KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR
Metin Çulhaoğlu, konuya teorik ve güncel siyasi boyutlarıyla yaklaşıyor. SAYFA 10
6 OCAK 2012 SAYI 340 FİYATI: 3 TL
İKİNCİ CUMHURİYET Kavramı biz mi uydurduk, yoksa birincisinin tasfiye olduğu ve yerine ikincisinin geçtiği gerçekliğin ta kendisi mi? Aydemir Güler yazdı.
Türk-İş Genel Kurulu’nun ardından
AKP İÇERİDEN ÇATLAR MI?
“Birinci Cumhuriyet’in yıkılması ve İkinci Cumhuriyet’in kurulmasının, maddi, nesnel bir olgu olduğu açıklık kazanmaktadır. Ancak bu açıklık, sosyalizmin bu durumun sonuçlarını değerlendirebilmesi, yeni rejimin biricik alternatifi olma imkanını realize edebilmesi halinde bir anlam taşıyacaktır.” SAYFA 4
BDP ve CHP’ye mektup
“İşçiden çok sermayeye ve onun temsilcisi hükümetlere yakın duran Türk- İş’in pozisyonunun değişmesi, ancak ve ancak ülkemizde sendikal alanın temel referanslarını değiştirecek bir yeni siyasal süreç ile mümkündür.”
SAYFA 12
Alevilik okumaları... Bir kez daha yoğun bir biçimde tartışılmaya başlanan Alevilikle ilgili hangi kitaplar öne çıkıyor?
TKP NE DEMEK İSTEDİ? TKP, Aralık başında Barış ve Demokrasi Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi yönetimleriyle Meclis gruplarına bir mektup yolladı. Mektupta Türkiye’de hukuk alanındaki gelişmelere dikkat çekiliyor, siyaset alanının daraltıldığına işaret ediliyor ve bu gelişmelere parçalı yaklaşılmaması çağrısı yapılıyordu. SAYFA 6-7
SAYFA 14
2 PANO 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Komünist haftalık olunca... Dört sayı aylık yayınlandıktan sonra haftalık çıkartılması kararlaştırılan Komünist her hafta cuma günleri okurla buluşacak. TKP’nin parti örgütleri tarafından dağıtılacak gazete aynı zamanda birçok kitapçı ve bayide bulunacak. Bunun yanı sıra, parti örgütleri haftanın bütün günleri meydan satışlarıyla Komünist’i yeni okurlarlarla buluşturmayı hedefliyorlar. Komünist okurlar tarafından olumlu eleştiri alan aylık Komünist’in birçok özelliğini korurken, daha dinamik bir yayın haline gelecek. Umuyoruz, haftalık Komünist, beklenti ve ihtiyaçları karşılar, beğeni daha fazla okur anlamına gelir.
Gelenek yeni sayısıyla okurla buluştu Uzun bir aradan sonra Gelenek, internet ortamında yeniden okur karşısında. Geçtiğimiz yıl Ocak ve Mart aylarında yayınlanan iki sayının ardından Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi’nin yeniden yapılandırılma çalışmaları nedeniyle hazırlanmasına ara verilen Gelenek bundan böyle yine MLAM tarafından ve aylık olarak yayınlanacak. Yılda iki kez Gelenek’te yayınlanan yazılardan oluşan seçkinin basılması planlanıyor. Gelenek’in bu ay çıkan 114. sayısında Birinci Cumhuriyet’in çözülüşü üzerine Aşkın Süzük, Can Soyer, Funda Hulagü, Gülay Dinçel, Kemal Okuyan ve Neslişah Başaran’ın yazıları yer alıyor. Dergide aynı zamanda TKP’nin Dünya Komünist ve İşçi Partileri toplantısında dağıttığı ve Arap dünyasında yaşanan gelişmelere ilişkin değerlendirmeleri içeren broşür de okunabilir. Gelenek’e mlam@tkp.org.tr adresinden ulaşılabilir.
29 Ocak için davetiyeler hazır 29 Ocak’ta Ankara’da Arena Spor Salonu’nda gerçekleşecek “Sosyalizm Kazanacak” etkinliğinin davetiyeleri dağıtılmaya başlandı. Saat 16’da başlayacak olan etkinliğe partili ve parti dostu sanatçıların yanı sıra, Yunanistan, Portekiz, Suriye komünist partilerinden yöneticiler katılacak. TKP adına da önümüzdeki döneme ilişkin önemli açıklamaların yapılacağı etkinliğe büyük katılım bekleniyor.
Sosyalistlerin Meclisi 28 Ocak’ta toplanıyor TKP’nin çağrısıyla kurulan Sosyalistlerin Meclisi, üçüncü toplantısını 28 Ocak Cumartesi günü yapıyor. Yüzü aşkın aydının yer aldığı Sosyalistlerin Meclisi toplantısında gündemdeki siyasal başlıkların yanı sıra, Meclis’in faaliyetlerini ve üretimini daha geniş kesimlere ulaştırmak için hangi araçların geliştirilebileceği tartışılacak. TKP’li Öğrenciler: www.tkpliogrenciler.org Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi: mlam.tkp.org.tr soL Haber Portalı: www.sol.org.tr Nâzım Hikmet Kültür Merkezi: www.nazimhikmetkulturmerkezi.org Üniversite Konseyleri Derneği: www.universitekonseyleri.org Jose Marti Küba Dostluk Derneği: www.kubadostluk.org Barış Derneği: www.barisdernegi.org Yazılama Yayınevi: www.yazilama.com
KOMÜNİST HAFTALIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN
Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu
www.tkp.org.tr e-posta: komunist@tkp.org.tr Facebook, Twitter ve Youtube resmi sayfalarımıza www.tkp.org.tr adresindeki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST 2012’ye soygunla girdik Önce vatandaşları “ucuz” diye doğalgaz kullanmaya teşvik ettiler. Yetmedi, birçok yerde doğalgaza geçişe zorladılar. Hizmet gelen kentlerde çok sayıda konutta hem ekonomik hem temiz diye doğalgaza geçildi. İnsanlar kandırıldıktan sonra olan oldu, doğalgaz en pahalı enerji haline geliverdi. AKP hükümeti de atılan bu kazıktan pek memnun ki, yeni yılın ilk zammını doğalgaza yapıverdi. Zam tablosu doğalgaz faturalarında kalmayacak elbette. Elektrik, su ve ulaşım için şimdiden yüksek zamlar için alıştırma sözleri çıkmaya başladı. Gün gelir, o faturalar vatandaşı soyanların hırsızlığının kanıtı olarak kullanılır.
TKP’nin Sesi
2 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.
Bir soygun daha! İddiaya göre 1 Ocak’ta herkes sosyal güvenlik kapsamına alındı. İki gün içinde bu gelişmenin arkasından halka tehdit çıktı: Sisteme kayıt yaptırmayana en yüksek gelir diliminden prim cezası, yani 212 TL kesilecek! Bu kadar da değil. Sadece geliri asgari ücretin üçte birinin altında olanların primi devlet tarafından üstleniliyor, yani bundan bir lira fazla geliri olan milyonlarca yoksula yeni vergi salınıyor. Asgari ücretin altında gelir utancını meşrulaştıran, yoksullardan zorla vergi alan AKP hükümetine çağrımız açık: Halkın tamamına güvence getirmek istiyorsanız, önce sağlığı alınıp satılır bir mal olmaktan çıkarın, halkın parasıyla özel hastaneleri ve ilaç tekellerini zengin etmeyin!
TKP’nin Sesi
3 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.
Meclis’te boş duruyordu, şimdi boş boş konuşacak Hakan Şükür, AKP’den aday olduğu genel seçimlerden önce TV spor yorumculuğunu bırakmıştı. Şimdi, milletvekili olduktan sonra, Başbakan’ın izniyle yine ekranlara döndü. Eskiden yeşil sahalara dönülürdü. Belli ki, paranın yeşili sahanın yeşilinden daha cazip geldi. Meclis kürsüsünden halkın sorunlarını dile getiremeyen birini, “spor yorumlarıyla” halkın karşısına çıkarmak tam da AKP’ye yakışır bir tercihtir. AKP’nin milletvekilleri konu mankeni gibi Meclis’te oturmaya devam edip, oylamalarda hep birlikte el kaldırırken, bu işten sıkılan Hakan Şükür televizyonda anlamsız laflar edecek, karşılığında çuvalla para alacaktır.
TKP’nin Sesi
4 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.
TKP’NİN SESİ 3
SESİMİZ DAHA GÜR ÇIKIYOR Türkiye Komünist Partisi’nin 2 Ocak’tan itibaren her akşam saat 4’te yayınladığı TKP’nin Sesi, akla gelebilecek bütün araçlarla Türkiye’nin dört bir yanına ulaşıyor. Eşitliğin ve özgürlüğün sesi, duvar gazetelerinde, panolarda, bildirilerde, internet ortamında yankılanıyor. Her gün daha fazla insana Parti’nin sesini ulaştırmak için çaba göstermek neden bu kadar önemli? Hız ve doğallık giderek daha fazla önem kazandığı için! Ne yazık ki kapitalizm hafızasız, çok tüketen, sindirmeyen bir toplum yaratmaya çalışıyor. Düşüncenin, ilkelerin, yaratıcılığın değersizleştirildiği, insanların haber ve veri bombardımanıyla hareketsizleştirildiği bir dünyada, bir yandan ilkeli, kalıcı ve tutarlı bir siyaset tarzında inat ederken, diğer yandan gelişmelere çabuk yanıt veren, güncel tartışmalarda meydanı sermaye aktörlerine bırakmayan, tersine onların alanını daraltan ve doğalgerçek müdahalelerde bulunmamız gerekiyor. TKP’nin Sesi’nde, bütün partinin ritmini artıran, polemiğe yol açan, anında değerlendirilen bir araç olarak ısrar edersek, partinin seslenme olanaklarını gözle görülür biçimde artıran bir yayına sahip olacağız. Komünist, bir önceki haftanın TKP’nin Sesi dizisinden bazılarına yer verirken, ele alınan konularla ilgili yeni gelişmeleri, onların farklı boyutlarını ve partinin sözünün yarattığı etkiyi burada kısa ve özlü bir biçime ama KOMÜNİSTÇE ele alacak. TKP’nin Sesi’nin günlük olarak yayınlanmaya başlandığı ilk üç sayısına göz attığımızda, 2012’de zorlu mücadelelerin geçeceği üç önemli alanla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, yaşam koşullarının emekçi kitleler için daha da zorlaşacak olmasıdır. Zamlar, ücretler üzerinde giderek artmakta olan baskı, nüfusun geniş bir bölmesini kuşatmaktadır. Hükümetin en büyük becerisi, hayat pahalılığı, işsizlik gibi açık sorunları yalanla perdeleyebilmesi, bunun mümkün olmadığı durumlarda sorumluluğu kendi üzerinden atmasıdır. Bu nedenle siyasi iktidar yakın markaja alınmalı, her adımı anında deşifre edilmelidir. Sosyal güvenlik ve sağlık alanındaki politikaların sonuçları için de aynı şey geçerlidir. Sağlık reformu, AKP’ye iktidar yolunu açan etmenlerden biridir. Şimdi aynı reform, ortaya çıkan olumsuz sonuçlarıyla hükümetin zayıf karnına dönüşmektedir. Hakan Şükür ise, bugünkü egemen zihniyetin rol modellerindendir. Çok sayıda insanın eleştirdiği, hatta dalga geçtiği bu türden isimlerin yine çok sayıda kişi tarafından benimsenmesi, hatta idol haline getirilmesine bakarak geri adım atmak yerine, bu kişilerin ipliğinin pazara çıkarılması büyük önem taşımaktadır. “Neden bunlarla uğraşıyoruz” yanlış sorudur çünkü onlar iktidardadır!
KOMÜNİSTÇE...
4 SİYASET 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
İkinci Cumhuriyet’e geçiş: Öznel bir saptama mı? Türkiye kapitalizminin bütünü yaşadığımız yıkımın ortağı. Daha doğrusu İkinci Cumhuriyet’in yalnızca kendisini önceleyen tarihsel evrenin yadsınması olduğunu düşünmek eksik kalır. İkinci Cumhuriyet, yoluna eskisi gibi devam etmesi mümkün olmayan eski rejimin feda edilerek düzenin kurtarılmasıdır. Sadaka kültürü, cemaat dayanışması, zekat... Kitlelerin gelir düzeyini aşağı indirmeye yeminli, irili ufaklı bütün bir kapitalistler kuşağı bundan büyük nimeti nerden bulacaktı?
Kapanmakta olan 2011 yılının “flaş analizi”, bana sorarsanız, Birinci Cumhuriyet’in yıkılışı ve İkinci Cumhuriyet’in kuruluşudur. Komünistlerin geliştirdikleri kavram ve analizlerin “tutması” artık bir rastlantı sayılmamalı. Benzer bir durum birkaç yıl önce Yeni-Osmanlı terminolojisi ile de yaşanmıştı. Önceleri bu kavramların etrafından dolanıp işaret edilen gerçekliği, birbirlerinden virgülle ayrılabilecek bir dizi unsurdan biri olarak önemsizleştirmeyi deneyenler, sonradan konuya sıradan, olağan bir gerçek olarak yaklaşabiliyorlar. Bu arada kuşkusuz aşağı yukarı eşzamanlı olarak ve komünistlerden habersiz biçimde benzer bir analiz yapmak da mümkündür. Lakin, eğer varsa, komünistlerden habersiz kalma durumu bir başka kusur sayılmalıdır. Aslında sorun belirli terimleri kimin daha önce keşfettiği değil. Zira tartışma durum saptamasından ibaret kalmaz. Türkiye’de bir rejim değişikliğinin yaşandığını artık kabul edenlerin yakın veya uzak geleceğe nasıl bir anlam yükledikleri, hangi olası beklentilerin altını çizdikleri ve ne yapacaklarıdır, asıl önemli olan. Böyle olmasaydı, şu veya bu saptamayı veya gözlemi erken veya ilk yapmış olmaktan bir övünç vesilesi çıkartmamız tam bir zırvalık olmaz mıydı? Düşünün, memleket yangın yerine dönüyor ve birileri kalkıp sevinçle “ben yanacağını söylemiştim” diyerek ortalıkta geziniyor! Komünistlerin böyle bir rolü olamaz. Komünistleri, yalnızca öngörü ve saptamaları değil, bunlardan bir sonraki merhale için yaptıkları öngörüler ve hepsinden daha ağırlıklı olarak kendi davranışlarına ilişkin çıkarsamalar ayırt etmelidir başkalarından. Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir. Saptamamızın giderek genel kabul görmesi iyi bir şey kuşkusuz. Ancak genel kabul gören saptamanın, ortaklaşanları aynı sonuçlara taşıması mümkün olmadığı ölçüde saptamanın kendisi değersizleşecektir. Demek ki, tartışma sürmelidir.
