KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR
29 OCAK İÇİN
Sosyalizm Kazanacak etkinliğine TKP nasıl hazırlandı... Erkan Baş yazdı... Katılımcı sanatçıların görüşleri...
SF 17-19
27 OCAK 2012 SAYI 343 FİYATI: 3 TL
HRANT’IN KATLİ ve LİBERAL FIRSATÇILIK Dink cinayeti ikinci cumhuriyetin genetik kodları hakkında olduğu kadar, liberallerin neleri araçsallaştırabildiği hakkında da fikir veriyor.
2012 yılından bakıldığında Hrant Dink cinayetinin önemli bir kavşakta durduğunu görmemek mümkün değil. Cinayetin hedef aldığı kişinin, Hrant Dink’in bir önemi var ama cinayetin durduğu kavşakta failler ya da faillerin arkasındakiler açısından şimdilik tarihsel önemde olan faktör bu değil: Hrant Dink’ten kurtuldular, onu öldürdüler. Hrant Dink’i öldürmenin devlet açısından özel olarak 2. Cumhuriyet açısından anlamının ne olduğu sanırım zamanla daha iyi anlaşılacaktır. SAYFA 10-11
19 MAYIS’TAN FAŞİZM ÜRETMEK... 20. yüzyılın başından beri olimpiyatların açılış törenlerinde sergilenen büyük senkronize jimnastik gösterilerini, Türköne’nin deyimi ile “sportif bir anlamı hiç olmayan çok basit hareketlerin uyumlu ve disiplinli bir şekilde yapılması”nı nereye koyacağız, ya da bu tür gösterilerin neredeyse tüm ülkelerin, kurtuluş günleri gibi, ulusal ya da bayramlarında yapılıyor olmasını?
SAYFA 6
Şii-Sünni SOSYALİZM KAZANACAK! çatışmasına doğru mu? YA BAĞIMSIZLIK ve DEMOKRASİ? Herkes İran ya da Suriye’ye dönük bir saldırıya odaklanmışken, emperyalizmin bütün bölgeyi bir mezhepsel “iç savaş”a sürüklemeye çalıştığı unutulmamalı. SAYFA 8-9
Türkiye Komünist Partisi, İkinci Cumhuriyet gericiliğinin karşısına sosyalizm seçeneği ile çıkılmasını savunurken demokrasi ve bağımsızlık gibi kavramları da yerli yerine oturtmaya çalışıyor. “Sosyalizm Kazanacak” sloganı, demokrasi ve bağımsızlığın da sosyalizmde anlam kazanacağı gerçeğine işaret ediyor. SAYFA 4
2 PANO 27 OCAK 2012 SAYI 343
Merkez Komite’den Almanya’ya mesaj TKP Merkez Komitesi, Almanya’da kurulu “Hiçbir Şey Boşuna Değildi” girişiminin düzenlediği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anma etkinliğine bir mesaj yolladı. Erkrath’taki “Ve biz, ne 28 Kanunusani’yi unuttuk, ne de onların isimlerini” adlı etkinlik için hazırlanan mesaj şöyle: “Değerli yoldaşlar, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 91 yıl önce katledilmesi, bu topraklarda sınıf kavgasının nasıl bir seyir izleyeceğini açık bir biçimde gösteren tarihsel bir dönemeçtir. Ancak 28 Ocak 1921’de, yoldaşlarımızı aramızdan alan bu kalleş cinayet, yalnızca burjuvazinin sınıf kinini değil, komünistlerin yurt sevgilerini ve mücadele kararlılığını göstermesi açısından da tarihsel bir önem taşımaktadır. Mustafa Suphi ve yoldaşları, onca uyarıya karşın Anadolu’ya, emperyalizme karşı mücadelenin içinde olmak, bu mücadeleyi toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirmek için gelmişlerdir. ‘Hiçbir şey boşuna değildi’ girişiminin, Mustafa Suphilerin de boşuna ölmediğini anlatmak için düzenlemiş olduğu ‘Ve biz, ne 28 Kanunusaniyi unuttuk, ne de onların isimlerini’ etkinliğini 91 yıl önceki kararlılığı paylaşarak yoldaşça selamlıyoruz. Kuşkunuz olmasın, yarın Ankara’da, binlerce komünist ‘Sosyalizm Kazanacak’ diye haykırırken, sizin ‘hiçbir şey boşuna değildi’ iradenizi de paylaşacaktır. Mustafa Suphi ve yoldaşları ölümsüzdür! Yaşasın sosyalizm! Yaşasın Türkiye Komünist Partisi!”
KOMÜNİST HAFTALIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN
KOMÜNİST
Müzik ve sınıf mücadelesi tartışılacak Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin “yuvarlak masa” toplantılarından ikincisi “müzik ve siyaset”i konu alacak. Tartışmaya Ali Cenk Gedik, Emin İgüs, Kemal Okuyan ve Nimet Çakıcı katılıyor. Müzik ve sınıf mücadelesi (Popüler tartışmalarda devrimci tavır) başlıklı tartışma 24 Şubat Cuma günü saat 19:30’da gerçekleştirilecek.
TKP’li Öğrenciler: www.tkpliogrenciler.org Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi: mlam.tkp.org.tr soL Haber Portalı: www.sol.org.tr Nâzım Hikmet Kültür Merkezi: www.nazimhikmetkulturmerkezi.org Üniversite Konseyleri Derneği: www.universitekonseyleri.org Jose Marti Küba Dostluk Derneği: www.kubadostluk.org Barış Derneği: www.barisdernegi.org Yazılama Yayınevi: www.yazilama.com
Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu
www.tkp.org.tr e-posta: komunist@tkp.org.tr Facebook, Twitter ve Youtube resmi sayfalarımıza www.tkp.org.tr adresindeki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST 19 OCAK 2012
Karardan kimse memnun değilse!..
Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili olarak görülen davada mahkemenin kararı on binlerce kişi tarafından protesto edilirken, Cumhurbaşkanı ve Başbakan da karardan “pek memnun olmadıkları”nı, ancak sürecin devam ettiğini açıkladılar. Böylece bir kez daha kendilerini “mağdur”lar cephesine yerleştirmeyi denediler. Açık hava hapishanesine çevrilen, siyasetçileri, aydınları, öğrencileri cezaevine konan, savcı ve hakimlerin siyaset diliyle konuşup hüküm verdikleri bir Türkiye’de yargının katillere dokunmayışının siyasi iktidarın tercihi olmadığına hâlâ inananlar çıkar mı bilmiyoruz. Bildiğimiz, siyasi görüşlerine uzak olduğumuz ama haksızlığa uğramış bir halkın yiğit temsilcisi olarak selamladığımız Hrant Dink’in, ölümünden sonra sahte demokratikleşme şampiyonlarının maskesini bir güzel indirmiş olduğudur.
23 OCAK 2012
Bak ‘Yunan’a, hakkını almayı nasıl biliyor!
Yunanistan’da işçiler patronlarla pazarlık yapan sarı sendikaların toplantısını bastı. İşçilerin el koyduğu toplantı notlarında toplu sözleşmelerin iptal edilmesi yani sendikalı işçilerin patronlara satılması vardı. Komünistlerin başını çektiği işçi örgütü pazarlık notlarını halka açıkladı. Şimdi kolaysa iptal etsinler toplu sözleşmeleri! Yunanistan’da elektrik işçileri de, geçen hafta, bindirilmiş faturaları ödemeyen halkın elektriğini kesmeyi reddetmiş, dönüp asalak patronların şirketlerinin elektriğini kesmişti. O kadar dedik: Komünist partinin güçlü olduğu ülkede, halka atılan kazığın hesabı ortada kalmaz.
TKP’NİN SESİ 3
VİCDANLAR NASIL RAHATLAR? Geçtiğimiz hafta Komünist baskıya girdiğinde Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin sürmekte olan davada karar açıklandı. Başından beri delillerin karartıldığı ya da yok sayıldığı bir mahkemeden “adalet” çıkacağını pek az kişi bekliyordu. Yine de karar büyük tepki çekti. Protesto gösterileri düzenlenirken, AKP iktidarı ve kararı veren mahkemenin hakimi de tepki gösterenler cephesine dahil oluverdiler. Herkes şikayetçiydi sonuçtan... Demek ki biri bizi yine kandırıyordu! Görüldü ki, liberaller AKP iktidarına toz kondurmamakta, AKP iktidarı da mağduru oynamakta ısrarlı! İnandırıcılığını her geçen gün yitirse de, hükümet “görülmedik bir el”in varlığını her tür olumsuzluğa mazeret olarak göstermeye devam edecek. Liberaller de, artık AKP’siz yapamayacakları için bu oyunda şakşakçılık rolünü oynayacak. Bir başka TKP’nin Sesi’nde ele alındığı gibi, Başbakan Erdoğan’ın “temyizde vicdanlar rahatlayacaktır” açıklamasında asıl önemsenmesi gereken, yargı ile yürütmenin tek elde toplandığının en yetkili kişi tarafından itiraf edilmesi değildir. Üzerinde durulması daha fazla gereken, AKP’nin “demokrasi kahramanı”nı oynamak için son dönemde bu tür tezgahlara sık sık başvurmakta oluşudur. Oynayacak da ne olacak? Hrant’ın öldürülmesindeki “örgüt parmağı”, daha doğrusu “devlet eli” ortaya çıkacak mı? Elbette hayır! Temyiz “bu olmadı” diyecek, dosyalar
24 OCAK 2012
Başbakan Yargıtay üyesi mi?
Erdoğan, Dink davasında, “temyizde vicdanların rahatlayacağını” söyledi. Elbette AKP rejiminde, Yargıtay’ın ne karar vereceğini önceden bilmek başbakanlara özgüdür! Bu yeteneğin neden daha önce kullanılmadığını merak etmekse bizim hakkımız... Mahkemenin Dink cinayetini 2-3 serseriye yıkmasındaki maksat, tam da bizzat Erdoğan’ın adalet müjdecisi olarak ortaya çıkmasını sağlamak olabilir mi? Bunu yutmaya hazır bir takım AKP sevdalılarına ise hatırlatmalıyız: Dink davasında Emniyet ve Jandarma yöneticileri başta olmak üzere kamu görevlileri hakkında soruşturma açılmasını engelleyen, dolayısıyla muhtemel suç örgütünün parçası olan, hükümetin ta kendisidir.
gelecek, gidecek, sanıklar kuş olacak, gerçek suçlular daha iyi hazırlanacak, en önemlisi mesele soğuyacaktır. Yunan emekçileri ise bir süredir hiçbir meseleyi soğutmamak için büyük bir mücadele veriyor. Vergilerle adaletsiz biçimde şişirilen elektrik faturalarını ödemeyen vatandaşların elektriğini kesme talimatı alan enerji işkolundaki işçilerin bu talimata uymak yerine devlet dairelerinin elektriğini kesmesinden sonra bu kez işçiler, kendilerinden habersiz, patronla gizli ve kirli pazarlık yürüten sendikayı suçüstü yakalayıverdi ve ihanet anlaşmalarını ele geçirdi. Yunanistan örneği, emekçi halkın bir noktaya kadar aldatılabileceğini göstermesi açısından son derece önemli. Bizde de liberallerin ve onların yol arkadaşı sah-
TKP’nin Sesi TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.
te solcuların çabaları, bugünkü siyasi iktidarın yaldızının dökülmesine engel olamayacak. Gerçeği savunanlarla yalancılar arasındaki tarihsel mücadele “vicdanları rahatlatacak” biçimde sonlanacak!
KOMÜNİSTÇE...
4 SİYASET 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm...
Halkı da, kendimizi de aldatamayız! Geçmişten bu yana “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” sözcükleri farklı anlamlar yüklenerek yan yana getirilmiştir. Bu üçlü, bir tarihsel sıralamayı, yani sosyalizmde nihayete erecek bir süreci tarif etmek için kullanılabilir, kullanıldı da... Geçersiz bir strateji bu. Mücadelenin bir bütün olduğunu ileri sürmek için de yan yana konduğu oldu bu üç sözcüğün. Daha sağlıklı hiç kuşkusuz. Ama en iyisi... Demokrasi ya da demokratikleşmeden yana olmak... Yaygın bir kanaate göre bugün solun en acil görevi bu. Oysa ilgilenen biliyor ve bilmek için hiç de marksist olmak gerekmiyor, demokrasi kendi başına oldukça değersiz bir kavram. Neden değersiz? Değersiz çünkü, demokrasi tarih boyunca, sınıfsal tahakküm el değiştirdikçe içeriği de değişen, farklı karakter kazanan bir olgu. Buna rağmen, yalnız Türkiye’de değil, birçok ülkede “önce demokrasi” demek alışkanlık haline gelmiş. Demokrasinin sınıfsal içeriğine ilişkin yazılıp çizilenler kitap sayfalarına terk edilmiş, varsa yoksa gelişkin demokrasi! Peki burjuvazi neden gelişkin demokrasiye razı gelsin? Ya da burjuvazi hangi koşullarda demokrasinin alanını emekçi sınıflara kadar genişletir? Eğer tek bir yanıt hakkımız varsa, kimi ayrıntıları bir kenara koyup, “tehdit algılamadığı”nda diyebiliriz. Evet, sermaye sınıfı kendi egemenliğini tehdit altında görmediği sürece oyunun kurallarını gevşetebilir. Tersi bir durumda, demokratik hakların bir bir askıya alındığına sayısız kez tanıklık etmedi mi insanlık! Kapitalizm bir insanlık suçu ve ayıbıdır. Ortadan kaldırılmalıdır. Solun işi, görevi, sorumluluğu ve varlık nedeni budur. Demokrasi, eğer bu görev ve sorumluluktan vazgeçmenin eseri olacaksa, burjuvazinin aldatmacası işe yaramış demektir. Sosyalizm hedefini ertelemek de aynı kapıya çıkar; bütün kaynaklar “demokrasinin ilerlemesi”ne yatırılır, kapitalizmin
bekasına yardım edilir. Bu durumda sosyalizm mücadelesi ile demokrasi mücadelesi arasında bir karşıtlık olduğu sonucuna mı varmalıyız? Eğer, demokrasiyi, sosyalizm öncesi bir durum olarak, bugünkü sistem içinde elde edilecek bir kazanım olarak görüyorsanız evet böyle bir karşıtlık vardır. Yok, soruna demokratik hak arayışı ve bu hakların elde edilmesi açısından bakıyorsanız, karşıtlık bir yana, kopmaz bir bağdan söz edilebilir. Sosyalizm için mücadele, işçi sınıfının örgütlülüğünü pekiştirdiği, kapitalist sınıfı gerilettiği oranda demokrasinin alanını da genişletir. Lakin bu alan kalıcı, istikrarlı ve güvenilir olamaz hiçbir durumda. Ve demokrasi, kalıcı, istikrarlı, güvenilir ve sürekli gelişen bir olgu olarak ancak sosyalist iktidarda ete kemiğe kavuşacaktır. Benzer bir durum “bağımsızlık” kavramı için de geçerlidir. Bugün aklı başında kimse, piyasa ekonomisine sahip bir ülkenin bağımsız olabileceğini ileri sürmüyor. Zaten liberaller “karşılıklı bağımlılık”ın yararları üzerine nutuk atmayı pek seviyorlar. Onlara bir kısım solcudan da destek geliyor: Bağımsız olunca ne değişecek ki! Bağımsızlık, emperyalizmin açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıktığı koşullarda ne içe kapanmak, ne de mutlak anlamda kendi kendine yetmektir. Bağımsızlık, ülke kaynaklarının başka ülkelere aktarılmasının önüne geçmek ve kendi yolunu çizebilme hakkını korumaktır.
