortak özellikleri daha var. İkisi de öyle ya da böyle “laik” damgası yemiş kişiler ve bizim AKP iktidarı ile araları hiç iyi değil. Kestirmeden söyleyeceğim: Emperyalistler, AKP’ye yatırım yapıp ona belli bölgesel roller biçtiyse, Mübarek de, Bin Ali de bu rollere uyum sağlamadıkları oranda gideceklerdi. ABD’den gelen “ılımlı İslam’la barışma, onu kabullenme” açıklamaları da, çok şey açıklıyor.
KOMÜNİST bir denklem kurulamaz. Bu model Sünni mezhebini temel aldığı ya da devlet işleyişinde İslam’ın farklı bir yorumun esas aldığı, birtakım yenilikler getirdiği için yeni değil. Emperyalizm ve islamcı hareketler karşılıklı olarak ilişki için yeni bir zemin arıyorlar. Yeni olan bu... Modelin de en belirleyici tarafı arayışın “karşılıklı” olması. Aydemir Güler: Büyük Orta Doğu Projesi’nin yerini başka bir projenin
MARKSİST LENİNİST ARAŞTIRMALAR MERKEZİ mlam.tkp.org.tr
“Mübarek ve Bin Ali’nin diktatör, zorba ve Amerikancı olmalarının yanı sıra iki ortak özellikleri daha var. İkisi de öyle ya da böyle “laik” damgası yemiş kişiler ve bizim AKP iktidarı ile araları hiç iyi değil.” ve kesinlikle yalnız hareket etmiyor. Türkiye sermayesiyle AKP’nin dış politikası arasındaki uyum gerçekten dikkat çekici. AKP’nin bölgesel iddia sergilediği hemen her başlıkta, Türkiye sermayesinin de bir payı oluyor; ya yeni yatırımlarla bölgeye giriliyor ya da o bölgede yatırımlar çoktan yapılmış oluyor. Bizim bu başlığı daha ayrıntılı bir şekilde incelememiz, bu adımları yakından takip etmemiz gerekiyor. Bu sol için bir ödevdir. Uluslararası sermayeyle bu çerçevede girilen ilişkilerin de üzerine gitmemiz gerekir. Olgunlaşma meselesinde üzerinde durmamız gereken konu şu artık: AKP dış politikada olgunlaştıkça daha ciddiye alınması gereken bir özne haline geliyor. Bugüne kadar AKP’yi önemsemedik diye söylemiyorum bunu. Ancak AKP, bu başlıkta eski AKP değil. Biz de aynen devam edemeyiz. Hamas Siyasi Büro üyesinin Türkiye ziyaretini hatırlayan vardır mutlaka. AKP’nin o gün her şeyi nasıl eline yüzüne bulaştırdığını görmüştük. AKP işte o günlerden, bugün Davos şovunu yapabilen, Orta Doğu ve Arap coğrafyasındaki tüm gelişmeleri iç siyasete doğru tahvil edebilen bir noktaya geldi. AKP’nin iç siyasette de rahat hareket ediyor olmasının gerisinde bu nedenlerin olmadığını kim söyleyebilir? Kemal Okuyan: Aslında Mısır’da, henüz Mübarek’in devrilmesinden birkaç gün sonra, uluslararası alanda Yeni Osmanlı’nın yükselişi değerlendirmeleri duyulmaya başlandı. Hatta çok ilginç, geçenlerde görüştüğüm bir İngiliz komünisti, İngiltere’de yaşayan Müslüman Kardeşler yöneticilerinin “Yeni Osmanlı” kavramına pozitif anlamlar yükleyerek Mısır’ın yeni yönünü tarif ettiklerini, buna çok şaşırdığını, çünkü bu kavramı bizden ilk 2009 kongremizde duyduğunda “abartılı” bulduğunu, ama şimdi taşları yerli yerine oturttuğunu söyledi. Kimse ilgilenmiyor ama Kuzey Afrika’nın devrilen iki lideri, Mübarek ve Bin Ali’nin diktatör,
Belki bu “ılımlı İslam” kavramı üzerinde durmak gerekiyor tam da bu noktada.
aldığını en azından bu projenin anlamının tamamen değiştiğini söylemiş oluyoruz aslında.
Özgür Şen: “Ilımlı İslam” ne demek bilen var mı? Siyaseten bunun pek bir anlamı yok gibi. Elbette, belirgin bir yönelişi veya modeli anlatmak için sözcüklere başvuracağız, ancak bu “ılımlı” sözcüğü bana bir zamanların “aşırı” sözcüğünü anlatıyor. Şu günlerde pek revaçta değil, ancak herkes iyi hatırlayacaktır, komünistlere ve devrimcilere karşı yürütülen ideolojik saldırının bir parçası da “aşırı” adlandırmasıydı. Artık ne demekse, biz “aşırı” solcuyduk, sosyal demokratlar da “normal” solcu. Bu adlandırmadan ne murat edildiği açıktı. Aşırı sıfatıyla insanlarla solun arasına bir mesafe koyulmaya çalışılıyordu. Bir siyasi hareket olarak komünizm “aşırı”, “kabul edilemez” bir akımdı. Ben bugün “ılımlı” sözcüğünün, o günlerdeki “aşırı” sözcüğüne benzer bir işlev üstlendiğini görüyorum; ama bu defa hedef tam tersi, o gün “aşırı” “kabul edilemez”i çağrıştırıyordu, bugün “ılımlı” “kabul edilebilir”i… “Ilımlı İslam” modeli kabul edilebilir, hoş görülebilir bir İslam devleti modelini çağrıştırıyor. Bu nedenle bu kullanımdan uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Mısır’da geliştirilmeye çalışılan modele “ılımlı” diyeceksek, İran’a mı, yoksa Suudi Arabistan’a mı radikal diyeceğiz? Bunu yapmayalım. Ancak şunu da hiçbir durumda gözden kaçırmayalım; Mısır’da denenen model Orta Doğu için yenidir ve bu nedenle önemlidir. Modelin yeni olması yalnızca mezhepsel farklılıklarla ya da bu farklılıkların İslam’ın devlet işleyişi içindeki yerine yansımasıyla açıklanamaz. Orta Doğu’daki islamcı hareketler bir süredir değişiyor ve farklılaşıyor. Üstelik bu farklılaşma yalnızca Sünni örgütlere özgü de değil. Sıklıkla kurulan emperyalizm yanlısı ve Batıyla daha barışık Sünni örgütler ve emperyalizm karşıtı ve Batı düşmanı radikal Şii örgütler denkleminin doğruluğuna dair ciddi şüphelerim var. Böylesi genel
Özgür Şen: Evet! Emperyalizm İslam dünyasında işlerin eskisi gibi gitmeyeceğine kesin olarak kanaat getirdi. “Büyük Orta Doğu Projesi” kim ne derse desin, İslam’ı yeniden şekillendirme amacını barındırsa da, İslam karşıtı bir projeydi. Ne kadar hayata geçtiği, emperyalizmin bu projede ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir, ama İslam karşıtlığının Orta Doğu’da sürdürülemez olduğu anlaşıldı. Bu, bir süredir, islamcı hareketler için de yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyor. Emperyalizmin İslam karşıtı bir projeyle hareket ettiği bir coğrafyada emperyalizm karşıtı mücadelenin bayraktarlığını, güç dengesi de izin verirse, islamcı hareketler yapar. Biz sol olarak ister kabul edelim ister etmeyelim, bu bir veridir. Burada kritik nokta güç dengesidir. Kemal Okuyan: Sanıyorum sıra bütün bu gelişmelerin dünya solu, somut olarak da komünist harekette ne tür sonuçlar yaratacağına ilişkin öngörülerle tamamlanmasına geldi. Mısır’daki olaylar sırasında çok hızlı bir biçimde olayları sınıfsal bir bakış açısıyla analiz eden partiler olduğu kadar, belki onlardan fazla tuhaf, Marksizmle bağı ciddi ölçüde zayıflamış değerlendirmeler yapanlara da tanık olduk. Ben kişisel olarak beklediğimden de kötü açıklamalar okudum. Zaten bir kanaat şekillendi, buna göre gelişmeler solu çok hazırlıksız yakaladı ve zaten zayıflayan dünya solu gerçek bir krize girecek. Bu kanaatin geçerli olduğunu varsayarsak, o zaman bu krizden sağlıklı bir şey çıkıp çıkmayacağını sorgulamamız gerek. Alper Birdal: Ben bunun uluslararası komünist hareketin süregiden krizinin üzerine binen, onu derinleştiren bir ek dalga olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla öncelikle “süregiden kriz”in ne olduğunu tarif etmek gerekiyor. Çok uzatmamak adına, bazı husus-
lara değinip geçeyim. Uluslararası komünist hareket içerisinde genel olarak iki kanat varlığını sürdürüyor. Bir tanesi merkezinde Avrupa Sol Partisi’nin durduğu, “yeni sol” kökenden gelen, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne hayırhah bakan partiler topluluğu. Avrupa Sol Partisi bunun merkezinde duruyor derken, onunla sınırlı bir kanattan söz etmiyorum. Buraya Latin Amerika’dan ve başka coğrafyalardan bazı partileri de eklemek mümkün… Kuşkusuz başka coğrafyalardaki partiler farklı nesnelliklerle karşı karşıya oldukları için her açıdan Batı solu çizgisiyle örtüşmüyorlar, ama genel bir doğrultu ortaklığından söz edilebilir. Bizim de içerisinde yer aldığımız diğer kanat ise sosyalist devrime ve reel sosyalizm deneyimlerine bağlı, işçi sınıfının tarihsel rolüne, Marksizm-Leninizme inanan partilerden oluşuyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte bizim kanadın ağır bir darbe aldığı ortada. Krizin kaynağında da bu yatıyor. Sosyal demokrasiyle işbirliği içinde bulunan, Avrupa Birliği gibi emperyalist örgütlenmelerle uyumlu “komünist partiler” geçtiğimiz yirmi yılda uluslararası hareketin güçlü tarafı olarak belirdiler. Elbette bu durum sosyalist ideolojinin zayıflaması, komünist hareketin kitlesel desteğinin aşınmasını beraberinde getirdi. Doksanların sonlarından itibarense devrimci komünist hareket tekrar toparlanmaya, güç biriktirmeye başladı. Karşı devrimden sonra pek çok Doğu Avrupa ülkesinde reel sosyalizm deneyimlerine sahip çıkan, sosyalist devrim diyen yeni komünist partiler kuruldu. Yunanistan’da Synaspismos oportünizmiyle sarsılan Yunanistan Komünist Partisi, tekrar komünist hareketin ana gücü olmayı ve kitleselliğini geliştirmeyi başardı. Türkiye’de ise biz komünist hareketin bu topraklarda etkisizleştirilemeyeceğini kanıtladık. Bunlarla kriz aşılmış, bu kanatlı yapı ortadan kalkmış olmadı. Ancak krizin aşılması doğrultusunda bir ivme yakalandığı söylenebilir. Karşı devrimci dalganın sol üzerinde yarattığı tahribat durdurulabildi; en azından bunu söyleyebiliriz. Ancak tahribatın ciddi boyutlarda olduğunu saptamak durumundayız. İdeoloji alanında doksanların krizi, Özgür’ün anlattığı gibi, özellikle “özgürlük” kavramının liberal bir içerikle doldurulmasına ve sosyalizmin elinden alınmasına sahne oldu. Emperyalist işgallere ve sınırların emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden çizilmesine “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” üzerinden meşruluk kazandırmaya çalışan bir sol türedi. Avrupa Birliği gibi emperyalist bloklaşmalara onay veren, bir açıdan yirminci yüzyılın başındaki II. Enternasyonal’in durumunu mumla aratan bir soldan bahsediyoruz. Bunların hepsini Türkiye’de de yaşadık elbette.
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST Bu dalgayı göğüslemeyi henüz başaramamışken, son gelişmelerle birlikte emperyalizmin ve ona payandalık edenlerin yeni bir “sol” tasarlamak konusunda çok kapsamlı bir adım attığına tanık oluyoruz. Bu defa sistematik bir biçimde “devrim” kavramının içini boşaltıyor, rejim değişikliklerinin devrim olarak görülmesini salık veriyorlar. Obama’nın, Clinton’un, Erdoğan’ın ağzıyla konuşuyorlar bir başka ifadeyle… Kemal Okuyan: Bunlar bayağı misyoner gibi çalışıyorlar, nereye giderseniz orada karşılaşıyorsunuz. Üstelik ABD ve İngiltere’deki ana akım basın kuruluşlarıyla, tekelci basınla ciddi bağları var. Yani Radikal’in bizde yaptığı “yeni” bir şey değil! Alper Birdal: Şimdi de “Arap dünyasında devrim” söyleminin yaratılmasında da aynı çabaların etkin olduğunu görüyoruz. Bu tavrın somut olarak emperyalist operasyona karşı tepkileri yumuşatan, sulandıran bir işlevi var. Arap solunun, üstelik tarihinde emperyalist işgallere karşı silahlı mücadele geleneği olan hareketlerin bile, Tunus ve Mısır olaylarına bu pencereden bakmaya meylettiğini gördük. İş burada kalırsa, derinleşen krizden olumlu bir sonuç çıkmayacağı, dünya komünist hareketinin emekçi sınıflardan daha fazla uzaklaşmasına ve emperyalist operasyonların bir aparatına dönüşmesine doğru gideceği kesin. Evet, “emperyalizmin bir aparatı” diyebilecek kadar keskin ifade ediyorum, çünkü son olaylarda bunun örneğini de gördük. Avrupa Parlamentosu’nda Lothar Bisky ve benzerleri Libya hava sahasının uçuşa kapatılması kararına olumlu oy verdiler zira… Bu krizden sağlıklı bir sonuç çıkması bize, içinde bulunduğumuz kanadın, yani komünist odağın faaliyetlerine bakıyor. Çok boyutlu bir mücadele vermek zorundayız. Bunun önemli bir boyutu ideolojik mücadele. “Devrim” kavramının teslim alınmasına asla müsaade etmemek zorundayız. “Devrim”i teslim etmeyecek, “özgürlüğü”, emperyalist işgallere karşı duruşu da arındıracağız. Bunun ideolojik mücadeleyle, teorik alanda mücadeleyle gerçekleşeceği açık. Ama bu yetmez… Dolayısıyla bu liberal öbeklerin yaratmaya çalıştığı bloklaşmalara karşı siyasi mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Teşhir etmekten bahsetmiyorum yalnızca. Komünist odağın uluslararası komünist hareket içerisindeki iki kanat arasında salınan partileri taraflaşamaya zorlaması gerekiyor. Bunun yanı
sıra son süreçte yalpalayan partilerle temas yüzeyimizi genişletmemiz gerekiyor. Örneğin Arap solunu ve Latin Amerika solunu Avrupa Sol Partisi’nin, bir takım Batı entelektüellerinin yönlendirmelerinden uzaklaştırmak zorundayız. Mesela onlara Türkiye’yi, AKP’yi anlatmak, dostlarımızı uyarmak ve ortak bir tavır almaya davet etmek gibi bir sorumluluğumuz var. Bu coğrafyalardaki devrimcilerle, komünist hareketlerle siyasi aklımızı ortaklaştırma, görüşlerimizi en açık ve dürüst biçimde paylaşma pratiğimizi geliştirmeye mecburuz. Dahası yaşanan olayların niteliği konusunda komünist odağın yaklaşımını bütün netliğiyle ortaya koyması, tavır alması, bu tavrı emekçi yığınlara mal etmesi önem taşıyor. Bunun için ortak girişimlerimizi yoğunlaştırmaya, yeni olanaklar yaratmaya gayret ediyoruz. Son olarak Batı solunun etki alanı içerisinde bulunan, ama “bu kadarı da olmaz” tepkisi verebilen kesimlerle irtibatımızı geliştirmemiz gerekiyor. Bunları yapabildiğimiz ölçüde krizden sağlıklı bir çıkış yolu bulunabilir. Aydemir Güler: Arıza geçici olmadığı için, bütün bu olup bitenlerden sağlıklı sonuçlar çıkarabileceklerini düşünmüyorum. Solda duran bir gazetede, bir köşe yazarı “Libya’daki ayaklanmanın silahlı boyutu”na işaret ederek, bunun Mısır ve Tunus’ta olmamasını önemsiyor, ama buradan yanlış sonuçlar çıkarıyordu. Yazı tam anlamıyla ibretlikti. Bu kadar trajikomik bir hatadan sonra nasıl ders çıkaracaklar? Alper Birdal: Evet, bahsettiğin yazıyı ben de okudum. Yaşanan gelişmeleri “devrim” olarak görünce, üstüne genel olarak bölge tarihi ve dinamikleri konusunda bilgisiz de olunca böyle vahim hatalar yapılması normal karşılanmalı. Ama bence şaşırtıcı olan şu: En genel anlamda Marksizm-Leninizmin ilkeleri, metodolojisi ile olaylara bakıldığında bile bunun bir devrim olmadığını, emperyalizmin siyasi öznesi olmayan halk ayaklanmalarını manipüle etmek hususunda tarihsel bir birikime sahip olduğunu görerek yaşananlara bir ihtiyatla yaklaşmak gerekirdi. Bu düzeyde bir ihtiyatsızlığın kaynağı nedir diye düşünüyor ve yanıt bulmakta zorlanıyorum doğrusu. Hepsini geçtim, karşı tarafın ne yaptığına, ne söylediğine de mi bakılmaz? Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun “devrim, değişim” diye ter ter tepindiği bir süreçte Libya’da kralcı grupları kimin silahlandırdığının merak edilecek bir tarafı var mı?
