komunist_337_int

Page 1

KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR

DEVRİM İÇİN MÜZİK!

SAYFA 36

Birikimi elbette toprağımızdan ve toplumsal mücadelelerin dünya ölçeğinde bugüne taşıdığı müzikal mirastan alacağız. Ancak önce şuna karar vereceğiz: Ne için müzik? Komünist toplumda bilinmez ama şu anda hiç tereddütsüz: Devrim için müzik!

1 EKİM 2011 SAYI 337 FİYATI: 5 TL

ÇATI PARTİSİ: PROGRAMA DOĞRU Taslak’a ruhunu veren, liberal demokrat eklemlenmeleri haiz bir Kürt ulusalcılığıdır. Biteviye tekrarlanan “halklar” ve “ezilenler”, sosyal siyaset açısından metnin ruhunu yansıtan şey olmakta, dile getirilen bütün arazlardan çıkış olarak “tam demokrasi”nin ifade edilmesi de vardığı nihai noktayı imlemektedir.

Marksistler, kendilerini diğer tüm katman ve ideolojilerden ayıran yönün karartılmasına da izin veremezler. Tarikatlara, cemaatlere, gericiliğin kendisini yayma ve nüfuz etme alanlarına hiçbir özgürlük tanımayacaklarını ilan ederken, bu kesimleri “sivil toplum dinamiği” gören ve gösteren, “sisteme karşı özgürlük mücadelesi”nde müttefik seçen herhangi bir burjuva özgürlükçülükten ayrılırlar. SAYFA 6-7

Ulusal Kurtuluş ekseninde TKP-Komintern ilişkileri Suphilerin katledilmesi ve izleyen baskılarla Türkiye komünist hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesine müdahale olanakları büyük ölçüde daralırken Komintern’i, üstelik en sıcak cephelerden birinde, Rus Devrimi’ni korumaya öncelik vermekle eleştirmek güç.

SAYFA 27

ÜNİVERSİTELİLER KURULTAYLARINI TOPLADI

“Devrimci, yurtsever, halkçı, kendi geleceği ile toplumsal kurtuluş arasında kuvvetli ve canlı bağlar kurabilen yeni bir gençlik kuşağının ortaya çıkması, İkinci Cumhuriyet zihniyetine vurulacak en önemli darbelerden birisi olacaktır. Komünist öğrencilerde cisimleşen çalışkan, üretken, sorumluluk sahibi, derslerinde başarılı, okul yaşamı ile güçlü bağlar kurmuş, paylaşım ve dayanışmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş gelişkin bir üniversiteli kimlik bu doğrultuda atılacak ilk adımdır. “

SAYFA 30

SOLCU LİSELİLER DE HAZIR “Solcu liseliler bu ülkenin en donanımlı gençleri olma iddiasını da taşıyor. Bunu kimseyle bir yarışa girdiğimiz için söylemiyoruz. Bu topraklarda daha aşağısının kurtarmayacağını bildiğimiz için söylüyoruz.”

SAYFA 28

Önceliği AKP’nin toplumsal tabanına mı vermeliydik? TKP’nin öncelikle AKP karşıtlığını temsil eden toplumsal tabana yüzünü dönmesi zaman zaman bir tartışma ve eleştiri konusu edildi. Bu eleştirilerde AKP’ye oy veren kitlenin emekçi karakteri taşıdığı bazen açık bazen zımni bir kalkış noktasıydı. Asıl bu varsayımın ne derece doğru temellere sahip olduğu tartışılmalıdır. Öte yandan Türkiye’de solun tarihsel birikimini esas alan bir sol yükseliş olmaksızın herhangi bir emekçi tabana hitap edilemeyeceği de bilinmelidir. SAYFA 4


2 PANO 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

KOMÜNİST, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin aylık sesi olarak yeniden hazırlandı. Partili yaşamı zenginleştirmek, yoldaşlık hukukunu güçlendirmek, kavgamızın ortak aklını geliştirmek için daha nitelikli KOMÜNİST, daha iddialı KOMÜNİST, daha fazla okunan KOMÜNİST, düzenli tartışılan KOMÜNİST, her fırsatta katkı koNulan KOMÜNİST. Daha çok komünist için KOMÜNİST!

TKP HEYETİ SURİYE’DE Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerinden oluşan bir heyet, Suriyeli komünist partileri ve Filistin örgütlerinin temsilcileri ile görüşmek ve ülkedeki son gelişmelere ilişkin gözlemlerde bulunmak üzere Suriye’ye gitti. Ziyaretin ardından TKP Merkez Komite tarafından kamuoyuna açıklama yapılacak.

Memleket tartışmaları Bu aydan itibaren Aydemir Güler ve Mehmet Kuzulugil İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, Metin Çulhaoğlu Ankara NHKM’de, Kemal Okuyan’sa İzmir Nazım Kültür Evi’nde Memleket Tartışmaları adı altında ayda birer kez sunum gerçekleştirecekler. Söz konusu etkinliklerin ses kaydı, başka kentlerde yaşayanların da izleyebilmesi amacıyla soL Radyo’da yayınlanacak. Ekim ayında MEMLEKET TARTIŞMALARI’nda şu konular işlenecek:

SOSYALİSTLERİN MECLİSİ Türkiye Komünist Partisi’nin kongre kararlarından Sosyalistlerin Meclisi için kuruluş çalışmaları son aşamasına geldi. Türkiye’nin sosyalist birikimini taşıyan aydın, siyasetçi, sanatçı ve sendikacının katılmakta olduğu Sosyalistlerin Meclisi’nin ilk toplantısı Ekim ayında gerçekleşecek. Merkezi düzeyde kurulan Sosyalistlerin Meclisi’nin yanı sıra, bazı yerleşimlerde “yerel dinamikler” üzerinden çalışma yürütecek ama Sosyalistlerin Meclisi ile bağlantılanacak yerel meclislerin oluşumu için de hazırlıklar sürüyor.

Çatı Partisi ve TKP (Mehmet Kuzulugil) Türkiye’de Umutlanmak İçin Bir Neden Var mı? (Kemal Okuyan) Kemalizm Neden Yenildi? (Metin Çulhaoğlu) AKP’nin Bir Kürt Politikası Var mı? (Aydemir Güler) Cumhuriyetçilik ve Komünistler (Mehmet Kuzulugil)

Her hafta partimizin sesini daha fazla kişiye ulaştırmak, daha fazla kişiyle sosyalizm mücadelesinin hedef ve sorunlarını tartışmak için görev başına!

Türkiye Komünist Partililer, Parti’nin dostları... Komünist’in sayfaları, Parti’yle söyleşmek, tartışmak, paylaşmak ve sormak için!

KOMÜNİST AYLIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN

Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu

www.tkp.org.tr e-posta: komunist@tkp.org.tr


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

KOMÜNİST’İN NOTLARI DIŞ POLİTİKA Türk dış politikasında “komşularla sıfır sorun” palavrasından “herkesle sonuna kadar didişme” noktasına gelindi. İranlı yetkililer Türkiye’nin kendilerine kazık attığını dile getirmeye başladılar. Artık herkes biliyor ki, AKP iktidarı İran’ı ABD’yle korkutarak bu ülkeyi ekonomik ve siyasi açıdan istismar etmeye çalışıyor. Erdoğan “dostum” dediği Devlet Başkanı Esad’ı satıverdi, Suriye’yi açık açık tehdit ediyor. Kıbrıs’ta savaş naraları atıyor, Yunanistan’a “ayağını denk al” diyor. Şu sıralar gündemden düşse de, Kafkaslardaki bütün gerginliklerde işin içinde Türkiye de var. Öte yandan Kürt sorununda gizli pazarlıklara savaş uçaklarının yağdırdığı bombalar eşlik ediyor. AKP’NİN BARIŞÇI BİR DIŞ POLİTİKA İZLEYECEĞİNİ SANANLARI DEFALARCA UYARDIK. DEVLET İÇİNDEKİ OPERASYON TAMAMLANSIN, SİZ GÖRÜN ASIL MİLİTARİST DEVLETİ DİYE YAZDIK. HER ŞEYDEN ÖNCE KAPİTALİZM BARIŞ DEĞİL SAVAŞ ÜRETİR. HELE HELE KRİZLERLE SARSILAN BİR KONJONKTÜRDE SAVAŞ SEÇENEĞİ OLMADAN KAPİTALİZM AYAKTA KALAMAZ. İKİNCİSİ AKP, ABD HİMAYESİNDE EMPERYAL PERSPEKTİFLERE SAHİP BİR PARTİDİR. BU BÖLGEDE SADECE “TÜCCARLIK” VE “RİYAKARLIK”LA BİR YERE KADAR ETKİ ARTAR. ONDAN SONRA SÜRTÜŞMELER, TEHDİT VE ÇATIŞMALARA GELİR SIRA. ÜÇÜNCÜSÜ VE BELKİ EN ÖNEMLİSİ, ABD’NİN BALKANLAR, KAFKASLAR VE ORTADOĞU’DA YENİ BİR MÜDAHALE İÇİN “MÜTTEFİKLER ARASI”NDA BİR ÇATIŞMAYA İHTİYAÇ DUYDUĞU UNUTULMAMALIDIR. VAŞİNGTON TARAFINDAN ŞIMARTILIP HİMAYE EDİLEN TÜRKİYE, KRİZ NOKTALARINDA İLK KURŞUNU ATACAK KIVAMA GETİRİLMİŞTİR. DÖRDÜNCÜSÜ, EMPERYALİZMİN TÜRKİYE TASARIMI DOĞRULTUSUNDA, BELLİ BİR AŞAMADA, “BÖLGE GÜCÜ” ANKARA’NIN İPİNİN ÇEKİLMESİ GÜNDEME GELDİĞİNDE “SIFIR SORUN”LU DEĞİL DE “BOL SORUNLU” BİR TÜRKİYE’NİN DAHA UYGUN OLACAĞI AŞİKARDIR. AKP’NİN SAHTE DOSTLUK GÖSTERİLERİNE KARŞI TÜM BÖLGE HALKLARINI, HATTA LATİN AMERİKA’YA UZANAN BİR COĞRAFYADAKİ DOSTLARINI UYARAN KOMÜNİSTLER, AÇIK MİLİTARİST POLİTİKALARA KARŞI ÇOK DAHA FAZLASINI YAPMAK DURUMUNDADIRLAR.

SAĞLIK SİSTEMİ AKP hükümeti, reform adı altında geçici gözboyacılığın ardından bütün sağlık sistemini piyasa barbarlığının insafına terk etmeye hazırlanırken, diğer sağlık çalışanlarının yanı sıra hekimlere büyük baskı uyguluyor. Performans dayatmasıyla hekimleri daha çok hasta bakmaya, daha doğrusu hastaları müşteri gibi görmeye zorlayan siyasi iktidar “tam gün” hamlesiyle üniversite hastanelerinde istediği düzenlemeleri yapmak için maddi ve psikolojik altyapıyı oluşturuyor. Bütün bunları yaparken her zamanki ikiyüzlülük yine devreye sokuluyor. Sağlık ve eğitim sistemini bütünüyle ticarete döken bir siyasi iktidarın bakanı olarak Recep Akdağ hiç sıkılmadan “Üniversiteler ticarethane değildir. Üniversiteler rant kapısı olamaz. Üniversitelerin tıp fakültelerinin uygulama araştırma merkezlerinde bu ticarethane anlayışı eğitimi, öğretimi ve araştırmayı geçtiğimiz yıllarda ileri derecede arızalandırdı” diye konuşuyor. AKDAĞ DOĞRU SÖYLÜYOR. AKP ZİHNİYETİ ÜNİVERSİTELERİ BİTİRDİ. PEKİ HÜKÜMET NEDEN ŞİMDİ ZEYTİNYAĞI GİBİ ÜSTE ÇIKIYOR? ÇÜNKÜ HEKİMLERDEN “SAĞLIK REFORMU”NA GELEN TEPKİLERİ “TAM GÜN YASASI”NIN SÖZÜM ONA ÜNİVERSİTEYİ KORUDUĞU YALANI İLE GÖĞÜSLEMEYE ÇALIŞIYOR. HEKİMLERİ DÜŞÜK ÜCRETLER, AĞIR ÇALIŞMA KOŞULLARI VE ÖDENEK ŞANTAJI İLE TERBİYE EDİP ÜNİVERSİTE HASTANELERİNİ DE BİRER ÖZEL HASTANEYE ÇEVİRME YOLUNDAKİ SON VİRAJI DA ALMAK İSTİYOR. BİZİM BUNA YANITIMIZ ELBETTE “TAM GÜN YASASINA İTİRAZ” OLAMAZ. BU ÜLKEDE PARASIZ SAĞLIK HİZMETİNİN BAYRAKTARLIĞINI YAPAN KOMÜNİSTLERİN MUAYENEHANELER İÇİN GÖZYAŞI DÖKMESİ BEKLENEMEZ. ANCAK YALNIZ ÜNİVERSİTELERDEKİLER DEĞİL, TÜM SAĞLIK SİSTEMİNDE GÖREV YAPAN HEKİMLER VE DİĞER EMEKÇİLERİ KÖLELEŞTİREN BÜTÜN UYGULAMALARA KARŞI ÇIKMAK DA KOMÜNİSTLERİN ÖNCELİKLİ GÖREVİDİR. BU ANLAMDA EMEK DÜŞMANI AKP’YE, ONUN “ÜNİVERSİTELER TİCARETHANE DEĞİLDİR” DİYEN BAKANININ DEĞİRMENİNE SU TAŞIYACAK DEĞİLİZ. ÜNİVERSİTELER TİCARETHANE DEĞİLSE ÖĞRENCİLERİ PERİŞAN EDEN HARÇ SOYGUNUNA SON VERİN RECEP EFENDİ!

SİYASET 3

PARLAMENTO Meclis çalışmaları CHP ve BDP’nin katılımıyla yeniden başlıyor. Hem CHP hem de BDP, seçilmiş milletvekillerinin tutukluluk hallerinin sürmesi üzerine “yemin boykotu”na başlamış, CHP yönetimi kısa süre sonra bu protestodan vazgeçerek Meclis’e dönmüştü. BDP ise Ekim ayına günler kala boykotu bitireceğini açıkladı. “Ben döneceklerini söylemiştim” diye konuşan Tayyip Erdoğan, Meclis’in en önemli gündeminin “yeni anayasa” olacağını da altını özellikle çizerek vurguladı. BÖYLECE TÜRKİYE İKİNCİ CUMHURİYET’İN ANAYASASI ETRAFINDA PAZARLIKLARIN YAPILACAĞI BİR PARALAMENTER SİYASET DÖNEMİNE GİRİYOR. CHP YENİ DÜZENE UYUM SAĞLAYACAĞINI ZATEN BELLİ ETMİŞTİ, DOLAYISIYLA AKP’NİN BİÇİM VERECEĞİ BİR ANAYASA’NIN AYRINTILARIYLA UĞRAŞACAK, DEMOKRATİK MEKANİZMALARIN ÇALIŞTIĞI İZLENİMİ VEREREK AKP CUMHURİYETİ’NE HİZMET EDECEK. BDP’NİN İSE KÜRT SORUNU EKSENLİ YAKLAŞIMI, BUNDAN ÖNCEKİ YILLARDA OLDUĞU GİBİ AKP’Yİ HEM RAHATLATACAK HEM DE ZORLAYACAK. RAHATLATACAK ÇÜNKÜ BDP KÜRT SORUNU DIŞINDAKİ BAŞLIKLARDA AKP’Yİ ZORLAMADIĞI GİBİ, BAZI KONULARDA AÇIK YA DA ÖRTÜLÜ DESTEK VERİYOR. ZORLAYACAK ÇÜNKÜ KÜRT SORUNUNDA OLASI TIKANMA NOKTALARININ AŞILMASI ÇOK GÜÇ. BU TABLODA İKİNCİ CUMHURİYET’İN MEŞRUİYETİNİ KÖKLÜ BİÇİMDE SORGULAYAN PARLAMENTO DIŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ DAHA DA ARTACAK.

KÜRT SORUNU MİT ve PKK arasında, daha doğrusu devlet ve hükümet yetkilileri ile PKK arasında farklı düzlemlerde görüşmelerin yapıldığı zaten biliniyordu. PKK ve Öcalan ısrarla “görüşüyoruz” dese de hükümet bunu kabul etmiyor, hatta “bunu iddia eden şerefsizdir” türünden açıklamalarla işi hakarete vardırıyordu. MİT ve PKK arasındaki görüşmelerin bant kaydı basına sızdırılınca, görüşmelerin içeriği değil ama hangi düzeyde yürütüldüğü ortaya çıktı. ORTADA BİR SORUN VARSA VE ÇÖZÜM ARANIYORSA TARAFLARIN GÖRÜŞMESİNDEN DAHA DOĞAL BİR ŞEY OLAMAZ. AKP HER KONUDA OLDUĞU GİBİ, GÖRÜŞMELERLE İLGİLİ OLARAK DA İKİYÜZLÜ BİR TUTUM TAKINIYOR, BİR YANDAN KÜRT SORUNUNU ÇÖZEBİLECEĞİ GÖRÜNTÜSÜ VERİRKEN ÖTE YANDAN MİLLİYETÇİ DUYARLILIKLARA OYNUYOR. HALK DÜŞMANI BİR PARTİDEN BEKLENEN TAM DA BUDUR. ANCAK GÖRÜŞMELERLE İLGİLİ ASIL ÖNEMLİ OLAN, İMZALANAN PROTOKOLÜN VE ANLAŞMAZLIK NOKTALARININ KAMUOYUNA AÇIKLANMASIDIR. MİT MÜSTEŞARI, BAŞBAKAN’LA ÖCALAN’IN BİRÇOK KONUDA ANLAŞTIĞINI SÖYLEMEKTEDİR. BU KONULAR NELERDİR? HANGİ KONULARDA UZLAŞMA SAĞLANAMAMIŞ VE TÜRKİYE BİR KEZ DAHA SAVAŞ-ŞİDDET SARMALINA SÜRÜKLENMİŞTİR. EVET, BAZI GÖRÜŞMELER GİZLİ SÜRDÜRÜLMELİDİR AMA İKİ HALKI DOĞRUDAN İLGİLENDİREN, İNSANLARIN UĞRUNA ÖLDÜKLERİ YA DA ÖLDÜRÜLDÜKLERİ BİR PAZARLIK SÜRECİNİN GİZLİSİ SAKLISI KALMAMALIDIR.


4 SİYASET 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Solun öncelikleri var Seçimleri kazanıp hükümet olmasının üstünden yıllar geçmesine karşın kendini değişimci olarak sunabilen bir düzen partisi... Bunun üçüncü seçimden sonra, yani başbakanın deyimiyle ustalık döneminde mecburen geri düşeceği açıktır. “O kadarı” da olmayacaktır. Dokuz yılın ve üçüncü genel seçimlerin sonrasında memlekette olup bitenin faturasının mevcut hükümete kesilmesi beklenir. Ancak AKP bir açıdan kesinlikle başarılı olmuştur. Ve üstelik kendisini değişimci hatta muhalif olarak sunduğu zaman diliminde, sağın tarihinin büyük bölümünü de yeniden yazmayı becermiştir. Düşünün, 2002-2011 döneminin iktidar partisi, kendini bir biçimde sorumsuz ilan etmekle kalmamış, en azından, 1950-1960’a yani DP-Menderes dönemine, 19831991’e yani cunta sonrası ANAPÖzal dönemine, 1996-97’ye yani Refah-Erbakan dönemine sahip çıkmıştır. Erbakan’ın ve Özal’ın 1970’lerin önemli bölümünde iktidarı paylaştığını, Özal’ın 198083 arasında önemli bir figür olduğunu ve daha dolayımlı başka ortaklıkları bir kenara bırakalım.

Bu iddia, bir de AKP’nin emekçiler, yoksullar, kitleler, halk veya millet tarafından desteklendiği ve bunları temsil ettiği yolunda bir değerlendirmeyle ilişkili. Kuşkusuz memlekette seçim yapılmaktadır ve seçimlerde yükselen bir grafik çizen AKP’nin yoksul ve emekçi kitlelerin de oyunu alabildiği açıktır. Ancak “oyunu almak” ile “temsil etmek” arasındaki fark, tam da bilimle ampirizm arasındaki farktır. Parlamenter veya liberal denilen burjuva demokrasilerinde oy ile temsiliyet, aptalca bir yaklaşıma teslim olunarak özdeşleştirilir. Ya da oy ile temsiliyet arasındaki açı aldanma-aldatma ile açıklanır. Her durumda bir toplumsal sınıfın -güncelliğe oranla daha yapısal, daha tarihsel ve daha nesnel bir anlam yüklenmesi gereken- “çıkarları” ile aynı sınıfın -verili bilinciyle kendine yakıştırdığı- temsil ehliyeti birbirine karıştırılmış olmaktadır. Oysa egemen sınıfla devlet arasındaki “aidiyet” ilişkisinde, parlamento ve seçim, sistemin kurum ve mekanizmalarından yalnızca biri olduğu gibi, bu mekanizma mutlak bir ideolojik-

İşçi sınıfı bir tarafta toplulaşıyor mu? Oyların düzen partileri arasındaki dağılımını tartışmak bu yazının konusu değil. Ancak MHP’nin veya CHP’nin işçi, köylü, yoksul oylarını alamadıkları yolunda bir sonuca varılmasının mümkün olmadığını söylemeliyim. İşçi sınıfının mücadele eden ve etmeyen, örgütlü ve örgütsüz tabanında yapılacak bir araştırma genel olarak, genel seçimlerde ülke çapında karşımıza çıkan dağılımı verecektir bize. Zira Türkiye işçi sınıfı, ne yazık ki, kendisini toplumsal ortalamadan ayırt etmeyi sağlayacak bir kimliğe sahip değil. Kentleşme, kapitalist toplumsal yapıyı doğrudan teneffüs etme gibi faktörlerle yoksulların sağa oy vermesi arasında da tersine bir ilişki olduğunu ekleyebiliriz. Yani AKP diyelim ülke genelinde oyların yarısını alıyorsa, bizim işçi, köylü, yoksul halk diye tanımlayacağımız bir büyük kesimde de yarıdan biraz fazla oy almış olmalıdır. Ama bu kadar. Bu verilerin üstüne, örneğin solun öncelikle AKP’nin tabanına seslenmesi gerektiği gibi bir sonuç bina edilmeye kalkışılmamalıdır.

TKP’nin öncelikle AKP karşıtlığını temsil eden toplumsal tabana yüzünü dönmesi zaman zaman bir tartışma ve eleştiri konusu edildi. Bu eleştirilerde AKP’ye oy veren kitlenin emekçi karakteri taşıdığı bazen açık bazen zımni bir kalkış noktasıydı. Asıl bu varsayımın ne derece doğru temellere sahip olduğu tartışılmalıdır. Öte yandan Türkiye’de solun tarihsel birikimini esas alan bir sol yükseliş olmaksızın herhangi bir emekçi tabana hitap edilemeyeceği de bilinmelidir. Doğrudan sahip çıktığı zaman dilimleri bile, AKP’nin kendisini değişimci ve muhalif ilan etmeye hakkı olamayacağını gösterir uzunlukta. Ama yaptılar ve oldu! Elbette nesnellikte de bu performansı besleyen bir yan vardı. AKP’li yıllarda Türkiye kapitalizmi bir rejim değişikliğini adım adım ve bazı uğraklarda sıçramalarla yaşamıştır. Eski rejimi değiştiren AKP, bu eylemini Türkiye sağının bütün tarihsel birikimine yaslanarak yapmış olmasına karşın, mirasçılık yani süreklilik yerine kopuşun altını çizebilmiştir. 2000’li yıllarda AKP’nin değişimi temsil ettiği iddiasının Birinci Cumhuriyetin çökertilmesiyle ilgili boyutunu bir kenara bırakalım.

toplumsal belirlenmişlik içinde işler. AKP’ye oy veren işçilerin, köylülerin vb. bu parti tarafından temsil edildiklerini söylemek tek kelimeyle saçmadır. Ancak konumları gereği bir değişim ihtiyacında olan ve değişime açık insanların oyları ve AKP’nin muhalif demagojisi birbirine eklendi. Bu eklemlenmeden çıkan sonuca göre AKP eski rejimden çok çekenlerin değişimci temsilcisi ilan edebildi kendini. Buna göre, AKP dışındaki partilere oy verenler veya AKP’nin dinci, emperyalizme teslimiyetçi, piyasacı politikalarına itiraz edip direnenler muhafazakar, eski rejimci, en karikatür ifadeyle ergenekoncu oluyorlardı!

Bu binaya bir temel de, “yeni Türkiye’nin” rotasının AKP tabanını karakterize eden özelliklerin damgasını taşıyacağı üstünden atılır. Eğer söylenmek istenen “solun müslümanların dinsel inançlarıyla kavga etmemesi” gerektiğinden ibaretse, lafı dolandırmaya hiç gerek yok. Elbette öyle! Marksizmin felsefede içerdiği ateizmle, komünizmin toplumsal siyaset alanındaki konumu ve dahası işçi sınıfı aydınlanmacılığı arasındaki farkları anlayamamak bir çocukluk hastalığı olabilir, olsa olsa. Sekülarizmi anarşizan bir tabu deviriciliğiyle karıştırmanın manası ve yararı yoktur. Ama kast edilen Türkiye’deki dinselleşmenin sineye çekilmesiyse, orada durulmalıdır. Bu noktaya

gelindiğinde TKP ilericiliğin ve işçi sınıfı devrimciliğinin bütün birikimine sahip çıkarak, herkesi kendine gelmeye davet etmek, gelmeyenle de hesaplaşmak durumundadır. Zira AKP’nin tabanına dayattığı ideolojik ve örgütsel formasyon ülkemizde karşı-devrimciliğin bütün mirasını kapsamakta ve güncellemektedir. Ve üstelik bu karşı-devrimci karakter, başka zaman olabileceği gibi burjuva siyasetinin bir “aşırı ucu” veya tamamlayıcısı değil, ta kendisi haline gelmiştir. Karmaşık bir olgudan söz etmiyorum. Dinselleşme halkın kültürel duyarlılıklarıyla açıklanamayacak kadar şişkinleşmiştir. Yine dinselleşme kapitalist modernleşmeye karşı gösterilen bir direnç anlamına da gelmemektedir. Bugün dinselleşme süreci ile geniş kitlelere toplumu anlama, kavrama ve değiştirme imkanının tümden unutturulması arasında doğrudan bir ilişki var. Emeğe yönelik olağanüstü saldırının nasıl gerçekleştirilebildiğini düşünüyorsunuz? Bugün sosyal devletin tasfiyesi, kadercilikle, dinsel cemaat dayanışmasıyla dengelenebildiği için dinselleşme diye bir olgu devlet ve düzen politikası haline gelmiştir. Zaten Türkiye’de neo-liberalizmin iktidara geldiği on yılların özelleştirme performansıyla AKP dönemi karşılaştırıldığında bu bağlantı görülecektir. Türkiye kapitalizminin bütün sahipleri de bilmektedir ki, özelleştirmelerin emekçi sınıfına ve topluma yutturulabilmesi için yanında mistik bir şurup içirmek gerekmektedir. Türkiye kapitalizmi bu nedenle AKP’nin ideolojisi, örgütü vb karşısında sadece ayak diremiş ve bir alternatife sahip olmamıştır. Sol ve emek düşmanlığı ne olacak? Sağın mirasında en belirgin öğelerden biri de sol düşmanlığı veya anti-komünizm, bunların üstünü kazıyınca da emek düşmanlığıdır. Solun toplumsal ve siyasal etkisinin yükseldiği günlerde sağın içini de sallaması mümkündür elbette. Ama solun sağdan insan devşirmesi ile sağa ait bir alanı kapitalist rejimin karşısına çekmesi başka şeylerdir. Türkiye’de ikincisi olmayacak, olamayacak...