Bizim buna sosyalizmde şiddetle gereksinimimiz olacak. Kapitalist dünya sistemi sömürüyü meşrulaştıran hiyerarşik bir yapı olarak bu türden bir bağımsızlığa izin vermez. Bunu engelleyecek olanlar emperyalistler bir yana, tek tek ülkelerde iktidardaki sömürücü sınıflardır. Onların dünyadaki sınıfdaşlarıyla kan alışverişi olmaksızın ayakta kalmaları olanaksızdır. Bu anlamda işbirlikçilik, ahlaki sonuçları olsa da, ahlaki bir zaafın eseri değil, sermayenin yasalarının ürünüdür. Bu yasalar iptal edilmeden bir ülke bağımsız olamaz. Kapitalizme meydan okumadan, yani sosyalizmi hedeflemeden bağımsızlıktan söz etmek, halkı, emekçi sınıfları ya da en iyisi kendini aldatmaktır. Sosyalizm için mücadele verirken dile getirilen bağımsızlıkçı talepler ve vazgeçilmez yurtseverlik vurgusuysa o mücadelede yol alındığı oranda gerçek karşılığını bulabilir, somut kazanımlara dönüşebilir. Bu kazanımları kalıcı hale getirecek olansa sadece ve sadece sosyalist devrimdir. Örnek olsun, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda ülkede bazı yabancı tekellerin faaliyetleri kısıtlanabilir, hatta durdurulabilir. Ancak bu sınıfsal güç dengelerinin ürünüdür ve sermaye egemenliği bu tür kısıtlarla barış içinde asla yaşamak istemez.
Böylesi mevzilerin Türkiye gibi ülkelerde kapitalist sınıfı bir bütün olarak rahatsız edeceği açık olduğundan, sosyalizm hedefine içerilmiş bir sınıf perspektifi olmaksızın bağımlılık ilişkilerinde delikler açmak olanaksızdır. Daha somut konuşacak olursak, yerli diye Koç’u palazlandırmaya göz yumduğunuzda “bağımsızlık” mücadelesi vermiş olmazsınız, işçi sınıfına ihanet edersiniz! Geçmişten bu yana “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” sözcükleri farklı anlamlar yüklenerek yan yana getirilmiştir. Bu üçlü, bir tarihsel sıralamayı, yani sosyalizmde nihayete erecek bir süreci tarif etmek için kullanılabilir, kullanıldı da... Geçersiz bir strateji bu. Mücadelenin bir bütün olduğunu ileri sürmek için de yan yana konduğu oldu bu üç sözcüğün. Daha sağlıklı hiç kuşkusuz. Ama en iyisi, “bağımsızlık ve demokrasi sosyalizmde” demektir. Bağımsızlık ve demokrasiyi küçümsediğimiz için değil! Çok ciddiye aldığımızdan! Emekçi sınıflar cephesinden bakıldığında, kapitalizm bağımsızlığı da demokrasiyi de kusuyor. Yalan söyleyecek değiliz. Bu nedenle, bağımsız bir ülke ve halkın yararına bir demokrasi anlayışı için de SOSYALİZM KAZANACAK! Kemal OKUYAN
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
SİYASET 5
24 Ocak ‘ruhu’nu AKP yaşatıyor AKP iktidarı, 12 Eylül’ün ürünü ve sürdürücüsü. Ama bundan ibaret bırakılmamalı. Aynı zamanda 24 Ocak Kararları ile başlayan büyük “iktisadi dönüşüm”ün tamamlayıcısı olduğu da mutlaka eklenmeli. 2001 kriziyle birlikte “piyasacı” uygulamaların yavaş yavaş da olsa sorgulanmaya, 20 yılın muhasebesinin yapılmaya başladığı bir dönemde AKP, sermaye sınıfının imdadına hızır gibi yetişti. Bayrağı yerden kaldırmakla kalmadı, büyük toplumsal tahribatın geriye dönüşü güç bir noktaya taşınması konusunda özel bir performans sergiledi. “Kuşkusuz kararların iki mimarı vardı; Başbakan Süleyman Demirel ve dönemin güçlü Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşarvekili, ekonominin patronu Turgut Özal. Yıldırım Aktürk, Özal’ın yardımcısı olarak katıldığı Bakanlar Kurulu’nda kararların görüşülmesi sırasındaki havayı şu sözlerle aktardı: ‘Başbakan Demirel kararname taslaklarını (dolar kurunun 47,10 TL’den 70,0 TL’ye çıkarılması, gübre fiyatlarına yüzde 500 zam yapılması da bu kararların içindeydi) bakanlara dağıttı. Diyor ki: - Beyler 45 dakika süreniz var, okuyup imzalayın... Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen itiraz ediyor: Efendim ben iktisat eğitimi aldım. Bu işlerden anlarım öyle 45 dakikada bunları inceleyemeyiz. İyice okuyup ne getirip ne götüreceğine bakmamız lazım... Demirel sözünü kesiyor: - Hayrettin Bey uzun uzun incelemek istiyorsan gruba dönersin (yani bakanlıktan istifa edersin), orada bol bol vaktin olur... Sonuçta kararlar tartışmasız biçimde imzalanıyor. Bu arada kararların teknik çalışmalarının yürütüldüğü ortamlarda yakıt yokluğu nedeniyle kaloriferler yanmıyor ve herkes kazakla
paltoyla çalışıyor. Tevfik Altınok kararlardan iki gün önce Turgut Özal’ın kendisini arayıp ‘Bizim eve gel ama nerde olduğunu kimseye söyleme. Karın dahil’ diyor.” Vatan gazetesi yazarı Bilal Çetin, 2011 yılında 24 Ocak Kararları’nın 31. yılı vesilesiyle Zekeriya Yıldırım tarafından düzenlenen “nostalji yemeği ve sohbet toplantısı”nda anlatılanları böyle aktarıyor. Toplantıda 24 Ocak Kararları’nın “emektarları” Zekeriya Yıldırım, Yıldırım Aktürk, Tevfik Altınok, Gazi Erçel ve Çetin Hacaloğlu hazır bulunuyor. 24 Ocak Kararları’nın hâlâ meşru bir zeminde konuşulabiliyor olması, 2011 yılında ve belki 2012 yılında da “dost sohbetleri”ni aşıp çok satan gazetelerin, çok okunan yazarlarına konu olmaya devam etmesinin “başarısı” hiç kuşku yok Demirel ya da Özal’a değil, AKP iktidarına ait. 24 Ocak Kararları’nın ruhunu, piyasacılık ruhunu yaşadığı ve yaşattığı için... Demirel-Özal ikilisinin beraber şekillendirdiği 24 Ocak Kararları, Türkiye sermaye sınıfının işçi sınıfı karşısında elini güçlendirmekle kalmadı, dışa bağımlılıkta gerçekleşen büyük sıçrama başta olmak
üzere Türkiye’nin çehresinin de büyük bir değişime uğramasına yol açtı. İktisadi yapı, piyasacılığın ana eksen haline getirilmesi ile köklü bir dönüşüme tabi tutulurken 10 yıllık dönemler itibariyle ağırlık noktalarının değiştiği ama 32 yılın sonunda emekçi kesimlerin altında kaldığı büyük bir toplumsal tahribat gerçekleşti. Yüksek oranlı devalüasyon ile reel ücretlerin düşürülmesi, sermaye ve kur hareketlerinin serbestleşmesi, sanayinin ihracat merkezli bir yeniden yapılanmaya tabi tutulması, finans sektörünün ekonomi içindeki ağırlığının artması, devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması... 80’li yıllarda toplumun cendereye sokulmasını, sermaye sınıfının dizginsiz at koşturmasını kolaylaştıran, 90’lı yıllarda sermaye sınıfı ilk dönem sonuçlarının semeresi yerken nihai sonuca taşınmak konusunda inisiyatifsiz kalınan 24 Ocak Kararları, AKP iktidarı ile birlikte zirvesine ulaşmış oldu. Ekonominin tamboy piyasa dinamiklerine teslim edilmesi, emperyalist tekellerin artan etkinliği, borçlanma ve sermaye hareketleri konusunda cari açık en somut örneği olmak üzere rekor denemelerinin yapılması son 10 yılın gerçekleri. Bu kadarını Özal rüyasında bile göremezdi Türkiye ekonomisi, DİE/TÜİK hesaplamalarına göre 1970-79 yılları arasında yıllık ortalama yüzde 4,8 büyürken, 1980-89 döneminde bu oran yüzde 4, 1990-99 döneminde yüzde 3,9, 2000-2009 döneminde ise yüzde 3,7 oldu. Aynı dönemlerde sanayi ve tarımsal üretim artışları da düşüş gösterdi. Özellikle sanayide 1970’lerde yüzde 6,5’e ulaşan yıllık ortalama büyüme oranı yüzde 4’lere geriledi. Büyümenin kaynağının “üretim” dışı faaliyetlere kaydığı görüldü. Korkut Boratav’ın da belirttiği gibi son 60 yılın en düşük oranlı büyüme oranının yakalandığı son 10 yıl
“mucize” olarak sunulurken borç stoku, dış ticaret açığı, özelleştirmeler başta olmak üzere kamu varlıklarının satışı ve devredilen çeşitli imtiyazlarla yerli ve yabancı sermayeye değer aktarımı konusunda rekorlar kırıldı. Ekonomik büyüklükler muazzam ölçüde şişer, şişirilirken reel anlamda büyümenin bir büyük yalan olduğu bu dönemde, borç yükü de doğrudan emekçilerin sırtına yıkıldı. 1980 yılında Türkiye’nin dış ticaret hacmi yani ihracat ile ithalatın toplamı, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 11’i civarında iken 2010 yılında bu oran yüzde 40’a ulaştı. Sanayi üretimde altyapının tamamen dışa bağımlı bir modele endekslenmesine yol açan ihracat artışının aynı zamanda yatırım malı ve ara malı ithalatı zorunluluğuyla ülke ekonomisine getiriden ziyade bir kaynak transferi yöntemine dönüştüğü artık tamamen netleşmiş durumda. En “yerli” sanayi kolları olan çimento, seramik gibi sektörlerde bile üretim maliyetinin yüzde 40-50’sinin enerji giderlerinden oluşması ve petrol-doğalgaz ithalatına gerek duyulması göz önüne alındığında ihracat artışının ağır faturası daha iyi anlaşılıyor. 24 Ocak Kararları’nın parlattığı, önünü açtığı sektörlerden turizmde 1980 yılında 1 milyon olan turist sayısı 30 milyonu aşarken ülke ekonomisi için ne ifade ettiğinin hesabını yapmak için kıyıların nasıl katledildiğine bakmak,üzerine de Avrupalı tur operatörlerinin 30 yılda kazandıklarını eklemek yeterli. Demirel-Özal ikilisine haksızlık edilmemeli; özellikle de Demirel’in arkasından Denktaş misali gözyaşı dökmeye hazır iyi niyetli solcular bulunduğunu hatırlayıp. Ama Demirel ve Özal’ın en kritik adımları atsalar da ülkenin piyasacılık karşısında bu kadar teslim alınabileceğini asla hayal edemeyecekleri de açık. G. DİNÇEL
6 SİYASET 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Faşizm, jimnastik, resmi bayramlar ve düz mantık üzerine 20. Yüzyılın başından beri olimpiyatların açılış törenlerinde sergilenen büyük senkronize jimnastik gösterilerini, Türköne’nin deyimi ile “sportif bir anlamı hiç olmayan çok basit hareketlerin uyumlu ve disiplinli bir şekilde yapılması”nı nereye koyacağız, ya da bu tür gösterilerin neredeyse tüm ülkelerin, kurtuluş günleri gibi, ulusal ya da bayramlarında yapılıyor olmasını?.. AKP hükümeti 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini gençlikten ve spordan soyutlayarak bir avuç görevlinin katılacağı bir resmi törene indirgeme kararı aldı. Aslında herkes bunun gerekçesinin ne olduğunu biliyor: Birincisi cumhuriyet düşmanlığı, cumhuriyeti ve onun kuruluşunu simgeleyen ne varsa bunlardan kurtulma arzusu ikincisi de İslamiyetin ve gericiliğin ahlak kurallarını hakim kılmaya çalışan bir iktidarın genç kız ve erkeklerin vücutlarını gösteren kıyafetler içerisinde hareket etmesini istememesi. Bu gerekçeler herkes tarafından bu kadar açık bilinirken, törenlerin yasaklanmasının ardından her zamanki üslupla kuyuya bir taş atıldı ve birkaç gün boyunca faşizm, solidarizm vs gibi kavramlar yine havada uçuştu. Her zamanki gibi taşı atan da, kavram karmaşası yaratmayı iyi beceren, sıraladığı bir takım tarihi verileri el çabukluğuyla modernite ve cumhuriyet karşıtı argümanlar haline getirebilen Mümtazer Türköne. Türköne’nin açtığı tartışmayı fırsat bilip “işte Kemalistlerin solidarist toplum paramiliter gençlik yaratma projesi”, “zaten bunu da milliyetçi ve militarist İttihatçılar başlatmıştı” diye ortaya atılanlar eksik olmadı tabii. Artık taşı çıkarmaya hevesli Kemalist de pek kalmadığından Birinci Cumhuriyet cephesinden gelen açıklamalar her zamanki gibi cılız ve konuyu saptıran cinstendi. İnönü’nün
faşist İtalya’dan esinlendiği tezine karşılık 19 Mayıs bayramlarının kökeninde İttihat ve Terakki döneminde kutlanmaya başlanan İdman Şenliklerinin olduğu argümanı ile yetinildi. Biz burada, yıllardır devlet törenlerine indirgenmiş olan, stadyumdaki jimnastik gösterilerinin ötesinde içinin doldurulması zaten çoktan bırakılmış bu bayramın ve benzerlerinin savunmasına girişecek değiliz. Ancak bir takım olguları yalan yanlış sıralayarak aslında “faşist bir uygulamayı kaldırıyoruz” adı altında cumhuriyetin modernite bağlamında temsil ettiği her şeyin tasfiye edilerek yerine gericiliğin pazarlanmasına ve bir takım entelektüellerin de “aa zaten faşizmden alınmaymış” diyerek bu sürece kafa sallamalarına da seyirci kalmamak gerekiyor. Peki Türköne esas olarak neye itiraz ediyor? Görüldüğü kadarıyla Türköne’nin temel argümanı gençlik ve spor bayramında “stadyumlarda gençlerin sportif bir anlamı hiç olmayan çok basit hareketleri uyumlu ve disiplinli bir şekilde yapması”. Gerçeğe tercüme edersek stadyumlarda gençlerin yaptıkları senkronizekoordineli jimnastik hareketlerine itiraz ediyor Türköne. Ve uzun uzun şöyle anlatıyor jimnastik hareketleri ve faşizm ilişkisini: “Stadyumlarda gençlerin sportif bir anlamı hiç olmayan çok basit hareketleri uyumlu ve disiplinli bir şekilde yapması, faşist kitle ritüelleri