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST Birinci Cumhuriyet nasıl bitti? Elbette seçimle değil. 12 Haziran olsa olsa sürecin temsili bir uğrağı sayılabilir. AKP’nin iktidara seçimle geldiği ve rejimi bir başka seçimle değiştirdiği fikri, aynı anda bizi mutlak bir çıkışsızlığa, yanı sıra popülizme ve parlamentarizme ya da tam tersi yanlışlara götürür; ama doğruda konumlanmamıza el vermez. Ne kast ediyorum? AKP 1990’lı yılların krizine birinci müdahale olarak gündeme gelen 28 Şubat’ın kendisinin krizin parçası haline gelmesi üzerine geliştirilmiş bütünlüklü bir çözümdü. Bu formülün hayata geçirilmesini kolaylaştıran faktörler arasında dönemin asker partisinin ve laiklik yorumunun halktan kopukluğu, 1999 depremi, 2001 krizi gibi bir dizi öğe sayabiliriz. Ancak ne kolaylaştırıcılar ne de 2002 seçimlerinin kendisi yeterli açıklamayı bize vermez. Emperyalizm, büyük sermaye ve dinci gericiliğin özgün birleşimi olmaksızın AKP iktidara yürüyemezdi. Bu rüzgarlarla yelkeni dolmayan bir hareket seçim kazansa da, iktidar olamazdı. Sürecin bu karakteri 2011’de de karşımızdaydı. Haziran seçimlerini yüzde elliyle kazandığı için rejimi değiştiren bir hükümetten söz etmiyoruz. Gericiliğin üç büyük dinamiğinin birleşimini temsil ettiği için köklü dönüşümler gerçekleştiren ve bu sayede, bunların yansısı olarak seçim kazanan bir parti var ortada. Yoksa; süreci durdurmak veya tersine çevirmek için bizim de bir o kadar gözümüzü oylara dikmemiz, bunun devamında hayal görmemiz veya halka küsmemiz, parlamentarizme gömülmemiz veya siyasal mücadeleyi inkar etmemiz falan gerekebilirdi. Birinci Cumhuriyet bir seçimle bitmiş değildir. Seçim bir göstergedir. Alternatifimiz sadece seçim sonuçlarında özetlenen tablonun değil, emperyalizm-büyük sermaye-dinci gericilik üçlüsünün reddi olarak geliştirilmelidir. Bu nokta önemli. Zira AKP’ye alternatif olsun diye bu üçlüden bir veya ikisine yatırım yapmayı düşünenler tükenmiş değil. Yani sorun tipik bir Birinci Cumhuriyetçi olarak İlhan Selçuk’ta değildi ve onun bu dünyadan ayrılmasıyla değişmedi. Bir ekol var ve bu ekolün tezine göre, (1) AKP İslamcılığı nedeniyle batıcılıktan sapmaya mahkumdur ve bu nedenle arkasındaki desteklerden en önemlisi yitirecektir; ve/veya (2) AKP kendisine organik olarak bağımlı birtakım rantiyeleri kayırdığı için büyük sermayenin daha geleneksel ve kurumsal kesimlerinin desteğini yitirecektir. Bir üçüncü varyant ise AKP’nin İslamcılığının “hakiki” olmadığını, İslamın yoksul ve mazlumlardan yana olduğunu vaaz ederek, Müslüman tabanın eninde sonunda başka alternatifler çıkartacağını düşünüyor. “Evet rejim değişti gerçekten de...” diye başlayan bir söylemin bu yukardaki üç patikadan birine girmesi
mümkündür ve uğraşıp didinen birileri bu rotaya bir iç tutarlılık, bol ampirik ve istatistik veri desteği, siyasal iddia vb kazandırabilir de... Bizim kastımız başkadır. Bizim kastımız sosyalizmdir. Kapitalizm içi alternatif gerçekçi mi? Başka seçenekleri arayan ve savunanlar kendilerine kanıt bulabilirler. Kendilerince... Genel olarak Birinci Cumhuriyet’e dönüşün olanaklı olduğu yolunda bir umut veya perspektif var gerçekten de. Bu tür durumlar marksizm içi, sosyalist hareket içi yol ayrımlarına da vesile olurdu eskiden. Sosyalizmi önceleyen demokratik, ulusal, ileri, bağımsızlıkçı, tekeller dışı vb bir başka aşama mı hedeflenecek, yoksa sosyalizm mi? Birinci Cumhuriyet’e dönüşü yukardaki gibi başka güçlere gözünü dikerek kurgulayanlar böyle mi yapmış oluyorlar sizce? Bunlar klasik aşamacılar mı yoksa? Böyle bir değerlendirme fazla eksik olacaktır. Türkiye’de demokratik devrim ile sosyalist devrimin iki ayrı strateji, ittifaklar politikası ve siyasal program olarak karşı karşıya geldiği dönemlerde, taraflar birbirlerini “gerçekçilik” kriterine de vuruyorlarsa da, tartışmanın o denli canlı yapılabiliyor olması bir durumun kanıtıydı aslında: Herbir yol uygulanabilirliğe ya da denenebilirliğe sahipti. İsteyen ilerici subay arayabiliyor ve “kendince” buluyordu da. Buna kızan ileri işçilere dönüyor ve yine buluyordu. Elbette zamanında kimi MDD’cilerin uydurduğu gibi Erbakan’ın partisinden milli burjuvazi çıkmazdı, ama çok sonraları bile kimileri ulusal(cı) sanayicilere dernek kurdurtabilecekti. Bu uygulanabilirlik veya denenebilirlik defteri Birinci Cumhuriyet’le birlikte kapanmıştır. Dünya krizinin emperyalistler arası çelişkileri kaşıması kaçınılmaz. Emperyalizmin AKP’yi terk etmesi olası şu veya bu kanadının İkinci Cumhuriyet’in temellerini havaya uçurmaya kalkması ise mümkün değildir. Krizin Türkiye burjuvazisini birbirine de düşürmesi olasıdır; geleneksel büyük sermayenin kurallı çalışmadan yana olduğu, yoksulluğun yanında emekçilere yutturmak için dinden daha iyi bir ilaç bulabilmesi ise imkansızdır. Bin küsur yıllık Türk İslamının bir emekçi halk dinamizmine yataklık etmesi ise en azından şimdilik basbayağı bir fantezidir! Rejim değişikliği komünistlerin çerçevesinde bu anlamları içerir. Kapitalizm içi alternatif arayışlarının gerçekçilik testinden çakmaları bir yana, artık ciddiye alınmaları olanaksız hale gelmiş bulunuyor. İkinci Cumhuriyet’ten geriye dönüş, eskinin sınıfsal dayanakları çürüdüğü ve imha edildiği için imkansız. Bunların restorasyonunu dileyen galiba bir tek Aydınlık gazetesi kalmış bulunuyor; gücü yetecek
kimse ise ortalıkta görünmüyor. Aşamacılık ve demokrasicilik Türkiye’de 2011’le birlikte saçmalığa indirgendi. Bu yolda ısrar edenlerin, en fazla, iyi emperyalistlerle kötü emperyalistlerin, iyi kapitalistlerle kötü kapitalistlerin ve iyi gericilerle kötü gericilerin oyununda meze olmaları beklenir. Oyunun parçası değillerse tabii... Ne demek istediğimizi anlamaya çalışanlar, “İkinci Cumhuriyetin Halk Partisi”ne bağlanan umutlara bakmalıdır mesela. Suç ortaklığı Türkiye kapitalizminin bütünü yaşadığımız yıkımın ortağı. Daha doğrusu İkinci Cumhuriyetin yalnızca kendisini önceleyen tarihsel evrenin yadsınması olduğunu düşünmek eksik kalır. İkinci Cumhuriyet, yoluna eskisi gibi devam etmesi mümkün olmayan eski rejimin feda edilerek düzenin kurtarılmasıdır. Sadaka kültürü, cemaat dayanışması, zekat... Kitlelerin gelir düzeyini aşağı indirmeye yeminli, irili ufaklı bütün bir kapitalistler kuşağı bundan büyük nimeti nerden bulacaktı? Sosyal devletin kökünün kazındığı bir toplumda barutun alev almasını önlemek için dinselleşmeden daha iyi söndürücüyü Tüsiad icat edebilir miydi? Eski merkez sağ mı, yoksa merkez sol mu, yoksa askerler mi, AKP’nin baskıcı uygulamalarını üstlenmeye cesaret edecekti? Bu yazı yazıldığında gerçekleşen ikinci 33 kurşun faciası için tetiğe bunların dışında basmaya muktedir öznesi var mıydı düzenin? AKP öncesinde burjuva siyasetinin böylesi bir totalitarizmi, somut olarak sultansı liderliği üretemediği deneyle sabittir. İşsizi, yoksulu kovan, köylüye küfredip gençleri hapse tıkan, sanatçıları, yazarları terörist ilan eden bir performansa düzenin ihtiyacı vardır ve bu işi daha iyi yapacak bir özne icat edilene kadar Erdoğan “düzen partisi”nin lideridir. Konuyu bu örnekler düzeyinden çıkartıp komünist hareketimizin oturmuş bir tezini hatırlayalım. Türkiye’de burjuva ilericiliği işgalciye karşı savaşmış ama anti-emperyalist olamamış, yurttaşlık tanımı yaparken halkı hareketsiz kılmaya çalışmış, laiklik derken bunun aydınlanmacı bir kitlesel devinime dönüşmemesi için önlem almış, hatta kapitalizmi kurarken eski düzenin egemenleriyle eklemlenmeyi gözetmiş bir kaypaklıktır. Böyle kurulan Birinci Cumhuriyet varlığını özel bir konjonktüre, önce Sovyet sosyalizmi-Batı emperyalizmi dengesine borçlanmış, Soğuk Savaş’ın ileri karakolu olması sayesinde kalkınmış, saçak altında yaşamıştı. 1990’lar bu faktörlerin tamamının kriziydi. AKP’nin İkinci Cumhuriyet’i düzenin bir fraksiyonunun hamlesinden öte Türkiye kapitalizminin krizine çözümdür. Birinci Cumhuriyet’e dönüş bu açıdan da olanaksızdır. Sosyalizm nasıl gerçekçi olur? Rejimi geriye döndürecek gemiler yandıysa sosyalizm kaçınılmaz mıdır? Akıl yürütmeyi buraya bağlayan bir
SİYASET 5
söylemin ikna gücü zayıf bir ajitasyon olarak kalacağını kabul etmeliyiz. Kapitalizm barbarlığı gerçekçi bir seçenek haline getirmiş bir sistem! Ve aslında ülkede yaşanan kriz, doğrudan sosyalist hareketin krizi olmasa da, her yanı etkisi altına almıştır. Özetle; Türkiye komünist ve devrimci hareketleri onlarca yıl kendilerini somut olarak Birinci Cumhuriyet’in alternatifi olarak konumlandırmışlardı. 2011 sola kendisini dönüştürme ve İkinci Cumhuriyet’in alternatifi olarak kimliğini yenileme çağrısıdır. Örneğin solun gerici rejime doğru “giden” bir ülkede bütün olası direnç odaklarıyla temasa geçme ve geniş bir direniş cephesini deneme seçeneğinin devri tamamlanmıştır. Sol kemalistlerle, Kürt sosyalistleriyle antiemperyalist ve aydınlanmacı bir ortak paydada buluşmak denenmiştir. Bu strateji rejim değişikliğinin bir felaket olarak işaretlerinin biriktiği dönemde ortaya atılmış ve felaket önlenememiştir. Bu tablodan birinci derecede sorumlu olanlar bugün taltif değil hapsedilmiş durumdalar. Sosyalizm ise birinci dereceden sorumlu değil, hep uyarıcı olarak katıldı bu sürece. Siyasal etkisi sınırlı kalmıştır, ancak bu resim sosyalizme yeni bir kuruluşun enerjisini ve meşruiyetini de hediye etmektedir. Sosyalizm artık başkalarını (da) halkçılığa ve aydınlanmacılığa çağıran değil halkçılığı işçi sınıfı merkezli, aydınlanmacılığı ikirciksiz bir sosyalist karakterde inşa etmek durumundadır. Bu kuruculuk yepyeni icatlara dayanmayacak, geçmişin güçlü izlerini taşıyacak. Bu kuruculuk bir teorik üretimi gerektirdiğinden daha fazla örgütlü bir gücü temsil etmek, toplumsal köklerle buluşmak zorunda. Örgütlü bir güçten, toplumsal köklerden yoksun bir sosyalizmin, Birinci Cumhuriyet’e dönüş kapalı diye kendiliğinden, otomatik olarak alternatif haline geleceği düşüncesi saçma olur. Örgütlülüğünü arttırmayan, kök atamayan bir sosyalizm, “daha demokrasiyi kazanamamışken nerden çıktı bu sosyalizm” türünden “teorik”, “yurtseverler, demokratlar bile içerdeyken siz nasıl iktidar olabilirsiniz ki” türünden “pratik” itirazlar karşısında boynu büyük kalmaya mahkumdur. Sonuç: Birinci Cumhuriyet’in yıkılması ve İkinci Cumhuriyet’in kurulmasının, maddi, nesnel bir olgu olduğu açıklık kazanmaktadır. Ancak bu açıklık, sosyalizmin bu durumun sonuçlarını değerlendirebilmesi, yeni rejimin biricik alternatifi olma imkanını realize edebilmesi halinde bir anlam taşıyacaktır. Komünistlere ait, bu anlamda öznel görünen bir tez olarak doğan söz konusu saptamanın, genele yayılması ve bu anlamda nesnelleşmesi gerek. Şimdi sıra bir başka öznelliğin devreye güçlü biçimde sokulmasında. İkinci Cumhuriyetin alternatifi olarak sosyalizmi yeniden örgütlemekte. Sosyalizm, biz onu örgütlersek alternatif olacaktır, nesnellik uygun diye değil. Aydemir GÜLER
6 SİYASET 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
TKP ne demek istedi? TKP, aralık başında Barış ve Demokrasi Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi yönetimleriyle Meclis gruplarına bir mektup yolladı. Mektupta Türkiye’de hukuk alanındaki gelişmelere dikkat çekiliyor, siyaset alanının daraltıldığına işaret ediliyor ve bu gelişmelere parçalı yaklaşılmaması çağrısı yapılıyordu. Türkiye Komünist Partisi’nin BDP ve CHP yönetimlerine aralık başında yolladığı mektubun dar anlamıyla bu iki partiye yazılmadığı, mektubun içeriğinden kolayca anlaşılmaktadır. Yazılanlar, Türkiye’de siyaset alanının bütününü ilgilendirdiği gibi, kendini bir biçimde “sol”da tanımlayan herkese yönelikti. Mektubun söz konusu iki partiye özellikle ulaştırılması, kamuoyunda bu partilere yüklenen anlamla ilişkiliydi. Kaldı ki CHP’nin Ergenekon ve benzer doğrultudaki davalara, BDP’nin ise KCK davasına dönük duyarlılığı bir sır değildi. TKP, düşündüğünü siyasal nezaket sınırları içinde açıkça dile getirmeye çalışan, gizli hesaplar içine girmeyen bir devrimci parti olarak, Türkiye’de bugün siyaset alanını daraltan “hukuk terörü”ne karşı kendi konumlanışını hem açık bir biçimde ortaya koymak, hem de bu
teröre karşı genel bir yaklaşımın sergilenebilmesi için üzerine düşeni yapmak arzusundadır. BDP ve CHP’ye mektup iletilmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Mektubun içeriği ise, bir süredir TKP’nin yayınlarında, soL Haber Portalı’nda yazan TKP’li yazarların makalelerinde işlendiği için, partiyi yakından izleyenleri şaşırtmadı. Birçok parti dostu, TKP’nin mektubunun tarihsel bir değer taşıdığını vurgulayarak, bu doğrultudaki girişimlere devam edilmesi gerektiğini belirtti. Bir bölümü mektupta da yer verildiği gibi, TKP şu gerçeklerden hareket ediyordu: 1. Türkiye’de şu anda yürümekte olan siyasi davaların hiçbirinin hukuki meşruluğu kalmamıştır. 2. Yine bu davaların hiçbiri siyaseten olumlanabilecek içeriğe sahip değildir. 3. Yürütülen opersyonlar yalnızca kimi siyasi aktörleri etkisiz-
leştirmeye dönük değildir aynı zamanda siyaset alanını genel olarak daraltmayı hedeflemektedir. 4. Siyasi iktidarın elini hukuk alanında güçlendiren, her bir siyasi davanın AKP dışında bir başka destekçisinin olmasıdır. Ergenekon operasyonu, onun doğal destekçisi olan İslamcı ve liberal kesimler dışında “sol”dan da hararetli bir destek almıştır. BDP’nin de bu operasyonu olumladığı açıktır. Mektupta dile getirildiği gibi, özel olarak Kürt siyasetçileri hedefleyen KCK davası ise Ergenekon operasyonuna çekince koyan, hatta itiraz eden CHP’li çevrelerce desteklenmiştir. Pek az CHP’li bu davadaki hukuksuzluğa işaret etmiştir. 5. Operasyon ve davalara ilişkin değerlendirmeler, TKP açısından, bu operasyonlara konu olan kesimlere dönük bir uzaklık ya da yakınlık tarifinin çok ötesindedir. TKP’nin başka
siyasi kesimlere dönük yaklaşımını kurmaca iddianameler üzerinde yapmaya gereksinimi yoktur. Burada söz konusu olan, AKP’nin “iki tarafa” vuruyormuş izlenimi vererek kendini aklaması, her defasında yanında destekçiler bulması ve ülkede siyasetin alanını bütünüyle daraltmak istemesidir. 6. Siyasi davaların AKP dışından bulduğu destek, hukuksuzluğu meşrulaştırmıştır. Öyle ki, yıllarca işkenceye, sahte delillere, kurmaca mahkemelere karşı mücadele eden sol, arada bazı kontrgerilla mensupları da hüküm giyecek diye hukuk dışı uygulamaları açıkça onaylar hale gelmiştir. Böyle olmasaydı, bugün bazı tartışmalı yöntem ve araçlar hukukta bu kadar kolay yer edinemezdi. Peki Türkiye Komünist Partisi, mektubun bir karşılığı olacağından umutlu mudur? Bu soruya “mektubun daha şimdiden bir karşılığı olmuştur” diye yanıt verilebilir. Mektubu ciddiyetle değerlendiren, tartışan, sonuç çıkaranlar vardır. Kısa sürede bir tutum değişikliği mümkün gözükmese de daha fazla kişinin bugün Türkiye’de yaşanan gelişmeleri sağlıklı bir biçimde değerlendirmesi, ona göre konumlanmasına yardımcı olunacağı umulmaktadır.