Buradan bir ders çıkarabileceklerini sanmıyorum. Çünkü ders çıkarabilmelerinin yolu “yanlış değerlendirmişiz” dedikten sonra bütün bir süreci yeniden düşünmelerini gerektiriyor. Sadece son olaylarla ilgili olarak da değil, örneğin Kosova konusunda, örneğin Kuzey Irak konusunda da benzer bir geriye dönük düşünmeye ihtiyaçları var. Bu ise topyekun bugün Türkiye’nin siyasi tablosunu nasıl algıladıklarını sorgulamalarını gerekli kılar. Ne yazık ki ne bahsettiğin köşe yazarının ne de bağlı olduğu siyasi hareketin böyle bir olgunluğa ve akla sahip olduğunu gösteren bir işaret yok. Bunu yapmaya kalkamazlar, kalksalar da ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Özgür Şen: Emperyalizmin islamcı hareketle uzlaşma arayışı, yeni bir model, AKP’nin bu modelle uyumu ve hatta bu modelin aktif öznelerinden birisi olması değerlendirmesi içerisinde solun nerede durduğuna ilişkin söylenebilecek birkaç şey daha var. Bunu söyleyince ilk tepkiyi tahmin edebiliyorum; solun nerede duracağı açık değil mi diye hemen cevap verenler olacaktır. Zaten model üzerine tartışırken solun, emperyalizmle islamcıların kurduğu eski ittifakın kuruluşunda durduğu noktaya da değinmiştik. Ancak ideolojiler dünyasında hiçbir şey bu kadar sade ve basit olmuyor. Sol, bu modelde ne yazık ki çok önemli bir yerde duruyor; baştan beri söylediğimiz gibi, bu model dolayımlı olarak kendi solunu yaratmaya çalışıyor. Aslında bunun çok yeni bir girişim olduğunu söylemek yanlış olur. Daha önceden denenmediğini herhalde kimse söyleyemez. Bizim her defasında buna karşı durduğumuzu da mutlaka eklemeliyiz. Ama her denemenin bize yüklediği maliyet ağır oldu. Bugünden görünen şu ki savunmada kalırsak, sadece kendimizi korumaya odaklanırsak, bu dönemi de hasarsız atlatamayacağız Bu model kendi soluna ihtiyaç duyuyor. Emperyalizmle islamcıların büyük uzlaşma projesi, yaratılacak bir solun projeye destek vermediği koşullarda zorluklar yaşayacaktır. Sola dönük buna benzer her türlü girişim, ideolojik bir müdahaleyi zorunlu olarak barındırır. Şimdi ideolojik mücadele yeniden şiddetleniyor. İdeolojik mücadele, yalnızca kavramlar etrafında bir muharebeye indirgenemese de, kavramlar hakkında verilen kavga olmaksızın da ideolojik mücadele olmaz.
MARKSİZM 27
Marksist devrim kuramının bugünkü öneminin kaynağında bu ideolojik mücadele var. Aydemir Güler: İşin gerçeği, Orta Doğu’nun devrimci hareketleri ve aydınları mevcut kitle hareketinin içinden kimi katkılar çıkartabilirler mi, bu mümkün mü? Ben çok iyimser değilim. Kaldı ki, zaman geçti ve süreç genel olarak devrim mi değil mi tartışmasının ağır bastığı evreyi geride bırakarak, karşı devrimci bir karakter kazanmaya başladı. Bana kalırsa Kuzey Afrikalı, Arap ve müslüman toplumların “bile” altüst oluşlar yaşayabileceğinin kanıtlanması yeterince önemli bir ders değildir. Marksistler olarak, dünyamızın herhangi bir köşesinin durağanlığa hapsolduğunu ne zaman kabul ettik? Bu kabul, olsa olsa emperyalist ideolojiye esir düşen bir kitle psikolojisine atfedilebilir. Bu psikolojinin sarsıldığı doğrudur. Ama buradan hareketle bölgenin devrimci pratiğe ve teoriye büyük katkılar yapmak üzere olduğunu iddia etmeye başlamak temelsizdir. Sarsıntıya hazırlıksız yakalanmak bir başka zaaf aslında… Kapitalizm tarihinin üçüncü dev krizini yaşayacak ve bu toplumların dokularını duman etmeyecek! Bütün sol, ilgili ülkelerin sollarından başlayarak ve Avrupa’nın gözlemci soluna uzanarak bütün sol, sarsıntının gelişini hissedememiştir. Bu aptalca bir duyarsızlık değildir. Bu durum solun toplumsal mücadelelerin marjına itelenmiş olmasından kaynaklanmıştır. Böyle bir zaaf ise buldumcuk olarak telafi edilemez. Solun erken “uyanması” gereken sorun başka yerdeydi. Bir: Geniş tanımıyla Orta Doğu, ABD emperyalizminin Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılandırma programının öncelikli alanıdır. Bu alanda emperyalizmin elinde Afganistan ve Irak vardır esas olarak. Kitle hareketlerine sahne olan, Atlantik’ten Basra Körfezi’ne uzanan ve Afrika içlerine sarkan coğrafyadan vazgeçilmiş değildi. Yalnızca bunlara sıra gelmiyordu. Çünkü ABD işgal yıpranmasına uğramıştı, direnişler işin sanıldığından zor olduğunu kanıtlamıştı, emperyalist cephedeki tekleşme, karşıt tarafı bastırmaya yetmemiş, Rusya’dan Çin’e, İran’dan Latin Amerika’ya uzanan bir coğrafya tam olarak kontrol altına alınamamıştı; kriz kontrolsüz patlamalarla yormuş, bu arada gelişmiş kapitalist toplumlar önce savaş karşıtı, sonra krizin faturasına karşı mücadelelerle dinamikleşmişlerdi. Ama Büyük Orta Doğu öylece duruyordu. Bu bölge eninde sonunda karışmak zorundaydı. İki: Bu bölge iç ve dış dinamikleri itibariyle konsolide değilse, krizin çözücü etkisini mutlaka hissedecekti. Batı Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkeleri soğuk soğuk ter döktükten sonra, sistemin yumuşak karnı sayabileceğimiz yerlerin karışmaması şaşırtıcı olurdu. Üç: Burada hazırlıklı olan emperyalizmdir. Birkaç haftalık belirsizlik, hatta kaotik tablodan sonra özellikle ABD’nin süreci yönlendirme yeteneği kazandığını ve bunu kanıtladığını söylemek durumundayız.
GELENEK, Mayıs 2011
28 YAYINCILIK 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Yazılama ‘karşı’ tarafı yayınlamaya Bernstein ile devam edecek
Kim korkar hain kurttan! Yazılama Yayınevi’nin amaçlarından biri sosyalist mücadelenin önünü açacağını düşündüğü, ya da bu mücadelenin düşünsel ve tarihsel temellerini oluşturduğuna şüphe olmayan kitapları ülkemiz okurlarına ulaştırmak. Marx’ın önemli kitaplarını orijinal dillerinden çevirerek okurlarımıza ulaştırmak bunun bir parçası. Buna önümüzdeki dönemde Lenin’in önemli kitaplarını katmak için çabalıyoruz. Ama bu arada tartışmanın karşı tarafı olarak bilinen bazı önemli kitapları da çevirmeye ve okurlarımıza ulaştırmaya çalışıyoruz. Şimdiye kadar bu başlıkta iki önemli yapıtı paylaştık okurlarımızla: Kautsky’in ünlü eseri “Proletarya Diktatörlüğü” ve anarşizmin en önemli temsilcilerinden birisi olan Bakunin’in, Marx’ı eleştiren makalelerinden bir derleme olan “Bakunin Marx’a Karşı”. Önümüzdeki dönemde bu seriye bugün bildiğimiz anlamıyla sosyal demokrasinin köşe taşlarından birisini oluşturan, Lenin’in deyimiyle Alman revizyonizmi ve oportünizminin lideri, Eduard Bernstein’ın “Sosyalizmin Ön Koşulları ve Sosyal Demokrasinin Görevleri” adlı kitabıyla devam edeceğiz. Bu tür kitapların çevirisine neden önem veriyoruz? Bu sorunun ilk yanıtı kuşkusuz bunların önemli yapıtlar olmasıdır. Çünkü söz konusu kişilerin her birisi sosyalizm mücadelesine hem pratik hem de düşünsel
olarak katkı koymuş ve bu katkıları sayesinde mücadelenin ve sosyalist teorinin şekillenmesinde belirleyici olmuş isimlerdir. Bakunin Birinci Enternasyonal’de Marx ve Engels ile birlikte ve onlarla polemik yaparak mücadele etti. O dönemin tüm yapıtlarında anarşizmin eleştirileri karşısındaki tutum önemli bir yer tuttu. Kautsky ve Bernstein ikinci dalganın, İkinci Enternasyonal’in önemli figürleri oldular. Bu iki Alman siyasetçisi hem birbirleriyle
layan ayrışma ve sonrasında Ekim Devrimi karşısındaki tutumu onu “döneklik” noktasına getirdi. Bu tartışmaların tamamı siyaset alanında olduğu kadar teori alanında da yer etti ve bu güne Marksist düşüncenin tarihi açısında önemli bir değer devretti. Lenin’in “Ne Yapmalı?”nın daha ilk bölümünde “eleştiri özgürlüğü” tartışmasına Bernstein’ı karşısına alarak başladığını, bu tartışmanın asıl olarak revizyonist çizginin kendi
yalistlere karşı her zaman bir silah gibi kullanılmaya devam edecektir. Çünkü liberal çizgi anarşizmin içinde yer aldığı liberter hattın tezleri ve akıl yürütmelerinden özellikle Marksizm karşısında yararlanmaktan hiçbir zaman vazgeçemez. Yani bu tartışmalar asla geçen yüzyılın tartışmaları olarak kalmamıştır ve bundan sonra da kalmayacaktır. Kautsky’in “proletaryanın devrime hazır olmaması” olarak özetlenebilecek tutumu bize sosyalizmin
Yazılama Yayınevi’nin abonelik kampanyası devam ediyor: 150 TL karşılığında 14 kitaba ulaşmanızı sağlayan Yazılama Aboneliği’nin detaylarına www.yazilama.com adresinden ulaşabilirsiniz. hem de Lenin ve Rosa Luxemburg gibi devrimcilerle giriştikleri mücadele ve tartışmalarla dönemin siyasetini ve sosyalist teorinin gelişimini belirlediler. Özellikle Kautsky, Engels’in ölümü ardından neredeyse onun otoritesine yakın bir noktada, sosyalist düşüncenin duayeni sayıldı ve dönemin tüm tartışmalarını bu arada Lenin’in düşüncesini de belirledi. Kautsky aynı şekilde oportünizm ve revizyonizmin babası Bernstein karşısında da uzun süre Lenin ile aynı tarafta yer aldı. Ancak Birinci Emperyalist Savaş karşısındaki tutum ile baş-
“yeni” düşüncelerinin “Marksizm’in dogmatik yorumları” karşısında özgürce savunulabilmesi talebinden kaynaklandığını belirttiğini hatırlatmak bile yeterli olacaktır. Ancak bu yapıtların bugün ülkemizde yayınlanmasının gerekliliği yukarıdaki ihtiyaca indirgenemez. Çünkü tartışma aslında bitmemiştir. Sadece teorik olarak değil, siyasal olarak da bitmemiştir. Çünkü örneğin siyasi mücadele devam ettiği sürece devrim ile reform ayrışması tespit ve iddia olarak her zaman sürecektir. “Demokrasi” bir kavram olarak liberaller elinde sos-
çözülüşünün ardından en önemli gerekçelerden birisi olarak satılmaya çalışılmadı mı? Ya da bizden yüz elli yıldan daha fazla bir süre önce bizzat Marx’ın “milliyetçilik”le suçlanması kulaklarımıza ne kadar yabancı geliyor. Tartışma günceldir Bakunin ve Kautsky ile sürdürülen tartışma gibi Bernstein’in açtığı tartışma da günceldir. Sosyalizmin başarısı için devrimin yerine reformun savunulması hangimize yabancı geliyor? Ya da “hareketin her şey ve genellikle sosyalizmin nihai hedefi olarak tanımlanan şeyin ise hiçbir şey olduğu” bizim önümüze her gün bir başka başlıkta sürülmüyor mu? Tarih, siyaset ve teorinin güncel akıl yürütmelerimizi belirleyen bu iç içe geçmiş hali, değiştirmek için anlama çabasında olan herkesin mümkün olan en geniş malzemeye ulaşmasının önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Bu asla bir tarih araştırması konusu ya da tarihsel merak başlığı değil, Marksist teorinin bugünün ihtiyaçları çerçevesinde yeniden üretimi için olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Yayınevimizin amaçlarından birisi de budur. Bu konuda olanaklarımız elverdiği ölçüde yol almaya devam edeceğiz. Marksist klasiklerin kendileri kadar onların üretildiği koşulları belirleyen ve bu anlamda hiç de başkasına ait sayılmaması gereken “karşı” tezleri de okurlarımıza ulaştırmaya çalışacağız. Elbette başka alanlardaki çalışmalarımız ve kendi üretimimiz ile birlikte...