kalıbına uygun olarak kendi varlığından vazgeçmesini simgeler. Elini kaldırıyor ve bunu stadyumu dolduran herkesle birlikte uyum içinde yapıyor. İndiriyor ve yine aynı uyum. Yerinde dönüyor, herkes aynı anda dönüyor. Bu hareketlerin sporla alakası yok. O artık bir birey değil, bütünün emir ve komutla hareket eden küçük bir parçasıdır. Varlığı, o bütüne armağan edilmiştir. Bir şefin tek komutuyla hareket etmeye hazır, iradesiz ve seçme hakkı olmayan biri haline gelmiştir. Faşizmin ne olduğunu, hangi umdelere dayandığını merak edenler, bizim stadyumlardaki 19 Mayıs gösterilerine bakarak, bu ideolojinin somut olarak neye tekabül ettiğini kavrayabilir. Faşizm, gördüğümüz o kitlesel ritüeldir.” Bu çok basit mantık yürütme aslında bir totolojiyi birkaç doğru bilgi ile soslayıp insanların önüne sürmekten ibaret. Şimdi durup bir düşünelim: İsmet İnönü ve dönemin pek çok devlet adamının 1930’lar boyunca Mussolini İtalyası’ndan, Hitler Almanyası’ndan, faşizm uygulamalarından esinlendikleri, yasalar da dahil pek çok uygulamada bunlardan örnek aldıkları herkesin bildiği bir gerçek. 19. ve 20. Yüzyıl milliyetçi hareketlerinin paramiliter organizasyonlarının oluşturulmasında sportif faaliyetleri kullandıkları, beden eğitiminin milliyetçilik çağında milleti koruyacak “gürbüz evlatlar” yetiştirmenin bir aracı olarak
görüldüğü, bunun örneklerine de İtalyan ve Alman faşizminde sıkça rastlandığı da bir gerçek. Aynı zamanda Mussolini ve Hitler’in faşizmin kitle gücünü göstermek için heybetli gösteriler sergilemekten hoşlandıkları da. Peki tüm bunlardan yola çıkarak bugün stadyumlarda jimnastik hareketleriyle oluşturulmuş gençlik gösterilerinin, Türkiye’de “erken cumhuriyet dönemi faşizminin” bir devamı olduğu sonucu nasıl çıkartılır? Gençlerin jimnastik hareketleri ile hazırlanan stadyum gösterileri yalnızca faşizme mi özgüdür? Peki bu düz mantık silsilesi içerisinde, 20. Yüzyılın başından beri olimpiyatların açılış törenlerinde sergilenen büyük senkronize jimnastik gösterilerini Türköne’nin deyimi ile “sportif bir anlamı hiç olmayan çok basit hareketlerin uyumlu ve disiplinli bir şekilde yapılması”nı nereye koyacağız, ya da bu tür gösterilerin neredeyse tüm ülkelerin, kurtuluş günleri gibi, ulusal ya da bayramlarında yapılıyor olmasını (Çin ve Kuzey Kore bunun çok ileri örneklerini sergiliyor ancak eminiz ki Türköne kısaca bunlara da faşizm demekten çekinmeyecektir). Diyelim ki İnönü ve arkadaşları gerçekten de 1938’de 19 Mayıs’ı Gençlik ve Spor Bayramı ilan ederken Mussolini İtalyası’nda gördükleri gençlerin jimnastik gösterilerinden esinlendiler. Peki bu bayram 1950’lerde Demokrat Parti döneminde, 1970’lerin milli-
yetçi ve mukaddesatçı cephe dönemlerinde, 1980’lerin Özal liberalizmi boyunca stadyumlarda gençlerin jimnastik hareketleri ile kutlanmıyor muydu? Bu iktidarların bu törenleri düzenlerken, halen Mussolini İtalyasından esinlenip esinlenmediklerine de Türköne’nin (mümkünse) açıkyüreklilikle yanıt vermesi gerekir. Son olarak bizim bildiğimiz başka bazı basit gerçekleri ekleyerek bitirelim. Aslında, Cumhuriyet’in bunu hayata geçirip geçiremediğinden bağımsız olarak, söz konusu olan bir ülkenin kuruluş bayramının kitlesel eylem ya da gösterilerle kutlanmasıdır. Bu geleneğin temelinde de İtalyan faşizmi değil Fransız devrimi yatmaktadır ve bu kitlesel törenlerde esas olan kuruluş ya da bazı ülke örneklerinde devrim coşkusunu canlı tutabilmek ve halkın en geniş katılımını sağlayabilmektir. Diyelim ki hükümetin ve Türköne’nin samimi kaygısı 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramını “gerektiği gibi” kutlamak. Bu durumda faşizm uygulamasını kaldıralım derken bayramı Ankara ve okullardaki katılım öngörmeyen resmi törenlere hapsetmek Fransız devriminin de gerisine düşmek değil mi? Doğru ya Fransız Devrimi de aslında totaliterizmin bir başka tezahürü, bu konuda bilgilenmek isteyenler de Türköne’nin bir sonraki yazısını bekleyecek artık. Neslişah BAŞARAN
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
SİYASET 7
Siyasette ne yapacağını bilememek!.. CHP’nin muhalefeti, AKP’nin iktidarının önemli beslenme kanallarından biri haline geldi. Hükümetin her hamlesi, anamuhalefet partisinin o hamleye karşı geliştirdiği ama ne hikmetse o hamleyi güçlendiren girişimlerini de hesaba katarak tasarlanıyor artık. Siyaset yapılacaksa eğer, dünyanın ve ülkenin içinde yaşadığı süreci, toplumun durumunu, gidişatının nereye doğru olduğunu öngörmek ve kimi çıkarsamalarda bulunmak gerekir. Bu öngörü ve çıkarsamaları yapacak olan siyasi özne, temsiliyetini savunduğu sınıfın çıkarları doğrultusunda konum (görevler) tanımlar ve ona göre davranır. Siyaset alanında, fizik yasaları da devrededir! Siyasi öznelerin toplumsal bağları ile siyaset alanındaki konumları arasında belirleyici bir ilişki olmakla birlikte, günümüz Türkiyesi’nde düzen partilerinin konumu, her zamankinden daha fazla dikkat çekicidir. 2000 -2010 arası da düzen siyaseti açısından önemli veriler sunmakla birlikte, Ekim (2011) ayında yayımlanan TKP MK Raporu’ndaki şu saptama, gelinen durumu özetliyor: “Türkiye’de ‘iç siyasetin’ giderek tek kutuplu hale geldiği ve tükenmeye yüz tuttuğu görülmektedir. Başka bir deyişle, bugün hâlâ istenen etkinin çok uzağında olan sınıf hareketi ve genel anlamda toplumsal muhalefet bir yana, AKP dışındaki düzen partileri büsbütün etkisizleşmiş, AKP’nin şu veya bu alandaki çıkışlarını izleyip bunlara laf yetiştirmeye çalışan izleme odaklarına dönüşmüştür.” Bu saptama, CHP’nin “muhalefeti” ve Kılıçdaroğlu’nun neyi nasıl söylediği ya da söyleyemediği konusunda bir referanstır. *** AKP, her türlü meşruluğu bir kenara bırakarak, 2.Cumhuriyet’i kurup, toplumu her alanda büyük bir dönüşüme zorlarken, CHP’nin 12 Eylül referandumundan bu
yana sergilediği sözüm ona “muhalefet”, dikkatle izlenmelidir. Yapılan muhalefet değil işbirlikçiliktir; onaylamadır. Hatırlarsanız, referandum sonrası, “%42’de somutlanan toplumsal hoşnutsuzluğun gerçek bir muhalefet haline gelmesi” üzerine çok tartışılmıştı. Bu, doğru ve haklı bir tartışmaydı. Yanlış olan ve bugün artık açıkça görülen, bu muhalefetin CHP’ye yakıştırılmasıydı! Peki, seçim öncesi CHP’deki manzara neydi? “Elit ve bürokratik anlayış”a sahip olmayan yeni(!) partililer ile sonradan çoğunlukla tasfiye edilen “solcu”nun bir arada olduğu CHP’nin, AKP karşısında nasıl muhalefet yapacağı belli değil miydi? Siyasal ve ideolojik olarak bir tutarlılığı gösterebiliyor muydu? Kılıçdaroğlu, kurultayda “68 ruhunun taşıyıcısı olduğunu ve yeniden sosyal devlete dönüleceğini” söylerken, “yeni” CHP’liler “muhterem hocaefendi”den, tarikatlardan söz ediyor, Amerika’ya “kabul” ziyaretleri yapılıyordu. CHP, %42’de somutlanan toplumsal hoşnutsuzluğun toplumsal bir muhalefete dönüşmesini engelleyen önemli bir odak olmuştur. “CHP, toplumsal bir muhalefeti oluşturamaz mıydı” sorusuna verilecek yanıt, Türkiye kapitalizminin emperyalist merkezlerle olan ilişkisi ve eklemlenme düzeyidir. Birinci Cumhuriyet’in kurucu ögelerinin bu düzende yeniden tesisi, mümkün değildir. Mirasyedi CHP’nin, isteyecek olsa dahi, tarihi referanslarının kırıntısına bile sahip olamayacağı nesnel bir gerçekliktir. Tarih yoksa, siyasi ve ideolojik bir bütünlük yoksa, CHP, muhalefet olmaktan öte, İkinci Cumhuriyet’in ancak ve ancak
payandası olabilir, olmuştur da. Egemen Bağış’ın “Allah sayın Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi ana muhalefet partisi olarak bu ülkenin başından eksik etmesin. Biz ondan memnunuz o devam etsin” sözleri böyle anlaşılmalıdır. Yıllar önce, SHP için bir karikatürde “ne sosyal, ne demokrat, ne halkçı ne de parti” denilmişti. Günümüz CHP’si için de şu söylenebilir: “Ne cumhuriyetçi, ne halkçı ne de parti.” *** Düzen siyaseti açısından, CHP’ye bakarak “ana muhalefet partisi” tanımının geçersiz olduğu ve hatta AKP iktidarında muhalefete bile gerek kalmadığı söylenebilir. AKP’nin “muhalif” kimliği, iktidarına mündemiç olup, Birinci Cumhuriyet’e yönelik saldırılarında veya İkinci Cumhuriyet’in kuruluş dönemini siyasi ve ideolojik olarak konsolide etmek amacıyla kullanılmaktadır. AKP, böyle yol aldıkça, daha da devlet olmaktadır! CHP’nin muhalifliği ise, biçare, “uyumlu” ve “tamamlayan” olmak zorundadır. Egemen Bağış’ın dediği gibi, AKP, ihtiyacı hissettiği sürece, bu “muhalif” kimlikten memnun olacaktır. Kılıçdaroğlu’nun kimi durumlar için “işine geldiğinde iktidar, gelmediğinde muhalefet gibi davranmaya melez ya da hibrid iktidar denir” diyerek tepki göstermesi, siyaseten cehaletini göstermektedir. AKP’ye “hibrid” demek için, gerçeklik algısının yitimi gerekir. Kılıçdaroğlu, bu kadar cahil değil ve bir algı yitimine uğradığını da düşünmemek gerekiyor. Ancak, AKP’nin dizayn ettiği siyaset alanında fizik yasasının çalışmasından epeyce etkileniyor! Kendisi ve kimyası bozuk par-
tisi, hâlâ “Godot’yu bekliyor”! Ama nafile! CHP’nin AKP’den fazlası ne? ABD’ye her gittiklerinde “oturun oturduğunuz yerde ama uslu uslu” nasihatini alıp geliyorlar. Soranlara da “anlaşıldıkları”nı söylüyorlar. Kılıçdaroğlu’nun en büyük sorunu, Erdoğan’ın siyasetiyle bütünleşen tarzını iç siyasette kullanmak! Komik oluyor! Biri kurucu, diğeri tamamlayıcı! Erdoğan, “fezlekeden kahraman çıkmaz” diye onu umursamazken, Kılıçdaroğlu “fezlekemle ilgili hiçbir af talebim söz konusu değil. Bağımsız mahkemelerde yargılanmak ve aklanmak istiyorum” diyerek güya “one minute” mi demiş oluyor? Aklı başında duyarlı bir insan, bu ülkede artık yargının kalmadığını biliyor ve toplumda İlker Başbuğ’u bile içeri aldılar” algısı oluşuyorken, Kılıçdaroğlu’nun tamamen AKP’nin kontrolünde olan mekanizmalara güvenini ilan etmesi ve yargılanmak istemesi, kelimenin tam anlamıyla AKP işbirlikçiliğidir, İkinci Cumhuriyet’in meşruluk inşasına katkıda bulunmaktır. *** Kılıçdaroğlu’nun kamuoyunda pek tartışılmayan bir yönü de, AKP’nin “devletleşmesi” sürecine katkılarıdır. AKP, bir koalisyon iktidarı olmakla birlikte, koalisyonun ortakları, devlet olmanın olanakları çerçevesinde karşılıklı konum almak zorunda kalabiliyorlar. Kolay değil, bir devletin yeniden kurulması!.. Türkiye’de kimileri, bu çekişmeden “fırsat” çıkabileceğini düşünüyor. İfrata kaçmadan şunu söylemek gerekiyor: Bu dönemde, Erdoğan ile Gül, cemaat ve diğerleri arasında kim mekik dokur ya da çelişki
ararsa, ters köşeye yatma olasılığı çok yüksektir. Yaşananlar, devletleşirken koalisyon ortaklarının konum ve kırmızı çizgilerinin yeniden belirlenmesidir. Çıkacak çelişkiyi lehine çevirecek güç, ne olmayan zinde güçler ne de CHP’dir. Koalisyonu kuran, geleceği belirler, ortaklar bunu bilir. Kılıçdaroğlu, böyle giderse, iyi polis ile kötü polisin arasında kalabileceği gibi, kendisine servis edilen belgeler yüzünden rezil olma olasılığı da çok yüksektir. Kayseri ve Beşir Atalay gündemlerinden ders çıkarır mı bilinmez. Kılıçdaroğlu’nun “özenli” davrandığı başlıklardan biri, emperyalizmin bölgesel planlarına kökten bir itirazının olmaması. Arap Baharı, Suriye ve İran başlıklarında CHP’nin ikircikli bir konumunun olması, “eski”sinin defolarından sonra, “yeni” CHP’nin varlık nedenidir. Emperyalizmin kararlı olduğu başlıklarda, Libya örneğindeki gibi, histerik bir şekilde destek verilirken, “bekleme” pozisyonunda üzerine çalışmaların devam ettiği Suriye gibi başlıklarda ise, zikzaklı bir yolda gidilmektedir. Emperyalizmin bölgesel planlarına “dokunmayan” bir duyarlılık, bölge halklarına ihanettir. CHP, dış dinamiklerde koşulsuz bir “kabul”ün, zamanı geldiğinde tercih nedeni olabileceğini düşünebilir. Ancak, iç siyaset alanındaki güçsüzlükleri, ellerini kollarını bağlamaktadır. Bu, bilinen bir çaresizliktir. “Olası kurultayda ne olur” diye sorulursa eğer, yaşanacak olanlar güzel bir fıkradan ibaret olur. Erdoğan, anlatmasını çok iyi bilir. Mehmet YAVUZKAN
8 DÜNYA 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Hürmüz Boğazı ısınırken, gerçek hedef İran mı?
Şii-Sünni çatışması için kollar sıvandı İran’ı provoke etme senaryosu 2006’dan beri süregeliyor ve ne zaman İran’a karşı emperyalist bir saldırı beklentileri artsa, ana hedeften başka diyarlara yöneltilmiş silahlarla yüz yüze kalıyoruz.