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
SİYASET 7
z yönetim ve TBMM
gruplarına,
i gelişmeleri Türkiye ve dünyadak a, tıd an pl to ğu du antısının pm ya ış ol sım nü Ka gü 25 davalar da MK topl si, ve ite a m rm Ko ştu z ru ke so er i M as si siy rti Pa ist ün m iyeKo ışı ve sürmekte olan Türk killer iktidarın hukuk anlay i as ine bu Siy ir. işt nin irm illetve nd m ve tim değerle ne yö rti pa i r. as tu siy uş iki m ol olan ilgili olarak bilgilendirilmesi hip ind asa konu ler lar ri nd ram enbi og re günd pr f ve yla em de he lı e rk fa k içi ço sü en a ind er irl nması, kamuoyunun da kıs birb a tıd an Topl lla yo p tu ek m r bi olarak yazılanların ilgili emle günd killerine iletilmesi, tve ille ışt m ve tim mek ne geçir en zd lk Partisi yö irm i gö nd kararlaştırılm ır. rin rle ele Cumhuriyet Ha ile si rti Pa ğe si de ra kin ok m iliş CHP P a ile ir. BD Barış ve De P’n siyasi partilere ğild de ü başk Mektubun ün in ın ür TK , nın bi ya gi be ğı et ca niy ıla r laş bi ca an dışarıdan k nü kil dö e er rı açıktır. içeriğinden kolay kla rklılı i iliş fa ak n ınd CH de as Pile rtiler P ar pa bu de in k, BD P’n da TK ya r; n di ini te mek istemes t et ık konuşacak olursa ke re ha rle fle de vehe ek istemektedir. Aç km m çe ra at og . kk pr di rı yiz ay te ına ek en as raltılm tamam dü nu nm şü ğu du ol ı lar tum etin alanının hızla da tu lardaki as nin yıl siy n rti ’de so pa bi iye iki gi rk r Tü ği he di iz, ın tir ge Partim laş rçası dile tıran lay ri ko be n ını da lar şın ım ba ad i n izi ak m ud rti pa ult ğr do kte,pa rli bu bi kapsamlı bir yenid in en tasarımın et m hükü r. Bu nla mıyo nu laş karşı k boyutludur. ni ço ye e, ind kla es alı öt rb zo rın ve ala ı k sk lam ba gu nli iz uy m de ço ele Ülke acak ag şıl sığmay r, alı asetçiler siy ala n rt m n içine Kü kla tu larını tu ın am yg vr ya ka si ve ra r ok ala m rm ve de er ve stl rı soru ali kla m ha Ke a an ştu nd ins genel hatlarıyla kamuoyu r. Ko tu rtışmalı ta soku , kgü ce nu ksal açıdan son dere ku akde uş k,hu lm olar ra vencesi, en ye yü vre bü en ın ar na id rla ikt i ra en ya a siyas noktad İşte bu aniki odak arasındaki mesafe ve güvensizlikt in er ta stl Ke mali rıise lan nla yo nım olarak eras op i olmuştur. K es KC ilm in, ab er ay çil ğl et sa t as iye siy asyonlar Kürt eşru er reviop n ko operasyonlaram ne vetü aların her örnekte bir Erge k, sa ur ol k ca şa nu ko ny ıştır. alm Somut ni ği tta ha deste rle bir eden kampa ış, ci ve nm sla üs ya ör e ün u ve etik değerleri ye un us ıştır ki, hepsi gazete yg alm hoşg l du t ha r ale bi ad le ın, öy lar şım nıt ka kla e ya i ec çic se , düzm un luğ ksuz ku Hu düşündürücüdür. Bu ır. ile hesaplaşmanın ışt m etmesi son derece n lan nu rça em pa m le i bi a sim m lül ke a Ey 12 başk nış ı ileda ya r. Tıp lar dı aksız an kı nık ol sa ak sı v da at va ırm ay od en an uş nd iri rb bi ol çu rdan su rla yaza ve t iye um as ın uygulamaları, m ile k an ku ışı hu ü lay idar ikt bugü i sa as nk Oy siy k ca An . te elbet çil ğildir de t re ... iba bi gi en ı edecektir. lığ ind m er sız va ak de et a as olan ay siy lm rt ra Kü da ve as la er alistl nı Ke et ala aldığı sürece, Türkiye’de siyasetin alanı hız ruz. m Türk zım ını siy ay ’de on iye istemiyo ni in den birin ilmediğini tartışmak kesim ed ilip bu iki ed sil m te n ve BDP tarafında girişimlerde a zı ba Bu iki kesimin CHP aland siyasi algıdaki yeridir. l ve sa ki ku um pl hu to rşı zin ka e ini ler müdahaleler cı z yummaya devam gö raltı yada e Önemli olan parti da nı e mey ala kle al as ste siy de i ler ed ale ülk si ah rti üd için iye Komünist Pa ak nük m m dö lat fa tır iğini ra ha ld ta ge Türk teki” ına “ö lam in an P’n k CH ste de ve e P ey BD m p, nle tu ze dü lı am tır. Bu mek ps ak ka ac lun olan bu te ek lm tü rü edeyü lg bö ve ’de iye rk Tü n ini es etm ır. ıst m yazıl
BDP ve CHP merke
a, ızl Sayg rım ıla rti si Pa ist Komün rkiye Tü Komite Merkez
8 DÜNYADA KOMÜNİSTLER 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Dünya komünist hareketi daha çok tartışmaya başladı
Uluslararası görev: Devrimci damarı güçlendirmek Dünya Komünist ve İşçi Partileri toplantılarının 13.’sü geçtiğimiz ay Yunanistan Komünist Partisi’nin ev sahipliğinde Atina’da gerçekleşti. 9-11 Aralık tarihlerindeki toplantıya 59 ülkeden 78 partiyi temsilen 100’ü aşkın delege katıldı. Toplantının açış konuşmasını yapan Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka Papariga’nın “kapitalizmin krizine soaylist devrimle yanıt verilmeli” eksenindeki konuşması özellikle dikkat çekerken, yaygın işçi direnişlerine önderlik eden ve ülkedeki başat siyasi güçlerden biri haline gelen YKP’nin tüm katılımcılar tarafından somut olarak gözlenen “devrimci ağırlığı” bu konuşmanın hiç de ayakları yere basmayan bir içerikte olmadığını gösteriyordu. Komünist ve işçi partilerinin toplantısına TKP adına yazılı bir katkı sunan Kemal Okuyan, konuşma hakkını, bu katkının dışına çıkarak kullanırken, bölgedeki gelişmelere ilişkin TKP’nin analizlerine temel olan önemli saptamaları diğer delegelerle paylaştı. TKP konuyla ilgili bir broşürü de (broşür Gelenek’in Ocak 2011 sayısında yayınlandı) toplantı sırasında dağıttı. Toplantı sırasında imzaya açılan dayanışma önergelerinden Ve-
nezuela ile dayanışma, Yunanistan işçi sınıfı ile dayanışma, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile dayanışma, Pravda’nın yayınlanışının 100. yılı dolayısıyla yapılan açıklama, emperyalist konspirasyona karşı Suriye halkı ile dayanışma, ablukanın kaldırılması ve 5 Kübalı kahramanın serbest bırakılması için çağrı, Türkiye’deki devrimci tutsakların serbest bırakılması için çağrı, İran’a bir askeri müdahaleye karşı açıklama, Kazakistan işçileri ile dayanışma, Rusya işçi sınıfı ile dayanışma, Kosova’daki emperyalist politikalara karşı açıklama, Pakistan’a dönük ABD
bombardımanın durdurulması için çağrı metinleri Türkiye Komünist Partisi tarafından imzalanırken, TKP Kore lideri Kim İl Sung’un doğum günüyle ilgili metni, AKEL’in hazırladığı Kıbrıs metni ve Latin Amerika’daki gelişmelerle ilgili metni bir dizi ideolojik ve siyasal çekince nedeniyle desteklemedi. Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nda daha öncekinden daha canlı tartışmaların olduğu ve görüş ayrılıklarının daha az gizlendiği dikkati çekti. Bilindiği gibi toplantılara Belçika Emek Partisi, İspanya Halklarının Komünist Partisi, Litvanya Sosyalist
Partisi, Luksemburg Komünist Partisi, Macaristan Komünist İşçi Partisi, Meksika Komünistlerinin Partisi, Rusya Komünist İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Ukrayna Komünistlerinin Birliği, Venezuela Komünist Partisi, Yunanistan Komünist Partisi tarafından oluşturulan Uluslararası Komünist Dergi üyesi partilerin yanı sıra Avrupa Komünizmi eğiliminde olan İspanya Komünist Partisi, Fransa Komünist Partisi, İtalyan Komünist Refundasyon gibi partiler ve Obama’yı açık bir biçimde destekleyen ABD Komünist Partisi de katılıyor.
SONUÇ BİLDİRGESİ Gelecek sosyalizmdir” başlığını taşıyan sonuç bildirgesinde, yaşanmakta olan krizin milyonlarca emekçi açısından giderek daha büyük bir açıklıkla sistemin bir krizi olduğunun anlaşıldığı ifade edildi. “Sistemdeki kusurlar değil, sistemin kendisinin kusurlu olması düzenli ve periyodik krizlere neden olmaktadır” diyen bildirge, kapitalizmin “daha iyi yönetilmesinin” ya da “piyasaların daha fazla düzenlenmesinin” çözüm olamayacağının, krizin kapitalist sistemin tarihsel sınırlarına dayandığını gösterdiğinin ve sadece kapitalizmin devrimlerle yıkılmasının gerçek bir çözüm olduğunun altını çizdi. Kapitalizmin özel şirketlerin borçlarını kamu borçlarına dönüştürdüğünü belirten bildirgede, “kapitalizmin, üretici güçleri ve kaynakları kitlesel ölçekte tahrip etmek, kitlesel işten çıkarmalar gerçekleştirmek, fabrikaları kapatmak, işçi haklarına ve sendikal haklara, ücretlere, emekli maaşlarına,
sosyal güvenliğe karşı kapsamlı bir saldırı başlatarak halkın gelirlerini azaltmak, işsizlik ve yoksulluğu muazzam ölçüde artırmak dışında krize verebileceği bir yanıt yoktur” denildi. Emperyalist savaş tehdidi büyüyor Krizin şiddeti arttıkça ve kriz küresel ölçekte eşzamanlı bir yayılım gösterdikçe emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin de keskinleştiğini vurgulayan bildirge, emperyalist savaş tehlikesinin de arttığına işaret etti. Bu çerçevede siyasi sistemlerin giderek daha fazla gericileştiğine ve antikomünist saldırıların arttığına işaret eden sonuç bildirgesi, “Egemen sınıflar halkların hoşnutsuzluklarını, siyasi sistemlerdeki değişimlerle, emperyalizm yanlısı bir dizi sivil toplum örgütü ve benzerlerini kullanarak, hoşnutsuzlukları siyasi olmayan, hatta gerici nitelikler barındıran hareketlere dönüştürerek teslim
almaya çalışıyor” diye devam etti. Tunus ve Mısır’daki durum incelenmeli Bütün çelişkilerine rağmen Tunus ve Mısır’da yaşananların daha fazla incelenmesi ve bu ülkelerdeki durumun komünistler tarafından değerlendirilmesinin gerektiğini ifade eden bildirge, Libya, Suriye ve İran’a karşı emperyalist saldırganlığı şiddetle kınadı. Gelişmelerin komünist ve işçi partilerinin güçlenmesi gerekliliğini daha da fazla gösterdiğini vurgulayan bildirge, komünist partilerin öncülüğü olmaksızın işçi sınıfı ve halkların kafa karışıklığına, asimilasyona ve tekelleri, mali sermayeyi ve emperyalizmi temsil eden siyasi güçlerin manipülasyonuna direnemeyeceği belirtildi. Bildirgede ayrıca günümüzde koşulların geniş bir sermaye karşıtı ve antiemperyalist ittifaklar oluşturmak için uygun olduğu, bu ittifakların emperyalizmin çok boyutlu saldırısına karşı iktidar talebiyle, radikal,
devrimci değişimler için mücadele edebileceği vurgulandı. Bu doğrultuda komünist ve işçi partileri arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesinin zorunluluğuna işaret eden bildirge, özellikle gençlik örgütlerinin uluslararası işbirliğini artırmanın antiemperyalist mücadele açısından öneminin altını çizdi. Gelecek sosyalizmindir Savaşlara, işsizliğe, açlığa, cehalete, milyonlarca insanın içinde yaşadığı belirsizliğe ve çevrenin tahrip edilmesine son verecek koşulların yalnızca sosyalizmle yaratılabileceğini, işçilerin güncel gereksinimlerini yalnızca sosyalizmin karşılayabileceğini ifade eden bildirge, şu şekilde son buldu: “İşçiler, köylüler, kentli ve köylü emekçiler, kadınlar, gençler; hepinizi kapitalist barbarlığa son vermek için mücadeleye çağırıyoruz. Umut vardır, bizim için bir gelecek vardır. Gelecek sosyalizmindir. Sosyalizm gelecektir!”