Oğuz KAVALA
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
TARİHİMİZDEN 29
Kurtuluşta söz sahibi olmak üzere gerçekleşen kuruluş
10 Eylül: Doğru başlangıç İttihatçıların Rusya’da ilan ettiği “çakma” TKF ya da Ankara’nın rol çalmak üzere gerçeğinin peşisıra kurdurduğu “resmi” TKP bir yana 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Türkiye Komünist Fırkası Kuruluş Kongresi, 1917-20 dönemecinde İstanbul, Anadolu ve Rusya’ya dağılmış biçimde bulunan sol birikime dayanır. Rusya’da Mustafa Suphi’nin önderlik ettiği, Ekim Devrimi ile komünist kimliği belirginleşen hattın merkezinde durduğu bir birikim ortaya çıkar. İstanbul’da Şefik Hüsnü ve Ethem Nejad’ın önderliğinde, 1919’da kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası. Anadolu’da ise Ekim Devrimi’nden etkilenen bir dizi unsurdan söz etmek mümkündü. Elbette 1917-20 birikimi öncesiz değildi, bir Osmanlı solu vardı. İmparatorluğun batısında serpilen işçi sınıfı hareketi, sendikal ve siyasal örgütlenmelerle kendine gösteren bir sol. 1908 grevleri, 1 Mayıs kutlamaları, Osmanlı Meclisi’nde sosyalist mebuslar, 1910’da kurulan İştirakçi Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası... Bu dönemin solu, II. Enternasyonalci, uluslararası sosyal demokrasiyle uyumlu bir sol. Osmanlı’nın en gelişkin coğrafyasını yani Balkanlar-İstanbul’u mesken edinen bu hareket, önce Balkan
Savaşları, ardından 1. Dünya Savaşı ile sonrasına pek az şey devrederek dağıldı. Etnik kompozisyon açısından Türk-Müslüman unsurun zayıf olmasından ötürü bir sonraki döneme kadro devri de sınırlı oldu. Erimenin hiç kuşku yok en önemli nedeni, İmparatorluğun Batı vilayetlerinin Anadolu’dan fiziken ayrılmasıydı. Ancak kendini II. Enternasyonal çizgisinde şekillendiren, merkezine işçicilik yapmayı koyan bir siyasi anlayış, işgal gerçeğine yanıt geliştirebilen bir işçi sınıfı siyasetinin örülmesini de imkansız kılıyordu. Rusya’daki hareket, aslolarak Osmanlı sürgünü İttihat ve Terakki muhalifi aydınlar ile 1. Dünya Savaşı’nda esir düşenlere dayanıyordu. Ama 1918 sonrasında Rusya’ya kaçmış eski İttihatçılar, hareketin iletişim içinde olduğu, yüzünü devrime dönmüş Rusya’daki müslüman-Türk unsurlarla da değişik düzeylerde etkileşim halindeydi. Rusya’daki hareket, ideolojik ve fiziksel olarak dağınıklık gösterse de hiç kuşku yok 10 Eylül’e bu kanaldan taşınan iradenin örgütleyicisi ve toparlayıcısı Mustafa Suphi’dir. 1913 yılında İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Mahmut Şevket Paşa suikastine karıştığı gerekçesiyle Sinop’a sürgüne gönderilen bir Osmanlı aydını olan Mustafa Suphi, 1914 yılında Rusya’ya kaçmış, 1917’de Ekim Devrimi’ne katılmış ve bu süreçte komünizmle tanışmıştı. Mustafa Suphi’nin Teşkilatı, Anadolu’da emperyalizme karşı bağımsızlık savaşında solun kendi kimliğiyle, örgütüyle ve silahlı gücüyle yerini almasına özel bir önem veriyordu. Ekim Devrimi’nin doğu halklarına uzattığı ele tutunan bu kesim ulusal kurtuluşçuluğu merkeze oturtuyordu. İkinci kaynak, 1919’da İstanbul’da kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, marksizmle Avrupa’da tanışan genç aydınlardan oluşuyordu. Şefik Hüsnü’nün liderliğindeki hareketin kadroları, özellikle Almanya’daki Spartakist hareketten etkilenmişti. Bu partinin yöneticilerinden, eğitimci kimliğiyle Osmanlı’nın eğitim örgütlenmesinde önemli görevler üstlenen Ethem Nejat 1920 partisinin kurucuları arasında yer aldı ve Genel Sekreterlik (kâtibi umumi)
görevini üstlendi. Üçüncü kaynak, Anadolu’da ise yerel siyasal önderler ve genel olarak halk kitleleri açısından Sovyet devrimi bir etki kaynağıydı. Bu kanalı oluşturan güçler 23 Nisan 1920’de oluşan Birinci Meclis’te belirli bir birikim oluşturuyordu. Silahlı ulusal direnişin başlangıç evresinde çeşitli düzeylerde karmaşık bir sol etki söz konusuydu. Bu etkinin Çerkez Ethem’lerin Kuvayı Seyyare’sinden komünist Halk İştirakiyun Fırkası’na kadar uzandığı görülüyordu. Anadolu komünist hareketi Meclis’e Halk Zümresi oluşumu ile yansıyordu. Bu birikim üzerinde Ekim Devrimi’nin genel etkisi açıktır, Sovyet Rusya için Anadolu sürmekte olan ulusal kurtuluş
mücadelesinin başından itibaren önem taşıdığı da. Ancak 1920 yılı Avrupa devrimlerinden umudun kesildiği, Sovyet devriminin tecriti kırmak üzere yüzünü Doğu halklarına döndüğü, Eylül başında da Doğu Halkları Kurultayı’nın toplandığı yıl oldu. TKP, gerek kuruluş belgelerinde gerek kuruluşun hemen ardından önderliğin fiilen kurtuluş mücadelesinin içinde bağımsız kimliğiyle yer alma kararlılığıyla Doğu Halkları Kurultayı’nda çizilen çerçevenin ötesine geçti. Sürmekte olan ulusal kurtuluş mücadelesini merkezine koyan bir sosyalist iktidar arayışını temsil eden 10 Eylül kuruluşu, bu nedenle Türkiye solunun tereddütsüz doğum günüdür.
AYDEMİR GÜLER: BAKÜ KURULUŞU FARKLIDIR Bakü’de 10 Eylül 1920’de olan çok boyutlu bir olaydır. En çok dile getirilen “Birlik” olup biteni pek açıklamaz. Kuşkusuz Bakü’de “birleşenler” var. Ama örneğin katibi umumi Ethem Nejat’ın İstanbul grubunu temsilen orada bulunmadığını o grubun ve tarihsel TKP’nin lideri Şefik Hüsnü ifade edecektir. Öte yandan öncesinde marksist veya bolşevik örgütlenmeler, hatta yine Hüsnü’nün TİÇSF’si, gerçekten de var. Yani Bakü kuruluşu ampirik açıdan ilk değil. Üstelik kuruluş Bakü’de de tamamlanmaz! Baytar Cevdet THİF’le yeni bir kuruluşu deneyecektir. Hüsnü’nün genel sekreter seçildiği 1925 Akaretler toplantısı kuruluş kongresi olarak nitelenecektir. Yalnızca parti önderliği 1921 Ocak ayında Karadeniz’de imha edildiği için de değil. Birlik, kuruluş, ilk parti... tümü sakattır, ama her biri olayı örgütsel değil de politik bir çerçevede kavradığımızda anlamlandırılabilir. 10 Eylül öncesinde Türkiye’de solculuğun ciddi damarı, ülkeyi kitabi bir marksizmle tanıştırmayı amaçlayan İstanbul ekolüydü. Savaşta ve yüz yıllık modernleşme uğraşında yıkılmış bu köylü ve bürokrasi ülkesinde, işçi davası gütmek için zemin var olsa bile, işçi davasının topluma damga vurması olasılığı yoktur. Kuşkusuz kapitalizm ve sınıfların gelişmesiyle ilerde olacaktır, ama ölüm kalım sorularıyla cebelleşen bir toplumda belirsiz geleceğe mesaj göndermek olur bu. İşçi sınıfının güncel mücadelesi belirlenimli sol, büyük güçler arası dengelere oynayacak kadar önemli hale de gelmiştir. İştirakçi Hilmi ve TSP, anlaşılan bunu ilkesiz biçimde yapıyor. Geleceğe gelenek değil kadro devredebiliyor. Bir de bolşevizmi yalnızca ve yalnızca doğunun kurtuluşu olarak algılayan, dolayısıyla marksist olmayan bir komünistlik düşünenler var. İttihatçılardan Kuvayı milliye saflarına, her yere, türdeş ve organize olmayan bir biçimde uzanıyorlar. 10 Eylül 1920 eylemini kritik kılan, politik platformudur. Emekçi karakteri dar sendikal alandan kurtarılır, kurtuluşçuluk ve doğuculuk sınıf karakterinin üstünü örtmez. Sosyalizmi, siyasal gündeme, ağırlıklı bir seçenek olacak şekilde sıçrayarak yerleştirme denemesidir Mustafa Suphi’nin yaptığı. Ekim devriminin büyük rüzgarını arkasına alır, ama Türkiyelidir. Komintern’in seksiyonudur, ama son derece kişiliklidir. Ulusal kurtuluş mücadelesine komünist halkçı bir saf kurarak katılmak. Bu yaklaşım bir sisteme dayanır. Marksist bir birikimi içerir, işçi sınıfı mücadelelerine uzanır. 1917 Devrimi, Komintern ve Doğu Halkları Kongresi üçlüsünün parçasıdır ve uluslararası devrimci siyasetin içine kendini yerleştirmektedir. İlericilik ve anti-emperyalizm zemini üstünde yükselmekte ve bu zemine emekçileri çağırmaktadır. Güncel olarak sadece parti değil silahlı birlik kuracak kadar cüretlidir. Toplantının kendisi teknik veya örgütsel anlamda “ilk” olmayabilir, ama içerdiği bu devrimci bütünlük başka her şeyin üstünü örtmeyi hak edecek kadar güçlüdür. 10 Eylül 1920’yi bizim için milat kılan, bana sorarsanız, bu siyasal kurgusudur.
30 ÖĞRENCİLER 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Kongrenin ardından TKP’li Öğrenciler
Dersimizi iyi çalışıyoruz! Türkiye’de tarihsel temele oturan bir öğrenci hareketinden uzunca bir süredir söz edilemiyor. Hiç kuşkusuz bunun ülkenin genel siyasi ve ideolojik dengeleriyle ilişkili bir yanı var. Ama “böyle bir hareket yaratılabilirdi” gibi son derece öznel bir saptama yapmış olsak, yani ille de “ebe”yi sorumlu tutsak, ne söyleyebiliriz? Engin Karaman: Öncelikle kendi adıma şunu söylemeliyim: Türkiye’de tarihsel temellere oturan, kendi içinde belirli bir birikim gerçekleştiren ve güncel siyasi tartışmalara kendi özgünlüğüyle yanıtlar verebilen bir öğrenci hareketi gerçekten de ancak “yaratılabilir”. Günümüzde bir öğrenci hareketi geleneğinin hali hazırda bulunmaması, Türkiye’deki son dönemde oluşabilecek direncin hanesine olumsuz bir madde olarak yazılmış olsa da, tamamen öznel bir pencereden bakıldığında Türkiye’nin güncel siyasal gerilimlerine “bizim” bakışımızla bakan ve kimliğini buradan üreten bir hareketi “yaratmak” adına ilginç bir olanak anlamına geliyordu. Gençlik önemli sinyaller veriyordu, “hareket” yoksa biz yaratacaktık, hem de istediğimiz koordinatlarda yaratacaktık. Yeni bir gençlik profiliyle, yeni bir siyasal düzlemde ciddi bir öbekleşme anlamına gelirdi böyle
kavramaya başladık. Ancak bir araya getirmek ve adlı adınca “örgütlemek” başlı başına bir meziyet haline geliyor. Burada işin içine gençliğin dinamizmini kapsayabilmek ve yönlendirebilmek giriyor, gençliğin içerisinde hangi “değerler kümesinin” örgütleneceği ve gençliğe nasıl bir karakter kazandırılması gerektiği gibi sorular giriyor. İlle de kendimizden yola çıkacaksak, bu alanda perspektif üretmekte yakın geçmişte tıkandığımızı söyleyebiliriz. Bunların yanı sıra, önümüzdeki dönemde nesnel avantajlarımız da olacak. 2.Cumhuriyet’in ilanı gibi bir dönemecin arefesinde bir kısmı hala varlığını sürdüren bir dizi engelimiz vardı. Türkiye’nin siyasi haritası belirli süreçlere yatırım yapmaya izin vermeyecek kadar ciddi bir kırılmanın eşiğindeydi. Bugün yeni bir öğrenci hareketi dahil birçok dinamiği sosyalist siyasi hattın mayasıyla yoğurarak yeniden “üretmek” şansımız var. Ayrıca kongre sonrasında olgunlaşmaya başlayan çalışma planımız, perspektifimiz partinin tıkanıklığın nedenlerini kavradığının kanıtı. Parti başka alanlarda olduğu gibi oldukça nitelikli öğrencileri kendisine çekiyor, burada bir kesinti yok. Ancak onların partiye vermelerinde ve partinin onlara kattıklarında sorun
yorum. Bilindiği üzere üniversitelere her yıl daha niteliksiz bir gençlik toplamı geliyor. Bahsettiğim salt üniversitelerde okuyan solcu gençlerin sayısındaki azalış değil. Gençlerin sola yönelmesini de sağlayacak zeminin ortadan kalkmasından bahsediyoruz. Ben bu durumu anlatmak için Metin Çulhaoğlu’nun bir yazısında kullandığı Semih karakterinin fazlası ile açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Tarih bilincinden yoksun, toplumsal duyarlılıklarısorumluluk bilinci gelişmemiş, entelektüel ilgi alanları olmayan, yoğun karakter sıkıntıları yaşayan bir toplamla karşı karşıyayız. Bunları “Semih’i suçlamak için” söylemiyorum. Ancak bugün üniversitelerde böyle bir toplamın okumakta olduğunun farkında olmalıyız. Doğalında, bu toplamın içerisindeki hatırı sayılır sayıdaki “nitelikli” gence yangından kurtulmayı başarmış, dünyayı ve ülkeyi bütünlüklü bir perspektif ve kavrayış ile ele alabilen, kendini tamamlamış bireyler gözüyle bakamayız. Sonuçta hepimiz bir yanıyla bu yangının içerisindeyiz ve izlerini taşıyoruz. Ben sorunun yapısal kısmının buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Partinin başarısı yangın yerinde aranış içerisinde olan gençleri bularak yön göstermesinde yatıyor. Tam da bu sebeple bahsettiğimiz gençlerin “nitelikli” sıfatını almalarında partinin payı yadsınamaz. Tersin-
Partinin üniversite çalışmalarında sorumluluk alan iki öğrencinin kendilerine yöneltilen sorulara verdikleri yanıtlar, TKP’nin genç kadrolarının siyasal olgunluklarına ilişkin tereddütleri ortadan kaldırmakla kalmıyor, partinin geride bıraktığı konferansından çıkan sonuçların öğrenci çalışmasına yansıması açısından oldukça iyimser bir tablo oluşturuyor. bir hareket. Nüvelerini yarattık, ancak mevcut haliyle bir “hareket” sıfatını kazanmış değil. Yarattığımız nüvelerin bir hareket haline gelememiş olmasını ben siyasal ve ideolojik tercihlerimize değil, genel olarak örgütlenme tarzımıza ve gençliğin profiline ilişkin analizlerimizi yeterince geliştirmemiş olmamıza bağlıyorum. Gençliğin özgünlüğünü ve yeni profilini gerçekten
var. Bunu dar anlamıyla parti içi eğitime bağlayabilir miyiz? Yönetsel ve yapısal sorunlar için ne söylenebilir? Bunu öğrenci çalışmasında yöneticilik yapan kişiler olarak belki daha kolay yanıtlayabilirsiniz? Barış Tercioğlu: Ben bu sorunun parti içi eğitim mekanizmaları ile bugünden yarına çözülebilecek kadar basit olduğunu düşünmü-
den düşündüğümüzde partiden uzaklaşan “nitelikli” gençlerin sürüklenebileceği noktanın sınırı olmadığını pratik içerisinde görüyoruz. Nitelikli gençleri bulan ve derinlik arayışını karşılayabilen parti bu noktadan sonra kimi zaman şaşılacak yönetsel zaaflar göstererek yoldaşlarını yönsüz, rehbersiz bırakıp değersizleştirebiliyor. Ben sorunun büyük oranda nitelikli yoldaşlarımızın