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST AKP’ye, dinselleşmeye bakıp “bundan sonra böyle” diyen ve bu sürecin rantının sol tarafından da yenebileceği üstüne uydurmaya başlayanlara söylenecek bir söz daha var. Başlarda bir diğer bağlamda değinmiştim; 11 yıl sonra ve hele 2011 seçimlerinden sonra, AKP arada yaşananları kimsenin üstüne kolay kolay yıkamayacaktır. Yoksullaşma ve işsizlikte şiddetli artışlar, kimi kadim siyasal sorunların çözülememesi gibi hallerde parmakların AKP’yi göstermesi kaçınılmazdır. AKP tabanına seslenmek konulu kompozisyon yarışmalarına katılmak isteyenlerin boşa düşmeleri hafife

AKP bir açıdan kesinlikle başarılı olmuştur. Ve üstelik kendisini değişimci hatta muhalif olarak sunduğu zaman diliminde, sağın tarihinin büyük bölümünü de yeniden yazmayı becermiştir. Düşünün, 2002-2011 döneminin iktidar partisi, kendini bir biçimde sorumsuz ilan etmekle kalmamış, en azından, 1950-1960’a yani DP-Menderes dönemine, 19831991’e yani cunta sonrası ANAP-Özal dönemine, 1996-97’ye yani RefahErbakan dönemine sahip çıkmıştır. AKP’li yıllarda Türkiye kapitalizmi bir rejim değişikliğini adım adım ve bazı uğraklarda sıçramalarla yaşamıştır. Eski rejimi değiştiren AKP, bu eylemini Türkiye sağının bütün tarihsel birikimine yaslanarak yapmış olmasına karşın, mirasçılık yani süreklilik yerine kopuşun altını çizebilmiştir.

alınamayacak bir olasılıktır. Toparlarsak, Türkiye’de halk kitlelerinin külliyen AKP’nin arkasında bir araya geldikleri temellendirilmesi olanaksız bir rivayettir. Bunu kırk kere tekrarlayıp hakikate çevirmek mümkün değildir. AKP’nin karşısında yer alan kesimler İkinci Cumhuriyetçi ideolojik biçimlendirmeye görece mesafeli kalmışlardır. Bu mesafeden mücadele enerjisi çıkartma olasılığı, haline şükredip güçlünün etekleri altına sığınanlara göre, herhalde daha fazla. Siyasal süreçler ve sınıf mücadeleleri oy dağılımı türünden ampirik ve statik verilerle “halledilemez.” Yukarıda anla-

tılmak istenenlerden, AKP’ye oy vermiş tabanda ortaya çıkan emekçi tepkilerinin göz ardı edilmesi ve kitlelerin iktidara terk edilmesi diye bir teslimiyet sonucu da çıkmaz. Hele tüm direnenlerin yanında, içinde, yer yer önderliğinde konum alabilen TKP bu eleştirinin muhatabı değildir. Tersinden; AKP’ye değil AKP karşıtlığına oy verenleri içinde bulunduğumuz dönemde daha fazla önemsemeyi teslimiyet saymak, Türkiye işçi sınıfını gericiliğin tapulu malı zannetmek olur. Yani sınıfa inançsızlık. Ülkemizin ilerici birikiminin geçmişin yorgunluğundan, düzen içi karakte-

SİYASET 5

rin yarattığı siyasetsizlik ve alternatifsizlikten kurtarılmaması halinde, bu inançsızlık gerçeğin resmi haline gelecektir. Sol AKP’nin ideolojik olarak kendine benzettiği kesimlere şirin gözükmeye beyhude uğraşmamalı, enerjisini AKP karşıtlığını olası tek gerçek ve gerçekçi biçimlenişe, sosyalizme kazanmaya yoğunlaşmalıdır. Bu yolda mesafe almak demek, ilericilik ile emekçi kimliği arasında köprüleri yeniden kurmak demektir. Bu yolda alınan mesafe, oy-temsil özdeşliği efsanesini sarsacaktır. Aydemir GÜLER


6 SİYASET 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Kongre Girişimi Program Çerçeve Metni ilan edildi

Sınıfa karşı halk, devrime karşı demokrasi 12 Haziran seçimlerinin hemen ardından toplanan Türkiye Komünist Partisi 10. Kongre Türkiye Konferansı’nda, sosyalizm çözümünde ısrar vurgusunun dışarıdan bir bakışla malumun ilamı basitliğinde değerlendirilemeyeceğini; bunun, günümüz Türkiyesi’nde siyasal yelpazenin soluna baktığımızda görülen manzarada, çok net bir ayrım çizgisinin bir kez daha belirginleştirilmesi olduğunu söylemiştik. Sorunların sosyalizmle çözüleceği yaklaşımının, bugünün acil ve

Taslak’a ruhunu veren, liberal demokrat eklemlenmeleri haiz bir Kürt ulusalcılığıdır. Biteviye tekrarlanan “halklar” ve “ezilenler”, sosyal siyaset açısından metnin ruhunu yansıt an şey olmakta, dile getirilen bütün arazlardan çıkış olarak “tam demokrasi”nin ifade edilmesi de vardığı nihai noktay ı imlemektedir.

yakıcı siyasal saflaşma ve gelişmelerine verilecek karşılığın henüz bir seçenek halinde kendisini gösterir olmaktan uzak bir projeksiyonla geleceğe devredilmesi anlamına gelmediği, ama bugünü nasıl çözümlediğimiz noktasında bir tutamak bulmak ve eksen çizmek anlamında büyük önem taşıdığı, yeterince anlaşılamadı. Sosyalizm seçeneğinde ısrar, birçok yapının kendisine atfettiği bir kelimenin yinelenmesi değil, olguların analizi ve çözüm arayışlarında, sınıfsal duruşla örtüşen bir ideolojinin ve varolan sisteme devrim hedefiyle itirazın temel alındığı siyasal vargılarda ısrardır. Ve biricik ölçüt, kelimenin ötesinde kalan bu hattın mevcudiyeti ya da yokluğudur. Şimdi bunun nesnel çıktılarını görebileceğimiz bir kerteriz, somut olarak karşımızda. Geçenlerde, son seçimlere Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak katılan kesimlerin, bir “çatı partisi” oluşturmak üzere başlattığı girişimin bugün için vardığı nokta, bir program olarak kendisini ortaya koydu ve Kongre Girişimi Program Çerçeve Metni adıyla kamuoyuna sunuldu. Bunun henüz bir “çerçeve metin”, bir “taslak” olduğu ve gelişmeye, değişmeye açıklığı; farklı kesimleri buluşturmaya ve kamuoyu yaratmaya yönelik başlangıç yapısı

itibariyle, geniş bir mutabakat için sadece asgari müşterekleri dile getirdiği söylenebilir. Taslak’ın, girişimi oluşturan bileşimlerin tek tek siyasal duruşları nedeniyle pek değişikliğe uğramadan “program”a dönüşeceğini, bünyesinde buna zorlayacak bir yapı barındırmadığını, nitekim zaten ortak görüş olarak kaleme alınıp ilan edildiğini, dışarıdan bir etkenin de bu görüşler üzerinde yeniden değerlendirmeye yol açacak herhangi bir rol oynamayacağını düşünmekle birlikte, kuşkusuz bu noktayı da gözeterek okuduk elimizdeki metni. Ama peşinen söylemek zorundayız ki, kökten, yapısal bir değişim geçirmeyecekse, metinde kullanılan kelimeler ve kurulan cümleler tamamen bir tarafa bırakılsa bile, zaten bütününe sinmiş olan perspektif, deyim yerindeyse metnin ruhu, aynen kalacaktır. Haliyle, söz konusu oluşuma temel niteliğini kazandıran da, eleştirimize muhatap eden de budur. Tek cümleyle ifade edersek, Taslak, sınıfa karşı halkı, devrime karşı demokrasiyi çıkarmayı iliklerine kadar içselleştirmiş, böylelikle devrimci bir perspektifle arasına sınır çizmiştir. Bu, sosyalizm ile herhangi bir burjuva demokrasisi arasındaki sınırdır da. “Metnin ruhu” dediğimizde,

elimizde kalan, doğal olarak bu hareketin ana akımı ve aslen biricik gücü olan BDP”nin, Kürt sorununa odaklı ulusal perspektifine, liberal ve güce tapıcı farklı kesimlerin de katkılarıyla Türkiye solunun da eklemlenmesini öngören ve bu dar bakışı geniş çerçeveye yaymayı amaçlayan bazı serpiştirmelerdir. Pek tumturaklı bir “kapitalizm eleştirisi” içeren bir metnin, buna alternatif bir sistemi kelime olarak bile zikretmemesi; emekten, işçiden dem vururken, herhangi bir sınıfı ifade etmekten özenle kaçınması, buna bağlı olarak da “çok kötü” bu sistemin içinde devinişi, işte bunun sonucudur. Taslak, ağırlıklı olarak “halklar” ve “uğradığı baskılar” üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir ulusal hareketin gerek siyasal gerek ideolojik açıdan böyle yapmasında şaşılacak bir şey yoktur. Doğası bunu gerektirir. Ama o zaman, bünyelerine kattıklarının dışındaki sosyalist solun nasıl buna ikna edileceği problemi doğmaktadır. Orada, yaldızlı laflar devreye girmektedir. Taslak’ın giriş maddesi: “Bizler, halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya geldik.” Buradan başlayalım. “Halk” bilindiği gibi, kelime karşılığında,


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST bir ülkenin bütün yurttaşlarını içeren bir kavramdır. “Ulus”tan farklı olarak, dil, din, etnik yapı, kültür farklılıklarını da kapsar. Böyle bakıldığında “yurttaş”lık bağıyla tanımlanabilmekte, ama bu bütünlüklü topluluğu ayrıştıran sınıfsal katmanları da aynı potada buluşturmaktadır. Ulusal açıdan bakan ya da kendisini farklı bir “yurt”a ait hissedenler nezdinde, sınıfı dışarıda bırakan, başka bir deyişle, burjuvaziyi de içeren bir “halk” kavramı anlaşılabilir. Yine biliyoruz ki, burada sözcüğün marksist literatürde geçirdiği evrim gündeme gelecektir. Buna göre, “halk”, ülkenin yönetici kesimi dışında kalan, yönetilen, ezilen, sömürülen kesimleri ifade eder. Devrimci sınıfla bileşik düşünülen halk kavramının, ilk tanımla değil de, buradaki anlamıyla Taslak’a girdiğini düşünebilir miyiz? Bu mümkün görünmüyor. Çünkü yine Marx’tan biliyoruz ki, nüfusun çalışan bölümünü ifade eden bu genelleme, “tarihi yapan” kitleler olarak, sınıf savaşının karşılıklı duruşlarını dile getirişin bir parçasıdır. Oysa Taslak’ta buna işaret eder tek cümle yoktur. Bakış açısının gereği, biteviye tekrarlanan “halklar”, kimliklerin ifadesinden ibarettir. Elbette olabildiğince “ustalıkla” yedirilmiş biçimde ve yine Marx’ın, ancak sınıfsız toplumda kelime karşılığını bulabilir dediği “halk” sözünün büyüsüne dayanarak. Birçoğu içinden, Taslak’ın 8’inci ve 9’uncu maddeleri seçip örneklersek, tüm ezilenlerden, işçilerden göçmenlere hiçbir kesimin atlanmamasına özen gösterilmiş “dışlananlardan” bahsedildikten sonra, “bütün halkların, tüm inanç topluluklarının, yaşam alanları tahrip edilenlerin buluştuğu” bir zemin olarak yapılan tarif ve “Türkiye’de yaşayan tüm halkların kültürlerinin ve kimliklerinin tanınması” mücadelesinin ilanı, kavrama nasıl bir öz verildiğini gösteriyor. Herhangi bir burjuva demokrat için olduğu gibi, bir sosyalist açısından da temel özgürlükler anlamında birer mücadele başlığı olabilecek bütün bu unsurlar, eğer söz konusu olan şey bir parti girişiminin programatik bakışını yansıtıyorsa, iş değişecektir. Bir program, konjonktürel sorun ve çözümlere bakış içermekle birlikte, nihai bir hedef ve temel bir sınıfsal dayanak göstermek durumundadır. Taslak, bütün bu noktaları boş bıraktığı içindir ki, buradaki “halklar” ve “ezilenler”, sosyal siyaset açısından metnin ruhunu yansıtan şey olmakta, dile getirilen bütün arazlardan çıkış olarak “tam demokrasi”nin ifade edilmesi de vardığı nihai

noktayı imlemektedir. Elbet bugün için marksist literatürde ve diyelim Ekim Devrimi döneminde geliştirilen tezlere, varsayalım narodnik harekete ya da Struveciliğe uzantılarına değinmek , ‘halkçılık” akımının değişkenlerine bakmak biraz lüks kaçacaktır. Marksizmin, devrim pratikleriyle sınanmış ilkelerinden bahis açmak, sadece böyle bir referansın geçerli olduğu akımlar arasında anlamlıdır ve aksini iddia eden oluşumları barındırsa da, siyasal yelpazede tuttuğu yere göre, söz konusu girişim bu frekansta değildir. Ama akla Lenin’in de çok üzerinde durduğu, “toplumsal gelişmeye liberal pasaport”un akla gelmesi kaçınılmazdır. Struve-Lenin “diyalogu”ndaki bu tanımlamaya, bahsettiğimiz girişimdeki liberal yapılara bir gönderme olsun diye, bir tarihsel izlek kullanarak, AKP’nin ülkeyi yeniden dizayn edişine tam destek sunanların şimdi içinde yer aldıkları bir oluşuma sosyalistleri de çağırmalarındaki tuhaflığı göstermek, ya da şimdiden burada yerini almış bazı sosyalist çıkışlı yapıları iğnelemek için değinmiyoruz. Olgu budur. Bütün bir program taslağı, uzun “liberal demokrasi” diye uzun yıllardır yüceltilen bir siyasal ve ekonomik sistemin çerçevesinde kalmaktadır. Bu açıdan, kimlikler ve “ezilenler” temalı bir sınırdan geçmek, böyle bir pasaportla pekâlâ mümkündür. Ancak, “herkese özgürlük” temasına iliştirilen bazı noktalar, her ne kadar bu çıkışta bir umut arayan kimi solcuları cezbedebilecekse de, fazlasıyla iğreti durmaktadır: Madde 3: “Bugün dünyada hâkim olan kapitalist sistem, toplumsal yaşamı yıkmakta, insanı yalnızlaştırmakta, bireyi kendi emeğine, topluma ve doğaya yabancılaştırmaktadır. Bu durum karşısında ortak mücadele ve dayanışma ruhunu yeniden kurmak, sisteme karşı direnişin en önemli adımıdır.” Kapitalizmin ideologlarınca da dile getirilen bu türden eleştirilerin varacağı nokta, bunlara karşı bir direniş hattı oluşturmaktır dediğinizde, liberal pasaportla geçebileceğiniz sınıra dayanmışsınız demektir. Tekrarlayalım, bunlar konjonktürel göstergeler olarak mücadele programının ana başlıkları olabilir. Ama bir siyasal akım programı, bununla yetinmekle, islah edilmiş bir kapitalizmin ötesine geçemeyecektir. Bu haklı yakınmaların kaynağı, sermaye sistemidir. Ve sermaye sisteminin tek bir hüküm sürüş biçimi yoktur. Taslak, bu sisteme alternatif olarak önerilen nedir sorusuna, “daha geniş özgürlükler ve haklar”dan öte yanıt üret-

memektedir. Dolayısıyla, devrim diye bir sorunu da yoktur. Çünkü, sınıflı toplumlarda, “arı demokrasi” diye bir olgunun geçersizliği, bilinen bir vakıadır. Marksistler, burjuva demokrasisinin varacağı son nokta olarak bir demokratik cumhuriyetin önemini asla yadsımamakla ve bu yönde mücadeleyi asla küçümsememekle birlikte, “en geniş burjuva demokrasisinin de özünde bir sınıfsal diktatörlük olduğu”nu unutmazlar. Sadece ülkemiz özelinde bakacak olursak, gerek art arda yaşanan yoğun baskı dönemleri, gerek sosyalizm deneylerinin yaşadığı sorunlar ve çöküş, gerek işçi sınıfının günümüzdeki ataleti, kimi kavramları küllendirmiş, “demokrasi” lafzının cazibesi gözleri kamaştırmış olabilir. Dahası, yaşanmış ve görüşmüştür ki, bu demokrasicilik ve özgürlükçülük yatıştırıcısının enjekte edildiği bir sol, kendi yaşam alanlarının giderek daralmasına yol açan her türden gelişmeye budalaca kapılmıştır. Yalnızca tek bir örnekle, devletin Diyanet üzerinden dine müdahalesine karşı çıkış doğrusunu veri alıp, Sünni çoğunluğun karşısında, farklı din ve mezheplerin de kendilerini ifade edebilmesi ve örgütlenmeleri eksenli “inanç ve ibadet özgürlüğü mücadelesi”, bu demokrasicilik ve özgürlükçülükle buluştuğunda, hızını alamayıp cemaatlerin, tarikatların hakları savunusuna vamış, gericiliğin toplumu kuşatmasına payanda olmuştur. Ama marksistler için, demokrasi ve diktatörlük, aynı paranın iki yüzüdür. Marksistler, nihai hedef olarak gördükleri proleter demokrasinin, burjuva demokrasisini tarihe gömen bir proletarya diktatörlüğü anlamını taşıdığını ifade etmekten ürkmezler. Kelimelerin yaldızlarına ya da çamurlarına takılıp kalmazlar. Demoratik taleplere, ezilen hiçbir kesime duyarsız kalmamakla ve bunlar uğruna mücadeleye asla dudak bükmemekle yükümlü olmanın yanı sıra, Marksistler, kendilerini diğer tüm katman ve ideolojilerden ayıran yönün karartılmasına da izin veremezler ve amaçlarının, işçi sınıfının diktatörlüğüyle sonuçlanacak bir sosyal devrim olduğunu açıkça söylerler. Onlar için, sınıflı toplumlarda mümkün en demokratik yapı sadece budur. Yukarıda verdiğimiz örnekle söylersek, tarikatlara, cemaatlere, gericiliğin kendisini yayma ve nüfuz etme alanlarına hiçbir özgürlük tanımayacaklarını ilan ederken, bu kesimleri “sivil toplum dinamiği” gören ve gösteren, “sisteme karşı özgürlük mücadelesi”nde müttefik seçen herhangi bir burjuva özgürlükçülükten ayrılırlar. Oysa, Taslak, bahsedilen bütün

sorunların en aza indirildiği bir sistemde, o “zavallı emekçiler” nezdinde ya da “halk içinde” üretim ve bölüşüm sorununun ne olacağına dair tek kelime etmemekte, var olan sisteme bu yönden bir itiraz yükseltmemektedir. Böyle bakılınca, sosyalistleri de katılmaya çağırdıkları nihai programın, “ileri bir Batı demokrasisi” ile yetinmeyi önerdiği görülmektedir. “Elinde liberal pasaportu olanlar, buyursun” demektir bize düşen. Taslak’ın eleştirisine bir girişten ibaret bu yazıda, şimdiye kadarki kısa bölümü bir toparlarsak: Taslak, son zamanların moda “sosyal” tanımını, “ezilenler”i, “halk“ı eksenine koymuş, bunların içine “işçi ve emekçi”yi aynı kategoride olmak üzere dahil etmiş, dolayısıyla, sadece bütün sosyalist devrim teorileri ve deneyleriyle neden öncü güç olarak tanımlandığı açık olan bir katmanın yerine şekilsiz ve uyumsuz bir kütleyi geçirerek, sınıfı ve onun üzerinden ideolojisini örtmüştür. Komünistlerin işçi sınıfı vurgusu, bir tulum hayranlığından kaynaklanmaz, ideolojik duruşun mihengini arayan siyasal ve sosyal analizden çıkan bir gerekliliğin sonucudur. Taslak, bundan yoksundur. Kapitalizm, içerdiği bütün arazları kendi irrasyonel yapısına uyumlu hale getirdiği müddetçe şu ya da bu oranda çözme yeteneğini göstermiş, ama üretim araçları, mülkiyet ve bölüşüm sorunu yerli yerinde kalmıştır. Taslak, buna hiç değinmeksizin, “gelişkin bir demokrasi” manzumesi sunarak, devrimlerin gereksizliği ve zamanının geçtiği fikriyatının değirmenine su taşımıştır. Bütün bir talepler listesinin, yargıdan yerel yönetimlere, askerî ve bürokratik vesayetten yeni anayasaya kadar, AKP eliyle yürütülen icranın mek parmak dışına taşamaması da, ayrıca ele alınması gereken bir konudur. İktidarın hık deyicisi konumuna düşmüşlerin de etkili olduğu bir yapılanmanın Taslak’ı, bunun gereğini yerine getirmiştir. Taslak, “yetmez ama evet” demeyi sürdürmektedir. Aslına bakılacak olursa, bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey de yoktur. Ne de olsa Taslak’a ruhunu veren, liberal demokrat eklemlenmeleri haiz bir Kürt ulusalcılığıdır. Ancak, bu nokta da sorunludur. Çünkü, ulusal bir hareket olarak, Taslak’a bir bağımsızlıkçı yönelim de verilememiştir. Madde 11: “Kongremiz, emperyalizmin bölgemiz halkları başta olmak üzere, dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına, onların askerî üslerine, ekonomik, siyasi anlaşmalarına ve kurumlarına karşı

SİYASET 7

mücadele eder. Sömürgeciliğe, işgallere ve benzeri müdahalelere karşı çıkar, ezilen halkların direnişlerinden yana tutum alır.” Lafzen itiraz edilecek pek az şey barındırsa da, işin pratiğinde, gerek bileşenlerin liberal kanadının, gerek Kürt ulusal hareketinin emperyalizmin bu türden girişimlerine karşı aldığı tavır, bunları berhava etmektedir. Ülkeyi diktatörden kurtarıp Kürtler’e özgürlük alanı açan bir Irak işgalinden, hatta bir benzerinin neden Türkiye’ye uygulanmadığı sorusundan, şimdilerde süsleri dökülmüş “Arap baharı”na kadar olan bitenlerde, “emperyalizm’ olgusuna her dikkat çekişin, “milliyetçi hezeyan” olarak tanımlanması, bu sözleri birer süsten ibaret kılmaktadır. “Ezilen halklar”ın mücadelesinin, yalnızca bir atomizasyonu, toplumsal parçalanmayı, vasallaşmış küçük lokmalara dönüşmeyi ifade ettiğinde desteklenmesi, belgenin ruhuna uygundur. Taslak, yalnızca şu cümleyi murat etmekte, gerisini, geniş bir tabana ulaşmanın garnitürü olarak kullanmaktadır sanki: Madde 20: “Kongremiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçıl demokratik ve eşit haklara dayalı çözümünü savunur, bunun için mücadele eder. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir.” Cumhuriyet’in kuruluşundan önceki sürece eyvallahın, AKP eliyle yeniden yeşertilen uzantılarına da örtük destek anlamı taşıyıp taşımayacağı bir yana, Taslak’taki bu kilit ya da anahtar vurgunun, “aman eksik kalmasın” diye sokuşturulmuş emperyalizm maddesindeki olgular ışığında tanımlanması, böyle bir analize tabi tutulması, şu söyleyip durduğumuz “metnin ruhu”na neden elimizde istenilen türden bir pasaportla nüfuz edemeyeceğimizin de göstergesidir. Taslak’ın Kürt sorununa çözüm olarak sunduğu ve aslında tepeden tırnağa buna bağlı olarak oluşturulduğu noktanın, tam da emperyalizmin nüfuzunu pekiştirme planlarının göbeğine oturduğunu, yazının çerçevesi açısından söylemekle yetinelim. Bu noktayı ileride açacağız. Girişte söylemiştik, Türkiye Komünist Partisi’nin sosyalizmde ısrar seçeneğini göndere çekmesinin malumun ilamı değil, günümüzde tarihsel bir ayrışmanın netleşmesi anlamı taşıdığını. Taslak ve bileşenleri, bunun somutlanışıdır.

Asaf Güven AKSEL


8 SİYASET 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Top yuvarlak cemaat dörtköşe!

Şike ne yana düşer, Yıllardır herkesin bildiği şike, teşvik ve mafyöz ilişkiler girdabında dönen paslı çarkı kırmaya kim ne diyebilirdi ki? Günlerce televizyonlara ve gazetelere servis edilen ses bantları üzerinden kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Cemaat kılıcını kaldırdı ve Fenerbahçe’nin üzerine indirdi! Aslında indirilen kılıç tüm kulüplereydi. Ya boyun eğeceksiniz ya da sonunuz Fener gibi olur! Taraftarların aklını çoraklaştıran bu süreçte cemaat, en büyüğe vurdu. Piyasa değeri en büyük, kontrol dışı parası en çok olana… Cemaatler Koalisyonu, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) eliyle önceden planlanan oyunu oynadı. İşin hukuki yanına gömülen yazar-çizer takımıysa ceza sahası içinde adalet arar hale getirildi. Futbolun geniş kitlelerle tarihsel ve duygusal /psikolojik ilişkisi, takım/taraftar denkleminde, Devlet/Siyaset ilişkisinden bağımsız düşünülebilir mi? Milyonlarca taraftarın “gönül” verdiği futbol takımları bugün dünden daha çok piyasa aktörü durumunda değil mi? Gelin son dönem tartışılan şike meselesine, futbol piyasası çarkının gelip dayandığı noktaya bir göz atalım. Ve merceği, günün moda deyimiyle “marka değeri” yerlerde sürünen Süper Lig’de olan bitene çevirelim. Sözde şike soruşturması salt futbol kamuoyunu değil, geniş bir toplumsal kesimi de içine alıverdi. Burjuva siyasetinin labirentinde ortaya çıkan tabloya bakıp çare aramaya çalışanların üç maymunu oynadıkları ortadadır. Yeni Dünya Düzeni denen afili sözcüğün, kulağa tırmalayıcı gelen Emperyalizm sözcüğüyle yer değiştirmesinden beri, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve en son Kuzey Afrika’da “eski” rejimlerin de “yenilendiği”ni görüyoruz. Turuncu devrimlerle Doğu Avrupa’da estirilen rüzgar, Arap Baharı’yla Kuzey Afrika’yı da içine alıverdi. Yeni Emperyal Sistem şimdi Ortadoğu’da kendine bir aktör yaratıyor. Daha güçlü, kırılganlığı perçinlenmiş: Türkiye.

