Komünist 341

Page 1

KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR

GÖÇÜN 50 YILI ve TKP Türkiye işçi sınıfının büyük kitleler halinde Almanya başta olmak üzere yabancı ülkelere çalışmak üzere göç edişinin 50. yılında, Cemil Fuat Hendek göçmen işçiler arasında verilen geçmiş mücadelelere ve bugünkü görevlere değiniyor.

SF 14-15

13 OCAK 2012 SAYI 341 FİYATI: 3 TL

DURGUNLUĞU ATTIK TKP’nin “örgütsel ve siyasal hamlesi”nde hangi noktaya gelindiğini, son siyasi girişimlerin anlamını, 29 Ocak etkinliğinin ana temasını sorduk, Kemal Okuyan yanıtladı.

TKP durgunluk döneminden büyük ölçüde çıktı. Seçimden sonra bir kilitlenme, hatta paralizasyon tehlikesi vardı; partinin siyasal ilkelerini korumak, onların sorgulanmasını engellemek durumundaydık. Bunu konferans ve sonrasındaki dönemde başardık. Ama ulaştığımız gerçek bir durgunluk dönemiydi, bir devrimci parti bunu kabullenemezdi. Son iki aylık dönemde henüz örgütlenme hedeflerimizin gerisinde kalsak da, partimiz durgunluktan büyük ölçüde çıkmış oldu. SAYFA 4-5

FAŞİZMİ TARTIŞIRKEN AKP iktidarının zorbalığı arttıkça daha fazla kesimin “bu faşizm” dediği Türkiye’de marksistler konuya nasıl yaklaşmalı?

SAYFA 10-11

AMERİKA’DAKİ EYLEMLER NE DURUMDA? “Occupy Wall Street” eylemleri geriye çekilse de, ABD’de 2012’de de önemli protestolar bekleniyor.

Türköne vakasının hatırlattıkları...

İKİNCİ CUMHURİYET’İN AYDINLARININ ZAVALLILIĞI

Ceza Yasası faşist İtalya’dan alınmış bir ülkenin bu “parlak” tarihçisi bisikletiyle Atatürk heykeline çarpmayı planlarken, gitti Beden Eğitimi öğretmenine çarptı. Oysa 12 Eylül faşizminin yeniden yapılandırdığı dil ve tarih kurumuna Mümtaz’er Türköne pek yakışıyordu. SAYFA 6-7

SAYFA 8-9


2 PANO 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

TKP: Yeni suç tarifini Savaş çığırtkanlarına suç duyurusu kabullenmiyoruz! Türkiye Komünist Partisi Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcılığı, hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’na Türkiye’de siyasal alanı tamamen daraltan uygulamalara ilişkin, yanıtlanması talebiyle bazı sorular yöneltti. Söz konusu uygulamaların hukuksal altyapısının zayıflığına işaret edilen başvuru metninin sonunda aşağıdaki sorular yinelendi: “Kişiler arasındaki günlük, özel görüşme veya sohbet niteliğindeki konuşmaların dinlenmesi, kaydedilmesi ve suç delili sayılmasının sınırı nedir? Kim olduğu bilinmeyen bir tanığın iddiaları nasıl tartışılabilir? Niteliği bilinmeyen, açıklanmayan bir suç isnadına karşı nasıl savunma yapılabilir? Soruşturmaya uğrayanın bile bilmediği suçlama ve ilgili olayların medya tarafından açıklanması meşru bir hukuksal prosedür sayılabilir mi? İnsanların kişisel not tutmaları suça kanıt oluşturabilir mi?”

TKP’li avukatlar Suriye’deki meşru hükümete karşı Türkiye’de silahlı grup bulunmasına izin verenlere karşı suç duyurusunda bulundu. TCK’nın 306. maddesinde yer alan “Yabancı Devlet Aleyhine Asker Toplama”yı cezaya bağlayan hükme açıkça muhalefet edildiği ileri sürülen başvuruda bazı gazetelerde yayınlanan haberlere atıfta bulunularak “Yukarıdaki haberlere konu olan olaylar suç duyurusu dilekçemizde de belirttiğimiz üzere Suriye Devleti’ne karşı Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde gönüllü adı altında asker toplandığı, bu askerlerin Türkiye sınırından Suriye’ye geçirildiği ve havalimanından silah taşındığı iddiaları somut bilgilerle gündeme getirilmiştir. Bu somut bilgilerin araştırılarak şüphelilerin tespit edilmesi gerekmektedir.” denildi.

ÜKD’den bilim politikaları paneli Üniversite Konseyleri Derneği, Türkiye’nin bilim politikalarının ve üniversitelerinin değerlendirileceği bir panel düzenliyor. 19 Ocak Perşembe günü ÜKD’nin Beyoğlu’ndaki lokalinde düzenlenecek panele konuşmacı olarak Prof. Dr. Rıfat Okçabol, Prof. Dr. K. İlhan İkeda ve Prof. Dr. Erhan Nalçacı katılacak. TÜBA ve TÜBİTAK’a KHK ile müdahale edilmesi, Feza Gürsey Enstütüsü’nün kapatılması gibi bilim alanında hükümetin attığı önemli adımları akademisyenler değerlendirecek. Panel Türkiye’de Bilim ve Üniversitenin Bitirilişi- Prof. Dr. Rıfat Okçabol Feza Gürsey Enstitüsü Neden Kapatılıyor?- Prof. Dr. K. İlhan İkeda 2012 Türkiye’sinde Neden Üniversite Manifestosu? - Prof. Dr. Erhan Nalçacı Tarih-Saat: 19 Ocak 2012 Perşembe-19.00 Yer: Üniversite Konseyleri Derneği Lokali Adres: Kuloğlu Mahallesi Gazeteci Erol Dernek Sokak, Hanif iş hanı, No: 11/5, Beyoğlu.

SoL ve Komünist Arşiv CD’leri hazırlanıyor Yayınına son veren soL Dergisi’nin tüm sayıları ile Komünist Gazetesi’nin Aralık 2011’e kadar çıkmış sayılarının tamamı birer CD’de toplanıyor. 29 Ocak günü Ankara Arena Spor Salonu’nda dağıtıma çıkacak CD’leri edinmek isteyen okurlarımızın TKP il ve İlçe örgütlerinden temin edebilecekleri talep formlarını doldurup, 25 Ocak tarihine kadar teslim etmeleri gerekiyor. TKP’li Öğrenciler: www.tkpliogrenciler.org Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi: mlam.tkp.org.tr soL Haber Portalı: www.sol.org.tr Nâzım Hikmet Kültür Merkezi: www.nazimhikmetkulturmerkezi.org Üniversite Konseyleri Derneği: www.universitekonseyleri.org Jose Marti Küba Dostluk Derneği: www.kubadostluk.org Barış Derneği: www.barisdernegi.org Yazılama Yayınevi: www.yazilama.com

KOMÜNİST HAFTALIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN

Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu

www.tkp.org.tr e-posta: komunist@tkp.org.tr Facebook, Twitter ve Youtube resmi sayfalarımıza www.tkp.org.tr adresindeki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST Başbakan niye bu kadar sinirli? Başbakan Erdoğan son grup toplantısında sinirli ve saldırgan bir üslupla konuştu. Sanki yüzde 50 oya sahip bir iktidar partisi değilmiş gibi. Medyayı, bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteleri, orduyu “elden geçiren” ve kendisine bağlayan onlar değilmiş gibi. Türkiye’de muhalefet aynı, basın yanında, bürokrasi emrinde, kolluk kuvvetleri amade, yargı yürütmenin vesayetinde... Öyleyse bu telaş, şiddet, saldırganlık neden? Bu gerginliğin, ortamı germenin bir sebebi olmalı! Çünkü bu gerginlik siyaseti, gerçeklerin üzerini örtüyor: Akdeniz’de İsrail ile ABD’nin ve Mısır ile Türkiye’nin ortak tatbikatı konuşulmuyor, Malatya’daki ABD kontrolündeki füze kalkanı unutturuluyor, Suriye’ye ve İran’a dönük planlar gündeme getirilmiyor, Uludere’deki istihbarat tartışmasının üstü örtülüyor. Bölgemiz ısınıyor, ülkemiz tehlikeli bir yola sokuluyor. Tayyip Erdoğan’ın üzerinde dış basınç artıyor, belli ki... Bu basıncın kimlerden geldiğini halkımız iyi biliyor.

TKP’nin Sesi

11 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.

Hükümetin arkası sağlam çünkü iyi satıyor Yakın tarihimizin en “güçlü” hükümeti var başımızda. Ne iyi! Eski Genelkurmay Başkanlarının gözünün yaşına bakmıyorlar, Fransa’ya kafa tutuyorlar, İsrail’i korkutuyorlar. Neredeyse bir köyü bombalarla yakıp yıksalar kimsenin gıkı çıkmayacak. Amerikan dışişleri dünyada hiç bir zalime vermediği desteği veriyor onlara, “Türk hükümetiyle mutabakat halindeyiz.” Amerikan sözcüsü böyle diyor. Amerikan dışişleri arasıra dile getirdiği üzere “kaygılara sahip” ama “hükümetin arkasında.” Arka sağlam olunca, icraat da kavi oluyor. Hükümet astığını asıyor, kestiğini kesiyor. Peki arka nasıl bu kadar sağlam oluyor? Nasıl olacak? Hizmetle oluyor! Amerikalılar da çok seviyor artık bu kelimeyi. Suriye’de iç savaş kışkırtıcılığı lazım, hizmet ordusu devrede. Fransa’yla, Rusya’yla, Almanya’yla rekabet önem kazanmış Sam amca için. Hizmet ordusu orada da devrede. Ve en önemlisi... Ortada yağmaya açılmış koca bir ülke var. İhale aç, yaptır, işlettir, devrettir. Türkiye büyük ülkedir. Peşkeş çek, sat satabildiğin kadar! Ne kadar satarsan, o kadar sağlam arkan.

TKP’nin Sesi

9 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.

Hiç utanmıyorlar, hata ediyorlar “OdaTv davası”, soruşturma aşamasından bu yana adalet adına yüz kızartıcı pek çok yönüyle gündeme geldi. Gazeteciler, 10 aylık tutukluluklarından sonra ilk savunmalarını yapabildiler. Günler süren savunmaları okuyan-dinleyen herkes, bu davada ve sanıklar hakkındaki tutukluluk kararlarında hukuk adına bir skandal olduğunda ortaklaştı. Mahkeme heyeti hariç! Mahkeme sanıkların tutukluluklarının devamına karar verip, duruşmayı ileri bir tarihe erteledi. Dahası da oldu: Mahkeme tahliyelerin reddine karar verdiğini saat tam 21.48’de açıkladı. Samanyolu Haber adlı TV kanalı mahkeme kararını 21.27’de duyurmuştu bile! Mahkemenin kararını yargılananlardan, avukatlardan, mübaşir ve kâtiplerden önce kimliği belli bir haber kanalı öğreniyor ve duyuruyor. “Acaba haberi onlara kim sızdırıyor” diye sorarsak, saflık ederiz. “Kararı gerçekte kim veriyor?” diye sormamız lazım... AKP Türkiye’sinde birileri köpeksiz köyde değneksiz gezme rahatlığına kavuştuklarını düşünüyor belli ki. Çok yanlış düşünüyorlar.

TKP’nin Sesi

6 OCAK 2012 TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.

TKP’NİN SESİ 3

CÜRET, KÜSTAHLIK, ÇARESİZLİK... Türkiye Komünist Partisi, geride bıraktığımız günlerde TKP’nin Sesi’nde AKP’nin ABD’nin bölgesel planlarına nasıl hizmet ettiğine ve her gün yaşanan hukuk skandallarına yoğunlaştı. Tutuklamaları, mahkeme sonuçlarını basının önceden haber vermesi ilk kez yaşanmıyor Türkiye’de. Oda Tv duruşmasında, tahliye taleplerinin mahkemece reddedilmesinden önce Samanyolu’nun konuyu haber yapması bu anlamda şaşırtıcı değil. Ancak üzerinde durulması gereken bir başka mesele var konuyla ilintili. Kamuoyunun bunca ilgilendiği bir duruşmayı cemaatin en önemli yayın organının hakimlerden önce karara bağlamasını beceriksizlikle açıklamak yerine, büyük bir cüret olarak nitelendirmek daha doğru. Verilmek istenen mesaj açık: “İpiniz bizim elimizde, yarın tahliye olursanız da, bu bizim size lütfumuz olacak, bunu kafanıza sokun!” Kaldı ki, bu kepazelik yeterince tepki çekmemiş, şimdilik “Türkiye’de böyle şeyler olur” noktasındaki toplum, olup bitenleri sineye çekmeye devam etmiştir. Ancak siyasi iktidarın anlamadığı, Türkiye’nin düşündükleri kalıba girmek için çok büyük geldiği, ülkenin emekçi ve sol damarının enerjik bir çıkış için yeterli kaynaklara sahip olduğudur. Konuya dönecek olursak... Toplum yeni rezillikleri içine sindirmeden, onu gündeme taşıyıp, erken tepki üretmek gerekli. Şimdilerde bunu az başlıkta yapıyorsak, yarın, siyasi iktidarın hiçbir hamlesini tepkisiz bırakmamak durumundayız. Öbür konuda ise söylediğimiz iyi anlaşılmalı. AKP, Suriye’yi “kolay lokma” olarak görmenin, ABD’deki efendilerine “ben bu işi hallederim” demenin bedelini ödüyor. ABD yönetimi Suriye ve İran’ı sıkıştırma görevini üstlendiği için ödüllendirdiği Erdoğan ve arkadaşlarını daha fazla risk almaya zorluyor. Öte yandan Türkiye hem ekonomisiyle, hem Kürt sorunuyla kaygan bir zeminde yol almaya devam ediyor. Dış politikadaki karmaşa, eğer iç politikaya yansırsa, AKP seçmen desteğine rağmen ve bu destekte de hızlı bir erozyon yaşayarak, “yönetme” becerisini yitirebilir. İşte bu nedenle Erdoğan yine herkese bağırıp çağırmaya, bölgede yaşadığı ağır baskıyı gizlemeye çalışıyor. TKP, başlattığı hukuki sürecin arkasında: Hükümet ve devlet yetkileri bir başka ülkeye karşı silahlı güç topluyor ya da buna göz yumuyorlar, savaşa davet çıkarıyorlar. Bu açıkça suç yasalara göre. AKP suçu göze almıştı, çünkü “Arap Baharı”nın ilk devresinde işler beklendiğinden de iyi gitmişti. Ama Suriye çetin ceviz çıkınca, ABD’nin bu kadar rahat hareket etmesini istemeyen uluslararası güçler de frene basınca, Erdoğan bir anda ettiği büyük laflarla, verdiği sözlerle ortada kala kaldı. Bize düşen, bu savaş çığırtkanlarını iç politikada da dış politikada da durdurmak elbette...

KOMÜNİSTÇE...


4 SİYASET 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

MK üyesi Kemal Okuyan’la partiyi, memleketi ve solu konuştuk...

‘Parti durgunluk dönemini geride bıraktı’ TKP durgunluk döneminden büyük ölçüde çıktı. Seçimden sonra bir kilitlenme, hatta paralizasyon tehlikesi vardı; partinin siyasal ilkelerini korumak, onların sorgulanmasını engellemek durumundaydık. Bunu konferans ve sonrasındaki dönemde başardık. Ama ulaştığımız gerçek bir durgunluk dönemiydi, bir devrimci parti bunu kabullenemezdi. Son iki aylık dönemde henüz örgütlenme hedeflerimizin gerisinde kalsak da, partimiz durgunluktan büyük ölçüde çıkmış oldu.