parti aklına dahil edilememesinde olduğunu düşünüyorum. Partinin, çokça yakınılan cansızlık, donanımsızlık, üretim eksikliği gibi sorunlarını çözecek kişiler olarak gördüğü bu insanların tam da bu sorunları gerekçe göstererek partiden uzaklaşması bunu gösteriyor. Çözüm yolu salt operasyonel adımlarla bu yoldaşlarımızın yönetsel mekanizmalara katılmasından geçmiyor. Bütün bir partiyi etkisi altına alarak canlandıracak, gündelikçi eğilimleri baskılayarak derinlik arayışını öne çıkaracak, her düzeyde üretimi özendirecek, nitelikli katkıları kişilerden çıkarıp kolektiflere mal edebilecek kısacası parti iç yaşantısını dönüştürüp devrimcileştirecek bir zemini hızla oluşturmalıyız. Nitelikli yoldaşlarımızın katkılarının çeşitlenerek anlam kazanması, bu yoldaşlarımızın partinin ihtiyaçlarını ve zaman zaman sıkışmışlıklarını kavrayarak ön açıcı müdahalelerde bulunmaları ve elbette kendilerini değerli hissetmeleri ancak böyle bir zeminde mümkün olabilir. Sözünü ettiğimiz durum sizler için de geçerli olsa gerek. TKP’nin genel siyasi çizgisi ve kalitesi dışında, sizlere birer öğrenci komünist olarak kattıklarını yeterli buluyor musunuz? Örneğin son 3-4 yılı daha verimli geçirmeniz için neler yapılması gerekirdi? Engin Karaman: Partinin üyelerinden ve parti kadrolarından duyulmasına hiç alışmadığımız bir sitem, “parti bize yeterince değer katmıyor” sitemidir. İhmal edilebilecek kadar azdır. Bu durum, partinin siyasi ve ideolojik kalitesinin kolektif kanallarla kadrolara taşınması ve bireylerin de “zenginleştirilmesi” gibi bir ihtiyacın hissedilmiyor olmasına, böyle bir arayışın neredeyse yok denecek kadar az olmasına bağlanabilir. Kendi adıma konuşursam, partinin genel siyasi çizgisinin sürekli olarak bir “gelişme” ihtiyacı yarattığını, ancak bunun yeterli olmadığını görüyorum. Kadro kaynaklarını büyük oranda kendi haline bırakıyoruz. Parti içi eğitim, eğitimsel yayın, kültürel ve ideolojik üretim, sanatsal yetkinlik ve beğeni düzeyinin geliştirilmesi vb. “önlemler” tek tek ele
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST alınmamalı. Meselenin temel noktasını partinin “atmosferi” oluşturuyor. Tekil önlemler, bu atmosferi belirli yerlerinden değiştiriyor. Ancak genel tablonun, yani “atmosferin” değişmesi zaman alıyor, uzun vadeli kurgular gerektiriyor. Partinin bana kattıkları konusunda her şeye rağmen hoyrat davranamayacağımı düşünüyorum. Ben de dahil partinin içerisindeki gençler olarak, partide sürekli olarak “daha ileri” noktalar görebiliyoruz. Bu büyük bir avantaj. Özellikle parti önderliği düzeyinde, yazılardaki soyutlamaların, siyasi bakıştaki kalitenin ve derinliğin kendisini birçok mecrada gösterebildiğini düşünüyorum. Kendisini motive edebilenler bu anlamda bir düzeyi tutturma telaşı içerisinde pişiyorlar. Ancak görüldüğü gibi fazlasıyla kendi haline bırakılmış bir “pişme” süreci. Ben bütün bu sürecin sistematize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha uzun vadeli projelere göz dikmemiz ciddi bir adım anlamına gelebilir. Parti kişilere göz dikmeli ve bazı araçlarla “temelden” insan yetiştirmeli. Uzun vadeli projelerimizin olması, meyvelerinin ille de uzun süre sonra yenebileceği anlamına gelmiyor. Bazı sonuçları hemen hissedilmeye başlanacaktır. Henüz 20’li yaşların başlangıcında olan bazı yoldaşlarımızın yorulmaya başlaması, hatta umutsuzluğa düşmelerini neye bağlıyorsunuz? İlk bağlanma zayıflıklarını nasıl ortadan kaldırabiliriz? Barış Tercioğlu: Bu sorunun yaşamakta olduğumuz gericilik çağı ile yakından alakalı olduğunu düşünüyorum. Sermayenin dünya genelinde hegemonyasını perçinlediği, son 30 yıldaki neredeyse tüm değişimlerin olumsuz yönde olduğu bir dönemde herkes direnebildiği oranda ayakta kalıyor. Gençlik içerisinde genel bir umutsuzluğun, sabırsızlığın, özgüvensizliğin hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Bu doğalında Türkiye Komünist Partilileri de etkiliyor. Bütün bunlara partinin başarısızlıklarını, parti üzerindeki basıncı, donanım eksikliklerini, iç işleyişimizin kişilerin omzuna yüklediği aşırı yükü, gündelik hayatın dayatmalarını eklediğimizde ortaya zorlu bir tablo çıkıyor. Ben bu dönemin tüm olumsuzluklarından arınabileceğimizi düşünmüyorum. Ancak
bugün bunlarla başa çıkarak mücadele etmekten aciz bir durumdayız. İsyan etmemiz gereken tablo budur kanımca. Yoldaşlarımızı tüm bu zorluklarla baş başa bırakamayız. Bu rüzgarın karşısında ancak örgütlü bir şekilde durabiliriz. Örgütlü durduğumuzda, durmaktan daha fazlasını yapabileceğimizi ise hepimiz biliyoruz. Elimizdeki kaynakları efektif bir şekilde kullanmayı öğrenmeliyiz. Çalışmalarımızı kişilerden çıkarıp kolektiflere dayandırdığımız bir tarza acilen ihtiyacımız var. Yorulma, umudunu kaybetme meselesinde ilk bağlanma zayıflıklarının etkisini küçümseyemeyiz. Çoğu yoldaşımız daha partiyi tanıyıp anlayamadan mücadeleden uzaklaşıyor. Bu sorunun yüzeysel bir kavrayış ile “o zaman bir kişiyi örgütlerken fazlası ile ince eleyip sık dokuyalım” mantığıyla çözülebileceğini düşünmüyorum. Sorunumuz partinin kapsayıcılığında değil, dönüştürücülüğünde. Bugün sıklet düşürüp dar alanda devrimcilik yapamayız. Parti gençlik içerisinde kapsayıcılığını daha da arttırmalı, yeni insanları hızla mücadeleye kazanmalı, bunu yaparken dönüştürücü mekanizmalarını layıkıyla işletebilmeli. Bizi ancak bu kurtarır. Bunun için örgütlenmede hız değil tarz değişikliğine ihtiyacımız var. Bireysel örgütlenmelerden daha fazla yürüttüğümüz bir kampanyanın, çalışmanın sonucu olarak örgütlenmeyi ön plana çıkarmalıyız. Başka bir deyişle örgütlenmeyi “örgütlü bir eylem” haline getirmeliyiz. Yoldaşlarımızın kişisel yetenekleri, katkı ve çabaları ancak böylesi kolektif bir zeminde anlam kazanabilir. Partimize yeni katılan yoldaşlarımızdan ne beklediğimizi bilmeli, bunu onlara paylaşabilmeliyiz. Bunu yaparken yoldaşlarımıza emek vermekten, onlarla her düzeyde ilgilenmekten ve onlara sahip çıkmaktan geri durmamalıyız. Partinin iç yaşantısını değiştirecek olan zeminin dönüştürücülüğüne güvenmeliyiz. Bunu basit bir eğitim sorunu olarak görürsek çözümden uzaklaşırız. TKP gençlere inisiyatif tanımakla övünen bir parti. Bu açıdan kendi pratiğinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekten parti merkezi öğrenci çalışmalarına karşı nasıl yaklaşıyor? Size bir alan açılıyorsa, bu alanı kullanmakta ne kadar isteklisiniz?
Ve siz öğrenci çalışmasının bütününe aynı alanı açıyor musunuz? Engin Karaman: TKP’nin gençlere inisiyatif tanıması bana kalırsa, son derece siyasi ve tutarlı bir tarzla gerçekleşiyor. TKP gençleri partinin göbeğinde görerek bir alan tanıyor ve gençliği örgütlemenin bir yolu olarak partinin gençlerine şans tanıyor. Öğrenci çalışmalarının belirli bir siyasi yönelimden beslenmesi ve partinin birikiminin süzgecinden geçebilmesi için “yönlendiriliyoruz”. Gerçekten de partinin gençliğe ve üniversitelere seslenmesi adına öğrenci çalışmamızdan gelen öneri ve düşüncelere hiçbir şekilde “ikinci sınıf” muamelesi yapılmıyor. Bu zaten işin doğasına aykırı olurdu. Diğer yandan, açılan alanı değerlendirmek konusunda yeterince istekli olamıyoruz. İstekli olmayı perpektif üretebilmeye eş görüyorum. Üniversitelilerin örgütlenmesi konusunda partinin en önemli başvuru kaynağı öğrenci çalışmasındaki partililer. Bu “başvuru” mekanizması ancak perspektif çizilmesiyle çalışabilir. Bu konuda daha istekli olabiliriz. Gençliği partiye tanıtmak gibi bir görevle de karşı karşıyayız. Bu da öğrenci çalışmasının bütününe aynı alanın tanınmasıyla mümkün olabilir. Gençliğin profili son derece geniş bir yelpazede değişiyor. Coğrafyaya göre değişimi bırakın, artık yan yana iki okulda bile ciddi bir profil farklılığı gözlemleyebiliyoruz. Buralarda partiyi var etmenin tek yolunu, öğrenci çalışmasının bütününde bir “inisiyatif alma” isteği yaratmak ve yerellerde kökleşmek olarak görüyorum. Bu yıl parti baştan aşağıya yeniden yapılandırıldı. Öğrenci çalışması da hem siyasi hedefler, hem araçlar hem de örgütsel olarak bu yeniden yapılandırmadan payını aldı. Bu size özel bir heyecan veriyor mu? Yoksa “daha önce de denedik bunları” noktasında mısınız? Barış Tercioğlu: Partinin sorunlarını bu denli açık bir şekilde ortaya koyduğu ve çözme iradesi taşıdığı benzer bir dönemi 2007 konferansımız ile birlikte yaşadık. Ancak o dönem için “denedik olmadı” demenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Çoğu zaman yaptığımız gibi
ÖĞRENCİLER 31
kararlılık ile başladığımız bir işi yarım bıraktık. Sürece ikna olan her düzeyde partililer sürecin takipçiliğini ve taşıyıcılığını yapmaktan hızla uzaklaşarak işleri oluruna bıraktılar ve hızla nesneleştiler. Bugün böyle bir lüksümüzün kesinlikle olmadığını düşünüyorum. Bugün başarımızın garantisi, 10. Kongrenin ortaya çıkardığı iradenin altına imza atan partililerin her düzeyde ve her koşulda bu iradenin taşıyıcılığını üstlenmesidir. Bu sebeple, bugünden “olmayacak bak yine” şeklinde ahkam kesmek çok yanlış olur. Bu da bizim için bir mücadele başlığıdır ve biz yaparsak olur. Zaten heyecan duymamızın yolu kendimizi sürecin öznesi olarak görmemizden geçiyor. Bu yönüyle heyecanlı olduğumu söylemeliyim. Öğrenci çalışmalarımız için de benzer bir sorumluluk bilincinin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Partiye güven ancak böyle bir bilincin uzantısı olarak ortaya
çıkabilir. Öğrenci çalışmalarımızın siyasi hedefleri ve araçlarımız açısından kısa bir süre içerisinde yapacağımız öğrenci kurultayı önemli bir yer tutacak. Partinin hem gençlik içerisindeki birikimini artırmak hem de kadro kaynaklarını zenginleştirmek açısından bu dönem yürüteceğimiz çalışma özel önem taşıyor. Yıllardır bahsettiğimiz üniversitelerde kökleşme sorununu aşmak, gençliğin aranış ve tepki ürettiği alanlara içselleşerek bu alanları dönüştürmek, gençlik içerisinde dayanışmayardımlaşma ağları örgütlemek, nitelikli gençleri mücadelemizde anlamlandırmak ve üniversitelerde sosyalizm alanına hegemonya kurmak görevleri ile karşı karşıyayız. Bunlar için de geçmiş birikimimizi maksimum oranda örgütsel mekanizmalara yansıttığımız “kurucu bir çalışma” örgütlemeliyiz. Bu başlıkta hazırlıklarımızı büyük oranda tamamladığımızı söyleyebilirim.
Bu yıl her şey farklı olacak Türkiye Komünist Partisi’nin Kongre sürecinde alınan kararlardan sonra masaya yatırılan bütün alan çalışmaları ve merkez bürolar içerisinde hiç kuşkusuz en yoğun tartışmalar işçi sınıfının örgütlenmesiyle ilgili parti organlarında gerçekleşti. Benzer bir hareketlilik öğrenci alanında da yaşandı. Örgütsel yeniden yapılanma bir yana, parti bu alandaki tıkanmanın siyasal boyutu üzerinde durdu ve önümüzdeki döneme ilişkin oldukça radikal kararlar aldı. TKP’nin üniversitelerde alana yerleşen, kalıcı, üretken, dayanışmacı ve okul bağı güçlendirilmiş bir konumlanış içine girmesi için “kopuş” olarak nitelenebilecek bu kararların hayata nasıl geçirileceği, Eylül ayında yapılacak Öğrenci Kurultayı’nda tartışılacak. TKP’li Öğrenciler’e, başarı ve veriminden hiç kuşku duymadığımız bu kurultay ve önümüzdeki dönemde kolaylıklar diliyoruz. Yolunuz açık olsun!
yazılamaya çağırıyoruz... Bilim İnsanlarımız Darwin’i Selamlarken “İnsanı canlılar âleminin efendiliğinden indiren evrim kuramı Dünya’yı evrenin merkezinden çıkaran Kopernik devrimiyle başlayan sürecin bir uzantısı olarak görülebilir. Kopernik Devrimi de evrim kuramı gibi bir dinsel direnç ile karşılaşmış ama sonuçta büyük bir kabul görmüşken evrim kuramının özellikle ülkemizde büyük bir saldırıyla karşılaşmasının nedeni nedir? İnsanın diğer canlılar ile ortak bir atadan gelmesine bu kadar itiraz yapılırken neden kimse Dünya’nın evrenin merkezinde olmamasından hicap duymuyor?” Bu kitap, benzeri sorulara yanıt arayan bilim insanlarımızın Darwin’e yolladığı bir selamdır. “Evrimsel Düşüncenin Tarihi ve Evrim Felsefesi”, “Günlük Yaşamımızda Evrim ve Evrime Örnekler”, “Evrim ve Diğer Disiplinler”, “Toplumda Evrim Tartışması” ve “Evrim Öğretimi” bölümlerine ayrılmış 25 makaleden oluşan bu derleme değişik bilimsel disiplinlerden 27 bilim insanımızın konuya ilişkin katkılarını içeriyor. Ortamı parlak kuşe kâğıtlara basılmış ve binlercesi bedava dağıtılan evrim ve bilim düşmanı ”kitaplara” bırakmamak için…
Bologna Süreci Sorgulanıyor AB’nin akademik tahakkümünün sosyalist tahlil, eleştiri ve reddiyesi Nevzat Evrim Önal Avrupa Birliği’nin merkezinde duran emperyalist ülkeler tarafından başlatılan Bologna Süreci, AB ve onun yakın temasta olduğu ülkelerde yükseköğretimi köklü biçimde dönüştürmeyi, onu sadece sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eder hale getirmeyi hedefliyor. Buna AB içinden dahi güçlü itirazlar yükselirken, Türkiye akademisi sessiz, hatta kimi “solcu” hocalar dönüşümü bizzat yönetiyorlar. Üniversite Konseyleri Derneği tarafından hazırlanan bu kitapta Türkiye akademisinin sosyalistleri Bologna Sürecini farklı yönleriyle tahlil ediyor, eleştiriyor ve reddiye için bir zemin sunuyor. Yazarlar: Rıfat Okçabol, Bülent Hoca, Adnan Gümüş, Burak Gürbüz, Serdal Bahçe, Aysel Çakır, Selcan Çınar, Özgür Narin, Onur Hamzaoğlu, Nihan Elmas, Umut Gündüz, Serkan Özgücü, Yasemin Özgün Çakar, Portekiz Komünist Partisi
Altın... Sarı Şeytan Andrey V. Anikin
Esnek Üretim Derin Sömürü İlker Belek
Bu kitap, günlük hayatımızda sıkça karşılaştığımız ama birbirleriyle bağlantısını kuramadığımız ekonomik olayların derinlerde dayandığı temeli anlatıyor: Altın... Tarih içinde altının üstlendiği işlevler ve oynadığı roller önümüze seriliyor. Gerçekten roman tadındaki bu sergileme aynı zamanda uluslararası likidite sorunları ya da dış ticarette kullanılan ödeme mekanizmaları gibi konularda marksist terminolojiye ve uluslararası iktisata da bir giriş niteliğinde... Dünya iktisat tarihini anlamak isteyen herkes için bir başucu kitabı olacak bu kitabı elinizden düşüremeyeceksiniz.