Artık her şey yenidir! Türkiye dahil… Türkiye, 12 Haziran seçimleriyle bu yeni durumunu tescillemiştir. Tasfiye tamamlanmıştır. Devlet, yeniden yapılandırılmıştır. Yukarıdan aşağı tüm kurum ve kuruluşlar bu yeniden yapılandırmadan nasibini alacaktır. Tasfiye edilen 1. Cumhuriyet’e dair ne varsa, şimdi yerine geçen 2. Cumhuriyet’in değerleriyle şekillenecektir. “Kanlı mı kansız mı” tartışması da böylece noktalanmıştır. Her yana el atan cemaatin futbolu taca atması elbette beklenemezdi. Şike operasyonu adı altında, adına Endüstriyel Futbol dedikleri ve Türkiye’de yıllık 2.5 milyar liralık bir pazarın kontrol dışı bırakılması düşünülemezdi. Öyle de yaptılar. Cemaatin Sivasspor ve Bursaspor üzerinden denediği lige müdahale hamleleri meyvesini verdi ve iki sezon önce cemaat şampiyon oldu. Bu, cemaatin futbolda en önemli başarısıydı. Romantizmin diliyle İstanbul Dükalığı’na Anadolu Sermayesi başkaldırıyordu! Yeni muhafazakar sağ ilk zaferini burada aldı ve kendine güveni geldi. Ardından bugün tartıştığımız süreç işletildi. Sporda Şiddet Yasası adı altında futbol kulüplerinin reorganizasyon süreci başlatıldı. TFF ve Merkez Hakem Kurulu

2. Cumhuriyet’in karakterine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. Türkiye Futbol Federasyonu’na atanan Aydınlar, bu sürecin baş aktörü ilan edildi. Bir Fenerbahçe kongre üyesinden infaz memuru yarattılar. Fenerbahçelilerin iktidar koltuğunda olduğu bir dönemde başlatıldı operasyon! Ergenekon sürecinde yaşananların benzeri şike operasyonunda da yaşandı. Yöntem aynıydı: Kirli olanı deşifre etmek ve toplumda, temizlik yapıldığı algısı oluşturmak, meşruiyet sağlamak. “Altın top”u çamurlu sahadan kurtarmak! Yıllardır herkesin bildiği şike, teşvik ve mafyöz ilişkiler girdabında dönen paslı çarkı kırmaya kim ne diyebilirdi ki? Günlerce televizyonlara ve gazetelere servis edilen ses bantları üzerinden kamuoyu oluşturulmaya çalışıldı. Cemaat kılıcını kaldırdı ve Fenerbahçe’nin üzerine indirdi! Aslında indirilen kılıç tüm kulüplereydi. Ya boyun eğeceksiniz ya da sonunuz Fener gibi olur! Fatura, Aziz Yıldırım’a, Serdar Adalı’ya, Tayfur Havutçu’ya kesildi. Süreci okuyanlar buna boyun eğdi, kupasını geri vermeyi teklif etti ve karşılığında Avrupa Ligi’ne devam etti. Okuyamayanlaraysa Metris’in yolu gösterildi ve Şampiyonlar Ligi’nden men edildi. Taraftarların aklını çoraklaştıran bu süreçte cemaat, en büyüğe vurdu. Piyasa değeri en büyük, kontrol dışı parası en çok olana… Cemaatler Koalisyonu, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) eliyle önceden planlanan oyunu oynadı. İşin hukuki yanına gömülen yazarçizer takımıysa ceza sahası içinde adalet arar hale getirildi. Sporda Şiddet Yasası’ndan Disiplin Yönetmeliklerine, Ceza Hukuku’ndan Spor Hukuku’na, Tahkim’den CAS’a kadar madde madde taraftarlara sabah-öğle-akşam mevzuat hapı yutturuldu.

Küme düşer mi düşmez mi tartışmaları televizyonlarda sabahlara kadar sürdü. Neredeyse tüm medya, ligin marka değeri düşeceği korkusuyla son anda küme düşme tartışmalarında saf değiştiriverdi. En sert “küme düşsün”cülerden Baransu ve Kütahyalı bile son dönemlerde marka değeri şemsiyesinin altına sığınıverdiler. Yayıncı kuruluşun kasasından beslenen Anadolu takımlarıysa daha en başından, bu küme düşürme meselesine karşı olduklarını, Kulüpler Birliği toplantısından sonra açıkladılar. Ardından yayıncı kuruluş başta olmak üzere, sponsorlar ve reklam şirketleri, TFF’nin kararını 20112012 sezonunun sonunda vereceğini açıklamasıyla rahat bir nefes aldı. Ve Kulüpler Birliği de yaptığı son toplantıdan sonraki açıklamasında: Sporda Şiddet Yasası’nın değiştirilmesini, Yasa’nın bu tür sonuçlar doğuracağını bilmedikleri için onay verdiklerini büyük bir pişkinlikle kamuoyuna duyurdu. İşin garibi, Endüstriyel Futbol’a karşı liberal sol’un öne sürdüğü Rinus Michels’in Total Futbol’unu savunan yazarlar bile cemaat operasyonunu okuyamadılar ve topu tribünlere attılar. İşin, “aldı mı, verdi mi”, “torbanın içinde para mı var bilet mi var” kısmına takıldılar. İşin özü, küme düşürme sopasıyla futbol piyasasındaki para kontrol altına alınacak ve kulüplere boyun eğdirilecekti. Operasyonun baştan beri bir şike ve küme düşürme operasyonu olmadığı belliydi. Öyle de oldu: TFF başkanı Aydınlar Cenevre’de büyük patron UEFA ile


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

SİYASET 9

futbol ne yana? Sermayenin has adamlarının maskelerini yüzlerine takıp, formalarının üzerlerinde resmini taşımak ve sonra “Kurtuluş Savaşı’nda bizim takım Emperyalizme karşı Anadolu’ya silah sevkiyatını Dereağzı’ndan yapmıştır” edebiyatı trajikomiktir. Yanlış olan, toplumsal duyarlılığıyla nam salmış Çarşı’nın, Avrupa ligine devam edebildiği için İnönü’de dünya rekoru kıran desibelinin küme düşmesi ve stadını Fiyapı’ya teslim etmesidir. Yanlış olan, kendine “aslan” diyenlerin, AKP’nin bu operasyonundan medet umar hale gelmesi ve Cemaatler Koalisyonu’yla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da enerji işine giren Unit International’in arkasında durmasıdır.

görüştü, süreci anlattı ve anlaştı. Taraftar kitlesinin dinmeyen öfkesine yanıtsa, elma şekeri niyetine playoff oldu. Cemaatler Koalisyonu AKP, futbolda da iktidar olmak istiyor! Futbolda iktidar olmanın yolunun taraftarı da değiştirmek, dönüştürmek olduğunu biliyor. Bu yüzden de tarihsel olarak oluşmuş, psikolojik, duygusal ve sosyolojik nedenlerle renklere bağlanmış taraftarın takım ve kimi zaman kulüp üzerindeki etkisini kırmak, basıncını düşürmek istiyor. Takım değil kulüp, taraftar değil seyirci istiyorlar! Bunun ilk adımı, statlara kadınların ücretsiz olarak girmesi projesidir. Statları birer eğlence merkezi haline getirmek, futbolu şov dünyasına çevirmek… Görselliğin ön plana çıktığı, gösteri dünyasının bir parçası haline getirilmek istenen futbolun, buna uygun bir izleyiciler topluluğu önünde ancak anlam kazanacağını biliyorlar. Taraftarlar birer tüketim öznesi haline getirilmekte, formalar, bayraklar, şapkalar, armalar, saatler, cep telefonları, kredi kartları, taraftar kartları hep tutulan takımın logosu ile piyasaya sürülmektedir. Statlardaki dev alışveriş merkezleri, kafeler, çocuk parkları, restoranlar… Buna en somut örnek, Fenerbahçe taraftarlarının, kulübe destek olmak için, yönetimin çıkarttığı taraftar kartlarına akın etmesidir. Dikkat edin, takıma

değil, kulübe destek olmak için! Oysa bugün Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, Trabzonspor’un yönetimlerine bir bakın. Dönün, bir daha bakın. Yöneticilerin mal varlıkları ve servetlerine bakın. Büyük sermaye grupları bulunan, dünya ölçeğinde ticaret yapan, inşaattan enerjiye, tekstilden otomotive, silahtan turizme, borsadan bankacılığa ve sanayinin değişik kollarına faaliyet yürüten şahsiyetlerdir hepsi. Ve dikkat edin, acaba kulüp yönetimine geldiklerinden itibaren kendi servetlerinden ne kadar kaybettiler(!) İyi de sol ne yapacak? Solcunun tavrı ne? Yanlış olan solun bu zokayı yutması, kulüp yönetimlerine arka çıkması, kongrede görece daha “yakın” gördüğü adayın arkasında saf tutması, sermaye gruplarından birinin tarafı olmasıdır. Yanlış olan, liberal sol Ergenekon zokasını henüz midesinden çıkaramamışken benzer bir pozisyon almaktır. Yanlış olan, Nato müteahhitlerinin ve silah tüccarlarının ellerindeki kanı, taraftarın üzerinde temizlemeye kalkmasına izin vermektir. Sermayenin has adamlarının maskelerini yüzlerine takıp, formalarının üzerlerinde resmini taşımak ve sonra “Kurtuluş Savaşı’nda bizim takım Emperyalizme karşı Anadolu’ya silah sevkiyatını Dereağzı’ndan yapmıştır” edebiyatı trajikomiktir. Yanlış olan, toplumsal duyarlılığıyla nam salmış Çarşı’nın, Avrupa ligine devam edebildiği için İnönü’de dünya rekoru kıran desibelinin küme düşmesi ve stadını Fiyapı’ya teslim etmesidir. Yanlış olan, kendine “aslan”

diyenlerin, AKP’nin bu operasyonundan medet umar hale gelmesi ve Cemaatler Koalisyonu’yla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da enerji işine giren Unit International’in arkasında durmasıdır. AKP’nin, futbolcuların sendikalaşması üzerine yaptığı çalışmayı; Kazakistan maçı sonrası Emre’nin; “Ne yazık ki ülkemizde futbolcuların güçlü bir örgütlenmesi yok ama inanıyorum önümüzdeki senelerde bir yapılanmayla beraber çok daha farklı olacak. Kesinlikle sendika olmalı. Şu an kulüplerin başkanları birlik oluşturmuş durumda. Biz futbolcular ne yazık ki bunu yapamıyoruz.” sözlerini ve milletvekili Hakan Şükür’ün işin arkasındaki rolünü küçümsememek gerekir. TRT’nin süper lig maçlarının naklen yayını ile ilgili çalışmalarını takip etmek, arkasındaki güçleri merceğe almak bu operasyonun ne denli kapsamlı olduğunun ipuçlarını yakalamak için elzemdir. Taraftar, profesyonel futbolun kıskacındadır. Heyecanı, coşkusu, sevinci ve hüznü; tuttuğu takımın zaferi ya da yenilgisi kapitalizmin devasa endüstrisinin duvarlarıyla örülüdür. İddia ve bahis şirketleri, futbolun mayın tarlalarıdır. Bugün için yapılabilecek tek şey, AKP’nin bu operasyonunu deşifre etmek ve buna karşılık vermektir! Cemaat, gidişattan memnundur ve zevkten dört köşedir. Çünkü taraftar tribünde yaratıcılığını(!) gösterememiştir. Hepsi büyük operasyonun parçalarıdır ve yürürlüktedir. Cemaat’e bir şampiyonluk yetmemektedir. Cemaat, futbolda iktidarı istemektedir. Futbolda iktidar taraftardır! O. Gün ÜNAL

ASAF GÜVEN AKSEL: “Satın almadan hatır kullanmaya kadar bütün tasarruflar, nereden gelirse gelsin, futbol piyasasının geldiği noktada, sporun da emeğin karşılığını almaktan gelen izlenebilirlik ve adalet duygusuna karşı işlenen yaygın bir suçtur. Bunu “taraftarlık” kisvesiyle kabullenmek, asla kabul edilemez. Şike olaylarının bu derece gündeme getirilmesine yol açan Fenerbahçe operasyonunun, bundan ibaret olmadığı açıktır. Gündemdeki soruşturmaların ikili yönü olduğu gözden kaçırılmamalı, şike suçunun şiddetle cezalandırılması savunulurken, bunların siyasal erkin ya da grupların, cemaatlerin, spor kuruluşları olmanın ötesinde etkili birer sivil toplum örgütü ve bu endüstrinin devasa rakamlarını kontrol eden yapılar olan kulüpler üzerinden futbol sektörüne nüfuz etme girişimi olan asıl yönüne karşı mücadele edilmelidir.”

METİN KURT: “Solcunun sporda temiz bir oyun isteği varsa, sistemi sorgulamalı ve değiştirmelidir. Çünkü, spor ortamı, yapıldığı sosyoekonomik düzenin aynasıdır. Bugün spor ortamı özgür bir ortam değildir. Son şike tartışmalarında sonuçlar tartışılmaktadır. Oysa sistemin sporu tartışılmalıdır. Taraftarlar, atılan her golün emekçi kalesine girdiği bilincinde olmalı ve bu alanı da sol doldurmalıdır. Bugün sol sporda yoktur! Devrimci Spor Emekçileri Sendikası solu sporda var etmek için mücadele etmektedir.”


10 DÜNYA 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Mahmud Abbas’ın BM konuşması…

‘Filistin Baharı’ mı? Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın ve Güvenlik Konseyi’ne ilettiği “devlet olarak BM’ye tam üye olma” başvurusunun yankıları sürüyor. Bu adımın Ortadoğu’nun düğüm noktalarından bir tanesi olan Filistin sorununun çözümü açısından anlamı nedir? Yanıt bekleyen temel soru bu… Kuşkusuz Filistin halkının bağım-

lararası yönü göz önünde bulundurulduğunda, kaygılanılması ya da dikkatle değerlendirilmesi gereken boyutları da içeriyor. BM’ye yapılan başvurunun bazı basın organlarında “Filistin Baharı” olarak nitelenmesi, sürecin bu çelişkili doğasını ifade eden bir adlandırma olarak görülebilir. Sonuçta meşru ve haklı bir talebin, tıpkı Batı basını tarafından “Arap Baharı” diye adlandırılan

Konuşma, bazı olumlu özellikleriyle bu endişelerin bir kısmını giderdi ve başvurunun meşruluğunu güçlendirdi. Başka boyutlarıyla ise önemli eksiklikler bıraktı. Önce başvurunun meşruiyetini güçlendiren yönlere değinelim. Abbas’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi olarak hangi kurumsallığa işaret edeceği, merak edilen husus-

Filistin Yönetimi’nin tanınma başvurusunu BM’ye tek taraflı olarak iletmesi, Siyonizmin ve ABD’nin baskılarına rağmen bu adımı atması, önemli bir irade beyanı olarak görülmeli. Ancak... sız ve egemen bir devlet olarak tanınma isteği bütünüyle meşru bir talep. Birleşmiş Milletler’e yapılan başvuru bu nedenle dünya solu tarafından da desteklendi. Filistin halkının iradesini güçlendiren, birliğini pekiştiren ve siyasi düzlemde kazanım elde etmesine zemin oluşturan her türlü girişimin desteklenmesi gerektiği açık. BM’ye iletilen talebin Güvenlik Konseyi tarafından reddedileceği kesin olsa bile, Filistin sorununun mevcut haliyle kalamayacağının bir kez daha ifade edilmesi ve “tek taraflı” bir iradenin meşruiyetinin dayatılması önem taşıyan diplomatik adımlar... Ancak böylesine karmaşık bir sorunla ilgili her adımın çok dikkatli atılması, sonrasına ne devredeceğinin çok iyi hesaplanması gerekiyor. Bu açıdan Filistin halkının karşı karşıya bulunduğu olasılıklar, özellikle sorunun ulus-

gelişmeler gibi, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik yeni hamlelerini kolaylaştırıcı bir işlevinin de olması, olasılıklar arasında… Solun bu konuda alması gereken tavır ise muhakkak bu meşru ve haklı talebe destek olurken, gelişmelerin Filistin halkının mücadelesine mevzi kaybettirecek, emperyalizmin ve taşeronlarının hareket alanını genişletecek bir mecraya akmasına karşı uyanık olmak, bu tür hamleleri teşhir etmek olmalı. Başvurunun meşruluğu Filistin Yönetimi’nin tanınma başvurusunu BM’ye tek taraflı olarak iletmesi, Siyonizmin ve ABD’nin baskılarına rağmen bu adımı atması, önemli bir irade beyanı… Başvuru öncesinde, Mahmud Abbas’ın konuşmasının bu iradeyi sekteye uğratacak boyutlarının olmasından endişe edilmekteydi.

BM’nin 194 sayılı kararı Filistin sorununun en yakıcı başlıklarından bir tanesi mülteciler sorunu. Hali hazırda Filistin toprakları dışında yaşayan 5 milyon civarında Filistinli mülteci bulunuyor. Bu insanların ülkelerine dönüp dönemeyecekleri, dönerlerse nereye dönecekleri, dönmezlerse tazminat alıp alamayacakları gibi meseleler önemli tartışma konuları. Bu konuda şu ana kadar alınan BM kararları içinde en fazla Filistinlilerin lehine olan, Abbas’ın da konuşmasında atıfta bulunduğu, 11 Aralık 1948 tarihli 194 sayılı Genel Kurul Kararı. Bu kararın 11. maddesinde mülteciler sorununun çözümü konusunda şunlar söyleniyor: “ Genel Kurul Filistin’deki durumu bir kez daha gözden geçirerek, evlerine dönmek ve komşularıyla barış içinde yaşamak isteyen mültecilerin bunu mümkün olan en kısa sürede yapmalarına izin verilmesine ve dönmemeyi tercih edenlere hükümetler veya sorumlu merciler tarafından sahip oldukları mülkleri veya zararları karşılığında bir tazminat ödenmesine karar vermiştir. “Genel Kurul, Uzlaştırma Komisyonu’nu mültecilerin yurtlarına geri dönmelerinin, yeniden yerleşmelerinin ve ekonomik ve sosyal rehabilitasyonlarının sağlanmasıyla ve BM Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu Yöneticisi’yle ve Yönetici üzerinden BM’nin ilgili kurum ve kuruluşlarıyla yakın ilişkileri sürdürmekle görevlendirir.”

lardan bir tanesiydi. Bu konuda bazı endişeler bulunuyordu ve bu endişelerin kaynağında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün on yıllardır süren mücadeleyle elde ettiği “Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi” olma vasfının Filistin Yönetimi’ne devredilmesi olasılığı yatıyordu. Bundan endişe edilmekteydi, çünkü FKÖ, Filistin kurtuluş mücadelesinin birliğini ya da “birlik iddiası”nı temsil ediyor ve meşruiyetini dayandığı tarihsel mücadeleden alıyor. Filistin Ulusal Yönetimi ise Oslo Anlaşmaları kapsamında 1994’te kurulmuş, nihai statüsü halen bağlanmamış, müzakereler sonucunda oluşturulmuş ve hali hazırda Filistin halkının razı olmadığı bir bölünmüşlüğü temsil eden bir organ. Başka bir deyişle Filistin Yönetimi, bir kurum olarak Filistin’in birliğini değil, Batı Şeria ve Gazze arasındaki bölünmüşlüğünü ifade ediyor. FKÖ ise, Filistin Ulusal Yönetimi’nin oluşturulması müzakerelerini de yürütmüş olan örgütlenme. Dahası FKÖ, diasporada bulunan milyonlarca Filistinliyi de temsil ediyor. Oysa Filistin Yönetimi, yalnızca İsrail’in gettolaştırdığı Filistin topraklarında yaşayanları ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmüş bir Filistin’i ifade ediyor. Abbas’ın BM’de yaptığı konuşmada Filistin halkının tek ve meşru temsilcisinin FKÖ olduğu vurgusuna bağlı kalması, bu konudaki endişeleri gidermiş oldu ve BM’ye iletilen talebin meşruiyetini güçlendirdi. Konuşmanın bir diğer olumlu özelliği, Filistinli mültecilerin durumu konusunda Birleşmiş Milletler’in 194 sayılı kararı çerçevesinde bir çözüm talep etme-

siydi. 1948 tarihli 194 sayılı karar, mülteciler konusunda bugüne kadar alınmış kararlar içerisinde en fazla Filistinliler lehine olanı… Abbas’ın barış görüşmelerinin tıkanma nedeninin İsrail hükümetinin politikaları ve Batı Şeria’da yeni Yahudi yerleşim bölgelerinin açılmaya devam edilmesi olduğunun altını çizmesi de konuşmanın bir başka olumlu özelliği olarak kaydedilebilir. Bu işgalci politikadan vazgeçilmediği, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri boşaltılmadığı sürece, toprak değişiminin ve sınırların müzakere edilmesinin olanağının kalmayacağı çok açık. Dolayısıyla bunun bir kırmızı çizgi olarak korunması da ileride sınır ve toprak değişimi ile ilgili müzakerelerde Filistinlilerin elini güçlendiriyor. Filistin’in talebi, 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan bir devlet olarak tanınmak ve BM’ye bağımsız ve egemen bir devlet olarak tam üye olmak. Oysa 1947’de işgal edilen Filistin topraklarının yalnızca yüzde 22’sini kapsayan 1967 sınırları bile İsrail tarafından kabul edilmiyor. Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmesi politikası, İsrail tarafından “mevcut demografik durum nedeniyle 1967 sınırları kabul edilemez” şeklinde ifade edilen bir teze “dayanak” olarak kullanılıyor. Abbas, konuşmasında hem 1967 sınırları temelinde çözüme hem de yerleşimcilerin çekilmesine vurgu yaparak, Siyonizmin işgalci politikasına itirazı dile getirmiş oldu. Bütün bunlar, Filistin’in BM’ye yaptığı başvurunun meşruiyetini pekiştiren unsurlar olarak kayda geçti diyebiliriz. Eksiklikler ve devam eden endişeler Ancak Abbas’ın konuşmasının bir de gideremediği endişeler var. Genel hatlarıyla bunların da üzerinde durulması, ileride yaşanabilecek gelişmelere daha hazırlıklı olunabilmesi için önem taşıyor. Öncelikle Abbas, “dolaylı olarak yürütülen” ikili barış görüşmelerinden tamamen vazgeçilmediğini ifade ederek, “tekrar barış müzakerelerine dönmeye hazır” olduklarını söyledi. Oysa Filistin’in mesleyi tek taraflı olarak BM’ye taşımasının ana nedeni, 1993’te ABD’nin arabuluculuğu ile başlatılan Oslo sürecinin bütünüyle


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST çökmüş olmasıydı. Aradan geçen yirmi yılda İsrail tecrit duvarını inşa etmiş, binlerce Yahudi işgalciyi Batı Şeria’ya yerleştirmiş, Gazze’yi bir açık hava hapishanesine çevirmiş ve düzenlediği operasyonlarla binlerce Filistinliyi katletmişti. Bütün bunlar olurken ABD dolayımıyla birçok başka görüşme de gerçekleştirilmiş ve Filistin halkı her defasında bu sürecin kaybeden tarafında yer almıştı. Dolayısıyla, amacı bu kısır döngüyü kırmak olan bir çıkışın bir kez daha ABD’nin ya da başka Batılı güçlerin gözetiminde yürütülecek bir müzakere sürecine atıfta bulunmasının, yapılan hamlenin etkisini önemli ölçüde azalttığı söylenebilir. ABD’nin hiç değilse son yirmi yılda yaptığı “arabuluculuğun” Filistinliler için asla yararlı olmadığının vurgulanmaması, bir kez daha Güvenlik Konseyi’nde Filistin’in talebini reddedeceğini ilan etmiş olmasına karşın ABD’ye karşı net bir tavır alınmaması önemli bir zayıflık. Dahası şu ana kadar yürütülen barış müzakerelerinin başarısız olduğunun açık bir biçimde ifade edilmemiş olması, ortaya konulan “meşru irade”yi zaafa uğratmış oldu. Kaldı ki Abbas’ın konuşmasını yaptığı süreçte, özel temsilciliğini İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in yaptığı “Ortadoğu Dörtlüsü” yeni bir anlaşma tasarısı üzerinde çalışmaktaydı. Dörtlü, BM, Avrupa Birliği, ABD ve Rusya temsilcilerinden oluşuyor. Bu kurum,

konuşmanın yapıldığı gün bir açıklama yaparak üç ay içinde toprak ve güvenlik konuları hakkında kapsamlı bir öneri getirileceğini, altı ay içinde ise önemli bir mesafe kat edilmesini umduklarını bildirdi. Abbas’ın desteğini aradığı AB’nin emperyalist güçleri, Filistinlileri bu kez Dörtlü’nün hazırlayacağı müzakere masasına oturmaya ikna etme çabası içinde. Dörtlü’nün önermeyi planladığı anlaşmada ise Filistinlilerin asli taleplerinin hiçbiriyle ilgili bir ilerleme sağlanması beklenmiyor. Her ne kadar Abbas Dörtlü’nün önerisi konusunda daha sonra “Yerleşimlerin durdurulmasını ve müzakerelerin 1967 sınırları temelinde yapılmasını içermeyen herhangi bir inisiyatif benim açımdan kabul edilebilir değil” demiş olsa da, BM konuşmasında bu tür girişimlere açık kapı bırakarak önemli bir endişe kaynağını kurutmamış oldu. Asıl zafer Erdoğan’ın mı? Abbas’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın ve Güvenlik Konseyi’ne iletilen talebin bölgedeki diplomatik dengeler açısından ne gibi sonuçlar doğuracağı ise konunun bir başka önemli boyutu. ABD ve AB emperyalizminin bu süreçte Filistinlileri Dörtlü’nün kuracağı masaya doğru itelemeyi amaçladığını belirttim. Ancak meselenin üzerine bununla birlikte bir de Türkiye’nin çöreklenmiş

olduğunu biliyoruz. Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’yı kapsayan gezisinde beklenenin aksine Suriye’den daha fazla Filistin vurgusunu öne çıkartmış olması bir tesadüf değil. Erdoğan, Filistin’in devlet olarak tanınma başvurusuna koşulsuz destek verdiğini söyleyerek İsrail’le yaşanan gerilimin bölge halkları nezdinde kendisine kazandırdığı puanlara yenilerini eklemiş oldu. Erdoğan’ın bu çıkışıyla elde ettiği en önemli kazanım, Hamas’ın ve Gazze’nin “hamisi” pozisyonundan bütün Filistin davasının savunucusu ve hamisi rolüne sıçramak olduğu ifade edilebilir. Buna bir de Suriye’den rol çalmış olmasını ekleyebiliriz. Şöyle ki, Abbas’ın BM’ye tam üyelik talebine olumlu bakmayan Hamas adına konuşan Dışişleri Bakan Yardımcısı Gazi Hamad, “İsrail ya da BM ile yapılacak bir anlaşmaya olumlu bakmıyorsanız neyi destekliyorsunuz” sorusuna şu cevabı veriyordu: “Türkiye ve Mısır gibi Arap ülkelerinden ve Filistinlilerin bir devleti hak ettiğini düşünen diğer devletlerden destek bekliyoruz.” Bu cümleyi Abbas’ın ilettiği talebe koşulsuz destek vereceğini ilan eden Erdoğan’ın Hamas’ı pek de kırmadığını göster-

DÜNYA 11

mesi nedeniyle aktarıyorum. O halde Erdoğan Hamas’ın yanına bir de Abbas kartını koydu demek abartı olmaz ve Ebu Mazen’in birilerinin elinde tuttuğu kart olmaya pek de dirençli olduğu söylenemez. Ama Filistin meselesinin Türkiye’nin ve Erdoğan’ın avucunun içine sığmayacak kadar büyük bir mesele olduğu da görmezden gelinemez. Kanımca Erdoğan’ın bu meselede başrol oynayabilecek kifayeti yoktur; ancak Erdoğan zaten bölgedeki gelişmelerde, özellikle şu meşum “Arap Baharı” mevzusunda, bir retorik üstadı, emperyal vizyon pazarlamacısı olduğunu gösterdi. İşte bu açıdan ucuz yoldan cebine koymaya çalıştığı “Filistin’in hamisi” kartı işine yarar ve kuşkusuz bu sürecin galiplerinden bir tanesi olmuştur. Ancak unutmamak gerekir ki benzer bir illüzyon kısa süre önce Suriye halkında da vardı. Erdoğan’ın cebine koyduğu kartları hangi doğrultuda krediye dönüştürdüğü çok hızlı bir biçimde ortaya çıkıyor. Filistin halkının da bunu acı bir deneyimle öğrenmemesi için, bizim üzerimize düşenleri yapmamız gerekiyor. Alper BİRDAL

Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya’yı kapsayan gezisinde beklenenin aksine Suriye’den daha fazla Filistin vurgusunu öne çıkartmış olması bir tesadüf değil. Erdoğan, Filistin’in devlet olarak tanınma başvurusuna koşulsuz destek verdiğini söyleyerek İsrail’le yaşanan gerilimin bölge halkları nezdinde kendisine kazandırdığı puanlara yenilerini eklemiş oldu. Erdoğan’ın bu çıkışıyla elde ettiği en önemli kazanım, Hamas’ın ve Gazze’nin “hamisi” pozisyonundan bütün Filistin davasının savunucusu ve hamisi rolüne sıçramak olduğu ifade edilebilir. Buna bir de Suriye’den rol çalmış olmasını ekleyebiliriz.