29 Ocak, Türkiye Komünist Partisi’nin almış olduğu “örgütsel ve siyasal hamle” kararı açısından kritik bir uğrak olarak ilan edilmişti. Bu tarihte hem geniş katılımlı bir etkinlik gerçekleşecek, hem de partinin hedeflerinin ne kadarına ulaşıldığına ilişkin bir ara değerlendirme yapılacaktı. 15 gün kadar kala, hamleye ilişkin şimdiden neler söylenebilir? Bu işe kalkışılırken hiç kuşkusuz bir bölümü ilan edilen, bir bölümü ise Merkez Komite düzeyinde dillendirilen somut hedeflerle hareket ettik. Hedeflerimizin bir bölümüne ulaşıldı, bazılarının uzağında duruyoruz, bir de henüz yeterince veriye sahip olmadıklarımız söz konusu. 30 Ocak’ta makinelerimiz durmayacak, tersine daha tempolu çalışacak. Sonuçta başı sonu belli bir kampanya yürütmüyoruz. Bir de, her şeyin ötesine geçen bir sonuç var. En önemlisi de bu: TKP durgunluk döneminden büyük ölçüde çıktı. Seçimden sonra bir kilitlenme, hatta paralizasyon tehlikesi vardı; partinin siyasal ilkelerini korumak, onların sorgulanmasını engellemek durumundaydık. Bunu konferans ve sonrasındaki dönemde başardık. Ama ulaştığımız gerçek bir durgunluk dönemiydi, bir devrimci parti bunu kabullenemezdi. Son iki aylık dönemde henüz örgütlenme hedeflerimizin gerisinde kalsak da, partimiz durgunluktan büyük ölçüde çıkmış oldu. Hem siyasal ataklık hem de örgüt dinamizmi açısından. Buradan devam etmeliyiz.


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST Bu yılki konferansta bazı kararlarla oynanmayacağı, ısrarcı olunacağı söylenmişti. Oysa parti yayınlarında önemli değişiklikler yapıldı, aylık yayın haftalığa, haftalık yayın günlüğe dönüştü. Bu değişikliklerin nedeni parti üyelerine gönderilen genelgede açık bir biçimde ifade edilmişti. Burada yinelemekte sakınca yok: Etkili bir biçimde kullanılmıyordu yayınlar ve bunun içerikleriyle ilgili sorunlardan kaynaklanmadığına ilişkin çok fazla veri vardı elimizde. Yayınların daha dinamik bir formatta hazırlanması dışında bir çözüm çıkmadı değerlendirmelerimizden. Zaten “kararların belli bir süre boyunca değişmemesi” ancak bir eğilim olabilir, mutlaklaştırılamaz. Bu bağlamda parti konferans ruhuna titizlikle uymaya devam ediyor ama gerçek bazı ihtiyaçlara “biz başka türlü karar almıştık” diye sırt dönemezsiniz. Partimizin en önemli sorunu, sesini geniş kesimlere ulaştırmaktır. Burada yayınlarımızdır temel aracımız. Onların dar bir çevreye ulaşmasını elbette kabul edemeyiz. Bu değerlendirme internetteki soL Portal’ın ulaştığı başarıyı hesaba katmıyor gibi... Nasıl hesaba katmayız! soL, artık birkaç yıl oldu, bir parti yayını olmamakla birlikte, hareketimizin, bizim kulvarımızın en etkili aracı, bunun tartışılması söz konusu bile olamaz. Hem okur sayısı hem siyasi etki açısından... Ancak komünist bir parti, yüz yüze temas olanağı sağlayan parti yayınlarının yerine başka bir şey koyamaz. Bu anlamda soL farklı bir ihtiyaca yanıt veriyor. Kaldı ki, partinin doğrudan sesini ulaştırdığı insanların sayısı artmadıkça soL da istediği noktaya gelmeyecek. Arkadaşlarımız son aylarda soL’u çok zengin bir içeriğie kavuşturdular, buna devam da edeceklerdir. Okur sayısı ise hak ettiği düzeyin gerisinde. Parti yeni yılla birlikte iki ilginç girişimde bulundu. Önce BDP ve CHP yönetimlerine mektup yollandığı açıklandı, sonra da Türkiye’de oluşturulan “suç kavramı” ile ilgili bazı kurumlara resmi bir başvuruda bulunuldu. Bunlardan ilki, komünistlerin şu hep söylenen Kemalistler ve Kürt siyaseti ile aynı anda ittifak arayışının bir parçası olarak değerlendirilebilir mi? Bu soruya söz konusu mektubun içeriğine ilişkin Komünist okurlarının bilgi sahibi olduğunu varsayarak yanıt vereceğim. Mektup, siyasi iktidarın yargıyı kullanarak siyasi alana yapmış olduğu müdahaleleri mümkün kılanın CHP ve BDP’nin siyasi aktörler olarak öne çıktığı iki farklı kesimin birbirlerine dönük operasyonları açık ya da örtülü biçimde desteklemesi olduğu saptamasını yapıyor. Bu kendi başında son derece önemli bir değerlendirme ve Türkiye’de birçok kişinin böyle düşündüğü, mektubumuza verilen tepkilerden ortaya çıktı. Burada hem bir değerlendirme, hem bir eleştiri, hem de öneri var. Daha ötesi ise kesinlikle yok. TKP’nin bugün ve yakın gelecekte böyle bir ittifak arayışı içine girmesi, söz konusu iki kesimde de, yeni döneme ilişkin bir netlik ortyaya çıkmadığı için mümkün değil. Ayrıca, Türkiye’de sosyalizm

şu anda ittifak projeleri geliştirebilecek ağırlığa sahip değil ama hızla bu noktaya gelmeli! TKP sosyalizmin bağımsız bir kanalda güçlenmesi için uğraşıyor, bunu yaparken memleket gerçeklerine gözünü kapatmıyor, kendini izole etmiyor, gereken noktalarda işbirliklerine yöneliyor, ortak eylemler düzenliyor. Kaldı ki, mektupta da değinildiği gibi TKP her iki partiye dönük bir uzaklık tarifi de yapmadı bu girişimle. Özeti, mektubun bir arka planı yok. Değindiğimiz konu zaten arka planda hiçbir şeye hayat hakkı vermeyecek kadar önemli bir konuya değiniyor. Okurlarımız tekrar okuma fırsatı bulurlarsa bana hak vereceklerdir. İkinci girişim de yine “hukuk alanı” ile ilgili olmuştu. Bunlar arasında bir bağ var mı? Yani BDP ve CHP’ye mektuptan sonra Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcılığı gibi kurumlara başvurulması... Elbette var. TKP bir siyasi parti ve Türkiye’de siyaset alanının daraltılmasına izleyici olacak değil. “Şu ana kadar ne yaptınız” sorusu TKP’ye büyük haksızlıktır. TKP, insanların başkalarının başına gelenlere el ovuşturduğu bir siyasal ortamda neredeyse tek başına farklı bir siyaset kültürünü yaygınlaştırmaya çalıştı. Zaman zaman etkili, zaman zaman etkisiz oldu bu çabalarımız. Ama TKP kendi siyasi çizgisini koruyarak bugünkü siyasi davaların tamamının meşruluğunu sorgulamaktan hiç vazgeçmedi. Bu, TKP’nin siyasi davalara konu olan kişi ya da siyasetlere ilişkin değerlendirmelerin dışında bir konudur. Resmi kurumlara yaptığımız başvurununsa, söz konusu kurumların tamamının siyasetin alanını daraltan uygulamalardan sorumlu olduğunu hatırlatmak gibi bir işlevi de var. Ayrıca bu başvurularla TKP, çok basit ama bir türlü gündeme getirilmeyen soruları hatırlatmış oldu. Zaman zaman hukuk fazlasıyla teknik bir didişmenin konusu oluyor. Oysa çok temel bir muhasebe yapılması gerekiyor. Örneğin “telefon dinlemeleri hukuki mi değil mi” önemli ama, iki kişinin kendi aralarındaki konuşmaların suç oluşturmayacağı daha önemli. Benzer bir sürü konu var. Bence TKP’nin bu başvurusu da dikkatle okunmalı. TKP’nin örgütlenme hedeflerinin gerisinde kaldığı sonucunu çıkarttık başta söylediklerinizden. Bunun ötesinde ne denebilir? Sonuç almak için zaman tanımak gerekiyor partiye. Durgunluktan yeni yeni çıkılıyor. Durgunluk dediğiniz, partinin toplumsal bağlarını zayıflatmasıdır bir bakıma... Sabit bir havuz var da onun içinde örgütlenmiyorsunuz. Hem sizin bağlarınız değişken, hem de yüzünü size dönenler... Bizim sorunumuz, yüzünü partiye dönenlerin, partiye umut bağlayanların sayısı artarken partinin toplumsal bağlarındaki cansızlıktı. Bazı üyelerimizin tamamen içe kapandığını, bazı birimlerin çevrelerinin birkaç kişiye daraldığını gördük. Durgunluktan çıkış, öncelikle parti çalışmalarının yeniden belli bir toplumsallığın içine yerleşmesi demek. Burada erken davranan örgütlerimiz, birimlerimiz var, onlar sonuç da alıyor. Eşit, yekpare bir hamle beklemiyorduk zaten. Öte yandan partiye dönük

ilgi, önceden tahmin ettiğimizin çok ötesinde. Çok değişik kesimlerde TKP “tek umut” olarak görülmeye başlanmış durumda. Son haftalarda eski partili gelenekten komünistlerin TKP’ye dönük ilgi ve yönelimlerinin arttığı görülüyor. Bu hangi ölçekte ve nedeni ne? Böyle bir yönelim gerçekten de var. Birbirinden farklı kanallarda gözleniyor bu ilgi. Kısa süre sonra bunun sonuçlarını herkes görmüş olacak. Bu bir nostaljinin tamamen dışında siyasal anlam taşıyor. TKP’nin yıllara yayılan siyasal tutarlılık ve hedeflerinin yarattığı etkiyle ilişkili. Ayrıca bugün TKP de, daha önce TKP’ye, TİP’e, TSİP’e üye olan komünistlerin yeni dönemde sosyalizm mücadelesi için taşıdıkları ve taşıyacakları önemi daha iyi değerlendirebilecek olgunluğa ulaştı. TKP’nin bir yılı aşkın bir süre önce yaptığı “cepheleşme çağrısı” tamamen gündemden çıkarıldı mı? Önümüzdeki dönem bu ya da benzer bir girişim söz konusu olmayacak mı? Soru “cepheleşme çağrısı”nın siyasi hareketler arası yakın işbirliğini sağlayacak bir platform önerisi olarak anlaşılmaya devam ettiğini gösterir gibi... Ne yazık ki bu bir gerçek, herkes Halkevleri, ÖDP ve TKP, hatta EMEP arasında bir ittifak kurulacağını düşünmüş ve bunu olumlamıştı. Eğer, programatik bir çerçeveye dayanarak böyle bir ittifak ortaya çıkasaydı elbette çok iyi bir gelişme olacaktı. Olmadı ve üstelik bizim “cepheleşme çağrısı”ndaki asıl hedefimiz olan toplumsal direnç odakları yaratmanın da üzeri örtüldü. Hangi biçimde anlaşılırsa anlaşılsın, TKP cepheleşme gereksinimini bütünüyle gündemden düşüremez. Zaten konferans kararımız bu değil. Konferans toplumsal alanda parti, formuyla yetinmeyen örgütlenme-

SİYASET 5

leri bir hedef olarak tanımladı; meclisler böyle değerlendirilmeli. Siyasi hareketler arasındaki ilişkilere gelince... Bu konuları sürekli gündemde tutmanın yararı yok. Geride bıraktığımız örnekte, olgunlaşmış bir deneme olmasına karşın, son derece anlamsız nedenlerle, somut bir sonuç elde edilemedi. Bazı şeyleri zamana bırakmakta yarar var. TKP bu anlamda zamanını sürekli bazı öneriler yapmakla geçirecek değil. Solda herkes bizim dostumuzdur, bu dostluğu daha yakın bir işbirliğine taşıyabileceğimiz hareketler var. Ancak önce herkesin ne yapmakta olduğu, ne istediği, nasıl bir alana yerleştiği anlaşılmalı. Son olarak, 29 Ocak’ta Ankara’daki buluşmaya gelelim. Gerçekleşecek etkinliğin amacı ne? Adı üzerinde, Sosyalizm Kazanacak, sosyalist seçeneğin güncelliğini hissettirecek, onu somutlayacak, bizi yakından ilgilendiren bazı ülkelerdeki gelişmeleri sosyalizm mücadelesi ekseninde değerlendirecek bir etkinlik olacak. Yunanistan Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Aleka Papariga bu etkinlikte konuşma yapacak. Bu konuşma, Yunanistan’da sınıf mücadelesi keskinleşirken, komünistlerin siyasal ve toplumsal etkisi hızla artarken gerçekleşeceği için büyük anlam taşıyor. Avrupa’nın öbür yakasından, Portekiz’den konuklarımız da kendi mücadele deneylerini anlatacak. Türkiye’de siyasi iktidarın düşmanlık ürettiği Suriye’den komünistler, ülkelerinde olup biteni farklı bir perspektifle dillendirereckler. Dahası, TKP cephesinden çok önemli mesajlar verilecek. Birlikte şarkı söyleyip, önemli ozanlarımızla yüreğimizi ortaklaştıracağız aynı zamanda... Bütün dostlarımızı Ankara’ya bekliyoruz, bir kış günü, siyaseten karartılmaya çalışılan bir ülkede kesinlikle iyi gelecektir!


6 SİYASET 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

Uçmayı öğrenmeden önce düşmeyi öğrenmek gerek İkinci Cumhuriyet kendi “tarihin sonu” tezini yazmakla meşgul. Bunun için seçtiği “hesaplaşma” yolu ise evlere şenlik. Ortada yeni bir “tarih tezi” yok aslında. Mevcut durumun felsefi bir temelle aklileştirilmesi, bütün yapılan bu. Bu kadar basit bir işi gereğinden fazla ciddiye alınca, Türköne gibi çıkışlar yapmak ve bisikleti Atatürk heykeline değil ama beden eğitimi öğretmenine çarpmak kaçınılmaz oluyor.

Yeni tarih yazımının anahatları Her ciddi dönüşüm, her önemli vites değişikliği yalnızca bugünü konu edinerek yapılamaz. Tarihin yeniden yazılması, hatta bizzat bu tarihin ürünü olan tarih felsefesinin yeniden şekillendirilmesi dönüşüm ehlinin önemli bir derdi olur. Ama bir de tüm bunların genetik kodları vardır. Dönüşüm ehli eğer devrimci değilse, üzerine bastığı zeminden ona geçmiş olanlarla belirlenecektir, kaçınılmaz olarak. 2. Cumhuriyet’in tarih anlatımının, kendisini önceleyen “resmi tarih”le önemli benzerlikler taşıması bu yüzden de kaçınılmazdır. Bakarsanız, 2. Cumhuriyet’in tarih anlatımının en kritik unsuru, yakın tarihin olgularından solun ve onun verdiği mücadelenin ayıklanması-

dır. Bu tarih anlatımında sol ya “kandırılmış” bir kukla özne ya da yanlışların kuyruğuna takılmış bir etkisizlik yumağıdır. Bu anlatımla birlikte oluşturulan tarih felsefesinin kritik halkası ise toplumsal çelişkinin sınıf analizinden bütünüyle özgürleştirilmesi ve hiçbir ülke ve hiç bir zamanda yapılmadığı kadar “kültürel çelişkilerin” toplumsal çatışmanın merkezine yerleştirilmesidir. Yeni yazıcı, tarihe bakar ve işçi sınıfının üzerine bir şal örter. Tarihe bakar ve bir buçuk Necip Fazıl’a indirgediği düşünce dünyamızdan devleri süpürüverir. Batıda da artık kabul görmüştür: Kültürel çatışmalar ülke tarihini açıklar. Artık tarihin motoru, beden öğretmenleridir!