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
DÜNYADA KOMÜNİSTLER 9
Türkiye Komünist Partisi adına Kemal Okuyan’ın toplantıya sunduğu yazılı katkı
DEVRİM ‘DEVRİM’E KARŞI! Değerli yoldaşlar, Toplantımıza ev sahipliği yapan sevgili Yunanistan Komünist Partisi yöneticileri, Yunan işçi sınıfının öncü militanları; Dünya Komünist ve İşçi Partilerinin bu yılki toplantısı geçtiğimiz yıldakilerden oldukça farklı koşullarda gerçekleşiyor. Bugün yaşananların hemen hiçbiri dünyaya MarksistLeninist bir perspektifle bakanlar için, gelişmeleri sosyalist ideolojinin prizmasından geçirenler için şaşırtıcı olamaz. Bununla birlikte, geçtiğimiz yıldan bu yana, tarihin akışının ciddi bir biçimde hızlandığını; krizlerin gerek ekonomik, gerek siyasal, gerekse ideolojik anlamda derinleştiğini; karşı-devrimci müdahalelerin şiddetini artırdığını, bununla birlikte devrimci olanakların da kendini hissettirdiğini; emperyalist odaklar arasındaki rekabetin idare edilebilir olmaktan çıkmaya başladığını ve bu odaklar arasında giderek sertleşen bir mücadeleye dönüştüğünü; bölgesel çatışmalardan daha geniş ölçekli bir savaşa geçiş tehdidinin güçlendiğini söyleyebiliriz. Yaşananlar emekçi halklar, genel olarak insanlık için kuşkusuz tehlikelidir. Ancak, yaşananlar bizzat emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir ve zaten sosyalist devrim, tam da bu gerçeklik zemininde gerçekleşecektir. Er ya da geç. Krizin bedelinin işçi sınıfına ödetilmesinden korkalım, savaş baronların barbar pratiklerinden korkalım, yeni bir emperyalist savaşın insanlığa yaşatacağı yıkımdan korkalım, faşizmin yeni biçimler altında komünistlere, devrimcilere, ilerici yığınlara karşı yeni bir sindirme, hatta imha pratiğine yönelmesinden korkalım. Lakin korku bir çözüm değildir, bütün bu olasılıkları bertaraf etmek için kararlı, ilkeli ve cesur politikalar geliştirelim. Ve asıl başka şeylerden korkalım. İhanetten korkalım, aptal yerine konmaktan korkalım, sınıf düşmanlarımızın ekmeğine yardım etmekten korkalım. Artık komünist ailemizi tarihsel hatalara göz yumma, bu hatalarla birlikte yaşama alışkanlığından kurtaralım. Hatırlayacaksınız, 1990’ların başında Avrupa sosyalist ülkelerin yıkılışı ile sarsılırken, “sol” güçlerin bir bölümü, karşı-devrimi olumlamış, hatta ona devrimci bir karakter yakıştırmıştı. Bu yaklaşım komünist
hareketin de içine sızmış, deyim yerindeyse bir akıl tutulması yaşanmıştı. Benzer sıkıntıları Yugoslavya’ya dönük saldırılar sırasında da yaşadık. Irak’a emperyalist müdahale sırasında kendisini “terörle mücadele” konseptinin büyüsüne kaptırmış partiler söz konusuydu. Avrupa Birliği’nin birkaç başat emperyalist ülkenin saldırı, sömürü ve rekabet aracı olduğunu ısrarla kabul etmeyenlerin de varlığını biliyoruz. NATO’yla mücadeleyi erteleyenlerin de… Son yıllarda özellikle Ortadoğu coğrafyasında olanlara ilişkin son derece yanlış kavrayışların, yanlış tutumların sonuçlarının daha hafif olduğunu düşünemeyiz. Emperyalizm Arap Baharı zokasını ilerici kampa yutturmayı becermiştir. Değerli yoldaşlar, Türkiye Komünist Partisi, 2002’de işbaşı yaptığından beri Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin çok özel bir misyona sahi olduğunu ileri sürdü, bu partinin Türkiye ve bölgede ABD tarafından dayatılan kapsamlı bir operasyonun yürütücü güçlerinden biri olduğu söyledi. Ne yazık ki Türkiye’nin “sol” güçlerinin çok büyük bir bölümü AKP’nin Türkiye’de kontrgerillayı tasfiye edeceğini ve demokratikleşme anlamında ilerleme kaydedeceğini ileri sürdüler. Onlara göre Kürt sorunu da çözülüyordu ve TKP’nin siyasi iktidara karşı tavrı milliyetçilikti. Burjuvazinin ağzından komünistleri suçlayan sahte solcuların da yardımıyla işçi sınıfına karşı girişilen gerici, Amerikancı saldırı topluma sivilleşme diye yutturuldu. AKP’nin gerçek amacı konusunda yurt dışındaki dostlarımızın da birçok örnekte yanıldığını gördük ve bunu sürekli anlatmaya çalıştık. AKP’nin ABD ekseninden koptuğunu, Arap halklarının yanında olduğunu, Latin Amerika’nın ilerici iktidarlarına yanaştığını ileri sürenlere, bu partinin bir truva atı olduğunu ısrarla söyledik. Patimizin Venezuela Devlet Başkanı Chavez’e yazmış olduğu açık mektup bu çabalarımıza sadece bir örnektir. Bundan çok değil 2.5 yıl önce partimizin İstanbul’da yapılan ve çok sayıda kardeş partinin temsilcisinin katıldığı kongrede
Türkiye’nin “Yeni Osmanlı”ya dönüşmekte olduğunu ilan ettiğimizde birçok dostumuz bu konuyu abarttığımızı söylüyordu. Oysa bugün Arap Baharı adı verilen büyük emperyalist saldırının öncülü farklı araçlarla Türkiye’de gerçekleştiriliyordu ve TKP enternasyonalist, yurtsever ve devrimci bir parti olarak Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika’da üstleneceği Amerikancı rolü engellemeye, bu konuda kamuyoyunu uyarmaya çalışmaktaydı. Türkiye Komünist Partisi bu operasyonun Türkiye ayağını durdurmakta başarısız oldu, yaz aylarındaki seçimlerde çok düşük bir oy aldı. Emekçi sınıfların çok zayıf olduğu bir anda, çok büyük ekonomik ve siyasal kaynaklarla yürütülen uluslararası bir operasyonu durduramadık diye umutsuzluğa kapılacak değiliz. Onurumuzu koruduk, sürece başından beri karşı koyan tek güç olduk ve bu nedenle şimdi artık İkinci Cumhuriyet dediğimiz gerici rejim koşullarında işçi sınıfını ve gençliği hızla sosyalizm bayrağı altına toplamak için enerji dolu bir çalışma yürütüyoruz. Değerli yoldaşlar, Burada partimiz, TKP’yi övmek için konuşmuyorum. Daha fazla hata yapamayacağımızı, bazı hatalarla birlikte duramayacağımızı anlatmaya çalışıyorum. Sözünü ettiğim süreç bir süredir Arap ülkelerine taşındı. TKP, Arap emekçilerinin haklı tepki ve müca-
delelerini desteklemekle birlikte, başından beri uluslararası sermayenin kanlı bir planı hayata geçirmekte olduğunu açıkça ilan etti ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin hiçbir biçimde devrimci olmadığı konusunda kamuoyunu ve dostlarını uyardı. Ne yazık ki, bu süreçte de bilerek ya da bilmeyerek emperyalist operasyonlara destek olanlar çıktı sol içinden. Benim ülkemde devrimci olduğunu ileri süren bir parti sözde Arap devrimlerini kendi içinde karşılaştırıyor ve Libya’daki hareketin “silahlı mücadele” pratiğine bakarak daha devrimci olduğunu bile ileri sürebiliyordu. Bunlar ölümcül yanılgılardır ve ne yazık ki örnekleri yalnızca Türkiye’de görülmemiştir. Bunlar sosyalizm perspektifinden uzaklaşmanın, liberalizmden kopamamanın, ideolojik titizliğe gereken önemi vermemenin ürünü olabileceği gibi, tarihsel olarak komünist geleneğin dışında tercihlerin ürünü de olabilir. Dünyanın birçok ülkesinde, işte burada, Yunanistan’da sarsılmaz KKE’nin öncülüğünde yükselen sınıf hareketi örneğinde olduğu gibi, ezilenlerin kıpırdanmaya ve boyun eğmeyeceğinin kanıtlarının ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde emperyalist projelere, gerici burjuva hükümetlere, dinci ideolojilere karşı tutarlı tavır alan bir komünist geleneğe ihtiyacımız var. Yaşasın sosyalizm!
10 SİYASET 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
AKP ve ‘iktidar bloğu’: Çözülecek gibi mi? AKP dış politikasının daha “anti-ABD”, daha “anti-İsrail” olabilecekken bu yönelimin cemaat tarafından engellendiğini düşünmenin herhangi bir nesnel zemini yoktur. Mesele, bir tarafın (cemaat) “sen ne yaptığının farkında mısın?” kaygılarıyla diğer tarafın (AKP) “merak etme, biliyorum ve senin gözettiğin yerin onayını da aldım” şeklindeki muhabbetinden ibarettir. Kapitalist bir toplumda siyasal iktidar, hemen her durumda bir iktidar bloğu olarak şekillenir. Başka bir deyişle, seçimle veya başka yollardan iktidar olan siyasal güç, bu iktidarı, kendisinin şu ya da bu ölçüde dışında, ama önemli ortaklıklarda buluştuğu başka odaklarla birlikte kullanır. Bu durum, salt öznel bir siyasal tercih olmanın ötesinde, sermaye sınıfının toplumsal egemenliğini sürdürmesi bunu gerektirdiği için zorunludur. İktidar bloğunda söz konusu olan, başat siyasal gücün iktidarını başka odaklarla tam anlamıyla paylaşması değildir. Blokta yer alan odakların kimi alanlarda başat siyasal güce göre belirli avantajları veya üstünlükleri olsa bile, bu odakların hareket alanının sınırları, başat siyasal güç tarafından çizilir. Başat siyasal güç “eşitler arasında birinci” değildir. Belirleyici olan, blokta yer alan odakların etki alanlarını belirleyen odur; çünkü herhangi bir iktidar bloğunda, bloğu oluşturan diğer odakların başat siyasal güce duydukları ihtiyaç, bu gücün diğer odaklara duyduğu ihtiyaca ağır basar. Adını daha açık koymak gerekirse, sermayenin belirli kesimleri (yerleşik-geleneksel olanlarla yeni palazlanan ve “çok şey isteyenler” dahil) ve bunların örgütleri; devlet mekanizması içinde zamanla yerleşiklik kazanmış güç odakları; geleneksel devlet bürokrasisi; devlet ve geleneksel siyasal yapılanmalar dışında kalan, ancak toplumun geniş kesimlerini etkileyebilen ideolojik (din çıkışlı olanlar dahil) merkezler, başat siyasal güçle birlikte iktidar bloğunu oluşturan kesimlerdir. İktidar bloğu: Genellemeler Bugün Türkiye’de AKP iktidarını bir tür iktidar bloğu” olarak tanımlamakta sakınca yoktur. Ancak, Türkiye’ye ve AKP iktidarına daha yakından bakmadan önce, genel olarak her iktidar bloğu için geçerli kimi genellemelere
gitmek mümkündür. Birincisi: Geri plandaki ideolojiksiyasal ortaklıklar ne olursa olsun, herhangi bir iktidar bloğunu bir arada tutan etmenlerin başında, kapitalist büyümenin nimetlerinin (kaynak tahsisi, kâr, rant, ihale vb.) nasıl paylaştırıldığı gelir. Bu durumda, örneğin ekonomideki bir daralma, bölüşülecek pastanın da küçülmesi anlamına gelir ve sonuçta iktidar bloğunun bileşenlerinin hem kendi aralarındaki rekabet hem de başat siyasal güç üzerindeki baskıları artar. İkincisi: İktidar bloğu içinde yer alan bir odak, başat siyasal gücün kendisine biçtiği rolle yetinmeyip daha ötesini talep edebilir; başat siyasal güçten “rol çalmaya”, siyasal talep ve iddialarını sivriltmeye yönelebilir. Üçüncüsü: Mevcut iktidar bloğunun karşısında yer alan toplumsal muhalefetin gücü, bu bloğun sürdürülebilirliği üzerinde etkili olur. Ancak, bu etkinin tek yönlü olması zorunlu değildir; toplumsal muhalefetin güçlenmesi mevcut iktidar bloğunu çözücü bir etki yaratabileceği gibi, tersine bloğun daha da pekişmesine, kendini yeniden tahkim etmesine de yol açabilir. Yukarıdaki genellemelerin günümüz Türkiyesi ve AKP iktidarı (iktidar bloğu) açısından test edilmesi gerekmektedir. Ancak, özel olarak bugün Türkiye’de var olan iktidar bloğunun, yukarıdaki genellemeler dışında kalan, kritik birtakım özellikleri vardır ve bu özelliklere bakmadan salt yukarıdaki genellemelerle sınırlı kalan bir “test etme” işlemi kısır kalacak, tablonun bütününün görülmesini engelleyecektir. AKP’nin blok içindeki yeri ve gücü Yukarıda iktidar bloğunun kimi kritik özelliklerinden söz edildi. Nedir bu özellikler? Birincisi: Türkiye’de, başat siyasal gücün AKP olduğu iktidar bloğu, düzenin sürekliliğini ve kalıcılığını, geleneksel çizgilerde
devam etmekte değil topyekûn bir dönüşümde aramaktadır. Daha açığı, bu iktidar bloğu Türkiye kapitalizminin geleneksel siyasal, ideolojik, idari ve kültürel dayanaklarını başka bir zeminde yeniden kurma misyonunu üstlenmiştir. Böyle de olsa, dönüştürme misyonunda uçlara ve aşırı radikal müdahalelere gidilmesi, bir noktadan sonra sermaye sınıfının kendisinin kırmızı çizgileriyle karşılaşabilecektir. İkincisi: Türkiye söz konusu olduğunda, herhangi bir iktidar bloğu değil, emperyalizmin de tercihlerde bulunduğu, hatta varlığı ve geleceğinde kimi özel uğraklarda belirleyici bile olabildiği bir blok gündemdedir. İktidar bloğu, her durumda ve tüm bileşenleriyle, bu “dış” güç odağının kırmızı çizgilerini gözetmek durumundadır. Üçüncüsü: Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana “yedek güç” olarak el altında tutulan, desteğine başvurulan, ancak merkezi iktidar bloğunda pek yer verilmeyen güç odakları (cemaatler ve tarikatlar) ilk kez AKP’nin iktidar bloğunda bir bileşen olarak önemli bir yer tutmuşlardır. Bloğa geç dahil olma, her zaman, iddia ve taleplerin daha sivrilmesi, deyim yerindeyse daha “vahşileşmesi” anlamına gelir. Dördüncüsü: Türkiye’deki iktidar bloğunda, başat siyasal güç (AKP) dahil, bloğu oluşturan kesimler kendi içlerinde monolitik bir yapı sergilememektedir. Daha radikali de ılımlısı da, kayıtsız şartsız ABD yanlısı da ABD’ye biraz daha mesafeli duranı da, ülkedeki geleneksel-yerleşik büyük sermaye kesimlerini silme yanlıları da bu kesimlerle belirli müştereklerde uzlaşma isteyenler de, kimi göreli ağırlıklara karşın iktidar bloğunun tek tek her bileşeninde görülebilmektedir. Bu dağılım, “çatlama”, “çözülme” vb olasılıklarını sınırlandıran bir etmendir. Dikkatli bir okur, mevcut iktidar bloğu söz konusu olduğunda
buraya kadar söylenenlerin bir yanıyla bu bloğun “sağlamlığına” ya da “sürdürülebilirliğine”, diğer yanıyla da iç dalaşma ve ayrışma olasılıklarına işaret ettiğini çıkarmış olmalıdır. Ağır basan olasılık Ne var ki, eğer burada siyasal bir analiz yapılıyorsa, bu iki olasılıktan hangisinin daha ağır bastığını en azından bugünkü veriler ışığında ortaya koymak gerekecektir. Ağır basan, kendi içindeki eğilim farklılıklarına karşın iktidar bloğunun başat siyasal gücü olarak AKP’nin, hem bileşenleri bir arada tutucu, hem de bunlara baskın konumunu sürdüreceğidir. AKP’nin bu gücünün, sağlığı son zamanlarda tartışılan Erdoğan’a ne kadar bağlı olduğu, burada girilmesi gerekmeyen ayrı bir tartışma konusudur. AKP’nin, başında bulunduğu iktidar bloğunu bir arada tutucu siyasal pratiklerinden biri, bloğun diğer bileşenlerinden gelen kimi uç ve radikal talepler karşısında bunları hem okşayıcı, hem de sınır çizici manevralar yapabilmesidir. AKP, yüzde 50 seçmen desteğine karşın, bu ülkedeki kimi dengelerle fazlaca oynamanın riskli yanlarını hesaba katmakta, “topyekûn dönüşüm” için bu dengeleri de bozmanın fazla gerekli olmadığını düşünmektedir. Daha açık bir deyişle AKP, dönüştürdüğü “nesnenin” kendi işine de yarayacağını düşündüğü kimi öğelerini muhafaza etmekte sakınca görmemektedir. Bununla birlikte, bloğundan gelen kimi radikal ve sivri talepleri zaman zaman karşılamakta, çizdiği sınırların ötesine geçildiğinde ise “durun bakalım, o kadar da değil” diyebilmektedir. Bu manevraların özellikle netlik kazandığı başlık, Birinci Cumhuriyetle hesaplaşmadır. AKP, bu hesaplaşmanın bir “rövanşizm” halini almasını sakıncalı bulmakta, zaman zaman sınır getirme gereği duymaktadır. Örneğin, Mehmet Metiner ve Mehmet Baransu gibilerine yeri geldiğinde “sus” denilebilmesi, Şamil Tayyar gibilerinin ise fazla ciddiye alınmaması örneklerinde olduğu gibi… Bloğun diğer bileşenleri de, zaman zaman kendilerini okşayacak girişimlerde bulunulması kaydıyla böyle dengelere fittir ve
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST salt rövanşizm adına köprüleri atma niyetinde değildir. İktidar bloğunun başat gücü olarak AKP, benzer manevraları, bloğun sürdürülebilirliği açısından yaşamsal önem taşıyan bir başka alanda, başta ABD olmak üzere emperyalist güç odaklarıyla olan ilişkilerde de kullanmaktadır. Burada da “denge”, “İslam alemini” ve içerdeki kimi radikal-dinci unsurları okşayacak çıkışlarla, ünlü cemaatin kayıtsız şartsız ABD yanlılığı ve bu bağlamda zaman zaman ortaya çıkan “kaygıları” arasında gözetilmektedir. Ancak, burada, AKP dış politikasının daha “anti-ABD”, daha “anti-İsrail” olabilecekken bu yönelimin cemaat tarafından engellendiğini düşünmenin herhangi bir nesnel zemini yoktur. Mesele, bir tarafın (cemaat) “sen ne yaptığının farkında mısın?” kaygılarıyla diğer tarafın (AKP) “merak etme, biliyorum ve senin gözettiğin yerin onayını da aldım” şeklindeki muhabbetinden ibarettir. AKP’nin ABD yörüngesi dışında işlere kalkışmayacağı kesin olduğu gibi, ABD’nin de görünür gelecek için AKP’ye alternatif düşünmesini veya AKP’yi cemaat aracılığıyla “yola getirmeye” kalkmasını gerektirecek herhangi bir durum yoktur. Önemli bir başka konuya, Kürt sorunu karşısında “daha şahince” veya “daha uzlaşmacı” politikalara gelince; her iki politika hattının da AKP dahil blok içindeki her kesimde yandaşları olduğu söylenebilir. Yer yer ortaya çıkabilen kimi vurgu farklılıklarına karşın, Kürt sorunu, iktidar bloğu içinde ciddi çözülmelere yol açabilecek bir dinamik olmaktan uzaktır. Bunun nedeni de, kuşkusuz sorunun “önemsiz bulunması” değil, bloğun tüm bileşenlerinin bugünkü saldırı ve sindirme
çizgisinde mutabık olmalarıdır. Yukarıdaki üç nokta, bir, Türkiye’ye verilecek yeni çehre, iki, ABD emperyalizmi ile ilişkiler ve üç, Kürt sorunu bağlamında iktidar bloğunu çözüp ayrıştıracak dinamiklerin gündemde olmadığına işaret etmektedir. “Çözücü dinamikler”: neler olabilir? Buraya kadar söylenenler, iktidar bloğu içinde çekişmelerin olduğu, ancak bu çekişmelerin bloğu dağıtıcı saflaşmalara evrilmediği şeklinde yorumlanmalıdır. Bir kez daha vurgularsak, Birinci Cumhuriyet’le hesaplaşma, ABD ile ilişkiler ve Kürt sorunu bağlamındaki çekişmeler, bugün bloğu dağıtacak boyutlara ulaşmamıştır. Bu üç alandaki çekişmelerin kendi dinamikleriyle bloğu çözüp dağıtıcı noktalara gelebileceğini beklemek de gerçekçi olmayacaktır. Ancak, başka alanlarda boyutlanan çekişmelerin, dönüp bu üç alana da yansıması ve buralarda daha net ayrışmaları gündeme getirmesi teorik olarak mümkündür. Çekişmelerin boyutlanmasına yol açabilecek alanlar olarak şöyle bir sıralama yapmak mümkün görünmektedir: • İktidar bloğundaki kimi güçlerin, siyasal iddialarını daha da sivriltmeleri, devletin çeşitli birimlerinde ve mekanizmalarında kurdukları hâkimiyetin bloğun başat siyasal gücünü rahatsız edecek boyutlara ulaşması mümkündür.