12 DÜNYADA KOMÜNİSTLER 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Yunanistan’ın zorlu kışı yaklaşıyor

Büyük bir krizde komünist partisi ne yapar? YKP’den bir yetkiliyle konuştuk krizi. Çıkmış, apartmanındaki bütün komşularıyla konuşmuş, elektrik faturası geldiğinde ne yapacaklarını. Apartman olarak karar almışlar, hiçbiri ödemeyecek faturalarını. “Ama” demiş, “şirket görevlisi elektriği kesmeye geldiğinde kapıya sadece ben dikilmeyeceğim, siz de olacaksınız.” Tamam demişler. Herkes bunu konuşuyor. Buralardan göründüğünden beter bir durum var, besbelli. Eş dost hısım akraba işsiz kalmış, sürekli gelirler düşüyor, yeni vergiler geliyor, bıçak kemiğe dayanmış. En son gelire göre bir vergi istemiş hükümet, kiminin payına 200, kiminin 500 avro düşmüş… gidip ödememişler. Bir yaptırımı yok ki, niye ödesin? Kriz zamanında yalnızca kapitalizmin borazanları Marx’a hak vermiyor, halk kitleleri de görüyor çıkarlarının nerede yattığını. “Niye ödeyecekmişim bu borcu, şimdiye kadar alınan paralar bana mı geldi?” diyor çoğu… Kriz, Yunanistan’da herkesin ruh halini belirleyen en büyük etken haline gelmiş durumda. AB ve IMF yetkililerinin dayatmalarıyla krizin yükü sürekli emekçilerin sırtına yıkılıyor

zaten. Ancak gelecek ay, bu saldırının en doğrudan hissedilir ayağı gündeme gelecek. Daha önceki gelire göre ek vergi herkesten talep edilmişti, fakat bankaya gidip pek kimse bu vergiyi ödememişti. Önümüzdeki haftalarda Yunan parlamentosunun onayına sunulacak karar gereğince yeni bir vergi gündeme gelecek. Bu defaki vergi, herkesin oturduğu evin metrekare büyüklüğüne göre düzenlenecek ve hesaplanan vergi, elektrik faturasına yansıtılacak. Bir defa ev metrekaresine göre hesaplama, verginin hedefinde yoksul kitleler olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Zira zengin bir aileyle yoksul bir ailenin gelirleri arasındaki uçurum, iş oturdukları

evin metrekaresine gelince üç beş kattan öteye pek gitmiyor. Verginin elektrik faturasına yansıtılması ise, hedefteki yoksullardan paranın alınmasını garantilemek için. Krizin faturasını ödemeyenler, elektriksiz kalacak! Yunanistan Komünist Partisi’nden bir yetkiliyle konuştuk krizi. Çıkmış, apartmanındaki bütün komşularıyla konuşmuş, elektrik faturası geldiğinde ne yapacaklarını. Apartman olarak karar almışlar, hiçbiri ödemeyecek faturalarını. “Ama” demiş, “şirket görevlisi elektriği kesmeye geldiğinde kapıya sadece ben dikilmeyeceğim, siz de olacaksınız.” Tamam demişler. Bir apartmanın borcunu ödememesi çözüm değil elbette. “Ama bir milyon kişi ödemezse bu borcu, ne yapacaklar? Bir milyon kişinin elektriğini mi kesecekler? Bu temel insani ihtiyaç, hükümet bunca kişiyi

elektrikten mahrum bırakamaz.” Şimdi Yunanistan Komünist Partisi, Ekim ayında geçmesi planlanan bu kararı kadük bırakmak için çalışıyor. Eğer hükümetin, krizin faturasını halktan toplamak için elektrik faturasına vergi yansıtma cinliğini tersine çevirebilirlerse, bunun çok önemli bir adım olacağını düşünüyorlar. Böylece halk, bu krizin faturasını ödemeyebileceğini anlayacak. Zaten Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) yaklaşımı da bu. Siyasi Büro’nun krize dair kapsamlı değerlendirmesinde “İşçiler kamu borçlarından sorumlu değiller ve bunu ödememeliler. Tüm geçmiş yıllar boyunca devlet, sermayenin kârlılık ihtiyacına yanıt vermek için borç aldı ve şimdi bunu ödemek için işçileri çağırıyor” deniliyor. Demek kolay elbette... Ancak Yunan kapitalistlerinin şanssızlığı, ülkedeki komünist partinin dediklerini yaptırabilecek, ciddiye alınması gereken bir gücü ve örgütlülüğü olması. Ülke, son aylarda yapılan genel grev sayısıyla bir dünya rekoru kırmış olabilir. Ve bunda, özellikle YKP’nin güçlü olduğu militan işçi cephesi PAME’nin büyük payı var. Tüm denklemi bozan unsur, işçiler. YKP’li dostumuz, elektrik faturalarına karşı hazırlıklarını anlatırken, buna dikkat çekiyor. “Birkaç gün önce yapılan araş-

Yunan kapitalistlerinin şanssızlığı, ülkedeki komünist partinin dediklerini yaptırabilecek, ciddiye alınması gereken bir gücü ve örgütlülüğü olması. Ülke, son aylarda yapılan genel grev sayısıyla bir dünya rekoru kırmış olabilir. Ve bunda, özellikle Yunanistan Komünist Partisi’nin güçlü olduğu militan işçi cephesi PAME’nin büyük payı var.


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST tırmaya göre, elektrik işçileri sendikasındaki işçilerin yüzde 80’i, vergilerin elektrik faturasına yansıtılmasına karşıymış. Apartmana elektriği kesmeye gelen adamı dövmek zorunda kalmamamız büyük olasılık yani” diyor, gülüyor. Ak koyun kara koyun... Geçit başında belli olurmuş ya, marksistler de kriz zamanında belli oluyor. Yunanistan’daki krize yaklaşımlarıyla YKP, tek başına kalmış. Diğer herkes, olaya bir “borç krizi” olarak yaklaşıyor. Yani mesele sistemde değil, borçların bu kadar artmasında, kötü yönetimde, beceriksiz hükümetlerde, reçetelerin uygulanmamasında, işçilerin yan gelip yatmasında vs. YKP ise, olaya bir borç krizi değil, kapitalizmin krizi olarak yaklaşıyor. “Bizim zaten bu krizleri açıklayacak kelime haznemiz, kavramlarımız Marx’tan beri var, niye başka ifadeler uyduralım ne olup bittiğini anlamak için? Bu krizleri döngüsel olarak yaşıyorlar, kafa karıştırmaya gerek yok” diyor YKP’li dostumuz. Ancak adı şu ya da bu olsun, ortada bir kriz, bir de emekçilere yönelik saldırı var. Ama YKP bu konuda da aykırı. Siyasi Büro açıklamasının daha ilk cümlesi, emekçilerin haklarına karşı daha önce eşi görülmemiş bu büyük saldırının, borç krizinden kaynaklanmadığını savunuyor. “Nasıl yani?” demeyin... Bu saldırı, bir tek Yunanistan’da yürütülmüyor ki! AB üyesi tüm ülkelerde emekçilerin haklarına yönelik bu saldırı farklı hızlarda ve şiddetlerde de olsa yürürlükte. Fransa’da, İngiltere’de, Avusturya’da emeklilik yaşı ve işçilerin sosyal güvenlik katkıları artıyor. İtalya’da, İrlanda’da, İspanya’da haksız dolaylı vergiler dramatik biçimde yükseldi. Avusturya’da, Polonya’da, Romanya’da, Çek Cumhuriyeti’nde, İrlanda’da hem kamuda çalışan sayısı, hem de işçi ücretleri önemli ölçüde düştü. Yunanistan’da ekonomi patlayınca, bu saldırı çok daha şiddetle yapılmak durumunda kaldı. YKP’nin krize yaklaşımdaki bu farklı tavrı, dile getirilen taleplerden, verilen mücadelenin yöntemine kadar hemen her konuda da ayrıksı kalmalarına yol açmış. Troyka’ya, yani Avrupa Komisyonu, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’na karşı şeyler söylemenin hiçbir anlamı yok, çünkü Yeni Demokrasi bile aynısını söylüyor. Mücadeleyi bir siyasi talep olarak avro bölgesinden

ayrılmaya odaklamak da yanlış YKP’ye göre. O kadar ki, YKP Genel Sekreteri Aleka Papariga, “AB’den ayrılmadan avro bölgesinden çıkmak ülkenin sıkıntılarını artırır” deyince kızılca kıyamet kopmuş. Papariga, ertesi gün uzun uzun açıklamak zorunda kalmış, AB’nin içinde kalan fakat güçsüz ve sürekli değer kaybeden bir para kullanan Yunanistan’ın tüm varlıklarının avro sahiplerince yağmalanacağını... Peki Avrupa Birliği’nden çıkılması talebini yükseltmek? AB karşıtlığı, zaten YKP’yi Yunan solunun diğer unsurlarından ayıran bir özellikti. Ancak YKP, kriz döneminde AB karşıtı vurguyu da artırmıyor. YKP’li dostumuz, “Şimdilerde bunu sürekli tekrar etmek, krizde Yunan kapitalistlerinin rolünün gözden kaçırılmasına, onları da mağdur tavrı takınabilecekleri bir söylemle ödüllendirmeye sebep olur. Biz krizin sorumlularından hiçbirinin, bu sorumluluktan kaçmasını istemiyoruz. Ve eninde sonunda hesap soracaklarımız, Yunan burjuvaları” diye açıklıyor bu tavrı. Elbette YKP, krizde AB’nin sorumluluğunu söylemiyor değil. Siyasi Büro açıklamasında Yunanistan’ın AB’ye ve avro bölgesine girmesinin olumsuz etkileri uzun uzun verilerle açıklanıyor. Teorik olarak YKP’nin tavrının doğru olduğu su götürmez. Yine de, acaba biraz fazla mı savunmacı davranıyorlar? Daha atak, daha siyasi bir karşı saldırı, daha büyük sonuç alamaz mı? Elbette bu sorunun yanıtı spekülasyon olur, fakat Yunanistan’da düzenin sağı dahi YKP’nin güçlenmekte olduğunu teslim ediyor. Anketler partinin oyunu istisnasız artmış gösteriyor. PAME, bu süreçte ülkedeki sosyal demokratların ağırlıkta olduğu büyük kamu ve özel sektör konfederasyonlarının aksi yönde çalışmalarına rağmen tek başına genel grev örgütleyebilecek güce eriştiğini kanıtladı. Partinin örgütlü gücü sürekli artıyor. Ve kendileri de mücadelelerini bir karşı saldırı olarak tanımlıyorlar. Kontrollü gidiyorlar. Şimdi önlerinde, elektrik faturalarını ödetmemek var. Bir devrimci durum olasılığı yok mu peki? “Nesnel koşulları var devrimci bir krizin. Ancak öznel koşulların olgunlaştığını söylemek zor. Fakat halk mücadeleyi yükseltiyor, işçi sınıfı partisi de gücünü artırıyor. “Bakalım” diyor dostumuz. Yiğit GÜNAY

DÜNYADA KOMÜNİSTLER 13

‘Ya bırak, bu komünistler de aynı!’ Yunanistan’da düzen, komünistlerin giderek artan etkisini kırmak için elinden geleni yapıyor. Bu konuda ibretlik bir olay yaşandı geçtiğimiz ay. Komünist Parti, büyük bir matbaaya sahip. Matbaa yalnızca YKP’nin günlük (ve oldukça hacimli) Rizospastis gazetesini basmakla kalmıyor, başka günlük gazetelere, yayınevlerine, kısaca piyasaya da çalışıyor. Krizle birlikte elbette işler çok düşmüş. Matbaa da işçi çıkarmak zorunda kalmış Tabii burjuvazi fırsatı kaçırmamış. Hemen bu durum haber olmuş, hatta bir grup, işten çıkarmaları protesto gösterisi yapmış. Ancak sonradan gösteriyi yapanların hiçbirinin matbaadan işçiler olmadığı, bir başka rakip sermaye grubu tarafından ayarlandığı açığa çıkmış.

Zaten parti, matbaadan parti üyelerini, ve konuşarak, başka alternatifler bularak çıkarmış. Partinin profesyonellerinin maaşlarında da yüzde 20 kesintiye gidilmiş. Özellikle faşizan sağ parti LAOS, bu duruma işaret ederek “Aman bu komünistler de aynı şey, onlar da konuşuyor ama hükümetle aynı önlemleri alıyorlar” demagojisi yapmayı çok seviyor. Elbette komünistler açısından bu son derece anlaşılır bir durum. Üstelik, mücadele hırsını da törpülüyor böyle bir zamanda. Hoş, komünistlerin elinde avucundakini partiye vermesi için ülkenin krize girmesine gerek yok ya... kriz kapitalizmden kaynaklanınca, daha da inanarak veriyor paralarını komünistler.


14 EMEK 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

İşçi Okulu’nda ne yapmak Türkiye Komünist Partisi’nin 10. Kongre’de aldığı kararlardan biri olan İşçi Okulu Ekim ayı içinde başlıyor. 10. Kongremizde İkinci Cumhuriyet’in gözden çıkardığı işçi sınıfının örgütlenmesi başlığını gündem yapmıştık. Bu gündem ve kararlar doğrultusunda İşçi Okulu için hazırlıklar bütün hızıyla sürüyor. Bir yandan eğitim materyalleri hazırlanırken diğer yandan 1-2 Ekim tarihinde bütün

bugün de, sınıfın geri çekildiği bir dönemde, sosyalist hareket ile sınıf arasında önemli bağlar kurmayı hedefliyor. En azından bu dönem düzenlenen İşçi Okulu’nun en önemli amaçlarından biri bu olacak. 2001 yılında düzenlenen İşçi Okulu Türkiye’nin bir dizi ilinde aylık olarak bir araya gelen işçilerin birlikte tartıştığı ve ürettiği toplantılar biçiminde sürüyordu.

sınıfın geri çekildiği, sendikaların üye kaybettiği, AKP yandaşı sendikaların her yerde alan kapadığı, DİSK ve KESK gibi ilerici bilinen sendikaların ise içinin tamamen boşaltıldığı bir tabloda, sınıf ile sosyalist hareket arasındaki bağların yeniden tesis edilmesi amacını taşımaktadır. İkinci Cumhuriyet olarak kodlanan yeni rejimin her yerde at koşturduğu bir dönemde, ilericiliğin, sosyaliz-

İşçi Okulu başlıyor! 1 Ekim tarihinde tanıtım toplantılarıyla başlayacak olan İşçi Okulu’nun açılış dersleri 15-16 Ekim tarihleri arasında yapılacak. illerde tanıtım toplantıları gerçekleştirilecek. İlk dersler açılış dersleri olarak düşünülüyor. “Rakamlarla Türkiye Gerçeği” ve “AKP hangi haklarımızı elimizden alıyor?” başlıklı iki eğitim 15-16 Ekim tarihlerinde yapılmış olacak. İşçi Okulu için kayıtlar, TKP örgütleri tarafından alınmaya başlandı. 1-2 Ekim tarihlerinde yapılacak olan tanıtım toplantılarında kayıt formları, tanıtım broşürleri ve ilk iki dersin fasikülleri dağıtılacak. Tanıtım toplantıları İşçi Okulu’yla ilgili bütün soruların paylaşıldığı ve birlikte yanıtlandığı toplantılar olacak. Neden İşçi Okulu? İlk kez 2000-2001 tarihleri arasında Sınıf Tavrı dergisi tarafından düzenlenen İşçi Okulu’nun ikincisi 2008 yılında Yurtsever Cephe İşçi Birliği tarafından gerçekleştirildi. Bu iki dönemde sınıf örgütlenmesi açısından önemli olanaklar yaratan İşçi Okulu deneyimi;

Genel olarak işçi sınıfı içinde belli bir dinamiği temsil eden öncü işçilerin yan yana geldiği eğitim ve tartışma toplantıları şeklinde geçen ilk İşçi Okulu 5 ay sürdü. A, B ve C tipi eğitim başlıklarının her sınıf için ayrı ayrı düşünüldüğü bu program TKP’nin sınıf hareketiyle önemli bağlar kurmasını sağladı. 2008 yılında ise daha çok seçmeli derslerle düzenlenen İşçi Okulu’nda, sınıf içinde gerici, işbirlikçi ve emek düşmanı AKP’ye karşı tepki duyan işçilerin yan yana geldiği, buradan İşçi Birlikleri’nin oluşumunun hedeflendiği bir çalışma yürütüldü. Ekim ayında başlayacak İşçi Okulu’nun 3. dönemi ise, geçmiş yılların deneyimini arkasına alarak yeniden planlanmaya çalışıldı. Gerek eğitim başlıkları, gerek süresi, gerek tartışma başlıklarıyla bu dönem yapılacak İşçi Okulu,

min, solun sesinin kısılmaya çalışıldığı, sahte solun “özgürlük” adıyla liberalizmi pompaladığı ve sol adına konuşturulmaya çalışıldığı bir dönemde yeniden “sınıf” demek, sınıf içinde öncü bir kolu yaratmaya çalışmak ve partinin etrafına bir sınıf çeperi örmek İşçi Okulu’nun bu dönemki temel hedefi. Kimin için İşçi Okulu? Türkiye’de İkinci Cumhuriyet rejimi iktidarını kurmuş bulunuyor. Bu yeni rejim, her yerde kendini kurumsallaştıracak ya da mevcut kurumları ele geçirecek. Üniversite yönetimlerini ele geçiren İkinci Cumhuriyet şimdi son hamlesini yapacak; üniversite bileşenlerinin bütününe dönük bir tırpan hareketine girişecektir. İşçi sınıfı söz konusu olduğunda kendi kurumlarını yaratmaktan da geri durmayan İkinci Cumhuriyet, kendi sendikalarını kuruyor, onların önünü açıyor. İkinci cumhuriyet bir yandan emek düşmanı bir karakter taşırken

diğer yandan emekçileri sarmalayan ve baskılayan yandaş sendikalarla bu emek düşmanı politikalarını uygulayabiliyor. Örneğin kıdem tazminatını kaldırmak için adımlar atıyor, ancak bu saldırıya direnebilecek bir örgütlülük ne yazık ki ortaya çıkamıyor. Bugün işçi sınıfının durumu budur. İkinci Cumhuriyet rejimi, işçi ve emekçileri, sarı ve yandaş sendikalarıyla susturmuş, esir almış, hareketsiz bırakmış, gözlerini kapamış, uyutmuş bulunuyor. İkinci Cumhuriyet rejiminin, sınıf söz konusu olduğunda iki temel özelliğinin altı çizilmelidir. Birincisi, emekçi sınıflar karşıtı bir karaktere sahip olması; ikincisi, sınıfı bu politikaları yaşama geçirmek için gözden çıkarmış olmasıdır. Şimdilik yandaş sendikalarla işçi ve emekçileri kendine bağladığını düşünen hükümetin, aslında, politikalarını tek tek yaşama geçirdiğinde işçi sınıfını gözden çıkarmaktan başka şansı yoktur. İkinci Cumhuriyet’in zayıf karnı burasıdır. Böyle bir zeminde sınıfın örgütlenmesi, sınıfın öncü kesimlerinin yan yana gelmesi önemlidir. İşçi Okulu’nun hedeflerinden bir tanesi bu olmalıdır. İkinci Cumhuriyet rejimi nasıl sınıfı gözden çıkarmışsa, solu ve sosyalizmi de siyasetin dışında tutmak istemektedir. Düzen solunun iyice sağcılaştığı bir tabloda sosyalist siyasetin gerçek bir alternatif haline gelmemesi için sahte sol devreye sokulmuş, ya da sahte solun koltuk değnekliği yaptığı bu gerici düzen, soldan eleştirilere dönük bir önlem aldığını


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

EMEK 15

istiyoruz? düşünmüştür. Böyle bir tabloda sosyalist solun önemli bir alanı bulunmaktadır. Kapitalizm alabildiğine çıplak hale gelmiş, düzen solu sağcılaşıp İkinci Cumhuriyet’in halksız partisi haline dönüşmeye başlamıştır. İşbirlikçilik artmıştır, emekçilere dönük saldırılar sırada beklemektedir. İşte tam da bu dönemde sosyalizm, bağımsız bir güç olarak kendi ayakları üzerinden durmalı, güçlü bir ses vermeli ve topluma dönük etkili bir odak olmayı başarabilmelidir. İkinci cumhuriyetin yok saymaya çalıştığı sosyalizm, ikinci cumhuriyetin gözden çıkardığı işçi sınıfıyla buluşmasıyla gerçek bir güç haline gelecektir. TKP tarafından başlatılan İşçi Okulu bu siyasal değerlendirmeler üzerine oturmaktadır. 2011-2012 yılında Türkiye’nin bir dizi ilinde hayata geçecek olan İşçi Okulu bu açıdan sınıfın öncü kesimlerinin yan yana getirilmesinin yanı sıra sosyalizmin işçi sınıfı içinde belli bir güç biriktirmesi amacına da hizmet edecektir. Bunun somut tarifi, partinin etrafından işçi çeperinin oluşturulması, güçlendirilmesi ve örgütlü kılınmasıdır. Konuların seçiminde hangi kaygılar güdüldü? İşçi Okulu dersleri 5 paketten oluşuyor. Açılış derslerinin yanı sıra paketler sırasıyla temel tanımlar, haklarımız, siyaset ve işçi sınıfı, memleket sorunları, tarih bilinci şeklinde genel çerçevelere göre oluşturuldu. İlk 3 paketin temel paketler olması, diğer iki paketin de seçmeli dersler şeklinde verilmesi düşünüldü. Konu başlıkları ve ders içerikleri seçilirken işçi sınıfının öncü kesimlerini donatmak, düzenin yalanlarına dönük sağlam verilerden oluşmuş bilgileri sunmak, işçilerin bilincini koruyacak temel tanımları verebilmek ve ayrıca memleket meselelerine dönük emekçi sınıfların çıkarları gözüyle nasıl bir tutum alınacağına dönük arayış konuların şekillenmesinde asıl belirleyici oldu. İşçi Okulu’nda dersler sıkıcı ekonomik verilerden oluşmuyor. Programda, sendikaların sık sık işçileri kamplarda ya da otellerde toplayıp anlattıkları (nedense işçi söz konusu olduğunda hep ekonomik dersler anlatılıyor) türden desler olmayacak. Açılış dersleri güncel konulara değiniyor. “AKP’nin işçi sınıfına dönük saldırılarında sırada hangi başlıklar var?” sorusuyla birlikte bugün “istikrar ve değişim” diyen AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde ülkenin temel sorunlarından nasıl

bir değişiklik olduğunu göstermek için “Rakamlarla Türkiye Gerçeği” konuları belirlendi. Bu açılış dersleri sonrasında sınıf mücadelesinin temel tanımları var. Sonrasında işçilerin dünden bugüne gelen, elinden alınan alınmaya çalışılan hakları işlenecek. Siyaset ve işçi sınıfı bağı, siyasi akımlar ve programları, bu akımların işçi sınıfı ile ilişkileri ders içeriği olarak belirlendi. Bu temel paketlerin yanı sıra ülkemizin bir dizi sorunu tek tek ders başlığı olarak ele alındı. Kürt sorunundan özelleştirmeye, dış politikadan kültür sanata kadar bir dizi alanda memleket gündemleri işçilerle birlikte tartışılacak. Son paket ise tarih eğitimi olacak. İnsanlık tarihi, kapitalizmin tarihi, sınıf mücadeleleri tarihi ve Türkiye tarihi olmak üzere değişik dersler olacak. İşçi Okulu’nda verilecek derslerin güncel olması, siyasal başlıkları işlemesi, tarihsel bakışı içermesi ve gündelik hak mücadelesini veri alması gerektiğini düşünerek oluşturulduğunu özetle söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Nasıl sürecek? İşçi Okulu, belli sayıda işçinin yan yana geldiği sınıflardan oluşacak. Yani Türkiye’nin bir dizi il ve ilçesinde farklı sektörlerden gelen işçilerin oluşturduğu onlarca sınıfla yapılacak. Dersler 15 günde bir yapılacak. Her oturumda 2 ders işlenecek. İlk iki dersin sonunda bütün işçilerin katılımıyla tartışma ve değerlendirme toplantıları yapılacak. 5 paket üzerinden düşünülen dersler, paketlere göre bölünmüş durumda. Temel Tanımlar paketi 8 ders, haklarımız paketi 5 ders, siyaset ve işçi sınıfı paketi 8 ders, tarih paketi 6 ders. Memleket sorunları paketi ise seçmeli ders olarak düşünüldü. İşçi Okulu’na katılım için kayıt alınacak. Alınan kayıtlardan sonra sınıflar oluşacak. Tanıtım Toplantıları 1-2 Ekim tarihlerinde, Açılış Dersleri ise 15-16 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Dersler konuyla ilgili parti yöneticileri, akademisyenler, sanatçılar ve sendikacılar tarafından verilecek. Her ders için “öğrencilere” dönük hazırlanan eğitim fasikülleri olacak. Eğitim fasikülleri, derslerden önce dağıtılmış olacak. Ayrıca sunum yapacaklara dönük olarak bütün ders başlıklarını içeren bir kitap hazırlanmaktadır. Kurtuluş KILÇER

işçiokulu

BAŞLIYOR

AÇILIŞ DERSLERİ

Rakamlarla Türkiye gerçeği AKP, hangi haklarımızı elimizden almaya çalışıyor?

PAKET A - TEMEL TANIMLAR

Sömürü Nedir? İşçiler nasıl sömürülür? İşçi nedir? Patron nedir? Sınıf nedir? Tarihsel gelişim içinde sınıflar Kapitalizm nedir? Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm nedir? Kriz nedir? Ekonomik krizin sebepleri nelerdir? Sendika nedir? Sendikalar ne işe yarar? Sendikalar: Dün, Bugün, Yarın Türkiye’deki sendikaları ve sınıf örgütlerini tanıyalım

PAKET B - HAKLARIMIZI ÖĞRENELİM: HAK VERİLMEZ ALINIR!