Türk sağının müthiş entelektüel derinliğine, hesaplaşmacı kimliğine, düşünceyi saran zincirleri darmadağın eden aranışçılığına hayran olmamak mümkün mü? Yıllarca resmi ideolojinin (ne demekse!) klişelerine sarılmış, zihni cuntacılıkla körelmiş, 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim derken, tarih bilincini takvim yapraklarının arasına sarıp dürüm niyetine yemiş biz solcular, sağdaki bu nörolojik yoğunlaşma karşısında aşağılık kompleksinin bin türlüsünü yaşamayalım da ne yapalım? Lenin heykellerinin, Stalin kabartmalarının, kalpaklı bıyıklı yahut bıyıksız silindir şapkalı Mustafa Kemal büstlerinin önünde ibadete durmaktan iyice köhnemiş zihinlerimiz, sağın sağlı sollu entelektüel atakları karşısında ne büyük bir şaşkınlık yaşıyor! “Evvel tabuları deviren biz idik, şimdi tabulara sarılan biz olduk.” 30’lu yıllar Türkiye’sinin Avrupa’da yükselen faşist değerlerle nasıl hemhal olduğunu 80 yıl boyunca fark etmemiş bizlere ufuk kazandıran Türköne gibiler olmasa ot geldik ot gideceğiz. Hem sağ entelektüelin o ufuk derinliği ile basitliği birleştiren analiz gücü karşısında selam dursak ya. Kolay değil, en derin mevzuları, en diyalektik etkileşimleri basitleştiriverip, ortaya seriveren, halkın önüne atıveren o “organik aydın” pratiği karşısında bir an şu “organize” saplantılarımızdan kurtulup selam duralım.

Karşımızda bir büyücü var sanki. Hayri Potur misali büyülü asasını bir sallayıveriyor. Her şey bir anda basitleşiyor, bir anda saçmaya pardon salçaya indirgeniveriyor. Birinci Cumhuriyet’in aydını bir trajediydi, ikincisininki güldürüyor Birinci Cumhuriyet’in aydın için trajik olan tarafı, büyük vaadler ve ciddi tehditlerle yanına çektiği, “ellerden” kurtardığı aydına beklediğinin çok gerisinde bir memuriyet sunmuş olmasıydı. Genç cumhuriyetin sağladığı huzur ve güven ortamında, üniversitelerden, sanayileşmeye, milli kimlik inşasından, bilim ve aydınlanmaya iddialı bir kuruculuk misyonu ile öne atılan aydın, her seferinde devletin “ağır ol” komutlarıyla sendeledi. Çağdaş medeniyetler seviyesine yetişebilmek için gaza basan Türkün düşünce dünyasının düşünceye tanıdığı rol düşünce adamlarını tatmin edebilecek gibi değildi. Devletli pratiğin aklileştirilmesi... Cumhuriyet aydınının entelektüel macerasını bir trajediye çeviren bu misyon oldu. Bu hafiflik aydına ağır geldi. İkinci cumhuriyetin “aydını” için şükür allaha, durum oldukça farklı. Tayyip Beyin demeçlerinin ve cemaatin aldığı pozisyonların aklileştirilmesi misyonu ona pek güzel uyuyor. Evrimi “sadece bir teori”, kutsal kitabı ise büyük ışık kaynağı olarak gören İkinci Cumhuriyet “düşünürü”, büyük sistematizasyon çabalarının, pratiğe yol çizecek entelektüel açılımların peşinde değil. Türköne olayı 30’lu yıllarda İnönü’nün İtalya’yı ziyaret ettiğini ve orada gördüğü “faşist kutlamaları” (ne demekse!) model alarak 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nı başlattığını “öne sürerek” büyük bir “tartışma başlatan” Türköne, entelektüel kışkırtıcılığın, aranışçı ve yaratıcı aklın, tarihle hesaplaşmanın yüce timsali olarak tarihe geç-


KOMÜNİST meye hazırlanıyordu. Ceza Yasası faşist İtalya’dan alınmış bir ülkenin bu parlak tarihçisi bisikletiyle Atatürk heykeline çarpmayı planlarken, gitti Beden Eğitimi öğretmenine çarptı. Soyutlama düzeyi “İtalyan faşizmini örnek alarak oluşturulan gençlik bayramı, 19 Mayıslarda gençlere kök söktüren Beden Eğitimi öğretmenini yarattı” türü bilimsel düzeysizliklere ancak yeten Türköne, 12 Eylül’ün sanki Türköne için yaratmış olduğu tarih kurumunun tepesinde uzun süre duramadı. Son Türk devletinin ideolojiye, tarih felsefesine hadi öyle diyelim tarih bilincine bakışı çok değişmedi: Tarih geleceği kurmak için bir klavuz değil, bugünü kabul etmek için bir sindirim ilacıdır. Derinlikli bir soyutlamanın, sistematik bir teorik kurgunun olgulara bakışı değil, var olan durumun açıklanması ve aklileştirilmesi esastır. Yine de bu bir teorik etkinlik olarak önemlidir. Statüko kendi aydınını bunun için yaratır. Elbette devrimci aranışların yarattığı düşünsel zenginlik karşısında duyulan aşağılık kompleksi her zaman bir motivasyon kaynağıdır. Öte yandan meseleyi kişiselleştirmemek lazım: Faşizm sadece silah zoruyla inşa edilemez. Silahların gölgesinde düşünceye, aklileştirmeye de ihtiyaç vardır. Türköne ve arkadaşları belli ki kurumun başına bunun için itelenmişti. 2. Cumhuriyet tarihin sonu olarak ilan edilmeli, acılarla geçmiş 80 yılın sonunda bir yıldız gibi parlamalıydı. Bunun için yaratıcılığa, teorik cesarete ve haydi açıkça söyleyelim cürete ihtiyaç vardı. Cüret ve cesaret cemaatin cahillerinde fazlasıyla mevcuttu. Mevcut cüret deposuyla öne fırladı Türköne ve dediğimiz gibi... Gitti beden eğitim öğretmenine çarptı. Bir kez daha “devlet aklı” teorik akla üstün geldi. Bu işler fazla zorlamaya gelmiyordu. Başbakanın karizmasının, hükmetmenin yaydığı güvenin yerini hiçbir şey tutmuyordu. Türköne’nin “bilinç zorlaması” ihtiyaçlar için fazla geldi. İyisi mi Türköne istifa etti. Mehmet KUZULUGİL

13 OCAK 2012 SAYI 341

SİYASET 7

Türköne ne demişti? Atatürk Kurumu’nun yönetim kuruluna Abdullah Gül tarafından atandıktan sonra Mümtazer Türköne Akşam gazetesine şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu beklenmeyen bir atanmaydı. Bu yüzden sürpriz oldu. Çok abartılacak durum değil. Atatürk ve Atatürkçülük konusunda çok sağlam ölçülere sahibim. Atatürk, tıpkı bayrak gibi, vatan gibi ortak değerimizdir. Ama Atatürkçülük tam bir bağnazlık, yobazlık ve çağdaşlığa kapalılık şeklinde yayılıyor. Bu kavram, ideolojik kavgaların malzemesi olarak kullanılıyor. O’nun saygın hatırasını, mirasını bu kavgalardan kurtarmak lazım. Atatürk’ün bize vasiyeti çok açık; ‘Ben geride dogma bırakmadım. Benim mirasım bilim ve akıldır’ demiştir. Getirildiğim görev, Atatürk üzerinden yapılan siyaset, ticaret ve çıkar hesaplarına karşı mücadele etmem için uygun bir zemin. Atatürkçülük adı altında yapılanların, Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi olmadığını ve Atatürk’e zarar verdiğini düşünüyorum. Yeni görevimde Atatürk’ün itibarını, saygınlığını korumakla uğraşacağım. Mevcut Anayasa’nın 2’inci Maddesi’nde yeralan ‘Atatürk Milliyetçiliği’ ifadesi, yeni yapılacak Anayasa’dan çıkarılmalıdır. Çünkü bunun ne olduğunu bilen bir Allah’ın kulu yok Türkiye’de. Tanımını kimsenin bilmediği böyle bir kavram, Anayasa metninde yer almamalı.” Türköne’nin istifa etmesinden hemen önce bir televizyon programında söyledikleri ise şöyle: “Atatürk’ün mirasına sahip çıkmamız lazım ve Atatürk’ün Atatürkçülerden korunması gerekir. 1932 yılında İsmet İnönü İtalya’ya gidiyor ve İtalya’daki faşist kutlamaları görüyor, alıyor 1938’den bu yana 19 Mayıs törenleri diye uygulatıyorlar. Oysa Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkıyor ve biz 19 Mayıs’ı Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutluyoruz. Beden eğitimi öğretmenleri Ali Kıran başkesen oluyor ve eğitimi Mayıs ayında bitiriyorlar.” Büyük anlatısını “O dönemde beni öğretmenlerimiz dövmüş ve hakaretler etmişti” tanıklığı ile taçlandıran Büyüköne “Atatürkçü olmayı kendime hakaret sayarım” sözlerini de sarfettiği bu programın ardından bir iddiaya göre Köşk’ün talimatıyla kurumdan istifa etti.

Aslında yakışıyorlar Türköne, Pala ve Açıkgenç gibi tarikat ehlinin Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun yönetim kurulu üyeliklerine getirilmelerinin ardından “Atatürkçülük” adına yapılan açıklamalarda önemli bir sorun vardı. Soruna soL Portal’da Fatih Yaşlı işaret etti. Sözkonusu kurum Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun 12 Eylül cuntası eliyle kapatılmasının sonucunda oluşturulmuştu. Cuntacı Evren paşanın ülke gezilerinde diline doladığı “öztürkçeci” dil kurumu tasfiye edilirken yerini alan yeni yapılanmanın “Türk-İslam sentezi” odaklı olması hiç şaşırtıcı değildi. Cemaatin aslanlarının yönetim kuruluna yerleştirildikleri kuruma fazlasıyla yakıştıkları inkar edilemezdi.


8 DÜNYA 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

‘İşgal Et’ hareketi 2012 yılını işgal edebilecek mi? Hareketin başta ABD medyası ve bazı solcu olduğu ileri sürülen kesimlerce adeta kutsanan “lidersizliği” ve ekonomik krizin nedenleri ile krizin çareleri konusundaki analizlerde gösterdiği heterojenlik, bugün yola nasıl devam edileceği konusunda ortak bir strateji geliştirmenin önündeki en büyük engeller olarak görünüyor. Geçtiğimiz Eylül ayında New York’ta başlayan ve kısa sürede ABD’nin birçok yerinde benzer eylemler örgütlenmesiyle ülke çapında etkili hale gelen “İşgal Et” hareketi 2012 yılına hazırlanıyor. New York’taki eylemlerin merkezi olan Zuccotti Park’ındaki kampın polis tarafından işgal edilmesinden sonra, eylem günü ilan edilen 17 Kasım’da zirvesine ulaşan hareket, o günden bu yana yoluna daha düşük bir profille devam ediyor. Bu durumun nedeni hem hareketin nasıl yol alacağı konusundaki belirsizliğin giderilememiş olması hem de ABD’deki uzun tatil sezonu. Üstelik bayram ve önemli günlerin alışveriş yapmakla özdeşleştirilmesi nedeniyle ABD halkının büyük bölümü geçtiğimiz bir tüketim ideolojisine teslim olarak geçirdi. Sadece son bir aylık dönemde halkın yoksulluk konusundaki yakınmalarının alışveriş ve tatil gündeminde duyulmaz hale gelmesi bile, bu ülkede, bankaların ve büyük şirketlerin günahlarına işaret

eden bir mücadelenin tüketim ideolojisine karşı mücadeleyle takviye edilmesi gerektiğini gösterdi. Kapitalizmin en saf ve en çirkin yüzüyle var olduğu bir ülkede, kapitalizme tüm yönleriyle karşı çıkılmadıkça halk yararına reform taleplerinin bile savunulması ve karşılık bulması çok zor. Öte yandan tatil sezonu sırasında güncellenen veriler, ekonominin en azından kısa vade için toparlanmaya başladığı yönünde sinyaller veriyor. Son açıklanan işsizlik rakamlarına göre, ABD’de işsizlik son üç yılda ilk kez düştü. Yüzde 8.5’lik işsizlik oranı Aralık ayında 200 bin yeni işin yaratıldığını gösteriyor. Ancak rakamlar üzerinden iyimserlik pompalanmaya çalışılan analizlerde bile, yaratılan yeni işlerin büyük bölümünün düşük ücretli ve güvencesiz işler olduğu belirtiliyor. İşsizlik rakamları dışında perakende sektöründe beklenenin üzerinde gerçekleşen “Christmas” satışları, ekonominin toparlanmaya başladığı şeklindeki yorumların

bir diğer dayanağı. Ancak bu verilerin hiçbiri halkın rahat bir nefes almaya başladığına işaret sayılmamalı. Örneğin, bu yıl ABD’deki evsiz sayısı rekor düzeylerden birine yükselirken, özellikle ödenemeyen harç kredileri gibi sorunların biraz olsun azaldığına ilişkin herhangi bir veri bulunmuyor. Sorunlar ağırlığını hissettirmeye devam etse de önümüzdeki dönemde bunlara verilecek tepkinin boyutunu kestirmek mümkün değil. Geçtiğimiz aylarda bıçağın kemiğe dayandığı hissiyle sokağa dökülen insanların parklardan, meydanlardan çıkmama kararıyla “İşgal Et” hareketleri doğmuştu. Ancak yaklaşık iki aydır yukarıda bazıları belirtilen nedenlerle durağan bir seyir izleyen hareketin bu hali, önümüzdeki dönemde mücadelenin yükseleceğini kesin şekilde ifade etmeyi zorlaştırıyor. Aslında bu durum, “ABD’de devrim olduğu” şeklindeki aşırı iyimser analizlerin ne kadar erken ve temelsiz yapıldığını da kanıtladı. Hareketin başta ABD medyası ve

bazı solcu olduğu ileri sürülen kesimlerce adeta kutsanan “lidersizliği” ve ekonomik krizin nedenleri ile krizin çareleri konusundaki analizlerde gösterdiği heterojenlik, bugün yola nasıl devam edileceği konusunda ortak bir strateji geliştirmenin önündeki en büyük engeller olarak görünüyor. Hareketin bir diğer önemli sorunu ise, örgütlü ve örgütsüz işçi sınıfının aktif ve sürekli katılımının sağlanamamış olmasıydı. “İşgal Et” hareketinin dünyayı ve ABD’yi saran ekonomik krizin yaratıcıları olarak yüzde 1’lik ayrıcalıklı bir kesimi işaret etmesi, krizde kaybedenler olduğu gibi kazananlar da olduğunu vurgulaması işçi sınıfının çeşitli kesimlerinde yankı bulmuş olsa da, emekçiler cephesinde sistemin meşruiyetini sarsan bu tür söylemler onları sürekli ve kitlesel olarak harekete geçirmeye yetmedi. Özellikle New York’ta sol eğilimli olduğu bilinen hemşire örgütlenmesi dışında, belli başlı sendikaların ve işçi örgütlerinin hareketin bir parçası olması sağlanamadı. Hareketin işçi sınıfıyla bağı geçici birliktelikler ya da grev dayanışmaları ile sınırlı kaldı. Önümüzdeki aylarda ne olacağını kestirmek mümkün olmasa da en azından şimdilik bu konuda radikal bir değişiklik beklenmiyor. Bu nedenle gözler, üniversitelerin bahar döneminin başlamasıyla birlikte öğrencilerin getireceği taze kana çevrilmiş durumda. Zaten “İşgal Et” hareketi, özellikle New York’ta Zuccotti Parkı’nın polis tarafından boşaltılmasıyla birlikte üniversite kampüslerine taşınmıştı. Bunun tek nedeni gençlerin hareketin sürükleyici olması da değildi. Üniversitelileri de vuran yüksek işsizlik oranları, alınan harç kredilerinin geri ödenmesini her geçen gün zorlaştırırken üniversitelerin astronomik harç zamları konusunda diretmeleri öğrencilerin gelecekleri konusunda büyük karamsarlık yaşamalarına neden oluyor. Obama yönetiminin harçlar konusunda öğrencileri rahatlatacak bir formül üzerinde çalıştığı söylense de, henüz bu yönde kayda değer bir adım atılmış değil. Dolayısıyla, önümüzdeki dönem boyunca üniversitelerin tekrar hareketleneceğine kesin gözüyle bakılıyor.