• Ekonomik daralmanın ve patlak verecek bir krizin faturasının tümüyle emekçi sınıflara ödetilmesi nesnel olarak mümkün değildir. Pasta küçülürken, kimin daha çok bedel ödeyeceğine, sermayenin hangi kesimlerinin daha az kollanacağına ilişkin çekişmeler iktidar bloğunda ciddi huzursuzluklara neden olabilir. • Türkiye’de toplumsal muhalefetin güçlenmesi, büyük olasılıkla, iktidar bloğunu pekiştirici değil çözücü etkiler yaratacaktır. Toplumsal muhalefetin mevcut herhangi bir iktidar bloğunu çözücü değil pekiştirici etkileri, farklı konjonktürler, örneğin düzen dışı ciddi bir alternatifin ortaya çıktığı durumlar için düşünülmelidir. Yukarıdaki sıralamada, ikinci ve üçüncü maddeler, ilki daha yakın olmak üzere birtakım olasılıklara işaret etmektedir. Birinci madde ise, bir “olasılık” değil, henüz “kırılma noktasına” gelmemiş olsa bile bir vakıa, fiilen ortada olan bir durumdur. Siyasette yerleşik bir kuraldır: Herhangi bir iktidar bloğundaki başat siyasal güç, kurduğu mutabakat, buluşulan müşterekler ve sağladığı yarar ne olursa olsun, devlet mekanizması söz konusu olduğunda bloğun diğer bileşenlerine belirli bir mesafe koymak zorundadır. Rant, ihaleler, ekonomik kaynaklar ve ekonomik daralma dönemlerinde ödenecek bedel, siyasal iktidar için “paylaşıma” ve “paylaştır-
SİYASET 11
maya” daha açık başlıklardır. Ancak, aynı şey, devlet mekanizması söz konusu olduğunda çok daha az geçerlilik taşır. İktidar bloğunun bileşimi ne olursa olsun, başat siyasal güç bu alanda tekel olmak, en azından kontrolü her zaman elinde tutmak ister. Sermayenin hiçbir iktidarı, devletin temel aygıtları ve mekanizmaları söz konusu olduğunda “burjuva meşruiyetini” büsbütün gözden çıkaramaz. Elbette hukuka bağlılığından değil, düzenin bekası açısından getirebileceği risklerin farkında olduğundan. Bu açıdan bakıldığında, mevcut iktidar bloğunda bugün için belirli dengelerde tutulabilen, ancak yeni çekişmelere gebe ilişkilerden söz edilebilir. Ayrıca, bu yazıda ele alınmayan “şöyle veya böyle Erdoğan sonrası” senaryoların düğümlendiği başlıca alanlardan biri de budur. Çekişme sürecektir. Ancak, bir nokta açıktır: Emperyalist odaklar ve hemen her kesimiyle sermaye sınıfı için başka bir alternatif hiç gündemde değilse, ayrıca “cemaat” diye anılan güç odakları da AKP dışında bir iktidar alternatifi aramıyorsa ve ancak bu iktidar sayesinde gücünü ve etkisin artırabiliyorsa, çekişmede eli güçlü olan taraf iktidar bloğunun başat siyasal aktörü, yani R.T. Erdoğanlı AKP’dir. Metin ÇULHAOĞLU
Çekişme sürecektir. Ancak, bir nokta açıktır: Emperyalist odaklar ve hemen her kesimiyle sermaye sınıfı için başka bir alternatif hiç gündemde değilse, ayrıca “cemaat” diye anılan güç odakları da AKP dışında bir iktidar alternatifi aramıyorsa ve ancak bu iktidar sayesinde gücünü ve etkisin artırabiliyorsa, çekişmede eli güçlü olan taraf iktidar bloğunun başat siyasal aktörü, yani R.T. Erdoğanlı AKP’dir.
12 EMEK 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Bir genel kurulun ardından Türk-İş Çalışmalarına aylar öncesinde başlayan ve kendilerine Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) adını veren muhaliflerin Genel Kurul öncesine uzanan çalışmaları, Türk-İş Genel Kurulu’nun daha canlı geçmesini sağlarken, kamuoyu ve medyanın dikkati de SGBP’nin genel başkan adayı Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ile Mustafa Kumlu ara-sındaki yarışa çekilebilmişti. Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’in 8-11 Aralık 2011 tarihinde 21. Genel Kurulu gerçekleştirildi. Genel Kurul’da herhangi bir sürpriz yaşanmadı, hükümete yakınlığıyla bilinen Tes-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu yeniden başkan seçildi. Yeni oluşan yönetim yine AKP belirlenimli sendikacılardan oluşuyor. Ancak Genel Kurulu öncekilerden ayıran bir öz elliği, Türk-İş’i ve liste yarışını medyaya taşırken, bir dizi tartışmayı da tazeledi. Türk-İş’te 10 sendikadan oluşan muhalifler, Genel Kurulda bir söylem birliği içerisinde Türk-
İş’in AKP güdümlü pasif yönetimini etkili bir şekilde eleştirdiler. Çalışmalarına aylar öncesinde başlayan ve kendilerine Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) adını veren muhaliflerin Genel Kurul öncesine uzanan çalışmaları, Türk-İş Genel Kurulu’nun daha canlı geçmesini sağlarken, kamuoyu ve medyanın dikkati de SGBP’nin genel başkan adayı Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın ile Mustafa Kumlu arasındaki yarışa çekilebilmişti. Muhaliflerin yer yer antikapitalist vurgular taşıyan deklarasyonları, başkan adayları Öztaşkın’ın kimliği, genel sekre-
ter adayı Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin’in kürsüden sosyalist olduğunun altını çizmesi gibi noktalar, belki de 1990’ların başından bu yana ölü toprağı serpilmiş sendikal harekette yeni bir canlanma algısı yaratmayı başardı. Emek hareketini yakından takip edenlere umut verdi. Toplumsal muhalefetin dar ve ideolojik çıkışlara hapsedilmek istendiği bir dönemde, en büyük sendikal konfederasyonda yaşanan Genel Kurul süreci ile birlikte yeni bir “DİSK kopuşu” olasılığı dahi telaffuz edilir oldu. Bununla birlikte Türk-İş Genel Kurulu’nda sonucu değiştirme-
yen bu gelişmeler, sendikal harekette herhangi bir çıkışın ya da yeni bir iddianın bu alanın içsel dinamikleri ile hareket edildiği ve bu koşullar veri alındığı takdirde sonuç alıcı olamayacağını bir kez daha ortaya koydu. Türk-İş’in “yeni” muhalefeti Türk-İş’te 21. Genel Kurul’un atmosferini belirleyen muhalifler, konfederasyonun tarihi boyunca muhalif çizgiyi benimseyen sendikalardan oluşuyor. Bu nedenle “yeni” sıfatı, muhalefeti oluşturan sendikalar için değil, bu sendikaların muhalefet yapma ve kongreye hazırlık sürecini
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST örme biçimini tanımlıyor. 1980 sonrası Türk-İş’te ilk kez aylara ve hatta yıllara yayılan bir sendikal muhalefet çalışması örüldü. TEKEL Direnişi sırasında ve özellikle hemen sonrasında hızlanan Türk-İş içerisindeki bu çalışma, 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu öncesinde konfederasyon içinde bir “Hayır” cephesinin kurulmasını sağlamıştı. Bilindiği gibi geleneksel çizgisinden sapmayan Türk-İş, referandumda bağlı sendikaları bağlayıcı bir tavır geliştirmemiş ve sessiz kalmayı tercih etmişti. O dönem Türk-İş içerisinde 11 sendika ise “Hayır” tavrı etrafında birleşen toplumsal muhalefetin içerisinde yer almıştı. Aynı sendikalar, ilerleyen aylarda gerek bu sendikaların sürdürdüğü gerek de diğer konfederasyonlara bağlı işçi direniş ve eylemlerine kitlesel destek vermeyi sürdürmüşlerdi. Nihayet 1 Temmuz 2011’de yani Türk-İş Genel Kurulu’ndan yaklaşık 4 ay önce, “demokratik, mücadeleci ve güçlü bir sendikal hareket” oluşturmak için yola çıktıklarını bir basın açıklamasıyla deklare ettiler. Deklarasyona imza atan sendikalar, Tek Gıda-İş, Belediyeİş, Petrol-İş, Basın-İş, Deri-İş, Kristalİş, TÜMTİS, Tez Koop-İş, Hava-İş ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’ndan (TGS) oluşuyordu. 10 sendikanın Genel Başkanları, Türkİş Genel Kurulu öncesi Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptıkları toplantılarla SGBP’yi tabana anlatmaya ve güç toplamaya çalıştı. Gerçekleştirilen toplantıların başarısı ve kitleselliği ise yine hakim sendikal anlayışın dışına çıkılarak bölgelerde mücadele içerisindeki işçilerle buluşulmasına bağlıydı. Bu açıdan gerçekleştirilen bazı toplantıların başarılı, bazılarının ise başarısız olduğu tespit edilebilir. Yine aynı toplantılardan çıkan bir sonuç, SGBP’nin Türk-İş’e bağlı sendikaların tabanında gelişen daha mücadeleci ve eleştirel bir basınca dayanmadığı gerçeğiydi. SGBP’yi oluşturan sendikaların mevcut yönetimlerinin iradesiyle ortaya çıkan hareket, kendi tabanına SGBP’yi bu toplantılarla anlatmaya başlamıştı. Bu durumun bir kanıtı olabilecek bir diğer gelişme ise daha önce sayıları 11 olan muhalif sendikaların sayısının, Harb-İş’in merkez yönetimi daha sağ yönelimli bir ekip ile değişince SGBP’nin oluşumundan çekilmesi nedeniyle 10’a düşmüş olmasıydı. Türk-İş Genel Kurulu’na giderken, sendikal alandaki benzer oluşumların yıllarca yediği “Kongre belirlenimli olma” damgasını yememek için SGBP bileşenlerinin her fırsatta uzun soluklu bir oluşum peşinde olduklarını vurgulaması dikkat çekiciydi. Öte yandan kendisine Türk-İş 21. Genel Kurulu için de bir misyon biçen SGBP bileşeni sendika başkanları Genel Kurul’da kürsü konuşmalarında emeğe saldırı başlıklarında Türk-İş yönetiminin pasif tutum almasını, AKP hükümetini ve “yandaş sendikacılığı” kıyasıya eleştirdiler. Genel Kurulun medyada haber olmasını sağlayan nedenlerden birisi de, Başbakan Yardımcısı Bekir
Bozdağ’a SGBP bileşeni sendikaların delegelerinin gösterdiği tepki oldu. Genel Kurulun son günü yapılan seçimlerde, 362 delegenin geçerli 350 oyunun 223’ünü Mustafa Kumlu, 127’sini ise Mustafa Öztaşkın aldı. Öztaşkın’ın aldığı oy, SGBP listesinin aldığı en yüksek oldu. 100’e yakın kendi oyu bulunan SGBP bileşeni sendikaların, karşı listeden aldığı oylar sonucu değiştirmekten oldukça uzaktı. Bugün Türkiye’de herhangi bir sendikada yaşanacak seçim sürecinin temel dinamiğini açık bir şekilde ortaya koyan tespit ise Mustafa Kumlu tarafından kongre konuşmasında yapılmıştı: “Salondakilerin yüzde 95’i profesyonel yöneticilerden oluşuyor. Biz birbirimizi biliyoruz. Kimin ne yaptığını da biliyoruz.” Sendikalarda seçimler genel kurul kürsülerinde hiçbir zaman kazanılmamıştı. SGBP Genel Kurul’da, bugün düzenin tüm değerlerinin taşıyıcısı AKP’den yani güçlüden yana olmayı gerektiren Türk-İş’in uzlaşmacı geleneğinin soğuk duvarına çarptı. Türk-İş’in uzlaşmacı geleneği Son Genel Kurul’da ortaya çıkan sonuç, 1952 yılında kurulan Türk-İş’in uzlaşmacı geleneğinin kadrolarının büyük kısmını belirlediği ve Soğuk Savaş yıllarında yükselen Amerikan Sendikacılığı hattının Türkiye’de açık adresi olduğunu bir kez daha gösterdi. Türkiye’de ilk kurulan ve en başta
kısmını oluşturdu. Aynı nedenle, 12 Eylül Darbesi’nden sonra kapatılmayan, darbe hükümetine bakan veren, 1990’ların ilk yarısında başını kaldıran işçi hareketini bir sendikal bürokrasi operasyonu ile sönümlendiren Türk-İş’in, AKP’li yıllarda “Yeni Türkiye” kurulurken “arka bahçe” haline gelmesi/getirilmesi hiç zor olmadı. Türk-İş’in AKP döneminde oynadığı role ilişkin belki de hafızalardaki en net görüntü, konfederasyon yönetiminin TEKEL Direnişi’ni etkisizleştirmek için gösterdiği performanstı.