Haklarımızı öğreniyoruz: İş Yasasındaki haklarımız neler? Sosyal Güvenlik Yasası İşçi Sağlığı ve Güvenliği nedir? Sendikalar Yasası ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası nedir, ne değildir? Kadın işçiler ve kadın hakları

PAKET C - SİYASETİ TANIYALIM: ÜRETEN BİZİZ, YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ!

Siyaset nedir? Siyaset işçiler için neden gerekli? Siyasi akımlar nelerdir? Kimi temsil eder, kimin çıkarını savunur? Türkiye’nin düzeni nedir? Bu düzen kimin düzenidir? Bu düzen onların, bu memleket bizim: İŞÇİLERİN DOSTLARI KİMLERDİR? Dinci ve muhafazakar partiler işçiler ve emekçilerin dostu mu? Yabancı tekellere ve sermayeye karşı milliyetçilik işçileri korur mu? Sosyal Demokrasi işçilerin dostu mu, kurdu mu? İşçi sınıfı ve sol

PAKET D - MEMLEKET MESELELERİNİ BİLELİM: BU DÜZEN ONLARIN, BU MEMLEKET BİZİM!

Emperyalizmin boyunduruğu altında Türkiye Özelleştirme ve Sosyal Devlet Türkiye’de tarım ve hayvancılık ne durumda? Kürt sorunu nedir? Nasıl çözülür? Tarikat - cemaatler ve Türkiye gerçeği Alevi emekçiler ne istiyor? İşsizlik ve yoksulluk kader mi? Yeni liberal ekonomik düzende esnek çalışma ve taşeronlaştırma Komünistler kimdir, komünistler neyi savunur? Dostlarımızı tanıyalım Kapitalizm, çevre ve yağma

PAKET E - TARİHİMİZİ UNUTMAYALIM: TARİH, SINIF MÜCADELELERİ TARİHİDİR!

İnsanlığın Tarihi Kapitalizmin Tarihi Türkiye’nin tarihi 1: Osmanlı’dan 1. Cumhuriyet’e Türkiye’nin tarihi 2: Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e Türkiye’de sınıf mücadeleleri tarihi 1: 12 Eylül’e kadar sınıf mücadelesi Türkiye’de sınıf mücadeleleri tarihi 2: 12 Eylül’den bugüne sınıf mücadelesi

Katılım için TKP il ve ilçe örgütlerine başvurabilir, web sitemiz üzerinden kayıt olabilirsiniz. İrtibat için: 0549 430 72 25 www.tkp.org.tr


16 EMEK 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Küresel bakkal Carrefour’da Carrefour’un neredeyse yarıya yakınına sahip Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı geçen hafta aldığı Clinton Küresel Vatandaşlık Ödülü’nü hak ettiğini Carrefour’da işçilere uyguladığı politikalarla fazlasıyla hak ediyor olmalı. Fransız sermayeli şirkette yüzde 38,8 Sabancı’nın ortaklığı bulunuyor. Türkiye’de perakende sektörünün en büyüklerinden olan şirket 31 il 16 ilçede 470 mağazası ile faaliyet gösteriyor. Şirket bünyesindeki 30 hipermarket, 200’ün üzerinde süpermarket ve ucuzluk marketlerinde toplam 7.500 işçi çalışıyor. Marketlerin sayısı, sıklıkla, başka mağazaların satın alınması ile değişiyor. Dia mağazaları da İspanya Carrefour’a bağlı ancak Türkiye’de Dia adı ile satış yapıyor. Perakende sektöründe olan Gima ve Endi şirketlerini satın alarak Türkiye’de

ler Alışveriş için müşteri patenle , e d in iğ d ir g ya za a ğ ma alarda gezen rollerleri, kas mayan başını işinden kaldır venlikçileri ü g l ze ö ve ri e rl e iy s ka bakılırsa görür. Görüntülerine lerdir. da pek mutsuz değil e değil. yl ö e d k e p m ru u d a Oys , büyük Carrefour emekçileri ukça güç bir baskı altında, old ücretlere k ü ş ü d k o ç , a rd a ll u koş alışmaya çalışıyor. Sendikalı ç a çalışma n ya u b n a d n rı la ık d başla zelme ü d e yc e p e a d n rı a ll u koş iler daha ç iş , ın rş a k a ın s a lm o fazlasını hak ediyor.

büyüyen şirketin dünyadaki değişik mağaza türlerinin tamamının Türkiye’ye girmediğini de not etmek gerek. İşçiler nasıl çalışıyor? İşçiler, reyonlarda ya da kasalarda çalışıyor. İki ana reyondan biri olan gıda reyonunda, kuru gıda, sebze-meyve, pasta-ekmek, kasap, içecek, self servis, kafeterya gibi reyonlar var. İkinci ana reyon olan gıda dışı reyonda ise ev gereçleri, elektronik, beyaz eşya, kırtasiye, oyuncak, hırdavat, oto, bahçe, tekstil gibi bölümler yer alıyor. Reyonların düzenlenmesi, malların etiketlenmesi, depo düzeni işçilerin öncelikli sorumlu oldukları alanlar. İşçilerin sorumlu olduğu reyonlar adeta üzerlerine zimmetleniyor. Reyonların işleyip işlememesinden doğrudan işçiler sorumlu tutuluyor. Bu sorumluluk, başarı/başarısızlık kriterini de belirliyor. Reyondaki satışların bir önceki yılın cirosunun üzerine çıkması başarılı olunması, altında kalınması ise başarısızlık anlamına geliyor. Reyon satışlarını artırmak temel çalışma prensibi: Her şey reyon için Reyon satışları iyi gittiyse ve cirosu bir önceki yılın üzerine çıktıysa reyon şefleri prim alıyor. Ancak, tahmin edileceği gibi primler çok düşük. İşçiler sendikalı çalışmaya

başlamadan önce satışlar bir önceki yılın cirosunu aştığında ilgili reyonun işçilerine de iki çıplak maaş prim veriliyordu. İşçiler sendikalı çalışmaya başladığından beri, satışların artıp artmamasından bağımsız olarak işçilere yılda iki kez ikramiye veriliyor. Ciro düşse dahi, işçiler sendikalı olduğu için ikramiyeye hak kazanmış oluyor. Reyon satışlarının düşmesi durumunda, merkez satın almada çalışanlar, piyasada ucuz ve kaliteli ürün bulmak için görevlendiriliyor. Satın alma çalışanlarının piyasada bu iş yapamama diye bir seçeneğinin olmadığı tahmin edilebilir. Alınan ürünler, stoklanıyor. Stoklama, şirketin en önemli çalışma alanlarından. İşçilerin üzerinde satış baskısı Carrefour, bünyesinde çok fazla ürün çeşidi barındırmasına ve geniş alanlarda satış yapmasına ve büyük perakendecilerden olmasına rağmen, mahalle bakkalının satış stratejisini uyguluyor. Hal böyle olunca da her bir reyon, ayrı bir işletme gibi işlem görüyor ve işçilerden de reyonun sahipleri gibi davranması isteniyor. Böylece işçilerin üzerinde satış baskısı oluşturuluyor. Daha fazla satış yapılması için reyonlarda ürünlerin sepette mi, raflarda mı sergileneceğine ya da nasıl düzenleneceğine ilişkin işçilerin karar vermesi isteniyor.


1 EKİM 2011

KOMÜNİST

işçi olmak... Ciro düşünce müşteri odaklı satış Son 1,5 yılda şirketin ciro ve müşteri kaybetmeye başlamasından yine işçiler sorumlu tutuluyor. Şirket, cirosu düşünce ortaya yeni icatmış gibi “müşteri odaklı satış” stratejisini atıyor ve işçiler üzerinde “müşteri velinimetimizdir” baskısı oluşturuluyor. Çalışan gruplar açısından müşterilerle doğrudan ilişkide olan kasiyerlerin müşterilerle tartışması işlerinden atılması anlamına geliyor. İşçiler açısından müşteri odaklı çalışma anlayışı, patron ve müdürlerin şiddetine müşterilerinkinin eklenmesi anlamına geliyor çoğu zaman. İşyerinin güvenliğinden de işçiler sorumlu Perakende satış yapan şirkette hırsızlık olayları ile fazlaca karşılaşılıyor. Özellikle elektronik reyonundaki ürünlerin çalınmasını engellemek için işçiler göreve çağrılıyor! Şirket bünyesinde özel güvenlik olmasına rağmen, reyon işçileri de hırsızlığın yapıldığı anda ilgili reyonun yanında görevliyse, müdahale etmediği için sorumlu tutulabiliyor, hesap sorulabiliyor. Kasada para kaybı olduğunda kasiyerler doğrudan işten çıkarılıyor. İşçiler kısa sürede işten atılıyor Kasiyerler çoğunlukla part-time çalışıyor. Kısa sürede işten ayrılıyor. 2-3 ay çalışıp işten ayrılan işçi sayısı oldukça fazla . Genellikle öğrenciler bu şekilde çalışıyor. Reyonlarda ise kıdem, 3-5 yıla çıkabiliyor. Şirketin işçilerin kıdemi konusunda genel bir politikası var: Carrefour 5-6 yıl sömürdüğü işçisini çıkarmaya çalışıyor. Daha fazla sürede işçiyi istihdam etmek istemiyor. Asgari ücretten daha düşük ücretlere çalıştıracağı işçileri çıkardığı işçinin yerine alıyor. Bu durumun istisnası, kasap, pasta-ekmek gibi reyonlarda. Bu reyonlarda çalışanlar için kıdem 8 yıl olabiliyor. Ayrıca işten çıkardığı işçiler, şirkete dava açmasın diye kıdem ve ihbar tazminatları, 2-3 maaş daha fazla ödeniyor. Düşük ücret politikasından taviz verilmiyor İşçiler iki vardiya halinde çalışıyor. 07.00- 16.00 ilk vardiya. İkinci vardiya 13.00- 22.00 arası. Yemek molası ve diğer molaların süresi toplam 1,5 saat. Ücretler, toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra yüzde 8 dolayında artmış, ancak neredeyse yine asgari ücret düzeyinde. 670 lira ücret alan işçinin giydirilmiş ücreti 780 lirayı buluyor. Kasap, pastaekmek reyonunda çalışan bazı işçi-

ler ortalamanın az üzerinde ücret alıyor. Yıllık cirosu milyon dolarlar düzeyinde olan şirket, düşük ücret politikasından taviz vermemek için, işçileri işten çıkararak asgari ücretten yenisini alma politikası izliyor. Büyük markette işçi olmak: İnsani çalışma koşulları nerede? İşçiler için çalışma koşulları çok ağır. Metal fabrikasında çalışan işçilerin çalışma koşulları ile karşılaştırıldığı zaman, daha rahatmış gibi düşünülmesine rağmen sektör hemen hemen aynı zorlukta çalışma koşullarına sahip. Isıtma, havalandırma işçiler için en önemli sorunların başında geliyor. Sürekli müzik yayınının yoruculuğuna aynı müziklerin defalarca çalınması eklenince, işçiler için çalışmak tam bir ızdırap haline geliyor. Sürekli müzik yayını, şirketin müşteri odaklı ve satışları artırma çalışma anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Tahmin edilebileceği gibi işçiler istediği gün izin yapamıyor. İşçilerin ne zaman izin kullanacağına reyon şefleri karar veriyor. Hafta tatillerini bir gün kullanıyorlar. İzinler hafta sonu değil, hafta içi pazartesi ya da salı günü kullandırılıyor. İşçilere verilen iş giysilerinin kalitesizliği işçiler açısından sorun oluşturuyor. Çünkü verilen giysiler, bir defa yıkandığında çekebiliyor ya da rengi değişebiliyor. Ancak şirket yöneticileri, işçilere yeni giysi vermediği gibi boyutları değişen ve rengi değişen giysileri kullanmasını istiyor. Sürekli ayakta olmak, çoğu bel ve sırt rahatsızlığına, baş ve boyun ağrıları gibi kronikleşebilecek sağlık sorunlarına neden olabiliyor. Kadrolu işçilerin yanı sıra, taşeron işçilerin de fazlaca sayıda çalıştığı işyerinde taşeron işçilerin herhangi bir hakkının olmadığını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Kameralarla işçiler sürekli izleniyor. İşçilerin üzerinde sürekli baskı oluşturuluyor. İşçi kendini patrona adamalı İşçilere yapılan eğitimlerde pozitif düşünmeleri, kendilerini şirkete adamaları isteniyor. Şirket yöneticileri yaptıkları toplantılarda “adanma”yı esas alıyor. Bu anlamda işçiler sınıflandırılıyor. Ve bu sınıflandırma, bütün işçilere ilan ediliyor. Pozitif olduğu düşünülen işçilere pembe yaka kartı, kendini adayanlara mor yaka kartı veriliyor. İşçiler arasında bu uygulamanın etkisi ise işçilerin “aldığım maaşa bakarım” görüşü nedeniyle çok sınırlı.

KADIN 17

yazılamaya çağırıyoruz... Akıntıya karşı Behice Boran Güzella Bayındır

Bu kitap, SineGöz Film Atölyesi’nin “Akıntıya Karşı... Behice Boran: Tek Başına Bir Koro” film çalışmasından yola çıkarak hazırlandı. Kitabın ekinde sunulan DVD’de 90 dakikalık belgesel film ve SineGöz Film Atölyesi’nin diğer çalışmalarının fragmanları yer almaktadır. Türkiye’nin ismini ‘50’li yıllarda “Türk Barışseverler Cemiyeti” ile duyduğu Boran’ın, başarılı ve öncü bir akademisyen, mücadeleci bir barışsever, sosyalist bir milletvekili, Türkiye İşçi Partisi genel başkanı ve bir sıra neferi olarak portresini çizen SineGöz, belgeselde Türkiye’nin bu ilk kadın parti başkanının gündelik hayatını da aydınlatıyor. Türkiye sosyalist hareketinin önemli isimlerinin yanı sıra, Boran’ın yoldaşları, dostları, öğrencileri ve konunun uzmanları ile yapılan 37 röportaj, Boran’ın mücadelesini anlama ve anlamlandırma çabasının ötesinde, tek başına bir koro olmayı başarmış bir mücadele insanının anısı karşısında bir saygı duruşu olarak da anlam kazanıyor.

Arap Milliyetçiliği Mısır ve Nasırcılık Tahrir Meydanı’nda korkuyu yenmek... E. Zeynep Güler

Mısır 1950’li ve 1960’lı yıllarda Bağlantısızlık Hareketi içinde güçlü ve kişilikli bir konum geliştirmişti. Arap milliyetçiliğinin taşıyıcılığını üstlenen Nasır’ın Mısır’ı, emperyalist-kapitalist sistemle sosyalist sistem arasında, tartışmasız biçimde ikinciye daha yakın, bağımsızlıkçı bir seçeneği kurmayı denedi. Arap-İsrail çatışmasının gölgesinde kalan bu deneme Nasır sonrasında tasfiye edilecek ve Mısır, siyaset düzleminde Amerikancı, toplumsal dokuda ise İslamcı bir karanlığa savrulacaktı. Birinci basımı 2004 yılında yayınlanan bu çalışmanın yeniden ele alınmasına yanı başımızdaki coğrafyanın 2011’de alt üst olması vesile oluşturdu. Ayaklanma dalgasını daha iyi anlayabilmek için kaynak arayışına giren Türkiyeli okur dilimizde konuyla ilgili yazının kısıtlılığı karşısında şaşkınlığa düşmüş olmalıdır. Gözden geçirilen ve 2011 gelişmelerini ele alan bir önsözün eklenmesiyle hazırlanan bu ikinci basımın, Mısır başta olmak üzere Arap Ortadoğusu’nun bugününü anlamak isteyenlere anlamlı bir tarihsel arka plan desteği sunacağını düşünüyoruz.

Bir Sovyet sanatçısı olarak

Tarihe Tanıklığım

Dimitriy Şostakoviç / Çev: Volkan Terzioğlu Şostakoviç: İnsanlık onurunu ayaklar altına alan faşizme karşı savaşta, vatanı için duyduğu sevgide ve sanatı algılayış ve uygulamasında, ne yapılması gerektiğine ilişkin, aklına güvenen ve bizlere yol gösteren besteci. Eşit ve özgür bir dünya kurma yolunda atılan adımlarda ve yeni insanın yetişmesinde ayakları yere sağlam basan, çaplı, büyük besteci. Tarihe Tanıklığım, Şostakoviç’in 1926 1975 yılları arasında çeşitli dergi ve gazete yazılarını, notlarını ve konuşmalarını içermektedir. 1980’lerle başlayan sözde ideolojiden soyutlanmış ve aslında gırtlağına kadar çürük ideolojiye batmış insanın yaratılışına inat, Şostakoviç bize sanatın ne olduğunu, neye hizmet ettiğini yeni insanın nasıl yaratılması gerektiğine ilişkin gerekli ipuçlarını anlatmaktadır. Bu kitapta, sistematik propaganda ve yalanla Şostakoviç’in aslında bir antikomünist olduğu palavrasını sıkanlara karşı, Şostakoviç’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi kimliğini nasıl bir onurla taşıdığını, kendi kaleminden okuyacaksınız.


18 POLEMİK 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

İP’in siyaset tarzı üzerine...

Perinçek’in izleme ‘mevzii’ İşçi Partisi (İP) veya daha geleneksel adıyla “Aydınlıkçılar” ülkemiz siyasetinin nev-i şahsına münhasır bir olgusu. En önemli özelliklerinin, hiçbir zaman geniş halk kitleleri içinde örgütlenmeyi başaramamış, belirgin bir kitlesel güç oluşturamamış olmalarına rağmen, hemen her dönem, gerçek güçlerinin çok ötesinde etkili olmayı başarabilmeleri olduğu söylenebilir. İP, son yıllarda Ergenekon operasyonları başta olmak üzere, bir dizi polisiye operasyonun önemli odaklarından birisi olarak sıklıkla hedef haline geldi. Bu yazı vesilesiyle önce, son zamanlarda yaşadıkları saldırıların Türkiye sol hareketinin insani, vicdanı duyarlılığının, siyasi tutarlılığının açığa çıkmasına bir vesile olduğunu düşündüğümü yazmak istiyorum. Bunu açarak başlayalım. Aydınlık, 1970’li yılların ikinci yarısından bu yana ülkemiz devrimcilerinin önemli bir kesimi için devletle işbirliği içinde olduğu kabul edilen bir hareket. Bunu bir eleştiri ya da bu görüşe katılıp katılmamanın ötesinde nesnel bir gözlem olarak yazıyorum. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, Türkiye sol hareketinin çeşitli örgütleri içinde yer alan herhangi bir insan için Aydınlık denildiğinde ilk akla gelenlerden birisi budur. Bunun temel sebebi (Aydınlıkçıların tüm aksi iddia-

olmadıklarını söylese de bu da onların kendi değerlendirmeleridir, solun bakışını değiştirmiyor. Sadece bir örnek olarak, birikimli bir siyasetçi olduğunu düşünebileceğimiz Hasan Yalçın’ın o dönem çıkardığımız Sosyalist İktidar gazetesini 5. Kol olarak değerlendirme ucuzluğuna ve tek misyonunun Aydınlık düşmanlığı olduğu gibi akla ziyan değerlendirmeler yapabilir hale gelmesine şaşırdığımı söyleyebilirim. Buna rağmen son yıllarda uğradığı haksız saldırılar karşısında sol içinden, bu haksızlıkları protesto sesleri çıkması ülkemiz solunun bir kesiminin vicdanını koruduğunun ve düzen karşısındaki mücadelesinin tutarlılığının bir göstergesidir. Bu tavrın, her şeye rağmen siyasi olarak doğru olduğunu da eklemem gerek. Bunu Aydınlık’ın sola, solun Aydınlık’a bakışının değişmeyeceğinden neredeyse emin olarak yazıyorum. Aydınlık’ın 40 yıllık tarihinde hâkimiyet kuran siyaset algısının değişmesi mümkün değildir, tutumları esas olarak ideolojik yapılarının bir yansımasıdır. Bunu düşünmemin temel nedenlerinden birisi de zaman zaman Aydınlık okurken hissettiğim bir duygunun bundan 40 yıl kadar önce (sanırım dönemin bir özelliği ile çok ağır ifadelerle) İbrahim Kaypakkaya tarafından

lendirmesi anlaşılabilir. Anlamak, doğru bulmak değildir, üstelik bu tavır, ilkesizlik ve siyasi nezaket sınırlarının tamamen dışındaki davranışlarla düzenli olarak beslendikçe itici olmaktadır. Aydınlık pek çok zaman kendi iddialarına bile yakışmayacak çocukça tavırlar geliştirmektedir. Büyük güçler alanında olmaya fazlasıyla hevesli bir siyasi öznenin, örneğin geçtiğimiz seçim döneminde görsel ve basılı yayınlarında, sözde TKP yerel yöneticilerinin Doğu Perinçek’e destek açıklaması yaptığı bilgisi de içeren yalan haberler üretmeye neden ihtiyaç duyduğunu anlamak gerçekten mümkün değil. Bu yapıldıktan sonra geniş bir destek aldığı açıklanan Perinçek’in aynı ildeki İP’in diğer bağımsız adayından bile az oy alması nasıl açıklanabilir? Yalan olduğu çok basit gözlem ve bilgilerle ortaya çıkan haberler, doğrulara bile kuşkuyla yaklaşılmasını beraberinde getirir. Burada suçu başkalarında aramanın anlamı yoktur. Aydınlık kendine de bakmayı öğrenmelidir. Yeri gelmişken, Aydınlıkçıların abartılı iddia ve beklentilerinin kendisini en fazla gösterdiği kesitin seçim dönemleri olduğunu yazmadan geçmeyelim. Hemen her seçim öncesinde büyük iddiaları olan bu çizginin, yayınlarının

Aydınlık (İP) her dönem çeşitli açılardan eleştirilen ve sol içinde yer bulamayan bir hareket. Burada meseleyi polisiye bir vakaya indirgemek yanlıştır. İP’in siyasal duruş ve tarzında yansımasını bulan ideolojik zafiyetleri ile devrimci bir karakter taşımadığı ve kendi tercihleriyle solun dışına çıktığını görmek çok daha önemli. larına rağmen) Aydınlık’ın, sol harekete dönük tutumu olsa gerek. Aydınlık kendince bunun bir psikolojik savaş algısı olduğunu söyler. Bir an için bu iddianın doğru olduğu varsayılsa bile, Aydınlık tarihinin hemen her döneminde devrimcileri ajan-provokatör olarak yaftalamak, ihbar etmek, en hafifinden kendisi dışında herkesi ‘sahte sol’ saymaya varan bolca örnek, ortada bir psikolojik savaş varsa buna en fazla Aydınlık’ın hizmet ettiğini kanıtlamaktadır. Aydınlıkçılar istedikleri kadar “teşhir ettikleri” isimlerin devrimci

dile getirilmiş olmasıdır.: “... dünya politikasına kendilerinin yön verdiğini sanacak kadar da aptal ve gururluydular.” (http://ibrahimkaypakkaya.net/secmeeserler.pdf sf.222) Aydınlık’ın siyasi etik yoksunluğu Dünya politikasına yön verdiği yanılsaması ile yaşayan bir topluluğun ülkemiz soluna istediği zaman hakaret edip yok sayması, benzer bir yaklaşım kendisine karşı geliştiğinde bunu psikolojik savaşın uzantısı olarak değer-

seçim öncesi son ve seçim sonrası ilk sayılarının arka arkaya okunması Aydınlık çizgisinin politik değerlendirmesi için önemli bir malzemedir. Seçim öncesi ortaya atılan büyük iddia, seçim günü büyük komplolarla gerçekleşmesine izin verilmeyen aslında herkesin gördüğü gerçekler olarak sunulur. Bu tablo başka şeyler bir yana Aydınlık’ın en büyük iddialarından birisi olan nesnelliğe uygun siyaset geliştirme iddiasının da çökmesidir. Tam aksine, bütün bunlar nesnelliğin hiç de doğ-

ru okunmadığının önemli bir göstergesidir. Açıkçası bilerek mi yalan söyleniyor, yoksa bu kadar temelsiz verilere gerçekten inanılıyor mu, bunu bilmiyorum. Aslında hangisinin daha hazin olduğunu da… “Bizi izlemeye devam edin” mevzisi Bu yazının yazılmasına neden olan itki Aydınlık tarihi veya siyasi etik değil. Bunlara değinmek, Aydınlık denilince kaçınılmaz olarak akla bunlar geldiği için bir zorunluluk oldu. Açıkçası 40 yaşındaki bir insan bile kazandığı bir takım özelliklerini değiştiremezken, 40 yıllık bir siyasi çizginin değişebileceğine inanmak olmaz. Terbiye, insanın yaşamının ilk yıllarında kazandığı özelliklerden birisidir ve kazanılmadığında telafisi pek mümkün olmuyor. Söz konusu olan siyaset yapma tarzı ve siyasi ahlak olduğundaysa bunu ideolojik konumlanışın bir uzantısı olarak görmek zorundayız. İdeolojik temellerinizde sorun olduktan sonra, ister takım elbise kravat hassasiyeti geliştirin, isterse dilinizi terbiye edin, sonuç pek değişmiyor. Konumuz açısından bu daha az önemli olan kısmı fırsat olursa başka zaman daha uzun olarak ele almak gerekir, şimdilik geçelim. Bugün sol açısından asıl önemli olan, her dönem varlıklarının ötesinde bir etki yaratmayı başaran Aydınlıkçıların siyasi duruşlarıdır. Bu kısma belki en başta düşülmesi gereken bir notu ekleyebiliriz. Yönetici kadrosunun önemli bir bölümünün siyasi tutuklu oldukları bir dönemde, onlarla bir siyasi tartışmaya girmenin zorlu bir yanı var. Ancak kabul etmek gerekir ki, İP, yöneticileri tutsak olmasına rağmen siyasi tavır geliştirme konusunda eli-kolu bağlı duruma düşmüş değildir. Dolayısıyla karşımızda siyaset yapma olanağı ortadan kalkmış bir güç bulunmuyor. Sonuçta muhatabımız haksızlıklık ve zorbalıklara karşın siyasi faaliyete devam ediyor, öyle ya da böyle ülkenin geleceği ile ilgili kaygı duyan kesimleri arasında tartışılıyorsa, sözümüzü elbette söyleyeceğiz. Türkiye sol hareketinin, içinden geçtiğimiz dönemde önemli bir liberal saldırı dalgasının etkisinde olduğu, ideolojik ve politik olarak liberal dalgadan ciddi ölçüde etkilendiği bilinen bir gerçek. Bunun nesnel-tarihsel ne-