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST Hareketin iç enerji kaynakları konusundaki sorunların yanı sıra dışarıdan beslenmesini zorlaştıran tıkanıklıklara da işaret etmek gerekiyor. ABD’deki “İşgal Et” hareketine esas ivme verebilecek ve hareketi ideolojik olarak besleyebilecek olan Avrupa emekçi sınıflarının Yunanistan örneği ve İspanya’daki genel grev gibi az sayıdaki önemli çıkış dışında etkili olamaması, “İşgal Et” hareketlerini dışarıdan sürükleyecek dinamiklerin eksik kalması anlamına geldi. Üstelik “İşgal Et” hareketinin başından beri kendisine esin kaynağı olarak gösterdiği “Arap baharı,” Mısır’da hareketlilik devam etse de, eski düzenin üst yapıdaki değişiklikler dışında konsolide olması ile neticelenmiş görünüyor. Zaten “Arap baharı”nı bir tür anti-kapitalist bir hareketlenme olarak değerlendiren hareket, yoksulluk ve yoklukla tetiklenen ayaklanmaların kısa sürede ABD yönetimini memnun edecek yönetim değişikliklerine dönüşmesini politik olarak okuyamayacak kadar farklı ve birçoğu son derece naif siyasi eğilimleri içinde barındırıyor. 2012’nin önemli başlıkları: Harçlar ve başkanlık seçimi Bu durumda önümüzdeki ayların “İşgal Et” hareketi açısından nasıl geçeceği belirsizliğini koruyor. Özellikle üniversitelerin açılmasıyla birlikte, bir süredir dile getirilmeye başlanan “parasız eğitim” sloganının yeniden duyulması ve bazı üniversitelerin radikal eylemlere sahne olması bekleniyor. Üniversiteler dışında da parkların ve meydanların yeniden ele geçirilmesine yönelik girişimler ve yüzde 1’i hedef gösteren ses getirici eylemler, “İşgal Et” hareketinin 2012 yılı boyunca da halkın gündeminde olmasını sağlayacak. Bu tür eylemlerden biri, yılbaşından hemen sonra San Francisco’da gerçekleşti. Yüzden fazla eylemci şehirdeki dört banka şubesine girerek bankaların, bankalara olan borçlarını ödeyemeyen insanları evlerinden çıkarmalarını protesto etti. Dört banka şubesi eylemciler tarafından kapatılırken, Bank of America şubesinden çıkmayı reddeden bir kişi gözaltına alındı. Öte yandan, kuşkusuz, 2012 yılındaki başkanlık seçimleri hareketin de esas gündemlerinden birini oluşturacak. Başından beri Obama yönetimini hedef tahtasına oturt-

maktan kaçınan hareketin başkanlık seçimlerine dair ortak bir ses çıkarıp çıkaramayacağı, ortak bir strateji geliştirip geliştiremeyeceği tartışma konusuydu. Hareketin farklı unsurları arasında Demokratları Cumhuriyetçilere yeğleyenler olduğu biliniyor. Demokrat Parti de geçtiğimiz aylarda boş durmamış, kontrol ettiği sendikalar aracılığıyla hareket ile temas halinde olmaya çalışmış ve bu durum hareket içindeki sosyalistleri rahatsız etmişti. Ancak partisinin bu çabaları bir yana bırakılırsa, Barack Obama bugüne kadar hareketin sempatisini kazanacak herhangi bir adım atmamak konusunda çok dikkatli davrandı. Başkan Obama, geçtiğimiz aylarda binlerce kişinin ülkenin çeşitli yerlerindeki protestolarda gözaltına alınması, üniversite kampüslerindeki eylemler sırasında öğrencilere yüzlerini hedef alacak şekilde biber gazı sıkılması gibi tepki çeken durumlar karşısında bile sesini çıkarmamıştı. “İşgal Et” hareketi, son zamanlarda yaptığı açıklamalarda ve eylemlerde, başkanlık seçimi yarışında adayların büyük şirketler tarafından fonlanmasını eleştiren bir söylem benimsedi. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde Iowa’daki parti toplantılarını hedef alan bir dizi eylem yapıldı. Bu eylemler sırasında Barack Obama ve Cumhuriyetçi Parti başkanlık adayları Newt Gingrich ile Ron Paul tarafından yapılan konuşmalar eylemciler tarafından kesildi. Protestolar sırasında kampanyaların Wall Street tarafından desteklendiği ve halkın çıkarlarını yansıtamayacağı belirtildi. Üstelik aynı günlerde 2012 başkanlık seçiminin para-siyaset ilişkisi açısından ABD tarihinin en kirli seçimlerden biri olacağı yönünde farklı kesimlerden eleştiriler geldiği görüldü. Örneğin, ana akım medyadaki bazı kalemler de, Obama yönetiminin bu gidişatı engellemek için kılını kıpırdatmak niyetinde olmadığını belirterek paranın bu seçimlerin kritik belirleyeni olacağına dikkat çekti. “İşgal Et” hareketinin seçimlerde iki partinin adayları dışındaki adaylardan birini destekleyip desteklemeyeceği bilinmiyor ancak şirketlerin adaylarla ilişkilerini eleştiren ses getirici eylemler yapılması bekleniyor. Cangül ÖRNEK

DÜNYA 9

Frankfurt’ta ‘işgal’ karikatürü Avrupa’nın en önemli finans merkezlerinden Frankfurt’ta bankaların devasa binalarını dibinde sürdürülen Occupy Frankfurt eylemleri giderek etksini yitirmeye başladı. Batı basını tarafından “şiddetten arınmış olmasıyla” övülen eylem zaman zaman yapılan kalabalık gösteriler bir yana, panayır görüntüsü vermeye başladı. Çadırların kurulduğu alanda protestocuların sayısı giderek azalırken, üst düzey banka yöneticilerinin çadırların arasından sakin sakin yürüyerek ofislerine gitmeleri de ilginç bir görüntü oluşturuyor. Meydandaki Euro amblemi de ışıl ışıl yanmaya devam etmekte, Euro’nun belirsizliğiyle büyük bir çelişki sergileyerek...


10 MARKSİZM 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

Faşizm tartışmalarında güncel tuzaklar İlericilerin sosyalist mücadeleyi erteleyip, faşizm tarafından geriye itildiği düşünülen burjuva demokrasisine sahip çıkma stratejisini benimsemeleri, düşünüleceğinin askine çoktan kaybettikleri bir savaşın içine çekilmeleri anlamına gelir.

Faşizm kelimesinin gündelik hayatta yerli-yersiz kullanılmasının yarattığı siyasi ve teorik sıkıntıları biliyoruz. İş öyle bir noktya geldi ki, “Kahrolsun Faşizm!” sloganı, “Bugün bir faşist kahroldu, abi!” diye mizah konusu bile yapıldı! Sonuçta faşizm kavramının açıklayıcılığını yitirdiğini sık sık hissederiz. Egemenlerin her despotik uygulmasının ardından faşizm kelimesi... Her şeye, her yere tak yapıştır... Belki de tüm bu karmaşanın faşizmi ayrıksı, kategorik olarak tüm egemen sınıf ideolojilerin dışında, yalnızca çok özel zamanların, burjuva ideolojisinin sınırlarının dışına çıkılan bir hal olarak görmemek gibi hayırlı bir sonucu da oluyordur. Zaten sıkıntı faşizm olgusunun banalleştirilmesinde, gündelikleştirilmesinde değildir. Sıkıntı faşizmin bir kavram olarak solda yarattığı şu duygudur: “İnsan hakları ve demokrasi tehdit altındayken sosyalizmden söz edemeyiz”. Oysaki bu durum faşizmin politik alanda çoktan bir zafer elde ettiği anlamına gelir. Buradan kast edilen şudur, faşizm burjuva iktidarının biçimlerinden birisi olarak, “normal zamanların” demokrat burjuva ideolojisiyle ipleri koparmış münhasıran özgün bir biçim değildir. Bu nedenle de ilericilerin sosyalist mücadeleyi erteleyip, faşizm tarafından geriye itildiği düşünülen burjuva demokrasisine sahip çıkma stratejisini benimsemeleri, düşünüleceğinin askine çoktan kaybettikleri bir savaşın içine çekilmeleri anlamına gelir. Haklı olarak şu soru sorulacaktır: Peki o zaman burjuvazinin farklı biçimlerde işçi sınıfının karşısına çıktığını yadsıyacak mıyız? Faşizmin özgün koşullarını yok mu sayacağız? Elbette hayır. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki burjuva diktatörlük, sivil faşizm, askeri faşizm gibi ayrımlar aynı türden burjuva gericiliğinin biçimleri olarak algılandıkları sürece sol mücadeleye bir siyasi mücadele alanı açarlar. Burada yol gösterici olan, savaşa daha en baştan yenik başlamamayı sağlayan, burjuva gericiliğinin kapitalizm koşullarında az çok değişmez yasalarını unutmamak olacaktır. Peki nedir bu unsurlar?


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST 1. Burjuvazi, 19. Yüzyıl’da ister istemez kitlelere kaptırdığı modern siyaset alanını (ki demokrasi de bu alanın özelliklerinden birisidir) her fırsatta ve buna uygun her koşulda kendi lehine daraltmak ister. Yani, işçi sınıfını siyaset sahnesinin dışına atmayı hedefler. 2. Burjuvazi kendi iç çelişkilerini aşmanın bir yolu olarak çözümü daima en “geri”de arar. Bu da illa ki burjuva demokrasisinin tırpanlanması anlamına gelmez ama; bu demokrasinin içerdiği kimi öğelerin önce sosyalizan unsurlar olarak ilan edilmeleri ardından da bu unsurların “komünizme” ait oldukları iddia edilerek sahneden daha da fazla silinmeleri anlamına gelir (son dönemlerde kamuculuk kavramının başına geldiği gibi). 3. Bu çelişkilerin uyumlulaştırılması, işçi sınıfı mücadelesinin zayıf olduğu ya da yenik düştüğü dönemlerde daha da dolayımsız bir burjuva egemenliği tesisi anlamına gelir. Diğer bir deyişle, böyle dönemler kapitalist devletin asıl amacı genelde olduğunun aksine emekçi sınıfların gözünde tarafsızlık imgesi yaratmak olmaz. Bu unsurların yol göstericiliğinde faşizmi ancak negatif şekilde, ne olmadığı bağlamında tanımlamak mümkün gözükmektedir: 1. Faşizmin anti-tezi burjuva demokrasisi değil, sosyalizmdir. Bir burjuva gericiliği patlaması olan faşizm, modern siyaset alanını kitlelere değil esasen kitlelerin geleceğe dair ilerici siyasi kurgular yapmaları sayesinde o alana giren sosyalizme kapamayı ister. Ancak, faşizmin bir tür antikomünizm olduğu tespitini yapmak gerekli olsa da yeterli değildir çünkü böylesi bir durumda faşizme karşı mücadele öncelikli olarak işçi sınıfının özgürce örgütlenmesinin mümkün olacağı bir demokrasi talebine dönüşebilir. 2. Ayrıca, faşizmin karşıtının sosyalizm olması, sosyalist mücadele açısından mücadelenin illa daha da sadeleştiği ve faşist diktatörlüğün karşısında işçi sınıfının tarihsel görevinin kolaylaşacağı anlamına gelmez. Aksine, tarih bize faşizmin, işçi sınıfının çok ağır bir yenilgiye uğradığı dönemlerde doğduğunu göstermiştir. İktidara gelememiş işçi sınıfı faşizm üzerinden çok daha acımasız bir şekilde geriye püskürtülür. Bu noktalardan yola çıkarsak, faşizmin bir anlamda karşı-devrimci sürecin bir sonucu, meyvesi olduğu iddia edilebilir. 18. yüzyılda devrimini gerçekleştirmiş burjuvazinin, o dönemin hemen ardından en gelişkin karşı-devrimci sınıf haline geldiğini Marx’ın Bonapartizm tartışmalarından biliyoruz. Bu anlamda, burjuvazinin karşı-devrimciliği her tür kapitalist devlet biçimine içkindir ancak bunun kimi tarihsel koşullar bağlamında sivriltici uçlar vermesi, bulunduğu toplumsal koşullar

bağlamında özgün ve dönemsel bir biçimde örgütlenmesi faşizmdir.1 Öte yandan, hangi koşulların bu sonuca varacağını önceden hesaplamamızı sağlayacak bir kantara sahip değiliz. Hele de faşizmin dünya tarihinde yer aldığı o “ilk ve en saf biçimi” (Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası örneklerinde olduğu gibi) üzerinden yineleneceğini düşünmek hatalı bir tavır olacaktır. Öncelikle bu ilk örnekler, faşizmin eğilimlerini çözmek açısından kritik olmakla beraber yinelenen modeller olarak görülemezler. Öte yandan, bu ülkelerde faşizmin çözülmüş olması da o günden sonra dünyada faşist üstyapı aygıtlarının ya da faşizan uygulamalarının sonu geldiği anlamına gelmez. Aksine, faşizm kendisinden sonra yeşeren türlü karakterlerdeki burjuva iktidarlarına içrek unsurlar miras bırakmıştır. Diğer bir deyişle, 1945 öncesinin faşizmi törpülenirken emperyalizm o günden sonra ona ait türlü özellikleri dünyadaki kapitalist devletlere eklemlemeyi becermiştir. Bir diğer deyişle, faşizm bir devlet biçimi olarak burjuvazi tarafından ideolojik olarak pompalandığının aksine bir çılgınlık olarak tarih sahnesine gömülmemiş, kendisinden sonraki düzene burjuva açısından kıymetli bir mühimmat sağlamıştır. Peki, her bu mühimmattan bir örnek karşımıza çıktığında, faşizm koşullarında mı olduğumuzu düşüneceğiz? Bu bir açıdan siyasi mücadelenin konusudur, o ülkedeki sosyalistlerin cevaplaması gereken bir sorudur, yani teoride çözülmesi mümkün değildir. Öte yandan da, faşizm tartışmalarındaki sıkıntıların ilk girişte de bir biçimde değinildiği üzere fazlasıyla pratik deneyimlere hapsolmaktan kaynaklandığını seziyoruz. O halde, ne yapmalı? Bir kere, faşizmin sınıfsal özü ile sınıfsal görüntüsü arasındaki farkı teslim etmek ve mücadelenin stratejisini belirlerken, bu farkın gözden kaybolduğu bir resme teslim olmamak gerekiyor. İşçi sınıfı içerisinde şovenist bir toplamın, kimi faşist sendikaların, şu ya da bu şekilde faşizan sivil toplum kuruluşlarında örgütlenen küçük burjuvazinin yani bir faşist hareketin verili olması, o ülkede faşist diktatörlük olduğu anlamına gelmez. Bu hareketin hangi koşullarda burjuva iktidarı lehine kullanılacağı, bu anlamda merkeze yerleştirileceği o toplumsaki siyasi mücadelelerin konusudur. Oysaki Türkiye bağlamında şimdiye kadar yaygın sıkıntı, sınıfsal özle sınıfsal görüntü arasındaki farkı ikincisi lehine yok saymak ve faşist hareketle faşizm durumunu birbirine karıştırmak olagelmiştir. Böylesi bir ayrımın yapılamaması dönüp dolaşıp yine sosyalist mücadeleyi vurur çünkü bu ayrımın yapılamayışı bir ülkede sosyalist mücadelenin lugatına yazılı birçok kavramın da burjuva ideolojisine teslim edilmesi anlamına gelir.