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST Son iki yıldır ABD bölgede sistematik bir hazırlık yürütüyor. Gürcistan’da askeri hastaneler inşa ediyor. Suudi Arabistan’a tarihin en büyük silah satışını gerçekleştiriyor. Irak’tan çıkıyor ama Kuveyt’e binlerce askerini yerleştiriyor. İsrail’le askeri komuta zincirini ortaklaştırıyor ve ortak tatbikatlar yürütüyor. Savunma harcamalarını fazlasıyla artırarak Rusya ve Çin gibi ülkeleri bu yarıştan çekilmeye zorluyor. İranlı bilim adamlarına suikastler düzenliyor. İran’dan dünyaya yapılan petrol ihracatını durdurmak için türlü yöntemler geliştiriyor. Avrupa Birliği de bu trene biniyor. Şimdilik Çin ve Rusya hariç. Tüm bu çevreleme politikası karşısında İran hem nükleer program hakkında müzakereler yürütmek üzere Ankara’ya diplomatlarını görevlendiriyor, hem de dünya petrol ticaretinin ana limanlarından ve güzergahlarından birisi olan Hürmüz Boğazı’nı bir saldırı durumunda geçişe kapama planları yaptığını beyan ediyor. Bu arada İran’ı tahrik etmek isteyen ABD uçak gemilerini Hürmüz Boğazı’ndan salına salına geçirmeye devam ediyor. Ancak ABD, İran’ın kolay kolay provoke olmayacak bir rakip olduğunu pekala biliyor. Kaldı ki fazlasıyla İran egemenliğinde olan Hürmüz Boğazı’ndan kolay kolay çıkamayacağını da... ABD, bu salvolarla esasen küresel iktisadi-siyasi kriz canavarını oyalıyor. Bu sistemin ideologlarına, spekülatörlerine ve elbette açgözlü yatırımcılarına düşünmek ve yeni planlar yapmak için zaman kazandırıyor. Elbette, tüm bu tablo karşısın-
da savaş çanları çalmadığını söylemek maddenin kanunlarına aykırı olacak. Ancak öte yandan da Hürmüz’de başka bir örneğini gördüğümüz bu İran’ı provoke etme senaryosu 2006’dan beri süregeliyor ve ne zaman İran’a karşı emperyalist bir saldırı beklentileri artsa, ana hedeften başka diyarlara yöneltilmiş silahlarla yüz yüze kalıyoruz. Bunun en çarpıcı örneğini İsrail’in 2006’da Lübnan’a karşı yürüttüğü savaş oluşturuyor. Hatta Pakistan’a karşı düzenlenen saldırılarda da benzeri bir süreç işlemiş, medyadaki savaş lordları tarafından İran beklenirken (ya da böyle bir beklenti yaratılırken) Pakistan vurulmuştu. Peki hal böyleyse, güncel koşullar göz önüne alındığında akıllara böylesi bir yeni hedef olarak Suriye mi gelmeli? ABD, İran’ın esas gücünü, bölgedeki Şii kökenli burjuva ve yönetici elitlerle yeraltından kurduğu ilişkilerden aldığını biliyor... Esad’ın yalnızlaştırılması girişimi sonucunda tahmin edileceğinin aksine İran’ın bölgesel nüfuzunun aslında çok daha fazla arttığı (zira Esad rejimi kolay kolay yıkılmamış ve AKP Türkiyesi bu ülkedeki ideolojik el üstünlüğünü yitirmiştir) ve üstelik ABD’si eksiktilmiş bir Irak’ın da İran etkisine çok daha açık hale geldiği düşünülürse, meselenin Suriye sınırlarının da ötesinde yattığı görülebilir. Bu koşullarda bölgede gerçekleşebilecek bir bölgesel savaşta, ABD bölgedeki asker yığınağından tıpkı Yugoslavya’da olduğu gibi faydalanacaktır. Arap Yarımadası’ndaki “Arap Baharlarının” emperyalistler tarafından ertelenmesi de boşuna değildir. Olası bir bölgesel
savaş ihtimaline karşın taraflar güçlendirilmektedirler. Sözün özü, Hürmüz Boğazı’ndan bir şii-sünni savaşı çıkabilir. Şii-Sünni savaşına doğru Yakın dönemde askeri açıdan pek bir donanmış olan Suudi Arabistan, nufüz alanı genişleyen İran’ı bölgesel güvenliği tehdit etmekle suçluyor ve “gereken hallerde” bu süreci durdurmak için tüm olasılıkları gündeme getireceğini söylüyor. Hatta bu dönemde İsrail’in İran’ın aslında bir nükleer silah programı uygulamadığını bildiğini beyan etmesine de şaşırmamak gerekiyor zira öyle gözküyor ki olası bir savaşta İsrail doğrudan yer almayacaktır. Arap Birliği’nin de Suriye’de bir savaş çıkarma konusunda ısrarcı olduğunu düşünürsek, Libya savaşı esnasında karada savaşmak üzere 1600 askerini gönderen Katar’ın yine savaş gönüllüsü olacağı pek aşikar gözüküyor. Nitekim, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından, Irak’ın Şiilerin denetimine iyiden iyiye gireceği ve Ortadoğu’da ikinci bir Şii devletinin kurulması gibi bir “risk”in doğacağı savaş lordları tarafından dillendirilmekte ve bölgeki Arap devletleri aktif politika izlemeye davet edilmektedirler. Örneğin AKP’nin Kürt Meselesini diğer şeylerin yanı sıra bir de “din” üzerinde yeniden tanımlama çabaları, bölgesel ölçekte desteklenmekte çünkü böylesi bir durumun olası bir Şii-Sünni gerginliği ya da çatışmasında Sünnilerin elini güçlendireceği tahmin edilmektedir. Öte taraftan, ABD’nin Irak’tan askeri olarak çekilmesinin böl-
ge ülkeleri üzerinde daha fazla “iş yükü” yaratacağı reddedilemez. Örneğin, pek muhtemel ki Türkiye bir yandan bölge genelinde Sünni direnişçiliğini temsil eden “El-kaide” üyelerine karşı kendi topraklarında polis operasyonlarını sürdürmeye devam ederken, Libya’da El-Kaide’nin polis güçlerini eğitecektir. Diğer bir deyişle, direnişçi Sünnileri sisteme entegre etme ya da masetme planları yürürken bir yandan da bölgesel yeniden şekillendirme planlarına ayak direyen Şiilere (Suriye örneğinde olduğu gibi) karşı mücadele örgütlenecektir. Diğer bir deyişle, yaklaşık 11 Eylül’den beridir “radikal” Sünnilere karşı açılan bir savaşla dönüştürülmeye çalışılan Afganistan ve Pakistan’ı da içeren geniş Ortadoğu Coğrafyası, şimdi bir de Şiilerin yabancılaştırılması üzerinden şekillendirilmeye çalışılacaktır. Yeni düşman retoriği “radikal İslam” değil, “Şii uyanışı” olacak gibi gözüküyor... Suriye’deki Sünni muhalefet desteklenirken, devlet kademelerinin Sünnilerden oluştuğu Bahreyn’deki Şii muhalefeti bastırmak amacıyla ABD ve İngiltere’nin polis şeflerini bu ülkeye yollaması bu durumun açık bir göstergesi olsa gerek. Yine Ocak ayı başında Bağdat’da 72 kişinin öldüğü bir patlamanın ardından, Şii kökenli Irak Başbakanı Maliki, Sünni Arap kökenli Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’yi patlamayı düzenlemekle suçlanmıştır. Haşimi hakkında Irak’ta Maliki’ye suikast planlama iddiası ile tutuklama emri çıkartılmıştır. Ankara ise Haşimi’ye verdiği desteği gizlememektedir.
DÜNYA 9
Sermaye ne istiyor? Hürmüz’de zaman kazanan emperyalizm, şii-sünni gerilimini de canlı tutuyor çünkü ancak böyle bir savaş şimdilik emperyalizm için kazançlı gözküyor. Tek bir asker postalı koymadan, ekmek arası bombaların esasen Ortadoğu’nun ezilenlerini dövdüğü bir savaş... Öte yandan, sermayenin henüz krizin nereye nasıl evrileceğini kestiremediği bu günlerde düşünüleceğinin aksine topyekün bir sıcak savaşı talep ettiğini söylemek zor. Nitekim, önemli sermaye örgüterinden birisi olan Dünya Ekonomik Forumu bu yeni döneme “Büyük Dönüşüm” adını veriyor. Bu dönüşümü de süregiden “nitelikli” emperyalist tahakküm biçimlerine yenilerinin eklenmesi (reel politika ve ideoloji alanlarının dışında üçüncü bir iktidar alanının yaratılması) şeklinde tanımlıyor. Yeni tahakküm biçimleri ya da modellerinin bulunması için sermayenin uluslararası aktörlere 2012’nin ortalarına kadar bir süre tanıdığını düşünebiliriz çünkü Avrupa Birliği, İran’a uygulanacak ambargonun (bu ülkeden yapılan petrol ihracını durdurma) ancak 1 Temmuz 2012’den itibaren uygulamaya başlayacağını açıkladı. Açık ki ambargonun bölgede bir karşılığı olabilmesi için bu döneme kadar sermayenin, İran ve/veya Şii kökenli birçok burjuvayı Rusya- Çin yörüngesinden ABD-AB yörüngesine geçirmesi gerekecek... Tekelci sermaye, işimi yaparım ama ödülümü de isterim diyor: Daha etkin bir üst-yapı! Hürmüz’den sermaye diktatörlüğü çıkıyor... Funda HULAGÜ
Ortadoğu’da ülkeler arasındaki bir savaşın ya da belli bir ülke içinde iç savaş formunu alacak bir silahlı gerginliğin ötesinde tüm bölgeyi içine alacak bir “iç savaşın” koşulları olgunlaşıyor. Tam da piyasa tanrısının istediği şekilde sonuçlar üretmek üzere...
10 POLEMİK 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Hrant’ın katli
ve liberal fırsatçılık Dink cinayeti ikinci cumhuriyetin genetik kodları hakkında olduğu kadar, liberallerin neleri araçsallaştırabildiği hakkında da fikir veriyor.
2012 yılından bakıldığında Hrant Dink cinayetinin önemli bir kavşakta durduğunu görmemek mümkün değil. Cinayetin hedef aldığı kişinin, Hrant Dink’in bir önemi var ama cinayetin durduğu kavşakta failler ya da faillerin arkasındakiler açısından şimdilik tarihsel önemde olan faktör bu değil: Hrant Dink’ten kurtuldular, onu öldürdüler. Hrant Dink’i öldürmenin devlet açısından özel olarak 2. Cumhuriyet açısından anlamının ne olduğu sanırım zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Sonuçta böylesi kavşaklarda ittifaklar kurulur, bir kısmı kalıcıdır, bir kısmı geçicidir, bir kısmı ise ittifakın merkezinde duran için kısa sürede ağır bir yük haline gelecek kadar geçicidir. Ermeni sorununun AKP’nin yeni rejim kavgası içindeki yeri bu niteliktedir. Hrant Dink’in kendisinin AKP’nin bu alandaki açılımcılığına fazlasıyla güvendiği biliniyor. Öte yandan Hrant Dink birileri açısından belli ki açılımın karın ağrısı olarak görünüyordu. Sonuçta Hrant Dink sadece keskin “ulusalcıların” değil, evrilme sancıları yaşayan devletin, onun çekirdeğinde kendi yerini kapmış cemaatin de düşmanlığını kazanmıştı.
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST Cemaat ava çıkarsa kaç kuş vurur bir taşla? Dink cinayetinde cemaat açısından (daha doğrusu cemaatin polis aparatı açısından) Ergenekon’un başlangıç düdüğünü “tezgahlamak” kadar önemli bir yer tutuyor muydu, Dink’ten kurtulmak? Bunu belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Şimdilik taşın vurduğu asıl kuşa bakmakta yarar var: Dink cinayeti AKP’nin devlet içindeki odaklarla verdiği mücadeleyi belirli bir toplumsal zemine taşımanın, adlı adınca Ergenekon kampanyasını başlatmanın uygun zemini oldu. Yer yer ulusalcı sol diye bilinen kesimlerle yanyana gelmekten gocunmayan Kerinçsiz tipi kimi faşistlerin Dink’e dönük kamuya mal olmuş düşmanlıkları uygun bir zemin oluşturuyordu: Dink cinayeti AKP’nin kendisine ve iktidarına yönelen devlet içi dirençlerle hesaplaşmasını “toplumsallaştırması” için uygun bir fırsat sundu. Merdan Yanardağ’ın deyişiyle, polis cinayete “yol verdi”* ve demokrasimizin üzerindeki darbeci-ulusalcı tehdit efsanesi güçlü bir start almış oldu. Guguklu saat Dink cinayeti davası ile ilgili pek çok veri ortaya dökülmüş durumda. Hatta fazlası, yeri geldikçe veri karartmaya dönük veriler de ortaya dökülüyor. Elbette dava sürecinde sahne alıp sonra unutulup gidenler de var. Sonuçta şunu söylerken “komplo teorisyeni” konumuna düşmememiz artık neredeyse bütünüyle garanti edilmiş durumda: Alperenlerden devşirilmiş bir küçük çete cinayetin tetikçisi konumundayken, tetik çekilmeden önce geniş bir devletli kesim bundan haberdardı. Garip olan da bu konudaki tartışma: Dink cinayetini, AKP’ye yüklenmenin bir gerekçesi olarak mı görmek lazım, yoksa Ergenekon dosyasının potansiyel etkisi en yüksek unsuru olarak mı? Polis mi tetik çekilmesine yol verdi, jandarma mı? Oysa burada da sonuca bakmak lazım; Dink cinayeti ve bu cinayetin yarat-
tığı toplumsal tepki ve bu tepkinin topluma yeniden taşınma şekilleri AKP’ye büyük bir güç sağladı. Dink cinayeti, Türkiye’de demokratikleşmenin değil ama AKP faşizminin sıçrama tahtası oldu. Sessiz protesto? Hrant Dink’in kendisinin ana hatlarıyla AKP’nin öncü güç olduğu bir demokratikleşme süreci modeline ikna olduğu bilinmeyen bir şey değil. Avrupa Birliği ile ilişkilerden başlayan ama ondan ibaret olmayan bir liberal tarih ve güncellik okuması Dink’in içinde yer aldığı özgürlükçü/liberal aydın çevresinin ortak verisiydi. Öte yandan Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından oluşan demokratik cephe kritik momentlerdeki tavırlarıyla cinayetin karartılmasına ve aynı anlama gelmek üzere AKP tarafından işlevlendirilmesine hizmet etmiş oldu. Uzun bir süre cinayetin ve kurgusal Ergenekon bağlantısının tartışılmasına izin vermeyen Hrant’ın entelektüel mirasçıları cinayetten 5 yıl sonra yüzkarası bir yargı kararı ortaya çıktığında bu tavırlarını da sürdüremez noktaya gelmişlerdi. Karartma operasyonuna en büyük katkı ise “sessizlik dayatması” ile yapıldı. Apaçık olan bir gerçek vardı: Dink öldürülmüştü, Ermeni olduğu için öldürülmüştü, milliyetçi motifler cinayetin arka planını oluşturuyordu. Öyleyse onbinlerin sessiz yürüyüşü en uygun protesto idi. Sloganlara gerek yok, bayraklara gerek yok, örgütlere hiç gerek yok. Her şey apaçık nasılsa... Oysa bu sessizlik dayatması, son on yılın en apaçık gerçeğinin karartılmasına yardımcı oldu. Sessizliğin bir eylem ve protesto biçimi olamayacağını kimse söyleyemez. Onbinlerin sessiz yürüyüşünün ne kadar güçlü bir tepki olabileceği açık. Öte yandan bu güçlü tepkinin doğrultusunu belirlemek gibi kritik bir noktada pusula şaştığında ortaya büyük bir sorun çıkıyor. Konuşması gerekenler sükut istiyor Hrant’ın cenazesi ayrı bir başlık. Ancak 5 yıl sonra
yapılan gösteride hâlâ “sessizlik” talep edilebildiğini görmek üzücü. Oysa artık “apaçık” görünenleri kurcalamanın, yani biraz konuşmanın tam zamanı. Cinayetin arkasında AKP’nin bir süredir “kararlılıkla üzerine gittiği” söylenen Ergenekon varsa, niye mahkeme devletin elindeki bilgilere ulaşamıyor. Niye olaydaki sorumluluğu ortada olan devlet yetkililerine ulaşılamıyor. Bu konumdaki şaibeli kişiler hakkında soruşturma açılması için niye 3 yıl, 4 yıl beklenmesi gerekiyor? Niye bazı telefon kayıtları kayıp? Niye yazıldığı söylenen raporlar olması gereken yerlerde çıkmıyor? AKP hamle yapabilir Bu sorular sorulmadığı, serinkanlılıkla cevap verilmediği, hatta aslında zaten ortada olan cevaplar birilerinin suratına fırlatılmadığı sürece yeni karartma operasyonlarının ard arda gelmesi kaçınılmaz. Hatta buna eşlik edecek kimi ırkçı saldırıların akılsız bir cüret kazanması da. Tayyip Erdoğan’ın bu sefer “yargıtaydan müjdeli haber” kehanetleri ile çıkması da buna işaret ediyor. Belki de daha inandırıcı kurgular için kazanılan zaman yeri karartma ve saptırma operasyonlarıyla akıp gidiyor. Türkiye Komünist Partisi, Hrant Dink’le bütünüyle aynı davayı paylaştığı için değil ama birincisi, Hrant’ı sosyalizmin evrensel birikiminin çocuklarından birisi olarak gördüğü için ve ikincisi, sermaye devletinin kanla yapılan siyaset geleneğine karşı mücadele etmek gerektiği için Hrant’ın ölüm yıldönümünde yürüyor, davanın takipçisi oluyor. Bunu garipseyenler, yer yer saldıranlar ise Hrant’la paylaştıkları bir davayı sakındıkları için değil, AKP’ye payandalık etmenin getirdiği alışkanlıklar yüzünden böyle yapıyorlar. Mehmet KUZULUGİL
POLEMİK 11
Cenaze’de TKP yok Muydu? Hrant Dink öldürüldüğü gün TKP 7. Kongre sürecinin son günlerindeydi. 21 Ocak günü yapılan oturumda Dink’in öldürülmesinin düzenin karanlık güçlerinden sorulacak hesabı büyüttüğü ve bu cinayetin sessizlikle karşılanmayacağı duyuruldu. TKP, cenaze törenini büyük bir gösteri olarak düzenleyen grupla temas ettiğinde ilginç bir tepki gördü: Her türlü slogan, pankart, döviz, flama yasaklanmıştı! Yürüyüşte slogan atan, pankart açan kısaca söz söyleyen grup tepki görecekti. Ufuk Uras’ın başkanlığını yaptığı ÖDP’nin yöneticileri bu konuda oldukça netti: Sözünü söylemeye kalkan ortaya çıkacak tatsızlığın sorumlusu olur. (Ve tabii susturulur.) Büyük yürüyüşün sadece bir “yasaklama” konusu edilmesi değildi elbette burada sözkonusu olan. ABD Büyükelçisi’nin en öne alındığı yürüyüşe bir form verilecekti ve bu formun deforme edilmesine engel olmakta kararlıydılar. TKP cenazeye/yürüyüşe bu koşullarda katılmayacağını duyurdu. Politik tavrının bir provokasyon konusu yapılmasına izin vermeyecek ama senaryonun da bir parçası olmayacaktı. Bu tavrı Hrant Dink’e ve yapılan cenazeye dönük bir tavır olarak yansıtanların yaratmak istediği karmaşayı bir kenara koyalım. Bugün “sessizlik dayatması”nın adım adım ülkeyi getirdiği yer ortadadır.