EMEK 13
Öncelikle altını çizmek gerekiyor, SGBP bileşenlerinin Türk-İş’ten ayrılmak, DİSK’e katılmak ya da yeni bir konfederasyon kurmak gibi bir perspektifleri bulunmuyor. Türk-İş’in mevcut yönetimi açısından ise muhalifleri “dışarı itmek” kalan son meşruiyet kırıntılarının da yitirilmesi anlamına geleceğinden kesinlikle tercih edilmeyecektir. Öte yandan, DİSK’in kuruluşunda 1961’de yola çıkan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) oynadığı rol, Türkiye’de sendikal alanda ortaya çıkan ileri ve
Türk-İş’ten koparak DİSK’i kuran sendikacıların biri hariç tümünün TİP’li olması ve TİP’in o dönem sosyalizmin toplumsal desteğini artıran etkinliği, sınıf siyasetinin sendikal alanda sınıf sendikacılığının önünü açan yegane anahtara işaret ediyordu. bu nedenle en güçlü konfederasyon olan Türk-İş’in bu pozisyonu, aynı zamanda ülkemizde sendikal hareketinin referans noktalarını da yıllarca belirledi. Türk-İş’in uzlaşmacı geleneğinin hem kendi içine hem de sendikal alanda dışına doğru belirleyici olması, farklı tarihsel dönemlerde Türk-İş’in misyonlarının o döneme göre yeniden uyarlanmasını gerektirdi. Sermaye birikim süreçlerinin dönüşümü ve düzen siyasetinin hakim ideolojisindeki rötuşlar, Türk-İş’in bu konumunu hiç değiştirmedi. Aksine, Türk-İş her yeni döneme yeniden uyarlandı. Türkiye kapitalizminin dönüşümünde kritik bir rol üstlenen AKP’nin aynı süreçte kendisine yakın Hak-İş’i büyütmekle uğraşırken bir yandan sendikal alanın “amiral gemisi” Türkİş’i de doğrudan belirlemeye çalışması, emekçilerin dönüşümü sekteye uğratabilecek olası tepkilerini kontrol etmeye dönük çabasının en önemli
Türk-İş’ten kopuş mümkün mü? Türk-İş’in bu tarihsel geleneği ve pozisyonu, SGBP’nin Genel Kurul’da somutlanan çıkışının neden bu kadar heyecan yarattığını da açıklamaya yetiyor. Sınıfa ihanet ile örülmüş bu sendikal geleneğin bağrından çıkan muhalefetin yarattığı heyecanın kalıcılığı ise SGBP’nin kongre sonrası nasıl devam edeceği ile yakından ilgili. SGBP’den kongre sonrası yapılan bir yazılı açıklama dışında, bu konuda kararlı ve güçlü bir işaret verilmiş değil. Ancak bir nokta oldukça net: Türkİş’ten 1967’de DİSK’in kurulmasına yol açan kopuşun bir benzerinin tarihsel, siyasal ve öznel nedenlerle mümkün olmadığı... Türk-İş’ten olası bir kopuşun Genel Kurul öncesi ve sonrasında sık sık tartışılır hale gelmesi, Türk-İş muhalefetinin yarattığı heyecan ile daha gerici ve piyasacı hale gelen Türkiye’de özellikle emek cephesinde artan umut arayışının çakışmasının bir sonucu oldu.
daha mücadeleci sendikal pratiğin doğmasını sağlayacak koşullara ilişkin yeterince ipucu veriyor. Türk-İş’ten koparak DİSK’i kuran sendikacıların biri hariç tümünün TİP’li olması ve TİP’in o dönem sosyalizmin toplumsal desteğini artıran etkinliği, sınıf siyasetinin sendikal alanda sınıf sendikacılığının önünü açan yegane anahtara işaret ediyordu. İşçiden çok sermayeye ve onun temsilcisi hükümetlere yakın duran Türkİş’in pozisyonunun değişmesi, ancak ve ancak ülkemizde sendikal alanın temel referanslarını değiştirecek bir yeni siyasal süreç ile mümkündür. Emekçilerin yalıtık ve parçalı tepkilerini birleştirebilecek yeni bir sol rüzgar esmeden ve sosyalizm mücadelesi güç kazanmadan, ülkemizde sendikal alanda yeni bir “DİSK kopuşu” beklemek ise ham hayalcilikten öteye gitmeyecektir. Aşkın SÜZÜK
14 MARKSİZM 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Çok tartışılan bir alanda neler okunmalı diye sıkça sorulan soruya bir nebze olsun yanıt diye kaleme alındı:
Alevilik hakkında ne okumalı? Alevilik hakkında ne okumalıyız sorusu sıkça sorulan bir soru. Çok tartışılan ve bugün hâlâ tarihsel temellerine oturtulamayan bir başlıkta bu soruyla karşılaşılması doğal. Aynı zamanda farklı siyasal yönelimleri içinde barındıran, daha doğru bir deyişle her yerden çekiştirilen Alevilik hakkında doğru dürüst kaynaklardan bilgi edinmek gerçekten de daha önemli hale geliyor. Alevilik, bugün güncel bir sorun olarak popülerliğini koruyor. E-posta gruplarından internet sitelerine kadar, dergilerden örgütlere kadar bu alanda herkes bir şeyler söylemekte. Hem “Alevilik nedir, ne değildir” ekseninde bir dizi soru özellikle genç Alevi kuşağında fazlasıyla ilgi çekiyor. İşte böyle bir ortamda Türkçüsünden İslamcısına, liberalinden “Alevi dincisine” kadar her kesim yeni yeni kitap çıkartıyor. Her bir kitap birbirine taban tabana zıt şeyler söyleyebiliyor. Bugün “Alevi İslamı” tanımı ile Cem Vakfı yayınları ve AKP destekçisi kesimlerin liberal tezleri ortalıkta uçuşuyor. Liberaller, Cumhuriyet’in Alevi düşmanı olduğunu göstermek için, Cem Vakfı ise Aleviliği İslamı’ın bir kolu haline getirmek için yazıyor. Her iki kesim de, Alevileri yeni rejime uydurmanın, bağlamanın altyapısını oluşturmaya çalışıyor. Bilim, tarihsel gerçekler ya da tarihi gelişim göz ardı ediliyor ya da kendi bakış açılarına göre yeniden şekillendiriliyor. Alevilere dönük ilgi sadece bu kesimlerde değil. Aynı zamanda Cumhuriyetin kuruluş yıllarında “öz Türk” arayışının bir sonucu ve uzun süre “Orta Asya” bağlantısının Türkiye’de karşılığı olarak görülen Aleviler üzerine zamanında da onlarca kitap yazılmıştı. Bugünden bakıldığında “fazla zorlama” olan bu ulusalcı yayınlar, bugün, dinci gericiliğin İran ve sonrasında Türkiye’de siyaseten geldiği yer nedeniyle, “Anadolu Aleviliği” kavramını kullanmakta, yine Aleviliği kendi siyasal çıkarları doğrultusunda değerlendirmektedir. Burada da bilim ve tarih ters yüz edilebilmekte, siyasi ihtiyaçlara göre şekillendirilebilmektedir. Marksist alanda ise Aleviliğe dönük teorik ilgi ve araştırma ne yazık ki çok fazla değil. Kürt sorununa, genel olarak ulusal soruna dönük “yazın birikimi” söz konusu din ve dinin toplumsal-siyasal etkileri olunca aynı ölçüde bir üretime denk gelmediğini söyleyebiliriz. Bu yüzden Alevilik hakkında okurken, bilimsel sosyalist eserler yerine farklı ideolojik bakış ve tercihlerle kaleme alınmış eserlerle karşı karşıya olduğumuzu bilerek okumalıyız. O yüzden de burada konuyla doğrudan bağlantılı olarak önereceklerim ille de marksist kitaplar olmayacak! Alevilik hakkında okurken önce sosyalist düşüncenin temellerine dönük bir
vurguyla işe başlamak gerek. Alevilik hakkında ne okumalıyım diyen herkese “önce Komünist Manifesto”yu okumalıyız diye öneriyorum. Sonra Engels tarafından kaleme alınmış Köylüler Savaşı kitabını salık vermek gerekir. Çünkü tarihi ve toplumsal gelişmeleri sınıf yapısı ve sınıf mücadelesinden bağımsız ele alamıyoruz, alamayız. Dinin, dini toplumsal yapıların aynı zamanda tarihin bir döneminde sınıfsal bir ayrışmaya karşılık geldiğini bilmeden, dini tercihlerin aynı zamanda sınıfların ideolojik ve çoğu zaman siyasal bir “parti”ye karşılık geldiğini anlamadan dönemi değerlendirmek, konuyu anlamak mümkün olmuyor. Örneğin Osmanlı’nın bir yönetim biçimi olarak Sünniliği (Abbasiliği) tercih etmesi, Aleviliğin ise büyük ölçüde yoksul köylülüğe denk düşmesi gibi… Tarihe sınıf tanımı ve sınıflar mücadelesini merkeze koyarak baktıktan sonra okunacak önemli bazı eserler var. Bunlardan ilki Rıza Yörükoğlu’nun kitabı olabilir. “Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, Tarihte ve Günümüzde Alevilik” (Rıza Yörükoğlu, Alev Yayınları) eseri hem tarihsel bir bakışı, hem Marksist yöntemlerle dine bakışı ortaya koyması açısından yararlı bir kitap. Kitabın siyasal sonuçları ayrı tartışma konusu… Ancak marksist kavram ve yöntemlerle Alevilik hakkında kaleme alınan bu eser derli toplu bir bakış açısı elde etmek için okunması gereken kitapların başında gelmektedir. Yine soldan bir kitap olarak Faik Bulut’un “Ali’siz Alevilik, İslam’da Özgürlük Arayışı” ( Faik Bulut, Berfin Yayınları) kitabı önemli bir kaynak. Özel olarak İslam tarihi ve 4 halife dönemine ayrıntılı bakışı dolayısıyla okunmasında fayda olan bu kitap, Alevilik düşüncesini tek başına Anadolu’ya değil bütün Ortadoğu halklarına uzanan bir çerçevede ele almasından dolayı okunmalı, değerlendirilmelidir. Kitap, belki bugün Alevi kesimler üzerine ezbere bilinen önemli kavramları ve olguları yerle bir edebilecek tarihsel bilgileri içermektedir. Ali dönemini ve sonrası Kerbela sürecini anlamak için okunması gereken kaynaklardan biri olarak salık verilmelidir. Aynı zamanda Kürt tarihi bağlantıları açısından da ilgi çekici… Alevilik hakkında bilimsel eserlerden söz ederken İrene Melikov’un kitapları ve araştırmalarına mutlaka özel bir yer vermeliyiz. Zaman içinde haklı bazı eleştiriler alan bu makaleler her şeye karşın sağlıklı bir tarihsel bakışı yansıtmaktadır. İrene Melikov’un önereceğim eserleri arasında şunlar var: “Uyur İdik Uyardılar, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları”, “Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe” ve “Kırklar’ın Cemi’nde”. Bir başka yazar da Türkiye’den. Soldan bir yazar değil. Tam tersine aslında…
Ancak Türkiye’de tarihçi titizliği ile ve dönemin kaynaklarından yararlanarak kaleme aldığı eserler, her ne kadar, tam ve açık olarak “lafı söyleyemese” de önemli bilgiler vermektedir. Yani Alevilik hakkında kalıplaşmış düşünce ve yargılar taşıyan egemen düşünce sistematiğinden tam olarak kurtulamadan yazmaya çalışan, o yüzden de zaman zaman yazarken zorlanan tarihçi Ahmet Yaşar Ocak’ın eserlerine bakılmalıdır. Komünist ismi olan bir gazetede “ilahiyat kökenli” bir tarihçinin kitaplarını önermemize şaşırmamalı. Tam tersine yazdığı eserler aslında Aleviliğin tarihsel tutamak noktalarına değdiği için önemli. “Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Altyapısı” kitabı 1239 yılında baş göstermiş Babalar ayaklanmasını anlamak için çok önemli bir eser. “Osmanlı Sufiliğine Bakışlar”( İletişim Yayınları) ve “Türkler, Türkiye ve İslam” (İletişim Yayınları) kitapları yine okunmasında yarar olan kitaplar. Zaman zaman Alevilik hakkında okurken Anadolu tarihinin, Türklerin tarihinin sadece Alevilerden ibaret olduğu hissine kapılınabilir. Aslında bir nevi “dar bir bakış açısı”na karşılık gelen bu kitaplar yerine, Ocak’ın kitapları daha geniş bir bakış açısı sunabiliyor. Türkler ve İslam konularını incelerken, hem devlet İslam’ı hem de halk İslam’ı kavramlarını getirerek resmi Diyanet dışı bir söylemi de bulabiliyor, aynı zamanda Türklerin Alevilik yanı sıra Sünni anlamda da “halk İslam’ı” yaşadığını görebiliyorsunuz. Bu önemlidir. Çünkü sosyalistler mücadelelerini etnik bir temele indirgemeden yürütmeli, bu açıdan bugün Türk, Kürt değişik etnik kimlikten ve Alevi, Sünni değişik dini (mezhep) kimlikten emekçilerin mücadelesini birleştirebilmelidir. Ne Sünniler bir bütün olarak egemen, ne de mücadele yürüten bütün emekçi-
ler Aleviler’den ibaret… Alevilik hakkında okunmasında yarar gördüğüm iki eserden daha bahsetmek gerekiyor. Birincisi Yusuf Ziya Bahadınlı’nın “Alevilik ve İslam Fanatizmi” (İnsancıl Yayınları) kitabı. Diğeri de Nejat Birdoğan’ın “Alevi Kaynakları” (Kaynak Yayınları, 2 cilt) kitabı. Her iki kitapta Alevi toplumsallığının kaynaklarına, edebiyatına ve Alevi tarihi içinde çokça geçen isim, olgu, olay ve deyişler konusunda önemli bilgiler sunmaktadır. Aleviliğin dini-teolojik görüşlerine kaynaklık eden deyişleri ve menkıbeleri anlamak açısından okunması yararlı olacaktır. Dikkat ederseniz önerdiğimiz kitaplar daha çok Alevilik tarihine dönük ve Alevilik nedir sorusun yanıt oluşturabilecek kitaplar. Ancak kısa da olsa Alevilik ve siyaset konularına girebilecek iki kitaba daha değinmek gerekiyor. Alevi toplumsallığının tarihsel olarak hangi siyasal taraflaşma içinde olduğu, siyasal mücadelelerini ve Cumhuriyet döneminde Alevi toplumsallığının siyasal çıkış denemelerini bilmek açısından iki kitabı da burada dillendirmeden geçemeyeceğim. Biri Kelime Ata’nın kaleme aldığı “Alevilerin İlk Siyasal Denemesi, Türkiye Birlik Partisi” (Kelime Yayınevi) kitabı diğer de Necdet Saraç’ın yazdığı “Alevilerin Siyasal Tarihi” (Cem Yayınevi) kitapları. Her iki kitapta siyasal mücadeleler çerçevesinde Alevi toplumsallığının tercihleri, taraflaşması ve konumu hakkında bilgiler vermektedir. Bugün Alevilerin siyasal tercihlerini anlamak için bakılmasında fayda olan kitaplar. Her ne kadar Alevilere yüklenen siyasal özne rolü, sınıfsal tarihsel karşılığından ve mücadeleden kopartılıp etnik temelde tanımlansa da... Kurtuluş KILÇER
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
SİYASET 15
Umuda açılan bir yolculuk:
Sosyalistlerin Meclisi 2011 Genel Seçimleri Türkiye’de umudu biçen bir etki yaptı. AKP gibi her türlü gericiliği, zorbalığı ve hileyi bünyesinde toplamış bir partinin tüm oyların yarısını toplamasına mı üzülürsünüz, yoksa TKP’nin birlikte mücadeleyi örmeye yönelik yaptığı çağrıya yüzünü dönmek yerine burjuvazinin hazırladığı kanala kuzu kuzu akan emekçi kitlelerine mi? Seçimlerden bir umutla çıkan BDP ise bunun ne kadar temelsiz olduğunu kısa bir süre sonra keşfetti. TKP hızla bu tabloya müdahale etmeye başladı. Hemen yaz sıcağında topladığı 10. Kongre’de çok önemli bir siyasi rapor kabul edildi. Rapor kısaca, Birinci Cumhuriyet’ten İkinciye geçişin yarattığı sarsıntının ve olanakların sonlandığını, artık komünistlerin gözünü sosyalist bir cumhuriyetin kuruluşuna çevirmesi gerektiğini söylüyordu. İşe nereden başlan-
malıydı? Kurucu unsur olarak Türkiye işçi sınıfına yönelik İşçi Okulları’nın örgütlenilmesine girişildi, öncüsü olan Parti’nin güçlendirilmesine yönelik adımlar atıldı. Ya Birinci’den İkinci Cumhuriyet’e geçişin çıkardığı toz bulutu ve gürültünün içinden sosyalist düşüncenin sivrilip yükseltilmesi işi... Sosyalistlerin Meclisi; sosyalist düşüncenin önünün açılması, alanda yaşanan kirliliğe karşı sosyalist siyasetin önünü temizleyecek bir üretkenlik için tarif edildi. Birinci Cumhuriyet, besleyerek büyüttüğü tüm gerici ve sağcı yanlarına rağmen özellikle 1960’lı yıllardan itibaren bir sol aydınlanmayı da içinde barındırmıştı. İkinciye çok sayıda sosyalist aydını devretti. Bunların bir kısmı çoktan dönekliğin dayanılmaz cazibesine kapılmış, hatta bir kısmı liberaller olarak İkinci Cumhuriyet’in kurulmasına muazzam bir ideolojik destek vermişlerdi.