Diğer bir deyişle, faşizm meselesinde, faşist hareket ve kapitalist devlet arasındaki ilişkinin doğru çözümlenemeyişi, sosyalistlerin kendi ideolojilerinin deforme edilmesine ve bu deforme edilen unsurun burjuva ideolojisinin hanesine eklenmesine sebep olur. Faşist harekete odaklanılarak, sol mücadeleyi faşizm-karşıtı mücadeleye indirgemek, birçok ilerici kavram konusunda defansa geçmek anlamına gelir. Örneğin, sola ait “bağımsızlık” kavramının bu ayrıştırmanın sağlıklı bir şekilde yapılmadığı koşullarda, Türkiye’de nasıl deforme edildiği bilindik bir konudur. Aynı durumun diğer bir kutbu, faşizan eğilimler gösteren bir kapitalist devletin aygıtlarına karşı anti-faşist mücadelenin başlatılmasıdır. Polis bu açıdan en fazla öne çıkarılan kurumlardan bir tanesidir. Ancak örneğin polisin faşizan bir kurum olması, sosyalist mücadeleyi bu kurumla fizik mücadeleye indirgeme sonucu vermemelidir. Böylesi bir durumda öncü misyon, siyasi öncülük gibi kavram ve kurumlar yine düzen lehine olacak şekilde zarar görürler. 1978’de meğer devletteki kontrgerilla tipi örgütlenmenin çoktan farkında olan ama susmayı tercih eden Ecevit, sol tarafından faşizm karşıtı bir hamle bağlamında desteklenirken, kendisi çareyi İngiltere’den getirdiği polis kurmaylarında aramaktaydı. Diğer bir deyişle, Ecevit kendi mücadelesi açısından yanlış yapmış bir solun bu yanlışını hem pratikte hem de teoride kaçınılmaz sonucuna vardırıyordu: Faşizmin sınıfsal özünün unutulması karşısında, daha az faşist burjuvazi arayışına girmek, daha az burjuvazi arayışında, daha az tekelci burjuvazinin olduğunu, bunların Avrupa ile bağlantılı oldukları ve hatta kurtuluşun Avrupa’nın soyut demokrasisinden geleceğini düşünmek... Öte yandan, faşizm koşullarında sosyalizm mücadelesini muğlak demokrasi arayışları üzerinden geriye çekmemek gerektiği tespiti, faşizm koşullarını herhangi bir burjuva iktidar anlamına gelecek kadar “normalleştirmek” manasına da gelmez. Faşizmin aslında herhangi bir burjuva iktidarı olduğunu söyleyerek, bir başka yanlışın kurbanı olmak da mümkündür. Burada siyaset- teori ikilisinin birbirlerini zayıflatan değil güçlendiren bir birliktelik kurmaları gerektiği aşikar. Fakat zayıflıklar bitmiyor... Nitekim bu birlikteliğin zayıflığına işaret eden faşizm tartışmaları bağlamındaki bir diğer sıkıntı, “saf modellerin” söz konusu “milliyetçilik” başlığında sosyalistlerin bilinçaltını gereğinden fazla belirlemesidir. Bu modelde, milliyetçiliğin yayılmacı bir üstün ulus-devlet bağlamında üretildiği, ırkçı-şoven bir görünüme büründüğü biliniyor. Ancak, faşizm bugün illa aynı görüntüyle

MARKSİZM 11

karşımıza çıkmıyor. Bu yeniliğin fark edilmemesinin sebebi, milliyetçiliği hem teorik hem de tarihsel anlamda kapitalist devlet değil “ulus-devlet” formunda ele almaktır. Liberal ulusdevlet ezberi, milliyetçiliğin dönüşen doğasının kavranamamasına sebep olmaktadır. Bugünün Türkiyesi’nden örnek vermek gerekirse, AKP’nin Kürt meselesi konusunda sergilediği tavrı anlamak için klasik faşizme içkin ulus temelli milliyetçilik tanımları yetersiz gözükmektedir. Bugün AKP’nin emperyal siyaseti bağlamında yeniden tanımlamaya uğraştığı Kürt meselesinde, sosyalistler ellerinde yalnızca klasik anlamda faşizme meydan okuyan dövizlerle çıkamazlar. Bu durum, solun faşizm tartışmaları bağlamında düşeceği onlarca handikaptan yeni birisini daha oluşturacaktır. Aslında bu türden bir handikapın ortaya çıkmasının temel sebebi, devletle zor ilişkisinin her daim ulus-devletin o ilk inşası döneminde oluştuğu şekliyle kaldığına olan inançtır. Devlet- zor ilişkisinde hakim teorik çözümlemelerde, belirleyici unsurların yalnızca “ulus-inşası” ve bu esnada beliren, modern devlet iktidarının zor yoluyla [örneğin jandarma üzerinden] genişletilmesi ve iktidarın nüfuz ettiği alanın coğrafi olarak genişlemesi için asimilasyon politikaları üretilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Oysaki devlet-zor ilişkisi, yalnızca bir iç mesele değildir. Tıpkı yalnızca bir ulus-inşası meselesi olmadığı gibi... Bir devlette burjuva toplumuna içkin şiddetin konstrasyonunun nasıl sağlandığı aynı zamanda emperyalizm üzerinden de belirlenir. Diğer bir deyişle, modern devlet daha var olduğu andan itibaren kendi zor aygıtlarını (ordusunu, polisini vs.) kapitalist düzenin dünya çapında idame ettirilebilmesi için seferber etmiştir. İki dünya savaşının sonrasında kurulan dünya düzeni bu seferberlik halini kurumsallaştırmıştır. Emperyalizmin bu konuda yarattığı dönüşümler hesaba katılmadan, ulus-inşası temelli kısır bir devlet zoru tarifi, faşist devlet iktidarını anlamayı asla kolaylaştırmamaktadır.2 Bir devletin emperyalist sisteme, o sistemin neresinden nasıl eklemlendiği, bizzat devlet aygıtında dahi eşitsiz gelişimlere sebebiyet vermektedir. Bu nedenle faşizm, emperyalist eklemlenme ve eşitsiz gelişim yokmuşcasına sosyalist mücadelenin konusu haline gelirse, faşizm karşıtı mücadele maalesef gulyabanilere yani kendinden menkul çılgın bir devlete karşı mücadeleye dönüşme riskini fazlasıyla taşır! Funda HÜLAGÜ 1 Bu konu hakkında detaylı bir okuma için bkz. Ali Mert, “Türkiye’de Faşizm Saptamaları”, Gelenek, 60. 2 Emperyalizm- faşizm tartışması bağlamında bir tartışma için bkz. Oğuz Söylemez, “Anahtar Kelimeler: Faşizm, İşçi Sınıfı”, Gelenek, 61.


12 TARİHİMİZDEN 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

Mustafa Suphileri kim öldürdü? Milli mücadelenin liderlik kadrosu, emperyalizme karşı savaşta bu mücadeleye destek vermek için yurda dönme kararı alan, bu mücadeleye fiili destek sağlamak için Kafkaslardaki savaş esirlerini de örgütleyerek bir askeri birlik kuran, Sovyetlerden de çeşitli destekler sağlayan TKP ve lideri Mustafa Suphi’yi kendi liderliklerine alternatif oluşturma tehlikesi bir yana Bolşevikler ile kurdukları ilişkide inisiyatifi ele alma tehlikesine karşı da ülke içerisinde istememişlerdir. “Suphi’nin öldürülmesi, Türkiye’de duygu yüklü bir ilginin kaynağı olmuştur. Kemal Paşa’nın kişisel emrinin varlığı veya yokluğu, duygusal ilginin merkezinde bir yerdedir; böyle bir yaklaşımı gerçekçi bulmak güç görünüyor. Çünkü söz konusu tarihte, Kemal Paşa bir lider olarak öne çıkmakla birlikte, henüz kolektif liderlikten uzaklaşılamadığı kesindir. Zamanın arşivleri yavaş yavaş işlendikçe, çok yoğun bir yazışma ve danışma düzeninin olduğunu görüyoruz; Suphi’nin tasfiyesinin de bu düzenin içinde olduğundan kuşku duymamız için bir neden bulunmamaktadır” diye yazıyor Yalçın Küçük Sırlar kitabında, Mustafa Suphilerin 1921 başında Karadeniz’de katledilmeleri hakkında. Yalçın Küçük’e bu tespitinde katılmamak için de bir neden bulunmamaktadır. Mustafa Suphi ve TKP Merkez Komite üyelerinin de içinde bulunduğu 15 komünistin, Anadolu’daki mücadeleye fiilen katılma kararı ile yurda dönmelerinden kısa bir süre sonra tam olarak kimin emriyle öldürüldüğü sorusu akıl çelici olmakla birlikte anlamsızdır. Suphilerin -Yalçın Küçük’ün de ifade ettiği gibi- içerisinde Mustafa Kemal’in de yer aldığı milli mücadeleye o dönemde önderlik eden kadroların “düzen”i sonucu öldürüldükleri açıktır. Bundan ötesinde, Suphilerin birebir Mustafa Kemal’in emri ile mi yoksa Kazım Karabekir’inki ile mi öldürüldüklerinden daha önemli olan neden öldürüldükleri ve bu katliamın arkasında yatan, Cumhuriyet’in kuruluşuna ve onun kurucu kadrolarının siyasal kimliklerine de içkin olan özellikleridir. Mustafa Suphilerin katledilmelerinin arkasında Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının bir yandan İngiltere ve Fransa’ya karşı sürdürülen mücadelenin başarısını garanti altına almak için Sovyet iktidarının desteğinin olmazsa olmaz olduğunu anlayacak kadar siyaset kurdu, diğer yandan da anti-komünizmden asla vazgeçmeyecek kadar sınıf bilincine sahip olmaları yatmaktadır. Mustafa Kemal ve ulusal kurtuluş mücadelesine liderlik edenlerin pek çoğu, Sovyetler Birliği’nin kurulmuş olmasının yıkılmakta olan Osmanlı ülkesinin tamamen yok ol-

maması için en büyük şansları olduğunun farkındaydı. Sadece Kemalistler değil Birinci Dünya Savaşı’na girilmesinin sorumluluğunu taşıyan İttihatçılar da 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi’nin kendileri için Batılı büyük kapitalist devletlere karşı ellerini güçlendirecek önemli bir denge unsuru olduğunu daha ilk günden fark etmişlerdi. 1920 Nisan’ında Anadolu’da alternatif bir hükümet kurmuş olan kemalistlerin Sovyetler Birliği’ne yaklaşım konusunda elleri çok daha rahat oldu. Savaş koşullarında devlet yapısındaki belirsizliklerin de yardımı ile, Bolşeviklere yakın söylemleri aslında gerçek bir angajmana girmeden rahatça kullanabildiler. Böylelikle 1920 Anadolusu’nda milli mücadeleciler tarafından kızıl yıldızlı kalpaklar takılması, söze yoldaşlar diye başlanması, Bolşevik bir yönetimin ciddi ciddi tartışılır hale gelmesi vs. sıradan olaylar haline gelebildi. Ancak milli mücadelenin lider kadrolarının sınıf kimliği konusunda, ne kemalistlerin ne de Bolşeviklerin tereddüde düşmedikleri görülüyor. İttihatçılardan hatta Jön Türklerden itibaren bir sürekliliğe sahip olan milli mücadelenin önder kadrolarının Osmanlı’nın Batı sisteminin bir parçası olduğuna inandıkları, kapitalizmi tek seçenek olarak gördükleri ve komünizmin bu topraklarda uygulanamayacağı konusundaki düşünceleri oldukça nettir. 20. Yüzyılın başından itibaren

İttihatçıların ve ardından kemalistlerin tartıştıkları, “bu devlet nasıl kurtulur?” sorusunun yanı sıra, “bu halk nasıl kurtulur?” sorusundan önce “batıdaki gibi bir girişimci-kapitalist sınıf bizde nasıl yaratılır?” sorusudur. Dolayısıyla Mustafa Kemal ve milli mücadelenin lider kadrosu, 1919 itibariyle emperyalist devletlere karşı mücadelede Bolşeviklerin desteğini sağlamak ister ve bu doğrultuda kendi aralarında sosyalizan söylemlere başvurmaktan çekinmezken, komünistlerin ülke topraklarında gerçek bir alternatif haline gelmesinden de fazlasıyla rahatsız olmuşlar ve her koşulda bu unsurların tasfiyesine yönelmişlerdir. Öyle ki 1923 yılına gelindiğinde, yani savaş fiilen sona erdiğinde ve diplomatik olarak da bağımsızlık elde edildiğinde ülke topraklarında varlığını koruyabilen tek komünist grup o tarihe kadar Ankara’nın yetki alanı dışında kalmış olan İstanbul’daki Şefik Hüsnü liderliğindeki komünistlerdir. Kısacası Mustafa Kemal ve arkadaşları yalnızca milli mücadeleye kendi katkılarını koymak için ülkeye gelmiş olan Mustafa Suphileri değil, bu kadar kanlı bir yöntemle olmasa da Ankara’da Büyük Millet Meclisi içerisinde de varlık gösteren Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve üyelerini de tasfiye etmişlerdir. Bu tasfiye operasyonu yalnızca komünistleri de hedef almamış, Mustafa Suphilerin öldürülmesi ile neredeyse

eşzamanlı olarak 1920 sonuna kadar Batı Anadolu’da Yunan kuvvetlerine karşı mücadelede başı çeken Çerkez Ethem ve ona bağlı birlikler de düzenli orduya geçilme gerekçesi ile tamamen tasfiye edilmişlerdir. Çerkez Ethem’in milli mücadelede halkçı ve sosyalizan bir kanadı temsil etmesi ve Yeşil Ordu ile bağlantılı olması bu tasfiye açısından önemsiz bir ayrıntı değildir. Açık olan şudur ki, milli mücadelenin liderlik kadrosu, emperyalizme karşı savaşta bu mücadeleye destek vermek için yurda dönme kararı alan, bu mücadeleye fiili destek sağlamak için Kafkaslardaki savaş esirlerini de örgütleyerek bir askeri birlik kuran, Sovyetlerden de çeşitli destekler sağlayan TKP ve lideri Mustafa Suphi’yi kendi liderliklerine alternatif oluşturma tehlikesi bir yana Bolşevikler ile kurdukları ilişkide inisiyatifi ele alma tehlikesine karşı da ülke içerisinde istememişlerdir. Bu nedenle Mustafa Suphiler 28 Aralık 1920’de Kars’a ayak bastıkları andan itibaren kendilerine karşı bölgedeki kimi unsurlar provoke edilmiş ve sonuç olarak sınır dışı edilme gerekçesi ile Trabzon’dan bindirildikleri kayıkla bu 15 komünist ölüme yollanmıştır. Buraya kadar böyleyse, cinayetlerin siyasi sorumluları bellidir ve daha ötesi gereksiz spekülasyondan başka bir şey değildir. Neslişah BAŞARAN