Peri Masalı Perihan Mağden keskin kalemiyle cinayeti karartanlara kafa tuttu. Aslında Mağden’in sivri dilli, patırtıcı kalemi bile bu saçmalığa gelemedi. Mağden’e göre medyada Hrant Dink cinayeti hakkında yazanlar Ergenekon bağlantısını karartmak için bazı gerçekleri görmezden gelip, bazı olguları abartıyordu. Erhan Tuncel önce jandarmaya sonra polise çalışmış, polis tarafından bu anlaşıldığında polisle bağlantısı kesilmişti. Onun JİTEM bağını görmezden gelenler (Jandarma, yani asker, yani ergenekon) onu bir polis ajanı olarak yansıtıyordu. (Polis, yani hükümet, yani sivil irade, yani sandık, yani demokrasi, yani temiz eller, yani ittihatçılığın son kalıntılarının temizlenmesi, biber gazı, yok pardon, ara gazı...) Mağden’in peri masalı böyleydi. Oysa Erhan Tuncel’in ilk ifadelerinden başlayarak ortaya çıkmış bir şey vardı: Tuncel’in kimin adamı olduğundan bağımsız olarak Tuncel polis birimlerine rapor değil raporlar yazarak cinayet girişimini haber vermişti. Jandarma ve Polis’in ilgili birimlerinin çeşitli kaynaklardan hazırlıklar hakkında bilgilendirildiği gerçeği de ortadaydı. Yıllar içinde Tuncel’in polis bağlantısı (cinayet günü yaptığı telefon görüşmeleri, verdiğini söylediği raporlar vs.) karartılırken, bir türlü tam yerine oturtulamayan bir Ergenekon komplosu dizayn ediliyordu.* Taraf tarafının peri masallarına fazlasıyla teşne olduğu bir zamanda Perihan Mağden, inanmak istediği peri masalını yazıyordu.
* http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ merdan-yanardag/dinkin-katili-
* http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/dink-cinayetinde-
yeni-gladyo-dur-38309
gecikmeli-kanit-haberi-28111
12 EMEK 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
42. Genel Kurul sürecine giderken TMMOB 2011 senesi ile iç işleyişini, faaliyet alanlarını ve eylem planlarını belirli bir olgunluğa eriştirmiş olan TMMP Meclisi, önümüzdeki dönem çalışmalarında TMMOB’ yi yorumlamaya ve bu alanda görev almaya özel önem vermekte, kurumun içinde bulunduğu süreci yakından takip etmektedir. TMMP Meclisi 2012 yılı planlarında “ulaşım, deprem, kentsel dönüşüm, enerji, iş sağlığı ve işçi güvenliği, su, tarım ve hayvancılık” v.d başlıklarda çalışma komisyonları oluşturmuş ve kuruluş ilkeleri doğrultusunda bu başlıklarda ilgili kurum ve kuruluşların da sürece katılmaya çalışılacağı bilimsel çalışma ve toplumsal mücadele gündemlerine odaklanmıştır. 2011 Ekim ayında başlayan ve 31 Mayıs-1-2 Haziran 2012 tarihinde gerçekleşecek TMMOB 42. Genel Kurul süreci ve bu sürece giden dönemdeki gelişmeler TMMP Meclisi tarafından bir bildirge ile kamuoyuna sunulmuştur.
AKP hükümeti tarafından, 12 Haziran seçimleri sonrasında 17 Ağustos 2011 tarihinde 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle (KHK) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu. Bakanlığın görev alanı, TMMOB’nin görev ve çalışma alanlarının bazılarını içermektedir. Bu süreci incelerken TMMOB’nin tarihsel köklerine ve bugün AKP’nin bu devir işlemi ile neyi amaç edindiğini bir arada değerlendirmek gerektiğini düşünmekteyiz. Bu doğrultuda 15 Aralık 2011 tarihinde Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Meclisi olarak TMMOB’yi bekleyen tehlikelere ve TMMOB’nin bu süreç içerisinde nasıl bir ilke belirlemesi gerektiğine değinen, “Üyelerin Örgütlü Gücüne Dayanan TMMOB Teslim Alınamaz” başlıklı bir bildirge yayınlanmıştı. Bildirgede içerisinde bulunduğumuz siyasi ortam tanımlanmış ve kurumlara yapılan saldırılarda TMMOB’nin de unutulmadığının altı çizilmiştir:
“Bugün AKP eliyle ülkemizde yeni bir rejim kuruluyor. II. Cumhuriyet adını verdiğimiz bu yeni rejimde gericilik, işbirlikçilik ve piyasacılık daha da derinleşmiş bulunuyor. II. Cumhuriyet, bugün, baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, hukuk dışı uygulamalar ve hak gasplarıyla yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Yeni rejimde; esnek üretim, özel istihdam büroları, kıdem tazminatının kaldırılması gibi emek düşmanı politikalar; 3. Köprü, Kanalistanbul, deprem fırsatçılığı ile kentsel dönüşüm, Atatürk Orman Çiftliği’ni tasfiye, HES’ler gibi bilimdışı, doğa ve toplum zararına uygulamalar; Osmanlıcılığa özenti, Amerikan emperyalizminin taşeronluğu ve komşularla savaş çığırtkanlığı var. II. Cumhuriyet demokrasiyi, özgürlükleri ve hakları ilerletmezken bütün kurumları kendi doğrultusunda dönüştürüyor, teslim almak için yargı dahil olmak üzere her tür aracı kullanıyor. Teslim aldığı kurumları piyasaya, emperyalizme ve gericiliğe kur-
ban ediyor. Üniversiteler, yargı, medya, spor dünyası derken uzunca süre yönetimlerini ele geçirmeye çalıştığı TMMOB’ye de daha şiddetli bir saldırıya hazırlanıyor.” 1954 yılında kurulan Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), “Mühendislik ve mimarlık mesleği mensuplarının, müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleriyle ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplinini ve ahlâkını korumak için gerekli gördüğü bütün teşebbüs ve faaliyetlerde bulunmak.“ gibi kimi ilkelerle yola çıkmıştı. Türkiye işçi sınıfının ve sosyalist hareketin, 1960’larda siyasal mücadelede artan ağırlığından etkilendi. İlerleyen yıllarda, (bugün AKP’nin TMMOB’ye saldırılarının ana nedenlerini oluşturan) 1973-
1 ARALIK 2011 SAYI 339
KOMÜNİST 80 döneminin kazandırdığı toplumcu, kamucu ruhu TMMOB’ye ve içerisinde yer aldığı demokratik platformlarla birlikte ülkenin gidişatına taşıdığı değerler doğrultusunda müdahale eden bir yapı kimliği kazandı. Bu dönemde TMMOB’nin mücadele hattını oluşturan ana ilkeler, ‘Mühendis ve mimarların sorunları ülke sorunlarından ayrı değildir.’ ve ‘Sadece kendi sorunlarıyla, demokratik sorunlarla ilgilenmek tek başına eksik kalır. Mesele düzen meselesidir, mesele sosyalizm meselesidir.’ ekseninde ele alınmış ve gerek meslek insanlarının çalışma koşullarına karşı mesleki dayanışma, gerekse toplumsal değerlerin korunması yolunda sınıfsal dayanışma ruhu yükseltilmiş ve TMMOB’nin bugün halen taşıdığı ana mücadele ruhu yaratılmıştır. 1980 darbesi sonrası adım adım, 2002 AKP iktidarı ile birlikte de son sürat tahakkümü artan serbest piyasa ekonomisi ve liberal politikalar devletin üst yapısal kurumlarından sendikalara ve meslek örgütlerine kadar yerleştirilirken, bu sürece ayak direyen kurumlar ise baskı altına alınarak benzer dönüşümler zorla kabul ettirilmeye çalışıldı. TMMOB, bu süreçte AKP’nin işini zora koşan demokratik örgütlerin başında geldi. Bugüne kadar tarihsel köklerini korumaya çalışan bir görüntü veren TMMOB’nin verili hali ile yeni rejimin emek ve emekçiye düşman politikalarına göğüs gerebilmesi neredeyse imkânsızdır. Bunun bir nedeni AKP’nin saldırı taktiği, bir diğer neden ise bize göre süreci değiştirebilme gücünü elinde tutan TMMOB’nin siyasal ve örgütsel dağınıklığıdır. AKP’nin saldırı taktiği bellidir: Yalan mekanizması ile halkın gözü önünde meşru olan değerleri gayri meşruluğa hapsetmek, bir diğer taraftan da adım adım halkın yaşam hakkını elinden alacak piyasacı uygulamaları yasal olarak hayata geçirmek. Sanayinin, sağlığın ve eğitimin özelleştirilmesi süreçleri, yargının ve cumhuriyetin tasfiye süreci bu saldırı taktiklerine örnek teşkil etmektedir. İkincisi ise biz TMMP Meclisi’ne göre TMMOB’nin siyasal ve örgütsel yapısındaki eksikliklerdir. Bu eksikliklerin oluşmasındaki ana nedenler odaların gündemleri ve üyeleri ile kurduğu örgütsel bağ incelenerek ele alınabilir. Rakamlarla TMMOB 23 Oda, bu odalara bağlı 197 şube ve 45 İl/İlçe Koordinasyon Kurulu’ndan oluşan TMMOB’nin 300 bini aşkın üyesi bulunmaktadır. Binlerce çalışanı olan TMMOB’nin giderlerinin yalnızca küçük bir bölümü üye aidatlarından karşılanmakta geriye kalan miktarın nerede ise tamamı mesleki faaliyetlerden elde edilen (denetleme, yetkilendirme, proje v.d) gelirlerden
karşılanmaktadır. Durumu küçük bir örnek ile açıklamak için ekteki tabloya göz atılabilir. Sadece Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şube’nin toplam gelir miktarı ve bu miktarın içindeki gelir yüzdeleri TMMOB’nin maddi olarak büyüklüğünü anlatmaya yetecektir. Kuruluş ilkeleri mesleğini bilimsel olarak geliştiren iç eğitimler organize etmek, meslek mensupları ile genel menfaatleri koruma amacıyla dayanışma ruhunu geliştirmek, ülke menfaatlerini korumak amacıyla örgütlü gücünden destek almak olan TMMOB bugün çok uluslu şirket cirolarına yaklaşan iş hacmi ile ticari bir işletme görüntüsü vermektedir. İşte yukarıda bahsettiğimiz tehlike, TMMOB’nin bugün maddi gücünün örgütüne dayanan bir meslek odası olmasından dolayı değil, bir şirket gibi çalışarak sağladığı belge ve hizmet bedellerinden edindiğidir. Ne yazık ki bir çok kurumunda hâkim olmaya başlayan “Ticari İşletme Mantığı”, odaların mesleki faaliyet alanlarının piyasalaşmasına ve TMMOB’nin iç örgütlülüğünü zayıflatan unsurlara neden olmaktadır. Ayrıca parasal kaynaklar, bazı odaların mali olarak çok güçlenmesinin önünü açmış ve örgüt içerisinde kabul edilemez bir hiyerarşi yaratmış, tartışma ortamının ve karar süreçlerinin zedelenmesine neden olmuştur. Bazı odalar, üye aidatları ile ayakta durmaya çalışırken, mali olarak güçlü odalar bu konuda herhangi bir dayanışma sergilememektedir. Mali olarak güçlü odalar, TMMOB içerisinde politikaları belirleme yetkisini de kendisinde görmektedir. Bu gelişmelerin yarattığı yapı, TMMOB’nin daha dinamik bir örgüt olmasının önünde engel oluşturmuş, geçmişten bugüne kadar getirmiş olduğu değerleri içten içe kemiren bir ortam yaratmıştır. TMMOB’de ortaya çıkan tüm bu dengesizlikler, mesleki, bilimsel ve etik değerleri merkeze koyan bir yapılanmayı zayıflatmış, Mimar, Mühendis ve Plancıların büyük bir kesimini oluşturan işsiz ve ücretli MMP’lerin temsilciliğini ve haklarını korumayı geri plana itmiş, “piyasalaşmanın” getirmiş olduğu olanaklarla “oda yöneticiliği” gibi yaşam biçimleri üremiştir. Tam da bu noktada ifade edilmelidir ki, AKP’nin saldırısına konu olan da “mesleki faaliyet alanlarının piyasalaşmasıdır”. Kurulan yeni Bakanlığın yetkilerinin genişletilmesi, TMMOB’nin bazı işlevlerini elinden almaya yönelecek, bu alanlar Bakanlığa bağlı mekanizmalara bağlanacak, siyasete ve piyasaya mahkûm kılınacaktır. Bununla beraber TMMOB’den alınıp Bakanlık bünyesinde yapılacak olan işler sermayeye yeni alanlar yaratacak, bu alanda istihdam edilecek personelin devlet üzerinden gelen taşeronlaştırma dalgasına eklemlenmesi
Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şube 2011 mali yılı Ocak-Aralık Gelir Bütçesi:
Üye Kayıt ve Ödentiler 561.121,74 TL %5.9
Belge ve Hizmet Gelir 8.596.602,06 TL %90.3
Toplam Gelir 9.516.982,19 TL
sağlanacaktır. Kısacası halkın yaşam hakkı sermayenin çıkarlarına devredilmiş olacaktır. Buna karşı koymak, parasal gelirlerin yarattığı hiyerarşiyi ve “ticari işletme mantığını” yok etmekle, örgüt içi dayanışmayı artırmakla mümkün olacaktır. Alınacak kararlara üye katılım kanallarının açık olduğu, üyelerin söz ve karar sahibi olduğu bir TMMOB, AKP’nin saldırısını geri püskürtebilecektir. TMMOB genel kurulları ve AKP’nin TMMOB’ye müdahalesi 42. Genel Kurul süreci içerisinde bulunan TMMOB’ye bağlı odaların danışma kurullarının önemlice bir kısmında gündem, 648 sayılı KHK ve geliştirilebilecek genel yaklaşımlar, 41. dönem çalışma raporları ve 42. dönem planlarından oluşuyor. Dönem raporlarında öne çıkan en önemli konular, odalara bağlı üye sayıları ve aktif üye sayıları, aidat ödentileri ve dönem içerisinde gerçekleştirilen eğitimler, sempozyumlar ile bu faaliyetlerin oda gelirlerine katkıları olarak sıralanıyor Tartışmaların en hararetli gündemleri ise şüphesiz yeni dönem aday listeleri. TMMP Meclisi’nin yayınladığı bildirgede bu konuya şu şekilde değiniliyor: “AKP, son dönemde odaların genel kurul seçimlerinde çıkarttığı listelerle çok az örgüt biriminin yönetimini ele geçirirken, çok büyük bir bölümde ciddi yenilgiye uğramıştır. Her genel kurul dönemi seçimler aracılığıyla TMMOB ve odaları ele geçirmeye çalışan AKP, bu konuda başarı elde edemeyince örgütü etkisizleştirme girişimlerini arttırmıştır. AKP, seçimlerle, genel kurul dönemlerinde ele geçiremediği, bileğini bükemediği TMMOB’yi kurduğu bakanlık ile etkisizleştirmeye çalışmaktadır. TMMOB’nin, ilkelerini koruması, tarihten bugüne taşıdığı değerlerini temsil etmeye devam edebilmesi, AKP’nin Kanun Hükmünde Kararname ile TMMOB’yi “etkisizleştirmeye” ya da “dönüştürmeye” dönük adımlarına karşı “karşı hamle”ye geçmesine bağlıdır. Bu açıdan, TMMOB içinde, mesleki faaliyet alanlarının “piyasa ilişkileri” üzerinden tanımlanmasına ve ticari bir olgu olarak görülmesine son verilmek tek çare olarak görülmektedir. Mesleki faaliyet ve hizmet alanları, mutlak bir biçimde kamusal ve bilimsel denetim ilkeleri merkeze konularak tanımlanmalıdır. TMMOB, bu tür konularda piyasanın boyunduruğundan kurtulmalıdır. Mesleki faaliyet alanlarının bilimsel ve etik denetiminin ancak ve ancak kamusal bir modelle mümkün olacağı bilinmeli ve ifade edilmelidir. AKP tarafından bilimsel ve kamusal denetimin piyasaya ve siyasete mahkum edilmesi anlamına gelen KHK saldırısına karşı koymanın da ancak ve ancak bu şekilde mümkün olacağı bir kez daha görülmelidir.” Bugün TMMOB üyelerinin büyük çoğunluğu odaları ile pragmatik ilişkiler kurmakta, odalarını birer meslek örgütü olarak değil arada