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST denleri ayrı bir tartışma konusu. Ancak liberalizmle beraber (ve belki buna karşı direnme arayışının yarattığı bir zeminin etkisi ile) solun belli kesimlerinin de “ulusalcı” bir ideolojik politik savrulma yaşadıklarını tespit etmek gerekiyor. Elbette bugün devlete egemen olma, bir bütün olarak basın yayın alanında hakimiyet gibi olanakları ile beraber bakınca esas bozucu etkinin liberal dalgadan geldiği ortadadır. Daha güçlü ve daha saldırgan olan budur. Ancak ülkemiz devrimcilerinin bir yandan liberalizmin solu şekillendirme çabalarına karşı aktif bir mücadele sürdürürken, diğer yandan “ulusalcı” eğilimlere karşı ideolojikpolitik mücadele yürütmesi şarttır. Aydınlık bu açıdan da gücünün ötesinde bir bozucu etki yapmaktadır. İP, yakın geçmişteki yaşamsal kararlarından birini Parti programını ve tüzüğünü değiştirdiği kongrede almıştır. Türkiye’nin içinden geçtiği sürece dair okumalarının bir ürünü olarak geliştirdikleri “Kemalist-Sosyalist ittifakı” taktiğinin hayatta bir karşılığı olmadığı açığa çıkınca, o ana kadar ittifakın Sosyalist unsuru olma iddiasındaki İP, kendisini aynı zamanda Kemalist güç olarak tanımlayabilmek için programında köklü bir revizyona gitmişti. Bunun siyasal alandaki uzantısı Cumhuriyet’in tasfiye sürecinde kendi konumunu bekçilik olarak kabul etmektir. Oysa Aydınlık, kendi külliyatından hareket etmiş olsaydı, örneğin Mustafa Kemal’in Osmanlı’yı kurtarma değil yeni bir kuruluş misyonu üstlenme tercihi ile çağdaşı Osmanlı aydınlarından ayrıldığını görebilir, bekçiliğin ötesini arayabilirdi. İP’in bugün yaşadığı ağır yenilgiye giden süreçteki en kritik kırılma, ileri çıkma yerine geri adım atma kararına denk düşmektedir. Tarihin kırılma noktalarında ileri atılan mutlaka kazanır diye bir kural elbette yok, ancak ileri atılmayanın kazandığı

görülmemiştir. İP’in önemli zaafı “kafasındaki dünya”da yaşamak konusunda inat etmesidir. Bugün, açıkça 2. Cumhuriyet’in kurulmaya başlandığı süreçte bile yanlışlarında ısrar etmeye devam etmeleri bu açıdan çarpıcıdır. Örneğin Işık Koşaner’in istifasını izleyen günlerde Aydınlık’ın yayınları bu açıdan dikkatle incelenmelidir. Koşaner’in istifası aklı başında herkes tarafından, TSK-AKP arasında belli bir gerilim ile devam eden ilişkide TSK tarafının bir bütün olarak teslim olduğunun ilanı olarak okundu. Uzunca bir süredir siyasetinin temeline TSK destekçiliğini yerleştiren İP açısından bu gerçeğin kabul edilmesinin çok kolay olamayacağı açık. (Elbette İP kendisini TSK destekçisi olarak tanımlamıyor, onlara göre TSK İP’in politikalarını benimsiyor/ benimsemek zorunda kalıyor) TSK’nın istifalarla teslim bayrağı çekmesi açıkça ortaya çıktığında Aydınlık’ın bunu bir direniş çağrısı olarak manşete taşımasının nedeni gelişmeleri kitaba uydurmaktır. Buna hayatın kafaya sıkıştırılması çabası diyebiliriz. Örneğin Aydınlık’ta bana göre yine zorlama biçimde muvazzaf generallerin halka “bizi izlemeye devam edin” mesajı göndermesinin haberleştirilmesi söz konusu olabilmiştir. Dediğim gibi bu haberin doğruluğu tartışmalıdır. Ancak doğru olsa bile, iddiası olan bir öznenin yapacağı şey halkı izlemeye davet etmek midir sorusunu yöneltecek bir aklın kalmamış olmasını da bir kenara yazmak lazım. Eğer gerçekten ortada bir direniş varsa halka bu direnişe destek olma çağrısı, kavgaya katılma çağrısı yapılır ama “bizi izlemeye de-

vam edin” denilmez. Böyle dendiğinde çok doğal olarak aklımıza aslında halkın yeni rejime tepkisinin soğutulmaya çalışdıldığı, pasifize edilerek muhalefet potansiyelinin zayıflatılmak istendiği gelir. Bir günlük gazetedeki tek bir haberden yola çıkarak böylesi bir değerlendirme yapmaya hakkımız var mı? Bu soruya cevap için önce ve yine Aydınlık tarihine dönelim. Aydınlıkçıların Türkiye’nin en tutarlı Maocu akımı olduğunu düşünebiliriz. Bu yaklaşım her dönem mutlaka bir “baş çelişki” tanımı yapar ve bunun uzantısı bir baş düşman belirlenir. Günün “devrimci görevi” bu eksende tanımlanır. Bundan sonra tüm olgular, gelişmeler bu şablonun doğrulunu göstermek için kullanılır. Yıllardır değişmeyen bu şablonun bir uzantısı genelde kendisinin çok sınırlı bir gücü olmasına rağmen, bu denklemin bir tarafına Aydınlık’ın odağında durduğu bir ittifak yerleştirilir. İttifakın unsurları Aydınlık’ın kendilerine biçtiği göreve göre hareket etmekten başka seçeneği olmayan ve ne gariptir her zaman Aydınlık’a göre çok daha büyük güce ve siyasi ağırlığa sahip güçlerdir. Bu denklem Aydınlık tarihinde hiç değişmemiştir. Söz konusu haberin bir istisna olmadığının bir diğer kanıtı da Doğu Perinçek’in aynı gazetede yayınlanan “Orduya güveniyorum çünkü savaş mevzisindeyim” başlıklı yazısıdır. Bu yazının Koşaner istifasında somutlanan TSK’nın teslimiyetinin ilanından hemen birkaç gün sonra yazılmış olması başlı başına bir skandaldır. İçeriği ise Perinçek’i bütün süslü laflara rağmen savaş mevziisinde

POLEMİK 19

değil izleme mevzisinde konumlandırmaktadır. Yazının temel tezi olarak ifade edilen, üstelik dünyadaki tüm devrimlerin temel kuralı olarak tanımlanan, “ordu+halk=devrim” yaklaşımından hareket edecek olursak, bu ülkede devrimin imkansızlığından başka hangi sonuca ulaşabiliriz ki? Perinçek, emperyalizmin saldırıları karşısında bir tunç kanunu olarak sunduğu “milli ordu direnir” tezinin hayatta bir karşılığı olmadığını görmek istemediği için bütün yetenekleri ile “direniyor”. Oysa örneğin, bu tezi ilk ortaya attığı sırada yaşanan Irak işgaline baktığında gemiyi ilk terk edenlerin kimler olduğunu ve gerçek direniş gücünün yalnız emekçi halk olacağını görebilirdi. Türkiye örneği de görmek istemeyenler için ikinci bir örnektir, ne ki anlamak istemeyince anlatmak mümkün olmuyor. Perinçek’in cümleleri ile yazalım, “Bunu göremeyen lafta solcular, kumda oynarlar. Kumda oynamakta ısrar edenler, düşmanın aleti haline bile dönüşebilirler.” Bu uyarıdan faydalanmak bir tercihtir, bize düşense, “sonra suçu dışarıda aramayın” demektir. Tabi bir başka tercihse Komünist’in Aydınlık’ın büyük yükselişini durdurmak için yeniden aylık düzenli yayına başlatıldığını iddia etmek olabilir! Meriç ALGÜN


20 MARKSİZM 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Dinin devlet işlerinden ayrılması ilkesi farklı inançlardaki insanların kafasına gökten mi düştü?

Laiklik kiliseye dayatılmıştır Erdoğan’ın “Arap Baharı” seferi sırasında laiklik üzerine verdiği demeç Mısır’da ve Türkiye’de yankılandı. Erdoğan şöyle söylüyordu: “ Yani laik bir devlet yapısı dinsizliği değil, herkesin dinini inandığı gibi yaşamasının teminatıdır… Laik devlet budur. Ama kişi laik olmaz. Tayyip Erdoğan laik değildir, Tayyip Erdoğan bir Müslüman’dır. Ama Tayyip Erdoğan laik bir devletin başbakanıdır ve bunun gereğini de dört dörtlük yapmanın gayreti içindedir.” Müslüman Kardeşler buna sinirlendiler, ama basına yansıdığı kadarı ile

Mısır burjuva medyası bu söylemin arkasında durdu. Yandaş medya uluslararası düzeyde etkili bir aktör olan liderlerinin aynı zamanda derin bir devlet felsefesine sahip olmasından dolayı gururlandı. Kemalistler ne diyeceklerini bilemediler, Orhan Bursalı gibi yazarlar, “Hah şöyle işte, yola geldi” anlamına gelecek şeyler yazdı, Toktamış Ateş ise bir dahaki geziye katkıda bulunmak için sınıfsal bağlamından koparılmış tanımlar dizdi. Bize ise konuyu doğrultmak ve bu trajik-komik duruma işaret etmek düştü.

Din ve devlet ne zaman ve neden birleşti? Din ve devletin bir araya gelerek birbirini bütünlemesinin tarihteki ilk nedeni köylünün tarımsal artı ürününe el koyulması olarak gözükmektedir. Günümüzden beş bin yıl kadar önce ortaya çıkan ilk sınıflı toplumlarda, egemen sınıf zorun dışında artı ürünü güzellikle alacak ideolojik bir araç bulmak zorundaydı, bunu dinde buldu. Büyük ölçüde doğaya bağlı tarım, köylüde doğaüstü güçlere karşı derin bir zaaf oluşturuyor, bundan onu soyanlar sistematik bir şekilde yararlanıyorlardı.

Sümerlerde, Mısır’da, Hititlerde tapınaklar tarımsal ürünlerin depolanacağı şekilde inşa ediliyordu. Rahipler bazen egemen sınıfın kendisi, bazen kralın hizmetinde artı üründen büyük pay alan bir katman, bazen bizzat büyük toprak sahibi bir sınıf gibi davranıyordu. Dolayısı ile din ve devlet işlerinin, kadrolarının, devlet ve din teorisinin bütünleşmesi oldukça dünyevi bir sömürü işleminin gereğiydi, bir tek bundan koyu bir karanlıkta bırakılan zavallı köylülerin haberi yoktu. Tarihte bu karanlığın aralandığı dilimler ya köylüler veya işçilerin ayaklanması, ya

Burjuvazinin laisizm iflası “Burjuva laisizminin direncini bir dönem faşist kanattan bekleyenler vardı. Önce Doğu Perinçek’in MHP ile ittifak denemeleri, sonra İlhan Selçuk’un sağın MHP’de toplanması projesi ile kendini gösteren “laik faşizm” teorisi, Türkiye karşı-devriminin dinsiz yapamayacağını ihmal eden bir büyük yanılgıdır. Bu yanılgı artık geri dönemez. Dönmeye kalkarsa önce faşistler tarafından kovalanır. CHP ise laikliğin mezarına toprak attığını tek bir yolla gözlerden kaçırmayı deneyebilir. Kültürlere, dinlere saygı, hoşgörü... Tarihte ilerleme fikrini yadsımak anlamına gelen bu mazeret imam saflarında alkışlarla karşılanacaktır. Sol saflarda ise onca hoyrat davranılan yüzlerce yıllık bazı değerlerin hatırlanmasına vesile olmalıdır. Oysa bu dinselleşme karşısında, solda bir “türban yorgunluğu” göze çarpıyor. Onlarca yıl türbanı gericiliğin simgesi değil, ta kendisi sayan saçma sapan yaklaşımlar yarattı bu yorgunluğu. Kızları ikna odasına alırken

köşede çember sakalını kaşıyan erkek öğrencileri görmeyen Alemdaroğlu tipi laisizm, “artık toplumsal yaşama da müdahale edeceğiz” diyen Diyanet İşleri Başkanı karşısında çaresizdir. Kimi kemalistlerin bugün “sadece türbanla uğraşmakla hata ettik” yollu özeleştirilerine kızgın bir “geçmiş olsun”dan başka ne diyebiliriz? Üstelik “hata” en masum açıklama olur. İki açıklama daha var: Burjuva laisizminin türban yenilgisi, gerçekte bunların toplumu ilerletmek gibi bir kaygılarının olmamasından, sınıflı bir toplumu yönetmek içinse dinin vazgeçilmez olduğunu bilmelerinden ileri gelmiştir. İkinci olarak da, en zayıf cephede en uyduruk silahlarla bir muharebeye kalkışılmışsa, bunu laikliğin iflası yönünde bir provokasyon saymaya hakkımız vardır. Gericiliği türbana indirgeyenlerden bazılarının amacı ilericiliğin silahsızlandırılmasıydı. (Aydemir Güler, 06.10.2010 tarihli soL Portal yazısından)”


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST da köle veya işçi kullanarak meta üretimi yapan veya ticaretten zenginleşen bir sınıfın ortaya çıkarak toprak sahibi soylu sınıflara karşı mücadele etmesine denk geldi. Antik çağdaki tüccarlar veya ortaçağda doğan burjuvazi sadece bilim ve teknolojiye olan ihtiyaçları veya doğaya daha az bağımlı üretim tekniklerinden dolayı değil, modern üretimi boğan soylu ve ruhban sınıfın din devletini geriletmek, iktidarı almak veya paylaşmak için de böyle davrandı. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, günlük yaşamın dünyevileşmesi yoğun bir sınıf mücadelesinin sonucu olarak gerçekleşti. Ancak siyasi programında laik devlet olan burjuvazi işçi sınıfının tehditkar soluğunu arkasında hissettiği için ya gerici sınıflarla uzlaşmayı, ya din kurumunu kendi sınıfsal çıkarları için kullanmayı tercih etti. Bundan dolayı tutarlı bir laikliğin oluşturulması ve bilimsel dünya görüşü kılavuzluğunda günlük hayatın dünyevileştirilmesi işçi sınıfının siyasi sorumluluğundadır bugün. Bu soyutlamaları kısa bir tarih gezisi yaparak daha iyi anlayabiliriz. Antik Yunan ve Roma’da da sınıf mücadeleleri devlet yapısını ve dinin ağırlığını değiştirmiş olmakla birlikte, günümüze yakın olan feodalizmden kapitalizme geçiş çağına bakmak daha aydınlatıcı olacaktır. Fransız Devrimi ve laiklik 2008 yılında AB Komisyonu Başkanı Barroso kapatılma davası açılan AKP’ye destek olmak için “Laiklik zorla dayatılamaz” demişti. Buradan şunu anlıyoruz; ya Barroso okulda Fransız Devrimi dersini kaçırmıştı, ya da gericiliğinden, daha doğrusu temsil ettiği sınıfın gericiliğinden hatırlamaz olmuştu, çünkü Fransız Devrimi esnasında o kadar şiddetli bir sınıf mücadelesi gerçekleşmişti ki laikliği soyluluğa ve kiliseye alabildiğine zorla dayatmışlardı. Avrupa gericiliği ise bunu Fransa’ya ordularını göndererek ve kan dökerek yanıtlamıştı. Modern Avrupa’nın kurucusu ve burjuva devrimlerinin en etkileyicisi olan Fransız Devriminin bir ürünü, bugünkü Avrupa burjuvazisi tarafından kötü hatta tiksindirici bir model, Jakoben laiklik olarak adlandırılacaktı. Kilise ortaçağda tek gelir kaynağı olan Batı Avrupa’daki toprakların üçte birinden fazlasına sahipti ve bir çok kez serflere karşı diğer beylerden daha da acımasızdı. Soyluluğu ve kiliseyi temsil eden kralın iktidarına karşı 1789’da başlayan devrim dalga dalga geldi. Burjuvazi ve işçiler iki devrimci sınıf olarak söz konusu tarihteki yerlerini aldılar. İşçi sınıfının henüz bağımsız bir programı yoktu, bu nedenle burjuvazinin siyasi programı için çarpıştı. Laikliğe doğru gidişte yapılan ilk iş kilise mallarının millileştirilmesi ve sonra açık artırma ile satılması oldu. Böylece kilise malları büyük ölçüde burjuvazinin eline geçti. 1790 Anayasası’nda ise kilise yetkililerinin seçimle belirlenmesi ve papalıktan idari olarak koparılması yer aldı. Ancak hâlâ monarşi devam ediyor, feodal ayrıcalıklar sürüyor ve meclise ancak varlığı olanlar seçilebiliyordu. Büyük sermayenin iktidarı Kralla paylaştığı bu dönem, küçük burjuvazinin ve işçi kitlelerinin ayaklanarak 1792’de iktidarı ele geçirmesiyle sonlandı. Fransız Devrimi’ni sonuna kadar götürme kararlılığı 1793’e

kadar sürdü. Bu dönemde monarşi ile birlikte feodalitenin bütün ayrıcalıkları sonlandırıldı, genel oy sistemi getirildi, din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, okullarda dini eğitim yasaklandı, dini olmayan evlenme ve cenaze törenleri yasalaştı. Büyük burjuvazi ve gericiliğin tekrar iktidarı almasıyla bu dönem sonlanacaktı. 1848 Devrimleri’nde burjuvazinin işçi sınıfından korktuğu ve gerici bir pozisyona sürüklendiğini söyleriz. Ancak burjuvazinin programını daha radikal biçimde ileriye taşıma eğilimi gösteren işçi kitlelerinden korkma, tereddüt etme, sonuna kadar gitmeme hali Fransız Devrimi’nde de vardır. Dinsel kurumları yedekleme isteği, dini bir araç olarak kullanma eğilimi sürekli olarak, Jakoben iktidarında bile, yüzeye çıkmıştır. Bugün hâlâ burjuvazi 1792-93 yıllarını nefretle anıyorsa bu işçi sınıfına beslediği nefreti de içermektedir. İşçi sınıfı ve laiklik İşçiler bu nefretin hakkını ilk kez 1871 Paris Komünü’nde vereceklerdir. 72 günlük işçi iktidarında 2 Nisan Kararnamesi ile din işleri devlet işlerinden ayrıldı, din işlerine ayrılan bütçe kaldırıldı, tarikatların mallarına el konulması kararlaştırıldı. Çok zor koşullar altında yaşayan Paris Komünü aydınlanma için de önemli bir hamle yaptı, dini öğrenim kaldırıldı, işçi çocukları için bir eğitim reformu yapılmaya çalışıldı. Ekim Devrimi ise laikliğin işçi sınıfının siyasi programının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterdi. Laik eğitim ve kilisenin devlet işlerinden tamamen ayrılması, insanlığın gördüğü en büyük aydınlama ve kadınların eşitliğini sağlama hamlesi ile birlikte yürüdü. Kalkınma, sanayileşme, bilimsel-teknik devrim ve sömürünün ortadan kaldırılması ile güncel hayatın dinin etkisinden çıkmaya başlaması birlikte gerçekleştirildi. Bugünse Küba Cumhuriyeti Anayasası’nda şu madde var: “Madde 8. Devlet din özgürlüğünü tanır, saygı gösterir ve güvence altına alır. Küba Cumhuriyeti’nde dini kurumlar devletten ayrılır.” Eğer kahraman Küba halkı devrimini gerçekleştirmemiş ve onu koruyamamış olsaydı, şimdi bir sömürge olmanın onursuzluğunun yanı sıra sömürüyü meşrulaştırmak için kilisenin kullanılışına da maruz kalacaktı. Seçme saçmalar: “Bireyler laik olmaz, devlet laik olur” Bu laf neye benziyor; “İnsanlar sosyalist olmaz, devlet sosyalist olur.” Oysa laikliğin siyasi bir programın parçası ve çağımızda bunun en tutarlı temsilcisinin işçi sınıfı siyaseti olduğunu yukarıda belirttik. Tabi ki insanlar, bağlı bulundukları siyasi programa göre laik olabilir veya olmazlar. Laiklik insan iradesini, cesaretini, bilincini kapsayan yüzlerce yıldır süren sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Neden Erdoğan bunu belirtme ihtiyacı hissediyor? Çünkü dini siyasete alet eden birisinin laik olma şansı yoktur. Hem İslam dinini siyasete alet edeceksin, hem laik olacaksın. O zaman yapılacak şey, insanların değil, devletin laik olduğu çarpıtmasını yaymaktır.

Ayrıca şu var; eğer Türkiye’de İslamcı bir parti burjuvazinin ve emperyalizmin temel siyasi aktörü olarak seçilmiş ise, ve bunda başarılı oldularsa o ülkenin laikliğinden de bahsedilemez. Önce türbanlı gençler yaratacaksınız, sonra onların üniversiteye girişlerini bir siyasi araç olarak kullanacaksınız, sonra laik olacaksınız. Devletin birçok kurumu bir dini tarikat mensuplarınca ele geçirilecek ve o ülke laik olacak. Okullarda zorunlu din eğitimi vereceksiniz ve küçük çocuklara kuran kursları açılacak, okullarda rehberlik için imamları görevlendireceksiniz, sonra her ülkede laikliğin tanımı başka olur diyeceksiniz. İnsanlar Alevi oldukları için baskı görecekler ve siz kişiler laik olmaz, devlet laik oluru ileri süreceksiniz. Helal mal standartlarını belirleyeceksiniz ve bireyler laik olmadıkları için bunu laik

MARKSİZM 21

devletin gereği sayacaklar. Emperyalizm çağında alabildiğine asalak ve gerici burjuvazinin insanlığa felaketlerden başka verebileceği hiçbir şey kalmadı. Eski çağlarda köylülüğün artı ürününe el koyma aracı olarak kullanılan din kurumunu en önemli siyasi araçlarından biri haline getirmesini bu çürümüşlüğün yansıması olarak görmeliyiz. Arap baharından geriye dini rejimler kalacak. Erdoğan bunu gayet iyi biliyordu. Kim bilir ne diye hiza çekmeye çalıştı? Unutmayalım ki kendisi Müslümanlığından önce emperyalizmin, uluslararası sermayenin ve burjuvazinin siyasi aktörüdür. Amaç Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, belki yarın Suriye’de İslamcı rejimlerin emperyalizmle uyumudur. Yoksa hiç kimse bu ülkelerde laik bir düzen beklememeli. Erhan NALÇACI

Erdoğan’ın konuşmalarını kim hazırlıyor? Erdoğan Mısır konuşmasında bir de şunları söylemiş:“Ama sosyal kavramlara geldiğimiz zaman, tanımlara geldiğimiz zaman bunun değişik olduğunu görürüz. Şimdi laikliğin Anglosakson toplumlarda farklı tanımlandığını görürüz. Avrupa’ya geldiğimizde farklı tanımlandığını görürüz.” Muhtemelen konuşmasını hazırlayanlar, yöntemsiz ve anti-Marksist ama popüler bir bilgi yığını sunan Vikipedi’den yararlanmışa benziyorlar. Erdoğan ise her şey gibi tanımların da gökten indiğine inanıyor olsa gerek. Burada muhtemelen kast ettiği laiklik ve sekülerlik farklılığı. Anlayamadığı şeyse, her ülkedeki siyasi, toplumsal, ideolojik durumun o ülkenin tarihindeki sınıf mücadeleleri ile örüldüğüdür. Farklı ülkelerde burjuvazinin feodal sınıflarla uzlaşması, papalığın ve kilisenin o ülkedeki gücü, işçi sınıfının oynadığı rol, ittifaklar ve devrimlerin şiddeti, bütün bunlar halihazırda var olan durumda belirleyici olmuştur. Din ve devlet işlerinin ayrılması ve günlük hayatın dini kurumların etkisinden kurtulması aynı mücadele sürecinin birbirinden ayrılmaz parçalarıdır.

Laiklik burjuvazinin malı mı? “Türkiye solu türban dahil olmak üzere, “gericilik” gündeminden kaçabilir mi? Dinin siyasal alandaki varlığına ve hızlı güçlenişine, toplumsal yaşamın dinsel kurallar tarafından düzenlenmesinin resmi devlet politikasına dönüşmesine kayıtsız kalabilir mi? Solda tam da bunu savunanlar var. Onlara göre sol laisist, aydınlanmacı mirası bir kenara koyarak kendini toplumun değer ve inançlar sistemi içinde var edecek yeni bir zemin yaratmalı. Diğer bir kesimse, solun bu kavgada hiç şansı olmadığını özellikle vurguladıktan sonra, konunun etrafından dolaşıp emek ekseninde politikalar üreterek “gericiilerici” saflaşmasının üzerini örtmeyi öneriyor. Hiç kuşkusuz sol kendisini toplumun mevcut değer ve inançlar sistemi ile çatışmaya adayamaz. Ve hiç kuşkusuz sol, yalnızca sınıfsal bir bakış açısıyla hareket etmez, aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin öne çıkması için de uğraşır. Ama yine de savunulan, önerilen yaklaşım kabul edilemez. Gericileşmenin sermaye sınıfı açısından mutlak bir zorunluluk olduğunu sürekli tekrarlıyoruz. Afyon meselesi değil bu artık, dinsellik bugün sermaye birikim modellerinin önemli parçası haline gelmekte, emeğin örgütlenişine el atmakta, patron-işçi ilişkilerini düzenlemektedir. Dolayısıyla “her yeri” fethetmeye yönelen bir ideolojiyi görmezden gelip “arkadaaaşlar, aslolan sınıf mücadelesidir, sömürüdür, artı-değerdir” demek bir işe yaramaz. İşe yarayacak olan, bugüne kadar solun burjuvaziye ait sandığı laisist bir çizgiyi yeniden üretmektir. Dinin siyaset ve toplumu düzenlemesini, şekillendirmesini kabullenerek devrimci siyaset yapılamaz. Asıl o zaman toplumun inanç ve değer sistemiyle sürekli karşı karşıya gelmiş olursunuz. Dinin siyasal alanın dışına çıkarılması, insanların inanç ve ibadet özgürlüklerinin korunması ve savunulması… Solun bugün başka bir konumlanışı olamaz.” (Kemal Okuyan, 20.10.2010 tarihli soL Portal yazısından)


22 MARKSİZM

1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Marx ve Lenin’in kaleminden din kurumu

Dinsel otoritenin çöküşü üzerine... Protestan Reformu döneminden bu yana, ister Katolik olarak kalmış ister Protestanlığı benimsemiş olsun, her Avrupalı ulusun üst sınıfları, özellikle devlet adamları, hukukçular ve diplomatlar, bireysel olarak kendilerini bütün dinsel inançların bağlarından kurtarmaya başladılar ve sözde özgür düşünürler oldular. Yüksek çevrelerdeki bu düşünsel hareketin XIV. Louis zamanından beri Fransa’da çekinmeden boy göstermesi, 18. yüzyıl boyunca felsefe denilen şeye evrensel bir düşkünlüğün doğmasıyla sonuçlandı. Ama Voltaire, görüşleri yüzünden ya da onlara sözlü bir anlatım verdiği için değil, görüşlerini yazılarıyla bütün okuyan halka ilettiği için Fransa’da kalmanın artık güvenilirliğini yitirdiğini anlayınca, kendini İngiltere’ye attı ve Londra’daki yüksek hayatın salonlarının hâlâ Paris’tekilerden “daha özgür” olduğuna tanıklık etti. Gerçekten de, II. Charles mahkemesinin erkekleri ve kadınları, Bolingbroke, Walpole’lar, Hume, Gibbon ve Carles Fox, hepsi de, dinsel dogmalara karşı alışılmış bir inançsızlığı ve İngiltere’nin üst sınıfları, devlet adamları ve politikacıları tarafından ileri sürülen o çağın felsefesine genel bir katılmayı öneren adlardı. Bu dönem, dinsel otoriteye karşı aristokrat ayaklanma dönemi diye adlandırılabilir. Comte kısa bir

cümleyle bu durumun ayırt edici niteliklerini göstermiştir: “16. yüzyıldaki devrimci dönemin başlangıcından beri bu ikiyüzlülük sistemi, bütün zihinlerin belli bir tutumdan kurtuluşuna izin vererek, onların kitlelerin boyun eğişinin uzatılmasına yardım etmeleri gibi örtük <zımni> bir koşulla, pratikte gitgide daha incelikli bir biçimde işlenip ortaya çıkarıldı. Bu, açıkça Cizvitlerin siyasetiydi.” Bu bizi, ilk olarak Fransa’daki ve daha sonraları bütün Avrupa’daki kitlelerin, siyasal ve toplumsal özgürlük isteğinin yanı sıra, dinsel dogmalardan durmadan artan bir tiksinti duymaya başladıkları Fransız Devrimi dönemine götürür. Devletin kabul edilmiş bir kurumu olarak Hıristiyanlığın 1793 Fransız Cumhuriyet Meclisi tarafından bütünüyle ortadan kaldırılışı ve o zamandan beri, Batı Avrupa’nın neresinde halkın sesi güç kazansa orada, dinsel sınavlar ve aynı nitelikteki siyasal ve hukuki yetersizliklerle ilgili yasaların yavaş yavaş yürürlükten kaldırılması, 1848 İtalyan hareketi ile birlikte, Avrupa’daki halk zihninin iyi bilinen yönünü yeterince anlatıyor. Bizler, dinsel otoriteye karşı demokratik ayaklanma dönemi diye nitelenebilecek bu dönemin tanıklarıyız hâlâ.