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

KADIN 13

2. Cumhuriyet’in ideolojik transformatörü:

Fatma Şahin

Her yeni rejim, kendi insanını yaratıyor. İkinci Cumhuriyet’le rejim yeniden inşa edilirken kadın kimliği de yeniden inşa ediliyor ve bu inşa, aynı zamanda yeni rejimin ideolojisinin toplumsal düzlemdeki önemli ayağını oluşturuyor. Dinci gericilikle beraber sömürünün derinleştiği bu yeni rejimde kadın, aile içerisinde ele alınırken anne kimliği öne çıkarılıyor. Kadına yönelik politikalar annelik ideolojisi üzerinden üretiliyor. AKP’nin dinci gericiliğinin, basitçe kadını eve kapatan ve toplumsal yaşamdan tümüyle soyutlayan bir modelden öteye geçtiğini not etmemiz gerekiyor. Ailenin öne çıkarılmasının ve kadın kimliğinin annelik üzerinden kurulmasının muhafazakâr değerlerle ve dini öğreti ile son derece uyumlu olduğu açık. Ancak, ailenin ve anneliğin bu denli vurgulanmasını ya da Başbakan’ın “üç çocuk” ısrarını tek başına AKP’nin dinci gerici yaklaşımı ile açıklamak yetersizdir. AKP hükümetinin icraatlarının geleneksel yaklaşım kadar, burjuva ideolojisi ile de uyumlu olduğu gözden kaçırılmamalıdır. “İffetli bir kadının, iyi bir eş ya da annenin yerinin zaten evi olduğu” yönündeki yaklaşımı içselleştirmiş, “birincil görevinin aile içi sorumlulukları” olduğuna inandırılmış bir kadın, kapitalist üretim süreçlerinde sömürülmeye çok daha açık hale gelmektedir. Böylece, AKP, piyasa için vazgeçilmez önem taşıyan küçük burjuva aile ideolojisini muhafazakârlık üzerinden yeniden üretirken, toplumu gericileştirmekle kalmamakta, piyasa için ucuz emek “gönüllüleri” yaratmaktadır. Belirtilen politikaların hayata geçirilmesi için, muhafazakârlığın yükseldiği, kadının anne ve eş olma sorumluluklarının dini referanslarla yüceltildiği bir toplumsal yapının çok daha elverişli

olduğu açıktır. Kadınları gericilik kıskacında tutmak daha kârlı olduğu ölçüde, AKP’nin yeni kadın modeli ülke sınırlarını aşarak diğer Müslüman toplumlara örnek olarak sunulmaktadır. Bu noktada 2011 Haziran seçimi sonrasında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na getirilen Fatma Şahin’in rolü hiç azımsanmayacak niteliktedir. Fatma Şahin’in “Sosyal Politikaları”! AKP’nin ilk iktidar döneminde başlattığı, esas olarak sosyal hakları ortadan kaldıran ve doğrudan para yardımını öne çıkaran sosyal politikalar kadınlar açısından özellikle sorunludur. Çünkü, kadınlar düzenli gelir güvencesine sahip olacaklarına, kendilerine “bahşedilen” ile yaşamak zorunda kalmaktadır. Çalışma hakkını kullanamayan işsiz ve yoksul binlerce kadın daha da muhtaç hale gelmektedir. Bu uygulamalar, kadının toplumsal kimliğini zayıflatırken, bağımlılık ideolojisinin derinleşmesine neden olmaktadır. Çalışma hakkı, sağlık, barınma, eğitim gibi temel haklarını elde edemeyen kadınlara “iaşe” vermek sorunu çözmemekte, derinleştirmektedir. AKP ve Fatma Şahin’in sosyal politikadan anladığı, kadının eline bir kap sıcak yemek vermek oluyor. Kadınlardan beklenen de “padişahım çok yaşa” demeleri oluyor. Bu dönem politikalarında önemli hedeflerden biri kadınların çalışma yaşamına daha fazla katılması, kısaca kadın istihdamının artması. Ancak hedeflenen elbette daha çok sömürü! Şahin’in şu sözleri ideolojik dönüşümü ve murad edilen sömürü artışını açıklar nitelikte: “Geleneksel aile yapımız, çocuğu önemseyen muhafazakâr demokrat kimliğimiz, yaşlısını ve çocuğunu koruyan bir yapımız ve çalışma hayatında kadının

AKP’nin ilk iktidar döneminde başlattığı, esas olarak sosyal hakları ortadan kaldıran ve doğrudan para yardımını öne çıkaran sosyal politikalar kadınlar açısından özellikle sorunludur. Çünkü, kadınlar düzenli gelir güvencesine sahip olacaklarına, kendilerine “bahşedilen” ile yaşamak zorunda kalmaktadır. güçlenmesini istediğimiz bir toplam fotoğrafa baktığımız zaman kadından süpermenlik bekleyemeyiz. (...) Kırsaldaki kadını kayıt içine alacağımız, part time çalışma modeli dediğimiz hem çalışıp hem çocuğuna bakacak alternatif modellerin üreterek yolumuza devam edeceğimizi düşünüyorum.” Kadınlar Şahin’in dediği gibi çalışacak ki, kendisini işçi olarak görmesin, sigorta talep etmesin, ücreti asgari ücret kadar bile olmasın, patron istediği zaman istediği kadar çalıştırabilsin, sendikalı olmasın. Kadına yönelik şiddeti engellemek: Dinin yanlış yorumlanmasını engellemek Fatma Şahin’in belki de en önemli “başarısı” çıkaracağı yasa ile şiddeti engelleyebileceğine dair uyandırdığı düşünce oldu. CHP, MHP ile birlikte pek çok liberal, feminist kadın örgütü, patron örgütleri ve emniyet ile birlikte bu yasa taslağını tartışan Fatma Şahin, sözü edilen çevreler tarafından şiddeti önleme konusunda odak haline getirildi. Kadına yönelik şiddetin artışına neden olan AKP politikaları değilmiş gibi, Fatma Şahin bu şiddeti önleme konusunda görev üstlenmeye çalışıyor. Bu görüşmelerden aldığı güçle Fatma Şahin, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla bir protokol imzalayarak, kimi zaman örtük kimi zaman açık bir şekilde ifade ettiği düşüncelerini somutlaştırdı, kadına yönelik şiddeti din ve kurumlarının önleyeceğini ifade eden protokolü imzaladı. “Tarihi” olarak nitelendirdiği protokolün imza töreninde Şahin, kadına yönelik şiddetin nedeninin, “dinin yanlış yorumlanmış halinin” topluma referans gösterilmesi olduğunu ifade ederken, “bütün gayretlerinin dinini bilen insanlar yetiştirmek ve 74 milyonun mutlu olmasını sağlamak” olduğunu söyledi. Amacının “aile yapısının ve değerlerinin korunması, gelecek nesillere sağlıklı biçimde aktarılması için ailenin güçlendirilmesini sağlamak” olduğu belirtilen protokolün toplumsal yaşamda dinin etkisinin artmasını besleyeceği açıktır. Kadına yönelik şiddetin artmasına neden olan dinin etkisinin artması, kadının kurtuluşu olarak Şahin tarafından gündeme getirilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir yan kuruluşu gibi davranan Aile ve Sosyal Po-

litikalar Bakanlığı’nın başında bulunan Şahin’in şu sözleri yeni rejimde kadının toplumsal statüsünü açıklamaktadır: ‘’Aslında insanoğlu var olduğu sürece anne, eş, kardeş olarak kadın yaşama dokunuyor. Kadının yaşamına daha çok dokunmamız gerekiyor. (...) Güçlü aile zayıf kadın demek değildir. Güçlü aile demek, güçlü kadın, güçlü çocuk ve güçlü erkek ve hepsinin kendi içinde mutlu ve huzurlu olduğu bir aile ortamı, sıcak ve gönülden bir ortam demektir” Ayrıca, kadına yönelik şiddetin son yıllarda, özellikle AKP iktidarı döneminde hızla arttığını gösteren birçok rapor mevcutken, Fatma Şahin, AKP’nin ve toplumdaki gericileşmenin bu konudaki payını göz ardı etmek için, kadına yönelik şiddetin artmadığını, ama şiddetin görünürlüğünün arttığını iddia ediyor. Yayılmacı politikanın bir aracı olarak kadın Geçtiğimiz Aralık ayında yapılan Müslüman Toplumlarda Değişim ve Kadının Rolü Konferansı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, AKP’nin emperyalizmle uyumlu ve İslam dinini kullanan siyasetine paralel olarak, sadece Türkiye’ye değil, tüm İslam ülkelerine hitap edecek politikaların üretim merkezi olmaya soyunduğunu göstermesi açısından önemlidir. Konferans, özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden gelen kadınlara seslendi ve “Arap Baharı” adı verilen emperyalist müdahalelere alan açan ayaklanmalarda kadınların önemine işaret edildi. 2. Cumhuriyet’in ideolojik tahkimatına karşı kadınlar sosyalizm mücadelesine! Bütün bu uygulamalar ve girişimler, emperyalizmin ve AKP’nin bölgeye dönük attığı adımlarla birlikte düşünüldüğünde, 2. Cumhuriyet’in sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da da kuruluşuna işaret etmektedir. Türkiye’de başlayan bu kuruluş sürecine karşı yürütülecek karşı çıkış siyasi ve ideolojik olarak bir bütünlük içerisinde olmalıdır. Taraflaşmanın netleşmesi zorunluluğu, sosyalizm mücadelesini yeniden kurmayı gerektirmektedir. Hedef, yeni rejimin kadın kimliği karşısında devrimci bir kimlik oluşturmak ve kadınların kurtuluşunu sağlayacak rejimi, sosyalizmi kurmak üzere donanımlı bir mücadeleyi örgütleyenlerin yanında yer almak, mücadeleye katılmak olmalıdır.


14 PARTİLİ YAŞAM 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

Göç, Almanya’da komünistler ve TKP

50. yıl safsatasına karşın Türkiye Cumhuriyeti ile Federal Almanya arasında imzalanan ilk “İşgücü Anlaşması”ndan bu yana tam elli yıl geçtiğini neredeyse duymayan kalmadı. 2011 yılı içinde, Federal Almanya’nın birçok kentinde Türkiyelilerin bu ülkeye gelişlerinin 50. yılını kutlamak üzere sayısını bilemediğim kadar toplantı, konferans ve sergi düzenlendi. Tartışmalar yapıldı, nutuklar atıldı. Bu bağlamda nelere değinildi? Türkiye’den gelen işçilerin köylülüğünden, görmemişliğinden, yol ve iz bilmeyişinden başlayarak, yaban ellerde çekilen memleket hasretine dek yarısı gizli bir alaycılıkla, yarısı da tek tek insanların dramatik öyküleriyle dolu hamasi laflar edildi. Tabii bu arada bir zamanların “misafir işçileri”nin, şimdilerde de “Türkiye kökenli göçmenler”in ve “göçmen kökenli (yeni) Almanlar”ın yaşamı, -daha genel tanımıyla- “göçten kaynaklanan Türkiyeli toplum”un Alman toplumuna uyumlaş(tırıl)masıyla ilgili bir sürü tartışma, sözümona araştırmalar, makaleler de yürüdü gitti. Böylece bütün yıl boyunca, kanımca çoğu incir çekirdeğini doldurmayacak laflar ve her biri başka amaçlar güden safsata

dinledik durduk. T.C.’den değişik kurumlar ve kimi siyasal partiler de eksik kalmadılar ve bu koroya katıldılar. Ne var ki, 50 yıl boyunca sürüp gitmekte olan ve Federal Almanya’da sayısı üç milyonu aşkın insanın yurt dışında çalışmak ve yaşamak zorunda kalışının özüne değinen çok az insan oldu. Önce önemli bir noktayı vurgulamakta yarar var: Ülkemizde kol gezen işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik, her türden haksızlıklar, ağır baskı ve sömürü düzeni olmasaydı, bu insanların hiçbiri yerini yurdunu terk edip yaban ellere gitmezdi! Ve hemen ekleyeyim: Türkiye, demokratik hak ve özgürlüklerin garanti altına alındığı, sömürü ve baskının her türünün temelden sona erdiği, insanların adalet önünde eşit muamele gördüğü, insan onurunun en yukarıda tutulduğu, tüm yurttaşların geleceğinin güvence altına alındığı, insanca yaşanası bir ülke olduğu gün, beyin göçü kapsamına girenler de dahil olmak üzere bunların çok büyük bir bölümü geri dönerler! Türkiye’de “Alamancı” damgası yiyen, Federal Alman resmi kuruluşlarının da artık “Türkiye kökenli

göçmenler” olarak nitelediği bu insanların, ister FAC vatandaşlığına geçmiş olsun, ister cebinde çifte pasaport taşısın, herhangi birinin Türkiye’den kesinlikle koptuğunu ve sıkça kullanılan “göçmen” kavramına uygun şekilde bu ülkeye yerleştiklerini söylemek kesinlikle yanlıştır. a) Bunların çok büyük bir bölümünün Türkiye’den geldikleri, köy-kasaba-kentle, oralardaki yakın-uzak akrabalarıyla, dost ve tanıdık çevreleriyle ilişkileri, halen kopmaksızın sürüp gitmektedir. b) Bunların çok büyük bir bölümünün Türkiye’de taşınamaz malları (tarla, arsa, ev, apartman katı, kiralık dükkan, yazlık villa vb.) mevcuttur. c) Bunların çok büyük bir bölümünün evindeki televizyonlarda sadece Türkiye kanalları izlenmektedir. Haberler, röportajlar ve yorumların yanısıra, herkesin sevdiği diziler vardır ve bunlar sohbetlerin en heyecanlı konularından birini oluşturmaktadır. d) Bu insanların sözcüğün tam anlamıyla “göçmen” olduklarını ve Türkiye’yi arkalarında bıraktıklarını iddia edenler bir milli maç sırasında biraz etrafa bakıp, kulak kabartırlarsa, yarım yamalak Türk-

Milyonlarca yurttaşı “el kapıları”na muhtaç olmaktan kurtarmak; eşitlik, özgürlük ve toplumsal adalete dayalı bir Sosyalist düzen kurmak için mücadele tabii ki, Komünistlerin görevidir.