EMEK 13
sırada program öğrenebilecekleri, yetkilendirme sertifikası alabilecekleri veya iş ilişkileri yakalayabilecekleri, yani kişisel gelişimlerini ve piyasadaki çıkarlarını gözeten ve işleri bittikten sonra uğramaları gerekmeyecek bir araç olarak görmektedirler. TMMOB öncelikle üyeleri ile kopardığı veya uzun süredir hiç kurmadığı mesleki ve sınıfsal dayanışmaya yaslanan bağı kurmaya çalışmalıdır. Kişilerin bağlılığın ana belirleyicisi olmasa da önemli bir ayağı olan oda aidatlarının takibinin yapılması ancak üyenin oda ile bağının sadece aidat üzerinden değil mesleki alanda üretim ve paylaşım yapılabilecek alanlarda kurmasında adım atılması kritiktir. Odalar işsiz olan mühendislerden kayıt ücreti almamak, her üyeye ücretsiz eğitim ve sertifika vermek v.b destekler ile üyelerinin birbirleri arasındaki rekabetin önüne geçmeli, mesleki faaliyet ve hizmet alanları, mutlak bir biçimde kamusal ve bilimsel denetim ilkeleri merkeze konularak tanımlanmalıdır. TMMOB, bu tür konularda piyasanın boyunduruğundan kurtulmalıdır. Ayrıca, bildirgede yer aldığı gibi; “AKP’nin yeni çıkaracağı Anayasa ile TMMOB’ye ait olan yetkileri yasal düzlemde de elinden almaya yönelik girişimleri şaşırtıcı olmayacaktır. Anayasa hazırlama sürecinde her kuruma yer verdiğini iddia eden AKP, diğer düzenlemelerde olduğu gibi kurumların adlarını yaptığı işleri meşrulaştırmak için kullanacaktır. Anayasa hazırlama sürecinin parçası olunması durumunda TMMOB, kendi ipi ile boğulmaya çalışılacaktır. TMMOB bu sürecin parçası olmamalı, AKP’nin hazırlayacağı Anayasaya meşruluk kazandırmamalıdır. AKP’nin inşa ettiği II. Cumhuriyet’in rantçı ve cemaat popülizmine dayanan kalkınma anlayışına muhalefet ederken, halkçı bir kalkınmanın Sosyalist Türkiye’deki olanaklarına işaret etmek, saldırılara karşı koymanın yegane ideolojisi olacaktır. Yönetici kurullar ücretli mimar, mühendis ve plancılara teslim edilmeli, sermaye gruplarının temsilcileri yönetim mekanizmalarından uzaklaştırılmalıdır. Genel Kurul süreçlerine hazırlanan TMMOB’yi güçlü kılmak, ülkemizdeki siyasi gelişmelere emekçi sınıflar yararına müdahale etmek mühendis, mimar şehir plancılarının halkına karşı sorumluluğudur.” AKP’nin de müdahaleleriyle önümüzdeki dönemde TMMOB’de mücadele hattında oluşacak kimi boşluklar, ancak sınıfsal mücadele eksenini baz alan meslek insanlarının bu alanları doldurması ve yönetim kademelerinde sorumluluk alarak sürece bizzat müdahale etmeleri ile doldurulabilir. TMMOB, bu sürecin sonucunda kendi varlık sebebi olan mesleki dayanışma ekseninde gerçek bir toplumsal mücadele örgütü haline gelebilmelidir. Hande Tunca, Birand Berberoğlu Toplumcu Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Meclisi Yürütme Kurulu üyeleri
14 EMEK 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Finans devlerine karşı emeği savunmak Devrimci Banka ve Sigorta İşçileri Sendikası (Bank-Sen) Genel Kurulu Aralık ayı içinde gerçekleşti. Sendikanın genel kurul sonrası çalışma ve hedeflerini Genel Sekreter Murat Denizkurdu ve Genel Başkan Önder Atay anlattı. Bank-Sen, 11. Olağan Genel Kurulunu Aralık ayında gerçekleştirdi. Genel Kurul sürecini özetlemeniz mümkün mü? Murat Denizkurdu: Küresel kapitalizmin temellerinin atılmaya başlandığı 1980’li yıllarda, ülkemizin mevcut siyasal, sosyal ve ekonomik düzeninin temelleri de 24 Ocak Kararları’yla atılmış ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yeniden şekillendirilmiştir. Özellikle DİSK’in temsil ettiği sendikal anlayışın önünün kesilmesi amacına yönelik olarak kurumsallaştırılmıştır. 2002 yılında iktidar olan ve ülkemizi ucuz emek cenneti haline getirerek küresel kapitalizmin hizmetine sunmak isteyen AKP hükümeti ise, işverenlerin taleplerini dikkate alarak emekçilere, 12 Eylül ürünü, yasakçı ve tekelci sendikal anlayışı dayatarak, sendikal hakların özünü ortadan kaldırarak, sendikalara deli gömleği giydiren 2821 ve 2822 sayılı yasaları değiştirip, ILO ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşme standartlarına uygun grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakları getirmeye ayak diremektedir.
Ardı ardına yaşanan ekonomik krizlerin faturası emekçilere kesilmiş ve buna karşılık krizin faturasını ödemek istemeyen emekçiler yaygın tepki göstermeye ve sorgulamaya başlamıştır. Finans sektöründen emekçiler, Genel Kurul’a bu sürece karşı sendikalarının politikalarının oluşmasında aktif görev alabileceklerini bildirmişlerdir. Bu nedenle finans sektöründeki emekçilerin sendikamız ile ortak tavır sergilemeleri yeni bir dönemin oluşması için önemlidir. Geçmiş genel kurulları düşündüğünüzde bu genel kurulda alınan kararların farkı ne? Önder Atay: Önemli bir yapısal farkımız yok. Kongre yükümlülüğümüzü yerine getirdiğimiz ve kurullarımızda kısmi revizyonlar gerçekleştirdiğimiz bir genel kurul oldu. Ancak asıl önemlisi bundan sonraki işleyişimiz olacak. Klasik araçlarla değil, katılımı geniş tuttuğumuz ve sendikamızın tüm kurullarındaki üyelerimizin katılımıyla olacak kolektif bir işleyişi önümüze koyduk.
Kolektif bir işleyiş derken bunu biraz daha açabilir misiniz? Murat Denizkurdu: Yeni dönem sendikamızdaki çalışmaları daha kolektif bir şekilde gerçekleştirmek amacıyla; katılımı geniş tuttuğumuz, sendikamızın tüm kurullarındaki üyelere çağrı yaptığımız, geçici olarak “genişletilmiş yönetim kurulu” olarak adlandırabileceğimiz toplantılar yapmayı ve bu toplantıları sürekli kılmayı amaçlıyoruz. Bu toplantılarda yapacağımız çalışmalarla, sendikanın faaliyetlerini katılıma daha fazla açmış olacağımız gibi Genel Yönetim Kurulu’nun çalışmalarına da yön vereceğiz. Sendikanın çalışma tarzında değişiklik mi olacak? Herkesin birbirine başkan dediği “sendika bürokrasisi”nin alışkanlıklarıyla nasıl mücadele edeceksiniz? Önder Atay : Elbette değişiklikler olacak. İçinde bulunduğumuz dönem sadece çalışma tarzını değiştirmeyi değil bir bütün olarak sendikanın yeniden hedeflerimize göre inşa
edileceği bir süreci gerektiriyor. Çalışma tarzı, örgütlenme politikaları, işçi sınıfının diğer kesimleriyle ilişkiler, kadro yapısı, sendikal hareketin/örgütlenmenin genel yapısı vs. İçinde bulunduğumuz dönem sadece bizim sendikal ihtiyaçlarımızdan dolayı değişmeyi değil aynı zamanda ve hatta daha çok AKP’nin emekçi sınıflara ve ülkemize biçtiği geleceğe çalışanlar açısından daha güçlü yanıtlar vermek için değişmeyi gerektiriyor. “Herkesin birbirine başkan dediği sendika bürokrasisi’nin alışkanlıklarıyla mücadele”ye gelince, açıkça söyleyeyim, sendikamızda bu tür harcıalem bir kültür yok. Sendika bürokrasisi kişilerden ve birbirlerine hitabetlerinden öte bir şeydir; Ülkemizde, 12 Eylül’ün, sınıf sendikacılığını siyaseten ve kadrosal tasfiyesinin, yasaların, fiili hukuksal önlemlerin vs toplamının oluşturduğu bir mekanizmadır, amacı da sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda (ya da ona karşıt olmayan bir biçimde) işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimini şekillendirmektir/etkisizleştirmektir.
27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST Bunu becerebildikleri için süreklilikleri korumaktadırlar. Bu yüzden sendika bürokrasisiyle mücadele onu yaratan ortam ve arkasındaki sınıfla mücadeleden pek ayrılmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında ise temel sorun sendika üyelerinin sendikal faaliyetteki etkinliklerinin sınıfın tarihsel çıkarlarına göre şekillendirilememesinden geçiyor. Böyle olunca ortaya garip bir tablo çıkıyor; sınıfsal içeriği boşaltılmış bir “sendika bürokrasisi” kavramına karşı mücadele ise “artık bürokrasi olmasın”dan öteye gidemiyor. Bugün sendika bürokrasisi olarak emekçi sınıfların karşısına çıkan şey mülk sahibi sınıfların işçi örgütleri üzerindeki mevzilerini korumak için sendikal hayatın günlük rutinine kadar yerleşen hakimiyetidir. İşin ilacı ise işyerlerinde hem kendi çalışma koşulları için hem de ve daha çok içinde bulunduğu ülke/dünya için etkinlik gösterecek üyelerin sendikanın yapısı, politikasını vs belirlemesidir. Aksi durum sendikaları, mülk sahibi haline gelenlerin veya sınıfından uzaklaşmış unsurların (hangi retorikle olursa olsun; ister birbirlerine başkan desinler, ister kardeş, ister yoldaş) cambazlarla yarışacak yeteneklerini sergiledikleri sirklerden öteye götürmeyecektir. Biraz sektörün sorunlarından bahsedebilir misiniz? Murat Denizkurdu: Bu konuda ki görüşlerimizi Genel Kurul Faaliyet raporunda da belirttiğimiz
gibi 80’li yıllar itibariyle yüzünü çok daha keskinleştiren liberalizm ve küreselleşmeyle birlikte tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bankacılık sektörü adım adım uluslararası finans sektörüne doğru ilerlemiştir. Bu süreç banka çalışanları için oldukça güvensiz bir şekilde gerçeklemiş ve sıkça yaşanan finans krizleri hiçbir gerekçe göstermeksizin birçok işçinin işten atılmasına sebep olmuştur. 2001 ve 2008 finansal krizlerinin ardından günümüze kadar elli binden fazla finans sektöründe çalışan işçi, işten çıkarılmıştır. Ayrıca birçok banka kriz bahanesiyle zam yapmamış ancak yıl sonu karlarını son on yılın en yüksek oranında artırmaya başlamıştır. Bugün finans sektöründe çalışan işçiler, esnek çalışma saatleri, güvensiz çalışma koşulları ve performans sistemi gibi yöntemlerle vahşi rekabetin artırılması gibi sorunlarla boğuşmaktadır. Bu nedenle sendikal örgütlenme sektörün iyileştirilmesinin tek yolu olarak ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki süreçte sendikal mücadele başlıklarınız neler? Murat Denizkurdu: Ülkemizi ucuz emek cenneti haline getirerek küresel kapitalizmin hizmetine sunmak isteyen AKP iktidarı, bir yandan uyguladığı antidemokratik siyasal politikalarla, ülkenin muhaliflerine yönelik adeta “savaşa dönüşmüş” operasyonlar, yaygın gözaltılar, uzun süren tutuklamalar, yasaklama ve baskı süreçleriyle
ülkeyi bir korku imparatorluğuna çevirirken, sendikaların ve emekçilerin tepkisi ve direnci nedeniyle uygulamaya sokamadığı, “Kıdem Tazminatı’nın kaldırılması, bölgesel asgari ücret, Özel İstihdam Büroları’nın mesleki faaliyet olarak ödünç iş ilişkisi kurması (işçi kiralama)” vb. düzenlemeleri çıkarmaya çalışmaktadır. Bankacılık sektöründe yüzleşilen performans sistemi, fazla mesai, taşeronlaşma, özelleştirme, geç emeklilik yaşı gibi sorunlarla tek başına mücadele etmek mümkün değildir. Tüm bu koşulların değişmesi ancak sendikal örgütlü bir mücadele ile mümkün olabilir. Bakanlık istatistiklerine baktığımızda, bankacılık ve sigorta işkolunda çalışanların yüzde 54’ü sendikalıdır. Ancak, finans sektöründe çalışan sayısı ve sendikalardaki üye sayısı karşılaştırıldığında bu oran gerçekleri yansıtmamakta; sendikaların kayıtlarına bakıldığında yüzde 35’e düşmektedir. Giderek vahşileşen çalışma koşullarında sendikal örgütlülük bir seçenek değil zorunluluk halini almıştır. Önümüzdeki dönemde sendikal hareketin geleceğini nasıl görüyorsunuz? DİSK’in bu dönem nasıl bir tutum alması gerektiğini düşünüyorsunuz? Önder Atay: “Sendikal hareketin varlığı”!... Sendikal faaliyetlerin/etkinliklerin bir hareket oluşturduğu bile tartışma konusudur günümüzde. Sendikal statüko varlığını koruyabildiği oranda ağırlıkla sermaye
EMEK 15
tarafından da empoze edilen bir şekilde işçi sınıfının temsilcisi olarak genel kabul görmeye devam edecektir. Şu günkü yapısıyla ve güç dengeleriyle de sermayenin önümüzdeki dönemdeki adımlarına işçi sınıfının kabulü olarak bütün topluma sunulacaktır. Örneğin AKP’nin anayasa değişikliği sürecinin kısmi ve önemsiz revizyonlarla sendikalarda karşılık bulması bütün ülkeye yeni rejimin, işçi sınıfından onayını aldığının göstergesi olarak sunulacaktır. Önümüzdeki Şubat ayında kongresini yapacak konfederasyonumuz DİSK için ise yeni bir dönem olacağını söyleyebiliriz. Hem ülkedeki gelişmeler hem de konfederasyonun örgütsel yapısında yaşanacak olası değişimler açısından. DİSK çok büyük bir çoğunluğu örgütsüz olan işçi sınıfına söylediklerini yaparak ulaşabilir; birlik, örgütlenme, mücadele diye listeyi uzatabiliriz. Ancak durup dururken kimse ne birleşir, ne mücadele eder ne de örgütlenir. Burada ise DİSK’in üyelerinin ve geniş anlamda işçi sınıfının ülke ile münasebetini tayin ve gelecekteki yerini tespit etmesi ayrıştırıcı nokta olacaktır. Sermaye sınıfı yeni bir rejimle uğraşırken; işçi sınıfına da kendi rejimi doğrultusunda uğraşmasının tek seçenek olarak kalması, gerçekte yapabileceğimiz tek şey olarak ortaya çıkıyor. Teşekkür ederiz.