Her şeyin esnediğinden söz ediliyor. Teknoloji, fabrikalar, istihdam biçimleri, yönetim anlayışı... Esnemenin, üretkenliği artırmanın yanı sıra, işçilerin becerilileşmesine, entelektüel yeteneklerinin gelişmesine de yaradığı, bütün bunların da sınıfsal çatışmaları ortadan kaldırdığı, uyuma dayalı yeni tür toplumsal ilişkilerin (enformasyon toplumu) zeminini hazırladığı ileri sürülüyor. İddia edilen, bir yönüyle, Marksizm’in geçersizleştiği, sınıf savaşının gereksizleştiği, hala bunları düşünenlerin, bunlara göre hareket edenlerin ise marjinalleşmeye mahkum olduklarıdır. Oysa esnemenin temel amacı kâr oranlarını artırmak, sömürüyü derinleştirmektir: Kapitalizm yeniden aslına dönüyor, vahşileşiyor, sosyal yüklerinden arınıyor. Esnek istihdam ve yönetim biçimlerinin ise bununla ilişkili, ama bunun dışında bir amacı daha bulunuyor: İşçileri kapitalist işletmelerin hedefleriyle, burjuvazinin sınıf çıkarlarıyla uyumlu hale getirmek. Toplam kalite yönetimi, insan kaynakları yönetimi, kalite çemberleri gibi stratejiler bunu amaçlıyor. Bu kitapta bu konuları ayrıntılı biçimde inceledik, kapitalist ülkelerin yöneldikleri ve sömürüyü derinleştirmek amacını taşıyan yeni stratejileri güncel verilerle somutladık.
Özgürlük Savaşı Ernie Trory
Küba Tarihi: Bir Halkın Biyografisi José Canton Navarro
İngiltere İkinci Dünya Savaşı’nın kilit ülkelerinden. Yalnızca yerle bir edilen kentleri, faşizme karşı mücadelede toprağa düşen canlarıyla değil, yöneticilerinin Hitler Almanyası’nın cesaretlendirilmesinde oynadığı rolle, savaşın bütün yükünün Kızıl Ordu’nun üzerine yıkılması için çevirdiği dolaplarla ve nihayetinde Soğuk Savaş için daha savaş sürerken hazırlıklara girişmesiyle ön plana çıkıyor. Savaş yıllarının en etkili liderlerinden biri olmayı hak eden Winston Churchill’in bu zorlu yıllara çaldığı kişisel renk de cabası... Ernie Trory ise bir işçi, bir komünist, bir sendikacı; partisiyle yolları ayrıldığında bile partili mücadeleye inancını hiç yitirmeyen bir mücadele insanı ve bir tarihçi. Bir İngiliz. Kitabındaki İngiltere’deki siyasal ve askeri gelişmeleri merkeze koymakla birlikte, Nazilere karşı verilen savaşta Sovyetler Birliği ve Stalin’in rolü üzerine ortaya atılan yalanların birçoğunu ayrıntılı bir anlatımla ve belgelere dayanarak boşa da çıkaran Trory’nin roman tadındaki tarih kitabını elinizden düşürmeden bir solukta bitireceğinizden eminiz.
Moncada Kışlası’na saldırı, Granma yatıyla gerçekleştirilen tarihi çıkarma, devrimin zaferi ve sonrasında ABD’ye karşı verilen mücadele... Sağlık, eğitim alanında elde edilen büyük kazanımlar... Ancak Küba tarihi bunlardan ibaret değil. Fidel ve arkadaşlarını zafere götüren yolda ada halkı büyük çileler çekti, büyük başkaldırılara imza attı. Küba’da adını Marx ve Lenin’in yanına yazdıran José Marti’nin ve diğer özgürlük savaşçılarının bağımsız bir Küba için yürüttükleri çok uzun bir süreye yayıldı. Navarro’nun kitabını okuduğunuzda Kübalıların neredeyse hiç ara vermeksizin hep zalimlere, sömürücülere, işgalcilere karşı mücadele içinde olduğunu görüyorsunuz. İspanyolların 15. yüzyılda Amerika’nın keşfiyle birlikte yerleşerek sahiplendiği Küba’nın yerlilerinin aynı işgalciler tarafından nasıl yok edildiğinin, İspanyol sömürgeciler içerisinde kimilerinin nasıl İspanya’ya kafa tutarak Kübalılaştığının, Afrika’dan getirilen kölelerin zaman içinde nasıl özgürleştiğinin, ABD’nin bağımsızlık için yürütülen mücadeleden yararlanarak adayı nasıl kendi kontrolü altına aldığının öyküsü, diğerler tarihsel olaylarla birlikte, Küba Komünist Partisi’nin Parti Okulu’nda da hocalık yapan Navarro’nun kitabında yer alıyor.
KOMÜNİST
soLRADYO’nun sesi daha güçlü çıkacak Geçtiğimiz Nisan, kısa bir hazırlık evresinden sonra internette yeni bir radyonun soluğu duyulmaya başlandı. Enternasyonal’in az bilinen bir yorumunu cıngıl olarak belirleyen soL Radyo haber-yorum, kültür-sanat programlarının yanı sıra, medyadaki gelişmeleri tartışan, marksist teorinin güncel tartışma başlıklarıyla ilgilenen programlarıyla da kısa sürede büyük ilgi çekti. İnternet yayıncılığının doğası gereği dünyanın her yerinden takip edilebilen soL Radyo günün her saatinde, yüreği soldan atanlarla buluştu, onlarla paylaşıp iletişim kurdu. Bu ilk dönemin deneyleri ışığında yaz aylarında yeniden yapılandırılmaya karar verilen soL Radyo, hazırlıkların daha sağlıklı yürümesi için yayınına 1 Ekim’e kadar ara verdi. Daha önceki programları hazırlayan, katkı koyan radyocular, nasıl devam edilmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini birbirleriyle paylaştılar. Sonuçta hangi programlarla ve nasıl bir formatta devam edileceğine ilişkin kararlar alındı, daha da önemlisi soL Radyo’nun daha farklı işlevlerle donatılması için arayışlara girildi. Radyonun bundan sonra az değişiklikle istikrara kavuşması gerektiğini hesaba katan soL Radyo’cular, hem yapımcıların hem de dinleyicilerin “deneme” evresinin sona erdiğinin bilincinde yaklaşmaları durumunda radyonun çok ciddi bir sıçrama kaydedeceğini belirtiyorlar.
Komünist, bundan böyle, soL Radyo’nun program akışlarını düzenli yayınlamanın yanı sıra, bazı programlarla ilgili bilgi ve söyleşilere de yer verecek. Sesin hiç kesilmesin soL Radyo!
1 Ekim’de buluştuğumuzda... soL Radyo’nun 24 saat müzik yayını daha sistemli ve ülkemiz müziğine daha fazla yer vererek sürecek. Ayrıca dinlenen eserlere ilişkin açıklamalar soL Radyo’nun internetteki sayfalarında okunabilecek. Devrimci müzisyenlerin, farklı müzik türlerinde ürettikleri eserleri yalnızca geçmişin dağarcığından değil, günümüzün zorlu kavgalarından çıkarılarak paylaşılacak. Dünyada bu alandaki birikime ilişkin kapsamlı bir arşiv oluşturulacak. Daha önce Can Soyer ve Metin Çulhaoğlu tarafından hazırlanıp sunulan Marksizm Notları’nın “eğitici” rolü konusunda dinleyicilerden gelen olumlu tepkilerden cesaret alınarak bu tür programların sayısı çoğaltılacak. Düzenli programların yanı sıra çeşitli sunum, konferans, seminer ve konserlerin kayıtları mümkün olduğunca hızlı biçimde ve duyurusu yapılarak yayınlanacak. Gelenek dergisi ile yakın işbirliği halinde, dergi yazarları ile yazıları hakkında tartışılacak, okur soruları yanıtlanacak. Benzer biçimde söyleşi programlarında okurların katkıları alınacak, çok daha dinamik bir yayıncılık anlayışı benimsenecek.
soLRADYO
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
YAYINCILIK 33
Geçtiğimiz yayın dönemindeki programlar ANKARA HAVASI Ali Somel ve Erkan Yıldız tarafından hazırlanan programda, Ankara’nın “siyasi havası” koklanıyor, sol siyasetin başkentteki yüzü sergileniyor. Farklı konuklarla buluşulacak programda yaklaşan seçimlerle ilgili Ankara’da yaşanan gelişmeler de ele alınıyor. BASIN SUÇLARI soL Yayın Kurulu üyesi Cangül Örnek ve Yiğit Günay tarafından hazırlanıp sunulan Basın Suçları’nda, basındaki çarpıtma ve yalanlara güncel örnekler verilirken tekelci sermayenin ve siyasal iktidarın yazılı ve görsel medyayı nasıl yönlendirdiği de açık bir biçimde gösteriliyor. BİZİM AMERİKA Gülzerin Kızıler ve Murat Akad, Küba başta olmak üzere Latin Amerika’da yaşanan gelişmelere farklı bir perspektifle yaklaşıyor. BİZİM ŞARKILARIMIZ Halklarımızın da şarkıları, türküleri güzeldir... Gün boyunca... DİZE DİZE Genç sanatçı Cansu Fırıncı’nın programında sadece ve sadece dizeler var. Güçlü dizeler. Bizim şairlerimizden... DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİNDEN Dünya komünist hareketinden son haberler soL Radyo’da. Komünist partileri ne yapıyor, neleri tartışıyorlar? Mücadele başlıkları, kongreler, eylemler, kampanyalar... DÜNYADA NELER OLUYOR Alper Birdal’ın hazırlayıp sunduğu programda haftanın önemli dış gelişmeleri değerlendiriliyor. Ve her zaman basındaki yaygın bakış açısından çok daha farklı verilerle, çok daha farklı bir bakış asçısıyla... GÜNE BAŞLARKEN Günün siyasal gelişmelerinin sıcağı sıcağına ele alındığı programda Mehmet Kuzulugil ve Kemal Okuyan birkaç farklı başlığı sosyalist siyasetin prizmasından geçirerek yorumluyorlar. HALKLARIN EZGİLERİ Farklı ülkelerden halk kültürünün zenginliğini yansıtan örneklerin yanı sıra, devrimci mücadelenin içinden süzülüp gelen ezgiler de bu programda. Programda Küba, diğer Latin Amerika ülkeleri, Ortadoğu halkları, Yunanistan, diğer Balkan ülkeleri ve diğerlerinden müziklere yer veriliyor. İZMİR’DEN MÜZİK PORTRELERİ Ali Cenk Gedik ve Ahmet Semizer her hafta güzel bir sürpriz hazırlıyor bizlere... İzmir’in
değişik tellerden çalan müzik insanlarıyla sohbet ve bol bol müzik. KISSA DALGA Cansu Fırıncı, Nevzat Süs zaman zaman başka oyuncularla birlikte, kah radyo tiyatrosu tadı vererek, kah siyasi taşlamaya kaçarak cuma günlerine hareket katıyor. KİTAPLAR ARASINDA Genç şairlerimizden Hüseyin Çukur aynı zamanda bir kitapkurdu olarak yayın dünyasına hepimiz için göz atıyor. Zaman zaman söyleşilerle zenginleşen programı, kitaplara yetişemiyorum diyenler için birebir. KUMPANYA SAATİ Beyoğlu Kumpanya’dan son oyunlar, şarkılar ve haberler... MARKSİZM NOTLARI Marksist teori, yazı olmadan nasıl gelişmezse, tartışma olmadan da yol alamaz. Metin Çulhaoğlu ve Can Soyer her hafta farklı bir soru etrafında Marksizmin tarihsel mirasını güncellemeye çalışıyorlar. MÜZİĞİN “KLASİK” HAZİNESİ soL Radyo klasik müzikseverler ve bu müzikle bağlarını güçlendirmek isteyenlere için. Her gün çok sayıda eseri dinlemek için soL Radyo’ya tıklamak yeterli. MÜZİĞİN MATERYALİST TARİHİNDEN NOTLAR Ali Cenk Gedik ve Zuhal Okuyan, müziğin çok boyutlu serüvenine Marksist bir bakış açısıyla yaklaştıkları bir saatlik programda, farklı müzik türlerinin evrimini az bilinen örneklere de yer vererek işliyorlar. OKUL VE ÜLKE SAATİ Liseliler tartışıyor, liseliler ses veriyor. “Gençlerde iş yok” diyenleri utandıranların programı... Yaz arasından sonra yeni dönemde yine bizlerle olacak. SOL YAZARLARINI TANIYORUZ Her hafta soL Haber Portalı’nın bir yazarıyla söyleşiyoruz. Siyaset, sanat, spor, gündelik yaşam üzerine... Nasıl çalışıyorlar, ne okuyor, neler dinliyorlar? SOVYETLER BİRLİĞİNDE MÜZİK Kemal Okuyan Sovyetler Birliği’nde popüler müzik alanını, siyasi tarih temelinde incelerken, Sovyet müziğinin bilinmeyen örneklerini dinleyicilerle paylaşıyor. Zaman zaman klasik müzik bestecilerine de değinen Okuyan’ın programı bir saat sürüyor.