Tüm sahtekarlıklarına rağmen hala sol adına konuşuyor olmaları bu toz dumanın içinden sosyalist düşüncenin ayırt edilmesini zorunlu kılıyordu. Ulusalcı aydınların bir kısmı Birinci Cumhuriyet hayalleri kura dursunlar, bir kısmı için sosyalizmin bir seçenek haline gelmesi tahmin edilebilirdi. Kürt siyasetinin sosyalist soldan daha fazla desteğe ihtiyacı vardı ama hala demokrasi ve özgürlükler etrafında dolaşan aydınları sosyalist siyasette fikir olarak uzaktılar. Türkiye solunun çeşitli kesimleri Marksizm’in ayırt edici özelliği, siyasi iktidar fikrine olan mesafeleri nedeniyle yerel yönetimler güzellemesi ve iktidarsız bir özgürlük yanılsaması içinde toz bulutuna katılıyorlardı. İşte bu koşullar altında Parti, sosyalist akademisyenlere, yazarlara, sanatçılara, hukukçulara, sendikacılara, gazetecilere, birlikte tartışılacak, birlikte üretilecek, Türkiye’nin sosyalist
Şimdiye kadar iki toplantıda buluşan ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinden Van depremine, AKP hukukundan Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesine kadar bir çok konuyu ele alarak tartışan Meclis’in toplantılarının çok verimli olduğu ve katılımcıları geliştiren tartışmalar yapıldığını herkes kabul ediyor. geleceğine ilişkin bir sorumlulukla yaklaşılacak Marksist bir platformda bir araya gelme teklifini götürdü. Umutsuzluğun, siyasi depresyonun ve sahte solun yaydığı külün altında yaşayan aydınlar bu çağrıya üstlerini silkerek ve doğrularak yanıt verdiler. Bondarçuk’un Meksika Alevler içinde filminin son sahnesindeki ölen tüm devrimcilerin teker teker dirilmesi gibi umut dolu bir yanıt ürettiler. İlk olarak Türkiye sosyal biliminde iki anıt olarak kabul edilen Korkut Boratav ve Bilsay Kuruç birlikte üretme çağrısına olumlu yanıt verdi. Sonra Türkiye’nin farklı yerlerinden çok sayıda akademisyen, sanatçı, gazeteci, yazar, sendikacı çağrıya katılarak bir araya gelmeye başladılar. Şu
anda yüzden fazla aydın Sosyalistlerin Meclisi’ne katılmış durumda. Sosyalistlerin Meclisi, Parti’nin içine ve dışına umut aşılamakla kalmadı, aynı zamanda Parti’nin taşların yerinden oynadığı, kartların yeniden karıldığı böyle bir dönemde sosyalist seçeneğin güçleneceği ve örgütlenme kanallarının açık olduğuna ilişkin tezlerini de sınadı ve kuvvetlendirdi. Sosyalistlerin Meclisi yoluna nasıl devam edecek? Şimdiye kadar iki toplantıda buluşan ve Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinden Van depremine, AKP hukukundan Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesine kadar bir çok konuyu ele alarak tartışan Meclis’in toplantılarının çok verimli olduğu ve katılımcıları geliştiren tartışmalar yapıldığını herkes kabul ediyor. Ancak Sosyalistlerin Meclisi’nin bundan fazlasını yapması, topluma seslenen, ulaşan kanallar yaratması gerekiyor. İnternet ortamında sitesinin kurulmuş olması ve toplantılara sunulan tebliğlerin, toplantılardan sonra yayınlanan sonuç bildirilerinin buradan erişilebilir olması yararlı olacak. Öte yandan Sosyalistlerin Meclisi dışa açık bir sempozyum hazırlığı yapıyor ve sempozyum notlarını basmayı planlıyor. Bunun dışında TMMB’nin kanun hükmünde kararnamelerle çalıştırılmaması, çalışsa bile AKP rejimini meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığının fark edilmesi Türkiye’nin her yerinde farklı başlıklarda meclislerin oluşmasına yol açtı. Sosyalistlerin Meclisi’nin bu tip yerel yapılarla ilişkiye geçmesi, onlara ürünlerini taşıması ve sosyalizmi üreten karşılıklı bir etki yaratması için elden gelenin yapılması gerekiyor. Parti örgütlerinin bu tip meclisleri yerel aydınları davet ederek kurmaları veya kurulanlarla Sosyalistlerin Meclisi arasında ilişki sağlaması yeni yılda bir görev olarak kabul edilmeli. Sosyalistlerin Meclisi yeni yılda büyüyerek, üreterek ve sosyalizm mücadelesinde doğruyu yanlıştan ayırarak akıl ve umut yaymaya devam edecek.
16 YAŞAM VE ÖĞRENCİLER 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Van gençliğin üzerine yıkıldı Van’da göçe zorlanan ailelerin çocuklarının bir kısmı da batıya, İstanbul’a geliyor. Depremin yaşandığı ilk günlerde medyada, sosyal paylaşım sitelerinde ortaya çıkan yobaz ve şoven histeriden yola çıkarak, Vanlı gençlerin İstanbul’da veya diğer batı illerinde pek hoş karşılanmayacağını öngörmek zor değil. Van’dan Kartal’daki Hacı Hatice Bayraktar Lisesi’ne yerleştirilen liselilere yönelik olarak bir grup öğrencinin, okulun duvarına “Van’dan gelen teröristler defolun!” yazması gençlerin karşılaştığı muameleye sadece bir örnek. Van’da yaşanan deprem felaketlerinin üzerinden iki aya yakın bir zaman geçti. Van’daki felaket tablosu sıcaklığını korumakla beraber ülke gündemindeki yerini kaybediyor. Başbakan Erdoğan’ın ve AKP’li bakanların, bölgede yaşamın normale döndüğü yönündeki ısrarlı açıklamalarına rağmen; halkın kalacak yer, soğuktan korunma, sağlık ve temizlik gibi yaşamsal ihtiyaçları ise hala yeterli düzeyde karşılanmış değil. Depremin hemen sonrası öncelikli müdahale konusunda sınıfta kalan ve bu durumu da “açık yüreklilikle” ifade etmekten kaçınmayan AKP hükümeti, devam eden süreçte ise tamamıyla sahneden çekilerek, yardım ve desteğin devletten değil sivil toplum örgütlerinden ve bölgenin “zengin” iş adamlarından beklenmesi ge-
rektiğini söyledi. Devletin “üstüne düşen görevi” de Van’a gönderilecek olan yardımlardan KDV ve ÖTV vergileri alacağını belirterek göstermiş oldu. Aslında tüm bunlar Van halkını nelerin beklediği konusunda bizlere önemli ipuçları veriyor. Bu ipuçlarından yola çıkarsak önemli bir soru akla gelecektir: Neden devlet Van’ın tasfiyesine “göz yumuyor”? Soruya cevap vermeden önce Van’daki yıkımı daha net görmemizi sağlayacak birkaç veriyi not etmek faydalı olacaktır. 23 Ekim ve 9 Kasım tarihlerinde gerçekleşen 700 bin kişinin etkilendiği iki büyük deprem sonucu; 8 bin hane oturulamaz hale geldi. 50 bin civarında kişi evsiz kaldı. Sağlıksız ve yetersiz barınma koşulları nedeniyle gayri resmi verilere göre 300 bin kişi
göç etti. Göç edenlerin yüzde 80’ini ise öğrenci ve gençler oluşturmakta. Bölgede ihtiyaç duyulan çadır sayısı yaklaşık olarak 100 bin iken, bölgede kayıtlı yaklaşık olarak 70 bin çadır bulunuyor. Çadırların büyük çoğunluğunun kış koşullarına elverişli olmadığını belirtmeye sanıyoruz gerek yok. Eğitimde deprem enkazı! Merceğimizi eğitim alanına çevirdiğimizde ise çok daha vahim bir görüntü ile karşılaşıyoruz; deprem sonucu 75 öğretmen hayatını kaybetti. 155 okulun depremden etkilendiği ve hasar gördüğü, 14 okulun kullanılamaz hale geldiği tespit edildi. Bununla beraber yapılan hasar tespitlerinin “doğruluğu” ise 5 Aralık tarihinde tesadüfen fark edilen hasarlı bir okulun uzmanlarca boşaltılmasından anlaşılacağı
üzere gerçekleri yansıtmaktan uzak. Durumun normale döndüğü gerekçesiyle bir süredir ücretsiz ilaç dağıtımı sonlandırılmış durumda. Aralık başından beri eğitim öğretim hasarlı binalar ve elverişsiz koşullar altında devam ederken birçok öğretmen yaşamını ikame ettirebilmek konusunda zorluk çekiyor. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in “ücretli öğretmenleri mağdur etmeyeceğiz” sözüne rağmen yüzün üzerinde ücretli öğretmenin sözleşmesi feshedildi. Yanı sıra depremden bu yana çalışamadıkları için bine yakın öğretmen de maaş alamıyor. Ücretler dışında barınma sıkıntısı da öğretmenlerin önemli sorunlarından bir tanesi. İlgili sıkıntıların dile getirildiği il ve İlçe milli eğitim müdürlükleri, meseleye yönelik herhangi bir uygulamayı “henüz” hayata geçirmedi. Öğretmen ve öğrencilerden gelen çeşitli talepleri büyük ölçüde depremin sebep olduğu “psikolojik travmaya” bağlayan Milli Eğitim Bakanlığı ise bölgeye rehber öğretmen gönderiyor. Yaşanan ağır problemlerle başa çıkamayan birçok öğretmenin kenti ve öğrencilerini terk ettiğini de belirtmek gerekiyor. Tüm bunlar ışığında deprem sonrası duruma dair; enkaz altında yalnızca binaların değil bir bütün olarak halkın ve büyük ölçüde gençliğin kaldığını söyleyebiliriz. AKP Van’ı neden gözden çıkardı? Yazının girişinde sorduğumuz soruya dönecek olursak; cevap vermek için önce biraz Van’ı tanımakta ve depremin öncesine gitmekte fayda var. Kürt coğrafyasının Diyarbakır, Urfa ve Antep’ten sonraki en büyük dördüncü ili
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST olan Van, çevre illere nazaran daha modern ve kentleşmiş bir profil çiziyor. Son verilere göre; (deprem öncesi) işsizliğin yüzde 17,2 oranında olduğu kent, Türkiye’de işsizlik oranının en yüksek olduğu üçüncü il. Doğal olarak yoksulluğun ve yoksunluğun gözle görülür biçimde var olduğu şehirde emek gündemli mücadeleler de dönemsel olarak varlık gösteriyor. Van, geçmişi ve barındırdığı dinamikler açısından da önemli. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ağrı isyanlarının bir sonucu olarak kurulan Ağrı Cumhuriyeti’nin (Komara Agiriyé) bastırılmasıyla beraber başlayan Zilan-Erciş Ayaklanması’nın gerçekleştiği bölgede, dönemin Kürt isyanlarında genel olarak gözlemlenen İslamcı tonlardan ziyade milliyetçi ve bağımsızlıkçı yönelimler daha ağır basmıştı. 50’li yıllardan sonra CHP ve DP (AP) arasında gidip gelen kentin siyasi profili 90’lı yıllarda Kürt siyasi hareketinin ülke genelinde yarattığı dinamizmle beraber BDP ve öncüllerine yönelmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın son gelişinde ısrarla dönüştüreceğini ve geliştireceğini vurgulamasına rağmen seçim sonuçları AKP’ye istediği başarıyı getirmemişti. Tarihsel olarak Kürt dinamizminin güçlü bir ağırlığa sahip olduğu bölgede işleri istediği gibi yoluna koyamayan AKP’ye herhalde en büyük darbeyi gençlik vurmuştur. Van’da gelecek gençlerle... Geçtiğimiz yılın en önemli gündemlerinden YGS skandalı ve sonrasında pek çok ilde gerçekleşen irili ufaklı protesto gösterilerinden Van’da gerçekleştirilene baktığımızda, İstanbul’u aratmayan bir tabloyla karşılaşıyoruz. Üç bini aşkın liseli, öğretmen ve velinin bir araya geldiği eylem, niceliğinin yanında niteliği ile de önemli bir şeyi
gösterdi. Birçok örnekte gözlemlediğimiz YGS’deki şifre skandalına yönelik “mağdur” tepkisinden farklı olarak, Van’daki süreç net bir siyasi çerçevenin içerisinde politik bir çıkışın dışavurumuydu. “ÖSYM’de ‘SIZINTI’ var!” pankartıyla doğrudan cemaat ve AKP karşısında konumlanan ve geniş bir liseli kitlesiyle hareketlenen eylemlilik, AKP’nin uzun bir süredir Kürt coğrafyasına yönelik hamlelerini boşa çıkartır nitelikteydi. Aynı zamanda eylemdeki net cemaat karşıtı tavır, özellikle Kürt coğrafyası düşünüldüğünde ayrı bir değer taşıdı. Bütünlüklü olarak Van’daki tabloya bakıldığında, AKP açısından kentin tasfiyesine seyirci kalmak ya da daha doğru ifade ile tasfiyeye “altyapı destekleriyle” zemin hazırlamak, depremi “fırsata” çevirmek anlamına geliyor. Ayrıca belirtmek gerekir ki kentteki tasfiye kaçınılmaz bir son değil, hükümetin seçmiş olduğu bir tercihin sonucudur. Depremin sebep olduğu vahamet verici tabloya hükümetin ilk ağızdan söylediği “yeterli imkanımız yok” sözleri bir yana, Suriye’den gelen siyasi mültecilerin ağırlanmasıyla karşılaştırıldığında, devletin istediğinde barınmayla ilgili krizleri ne kadar rahat aşabildiğini görüyoruz. Söz konusu olan; Suriye’den Hatay’a gelen muhaliflere yönelik, ilk etapta toplam 20 milyon 750 bin TL’lik ödenekle, Van’daki ilkellik ile karşılaştırılamayacak derece modern ve kış koşullarına uygun hazırlanan bir çadırkent. Soğukla-
YAŞAM VE ÖĞRENCİLER 17
rın başlamasıyla konteynır-kente dönüştürülecek ve Kilis’e taşınacak olan çadırkentin şimdilik 8 bine yakın mülteciyi ve “Özgür Suriye Ordusu” militanlarını ağırladığı biliniyor. Van’daki durumla “mülteci kampı” arasındaki fark düşünüldüğünde, sorumuzun cevabı ortaya çıkıyor: AKP bölgedeki misyonları ve çıkarları doğrultusunda Van’ı tasfiye etmektedir. Unutulmamalı ki, siyasi hesapların yanında “deprem destekli kentsel dönüşüm”le elde edilecek muazzam rant da söz konusu. Tasfiye edilen bir kent ve herhangi bir planlamadan yoksun şekilde göç ettirilen aileler... Birçok gencin ailesinden ayrılarak çevre illerdeki yurtlara yerleştirildiğini de biliyoruz. Tabi bu bilgiye devletin resmi verilerinden ulaşamıyoruz. Gönderilen gençlerin bir kısmı da batıya, İstanbul’a geliyor. Depremin yaşandığı ilk günlerde medyada, sosyal paylaşım sitelerinde ortaya çıkan yobaz ve şoven histeriden yolan çıkarak gelen gençlerin İstanbul’da veya diğer batı illerinde pek hoş karşılanmayacağını öngörmek zor değil. Van’dan Kartal’daki Hacı Hatice Bayraktar Lisesi’ne yerleştirilen liselilere yönelik olarak bir
ÇIKTI
grup öğrencinin, okulun duvarına “Van’dan gelen teröristler defolun!” yazması göçle gelen gençlerin karşılaştığı muameleye sadece bir örnek. Tabi tüm bu karanlık tablonun yanında aydınlık örnekler de var. Sarıyer’de Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne yerleştirilen kırka yakın kız öğrenciyle organize bir şekilde dayanışma gösteren solcu liseliler aydınlığı temsil ediyor. Eksikli de olsa ilk etapta temel ihtiyaç malzemelerinin temin edilmesinin ardından şimdi de okuma ve ders kitabı yardımı toplanıyor. Yıkılan bir kentin, “enkaz” altında bırakılan gençliğine devletin yapamadığı(!) yardımı, gösteremediği(!) dayanışmayı gençler hayata geçiriyor...