16 HUKUK 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Hukukçular ADALET kavgasında! Geçtiğimiz günlerde bir açıklama ile kuruluşunu ilan eden Adalet İçin Hukukçular çalışmasına ilişkin sorularımızı yanıtlayan avukat Bilgütay Durna çalışmanın Yurtsever Hukukçular çalışmasından hangi noktalarda farklılaşacağına da değindi. Adalet İçin Hukukçular çalışmasının Yurtsever Hukukçular çalışmasından farkı ne olacak? Nihayetinde bu çalışmaların bir sürekliliği yok mu? Yurtsever Hukukçular, ülkenin bir felaketin eşiğine sürüklendiğine ve bu sürecin başta gelen aktörü olan AKP’nin hukuku kendi çıkarları için bir araç konumuna indirgeme çabalarına dikkat çekmeye çalıştı. Bu süreçte yeni suç tipleri ile siyasetin alanı daraltıldı. Emperyalizm ve gericilik karşıtlığı, bunun mücadelesini vermek suç ilan edildi. Emeğin, hak arama mücadelesinin yasadışı olduğu söylendi. O dönem çalışmalarımızda “AKP kendi hukukunu yaratıyor” tespitini ve bağlantılı olarak iktidarın hukuk eliyle yürüttüğü tüm saldırılara karşı “hukuk önemli bir mücadele aracıdır” vurgusunu öne çıkardık. Hukuk alanından bir güç yaratarak bu gerici saldırıya karşı yürütülen mücadelenin bir parçası olma hedefi taşıdık. Buradan hareketle üzerimize düşenleri yapmaya çalıştık. Bunun ne kadarını başarabildik, ne kadarını başaramadık ayrı bir tartışma konusu. Şimdi o süreç bitti. 1923’te kurulan Cumhuriyet artık yok. Hukuk kendisine verilen rolü yerine getirdi. Yalnız görünen o ki, görevi bitmemiş durumda. Şimdi de, 2. Cumhuriyetin yerleşiklik kazanması uğraşında bu rolü devam ediyor. Yargı dolayımsız olarak baskı
ve şiddetin aracına dönüşmüş durumda. Siyasi iktidara muhalif unsurların tasfiyesine yönelik bir araç olarak çalışmakta ve siyasal alanın daraltılmasında kritik bir pozisyonda durmakta. Hepimizin bildiği, her gün yenilerinin eklendiği çok fazla örnek verilebilir. Ben bizim alanımızdan vermekle yetineyim. KCK dosyasından onlarca avukat şu anda tutuklu. Tutuklu olmaları ise yetmemekte. Orada da eziyet görmeye devam etmekteler. Bu söyledikleriniz biraz iş işten geçmiş çağrışımı yapmıyor mu? Yeni dönemde mücadele nereye odaklanarak başarılı olabilir? Hukuka yeni sahnede de önemli bir rol verildiği gözüküyor. Hukuk “yeni” rolünü oynarken Adalet İçin Hukukçular’da yola çıktılar. Aslında geç bile kaldık. Yurtsever Hukukçular’dan sonra zorunlu bir hazırlık evresi geçirmiş olmakla birlikte bir süre hareketsiz kaldığımızıda kabul etmeliyiz. Şimdi bu farkı kapatacağız. Adalet İçin Hukukçular çalışması tartışmasız olarak Yurtsever Hukukçular çalışmasının biriktirdikleri, kazanımları ve tabi ki bu süreçten çıkardığı dersler üzerine kendini inşa ediyor. Zaten başka türlüsü de mümkün değil. Bir süreklilik olduğu tartışmasız. Ancak bir rota farklılaşmasından da bahsetmemiz gerekiyor. Sanırım, 2. Cumhuriyetin yerleşiklik kazanması dediğimiz evrenin bir geçiş süreci olduğunu söyle-
mek yanlış olmaz. Bu sürecin öne çıkan temel özelliklerinden biri de hukuksuzluk hali. Tasfiye sürecinde mekanizmayı “hukuka yeni bir biçim verme” söylemi üzerinden kurmuşlardı. Var olan sistemin baştan aşağı dökülüyor olması ise işlerini oldukça kolaylaştırmıştı. Bugün ise böylesi bir mekanizmaya dahi ihtiyaç duymadan hareket etmekteler. Hukuksuzluk hali bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Öyle ise rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hukuk o kadar da önemli bir mücadele aracı değildir. Bunu rahatlıkla söyleyebilmemiz gerekiyor, çünkü bunu söyleyip hukuk alanını boş bırakma niyetimiz hiç yok. Biz diyoruz ki, bu hukuksuzluk ortamında tartışma hukuk-hukuksuzluk üzerinden yürüyemez. Çünkü ortada “hukuka aykırılık” diye tanımlanacak bir zemin bulunmamaktadır. Eğer illa hukuka referansla bir tanımlama yapacaksak, hukukun yokluğundan bahsedebiliriz. Adalet İçin Hukukçular’ın bildirgesine referansla söyleyeyim, karşı karşıya olduğumuz süreç, “bir bütün olarak, sınıf mücadelelerinde tarihsel kazanımlar olarak ortaya çıkmış hakların imha edildiği, insanlığımızın teslim alınmaya çalışıldığı, engizisyon, Nazi Almanyası’nın Özel Mahkemeleri, McCarthy soruşturmaları, Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi insanlığın en karanlık dönemlerine benzer” bir süreçtir. Ancak izninizle burada kısa bir paragraf açayım. Ne hukuk önemli bir mücadele aracıdır derken hukuku siyasetin önüne koyuyorduk nede bugün, hukuk o kadarda önemli bir mücadele aracı değildir derken hukuk normlarını önemsizleştirme gayretindeyiz. Adalet kavramı, hukuk kavramından daha soyut değil mi? Öte yandan iç bağlantıları da var. Bu bağlantıyı nasıl tanımlıyorsunuz? Yine bildirgeye referansla söyleyeyim. “Ülkemizde toplumsal adalet duygusunun yok edilmesi, hukuksuzluğa geçişin temelini oluşturmuştur.” Bu duygu yeniden tesis edilmelidir. Biz içinden geçtiğimiz hukuksuzluk döneminde adalet istiyoruz. Biz eşitlik ve özgürlük istiyoruz. Eşitlik ve özgürlük için verilen mücadele ise adalet duy-
gusuna sahip olmalıdır. Hukuksuzluk halinden bahsettim. Böylesi bir dönemde mücadelemizi kazanılmış hakları koruma çabasının ötesine taşımalıyız. Aslında ortada pek korunacak hak da kalmadı. Biz verilecek mücadelenin adalet mücadelesi olduğunu düşünüyoruz. Bu mücadalenin ise içinden geçtiğimiz süreçte hukuk alanındaki biricik meşruiyet kaynağı olduğunu savunuyoruz. Yurtsever Hukukçular yıllar önce, birinci ergenekon iddianamesi açıklandığında, ülkemizin ilericilerine, yurtseverlerine, emekçilerine, aydınlarına karşı işlenmiş tüm suçların ve faillerinin ortaya çıkarılmasının, kontrgerillanın yargılanması için gerçek bir iddianamenin yazılmasının bir görev olarak önümüzde durduğunu belirtmişti. Aradan geçen zamanda çok iddianame yazıldı. Bugünlerde de, 12 Eylül iddianamesi ile karşı karşıyayız. Yükümüz her geçen gün artmakta. Bu ülkenin ilerici hukukçuları tarihsel bir görev ile karşı karşıyalar. Kuruluş ilan edildi, peki pratik olarak neler var gündemde? Hangi araçlarla hareket edilecek? Bir çalışma için kritik olan araçlardan biri yayın. Adalet İçin Hukukçular bu ihtiyacı bir internet sitesi ile giderecek. “Adalet ve Sosyalizm” adını taşıyan sitemiz teknik bir iki başlığın çözülmesi sonrasında hızlıca yayına başlayacak. Site bir yandan güncele dair sözünü söylerken diğer yandan tartıştığı konulara ilişkin analiz yazılarına yer verecek. Yerel toplantılarımıza başladık. Toplantıların birbiri ile paralel ve ortak gündemlerle gitmesi yönünde bir çabamız var. Şu anda bunları örgütlüyoruz. Kısa bir süre sonra Türkiye Koordinasyonu oluşturulacak ve çalışmaların ortak bir gündem ile hareket etmesi daha sistematik bir hale gelmiş olacak. İlk toplantılar siyaset alanının daraltılması, anayasa tartışmaları ve hukuk alanındaki dönüşüm gündemleri ile toplanıyor. Nihayetinde ürettiklerimizi ulaştırmada, sözümüzü söylemede çeşitli araçlarımız olacak. Burada kritik olan üreteceklerimizin, söyleyeceğimiz sözlerin yönünü topluma dönük olmasıdır. Adalet İçin Hukukçular yönünü yalnızca hukukçulara dönerek bir çalışma yürütmeyecektir. www.adaletvesosyalizm.org iletisim@adaleticinhukukcular.org iletisim@adaletvesosyalizm.org
20 OCAK 2011 SAYI 342
KOMÜNİST
PARTİLİ YAŞAM 17
Sanat cephesi de diyor 29 Ocak buluşmasında sahne alacak sanatçı ve aydınlar onurlu tavırlarının gerekçelerini bizlerle paylaştı. Onlar, “Sosyalizm Kazanacak” sloganının işaret ettiği hedefi ve hayali paylaşıyor. Türkiye Komünist Partisi’nin 29 Ocak Pazar günü Ankara Arena Spor Salonu’nda gerçekleştireceği “Sosyalizm Kazanacak” etkinliği çerçevesinde komünist hareketin temsilcilerinin yanı sıra birçok aydın ve sanatçı da konuklarla buluşacak. 29 Ocak buluşması için son hafta hazırlık çalışmaları iyice yoğunlaştı. Yüzlerce partili salon ve gecenin program organizasyonu için çalışırken farklı illerden Ankara’ya gelecekler de hazırlıklarını tamamlıyor. Bir yandan bilet satışları devam ederken, temas kurulan ve aynı gün mazereti olduğu için geceye katılamayacak olan çok sayıda kişi maddi katkı sağlayarak kendisinin yerine başkalarının gitmesine ön ayak oluyor. Çok sayıda insan bir dizi işini iptal ederek Ankara buluşmasında yerini almaya çalışıyor. 29 Ocak gecesi Ankara buluşmasına katılabilecek olanlar ve akılları bizlerle olanlar hep aynı slogana gönül vermiş durumdalar: Sosyalizm kazanacak! Bu, güçlü bir iddia. Pek çokları için bir “ham hayal”. Bizim için ise, tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde “hedef”! Hedefimiz… Hayalimiz… Bize hiç uzak gelmiyor. Uzak olmadığını Yunan yoldaşlarımız anlatacak. KKE Genel Sekreteri Aleka Papariga, 29 Ocak buluşmamızda bizlere Yunanistan’daki hedeflerini aktaracak. Hayallerinin hiç de ham olmadığını… Avrupa’nın bir başka kritik ülkesinden, Portekiz’den yoldaşlarımız kendi hedeflerinden bahsedecek. Portekiz Komünist Partisi MK üyesi Pedro Guerreiro Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayaleti anlatacak. Suriye komünist partilerinden yoldaşlar bölgemizde savaş ve işgale direnmenin sosyalizm hedefiyle nasıl iç içe olduğunu aktaracaklar. Biz hedeflerimizi ve hayallerimizi paylaşacağız. Tüm insanlık için geçerli hedef ve hayallerimizi… Türkiye Komünist Partisi yöneticileri “Türkiye’de ve dünyada sosyalizm mücadelesi ne kadar gerçekçi?” olduğunu ve “TKP’nin ne yapmak istediğini” anlatacak-
lar. 29 Ocak’ın anlam ve önemini hatırlatacaklar. Binlerce yürek bir olacak ve “Sosyalizm Kazanacak” diyecek. Sloganlarımız salona sığmayacak. Sanatçılar hayalimizi paylaşıyor “Sosyalizm Kazanacak” diyen başkaları da var. Onlar kendi duruşları ve tercihleriyle hedefimizi ve hayalimizi paylaşıyorlar. Bulundukları ilişkiler ağı içinde çoğunluğun teslim olduğu saldırılara karşı onurlu bir direnç sergiliyorlar. Direnmek zor, bazı alanlarda direnmek daha da zor. Etkinliğe katılımlarıyla destek verece k olan aydın ve sanatçı dostlarımız, 29 Ocak buluşmasına dair görüş ve mesajlarını iletmeyi ihmal etmedi. Sanatçıların etkinliğe ilişkin mesajları şöyle:
Emin İgüs: Kesinlikle kazanmak zorundayız. Çünkü ancak kazanırsak, artık kimse boşuna ölmemiş olmayacak. Bu da, şu içinde bulunduğumuz günlerde olabilecek en kapsamlı dayanışma ve mücadeleyle mümkün olabilecektir. Boyun eğmek yok.
Ender Yiğit: Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin köleleştirildiği; emeklilerin ölüme terk edildiği; öğrencilerin susturulup, zindanlara tıkıldığı; bilimi, sanatı, özgür düşünceyi karartmak için aydınların toplama kamplarına sürüldüğü; İkinci Cumhuriyet’in haksızlık ve zorbalığına karşı direnelim. Faşizme geçit vermeyelim.
Gülcan Altan: Eşitliğe ve farklı kültürlerin bir arada yaşaması gerektiğine olan inancım, bu organizasyonda olmam için yeterli bir sebep. Emekçilerin ve sanatçıların, aydınların, bilgi sayesinde fikir sahibi olabilenlerin her zaman bir arada olup ortak bir bilinç geliştirmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bilinç, karanlık ve tek tip düşünceyi ve “Bizim gibi düşünmeyen yaşamasın, konuşmasın, yazmasın, söylemesin” mantığını yok edecektir. Farklılıklar zenginliktir, beraber yaşandığı sürece.
İsmail Hakkı Demircioğlu: TKP’nin düzenlediği bu gece bence oldukça anlamlı ve önemli. Bu tip gecelerin toplumsal mücadele alanının genişlemesine katkı sunduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin geldiği noktada insanlar aşırı derecede bireyselleşmiş ve bencilleşmiş durumda. Bu yaşam biçiminin kırılıp ortak paylaşımlara yönelik bir toplum yaratılmalı. Bu toplum aynı zamanda eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçların parasız hale getirilmesi konusunda daha duyarlı bir hale ancak bu yolla gelebilir. Nihat Behram: “Sosyalizm kazanacak” sözüyle “insanlık kazanacak, yaşam sürecek, insana yaraşır bir dünyamız olacak, zulüm ve sömürü son bulacak” gibi sözler benim inancımda aynı anlamı taşırlar. “Sosyalizm kazanacak” diye haykırmak ilkin bu nedenle benim için çok önemlidir. Sonraysa, tabii ki o sözün gereğini yerine getirmek.