34 NHKM’DEN 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi – Eylül 2011 PROGRAM
NHKM sezonu şarkılarla açıyor
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin eylül ayı programında konserler ağırlıklı bir yer tutuyor. 9 Eylül’de yapılacak Güvenç Dağüstün konseri, 17 Eylül’de Nâzım Hikmet Akademisi’nin konseri ve 24 Eylül günü Yunanistan’dan bir grubun gerçekleştireceği konserlerin yanı sıra eylül ayında NHKM bahçesinde üç de film gösterilecek. Nâzım Şarkıları Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Eylül ayında “Nâzım Şarkıları” adlı konsere ev sahipliği yapacak. Güvenç Dağüstün, 9 Eylül Cuma günü saat 20:00’de NHKM Bahçesi’nde izleyicileriyle buluşacak. Opera sanatçısı Güvenç Dağüstün Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda okurken Ankara Devlet Operası’nan açtığı sınavı kazanarak bu kurumun en genç sanatçısı oldu. Daha sonra Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi’nin sınavlarını kazandı ve burada çalışmalarına başladı. Dağüstün halen Viyana’da Ksgr. Prof. Margarita Lilova ile çalışmalarını sürdürüyor. Dağüstün, önce Efes Antik Tiyatrosu’nda ve daha sonra İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda ve AKM’de, Fazıl Say’ın “Nâzım” adlı eserini Fazıl Say, Genco Erkal ve Sertab Erener ile birlikte seslendirdi. Bunun ardından “Rumeli Hisarı – Yıldızlı Geceler” konserleri kapsamında Fazıl Say ile birlikte bir resital verdi ve Say’ın şarkılarının Türkiye’de ilk seslendirilişini gerçekleştirdi. Son olarak Şef İbrahim Yazıcı yönetimindeki Say’ın “Nâzım” adlı eserinin CD ve DVD kayıtlarını Fazıl Say, Genco Erkal ve Zuhal Olcay ile birlikte gerçekleştirdi. Dayanışma Konseri Nâzım Hikmet Akademisi’nin Dayanışma Konseri, 17 Eylül cumartesi günü saat 20:30’da Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda yapılacak. Ayşe Tütüncü – Hüseyin Alpaslan - Derya Türkan – Erkan Oğur Emin İgüs – Eylem Pelit- Erdal Erzincan – Mercan Erzincan – Murat Opus – Şevket Akıncı – Nâzım Kumpanya (Şebnem Ünal – Ufuk Karakoç – Nimet Çakıcı) - NHA Öğrenci Topluluğu gibi isimlerin katılımıyla gerçekleşecek olan konser NHA’nın çalışmalarına katkı amacını taşıyor. 24 Eylül cumartesi günü ise, yine NHKM bahçesinde Yunanistan’dan gelecek olan müzisyenler sahne alacak. Yaz sineması ve 1001 Belgesel Eylül ayı içinde NHKM’de üç film gösterilecek. Bunun yanında 14. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali de her yıl olduğu gibi Anadolu yakasındaki gösterimlerini NHKM’de gerçekleştirecek. Festival 29 Eylül Perşembe – 3 Ekim Pazartesi tarihleri arasında düzenleniyor. 16 Eylül Cuma Saat: 20:00 Devrimden Sonra (2011, 90 dk.) Yönetmen: Mustafa Kenan Aybastı “Devrimden Sonra” Türkiye’de gerçekleşebilecek bir devrimin hayata ve sokağa nasıl yansıyabileceğini, devrimin, sıradan insanların, işçilerin, gençlerin, emeklilerin hayatlarında neleri değiştirebileceğini anlatıyor. Düşlerdeki Türkiye’yi, hep
arzulanan ama bir türlü gerçekleştirilemeyen hayalleri anlatıyor. Eğitimin, sağlığın, parayla satılmadığı, paranın aşka tuzaklar kuramadığı, insanların işsizlik korkusu ile yaşamadığı, gençlerin üniforma giydirilip emperyalist örgütlerin hizmetine sokulamadığı bir ülkeyi anlatıyor. Ve hep beraber izlemeye, konuşmaya çağırıyor başka bir Türkiye’yi... Bir kez daha düşünün ya Türkiye’de devrim olursa? Nasıl bir Türkiye olur? 23 Eylül Cuma Saat: 20:00 Bir Yoldaş: Kaptan Kemal (2009, 74 dk.) Yönetmen: Fotos Lamprinos Geçtiğimiz ay yitirdiğimiz Mihri Belli anısına gerçekleştireceğimiz bu belgesel gösterimiyle, Belli’nin yaşamından bir kesiti paylaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte önce Nazilerin, ardından İngiltere’nin işgaline uğrayan Yunanistan’ın bağımsızlığını sağlamak üzere 1944-1948 yılları arasında bir İç Savaş yaşanıyor Yunanistan’da. Bağımsızlık mücadelesine önderlik yapan Yunan komünistlerinin ve emekçi halkının bu savaşımına Türkiye’den bir enternasyonalist olarak katılan Belli, bu filmde, hem kendi kişisel tarihinin sayfalarını çeviriyor, hem de Yunanistan İç Savaşı’ndan anılarını aktarıyor. 30 Eylül Cuma Saat: 20:00 Çınar Ağacı (2011, 121 dk.) Yöneten: Handan İpekçi Birinci Cumhuriyet’in ilk kuşaklarından Adviye Hanım, kızları, damatları, oğlu, gelini ve torunlarından oluşan geniş aileyi bir arada tutmaya, bu birlikteliğe insani ve ilkeli bir kimlik aşılamaya çalışmaktadır. Ancak pek çok çelişkiyle yüklü yaşam, hem bir arada durabilmeyi güçleştirmekte, hem de insanilik ve ilkeliliğin altını oymaktadır. Adviye hanım ile iletişim kurabilen tek kişi olan en küçük torun Barış ve anneannesi, tüm zorluklara rağmen, çözüm üretebilecekler mi?
ATÖLYELER
NHKM’de bu yıl yapılacak ve Ekim ayında başlaması planlanan atölyelerin kayıtları da eylül ayında gerçekleştirilecek. TEMEL TİYATRO ve OYUNCULUK ATÖLYESİ Eğitmenler: Alev Akçin, Orhan Aydın, Metin Coşkun, Nimet Çakıcı, Merve Dağlı, Serkan Durak, Emin Gürsoy, Ufuk Karakoç, Selen Kartay, Levent Ülgen, Müge Saut Süs, Nevzat Süs, Emre Yetim, Ender Yiğit, Fırat Tanış Toplam 4 ay (100 saat) sürecek olan atölye programında, başlangıç düzeyinden katılımcılar ve oyuncu adayları, temel tiyatro yöntem ve oyunculuk teknikleriyle tanışacak. DESEN ATÖLYESİ Eğitmen: Ender Özer Toplam 8 ay sürecek ve haftada bir gün yapılacak desen atölyesi temel olarak karakalem etiğimi üzerine kurulacaktır, temel eğitimin ardından katılımcıların ihtiyaç ve taleplerine göre kişisel programlar üzerinden devam edecektir. HEYKEL ATÖLYESİ Eğitmen: Eda Yenil Toplam 4 ay sürecek ve haftada bir gün yapılacak heykel atölyesinde katılımcılar heykel sanatı ile tanışmanın yanı sıra yapay kil ile yapılacak pratik uygulamalarla kendi eserlerini yaratma imkanı bulacaklar. İSPANYOLCA ATÖLYESİ Eğitmenler: Angela Morales, Erdal Akmaz İspanyolca atölyesinde dersler hafta içi iki gün yapılmakta olup toplam 8 kurdan oluşacaktır. 1 Kur 2 ay sürmekte, toplam olarak İspanyolca eğitimi 16 aylık bir zaman dilimini kapsamaktadır. FOTOĞRAF ATÖLYESİ Eğitmen: Levent Karaoğlu Fotoğraf Atölyesi; Fotoğraf Tarihi, Makine Bilgisi, Işık, Çekim Teknikleri, Kompozisyon, Dijital, Fotoğraf Çekimi ve Değerlendirmesi gibi eğitim başlıklarını taşımanın yanı sıra, fotoğraf çekim gezileriyle pratiğe yönelik bir çalışma da yer alıyor. PHOTOSHOP ATÖLYESİ Eğitmen: Levent Karaoğlu Toplamı 5 hafta sürecek olan Photoshop Atölyesi’ne temel bilgisayar ve fotoğrafçılık bilgisi olan herkes katılabilir. LATİN DANSLARI (Atölye eğitmeni: Alev Akçin) Latin Dansları Atölyesi; Çaça, Salsa, Rumba ve Merengue dansları eğitimini kapsıyor. AKADEMİ’DEN ATÖLYELER Nâzım Hikmet Akademisi Müzik Öğretmenleri Atölyesi, Nâzım Hikmet Akademisi Çocuk Korosu “Çoksesli müziğe giriş programı”, Avrupa Yazınının Temel Metinleri
Saldıran da meçhul değil saldırılan da Şairimiz Can Yücel’in mezarına yapılan alçak saldırıyı ve kışkırtıcılarını öfkeyle kınıyoruz. Biliyoruz ki saldırı, Yücel’in hayatı boyunca kıskançlıkla sahip çıktığı değerlere ve ülkemizin aydınlık yüzü olan tüm sanatçı ve aydınlara yapılmıştır. Bilinmesini istiyoruz ki; saldırıyı gerçekleştirenler şu an için, tüm ülke adına utanç verici bir biçimde, meçhul olabilir ancak saldırganlar ve kışkırtıcıları meçhulümüz değildir. Dün yaptığı çirkin açıklamayla Yücel’in mezarını hedef
gösteren AKP Datça ilçe başkanının ortalığa saçtığı nefretin köpükleri henüz kurumadan gerçekleşen bu saldırının rastlantı olduğunu kimse düşünmemelidir. AKP ilçe başkanının bahanesi içkidir, pervasızlığı tanıdıktır, körüklediği saldırganlık ise açık biçimde tüm insanlığa karşıdır. Can Yücel’in mirasının; iyiden, güzelden, doğrudan, haklıdan ve halktan yana değerlerin sahipsiz olmadığını herkese bir kez daha hatırlatırız. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi / 20 Ağustos 2011
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
YARATIM 35
Tiyatro, müzik ve şiir buluşunca... Bu yaz Türkiye’nin önemli yazar ve şairlerinden oluşan bir repertuarla üst üste birkaç farklı kentte sahne aldınız. Aslında tüm gösterimleri birarada konuşmak istiyoruz ancak Can Yücel’le başlamak doğru olur herhalde. Geçtiğimiz günlerde, tam da sizin Can Yücel şiirlerinden derlediğiniz “Aşk Olsun”u sahnelediğiniz 12. ölüm yıldönümünde şairimizin Datça’daki mezarına yapılan saldırıyı sorsak… Orhan Aydın: Can Baba’nın mezarına yapılan saldırının failleri bellidir. AKP ilçe başkanı olaydan bir gün önce gereğinin yapılması için adeta çağrı yapmıştır. Yani asıl suçlu ortadadır. Saldırıyı yapanlarınsa; AKP gibi aynı gericilik-ırkçılık kaynağından beslenen, kendinden olmayan herkesi ve her şeyi düşman sayan kafatasçılardır. Ruhi Su, Deniz-Yusuf-Hüseyin, Abdullah Baştürk, Kemal Türkler gibi canlarımızın mezarlarına yapılan saldırılardan da hiçbir farkı yoktur. Ülke içine itildiği bataklıkta
çırpınıp dururken, ölülerimize bile tahammül göstermeyen islamcı faşizm, kin ve nefret kusan bu yanıyla insanlık tarihinin kara sayfalarında yerini alacaktır. Ancak ben bu olup bitenlere şaşırmış değilim. “Ülke bölünsün istiyorum. / Yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa, / Onurlu, şerefli, üreten emekçiler, işçiler bir tarafa!” diyen Can Baba’nın istediği olmuştur! Antalya’da “Aşk Olsun”un gösteriminin oldukça coşkulu geçtiğini biliyoruz… 12 Ağustos günü Antalya Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu bir coşkuya sahne oldu. İzleyenler, sahneden söylenen her şarkıya, her şiire eşlik ettiler. Böyle olunca, yani seyirci ile oyuncular söylenen sözde ortaklaşınca; aynı ırmakta akan sular gibi çoğalınca, seyrine doyulmaz bir gösteri çıkarıyor ortaya. Orhan Veli, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet… Diğer oyunlardan ve gösterimlerden söz edebilir miyiz? Sezon başında Sinop’tan
başladık. Sabahattin Ali gibi onlarca yurtseverin de yatırıldığı Sinop Cezaevi avlusunda kurulan sahneden, ‘Tabutumun Altı Çatlak’ adlı gösteri ile yola çıktık. Ardından Konya’da Orhan Veli için ‘Cep Delik Cepken Delik’i, Hatay’da Nâzım, Ritsos, Neruda, Brecht, Behramoğlu, Y.Kemal, A.Arif şiirleri ile ‘Bir Çocuk Kayboldu Elinde Defne Dalı’ dedik. 6 Mayıs’ta Ankara’da, Deniz, Yusuf ve Hüseyin kardeşlerimizin idamlarının yıldönümlerinde ‘Mahsus Mahal’ ile sahneye çıktık. Aynı gün Halit Çelenk ağabeyimizin toprağa düşmüş olması yüreklerimizi burkmuştu. Van’da Yaşar Kemal’in ‘Kırmızı Deynek’ şiirini buluşturduk izleyenlerle ve ardından Antalya’da Can Baba için ‘Aşk Olsun’ dedik. 3 Haziran Günü, NHKM İstanbul Bahçe Sahnesi’nde Nâzım Kumpanya ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ‘Seni Düşünmek’ adlı gösteri ise, bizler için zengin bir deneyim oldu. Böyle bir repertuar oluşturma ve olağan koşullarda görece durgun olan yaz sezonunda farklı
kentlerde sahneleme fikri nasıl oluştu? Uzun zamandır unutturulmaya çalışılan yazar ve şairlerimizin seyirciyle tekrar buluşması nasıldı? Şairlerin şiirlerinden, bu şiirlerden yapılmış şarkılardan ve görsellerden oluşan yeni bir gösteri formatı, derdimizi anlatabilen yeni bir yöntem yarattığımıza inanıyoruz. Bizlere bu yolun kapılarını Mimarlar Odası açtı. ‘Kent Kültür ve Demokrasi’ başlığı ile odanın yaptığı farklı kentlerdeki etkinlik dizisi için önerdiklerimiz kabul görünce yola çıktık. Bu anlamda sahne üstündeki dostlarımıza çok şey borçluyuz. Metinlerin düzenlemelerini yapan ve oynayan Metin Coşkun, oyuncu kardeşlerim Levent Ülgen, Mert Fırat, Gülsen Tuncer, Ayşegül Alpak tüm yürekleriyle anlatılanların ardında durarak olağanüstü performanslar ortaya koydular. Geleneğimizin hamurunu oluşturan devrimci disiplinden taviz vermeden, söz ortaklığımızı birlikte hayata taşıdık. İçinden geçtiğimiz şu
kirli günlerde, gücü azımsanmayacak yeni bir dalga oluşturdu. Araştırmalarda Cansu Fırıncı kardeşimin yoğun emeği var. Görsellerin toparlanması ve kurgulanmasında Tufan Bora olmazları yarattı. Müzik yönetmenliğinde ise, tüm tiyatrolardan daha büyük bir şansa sahibiz. Emin İgüs gibi yaşamını doğru müziğe adamış bir dostumuz, notaların içinde gezinerek, yaptığımız her etkinliği nakış gibi işledi. Emin İgüs’ün yaptığı besteler kalıcı bir zenginlikte olduğu için, birçok çalışmamız unutulmaz olacaktır diye düşünüyorum. Işık tasarımında Yüksel Aymaz arkadaşımız, alanındaki en önemli yaratıcılardan biri. Her seferinde bir büyücü edasıyla dokunduğu her sahne yeniden hayat buluyor. Benzer projeler olacak mı önümüzdeki dönem ya da ne izleyeceğiz Nâzım Oyuncuları’ndan bu sezon? Geçtiğimiz sezon boyunca ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı oyunumuzu oynamayı sürdürdük. Antalya’da, İstanbul ve İzmit’te büyük
Nâzım Oyuncuları ülkenin halkçı kültürel damarını birbirinden farklı ama bütünlüğü olan projelerle sahneye taşımaya devam ediyor. Verimli bir sezonun adından Orhan Aydın çok daha fazlası için söz veriyor önümüzdeki dönem için. salonlarda büyük kalabalıklarla buluşan oyunumuzu, oynamayı sürdüreceğiz. Şimdi 1 Eylül Dünya Barış Günü için Susurluk’ta yapacağımız ‘Barış Barış Barış’ adlı gösteriye hazırlanıyoruz. Ardından 14 Ekim’de Maçka Maden Fakültesi salonunda Nâzım Kumpanya ile birlikte ‘Martılar Ah Eder’ ile sahneye çıkacağız. Önümüzdeki sezon, bu gösteriler ve elbette yenileri ile tüm ülkeyi dolaşacak 35 ayrı etkinlik hazırlığı içindeyiz. Açıkçası bizler istendiğimiz her yere ulaşma çabası içinde olacağız. Dağarcımıza yeni bilinmez şiirler ve şarkılar katacağız. Ülkenin bilinen usta müzisyenleri ile yeni yollar almayı planlıyoruz. Büyük bir Nâzım gösterisi için çabalayacağız. Ülkenin içine itilen bu karanlık günlerde; ele geçirilen yargı ve hukuk sistemini tartıştıran bir de mahkeme oyunu yapabilirsek, kendimizi mutlu hissedeceğiz.