18 BİLİM 6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
Evrim Sempozyumu’nun ardından
Evrim Teorisi neden bir toplumsallaşma kanalı haline geldi? 1859’da İngiltere’de Türlerin Kökeni yayınlandığında bir günde baskısı tükenmiş, büyük bir toplumsal sarsıntıya neden olmuştu. Canlıların birbirinden bağımsız ve tek tek tasarlanarak yaratıldıkları görüşünü materyalist bir omurgayla alaşağı eden Evrim Kuramı insanların ufkunun açılmasında olağanüstü bir etki yaratmıştı. Bilim insanları arasında ise onlarca yıl süren tartışmalardan sonra Evrim kuramı dinamik bir şekilde geliştirilen ve biyolojik hareketi onsuz açıklayamayacağımız bir temele dönüştü. Ancak toplumsal etkisi gericiliğin yükseldiği her dönemde tekrar hissedildi. Sosyalistlerin günümüzün aydınlanma mücadelesinde bilimle gericilik arsındaki bu didişmeye kayıtsız kalması mümkün değil. Marx, Türlerin Kökeni yazılırken Darwin’e mekan olarak çok yakınlarda çalışmalarını yürütüyor, Kapital’i tamamlamaya uğraşıyordu. Kapital 1867’de basıldığında bir örneğini Darwin’e gönderdiği söylenir. Neredeyse 150 yıl sonra tekrar yollar kesişiyor... Birkaç hafta önce Üniversite Konseyleri Derneği tarafından düzenlenen 3. Evrim, Bilim ve Eğitim Sempozyumu için Boğaziçi Üniversite’sinde iki gün için toplanıldığında herkes bilimsel olanın yanında toplumsal bir olayla karşılaştığımızın farkındaydı. Üç binden fazla insan kayıt yaptırmış, 1200 civarında kişi sempozyuma katılmış, salonları
İlki 2006 yılında düzenlenen Evrim Bilim ve Eğitim Sempozyumları, üçüncüsüyle iki yıllık bir periyoda oturmuş oldu. İlkinden itibaren izleyici sayısının katlanmasının dışında sunu yapan bilim insanlarının niteliğinde ve çalışmaların çeşitliliğinde de artış oldu. yerlere oturacak kadar doldurmuştu. Kıdemli bilim insanlarının katılımının dışında çoğunluğu çok farklı disiplinlerde okuyan üniversite öğrencileriydi. İstanbul dışından katılım organize edilmiş, öğrenciler üniversitelerinden sağladıkları otobüslerle gelmişlerdi. Niceliğin yanı sıra nitelik de dikkati çekiyordu. Bilimi öğrenmeye can atan, son derece dikkatli ve konuşmalara çok hızlı refleks üreten bir kitle sempozyumu izliyordu. İlki 2006 yılında düzenlenen Evrim Bilim ve Eğitim Sempozyumları, üçüncüsüyle iki yıllık bir periyoda oturmuş oldu. İlkinden itibaren izleyici sayısının katlanmasının dışında sunu yapan bilim insanlarının niteliğinde ve çalışmaların çeşitliliğinde de artış oldu. Ayrıca öğretmenler için düzenlenen Evrim Öğrenimi Çalıştay’ı gibi kritik başlıklar eklendi. Neden Evrim Sempozyumları başarılı oldu? Her şeyden önce sempozyumların bir irade ve örgütlülük gerektirdiğini söyleyelim. Bu işle uğraşan ve düzenleme kurulunda yer alan arkadaşlarımız geçen 5 yıl içinde önemli ölçüde bir istikrar gösterdiler. Üstelik yaparken öğrendiler, bir birikim sağladılar, alanı tanıdılar ve Evrim Kuramı etrafında bilimsel bir
toplantı düzenleme konusunda yetkinleştiler. Buradan kararlılık ve sabırlı çalışma konusunda çıkarmamız gereken dersler var. Öte yandan yine hepimiz biliyoruz ki, en yetkin kadrolar bile nesnelliği olmayan bir alanda çok fazla üretken olamazlar. Son 5 yıl, diğer yandan, AKP’nin iktidarını perçinlediği, başka bir deyiş ile İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunu gerçekleştirdiği çaplı bir operasyona sahne oldu. Birinci Cumhuriyet’te eklektik de olsa bilimin bir yeri vardı. Şimdiyse ilköğretim ve lise müfredatından neredeyse Evrim Kuramının çıkartıldığını, adeta kuramdan bahsetmenin suç haline geldiğini görüyoruz. Velilerin şikayeti üzerine derste evrimden bahseden öğretmenlere soruşturma açıldığını unutmadık. Yapılan anketler Evrim Kuramının ortaöğrenim boyunca öğrenilmesinin imkansız hale geldiğini gösteriyor. Üniversitelerde ise eğer bazı büyük üniversitelerin biyoloji veya antropoloji bölümlerini kazanmamışsanız, üniversite de resmi müfredata dayanarak biyolojik evrimi öğrenme şansı olduğunu söyleyemeyiz. Çok tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Fiziksel, kimyasal hareketle toplumsal hareket arasındaki ara halkanın bilimsel olarak kavranması engellenmiş hatta yasaklanmış gibi bir deli saçmasıyla karşı karşıyayız. Böyle bir durumda gençler bilimi öğrenmek, kavramak ve üzerine tartışmak için Evrim, Bilim ve Eğitim Sempozyumu’na geliyorlar. Sempozyumun gerçek ve nesnel bir ihtiyacı karşıladığı görülüyor.
Bu toplumsal kanal nasıl siyasallaşır? Yasaklanmış olan her şey gençlerin ilgisini çeker, hatta öğrenmek için kışkırtır, Engizisyonun olduğu tarihsel dilimlerde yasak olana ulaşma aydın olmanın temel şartı haline gelir. Bu nedenle bu konu toplumsallaşma eğiliminin yanı sıra giderek siyasallaşmaya uygun bir zemin sunuyor. Toplumsallaşma kanalına ise çok sayıda genç akıyor. Bunların bir kısmı burjuva pozitivizmiyle dünyayı algılayan bilim sevdalıları. Bir diğer kısmı apolitik bir ateizm savunucusu. Bir öbek ise toplumu da Darwin’le açıklamaya çalışıyor ve Evrim Kuramı üzerinden gericiliğin bir türüne yelken açıyor. Bir kısmının ise henüz kemikleşmiş bir dünya görüşü bile yok, merak ediyorlar sadece. Merakın ve bilimi öğrenmenin ötesine geçen bir siyasallaşma nasıl sağlanabilir? Bunun en iyi yolu “Neden AKP evrim öğrenimine karşı?” diye sormaktan geçiyor. Yanıt ancak tarihselci yöntemle verilebilir. Artık incelemekte olduğunuz alan biyolojinin değil, topluma ait kuramlar alanıdır. İsterseniz bunu, kapitalist üretim ilişkilerinin artık üretici güçleri geliştiremediği bir mutlak gericilik dönemi ile açıklayın, isterseniz burjuvazinin ve emperyalizmin Türkiye’deki baş aktörü olan AKP’nin sermayenin krizini aşmak için neden insan aklına savaş açtığını anlatın. Toplumsal kanal toplumsal alanın irdelenmesiyle ve aydınlığa kavuşmasıyla siyasallaşacaktır. Önümüzdeki dönemin Sempozyumların niteliği artarak devam ederken, çalıştayların yaygınlaştığı ve imkan bulunan her yerde yapıldığı, verilerin belgelendiği ve yaygınlaştırıldığı bir mücadeleye sahne olması beklenir. Öyleyse kolları sıvayalım, ne duruyoruz. Erhan NALÇACI
6 OCAK 2012 SAYI 340
KOMÜNİST
YARATIM 19
Reenkarnasyon Kulubü: Hem felsefe, hem tarih, hem ahlak...
Bu karmaşaya iyi direnmiş roman! Roman mı değil mi tartışması, çağımız romanesk bir çağ olmadığından zaten büyük ölçüde anlamsızlaşmış durumda. Kah siyasetin, kah tarih yazımının alanına girmesi, kendi başına bir kusursa, onca kişinin dedikodudan ibaret hacimli bir eserden “parti tarihi”ni öğrenmeye kalkması, bir de üstüne “okuduğum en iyi romandı” demesi ne anlama geliyor? Hem Kaan Arslanoğlu’nun Reenkarnasyon Kulübü, hiç değilse Kemal Tahir ya da Attila İlhan kadar zorlamıyor roman kalıplarını... Mesele şu ki, Arslanoğlu, romanını bile bile zora sokuyor! Kaan’ı tanımayan, TKP’yle teması olmayan biri bu romanı anlar mı, okurken keyif alır mı pek kestiremiyorum. Güçlü olasılık, farklı okumalarla karşılaşılacağıdır. Ancak kitabın yazarı da kapsayarak özellikle “bizim” için yazıldığı açık. Romanın zora sokulmasından söz etmemin bir nedeni de zaten “bizim” varlığımız. Roman sürekli yer değiştiren hesaplaşma katmanlarından oluşuyor. Arslanoğlu’nun toplumla hesaplaşması, Arslanoğlu’nun partiyle hesaplaşması, Arslanoğlu’nun kendiyle hesaplaşması, partinin toplumla hesaplaşması, insanla insanın hesaplaşması... Böyle olunca, okur çaresizce bölünüyor, bir yandan hesaplaşma yığınını aralayıp romana ulaşırken öte yandan yazarın cazip davetini geri çevirmeyerek hesaplaşma kulübünden içeri sokuluyor. Açık söylemek gerekirse ben bu iki okumadan da keyif aldım. Roman “eksik”, “işlenmemiş” hissi veriyor vermesine ama alabildiğine “ekonomik” dile rağmen, bu kadar çağrışımı bol ve insan zihnine yapışıp kalan “kahramanlar”la uzun süredir karşılaşmadığımı itiraf etmek durumundayım. Yazarı tanımanın ayrıcalığı değil bu, ulaştığı bazı sonuçlara hiç katılmasam da onun ele aldığı malzemeyi sonuna kadar kullanabilme yeteneğinden kaynaklanıyor. Zorlu hesaplaşmalarsa, her zaman ilgi çekicidir zaten! Gelelim romanın en önemli sıkıntısına... Arslanoğlu uzun sayılmayacak kitabına bu kadar yük bindirdikten sonra bir de bıktırıcı bir “ahlaki değerler kataloğu” sokuşturuvermiş. Siyaset, felsefe
filan demiyorum, düpedüz ahlak; Kaan’ın hayatla kıl-tüy ilişkisi... Üçüncü bir okumaya insanın hali kalmadığından, kaçınılmaz olarak roman kahramanlarıyla birlikte “rahibe okulu”na yazılıyorsunuz ve orada nasıl oturup nasıl kalkacağınızı belliyorsunuz: “Taş devri diyetini küçümseyip, midenizi abur cuburla doldurmakta ısrar ederseniz ben de sizi romanımda bile rahat bırakmam”. Valla bırakmaz! Roman zora sokulduğu gibi daha da ciddi bir sorun peydahlanmış oluyor: Kaan Arslanoğlu’nun ahlaki manifestosu romanın yönüyle, harekete geçirdiği duyguyla çelişiyor. İnsanın kötücül özelliklerden arınmasını tarih ötesi bir geleceğe bıraktıktan sonra romanını tam da o insana umut bağlama zorunluluğuyla işleyip sonlandıran Arslanoğlu’nun koyduğu normlarla geleni geçeni, bu arada okuru tokatlayıp durmasını garipseyen herhalde tek ben değilim. Tam da reenkarnasyon kurgusu, son derece etkili biçimde, devrim cephesiyle gericilik cephesinde insanının aynı koşulların ürünü olduğunu beynimize kazımışken, herkesin eline ceza puanı tutuşturmaya kalkmaya ne gerek vardı? Bana göre, romanının etinden, sütünden, kemiğinden, derisinden, her şeyinden yararlanmayı kafasına koyup, onu gerçekten zora sokmasına karşın, ortada bir şey kalıyorsa o da Arslanoğlu’nun bunca gaddarlığa rağmen “insandan umut çıkarması”dır ve bence bu çok değerlidir. Çünkü bu, kitaba giydirilen ahlaktan çıkmaz, tarih çeşitlemelerinden hiç çıkmaz, siyaset geçişlerinden azıcık çıkar; asıl marifet çok tartıştığımız ve kuşku duyduğumuz “roman” kısmındadır. Bu nedenle Kaan Arslanoğlu’nun romanını her şeye rağmen başarılı bulduğumu söylemek istiyorum. Böyle partili olur mu? Geliyoruz romandaki TKP’lilere, özellikle Ferdi’ye... Arslanoğlu’nun siyasi yazıların-
Bana göre, romanının etinden, sütünden, kemiğinden, derisinden, her şeyinden yararlanmayı kafasına koyup, onu gerçekten zora sokmasına karşın, ortada bir şey kalıyorsa o da Arslanoğlu’nun bunca gaddarlığa rağmen “insandan umut çıkarması”dır ve bence bu çok değerlidir.
daki “parti fotoğrafı”nın fazlasıyla öznel olduğunu kendisine de söylemiştim. Ayrıca parti, parti politikaları bu şekilde tartışılmamalı, bundan sonuç beklemek olacak iş değil. Bir yerden sonra niyet farklı da olsa, özensiz bir tablo çıkıyor ortaya. Bunu yapan bir tek Kaan Arslanoğlu değil elbette, bir aydın türü belirginleşiyor sanki... Peki Reenkarnasyon Kulübü için de aynı eleştiriyi yapmalı mıyız? Bana göre hayır! Ferdi son derece iyi işlenmiş bir tip. Evet TKP’de böyle üyeler var ve Mesut Odman’ın vurguladığı gibi olmalı; olacak da... Komünistlerin iç dünyalarındaki gelgitler, mücadeleye bağlanma noktalarındaki karmaşa, yaşamlarındaki karadelikler... Romana giriyorsa, komünistler, bunlarsız olmaz. Kaan’ın araya sokuşturduğu “parti eleştirileri” değil burada tartıştığımız. Bugünün Türkiyesi’nde sosyalizm mücadelesine koşan insanın derinliklerinde vermek durumunda kaldığı mücadeleyle istenen temas sağlanıyor mu, onu sorguluyoruz. “Ulan serseri, dedim içimden, yine sulattın gözlerimi. İşte bu budur! Ellili yıllardan kalmış gibisiniz,
Soğuk Savaş Dönemi’nden fırlamış gibi; ama sizsiz bir insanlık zaten bitmiş demektir. İnsanın çocuksu, ergen yanısınız, saf yanı. Puştluklarınız da çocuksu. Belki de o yüzden başarısızsınız. Yetişkin puştluklarını öğrenmeniz gerek. Yoksa hiç mi öğrenmeseniz? Öyle veya böyle, sizsiz bir ülkeye hiç katlanılmaz.” Burada komünistlerin folklorik bir ögeye indirgendiği iddiasını asla kabul etmem. Arslanoğlu’nun kendi kahramanı tarafından dostça tokatlandığı andır bu ve yazar için ne kadar gerçekse, ülke için de o kadar gerçektir. Dedim ya, roman zaten onca ters manyele direnerek umut üretmekte, finalde ise beklendiği üzere kumaşı sağlam “sağcı arkadaşı” parti kortejine katarak “işleyeceğin malzeme bu, başkasını arama” demektedir. Belki de yazar kendini ikna etmeye çalışıyordur. Bilemem. Tek bildiğim, Kaan’ın “aklına sağlık, kalemine kuvvet”, hak ettiğidir. Kemal OKUYAN
ARALIK 2011 - VAN - “Oyuncaklarımı Vandaki Kardeşlerimle Paylaşıyorum” kampanyası kapsamında Van’a gönderilen kitap ve oyuncaklar yerine ulaştı. Yeni yıla Vanlı kardeşlerimizle oyun oynayıp kukla tiyatrosu seyrederek girdik...