Ama Fransız Devrimi’nden beri kitleler arasında sürüp gelen ve toplumsal eşitlik için yürütülen harekette olduğu gibi sınırlanmış bulunan bu hareket, yüksek çevrelerde kilise otoritesinin yararına şiddetli bir tepki getirdi. Soylular ve din adamları zümresi, bu dünyanın ve öteki dünyanın efendileri1 halk hareketinin kendilerini eşit ölçüde tehdit ettiğini anladılar ve bunun doğal sonucu olarak, Avrupa’nın üst sınıfları, kamu hayatındaki şüpheciliklerini bir yana itip Devlet kiliseleri ve onların sistemleriyle dışarıdakilere karşı bir ittifak kurdular. Bu tepki en çok Fransa’da ortaya çıktı, ilkin Bonaparte döneminde ve Bourbonlar’ın yaşlı kuşağının yönetimindeki Reform dönemi boyunca. Ama Batı Avrupa’nın öteki bölgelerinde de durum pek farklı değildi. Günümüzde ise, üst sınıflarla dinsel çıkarlar arasındaki bu çarçabuk onarılmış, saldırıya ve savunmaya dönük ittifakın daha küçük bir ölçekte yenilendiğini gördük. 1830 döneminden bu yana devlet adamları, kilise denetimine karşı yeniden bir bağımsızlık ruhu ortaya koymuşlardı; ama 1848 olayları onları yine Kilise Ananın kucağına attı. Bu olayın en açık örneğini veren de yine Fransa oldu. Demokratik tufanın terörünün doruk noktasına ulaştığı 1849’da, Thiers ve De Hauranne gibi baylar ve Üniversiteliler (din adamlarına karşı tanrıtanımaz geçinmişlerdi), hayranlıkla “dinin kurtarıcısı” diye nitelenen Bay Bonaparte’ı Papa’nın saygınlığını zor yoluyla geri verme tasarısında oybirliğiyle destekliyorlardı; bu sırada Protestan İngiltere’nin, başında aşırı Protestan Russel ailesinden bir bireyin

bulunduğu, Whig kabinesi de aynı seferi coşkuyla onaylıyordu. Böyle süreçlerle dine eski saygınlığının kazandırılması gülünç bir şeydi. Ama işlerin kaygı uyandıran gidişi, o an için, “düzen”in çıkarı uğruna, Avrupa’nın halk adamlarının durumun gülünçlüğünü anlamasına izin vermiyordu. Bu çabaları herkes için alay konusu olmaktan kurtaran buydu. Ama öncü bir toplumsal etkisi olan sınıfların, 1792 Devrimi’nden sonra bu yüzyılın başında sahte ve ikiyüzlü olan kilise denetimine boyun eğişi, 1848’den beri çok daha güvenilmez ve yüzeysel bir duruma gelmiştir. O sınıflar, bu denetimi, ancak dolaysız siyasal çıkarlarına uygun olduğu ölçüde kabul etmektedirler. Kilise iktidarının hükümetin dünyasal silahına karşı katlandığı kesin bağımlılığın küçültücü durumu 1848’den beri eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmıştır. Papa şu anda sahip olduğu Papalık tahtını Fransız Hükümeti’ne borçluydu. Fransız din adamları zümresi, kendi aylıkları uğruna, özgürlük ağaçlarını takdis ediyor, halkın egemenliğini ilan ediyor ve sonra da zamanın Fransız İmparatoru’nu Tanrı’nın seçilmiş aracısı ve dinin kurtarıcısı olarak resmen azizler düzeyine çıkarıyordu; o eski meşruiyet ve kralların tanrısal hakkı öğretileri, her durumda, ona uygun düşen siyasal rejimin yıkılışıyla birlikte bir kenara atılmış oluyordu. Başlarında ex officio <görevi dolayısıyla> dünyasal bir kraliçe bulunan ve ilerlemeleri başbakanın salık vermesine bağlı olan Anglikan din adamları zümresi <İngiliz Kilisesi -çev.>; artık genellikle bir Liberal olan ve içinde Liberal öğenin durmadan arttığı Parlamentoya halkın el uzatmasına karşı himmet ve destek bekleyen başbakan: İşte bütün bunlar, sırtını dayayacak karşı konulmaz bir halk desteği bulmak gibi normal olarak olanaksız bir durum hesaba katılmazsa, salt dinsel bağımsızlık davranışları beklemenin saçmalık olacağı bir topluluk oluşturuyorlar. MARX, Başyazı, New York Daily Tribune, 24 Ekim 1854. (Çeviren Mesut Odman, Marksist Felsefe Kılavuzu içinde, NK Yayınları) 1. Lords temporal: Lordlar Kamarası’nın din adamı olmayan üyeleri. Lords spiritual: Anglikanların Lordlar Kamarası’nda sandalye sahibi olan başpiskopos ve piskoposları. (Çev.)


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

MARKSİZM 23

Proletaryanın din karşısındaki tutumu üzerine

“Proletarya, kapitalizmin karanlık güçlerine karşı verdiği kendi mücadelesi tarafından aydınlatılmamışsa, hiçbir kitap ya da öğüt aydınlatamaz onu. Ezilen sınıfın yeryüzünde bir cennet yaratmak için giriştiği bu gerçekten devrimci mücadelesindeki birlik, bizim için, proleterler arasında gökyüzündeki bir cennet hakkında var olabilecek bir görüş birliğinden daha önemlidir.” Sosyalist proletaryanın partisi söz konusu olduğunda, din özel bir iş değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu için savaşan, sınıf bilincine sahip, öncü savaşçıların bir birliğidir. Böyle bir birliğin, dinsel inançlar biçimine girmiş aydınlanmamaya ve bilgisizliğe karşı kayıtsız kalmaması gerekir. Kilisenin devletten bütünüyle ayrılmasını, dinsel karanlığa karşı salt ideolojik, yalnızca ideolojik silahla, yazılı ve sözlü propagandamızla savaşabilmek için istiyoruz. Birliğimizi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kurmamızın bir nedeni de, işçilerin her türlü dinsel aptallaştırılmasına karşı savaş vermektir. Demek ki, bizim için ideolojik savaş özel bir iş değil, partinin ve proletaryanın genel bir işidir. Peki, durum böyleyse, neden programımızda tanrıtanımaz olduğumuzu ilan etmiyoruz? Neden Hıristiyanları ve öteki Tanrıya inananları partimize almayı reddetmiyoruz.

Bu soruya verilecek cevap, din karşısındaki burjuva-demokrat tutumla Sosyal-Demokrat tutum arasındaki çok önemli bir farkı açıklamaya yarayacaktır. Bizim programımız tümüyle bilimsel dünya görüşüne, yani materyalist dünya görüşüne dayanır. Dolayısıyla bizim programımızın açıklanması, zorunlu olarak, dinsel bilgisizliğin doğru tarihsel ve iktisadi köklerinin açıklanmasını içerir. Bizim propagandamız, zorunlu olarak, tanrıtanımazlığın propagandasını içerir; şimdiye kadar feodal-otokratik hükümetin tam anlamıyla yasakladığı ve baskı altına aldığı uygun bilimsel yazının yayımlanması, artık parti çalışmamızın dallarından birini oluşturmalıdır. Anlaşılan, bundan böyle, Engels’in bir zamanlar Alman Sosyalistleri’ne verdiği öğüdü tutmak, yani 18. yüzyıl Fransız aydınlanmacılarının ve tanrıtanımazlarının yazınını dilimize çevirmek ve geniş ölçüde yaymak zorunda kalacağız.

Ama bu konuda, burjuva radikal demokratların sık sık yaptığı gibi, din sorununu sınıf mücadelesinden ayrı olarak, “akıl” açısından tartışmak gibi soyut ve idealistçe bir yanılgıya hiçbir durumda düşmemeliyiz. İşçi sınıfı kitlelerinin sonu olmayan ezilişine ve aptallaştırılmasına dayanan bir toplumda, dinsel önyargıların salt aşılama <telkin> yoluyla yok edilebileceğini düşünmek saçmadır. İnsanlık üzerindeki dinsel boyunduruğun yalnızca toplumdaki iktisadi boyunduruğun bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva dar kafalılığı olur. Proletarya, kapitalizmin karanlık güçlerine karşı verdiği kendi mücadelesi tarafından aydınlatılmamışsa, hiçbir kitap ya da öğüt aydınlatamaz onu. Ezilen sınıfın yeryüzünde bir cennet yaratmak için giriştiği bu gerçekten devrimci mücadelesindeki birlik, bizim için, proleterler arasında gökyüzündeki bir cennet hakkında var olabilecek bir görüş birliğinden

daha önemlidir. İşte bunun için programımızda tanrıtanımazlığımızı ilan etmiyoruz ve ilan etmememiz gerekir; işte bunun için hâlâ eski boş inançların belli kalıntılarını saklı tutan proleterlerin partimize yaklaşmasını yasaklamıyoruz ve yasaklamamalıyız. Her zaman bilimsel bir görüş aşılayacağız, “Hıristiyanlar”ın tutarsızlığı ile savaşmamız için gereklidir bu; ama din sorununa hak etmediği bir önem verilmesi gerektiği, bütün siyasal önemlerini hızla yitiren ve iktisadi gelişme sayesinde hızla hurda yığınına atılan önemsiz görüşler ya da deli saçmaları uğruna, gerçekten devrimci iktisadi ve siyasal mücadelenin güçlerinin bölünmesine razı olmamız gerektiği anlamına gelmez. LENİN, “Sosyalizm ve Din” (1905), Seçme Eserler, c. XI. s. (Çev: Mesut Odman, Marksist Felsefe Kılavuzu içinde, NK yayınları)


24 MARKSİZM

1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Kuruluşa dair okumak: neyi, nasıl?

Türkiye burjuvazisinin bir devrimi olmadı mı? Şaşırtıcı bir ilk uyarıyla başlayalım! Öncelikle, “eleştirel” düşünmek kelimesi üzerine dikkatli olmak gerekiyor. Tıpkı Aydemir Güler’in söylediği üzere, “Tarihi resmi efsanelerden ve hatta utkan gelenek masallarından arındırmak, sadece tarihçinin bilimsel ve mesleki bir görevi değil, geleceği kazanmak isteyen her aydının uğraşı olmalıdır. Ama Mustafa Suphi’yi mason, maceracı veya turancı, Mustafa Kemal’i de pek ortalama bir asker veya bir fırsatçı ilan etmenin bu anlamda bir temizlikle uzak yakın ilişkisi yoktur”. 1 Kısacası, marksistler tarihe bakarken elbette resmi tarih kurgularına şüpheyle yaklaşır, bizlere sunulan olguların resmi tarih tarafından kurgulanış biçimine, sağlam bir metodun ışığında eleştirel olarak yaklaşırlar. Ancak, eleştiri yalnız başına bizi, lise tarih derslerinde ezberlediğimiz “Türk Inkilabı” algısından uzak-

gesi, kuruluş dönemine içkin olarak görülmesi gereken Milli Mücadele/Kurtuluş döneminin, anti-emperyalist bir karakter taşımadığını kanıtlamak adına, süreçteki dış dinamikleri görmezden gelmek ve verilen savaşı bir iç savaşa indirgemektir. Bu hal ise fazlasıyla İdris Küçükömer’de ve liberal ardıllarında vücud bulur.4 Kısacası, Türkiyeli liberal entelektüellerin “emperyalizm” kelimesine (ve dolayısıyla geleneksel sola karşı olan) “hisleri”, onları kuruluş dönemine damgasını vuran dış dinamikleri neredeyse “fikri” bir hezeyana indirgemeye iter. Yalnızca emperyalizm midir etken listesinden çıkarılan? Elbette, hayır. Ekim Devrimi’nin Türkiye’nin kuruluş sürecine olan etkisi de bir askeri ve mali yardım başlığına indirgenir ve 1917’nin dünya-tarihsel düzlemde sebep olduğu yapısal değişim yeterince tanınmaz.

“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitabında, 1917 Ekim Devrimi ancak “Bolşeviklerin Türkiye’ye yardımı bağlamında” sayfa 229’da belirir.5 Kuruluş dönemine ilişkin bir diğer sıkıntılı başlık da sürecin fazlasıyla “önderlik” bağlamında hatta “Atatürk Devrimi” olarak ele alınmasıdır. Buna karşılık, Gelenek Dergisi’nin 99. sayısındaki “Türkiye Halklarının Kurtuluş Savaşı” adlı makalede şöyle denir: “Tarihin kırılma anlarında ortaya çıkan doğrultu sadece önderliklerin tercihlerine indirgenemez.6 Kuşkusuz önderliğin bu kimliğinin oluşmasında, birinci dereceden etkileyen ve yönlendiren olmasının etkisi büyüktür. Bununla beraber bütün önderliğin yanı sıra toplumsal yapının, tarihsel sürecin ve diğer tüm aktörlerin etkisinin ortak sonucu olarak şekillenir”. Nitekim, farklı yerelliklerde işgal karşıtlığının

Türkiye’nin kuruluş dönemi ve ertesine dair tarihsel tezlerin liberal bir anlatı üzerinden revize edildiği, adı geçen döneme dair tüm siyasi hikayenin genlerinde ittihatçı jakobenlik- yani otoriterlik yatan- olan merkezi bir güçle, bu bürokratik “yukarıdan devrime” hep uzakta duran ve ondan her an kaçmak isteyen bir çevre arasında kurulduğu bir dönemin ortasında, Türkiye’de devrimin karakteri ve kuruluş süreci üzerine neler okumalı? laştırmaz, eleştiri bizi taşımaz biz eleştiriyi taşırız! Bu nedenle de, Türkiye’de kuruluş sürecine dair yapılacak okumaların olgusal bolluğu ve hatta çoğu kez kafa karıştırıcılığı karşısına hep doğru yönetemle donanmış bir şekilde çıkmalıyız.2 Türkiye’de aydın kimliği Metin Çulhaoğlu’nun da sıklıkla yazılarında belirttiği üzere fazlasıyla siyasi konjonktür belirlenimlidir.3 Bu nedenle de, Türkiye’nin kuruluş sürecine dair çalışmaların bir kısmı, kendi siyasi pozisyonlarından dolayı kaş yapayım derken göz çıkarırlar. Bunun yaygın bir göster-

Diğer bir deyişle, yine 1917 tarihine bağlı olgular (askeri yardım gibi), 1917’nin içine doğduğu ve kendisinde sıkı bir dönüşüme sebep olduğu dünya düzeninin bütünlüğü içerisinde ele alınmaz. Parça-bütün ilişkisinde parça öne çıktığı sürece, Türkiye’nin kuruluş dönemi de parçaların ardarda sıralanan, birbiriyle etkileşime girmeyen, bu açıdan da bir olgunun diğerlerini belirleyebileceği, bir üst-belirlenime sahip olabileceği gerçeği yok sayılan, sayısal bir bileşimi olarak görülür. Nitekim, Zürcher’in, birçok açıdan bir ilk referans olarak görülen

ürünü ya da bir biçimde yeni bir gelecek arayışının ifadesi olan örgütülenmelerinin Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı başlangıcı olarak verdiği 19 Mayıs 1920 tarihinin çok daha öncesine dayandığı bilinmektedir.7 Kuruluş-kurtuluş dönemine dair yapılan çalışmalardaki bir diğer sorun da devrim sürecinin kopuşu büsbütün dışlayan süreklilik tezi bağlamında ele alınmasıdır. Zürcher, yukarıda adı geçen kitabında, 1908-1950 dönemini “Türk Tarihinde Jön Türk Dönemi” olarak adlandırır. Türkiye’deki burjuva devrimini de bu süreçte “Tek Parti Dev-

letinin Doğuşu” dönemi olarak görür. Elbette, Türkiye’deki burjuva devriminin üst-yapısal ağırlığı tartışılamaz, ancak bu ağırlık devrimin asla bir “iktidar değişikliği”ne indirgenmesine mazeret olamaz. İşin gerçeği,1908’de İttihat ve Terakkici kadroların liderliğinde başlayan ve siyasal vurguları ön planda bulunan burjuva devrim süreci 1920‘lerde Kemalist bir kadro tarafından yeni bir sıçramayla ete kemiğe büründürülür. Bu sürecin toplumsal formasyonda bir kopuşa denk düşmediği iddiaları yine rövanşist liberallerin resmi tarih tezinde yaptıkları bir revizyondur. Fikret Başkaya da bu liberal revizyonizme, sol cenahtan katkı koyar. Ona göre 1920‘lerde devrim değil hükümet darbesi gerçekleşmiştir. Buna karşın kendi kişisel yaşamı da Cumhuriyet tarihiyle içiçe gemiş olan ve 1960 senesinde üniversite ile ilişiği kesilerek Milli Birlik Komitesi tarafından NATO emrinde görevlendirilen Tarık Zafer Tunaya, sürecin bir kopuşu resmettiğini şu sözleriyle anlatır: “Bir yanda Osmanlılık, öte yanda emperyalizm, ikisi arasında yeni bir toplum ve yeni bir devlet oluşuyordu”.8 Ancak, kopuş tezini ileri sürenlerin büyük çoğunluğunun da en büyük handikapı, devrimci süreci kapitalistleşme (bu anlamda sınıfsal bir mücadele) sürecinden ayrı, o nedenle de müstakil ve fazlasıyla Türkiye’ye özgün (Kapitalist Batı ve Sosyalist Doğu arasında yeni bir yol) bir süreç olarak görmeleridir. Bu açıdan bakıldığında, süreklilik tezini ileri sürenlerle kopuş tezini ileri sürenler aynı hataya düşerler. Biri burjuva devrimini, fazlasıyla özgün ve bu açıdan kutsal (bu dünyadan olmayan) bir olgu haline getirirken bir diğeri onu yok sayarak yine her burjuva devrimine ait olan yarım kalma, geriye düşme halini görmezden gelir. Oysa ki, “burjuvazinin aydınlanmadan anladığı emekçilerin kendi ihtiyaç duyduğu niteliklerle donatılmasından ve işlerini görmesini


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST zorlaştıran dinsel kurum ve ilişkilerin yeniden kurulmak üzere tasfiyesinden ibarettir... Burjuva aydınlanma süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması boşuna değildir.”9 Sonuç olarak, Türkiye’nin kuruluş sürecine böylesi bir teorik çerçeveden bakan ve eşyanın tabiatını tanıyan pek az sayıda çalışma vardır. Bu çalışmalardan birisinin Taner Timur’a ait olduğu söylenebilir. Timur, “Osmanlı Mirası” adlı makalesinde şöyle diyor: “Ne var ki Kemalizm de, esas itibariyle dayandığı güçler bakımından , yapısal bir değişim getirememiş, ulusal bir burjuva devletinin hukuki çatısını kurmaktan öteye gidememiştir. Osmanlı mirası ile gerçekçi biçimde hesaplaşmasını yapmış ve yapısal dönüşümlere yönelmiş bir kadro yaratamadığı için kendi sınırlarını kendi hazırlamıştır. Bu sınırlar İkinci Dünya Savaşından sonra ters istikamette aşılmıştır”.10 Her ne kadar buradaki yaklaşım burjuva devrimlerinin geriye ricat etmesinin tarihsel bir kural olduğunu söyleyen Marksist doğrultuya işaret etse de, geriye düşüşü esasen 1946 sonrasına öteler. Oysa ki, kemalist dönemde, henüz 1930’larda genç burjuva devrimi çoktan “ilerici” karakterinden uzaklaşmış, İtalya ve Almanya’daki faşist pratikten esin-

lenmiş, çıkardığı sonuçları devlet kurumlarına aktarmaya başlamıştır. Bir başka akademisyen Çağlar Keyder ise olgusal anlamda, Türkiye’nin kuruluş dönemini kapitalistleşme süreci ile beraber ele alır (örneğin Lozan’ın ardından yabancı sermayenin ülkeye gelişi; Müslüman ticaret burjuvazisinin konsolidasyonu, Osmanlı Bankası’nın bir uluslararasılaşmış mali kuruluş olarak üstünlüğü vs.). Ancak, Keyder, sınıfsal analiz yaparken, Türkiye’de burjuvazinin zayıflığından, bunun devletin bürokrasisi tarafından ikame edilmesinden ve en nihayetinde ola gelen devrimin “yukarıdanlığından” dem vurmuş olur.11 Korkut Boratav’ın da belirteceği üzere, Keyder toplumsal sınıf meselesini el çabukluğuyla yok sayar ve kuruluş dönemindeki kapitalistleşme serüvenini bir grup ittihatçı bürokratın bireysel çıkarlarını ilerletme sevdasına indirger. Korkut Boratav, kuruluş döneminde siyasi yapıdaki devrimci dönüşümün yarattığı kopuşla kıyaslandığında, iktisadi alandaki sürekliliğin çarpıcılığına işaret eder.12 Kapitalistleşme mantığının sürekliliğini vurgulayan Boratav, “Saltanatın ve hilafetin lağvıyla balyana büyük boyutlu üstyapı devrimlerinin başladığı ve yürütüldüğü bu yılların geniş halk yığınları saflarında ciddi bir meşruiyet

sorunu yaratmamış olmasına, 1923 sonrasına damgasını vuran bu hızlı ve yaygın büyüme süreci, şüphesiz katkı yapmıştır” diyerek devrimi toplumsallaştıran unsurlardan birisinin toplumsal formasyonun kapitalist mantık üzerinden yeniden üretilmesi olduğunu belirtir.13 Karşımıza çıkan olgusal zenginliğe- ki konu Türkiye’nin kuruluş döneminin ilk 40 yılı olduğunda her zaman yeni araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır- teorik ve yöntemsel bir donanımla çıkmak gerektiğini yazıya başlarken ifade etmiştik. Böyle bir donanım eksikliği, bizi her daim “ah işte, Türkiye’de burjuva devrimi henüz tamamlanmamış” iddialarının dünyasına biz bunun farkında olmadan sürekleyebilir. Örneğin, kuruluş dönemini esasen “tek parti diktatörlüğü”nün kuruluşu olarak okumak, devrimci bir sosyalist doğrultu eksikliğinde pek mümkün ve hatta akademik açıdan pek doğrudur.14 Zira tarih yazımında hakim ya da eleştirel, her iki yöntem de şu bilgiyi asla kaale almamaktadır: “Hiçbir burjuva devrimi tam değildir. Çünkü, burjuvazi sınıfsal karakteri gereği toplumsal yaşamda sömürü ilişkileri dışında hiçbir şeyi tam yapmamıştır”.15 Funda HÜLAGÜ

MARKSİZM 25

1 Aydemir Güler, “Kapitalist Türkiye Kurulurken Devrim Ne Yana Düşer?” , Gelenek 97. 2  Aydemir Güler, “Yöntem Notları”, Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar içinde, (2010), Yazılama. 3  Metin Çulhaoğlu, “Bir Dönemin İnsanları (1917-1922)”, Gelenek 12. 4  İdris Küçükömer, Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, (2009), Profil. 5  Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (2009), İletişim. 6 H. Meriç Algün, “Türkiye Halklarının Kurtuluş Savaşı”, Gelenek 99. 7  Konuya ilişkin Bülent Tanör’ün çalışmasına bakılabilir. Kurtuluş Kuruluş, (2009), Cumhuriyet Kitapları. 8 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler [18761938], (2009), İstanbul Üniversitesi Bilgi Yayınları. 9  Gelenek, “Burjuva Aydınlanmacılığın Tükenişi ve Sosyalist Aydınlanmacılık”, Gelenek 83. 10  Taner Timur, “Osmanlı Mirası”, Geçiş Sürecinde Türkiye İçinde, (2006), Belge Yayınları. 11  Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, (2003), İletişim. 12  Türkiye’de burjuvazi oluşumu için bkz, Feroz Ahmad, “Doğmakta Olan Bir Burjuvazinin Öncüsü: Genç Türkler’in Sosyal Ve Ekonomik Politikası: 1908-1918”, İttihatçılıktan Kemalizme İçinde, (1999), Kaynak Yayınları. 13  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2002, (2003), İmge. Yine benzeri bir sonuca işaret eden kapsamlı bir çalışma için bkz, İlhan Tekeli- Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı: Köktenci Modernitenin Ekonomik Politikasının Gelişimi/İkinci Kitap, (2004), İstanbul Üniversitesi Bilgi Yayınları. 14  Cemil Koçak, Siyasal tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi 4: Çağdaş Türkiye (1908-1980) İçinde, (2008), Cem Yayınları. 15  A. İbrahim Önsoy, “Türkiye Devriminin Niteliği Üzerine”, Gelenek 29.