36 SANAT ve SİYASET 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
“Bugün kültür-sanat politikalarımızın tepe noktasına “insanlığın şimdiye kadarki mirasını özümsemeliyiz” yazamayız. Özümsemeliyiz, hele hele komünist sanatçılar, komünist kadrolar mutlaka. Ancak partinin kültür-sanat politikasını temel olarak iç gereksinimler belirleyemez. Roman okuma ve senfoni dinleme alışkanlığı olmayan bir komünistin soyutlama yeteneğinin yeterince gelişmeyeceğini söyleyebilir, müzikle haşırneşir olan bir TKP’linin caza sırt çevirmemesi gerektiğini yazabiliriz. Ancak bir devrimci siyasi parti olarak kültür-sanat politikamızı bu eksende üretemeyiz.”
Siyaset sanatı köreltir mi?
2011 Türkiyesi’nde komünistler ve sanata dair… Sıkışıp kalmışa benziyoruz… Bir çöplüğe dönüşmüş olan burjuva kültürünün kriterlerini, yargılarını bir kenara atamıyoruz çünkü o çöplükte, bizim taşıyıcısı olduğumuzu her zaman iddia ettiğimiz insanlığın birikimi de yatıyor. “Mücadele güzelleştirir, mücadele eden yaratır”dan asla vazgeçmiyoruz ama mücadele toplumsal damarlardan beslenmediğinde kültür ve sanat alanında zor güzelleşiyor, az yaratıyor. Başkalarını beğenmiyor, kendimizi de beğenmiyoruz! “En iyisi olmalıyız” bize pek yakışıyor ama öte
yandan “insanlığın bütün mirası bizim de mirasımızdır, oradan hareket edeceğiz”den ötesi söylenmediğinde zerre fayda getirmeyen bir seçkinciliğe çanak tutuyor. “Komünistler de iyi şeyler yapıyorlar bu alanda” diye hak teslim edildiğinde mutlu oluyoruz da, sonra kendimizden utanıyoruz, “biz zaten iyi şeyler yaparız, kendimizi beğendirmek için değil ama…” düşüncesiyle!
Kim kimi beğenecek şu zavallılaşan kültürsanat ortamında, kim kimi yargılayacak, kim kime not verecek? İnsanlığın birikimini yadsımak ne kelime, onu mutlaka ve mutlaka çöplükte kokuşmaktan kurtaracağız; bu birikimi “teknik” anlamda taşıyan kültür-sanat insanlarına da saygıyla yaklaşacağız ama bugün insanlık can çekişmekteyse, Türkiye tarihsel bir karanlığın içine
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST gömüldüyse başka bir şey söyleyeceğiz: Sanat bu tarihsel uğrakta devrimci siyasetin bir uzantısı haline gelmiyorsa, anlamsızdır. Artık 19. yüzyılının sonlarında yaşamıyoruz, burjuvazinin devrimci çağından kopup gelen müstesna edebiyatçılar, senfoni yazıcıları yok işçi sınıfının davasını bilerek-bilmeyerek besleyecek. 1917’de değiliz ki, “proletarya yeni bir kültür yaratmalıdır, bütün piyanoları parçalayın” diye buyuran delifişek komüniste “kültür başka şeye benzemez, onu iradeyle, kararla oluşturamazsın, o tarihten süzülüp gelecek, hem geçmişin en iyi unsurlarından hareketle kuracağız sosyalist toplumu” diye haddini bildiren Lenin’le, bolşeviklerin en aydınlık unsurlarından biri olarak Sovyet Rusya’nın Aydınlanma Bakanlığı’na çok yakışan, piyanoları devrimin çekiçlerinden koruyup yeni düzenin sanatını bir günde yaratmaya kalkan genç enerjiye her şeye rağmen anlayışla bakabilen Anatoliy Lunaçarskiy’le yetinelim. Hitler faşizmine karşı komünistlerin merkezine yerleştiği insanlık cephesinin direniş günlerini de çoktan geride bıraktık. Henüz çöplüğe taşınmamıştı insanlığın kültürel birikimi ve direnebiliyordu onuruyla, güzel olanı yaşatma kaygısıyla… Ömrü boyunca kızıllara soğuk bakıp, Nazi işgali başladığında vatanını ya da ideallerini değil, düpedüz sanatını savunmak için tamburalı tüfeği sırtlayıp partizanlara katılan Fransız ressamın, şairin, şarkıcının geleneğini yaşatanlara da pek rastlanmıyor şu sıralar. İnsanlık boyun eğmez, bitti denildiği anda ayağa kalkar muhakkak. Ama zaten konumuz da o! Geçmişin mirasını ne yapacağız, neremize koyacağız tartışması yapmıyoruz, yapacak durumda değiliz. İnsanlığı ve de ülkemizi bu karanlıktan, yok olma tehdidinden kurtarmanın yolunu arıyoruz. Siyasal bir işlemden söz ediyoruz. Sanat, bu işlemin parçası haline gelmek, ona tabi kılınmak durumunda. Çok mu kaba? Çok mu indirgemeci? Peşin peşin bayağılığa davet mi? Gelin meseleye biraz daha yakından bakalım… Sanat ve siyaset ilişkisi üzerine Marksizm adına söylenenlerin önemli bölümünün referans noktasının Ekim Devrimi olmasına şaşırmamak gerekiyor. İşçi sınıfı ilk kez iktidarı ele geçirmiş ve bir dizi can alıcı sorunla baş başa kalmıştır. Halk kitlelerinin eğitimi ve sosyalizmin kuruluşuna uygun bir kültür-sanat politikasının oluşturulması bu sorunlar arasındadır ve o güne kadar hiçbir biçimde marksizmin merkezi gündemlerinden biri olmamışlardır. Doğal olarak çok tartışılmış, birbirinden çok farklı görüşler savunulmuş, bunların pratik karşılıkları bulunmaya çalışılmıştır. Bu tartışmalara iktidardaki yönetici parti adına katılan bolşevikler, insanlığın o güne kadarki birikimiyle ilişkilenme anlamında son derece “kültürlü” insanlardı ve bu yakıcı sorunlar etrafında kendi sözlerini söylemekten
hiç geri durmamışlardı. Zaman ilerledikçe, tartışmanın üzerine sosyalist bir ülkenin kültür-sanat yaşamının somut örnekleri eklendi. Gidişatın temsilcileri, resmi sözcüleri, onları beğenmeyenler Marksizmin sanat kuramını yeniden ve yeniden kurmak için çaba harcadılar. Bir yandan da kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadele bütün bu çabaları acımasızca belirlerken, kültür-sanat dünyasının kendilerine alan yaratmak için çabalayaduran fanileri bu mücadelenin hoyrat darbeleriyle biçimlenen sınırların içine sıkışıp kaldılar. Reel sosyalizm havlu attığı andan itibaren bu sınırlar ortadan kalkmadı, kültür ve sanat, insanlığın boyun eğmeyeceğinin kanıtları olan bilge horozların çırpınışları bir yana, bütünüyle sermayenin egemenliği altına girdi. Konuyu 1917’deki biçimiyle, sosyalist iktidarın kültür-sanat politikası bağlamında ele almaya, buradan hareketle yolumuzu bulmaya nasıl devam edebiliriz ki! Sovyetler Birliği ve Demokratik Alman Cumhuriyeti başta olmak üzere, sosyalist kuruluş sürecinde yaratılmış sanatsal birikimi yok saymaktan söz etmiyorum. Onlar, burjuvazinin devrimci döneminde insanlığın kültürel hazinesine eklenenlerden daha eksiğini kazandırmadılar mirasımıza. Uyarım tartışmalarımızın içeriğiyle ilgilidir. Sosyalist iktidarın kültür-sanat politikaları, bizim bugün kültür-sanat alanına bakışımız için verilerden bir tanesi olabilir ancak, daha fazlası ya da bütünü değil. O veriyi de yerli yerine oturtmak gerekir! Lenin ve bolşevikler içinde geniş bir kesim, politikalarını belirlerken sosyalist ekonomi, yenilenen toplumsal ilişkiler, işçi sınıfının sosyalizmi kurma pratiğinin ortaya çıkardığı yeni kültürel pratikler ve yaygın ve bilimsel eğitimin kültür-sanat alanına yeteceğini, onu “devrimci müdahalelerle” hırpalamanın gereksiz olduğunu düşünüyordu. Bir koşulları vardı: Burjuva kültürünün kazanımları özümsenmeli, korunmalı ve sosyalist topluma yedirilmeliydi.
SANAT ve SİYASET 37
bırakmadan yaklaştı. NEP’in bitiminden itibaren (1928-29) “proleter kültürcü” kanat resmi parti çizgisi gibi davranmaya başlayınca, 1932 yılında Sovyet sanatından “burjuva unsurlar” değil, “proleteryanın kültürünü yaratma”ya soyunan militan örgütlenmeler tasfiye edildiler. Geçmişten gelen kültürel mirasın Sovyet toplumu için yeniden seferberliğe çağrılmasına, yeni bir uzlaşma girişimineyse bugüne kadar çok tartışılan Sosyalist Gerçekçilik kavramı eşlik etti. (Bana göre “sosyalist gerçekçilik” diye bir şey yoktur ve olamaz. Ortaya çıktığında da sanat insanlarına belli bir akımı dayatmak için değil, tersine son derece geniş bir yaratıcı gücü birbiriyle uzlaştırmak için geliştiren bir kavramdı. Belki bir başka yazının konusu…) Lenin ve sonrasında Stalin, sosyalist iktidarın dönüştürücü gücüne, partinin öncülüğüne güvenirken ve gerek burjuva kültürünün gerekse kimi komünistler tarafından “geri” hatta “gerici” olarak damgalanan halk kültürünün sağlıklı ideolojik girdilerle sosyalist toplumun kültürel gelişimi için kullanılabileceğini hesaplarken büyük ölçüde haklıydı. Büyük ölçüde diyorum çünkü Sovyet aydını 1932 çağrısı ve ardından gelip her niyete yenen Sosyalist Gerçekçilik şemsiyesi altında kendini kamufle eden burjuva unsurlarla barış içinde yaşamaya başladı, giderek Sovyet kültür-sanat ortamı çift kişilikli, hastalanmış unsurlar üretir hale geldi. Ancak bu nihayetinde artılarıyla eksileriyle sosyalist iktidarın sanat politikasıdır. Bizim durumumuz onlardan, hatta Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler varolmaya devam ederken kapitalist ülkelerde mücadele eden partilerinkinden farklıdır. Bugün kültür-sanat politikalarımızın tepe noktasına “insanlığın şimdiye kadarki mirasını özümsemeliyiz” yazamayız. Özümsemeliyiz, hele hele komünist sanatçılar, komünist kadrolar mutlaka. Ancak partinin kültür-sanat politikasını temel olarak iç gereksinimler belirleyemez. Roman okuma ve senfoni dinle-
sanat adına her şey ama her şeyin üretildiğini ama devrimci mücadeleyle temasını güçlü tutan pek az sanat eserinin ortaya çıktığını bilelim. Tamam, bu hengamede hâlâ ve iyi ki insanlığın bugüne kadarki kültürel birikimini yaşatan, hatta belli ölçülerde geliştiren insanlar da var. Bizim onlarla etkileşim içinde olmamız, onları ideolojik açıdan beslememiz, onların taşıdığı birikimi devrimci mücadelenin gereksindiği sanatsal yaratıcılık için kullanmanın yollarını bulmamız gerekir. Devrimci mücadelenin gereksindiği sanatsal yaratım, bugün hakim olan sanat anlayışının kriterleri ile yargılanamayacağı gibi insanlığın şu ya da bu kesitte belli bir sanat dalında ulaştığı varsayılan doruk noktasından bakarak da değerlendirilemez. Çünkü öncelikleri farklıdır. Mücadele eden insanı geliştirmek, güzelleştirmek, mücadele eden insanları çoğaltmak… Kültür-sanata bu kadar dar bir açıdan bakılamaz ama partinin kültür-sanat politikaları buraya odaklanmak durumundadır. Türkiye Komünist Partisi, devrimden sonrasının kültür politikasını örmemekte, Aydınlanma Bakanlığı’nın dönem hedefleri üzerinde çalışmamaktadır. Türkiye Komünist Partisi, cahilleştirilmiş, hareketsizliğe mahkum edilmiş, bayağılığa alıştırılmış bir toplumda insanların ayağa kalkması için uğraşmaktadır. Sanat bu uğraşın önemli bir düzlemidir. İnsanlığın birikiminden söz ediyorsak, bütün kültür-sanat insanları bilmelidir ki, o birikimi korumak için en etkili ve soylu mücadele budur. Geri olana teslim olmak mı? Ne ilgisi var! Biz devrimciyiz. İnsanlığın kazanımlarından mücadelemizin diğer düzlemlerinde olduğundan çok daha fazlasıyla yararlanacağız kültürsanat alanında. İnsan aklını özgürleştiren, insanı donatan, insanı kötü ve çirkin karşısında daha güçlü kılan bir sanat anlayışı nasıl geri, sığ ve vulger olabilir? Tersinden soralım, siyasal bağlantıları zayıf düşmüş, örtülmüş, bütünüyle sanatın iç dinamiklerine bel
Türkiye Komünist Partisi, devrimden sonrasının kültür politikasını örmemekte, Aydınlanma Bakanlığı’nın dönem hedefleri üzerinde çalışmamaktadır. Türkiye Komünist Partisi, cahilleştirilmiş, hareketsizliğe mahkum edilmiş, bayağılığa alıştırılmış bir toplumda insanların ayağa kalkması için uğraşmaktadır. Sanat bu uğraşın önemli bir düzlemidir. Devrimin ilk yıllarında, daha somutu Yeni Ekonomi Politika (NEP) dönemi boyunca Lunaçarskiy’nin Aydınlanma Komiserliği (devrimci iktidarın kültür ve eğitim işlerini aydınlanma bakanlığı adı altında toplamaları özellikle önemsenmeli) sonrasında Kültür Komiserliği politikalarını bu eksende kurdu. Edebiyat, müzik ve tiyatro başta olmak üzere sanatta burjuva mirasını topyekun reddeden “aşırı”lara hoşgörüyle ama inisiyatifi onlara asla
me alışkanlığı olmayan bir komünistin soyutlama yeteneğinin yeterince gelişmeyeceğini söyleyebilir, müzikle haşırneşir olan bir TKP’linin caza sırt çevirmemesi gerektiğini yazabiliriz. Ancak bir devrimci siyasi parti olarak kültür-sanat politikamızı bu eksende üretemeyiz. Siyasallaşmış, alabildiğine siyasallaşmış bir sanat anlayışından utanmaktan, bunun bize yetmeyeceği düşüncesinden vazgeçelim. Dünyada ve Türkiye’de
bağlamış bir sanatsal yaratımın insanı geliştiren bir etkisi olabilir mi bugünün dünyasında? Mirası iyi öğren, tarihsel bağlama yerleştir, gelişmeleri takip et, toplumsal mücadeleler için en uygun biçimleri ara ve devrimci müdahaleler için gerekli olanı en güzel, en yetkin, en etkili biçimde yaratmaya çalış. Bizim yapmamız gereken budur. Kemal OKUYAN
38 PARTİLİ YAŞAM 1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
10. KONGRE TÜRKİYE KONFERANSI’NIN ARDINDAN
Kararlar uygulanıyor mu? Türkiye Komünist Partisi seçimlerden hemen sonra Kongre kararı aldığında yaz aylarında yapılacak bir değerlendirmenin verimli olmayacağını, alınacak kararların hayata geçirilmesinde zorluk yaşanacağını, daha geniş bir zaman aralığında ve mümkünse sonbaharda gerçekleştirilecek konferanskongre sürecininin daha sağlıklı geçeceğini söyleyenler olmuştu. Bu kaygılar özetle partinin zaman yitirmemesi gerektiği ve sonbahara hazır girilememesi durumunda 2012‘de etkisiz kalınacağı vurgulanarak yanıtlanmıştı. Türkiye Konferansı gerçekleşti, parti siyaseti gözden geçirildi, yeni hedefler belirlendi, örgütsel dönüşüm tarif edildi. Alınan kararlardan biri, bütün bunların hayata geçirilişine ilişkin partililere düzenli bilgi verilmesiydi. Bunun biçimleri üzerinde çalışılırken, yeniden yayınlanmaya başlanan Komünist’te bir ilk döküm yapılmasının yararlı olacağı düşünüldü. İşte TKP’nin yoğun yaz mesaisinin ilk sonuçları: Örgütsel işleyişte köklü değişiklik Kongre sürecinde sürekli dile getirilen “örgütsel dönüşüm”ün genel geçer düzenlemelerden
ibaret kalacağına ilişkin öngörüleri tamamen boşa çıkaran çapta yenilikler hayata geçirilmeye başlandı. Kurulların ve partideki toplam yönetici sayısının ciddi oranlarda azaltılması, bazı kademelerin ortadan kaldırılması, parti yaşamının hızlandırılması ve bilginin mümkün olduğunca eşit dağılması için kanallar yaratılması ile birlikte partide yıllardır çözülemeyen birçok sorunun hafifleyeceği, hatta giderileceği kanaati daha şimdiden yaygın biçimde gözlenmeye başladı. Merkez Komite dahil bütün kurulların çalışmalarının denetlenmesi, hesap sorma ve hesap verme alışkanlığının yeniden kazanılması, somut hedef ve takvimle çalışılarak belli aralıklarla bu hedefler bağlamında bir değerlendirme yapılması parti içi yaşantıda giderek yerleşiklik kazanıyor. Alınan kararlardan bir diğeri, birimlerin gerçek temeller üzerinde yeniden kurulmasıydı. Birimlerdeki üye sayısının azaltılması, birimlerin dinamizminin artmasına ve hedefe dönük çalışabilmesine yardımcı olurken, etkisiz ve zayıf birimler kurulmasının önüne geçmek için bir dizi önlem alındı. Bayram sonrasında TKP’nin birim yapılarındaki değişiklik tamamlanmış olacak. Bu arada yeniden yapılandırı-
lan Parti Konseyi şu ana kadar Merkez Komite ile parti örgütü arasındaki iletişimi sağlıklı hale getirmek ve partinin kadro birikimini birbirine yakın konumlandırmak gibi işlevleri üstlenirken, önümüzdeki aylarda bir genel durum değerlendirmesi amacıyla yapılacak toplantıyla birlikte yerli yerine oturacak. Eğitim şart! Hemen herkesin “zaaflı” olarak nitelediği parti içi eğitim başlığında konferansın MK’ya yüklediği sorumluluğu yerine getirmek için çalışmalar sürerken ilk adım aday üye eğitimlerinde atıldı. Aday üyelerin üyelerden farklı birimlerde yer almalarına ilişkin kararın temel gerekçesi, aday üye eğitimlerinin hakkıyla yapılması ve bu eğitimin tek tek aday üyeler açısından sonuçlarının ayrıntılı biçimde değerlendirilmesi. Bu düzenlemeyle birlikte aday üye eğitimleri partinin siyasal gereksinimlerine daha uygun hale getiriliyor. Üye ve kadro eğitimleri konusunda da hazırlıklar yoğunlaşmış durumda. İşçi Okulları’na ilişkin program ise şimdiden hazır. Bürolar hedef belirliyor Partinin merkez büro ve komisyonlarının yeniden yapılandırılması ve konferansın siyasi
Türkiye Konferansı gerçekleşti, parti siyaseti gözden geçirildi, yeni hedefler belirlendi, örgütsel dönüşüm tarif edildi. Alınan kararlardan biri, bütün bunların hayata geçirilişine ilişkin partililere düzenli bilgi verilmesiydi.