çe konuşan gençlerin bile hangi takıma alkış tuttuğunu görebilirler, coşkulu sloganlarını duyabilirler. e) Dahası, birilerinin “göçmen” dediği bu insanların göçü, eninde sonunda ölü bedenleriyle yurtlarına geri döndüklerinde bitmektedir. Son dönemde Federal Almanya’da Müslüman mezarlıkları kurulması gündeme gelmekle birlikte, bu insanların çok büyük bir bölümü öldükten sonra kendi memleketlerinde defnedilmeyi vasiyet etmektedirler. Şimdi, 50 yıllık tarih boyunca asıl belirleyici olana, bu insanların yaşamını derinden etkileyen süreçlere bakalım: 50 yıl önce yapıldığı söylenen anlaşmayla birlikte, T.C. son derecede kârlı bir “ihraç malı” keşfetmiş oldu. Böylece, bir yanda ülkedeki işsizler baştan savılacak, diğer yandan bunların ülkeye göndereceği dövizlerle ülke ekonomisine katkıda bulunulacaktı. Dolayısıyla, gerek uluslararası resmi anlaşmalara, gerekse bu insanların kendi ülkelerindeki sorunlarına yaklaşıma bu anlayış damgasını vurdu. Ülkenin döviz girdileri hesaplamasına böylece resmen bir kalem daha eklendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti de, gelmiş geçmiş tüm hükümetler de, tek tek tüm siyasal Partiler de yurt dışındaki milyonlarca T.C. yurttaşına sadece kendilerine çıkar sağlayacak “öğeler” olarak baktılar. Resmi görüş bu olunca... Bu kervana uyanık tercümanlar, dolandırıcılar, naylon şirketler, ne


13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

PARTİLİ YAŞAM 15

son söz ve ilk soru olduğu belirsiz yardım kuruluşları, çoğu Doğu’dan gelen şeyhler, şıhlar, dedeler, sözüm ona cami yaptırma girişimleri de ekledi. Bu insanlar elli yıl boyunca Türkiye’ye kaç milyar ABD Doları döviz getirdi, onun da hesabı yok. Her önüne gelen kendisine bir çıkar sağladı. Kimisi parasına göz dikti, kimisi oyuna... Her seçim öncesi, tüm siyasal partilerin temsilcilerinin buraya gelip toplantılar yapması, mitingler düzenlemesi, nutuklar atması boşuna mıdır? Özel uçaklarla seçmenleri Türkiye’ye götürenler kimlerdir? Aslında birbirinden çok farklı olan bu kurum ve kişilerin her zaman iki ortak noktası oldu: 1- Bunların tümü, amaçlarını gerçekleştirebilmek için bu insanları örgütlemeye çalıştı. Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi, tarikatların envai çeşidi ve bu arada tabii Türkiye Sol’unun tümü... Bu partilere bağlı dernekler, federasyonlar, camiler... Kimi resmi, kimi yasadışı örgütlenmeler... Bunlardan bazıları başarılı oldu, bazıları suni solunumla yaşatıldı. Ama hepsi burada var olmayı, olmazsa olmaz görev bildi. Ve aslında en başta T.C. devleti, döviz girdisinde önemli bir kalem oluşturmaları nedeniyle bu insanların peşini bırakmadı. Yukarıda değindiğim politik örgütlenmeler sayesinde bunların sağ ideolojilerin (en başta Müslümanlığın ve milliyetçiliğin) etkisi altına alınmasını, böylece Türkiye ile bağlarının kopmasının engellenmesini de destekledi. Örneğin, Alman vatandaşlığına geçmelerini uzun süre engelledi. 2- Bunların tümü, yurtdışında çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılmış olan insanların hakları ve genel çıkarları söz konusu olduğunda kör, sağır ve dilsiz kesildiler! Sağdaki Partilerin hiçbiri bu tür konulara ilgi duymadığı gibi, aksine bunları örtbas etmeye, insanları büsbütün şaşırtmaya çabaladılar. Sol örgütler ise bir yanda kendi aralarındaki çekişmelerden, diğer yanda Türkiye’deki mücadeleden başlarını kaldıramadılar. Buradaki insanların sorunlarına eğilecek zaman, enerji ve bilgiden yoksun kaldılar. Ben, bu konuda tek bir kuraldışı olduğunu iddia ediyorum: O dönemdeki (tarihsel) Türkiye Komünist Partisi! Önce Federal Almanya’daki tek tek üyelerinin kişisel girişimleri, daha sonra, giderek daha iyi örgütlenen yapısı ve militanca çalışmaları sayesinde, yıllar boyunca bu insanların sorunları dile getirildi, çözümler önerildi, hedefler gösterildi. Komünistler bunlar için ellerinden geldiğince yığınları harekete geçirmeye çalıştılar. Bu arada Alman kamuoyunu, sendikaları, siyasal partileri, kiliseleri, sivil toplum örgütlerini etkilemek, onların

da bu konuda hassasiyet göstermelerini sağlamak için büyük çabalar harcadılar. Bu doğrultuda yapılan çalışmaların, konferansların, seminerlerin, yığınsal toplantıların, yürüyüşlerin, mitinglerin; basın bildirilerinden kapsamlı broşürlere, düzenli çıkan dergi ve gazetelere dek her türden yayının dökümünü yapmak ne yazık ki, artık olanaksız. Aslında bunların tümü de gerekmeyebilir... 12 Kasım tarihinde, Erkrath kentinde “Hiçbir Şey Boşuna Değildi” belgisi altında bir sergi açıldı. O dönemdeki (tarihsel) Türkiye Komünist Partisi üyelerinin çalışmaları üzerine elde kalan belgelerin onda birine bile yer bulunamayan bu mütevazı sergi, yapılan çalışmaların açık ispatı olarak duruyor. Toplantı salonlarını, caddeleri, miting alanlarını doldurmuş yüzlerce, binlerce insan fotoğraflardan bize bakıyor! O dönemlerde, Türkiyeli işçilerin sendikalarda aktif hale gelmesi, çocuklarının “Gymnasium” denilen daha iyi eğitim gördükleri okullara gönderilmeye başlanması, yabancı düşmanlığına karşı mücadelenin yükseltilmesi, pasaport harçlarının düşürülmesi, işçilerin bir kısmının Özal’ın satışa çıkardığı emeklilik primleri tuzağına düşmelerinin engellenmesi, paralı askerlik bedelinin düşürülmesi ve şimdi sayarak okuyucunun vaktini almak istemediğim çoğu kazanılmış haklarda Komünistlerin çok büyük emekleri geçmiştir. Fakat yazık ki, son otuz yıldır ne TKP, TİP ve TBKP üyeleri, ne de onların ışık tuttuğu yığın örgütleri var bu ülkede. Burjuvazinin her soydan ve boydan partisi, akımı ve tabii tarikatların envai türü burada alabildiğine örgütlenirken, TBKP yönetimi o dönemdeki en iyi şekilde örgütlenmiş ve etkin çalışma yapmakta olan yoldaşlarını yüzüstü bırakıp çekildi. Yığın örgütleri bundan sonraki bir süre, salt Komünistlerin bireysel çabalarıyla varolmayı sürdürdüler. Kimi çok güzel işler başardılarsa da, arkalarında duran bir Partinin yoksunluğu içinde yavaş yavaş söndüler. Üyelerin kimisi kabuğuna çekildi, kimisi de Yeşiller’e, Sosyal Demokratlara, Sol Parti’ye, çok azı da Alman Komünist Partisi’ne gitti. Bazıları Alevi derneklerinde ya da hemşeri derneklerinde, bazıları da Kürt ulusal hareketi içinde aktif olmaya çalıştı. (Tabii bu süreç içinde insanların ideolojik temellerinde ne gibi sarsıntılar olduğunu, politik görüşlerinin hangi doğrultuda değiştiğini saptamak olanaksız.) Ama kapitalizmin sömürü yasaları hala değişmeksizin işliyor. Dolayısıyla, milyonlarca insanı derinden etkileyen sorunlar da sürüp gidiyor. Komünistlerin yıllar boyunca ısrarla dile getirdiği sorunlar, yükselttiği haklı istemler ve gösterdikleri çözüm önerilerinin çoğu,

ne yazık ki, hala geçerliğini yitirmiş değil. 21. Yüzyılın başlarından bu yana TKP ve ardından TBKP’lilerin etkinliğinin görülmediği bir ortamda, bu sorunlara kimlerin sahip çıkacağı, kimlerin Türkiyeli göçmenlerin hakları uğruna mücadele edeceği, yanıt bulmakta zorluk çektiğimiz bir soru olarak önümüzde duruyor. Şu anda görünen manzara oldukça hüzün vericidir: Bence cok ciddi ideolojik farklılıklara karsın, Sol’da yer alan Demokratik Işçi Dernekleri Federasyonu’nun çabalarını ve bir türlü kendi kabuğundan dışarı çıkamayan Sosyal Demokratları saymazsak, geriye kim kalıyor? Kimi siyasal partileri, hatta kismen hükümet çevrelerini de arkasına almış olan sağcı ve gerici oluşumlar, ırkçılar, Faşistler, din tellalları, tarikatların yurtdışı şubeleri, onlara alternatif olan Komünistlerin politik arenadan çekilmesiyle birlikte çok rahatladırlar. Şimdi bunlar Türkiyeli işçiler adına söz söylüyor, hatta hem FAC, hem de T.C. hükümet çevrelerinin muhatabı olarak kürsülerde oturuyorlar.” Geçenlerde Devlet Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış, AB ülkelerinin konsoloslukları önündeki vize kuyruklarında vatandaşın çektiği çileden şikayet etmiş. Önce gitsin de, Almanya’daki T.C. konsoloslukları önünde çekilen çilelere, içeride insanlara reva görülen aşağılayıcı muamelelere de baksın! Yurtdışındaki vatandaşlara dayatılan fahiş pasaport harçlarının hesabını yapsın! Bir zamanlar TKP’li Komünistlerin başını çekerek 50 Alman Markına indirilmesini sağladığı pasaport har(a)cının tekrar 158 Euro’ya çıkarılmasının hesabını versin. TKP’li Komünistlerin yarattığı direniş sonunda beş bin Alman Markı’na düşürülen askerlik bedelinin yeni baştan 10.000 Euro’ya yükseltildiğinden de bahsetsin! Ve şunu da asla unutmasın: Diğer ülkelerin T.C. vatandaşlarına yaptığı muamelenin en temelinde yatan ve en belirleyici olan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendi vatandaşlarına verdiği değerdir. “Son söz” demiştim... Aslında bunlar son sözler değil, sadece yıl sonu gelirken söylenen/yazılan son sözler. Yoksa karnımda söylenecek daha çok söz var. *** Şimdi soruya gelelim... Yazımın başında, işgücü göçünün en temel nedenlerine değinmiştim. Ülke çapında bu nedenleri ortadan kaldırmak, milyonlarca yurttaşı “el kapıları”na muhtaç olmaktan kurtarmak; eşitlik, özgürlük ve toplumsal adalete dayalı bir Sosyalist düzen kurmak için mücadele tabii ki, Komünistlerin görevidir. Komünistlerin, Sosyalist bir düzenin kurulması ve ülke halkının ezici çoğunluğunun her

türlü sömürüden, eşitsizlik ve baskılardan kurtulması için uzun vadeli, kimi zaman zindanlardan, işkencelerden geçen, kimi zaman kanla boğulan bir mücadeleyi yürüttüklerini biliyoruz. Ben başka bir şeye işaret etmeye çalışıyorum: Yurtdışındaki milyonlarca T.C. yurttaşının bulundukları ülkelerdeki sorunlarının çözümü, kuşkusuz bu ülkedeki komünistlerin, işçi hareketinin ve demokrasi güçlerinin çabalarina bağlıdır. Peki, bu insanların kendi ülkelerindeki (Türkiye’deki) sorunlarına sahip çıkmak en başta kimin görevidir? Elli yıldır bu insanların yaşamını derinden etkileyen sorunların çözümü için en yerinde önerileri kim yapabilir? En doğru hedefleri kim gösterebilir? Bunların gerçekleştirilebilmesi için kim bayrak açabilir? En önemlisi de, bunca insanı öngörülen çözümler etrafında kim biraraya getirebilir? Kendilerini ezen sorunların çözümü için mücadele etmeye kim yönlendirebilir? Bu mücadeleyi en örgütlü biçimde kim yönetebilir?.. Kuşkusuz sadece ben değil, bu ülkedeki birçok Komünist de, daha da uzayip gidebilecek olan bu sorulara yanıt arıyor. Nitekim, bu konunun giderek (genç) TKP’nin de gündemine yerleştiği görülüyor. “soL”daki “El Kapıları” bölümü dikkatlerden kaçmıyor. Geçenlerde İstanbul’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Emek Göçünün 50. Yılı” konulu bir sempozyum düzenlendiği duyuldu. Türkiye’de giderek yükselen bu ilginin tek taraflı olduğunu düşünmek doğru olmaz. (genç) TKP’nin çalışmalarının, yurtdışında da giderek daha çok ilgi çektiğini, en azından kimi eski TKP, TİP ve TBKP üyelerinin sohbetlerine ve tartışmalarına konu olmaya başladığını bilmekte yarar vardır. Yavaş yavaş geçip gitmekte olan bir neslin insanlarının, ülkelerine her gidişlerinde, sokakta karşılaştıkları gazete satan, bildiri dağıtan genç TKP’lilerde kendi gençliklerinden bir parça bularak etkilendiklerini, bazılarının kendi bölgelerindeki TKP merkezlerini ziyaret ederek onlarla tanışmaya çalıştığını bilenler bilmeyenlere anlatmalıdır. Bu nedenle, TKP yukarıda sıraladığım soruları bir an önce yanıtlamaya girişmeli, yurtdışındaki Türkiyeli yığının kendisine özgü sorunlarına da sahip çıkmalı, o doğrultuda istemler yükseltmeli, çözümler önerilermeli ve bunları eyleme dönüştürmenin yollarını aramalıdırlar. (Hep “onlar”dan bahsettiğime bakılmasın. İşte bu noktada, hâlâ kendisini Komünist addeden birçok insan için onları desteklemekten, onlarla beraber olmaktan başka bir seçenek kalmayacaktır.) Cemil Fuat HENDEK