Yani gerçekleşmesi uğrunda dövüşmek. Özelde yurdumuzun genelde dünyanın içinde debelendiği zifiri karanlıktan kurtulabilmesinin biricik yolu budur: Sosyalizmin kazanması. Şan olsun sosyalizmin kazanması için yüreğinde kavga kıvılcımı taşıyanlara, 29 Ocak etkinliğine güç verenlere selam olsun!
Orhan Aydın: Ülkemin her şeyiyle esir alındığı bir süreçte; yalanın, vicdansızlığın, onursuzluğun bile paraya tahvil edildiği bir zamanda aklını, yüreğini, sevdasını sosyalizm utkusunda birleştiren binlerce komünistle, yurtseverle, devrimciyle yan yana gelip bağımsızlığı, eşitliği ve özgürlüğü birlikte haykırmak ve ülkeye sahip çıkmak anlamına gelmektedir bu gece. Bu yüzden 29 Ocak’ta Ankara’da onurlarını birleştirecek olan insanlık, bu ülkenin geleceği olduklarını da kanıtlayacaktır. Orada olmak, bu sevdaya el sürmektir.
Ufuk Karakoç: “Elbette Sosyalizm Kazanacak”… Bir kez daha bu inancımızı pekiştireceğimiz yeni bir buluşmanın sevinci ve gururu ile herkesi selamlıyorum.
18 PARTİLİ YAŞAM 27 OCAK 2012 SAYI 343
KOMÜNİST
Ankara’dan notlar…
‘Sosyalizm kazanacak’ yaygınlaşırken 29 Ocak etkinliği öncesi etkinlik çalışma sürecine dair bir değerlendirmeyi paylaşmanın en önemli nedeni etkinliğin esas olarak Parti’yi ileri çektiğine ilişkin kesin bir kanıya sahip olmamızsa, bir diğeri elde ettiğimiz sonuçlardan faydalanmak ve ilerletmek konusunda kararlılığımızdır. Ve elbette eksiklerimize karşı acımasız olmamız… Parti kültürümüze yerleşmesine önem verdiğimiz başlıklardan birisi de, herhangi bir parti etkinliğinin, etkinlik sonrası çok yönlü ve kolektif bir değerlendirmeden geçirilmesi. Bunun büyük-küçük ayrımı yapılmadan her parti etkinliği için bir alışkanlık haline gelmesi ve etkinliğin sonuçları kolektif olarak değerlendirilmeden sonlanmış sayılmaması çok önemli. Benzeri sözleri partili hayatımızda çok duymamıza, söylememize rağmen maalesef az yapıyoruz. Sıralamaya kalksak pek çok neden buluruz, en önemlisi Türkiye’nin devrimcilere çok hızlı yeni görevler yükleyen bir ülke olması. Her eylem ve etkinlik sonrası çok kısa zaman dilimi içinde yeni görevlerimize yoğunlaşıyoruz. Bu anlaşılabilir, ancak çok değerli olan emeklerimize sahip çıkmanın yolu buna rağmen siyasal faaliyetlerimizin sağlıklı değerlendirmesini zorunlu kılıyor. Bir diğer sorunumuz da değerlendirmelerimiz daha ziyade “sonuç odaklı” olması. Çok iyi çalışılan, yeni olanaklar ortaya çıkaran bir siyasal sürecin, sonuçlarından bağımsız değerlendirilmesi elbette doğru olmaz, ancak tersinin her zaman doğru olduğunu söyleyemeyiz. Ankara örgütümüz açısından 29 Ocak çalışmalarını değerlendiren bu yazıyı, yukarıdaki nedenlerle etkinlik öncesi yazamaya karar verdik. Kuşkusuz 29 Ocak etkinliğine dair elimizde kimi veriler var, ancak etkinlikten 5 gün önce kaleme alınan bu yazı salonun olumlu olumsuz basıncından etkilenmeden ama etkinliğin esas olarak amacına ulaştığına dair bir inançla kaleme alındı.
Olabilecek olanı değil olması gereken hedeflemek Türkiye’nin en büyük kapalı salonlarından birisini, üstelik hem nesnel olarak hem de Parti açısından daha ciddi olanaklar barındıran İstanbul yerine Ankara’daki bir salonu tercih etmemiz hem içimizde hem dışımızda ilginç bulunmuş olsa gerek. Ne de olsa kimilerine göre “TKP seçimlerde aldı boyunun ölçüsünü”… Bu tartışmanın öncesinde TKP’nin temel karakteristik özelliklerinden birisinin altını tekrar çizmek gerekiyor. Yeri gelmişken seçimlere atıf yapalım, çokça yanlış anlaşıldığı veya bilinçli olarak çarpıtıldığı gibi TKP seçimlerde 500 bin oy alacağım dememiştir. Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte bu siyasal gelişmelere yanıt vermek isteyen işçi sınıfının güçlü ve ciddi bir toplumsal desteğe sahip bir Komünist Partisi’ne ihtiyacı olduğunu saptamış. Bunun seçim sonuçlarına da yansıtmak gerektiğini düşünmüştür. TKP olacak olanı vb. değil olması gerekeni işaret etmiştir. Bunun gerçekleşmemesi bir yanlış hedefe değil olması gerekenin başarılamadığına işaret eder. Devrimci bir partinin en önemli meziyetlerinden birisi, eksiklerinizaaflarını görmekten ve yoldaşlarına göstermekten korkmamasıdır. Asıl korkutucu olan bunun farkına varmamak veya düşmanın bunu sizden önce görmesidir. Tekrar başa dönersek, TKP mevcut duruma, yapabileceklerine bakarak küçük hedefler koyarak mutlu olmayı değil, olması gerekeni yapmak için mücadele etmeyi tercih etmiştir.
Bugünün Türkiyesi’nde Komünist Partisi’nin ülkenin dört bir yanına yayılmış güçlü bir örgütlülüğe ulaşmaya, emekçi halkın seçeneksiz olmadığını göstermeye, umudu ve mücadele azmini yükseltmeye talip olmasından daha doğal hiçbir şey yoktur. Bu hedefle uyumlu bir tercih yapılmıştır. Bundan sonra da hedef küçültmek bir yana elimizden geldiğince daha büyük hedefler için mücadele edeceğiz, kimilerinin geçici mutluluklar yaşamasına neden olsa da boyumuzun ölçüsünü vermemek için sağ sola saklanmayacağımızdan hiç kuşkunuz olmasın. Gerisine düşmeyeceğimiz bir yeni evre Partinin tümünün 29 Ocak çalışmasını değerlendirebilecek bütünlüklü verilere henüz sahip değiliz, fakat Ankara örgütünün “ev sahibi” olmanın sorumluluğunun farkına varmış bir yoğunlaşma ile önemli bir çalışma döneminden geçtiğini söyleyebiliriz. Pek çok benzer örgütümüz gibi Ankara örgütümüz de özellikle seçim sonrası süreci, konferans dönemini “içe kapanık” olarak geçirdi. Eylül ayından bu yana ise Parti’nin kongre kararları doğrultusunda bir yeniden yapılanma ile hem yeni dönemin görevlerini ayrıntılandırma hem de bunun altına girebilecek bir toparlanma çabası içindeydik. 29 Ocak hazırlık süreci her şey bir yana bu dönemi kesin olarak sonlandırmış, Parti olanca enerjisi ile yüzünü dışarı dönmüş, çalışmalar yeni bir evrenin başlaması anlamına gelmiştir.
Parti’nin olanakları daralmamış! 29 Ocak hazırlık süreci ile birlikte bizim için yetersiz olsa da Ankara’da seçimlerde partimize oy vermiş binlerce dostumuzun yaşadığını “hatırladık”. Seçim döneminde önemli sayıda insanla temas kurduğumuzu oy vermemiş olsalar bile hak vermiş olduklarını, en azından bir iz bıraktığımızı ve seçim dışı zamanlarda birlikte olmak istediğimizi söylediğimizi de bunun yanına eklediğimizde ortaya çıkan ciddi birikim ile 29 Ocak vesilesiyle yeniden bağ kurmanın yollarını aradık. En önemlisi bu çalışmaları ciddiye aldıkça, uzunca bir süredir ısrarla vurguladığımız “Parti’nin çevresinde birikmiş önemli bir güç var” saptamasının pratikte doğrulandığını hep beraber gördük. Sosyalizm ciddi bir seçenektir Kongremizin önemli kararlarından birisi 2. Cumhuriyet gericiliğine karşı sosyalizm seçeneğini güçlendirmekti. Bu devrimci bir inadın ötesinde, Türkiye’nin içinden geçtiği sürece dair teorik ve siyasal bakışımızın gösterdiği bir olanağa yoğunlaşma kararlılığıydı. Ankara’daki 29 Ocak çalışmalarına dair İlçe Başkanı arkadaşlarımızla yaptığımız son değerlendirme toplantısında ortaklaştığımız bir değerlendirme, (üstelik daha kuvvetli olarak emekçi mahallelerinde yürüttüğümüz çalışmalardan gelen verilerle) sosyalizm seçeneğinin düşündüğümüzden çok daha fazla alıcı buluyor olmasıydı. En büyük gücümüz örgütlülüğümüz Partimizin oldukça mütevazı olanaklarla çalışmalarını sürdürdüğü malumumuz. Ancak buna rağmen insanüstü bir çaba ve özveri ile emek koyan yoldaşlarımızın varlığı, olmaz denileni olur kılacak bir enerjiyi açığa çıkartıyor. Partili yoldaşlarımızın önemli bir bölümü olanaklarını fazlasıyla zorladığımızı bir çalışma dönemi yaşadık. Üniversiteli arkadaşlarımızın en ilginç tatillerinden birisini yaşattığımızı biliyoruz! Yaşıtlarının
20 OCAK 2011 SAYI 342
KOMÜNİST önemli bir çoğunluğu sıcacık evlerinde dinlenirken, son yılların en soğuk günlerini yaşayan Ankara’da stant çalışmalarından afişleme ve bildiriye kadar her türlü sokak faaliyetini sadece kent merkezlerinde değil emekçi semtlerinde de üstlenen üniversiteli yoldaşlarımızla örgütlülüğün önemini bir kez daha kavradığımızı söyleyebiliriz. Mesailerini, işyerlerini birer mücadele alanına çeviren yoldaşlarımız iş çıkışlarında tüm vakitlerini daha fazla sayıda insana Parti’nin sesini ulaştırmaya, “sosyalizm kazanacak” sözlerini paylaşmaya ayırması, buradan duydukları heyecanı paylaşmaları ile sınıfın gücünü bir kez daha görmüş olduk. Yaşıtlarının önemli bir bölümü evden çıkmaya bile cesaret edemezken her gün enerjilerini, kararlılıklarını bizimle paylaşan “en genç”lerimizden ve hepimizin umutlarını büyüten Nazım’ı bir karargâha çeviren liseli yoldaşlarımıza kadar Ankara örgütümüzün üyelerinin ortak bir heyecanla, ortak bir kararlılıkla sürdürdüğü çalışmaların içinde olmak gerçekten mutluluk vericiydi. Bazen gözlerimizin dolmasına, bazen bu kadar büyük bir emeğe rağmen ülkemizin
içinde bulunduğu duruma daha öfkeli bir küfür savurmamıza neden olan, sıralamayacağımız onlarca örnekte yaşadığımız heyecan, sadece örgütlü çalışmanın ne kadar büyük bir güç olduğunu bir kez daha anlamamızı sağladığı için bile çok değerlidir. Yoldaşlık ortak bir amaç doğrultusunda mücadele ortaklığıysa bunun küçük ara hedefler doğrultusunda yeniden üretilmesi yoldaşlığın yeniden üretilmesi ve kuvvetlenmesidir. 29 Ocak etkinliğine hazırlık yoldaşlık bağlarımızı kuvvetlendirmiştir. En büyük zaafımız örgütsüzlüğümüz İyi bir partili olmanın gereklerinden birisi parti tarihini kavramaktır. Parti tarihi sadece kulaktan kulağa ya da sadece okuyarak değil biraz da yaşayarak kavranıyor. Pek çok yoldaşımız Parti tarihimize duydukları ilgiyi aslında Parti tarihini yazdıkları eylem ve etkinliklerimizi örgütleme eylemleri sırasında oluştuğunun pek farkında değiller. Tarih aynı zamanda hataları görmek için de “okunur” ve içinden geçtiğimiz süreçte eksiklerimizi görmek ve bunlara
karşı mücadele en azından tekrarlanması engellemek için çaba harcamak iyi partililiğin önemli ölçütlerinden birisidir. Bu süreçte Ankara örgütünün bundan daha iyisini bile yapabilecek bir potansiyeli olduğunu da görmüş olduk. Kimi yoldaşlarımızın veya birimlerimizin olağanüstü çalışmaları ile ortaya çıkardıkları başarı bundan daha fazlasını da yapabileceğimize ve önemli kimi boşluklarımızın üzerini örtmemelidir. Yeniden yapılanma ve güncelleme çalışmalarına rağmen kimi alanlarımızın ve yoldaşlarımızın hala tereddütler yaşadıklarını görmek üzücü da olsa gerçektir. TKP’nin tek bir üyesinin veya dostunun sosyalizm mücadelesine yapacağı katkıyı beğenmeme, küçük görme hakkı yoktur. Her ne ise bunun önündeki engellerin tümünün bertaraf edilmesi açık ki önce Parti’nin sorumluluğudur. Partililik bilinçli-gönüllü, başka bir deyişle seve seve bir disipline bağlı olmaktır. Çelik disiplin denilen şeyin esas anlamı budur. Tüm yoldaşlarımızın aynı bilinçlilik ve gönüllülük ile bağlı olması elbette mümkün değil. Ancak çalışmalar en basit kararlarımızın bile doğru ve zamanında uygulanmasının çalışmanın
Türkiye Komünist Partisi’nin tarihsel çağrısı TKP ne yapmak istiyor? Mustafa Suphiler boşuna mı öldüler? İşte Yunanistan işçi sınıfının yanıtı Portekiz emekçileri boyun eğmiyor Suriye’de devrimciler de var
PARTİLİ YAŞAM 19 verimini artırıcı boyutunu ve eksik veya geç uygulanan kararların yarattığı sıkıntılarını göstermiştir. Parti Kazanmıştır Sosyalizm Kazanacak kararlılığı ile çalışan partimiz, daha etkinlik yapılmadan, bu süreçte tartışmasız biçimde kazanmıştır. Çok yoğun bir dönemi kapatıyoruz, pek çok yoldaşımız gecesini gündüzüne kattı (kimilerimize bunun da yetmediğini rüyalarında bile ‘sosyalizm kazanacak’ dediklerini de biliyoruz), emek veren, katkı koyan tüm yoldaşların aklına, yüreğine, bileğine sağlık. Az sayıda da olsa bu süreçte bile emeğini koymaktan çeşitli nedenlerle geri kalan yoldaşlarımız oldu. Onların da canı sağ olsun… Başka ve daha yoğun bir dönemde, elbette yeni yoldaşlarımızın da katılımıyla hep beraber yaparız, daha iyi yaparız. Yaptıklarımızdan dersler çıkararak, biriktirdiklerimizi geleceğe taşıyarak, en önemlisi elde ettiğimiz sonuçlardan yetinmeyip ilerletmek konusunda kararlılıkla mücadele ederek... Erkan BAŞ
Ataol Behramoğlu Edip Akbayram Emin İgüs Ender Yiğit Gülcan Altan İsmail Hakkı Demircioğlu Nejat Yavaşoğulları Nihat Behram NHKM Müzik Topluluğu Orhan Aydın
Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka PAPARİGA Portekiz Komünist Partisi MK üyesi Pedro GUERREIRO Suriye Komünist Partilerinden temsilciler
Türkiye Komünist Partisi
19 OCAK 2012 - HRANT DİNK’İN ÖLDÜRÜLMESİNİN 5. YILI, ŞİŞLİ, İSTANBUL- FOTOĞRAF: ZAFER ÇİMEN