doğrultusuna uygun hedefler belirlemesi için yürütülen çalışmalar 19 Ağustos’ta yapılan MK toplantısıyla birlikte son evresine girdi. Başta sendika ve kitle örgütleri ve öğrenci bürosu olmak üzere, TKP’nin bütün büro ve komsiyonlarında hem bileşim itibariyle hem de dönem hedefleri açısından ciddi değişikliklere gidildi. Parti tarihinde ilk kez MK büroların tamamını aynı anda masaya yatırırken, alanların birbirinden yalıtık olmaması ve partinin siyasal-ideolojik birliğinin güçlendirilmesi için büro hedeflerinin toplamda tutarlı olmasına büyük özen gösterdi. MK toplantısının hemen ardından bürolar hem yeni hedefleri tartışıyor hem de bunlarla ilgili hazırlıkları sürdürüyorlar. Yayınlar elden geçti Konferans’ta yayınlara ilişkin ayrıntılı bir karar alınmamış olmasına karşın, birçok delege haftalık yayının daha etkili hale getirilmesi, parti yaşamını merkeze koyan bir yayının çıkartılması ve Gelenek’in istikrara kavuşması için önerilerde bulunmuştu. Hiç zaman yitirilmeksizin bu öneri ve talepler değerlendirildi ve haftalık TKP’nin Sesi’nin 10 Eylül’de, aylık Komünist’in 1 Eylül’de çıkmasına, Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi’nin ise Gelenek’in arzu edilen nitelikte çıkışını güvence altına alacak biçimde yeniden yapılandırılmasına karar verildi. soL Portal’daki görev değişiklikleri, soL Radyo’ya ilişkin hazırlıklar ve partinin internet sitesinin etkisizlikten kurtarılması için başlatılan çalışmalar yayıncılık alanının güçlendirilmesi başlığında toplanabilir. Sosyalistlerin Meclisi Konferans’ta en fazla tartışılan başlıklardan biri olan Sosyalistlerin Meclisi’ne ilişkin Merkez Komite son derece dikkatli bir hazırlık sürecine girdi. Partinin hazırlıksız ve olgunlaşmadan hamle yapmasının getireceği olumsuzluklara işaret eden delegelere hak veren Merkez Komite, Eylül başından itibaren bu başlıkta güçlü adımlar atacak. Konuya ilişkin Parti Konseyi üyelerine ayrıntılı bilgi verilirken, 10 Eylül günü kamuoyuna bir açıklama yapılacak.
1 EYLÜL 2011 SAYI 336
KOMÜNİST
SOSYALİST DEVRİM İÇİN YAZILAR 39
Devrimden uzaklaşıyor muyuz? Kemal OKUYAN Başkent Trablus’un “muhalifler”ce ele geçirildiği haberlerinin geldiği Libya’da Kaddafi’nin alaşağı edilmesi pekala devrimci bir gelişme olabilir, hatta ömrünü buram buram pragmatizm kokan siyasal manevralarla geçiren bu ilginç adamın temsil ettiği iktidarın ardından Afrika’nın kuzeyinde sosyalizm ciddi bir seçenek olarak belirginleşebilirdi. Tutarsız da olsa emperyalist ülkelere zaman zaman kafa tutması, ülke ekonomisine düpedüz kamucu ögeler katması, Kaddafi’yi bizim devrimci ailemizin parçası yapmıyordu; tarihsel açıdan Libya Arap Cemahiriyesi aşılması gereken bir siyasal birimden başka bir şey değildi. Ancak dünyadaki dengeler bizi Kaddafi yönetimini devirmek için yürütülen sivil-askeri operasyonlara karşı tavır almaya, gelişmeleri gerici hatta karşı-devrimci olarak nitelemeye, bu kirli tezgahı fiilen ya da ideolojik olarak destekleyenleri emperyalizme hizmet etmekle suçlamaya yöneltti... İşin gereçeği, Kaddafi’nin yolun sonuna gelmiş olmasından hiç hoşnut olmadık; bu sonlanışın kime geçit verdiğini iyi bildiğimizden, hesabı biz marksistler ancak böyle yapabileceğimizden... Gerici-liberal ittifak bize “sta-
Partimiz, bugünden bakıldığında “değişim”in kritik noktalarını saptama ve oralara odaklanma konusunda bütünüyle isabetli değerlendirmeler yapmış, tutarlı olmuş ancak “değişim”, devrimci bir temelde değil tersi bir içerik ve doğrultuda gerçekleşmiştir. İradi müdahalelerin, öznel faktörün yaşamsal değerini bilsek de, bu olumsuzluk nedeniyle kendimizi suçlayamayız. Hatamızı, eksiğimizi en fazla gerici dönemin her bir alt evresinden bir sonraki evre için yeterince güçlü bir enerji çıkaramamızda arayabiliriz. Aradığımız buydu, budur zaten.
tükocu” derken, biraz da bunu kastediyor. 1989’da Nikolay Çavuşesku’nun devrilmesini, aynı yıl Berlin duvarının yıkılmasını, 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişini büyük bir üzüntü ve öfke ile karşılamıştık. “Biz”den bir şeyler eksilmişti. 1991-95 arasında Alman ve Amerikalı emperyalistlerin Yugoslavya’yı parçalarına ayırmak için yürüttükleri fesat bol sorunlu ve sorumsuz “sosyalist” yönetimi sıkıştırdıkça üzülmeye ve öfkelenmeye devam ettik. Muhatabın “biz”den olması gerekmiyordu, düşmanın başarısıydı bizim kabullenmediğimiz! 2003 Nisanı’nda Amerikalı deniz piyadeleri Saddam’ın heykelini bir vinç bağlanmış bir araçla yere indirdiklerinde, beş-on yıl önce hiç öngöremeyeceğimiz duygularla hareket ediyor, Irak Devlet Başkanı için tasalanıyorduk. Bütün bu olayların bir bağlantısı vardı. İşgalci orduların tepesindeki isimlerden Donald Rumsfeld’in dediği gibi, “Bağdat’ta yaşananlara bakarken insan Berlin Duvarı’nın yıkılmasını hatırlamadan yapamıyor”du. Öyle ya da böyle, her zaman değişimi simgeleyen “devrim güçleri”ni değişimden çekinir hale getiren bir 30 yıl yaşadık. Latin Amerika’da çeşitli rezervlerimize karşın, Rumsfeld kılıklıları değil de insan olanı, yerküremizin ilericilerini yürekten heyecanlandıran iktidar değişikliklerini saymazsak, evet doğru, hayatın durması, geri olanın korunması anlamında değil, emek-sermaye arasındaki güç dengelerinin işçi sınıfı aleyhine gelişmemesi için çabalamak anlamında muhafazacı, savunmacı bir pozisyon aldık. İleriye doğru atılmak, sosyalist devrim hedefini güncellemek için fırsat kollamayı ihmal etmeden... Dünya işçi sınıfı hareketinin, dahası onun en muhteşem ürünü Sovyetler Birliği’nin devrimci bir perspektiften uzaklaşmasının bedelini ödedik açıkçası. Değişimin bir süreliğine devrimci içeriğini yitirmeye başlayacak olmasının ilk habercisi herhalde İran Devrimi’nin mollalar tarafından çalınarak bir kabusa dönüşmesiy-
di. Oysa İran gibi ülkede, bu çapta, bu tarihsel önemde, gerçek halk güçlerinin eseri olarak “devrim” adlandırmasını çoktan hak eden bir altüst oluştan karanlık çıkmamalıydı; buna alışkın değildik! Ne ki, alışacaktık. Ülkemizde de kısa molalar dışında her hamleyi sermayenin, gericiliğin, emperyalistlerin yaptığı, yapabildiği, solculuk adına işçi sınıfına en açık saldırıları “demokratikleşme”, “sivilleşme”, hatta “devrim” diye tanımlayanları gördükçe daha da kahrolduğumuz iç karartıcı bir dönem yaşamadık mı aşağı yukarı aynı yıllarda? Birincisinden ikinciye geçerken cumhuriyet “bize ne” demedik, bu geçişi durdurma kaygısının sosyalizm mücadelesine sadakatin doğal sonucu olduğundan hiç kuşkulanmadık. Devrim, döneme damga vuramamış ne gam! Biz devrimden uzaklaşmadık. Kendimizi yememiz, sorgulamamız, kongre ve konferanslardan kafamızı kaldıramamamız bundan. Dostlarımız “seçim sonuçlarını abartmadınız mı” diye sorarken belki haklı olarak bizim ayrıntılara, güncel olana fazla takıldığımızdan kaygı duyuyorlar. Oysa Türkiye Komünist Partililer gerici döneme teslim olmamanın yollarını arıyor, gericilik döneminin devrimi uzaklaştırmasına izin vermemenin hesabını yapıyorlardı. “Önce demokrasi”, “önce falanca sorunun çözümü”, yalnızca yetersiz ya da hayal olduğu için değil, ilerici geleneğin karşı-devrimci, gerici sürece eklemlenmesi anlamına geldiği için TKP, programını aldığı oya göre uzatıp kısaltmayı aklının ucuna dahi getirmemiş, “80, 90 ya da 64 bin oyla sosyalizm falan olmaz, gerçekçi olalım”a hiç teslim olmamıştı. Ama daha ilkesel bir mesele vardı: Komünist, her koşulda devrim için, sosyalizm için hazırlanandı. Hazır olunacak ki, bazı koşullar
olgunlaşınca, başat dinamikler çakışınca, ani bir gelişme güçler dengesini altüst edince, egemenlerin bir hesap hatası uysal kitleleri halk gibi, sınıf gibi davranmaya itince, açıkta kalınmasın. Hazırlık denilen nedir? Bir sürü boyutu var. Ama siyasal bağlamda, hazırlık, kendi siyasetini devrimci olanakların en fazla birikeceği noktalarla bağlantılandırmaktır. Bağlanılan noktalarda özel bir gelişme olmadığında, siyasetiniz asla yanlışlanmaz. Başarısızlık ya da yanılgı ancak olanaklar bambaşka noktalarda olgunlaştığında, devrimci özne bu nedenle açıkta kaldığında söz konusu olabilir. Partimiz, bugünden bakıldığında “değişim”in kritik noktalarını saptama ve oralara odaklanma konusunda bütünüyle isabetli değerlendirmeler yapmış, tutarlı olmuş ancak “değişim”, devrimci bir temelde değil tersi bir içerik ve doğrultuda gerçekleşmiştir. İradi müdahalelerin, öznel faktörün yaşamsal değerini bilsek de, bu olumsuzluk nedeniyle kendimizi suçlayamayız. Hatamızı, eksiğimizi en fazla gerici dönemin her bir alt evresinden bir sonraki evre için yeterince güçlü bir enerji çıkaramamızda arayabiliriz. Aradığımız buydu, budur zaten. Paris Komünü’nden Avrupa’da devrim günlerine 47 yılın geçmesi gerekmişti. Pek Avrupalı sayılamayacak Rus devrimci hareketiyse ilk çıkışından sonra 10 yıl kabuğuna çekilmek durumunda kalmıştı. Yılmadan denemek, inat etmek, hazırlanmak, kendini düzeltmek. Her bir dönemin içeriğini, kritik halkalarını doğru kavramak, devrimci bir dönem için en uygun koordinatlara yerleşmek. Devrimci bir stratejinin olgunlaşacağı zemini böyle tarif edebiliriz.
EYLÜL 2000 - 100 x 140 cm. TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ’NİN 80. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ Partimiz TKP adını almadan önce Mustafa Suphi’nin portresinin kullanıldığı ilk propaganda malzemesidir. TKP’nin Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından kurulduğu 10 Eylül 1920 tarihini milat kabul eden partimiz, Türkiye sosyalist geleneğini bir bütün olarak sahiplenerek afişin basılmasından bir yıl sonra Türkiye Komünist Partisi adını almıştır.
AFİŞLEME