16 PARTİLİ YAŞAM 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

‘Bu dava divana kalmaz, er geç görülür’ Anadolu’nun farklı yerlerinden İstanbul’a, İstanbul’dan Kocaeli’ye, Kocaeli’den sonsuzluğa devam eden bir yoldur ‘Şoförün’ yolculuğu. İstanbul’a geldiğinde 14 yaşındaydı daha, tütün işçiliği yapmaya başladığındaysa 17 yaşında. “Ağaç yaşken eğilir.” sözü gibi ‘yaşken’ başladı işçiliğe ve hep ‘yaş’ kaldı İdris Erdinç. 17 yaşından 82 yaşına kadar işçi sınıfı mücadelesi vererek kararlılığını gösterdi dosta düşmana. Tütün işçiliğine başladığından kısa bir süre sonra TKP’li oldu. Eşi ve yol arkadaşı Emine Erdinç’ten öğrendi kavgayı, sevdanın en güzelini öğrendiği gibi. Sosyalizm mücadelesi de İşçiliği gibiydi ‘’şoför’’ün. Genç yaşından 82 yaşına kadar TKP’li kaldı, partinin olmadığı dönemlerde dahi... Örgütlülüğün olmazsa olmaz, örgütlü mücadelenin süreklilik gerektirdiğini yaşayarak öğretti. Büyük bir özveriyle verdi mücadelesini. ‘Şoförlüğü’ partiye gelir kaynağı yaratmak için tütün işçiliğinin yanı sıra şoförlük yapmasından geldi. Geldiği gibi de gitti İdris’in… ‘Ben iddia sahibiyim. Kalkarım şimdi binlerce işçiyi sokağa

dökerim’ diyecek kadar cesaretli, bunu başaracak kadar kudretli ama “Ben bir önder, bir lider, bir ileri gelen falan değilim.” diyecek kadar da mütevazıdır İdris Erdinç… Bir Kocaelili olarak mücadele ettiğimiz sokaklara yabancı değildir. Kavgasının yansıması vardır eylem alanlarında. Varını yoğunu koyarak dost sofrasına Kocaeli’de Sendikalar Birliği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Kocaeli’deki sınıf mücadelesi çok şey borçludur bu yol gösteren ‘Şoföre’. Bu dönemlerde işsizdir. Sendikadan işçi arkadaşları aralarında para toplayıp İdris Erdinç’e uzattığında “Ben de bu paraları sizden alıp tekrar size veriyorum. Bir bölümüyle ‘Nakliye Emekçileri Sendikası’ kurulsun, diğer bölümüyle ‘Selüloz Emekçileri Sendikası’. Eğer artan para olursa bildiri, gazete, kırtasiye giderlerini karşılarsınız.” der. Ve bu sendikaların kurulmasına önderlik eder. Defalarca gözaltı, birçok tutuklama, 72 muhtırası, 80 darbesi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, sınıf mücadelelerinin kaybetmesi ve daha nicelerini görüp yaşamasına rağmen umutsuzluğu

işlemedi yüreğine… Bırakmadı yarı yolda, direncinden hiçbir şey kaybetmedi. Emine’sini toprağa verirken dahi düşmemişti dizlerinin üstüne. İşkencecilerin sırtını kırbaçlaması sonucu ciğerleri su toplamış, böbrekleri işlevini yitirmişti eşi Emine Erdinç’in… Nazım’ın şiirlerini bir daha ezberden okuyamayacak olsa da Emine, yaşattı kavgasını “Şoför”, şiirini yüreğine işleyerek. 1980 darbesinden sonra 1992’de partili mücadeleye kaldığı yerden devam eder. Sosyalist Türkiye Partisi’nin kapatılması ile birlikte Sosyalist İktidar Partisi (şimdiki adıyla TKP) üyesi olur. Dostları anlatıyor: “Umutlu ve dirençli insandı Şoför İdris. Genç yoldaşlarına hep örnek oldu ve genç yoldaşları onun hızına hiç yetişemedi.” 1994 yılının 1 Mayıs’ında genç yoldaşları, en önde yürüyen 80 yaşındaki bu militanı ‘güvenliği’ için arka taraflara çekmeye çalışınca kızar ve “İlk benim kafam kırılmalı ki genç yoldaşlarım arkamdan gelsin.” diyerek polislerle girdiği çatışmada polisler kafasını yarar. Ve tedavisi yapılırken bu 80 yaşındaki devrimcinin o sağ yumruğunu sıkarak kaldırıp

İdris Erdinç hani şu bizim Şoför İdris’imiz. Ölümünün 16.yılında, 25 yaşında bir yoldaşı olarak onu anlatmanın hem anlamlı hem de zor olduğunu biliyorum. Fakat bir kere dahi yan yana gelmediğim sevgili yoldaşım İdris Erdinç’in hayatını anlatırken ‘mış’lı ‘muş’lu cümleler kurmak istemiyorum... Sanki Onunla yaşamışçasına...

yukarda tutar. Son nefesine kadar mücadeleye ve yoldaşlarına olan bağlılığıyla atar yüreği. İkinci eşi Hatice Erdinç anlatıyor: “Ben bulaşık yıkıyordum mutfakta ‘küüt’ diye bir ses işittim. Şu gördüğünüz divanda İdris yatıyordu. Kaymış, yere düşmüş. Halının üstünde kıpırtısız yatıyordu. Aklıma komşumuz ayakkabıcı Ahmet geldi. İdris’i güzelce, yavaşça kollarına aldı düştüğü bu divana yatırdı. Yatış o yatış. Tanı koyuldu ‘felçinme’. Konuşamıyor, konuşanları anlıyor, gülümsemeye çalışıyor, kederleniyor. Hastane mastane, ilaç milaç kâr etmedi. Ağrılarını iğne yapıp dindirmeye çalıştılar. Her geçen gün zayıflıyordu. Yemeden içmeden kesildi. Bir parça konuşması düzelir gibi oldu. ‘Aydemir’e (Aydemir Güler TKP MK üyesi) söyleyin beni kurtarsın.’ dedi başkaca bir şey söylemedi. Eski haline döndü…” Ölüm tüm kudretiyle orta yerde dururken son kez, üyesi olduğu partinin o dönem genel başkanı olan Aydemir Güler’i görmek isteyen bir devrimcinin arkasından en güzel cümleler nasıl kurulur, son nefesinde dahi partiye bağlılığını böyle gösteren İdris Erdinç hakkında daha güzel neler söylenir bilemiyorum. Belki birileri söyler... Son isteği parti bayrağıyla ilk eşi ve yoldaşı Emine Erdinç’in yanına gömülmek oldu İdris’in. Dostları ve yoldaşları bu vasiyeti yerine getirdi. “Komünizm idealine sağlığımda kavuşamamak hiç ürkütmüyor beni. Şundan ürkütmüyor. Sosyalizm daha son sözünü söylemedi ki! Ne Türkiye’de ne de dünyada sömürü kalkmadı ki! Kapitalizmin olduğu yerde sömürü vardır, sömürünün olduğu yerde de devrimci mücadele. Ben kişi olarak, yani İdris Erdinç olarak kavganın sonunu göremeyebilirim. Ancak yeryüzünde sömürü var olduğu müddetçe, benim davam divana kalmaz; er geç bu dünyada hallolur.” diyerek bayrağı teslim etmiştir yoldaşlarına ve SİP’li yoldaşları yılarca yasaklı olan ve uğruna mücadele ettiği partisinin adını almıştır büyük bir iradeyle. 17 Ocak 1996’da sonsuzluğa uğurlandı ama aramızdan hiç ayrılmadı. O hala ön koltukta “Şoförlük” yapıyor. Halil YENİ Alıntılar: Aydın Aydemir, Herşeye Rağmen.


Türkiye Komünist Partisi’nin Tarihsel Çağrısı TKP Ne Yapmak İstiyor? Mustafa Suphiler Boşuna mı Öldüler? İşte Yunanistan İşçi Sınıfının Yanıtı Portekiz Emekçileri Boyun Eğmiyor Suriye’de Devrimciler de Var Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka PAPARİGA Portekiz Komünist Partisi MK üyesi Pedro GUERREIRO Suriye Komünist Partilerinden temsilciler Ataol Behramoğlu, Emin İgüs, Ender Yiğit, Gülcan Altan, İsmail Hakkı Demircioğlu, Nihat Behram, NHKM Müzik Topluluğu, Orhan Aydın.


18 YARATIM 13 OCAK 2012 SAYI 341

KOMÜNİST

Nâzım Hikmet’in oyunlarını tanımak ve başlı başına bir üslup:

Okuma Tiyatrosu Nâzım’ın oyun yazarlığı İyi oyun yazarımız gereğinden fazlaymış gibi, Nâzım Hikmet’in oyunları üstüne ülkemizde tuhaf bir önyargıyla, baştan “kötüdür” diye bir kesip atma tutumu izlenmekte. Bu tutum yalnız komünizme karşı olan kesimlerde görülse bir dereceye kadar anlaşılır bulabilirdik belki, ama hayır, en “keskin” solcularımızda bile rastlayabiliyoruz bu önyargıya. Nedir: “Şiirleri harika ama oyunları kötü”. Bravo doğrusu, şiirlerini beğeniyorlar lütfen! Oysa, “Nâzım’ın oyunlarına bir kez de şiirlerinden ayrı olarak bakmaya çalışın” diye neredeyse yalvarmaktan dilimizde tüy bitti. Çünkü, diyoruz yıllardır, Nâzım’ın şairliği ve şiirleri, dünyada birkaç kişi ile karşılaştırılıyor ancak. O düzeyde olmasa onlara da kötü deyip geçecek miydiniz yani? Yoksa Nâzım, madem ki şiirlerinin düzeyine erişemiyor (yani diyelim, dünyada en önde gelen birkaç şairden biri olduğu gibi, en önde gelen birkaç oyun yazarından biri konumuna erişememiş), o halde yazdığı oyunlar kötüdür; oyun yazmaya bu kadar önem vermesini geçtik, keşke hiç yaz-

masaydı, mı diyorsunuz? Nâzım tevazu ile “üçünü sınıf bir oyun yazarından öteye geçemedim”, demiş diye siz de onun oyunlarını üçüncü sınıf düzeyinde mi görüyorsunuz yani? O zaman, eğer siz kendi kendinize sormuyorsanız, ben soruyorum, birinci ve ikinci sınıf oyun yazarları listenizde kimler var acaba? Asıl karşılaştırma ondan sonra başlar çünkü. Dolayısıyla, Nâzım’ın oyunlarına, öbür oyun yazarlarımızın oyunları ile karşılaştırarak bakmamız gerek diyorum ben ve böyle bakınca da onu birinci sınıf yazar-

larımızın en önde gelenlerinden olarak görüyorum. Ama oyun okuma alışkanlığı yerleşmediği (tersine, oyun okunmaz, yalnızca seyredilir, diye de bir önyargı yerleşmiş olduğu) için, onun oyunlarının tanınması ancak rejisörlerimizin o oyunlara hakkını verebilecek düzeyde bir bilinç ve ustalıkla sahip çıkmaları halinde mümkün olabilirdi. Bu ise, ya az önce sözünü etiğim önyargı nedeniyle, ya da bazı rejisörlerimizin, oyuna hakkını vermek yerine, Nâzım’ın adı üzerinden kendini öne çıkarmak için “kuş kondur-

maya” kalkmasıyla oyunu berbat edip, kabahatin nasıl olsa bilinen önyargı sonucu otomatik olarak yazara yüklenmesi nedeniyle pek gerçekleşemedi. Giderek Nâzım Hikmet’in oyunları, bizim tiyatrolarımızın repertuarından neredeyse çıktı. Böyle olunca Nâzım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM) olarak biz de onun oyunlarını hiç değilse “okuma tiyatrosu” tarzında sunmak suretiyle “hakkını verme” yoluna giriştik. Okuma Tiyatrosu Başlangıçta “Okuma Tiyatrosu”nu salt dümdüz okuma olarak düşünen kimi oyuncuların

Nâzım Hikmet’in doğum günü kutlaması olarak gelenekselleşen Okuma Tiyatrosu,büyük şairin 110. yaşında “Kafatası” adlı oyunla izleyiciyle buluşacak. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin gelenekselleşen etkinliği bu yıl 16 Ocak Pazartesi akşamı Ses Tiyatrosu’nda gerçekleşiyor. Şimdiye dek sekiz oyunun sahnelendiği Okuma Tiyatrosu’nun yönetmeni Yılmaz Onay, Nâzım’ın doğum gününü neden “Kafatası” izleyerek kutlamamız gerektiğini yazdı.


KOMÜNİST direnmeleri ile karşılaştıksa da, bu sorun kısa sürede aşıldı ve “evet tekstten okunarak sunuş, ama ‘metin okuma’ değil, adı üstünde Okuma ‘Tiyatro’su”. Yani salt konuşmaktan ibaret olmayan sahne dilinin öteki zenginliklerinin de -gereken dozda!– kullanılması, demek olan, tiyatro sanatının kendine özgü bir tarzı olarak “okuma tiyatrosu” üslubu içinde, 2004 yılından bu yana her Ocak ayında Nâzım’ın bir başka oyunu olmak üzere bu tasarımızı gerçekleştirdik(1). Bilindiği gibi Okuma Tiyatrosu’nun bir avantajı da, oyun olarak sunuşun gerektirdiği prodüksiyona oranla çok daha yalın bir oynanışla ve çok daha az prova yapılarak oluşabildiği için, pek çok usta oyuncunun yapıma katılabilmesidir. Ayrıca dikkat edilirse bu tarz, esasen dekor, aksesuar, efekt vb. birçok ayrıntıyı seyircinin algısına bırakarak onun ilgisini de oyun metnine yöneltme karakteristiği taşımakta. Dolayısıyla, eğer metin güzelse, o metnin iyi uygulanmış bir okuma tiyatrosu olarak sunulmasının, ayrı bir tiyatro zevki vermesi söz konusu oluyor. (Kötü bir metnin okuma tiyatrosu tarzında uygulanışı nasıl olur, hiç denemediğim için bilmiyorum) Bir gelenek oluştu Nitekim, yıllar önce ilk olarak 2004 Ocak’ında en handikaplı sayılabilecek olan ve Nâzım’ın ülkemizde yayımlanan “Bütün Eserleri” arasında bulunmayıp, Bulgar basımında yer aldığı için hemen hiç bilinmeyen “Fatma, Ali ve Başkaları ” ile başlayıp, izleyen yıllarda “Tartüf , “Şöhret ya da Unutulan Adam”, “Yalancı Tanık” gibi, varlığı bile çok az bilinen oyunlarla sürdürerek, şimdiye dek (“İvan İvanoviç Var mıydı,Yok muydu? ”, “Yusuf ile Menofis ”, “İnsanlık Ölmedi Ya!(“Enayi”) ve geçen yıl da yine az bilinen “Demokles’in Kılıcı ” olmak üzere)

sekiz oyununu, çok değerli oyuncularımızla “okuma tiyatrosu” tarzında (hemen hepsini, değerli tiyatrocumuz Ferhan Şensoy’un bizlere kazandırdığı “Ses Tiyatrosu”nun sahnesinde) sunduk. 59” Ve çok ilginçtir ki, her sunuşumuzda aldığımız sonuç, elbet oyuncuların da beğenilmesiyle birlikte, seyircinin “ne kadar güzel oyunmuş” diye en çok metne olan hayranlığını biz sormadan dile getirme ihtiyacı duyması oldu. Böylece her yıl Ocak ayında seyircimizin merakla yeni bir Nâzım oyununu beklediği ikili bir “Nâzım Hikmet Tiyatrosu ve Okuma Tiyatrosu” geleneği oluştu. “Kafatası” Bu kez Nâzım’ın, adı belki en çok duyulmuş, ama yine de pek fazla bilinmeyen ilk dönem oyunlarından birini sunuyoruz. İlk dönem oluşunun önemi, yazıldığında seyirci üzerindeki fevkalâde etkisinin sınandığı ve eğer aptal bir komünizm düşmanlığı ile vahşice önlenmeseydi onun tiyatrosunun –yani bizim “ulusal” tiyatromuzun- nerelere varacağını gösteren bir oyun oluşu. Başta ödenekli tiyatrolarımız olmak üzere, tiyatro dünyamızın artık biraz olsun uyanarak, en değerli klasiğimiz olan ve er-geç dünya klasikleri içindeki yerini de alacağına inandığım Nâzım Hikmet’in bizlere bıraktığı tiyatro hazinesini hakkıyla değerlendirmesi umudu ve beklentisi ile sizlere iyi seyirler diliyorum. Yılmaz ONAY (1) Bundan önce 2003 yılında Nâzım’dan ilk “okuma tiyatrosu” olarak, yakın zamanda yitirdiğimiz değerli tiyatro adamı Tuncer Necmioğlu’nun sahne için uyarladığı “Memleketimden İnsan Manzaraları” yapılmıştı. Fakat bu, Nâzım’ın oyunu olmadığı için ayrı bir kategoriye girmekte.


ARALIK 2011 - ANKARA - HOPA DAVASI İÇİN TKP’Lİ ÖĞRENCİLER ADLİYE ÖNÜNDE


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.