İzmir İktisat Kongresi - 17 Şubat 1923


26 YAYINCILIK 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Beneklerine sahip çıkacaksın Yazılama Yayınevi’nin sonbahar programındaki kitaplardan birisi Mustafa Kemal Erdemol’un “Deri Değiştirmeden Yaşamak” başlıklı çalışması. Erdemol dostumuz ile bu son çalışması hakkında kısa bir sohbet yaptık. “Karşı olduğum ne kadar çok şey var” diye başlıyorsunuz kitabınıza. “Bu kitap asıl olarak bir teşhir kitabı mı?” sorusu geliyor hemen aklına insanın. Öyle mi? Öyle düşünmemiştim hiç ama bence çok doğru bir belirleme bu yaptığınız. Teşekkür ederim. Çünkü bazı değerlendirmelerimin aslında işaret edici özellikler taşıdığı söylenebilir. “Bakın bu ya da bunlar aslında böyledirler” demiş oldum bu kitapla ben. “Ne hakla” sorusunu soru saymam, çünkü bu bir hak meselesi değil, bir sorumluluk meselesidir. Bir sosyalist olarak “doğal” bir sorumluluğum var çünkü. Sosyalist, toplumun vicdanıdır, vicdan da bulunduğu bünyeyi rahatsız etmek zorundadır, işlerinden biri budur. Bu “rahatsız” etmeyi ne kadar becerdiğimi bilemem, tabii. Kitap bu anlamda çok iddialıdır diyemem. Bu nedenle “işaret eder” diyorum zaten. Neyi işaret ediyor? Karşı olduğum ne varsa onları her şeyden önce. Bunu daha önce de hem de başarıyla yapabilmiş ustalar var. Benim yaptığım kendimce işaretlendirmeler. Bir tahammülsüzlük durumu yaşıyorum çünkü. Patlama noktasında yazılmış

yazılar bunlar. Gözümüzün içine baka baka yalan söyleyenlere itiraz çığlığı bir anlamda. Karşı olduklarımı yazarken, yanında olduklarımı da belirttim tabii ki. Kitabı okumak lütfunda bulunanlar, nasıl seçimler yapabildiğimi görsünler istedim. Bir sosyalist olarak seçiminin ne olduğunu anlatmak da görevlerimin arasında. Bu nedenle “teşhir” tanımınız çok yerinde. Umarım doğru bir “teşhir” gerçekleştirebilmişimdir. Sol içinde en çok kullanılan ve tartışılan kavramlardan birisi olan dönekliğe bir ek ve katkı yapıyorsunuz. Vazgeçenler kategorisine neden ihtiyaç duydunuz? Çünkü tamamen vazgeçenler var. Onlar, bize üzüntü verseler de, sonuçta kendi tercihleri sonucu geldikleri yerde çok samimiler. Bir davadan vazgeçmek, o davanın “döneği” olmaktan çok daha dürüst bir tavır. Dönenler ise bir felaket. Dönmekle kalmıyor, döndüklerine düşmanca bir tutum içinde kalmaya devam ediyorlar. Bunlar tarihi de kendileriyle başlatan tipler aslında. Kendi kendilerine kanaat önderi misyonu üstlenip, ahkam kesiyorlar. Sosyalist solda, 78 kuşağı

içinde esamesi bile okunmayan Devrim dergisindeki hayatını “solculuk” sayan Hasan Cemal örneğin sürekli Deniz Gezmiş ya da sosyalist sol hakkında atıp tutuyor. Yani onlar dönüyorlar ama döndükleri bizler onlardan kurtulabiliyor değiliz. Vazgeçenler ise öyle değiller. Onlar bizim dünyamızla ilgilerini kesip işlerine bakıyorlar. Vazgeçip sağcılaşanlar, neden sağcılaştıklarını açıklamak ihtiyacını da duymuyorlar. Bizler tarafından merak edilmediklerini bilecek kadar dürüstler çünkü. Oysa Dönekler, dönek olabilmek için bile bize muhtaçlar. Kendilerini bize göre ayarlıyorlar. Biz olmasak yazacak bir şeyleri de olmayacak. Bunları gördükçe, Vazgeçenler’in ne kadar değerli olduklarını gördüm. O nedenle sizin deyiminizle böyle bir kategoriye ihtiyaç duydum. Bir kitabı birisine atfetmek için o kişiye çok değer verilmesi gerektiği açık. Kitabınızı atfettiğiniz Brian Haw kimdir? Neden bu kitabı ona atfettiniz? Vazgeçenlerle döneklerin çok olduğu günümüzde, inancında ısrarlı bir adam olduğu için Brian Haw’a hayranlığın yanında borcum olduğunu da düşündüğümden bu kitabi ona ithaf ettim. O yaşasaydı ne düşünürdü bilemem ama bu ondan çok bana onur verir. Kabul ettiğini varsayıyorum. Çünkü konuştuğumuzda iyi bir dostluk oluştu aramızda. Bir savaş karşıtıydı Haw. Yabancı dostuydu, tüm insanları kardeşi bilmiş bir insanseverdi. Tam sekiz yılını, bir savaş mekanizmasının, yani İngiltere Parlamentosu’nun önünde savaş lordlarını protesto ederek geçirdi. Hiçbir çıkarı yoktu bunu yapmakta, insan seviyor olmaktan başka. Öyle

bir protestoydu ki onunki, tüm dünyanın ilgisini çekti. Sonra ona, yüzlerce yoldaşı da katıldı. Bir geceyi orada onunla o protesto çadırlarında geçirme onurunu taşıyanlardan biriyim. Çadırının önünden binlerce insan geçti, her uğrayana, sanki ilk kez söylüyormuş gibi anlattı amacını, binlerce kez hem de. İstikrarsızlık çağının istikrarlı ademiydi o. Onun istikrarı, benim inancımın da onayıydı bir anlamda. Bu nedenle, bir teşekkür yerine geçsin istediğim için kitabı ona adadım. Okuyucuyu bir seçime çağırarak bitiriyorsunuz: “Ya yılan olacaksınız ya da leopar”. Sadece seçmekle bitmediğine göre, leopar olmanın bir formülü var mı? Beneklerine sahip çıkacaksın. Formülü bu. Hiçbir beneğini namussuza, alçağa, soyguncuya, arsıza, yüzsüze kaptırmayacaksın. Leopar, beneğini savunmak zorunda kaldığı için mücadeleci olmak zorunda. Doğa, şairler ya da edebiyatçılar gibi romantik değildir. Doğanın gerçeği sürekli mücadeleyi gerektirir. Leopar işte böyle bir doğanın canlısıdır. Ona benzemeye karar vermişse kişi, en az doğa kadar acımasız olan kapitalizmle, emperyalizmle mücadeleye de hazır olmalıdır. Bir beneğini kaptırdı mı, tüm bedeni gider çünkü. Yılan öyle değil. Sürünmeyi becerdiği sürece hayatta kalır. Deri değiştirmesi de uyum sağlamak içindir. Leopar uyum sağlamaz, yaşanabilecek hale getirir bulunduğu yeri.

Vazgeçip sağcılaşanlar, neden sağcılaştıklarını açıklamak ihtiyacını da duymuyorlar. Bizler tarafından merak edilmediklerini bilecek kadar dürüstler çünkü. Oysa Dönekler, dönek olabilmek için bile bize muhtaçlar. Kendilerini bize göre ayarlıyorlar. Biz olmasak yazacak bir şeyleri de olmayacak. Vazgeçenlerle döneklerin çok olduğu günümüzde, inancında ısrarlı bir adam olduğu için Brian Haw’a hayranlığın yanında borcum olduğunu da düşündüğümden bu kitabi ona ithaf ettim. Bir savaş karşıtıydı Haw. Yabancı dostuydu, tüm insanları kardeşi bilmiş bir insanseverdi.


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

TARİHİMİZDEN 27

1920-23 dönemi Komintern-TKP ilişkileri

Talihten talihsizliğe... Ekim Devrimi’nin sonucu olarak Bolşevizmin Anadolu’daki, milli kurtuluş mücadelesini yürüten çeşitli örgütlenmeler ve aktörler üzerindeki muazzam etkisine ve bu etkinin 10 Eylül kuruluşuna büyük bir itki vermesine rağmen solun, yeni kurulan TKP’nin güçlü bir toplumsal karşılığa sahip olduğu söylenemez. Sınıf hareketinin güçlü olduğu Avrupa ülkelerinde, Sovyetler ile uyumu yüksek örneklerde bile, komünist partilerin Komintern’in Rus Devrimi’ni yaymaktan korumaya geçerken değişen politikaları ve yönelimlerine uyum sağlama konusunda büyük sıkıntılar yaşadığı açık. Sıkıntıların bir boyutu hiç şüphesiz farklı nesnellikler ve devrimci iradenin farklı tezahürleri ile ilgili. Ama bir boyutu da devrimi korumanın ortaya çıkardığı zorunluluklar. Çok özel bir kesit olan 1920-23 döneminde Komintern-TKP ilişkilerine bakarken iki boyutu da dikkate almak gerekiyor ama TKP’nin hem sınıf temelinin hem de kadro dinamiklerinin zayıflığı da göz önünde bulundurularak daha çok ikincisini. Komintern’in kuruluşu, 1919 yılı, Rus Devrimi’ni Batı Avrupa Devrimi’nin ateşleyicisi sayan genel algılamadan, “Rusya merkezli bir devrimci dönem” kavrayışına geçişe denk düşüyor. 1920 Mayıs’ında Kızıl Ordu’nun Polonya seferi dünya devrimi ya da devrimi yayma konusunda yapılan bir son deneme oldu ve E.H. Carr’ın ifadesiyle “1920 Ağustosu’nda Varşova önlerinde bozguna uğrayan Kızıl Ordu değil, dünya devrimi davasıydı.” 1920 baharında “Sol Komünizm Bir

Çocukluk Hastalığı” ile Lenin, Batı soluna uyarılarını sertleştirdi. Bolşevik iktidar Avrupa komünist hareketini devrimci olmayan bir döneme uyum sağlamaya çağırdı. Polonya denemesinin sonucu da bu arayışı pekiştirdi. 1920 Temmuz’undaki Komintern Kongresi’nde belirginleşen doğu yönelimi, 1920 Eylül’ünde Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı ile somutlandı. Ekim Devrimi, işçi sınıfı dinamiğinin zayıf olduğu doğuya sosyalizm hedefiyle değil, bir ittifak gücü olarak yaklaşıyordu. Dostluk sınırı olarak anti-emperyalizm yeterli görülüyordu. 1920 sonbaharı Ankara-Moskova ilişkilerinde de bir dönüm noktası oldu. Kurtuluş Savaşı kadrolarının süreci yakından takip etmesinin de sonucu olarak Ankara ve Moskova arasındaki ilişkide, ittifaka daha fazla ihtiyaç duyan taraf bu döneme kadar Ankara iken, 1920 Ağustos’undan itibaren Moskova haline geldi. Aydemir Güler’in ifadesiyle “Kuzey dostunun içine girdiği yeni zorluk ve zorunlu olarak güçlenecek olan doğu yönelimi, Ankara’ya kendi solundan kurtulma olanağını hediye edecektir. Sınıf karakteri başından itibaren belli olan Türk Kurtuluş hareketinin Rus Devrimi’nin dostluğundan anladıkları arasında kendi solunu budamak da vardır.” 1920 sonbaharıyla 1921 baharı arasında Türkiye’de solun tamamı saldırıya uğradı. Mustafa Suphi’lerin, Türkiye Komünist Fırkası’nın umutlu doğumu derin bir talihsizliğe dönüştü. Suphilerin katlinden sonra Komintern,

Bakü’deki TKP Teşkilat Bürosu, THİF, İstanbul Komünist Grubu ve Beynelminel İşçiler İttihadı’nı eşzamanlı olarak tanıdı. Frunze’nin Türkiye’yi ziyareti, Ankara-Moskova ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir rol oynayan Aralov’un göreve başlamasıyla 192122 yılları Türk-Sovyet ilişkilerinin en iyi olduğu dönem oldu. Aynı dönemde Komintern’in TKP’ye yaklaşımını Aralık 1922’de Radek’in Komintern Yürütme Kurulu’na dönük eleştirilere verdiği yanıt özetliyor: “Türk Komünistlerine Türkiye’deki ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemelerini salık verdiğimizden ötürü bir an pişman olmadık. Paşalar Türk halkını satarlar ve Türk köylüsünün başına kapitülasyonlar, mali denetim vb boyunduruğunu geçirirlerse, köylüler, komünistlerin ve genç işçi sınıfının onların çıkarları için savaştığını görecekler ve Komünist Partisi’nin çevresinde toplanacaklardır. Bu baskı anında bile Türk komünistlerine diyoruz ki: ‘İçinde bulunduğunuz zaman sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin. Uluslararası devrimcilik açısından son derece önemli olan Türkiye’nin bağımsızlığının savunulması henüz gerçekleşmemiştir. Kendinizi size baskı yapanlara karşı koruyun, size vurulunca siz de vurun, ama özgürlük kavgasının henüz bitmediğini ve önünüzde bir süre daha Türkiye’nin öteki devrimci ögeleriyle birlikte yürümeniz gereken bir yol olduğunu unutmayın.’” Bu yaklaşımı, aslında ortada bir TKP bütünü olmadığı gerçeğiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor. 1920-

Fotoğrafta Mustafa Suphi ve yoldaşları Eylül 1920’de TKP’nin kuruluşunu gerçekleştirecekleri Bakü Doğu Halkları Kurultayı’na giderken görülüyor.

Ekim Devrimi’nin, kurtuluş mücadelesini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni olanaklı kılma konusunda çok büyük katkısı bulunuyor. Ama aynı şeyi benzer rahatlıkla Türkiye solu için söylemek ne yazık ki zor. Türkiye soluna 10 Eylül’ü, TKP’nin kuruluşunu bir milad olarak sunan nesnellik, aynı zamanda daha doğarken boğulma talihsizliğini de hazırladı. 23 döneminin en azından 1921-23 kısmında. Suphilerin katledilmesi ve izleyen baskılarla Türkiye komünist hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesine müdahale olanakları büyük ölçüde daralırken Komintern’i, üstelik en sıcak cephelerden birinde, Rus Devrimi’ni korumaya öncelik vermekle eleştirmek güç. Komintern ya da Sovyetler, solu koruyabilir miydi, önünü açabilir miydi gibi sorular ise ne yazık ki anlamsız. Bu soruları sormakta ısrar etmek bir cesamete ulaşamadan solu boğan iktidar adayı burjuva kadroları fazla hafife almak olur. Gülay DİNÇEL

‘Emperyalizme karşı savaş’ Mudanya Mütarekesi sonrası yayınlanan Komintern bildirisinden: “Erkek ve Kadın İşçiler! Türk Hükümeti bir işçi ve köylü hükümeti değildir. O bir zabit tabakası, münevverler hükemetidir. O bizim ideallerimize uymayan bir hükümettir. Bunun için hiç şüphe yoktur ki, iktisaden Türkiye ne kadar ilerlerse, Türk işçi sınıfının da o nisbette bu hükümet aleyhine savaş yapması lazım gelecektir. Lakin buna rağmen, Türk işçileri anlıyorlar ki, Hükümet hakkında noktai nazarları ne olursa olsun, Türkiye’nin savaşı fakir bir köylü milletin beynelminel kapital tarafından esir edilmesine karşı yaptığı bir savaştır. Beynelminel proletarya sınıfı da, Türk hükümetine karşı olan münasebetine bakmaksızın, kendi menfaatı namına İtilaf emperyalizminin Türkiye’ye karşı yeniden silah kullanmasına ve İngiltere’nin cihan hakimiyeti menfaatı uğrunda Avrupa proletaryasının kanını dökmesine engel olmalıdır.”


28 ÖĞRENCİLER 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Solcu Liseliler

Ülkeyi umuda taşımak... in n e lk ü u b r le li e s li “Solcu a lm o i r le ç n e g lı ım en donan iddiasını da taşıyor. ışa r a y ir b le y e s im k u n Bu ruz. o iy m le y ö s in iç iz im girdiğ a h a d a d r la k a r p o t Bu ı ın ğ a c a y a m r a t r u k aşağısının .” z u r o y lü y ö s in iç iz bildiğim Yıllardır konuşulur. Sık sık tekrar edilmesi belki önemini bir ölçüde azaltıyor olabilir ancak bir gerçeğin altını tekrar çizelim: Bu düzene karşı çıkabilmek için gençliği örgütlemek gerekir. Bu gerçek, sosyalizm mücadelesi açısından bir zorunluluğa, böyle olduğu ölçüde bir aciliyete de işaret eder. Peki gençliği neye örgütlemek ve nasıl bir gençlik yaratmak gerekir? Bu soruyu, bir süredir bu doğrultuda mücadelesini ve çalışmalarını sürdüren Solcu Liselilere yönelttik... Ülkenin umudu, gençliğin inadı Solcu gazetesi etrafında örgütlenen Solcu Liseliler memleketine sahip çıkan, ülkenin umudu olmaya aday gençlerdir. Gericileştirilmeye, lümpenleştirilmeye, sağcılaştırılmaya çalışılan gençliğin inatçılığını temsil eder. Ülkesinin içine çekildiği bataktan utanç duyan ve “hâlâ” yapılacak çok işin olduğunu düşünen liselilerin gücüdür. Gençliği var eden değerlere dört elle yapışıp, gelecek hırsızlarına karşı kafa tutmayı ifade eder. Solcu Liseliler, gençliğe “gelecek ellerimizdedir” kendilerinden önceki kuşaklara ise “bu topraklarda her zaman umut vardır” dedirten en önemli yapıdır ülkemizde. Solcu Liseliler gençliğin inancı, iradesi,

örgütlülüğü ve geleceğidir. “AKP döneminde hızlanan gençlikteki çürüme kendisini aynı anda birden fazla alanda birlikte var etti. Sıra arkadaşının uğradığı haksızlığı umursamayan, okullarda gün be gün artan sömürüye sessiz kalan, kafasını mafya dizilerinden ve iddia oyunlarından kaldırmayan bir gençlik bu çok yönlü müdahaleyle ortaya çıktı. Bütün bir gençliğe dayatılmaya çalışılan ve elbette ki bütünüyle başarılması mümkün olmayan böylesi bir projeye vereceğimiz yanıt da çok yönlü olmak zorundadır. Örneğin biz sıra arkadaşımızın sorununu kendi sorunumuz kabul eder, sömürüye ve gericileşmeye karşı dururken gerçek sanatı aramayı ve edebiyatla ilgilenmeyi de görevimiz saymak zorundayız. Bunlardan birinin eksik kalmasının diğer bütün alanlarda verdiğimiz mücadeleyi güçsüz kılacağının farkında olmalıyız.” Mert Mustafa Deniz

ile Orhan Kemal okumak arasındaki bağın farkındadır. Sanatsal üretimi es geçen, okumayan, üretmeyen bir liselinin siyaseten de eksik kalacağını bilmektedirler. Nasıl bugün tüm bu alanlar bir tutuluyor, topyekun bir saldırıya girişiliyorsa, Solcu Liseliler de bu saldırılara aynı refleksle yanıt vermek zorundadır. Mesela bu düzen, edebiyatı ve müziği kendisine mücadele alanı olarak benimsediyse liselilerin bunlarla sadece hobi olarak bile ilgilenmeye hakkı yoktur. Onların her alanda kuşatmaya aldığı gençlik bu kuşatmadan ancak her alanda başlatılacak bir karşı saldırı ile kurtulabilir.

Çürümeye karşı aydınlanma Liseli öğrenciler arasında yapılan bir araştırmada lise öğrencileri boş zamanlarını televizyon izleyerek (%89) ve internette dolanarak (%78) geçiriyor. İnternet üzerinden gerçekleşen sosyalmedya veya sanal arkadaşlık sitelerine üye olmak açısından Facebook’u izleyenlerin oranı yüzde 91’i buluyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ortamda gençlerin eğilimleri de kısırlaşıyor. Kitap okumak, müzik dinlemek ve geliştirici ilgi alanlarıyla uğraşmak gençlerin gündemine giremiyor. Solcu liseliler, sistemin kendisi dışında dünyayı umursamayan gençlerle değil, yaşam koşullarını kendilerine dert edinen, sömürüye karşı çıkan, hak aramaya kalkan gençlerle değişeceğini bilir. Bu çürümeye karşı mücadele eder.

“Ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan gençliği hafızasızlaştırmak adına düzenin tüm unsurlarıyla seferber olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu gençlik gözünü her açmaya kalktığında ‘oraya, buraya bakma, sen işine bak’ diyen birilerini mutlaka görüyor. Faydacı ve çıkarcı olan bu zihniyet bırakın ülkenin bir gündemini tartışmayı, okumaya öğrenmeye gayret dahi etmez. Ülkenin geleceği olabilmekten bahsetmiyoruz bile... Solcu liseliler olarak bu seçeneksizliği ortadan kaldırıp, gençliğin heyecanının sosyalizm fikriyle buluşmasını istiyoruz.” Merve Akbaş

“Solcu liseliler bu ülkenin en donanımlı gençleri olma iddiasını da taşıyor. Bunu kimseyle bir yarışa girdiğimiz için söylemiyoruz. Bu topraklarda daha aşağısının kurtarmayacağını bildiğimiz için söylüyoruz.” Anıl Aydoğdu Solcu Liseliler okullardaki piyasacı uygulamalara karşı durmak

“Ne kadar kuşatmaya alınırsa alınsın gençliğin hamurunda boyun eğmemenin, hakkını aramanın, haklının yanında durmanın var olduğunu biliyoruz. En karanlık gözüken bir dönemde bile gençliğin özellikle de liselilerin umudu yeşertebileceğinin farkındayız ki geçtiğimiz sene tüm ülkeye bunu ispatladık.” Zeynep Deniz

İdeolojik kuşatmayı kırmak için: Solcu Gazetesi... Solcu liseliler aylık liseli gazetesi Solcu etrafında örgütlenirler. Her ay çıkan gazete, liseliler içinde örgütlenme aracı olmasının yanı sıra, gençlerin eğitim, üretim gibi temel ihtiyaçlarına da yanıt verir, kültür- sanat alanında ufkunu açar. Gençler üzerindeki ideolojik kuşatmayı kırmayı amaçlayan Solcu gazetesi liselilerin sadece okuyup tükettikleri değil, tartışma toplantıları düzenleyerek bazı bölümlerini eğitim programına çevirebildik-

leri bir araçtır. “Solcu eylül ayında 14. Sayısını çıkardı. Yayınlandığı ilk sayıdan itibaren önemli bir toplama ulaştı. Bu en başta zengin içeriği ve niteliği sayesinde mümkün oldu. Liselilere siyaseten yön vermek, popüler kültürün gençlik üzerindeki etkisini azaltmak, bizleri okumaya, dinlemeye ve tartışmaya yönlendirmek kaygılarıyla çıkan solcunun, bütün iddialarımızı yansıtır bir içerikle çıkmasının zorunluluğunun farkındayız. Solcu’yu ülkenin her bir köşesine ulaştıran, her ay çıktı mı diye kontrol edip, aksadığı zaman hayıflanan binlerce liseli var. Önümüzdeki yıllarda düzenin borazanları Solcu Liseliler ismini daha çok duyacaklar ve avuçlarımızla topraklarımıza taşıdığımız aydınlıktan kaçacak delik arayacaklar.” Ceren Ulus Solculuk tembellik midir? Gençliğin geleceğinin her alanda çalındığı bir ülkede yaşıyoruz. Geçtiğimiz dönem YGS tezgahıyla milyonların hakkı gasp edildiğinde ve bu haksızlığa karşı onbinlerce liseli sokaklara döküldüğünde bu düzenin temsilcileri gençleri provokatör ilan etti. Sokağa çıkanların, dersleri kötü olan ve sınavı iyi geçmeyen liseliler olduğu iddia edildi. Gençliğin geleceğini çalanlar “Aman dikkat mücadele etmeyin geleceğinizi tehlikeye sokmayın” dediler. Mücadele edenlerin derslerinin kötü olduğuna inanan var mıdır bilinmez; ancak bunun böyle olmadığını tüm haksızlıklara rağmen Türkiye’nin en iyi üniversitelerine giren çok sayıda solcu liseli gösterdi. “Bu düzene karşı mücadele etmek derslere vakit ayırmamak anlamına gelmiyor. Deniz Gezmiş İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Bu solcu öğrencilerin her zaman çalışkan, okuyan ve bilgi sahibi kişiler olduğunu gösterir. Onlar gibi olmamız gerektiğini düşünüyorum. Derslerimle ilişkilerim solcu liselilerle tanıştıktan sonra olumlu yönde değişti. Bunun değişimin nedenini solcu olduktan sonra kazandığım kitap okuma alışkanlığıma ve ailemin çalıştığı şartları görüp onlara karşı gelişen sorumluluk duyguma bağlıyorum.” Anıl Bayraktar


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Bir zamanlar bu topraklarda bir kabul vardı; solcu öğrencinin dersleri iyidir, ailesiyle iyi geçinir ona karşı sorumluluğunu göz ardı etmez. Solcu öğrencinin hayatının her alanında çalışkan olmak dışında şansı yoktur. Son yıllarda bu kabulde bir aşınmanın olduğunu kabul etmek gerekir. Solcu liseliler bu aşınmayı ortadan kaldırmayı, toplumun solcu öğrenciler üzerindeki algısını kırmayı da görev bilir. Gençler, düzenin değişmesi gerekliliğini ifade ederken, bu amaç için mücadele verirken, kendi ailelerini, okuldaki arkadaşlarını da bu sürece ikna etmek zorundadır. Solcu liselilerin aileleriyle ilişkileri nasıldır? “Elbette ailemizle gerildiğimiz zamanlar da olacaktır, uyuşamadığımız durumlar çok olmuştur. Ancak bizler ailelerimizi karşımıza alarak değil, yanımızda durmalarını sağlayarak doğru ve uzun soluklu bir mücadele yürütebileceğimizi biliyoruz.” Zeynep Deniz Toplumun bütün değerlerinin erozyona uğradığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönüşümde halkın payına düşen minnet etmek, hak aramamak, onurunu hiçe saymak, eşitlikten vazgeçmek, hoşgörüyü unutmak oldu. Kendi gemisini kurtarmaya

çalışan kaptan misali herkes bireyin ve bencilliğin ne demek olduğunu öğrendi. Önceki dönemlerde olduğu gibi korkudan değil çaresizlikten, umutsuzluktan. Peki böyle bir toplumda umut olmaya çalışan solcu gençler aileleri ile ilişkilerini nasıl kurmalı? Yaşanılası bir ülke için mücadele etmeye, onurlarından vazgeçmemeye mi ikna mı etmeli, yoksa tartışıp zaman kaybedeceğine yoluna devam mı etmeli? Solcu olmak bu düzenin değişebileceğine inananların işidir. Kendi mücadelesinin meşru olduğuna inanan kişiler bulundukları her ortamda kendini ifade etmenin bir yolunu bulmalıdırlar. “Ailemle ilişkilerim gayet iyi, onlarla oturup siyaset konuşabiliyorum. Ailemle siyaset üzerine konuşmaya başladığımızdan bu yana kafalarındaki bir çok düşünce ve önyargılar kırılmaya başladı. Örneğin ilk başlarda onlara sosyalizmi anlatınca ‘’senin o anlattığın hayal asla olmaz’’ diyorlardı, şimdi sosyalizm umuduyla yaşıyorlar.” Anıl Bayraktar “Özellikle darbe dönemlerini yaşamış ailelerde örgütlü siyasete karşı bir korku ve çekinme oluyor. Çoğu aile koruma refleksiyle çocuğunun siya-

si ilişkisine karşı tavır alıyor. Benim ailem de aynı çekinceyi yaşadı. Fakat etrafımdaki lümpen ve vurdumduymaz topluluğun arasında ülke ve dünya sorunlarına çözüm üretmeye çalıştığımı, neredeyse bütün gençlik kendini tüketim üzerinden tanımlarken benim üretime yöneldiğimi gördükleri zaman, ebeveynlerim de benim siyasi konumumla barıştılar. Şu anda ailemle mücadelenin içinde bulunmam sebebiyle büyük bir gerilim yaşamıyorum. Solcu bir öğrencinin ailesi onu koruma güdüsüyle davranıyorsa (ki çoğu örnekte ailelerin tepkisi bu yöndedir) öğrenci sabırlı olmalı, ailesinin tepkisini doğal karşılamalı, ailesine neden bu mücadelenin içinde yer almak istediğini, dünyayı ve ülkeyi kaplayan karanlığa karşı insanlığı savunmanın gerekliliğini açıklamalı.“ Sencer Odabaşı “Ailelerin de kendilerine göre çekinceleri, kaygıları var. Fakat biz gerçek bir mücadele verdiğimizi söylüyorsak bunu ilk başta ailelerimize anlatmamız gerek. Ne düşündüğümüzü, ne için mücadele ettiğimizi ailelerimize bile anlatamıyorsak burada sorun var demektir. Biz mücadelemizin haklı ve meşru olduğuna inanıyoruz ve bunu da bugün ailelerimize anlatıyoruz.” Egemen Karadeniz

ÖĞRENCİLER 29 “İnsanlığımızı ve umudumuzu korumak için mücadele ediyoruz” Liseliler başkalarının yıllarca tekrarladığı gibi “gençlik ateşi” üzerinden mücadeleye bağlanmıyor. Yaşadığı ülkeyi, yeni rejimi ve karakterini anlamaya çalışıyor, yorumluyor ve değiştirmek için irade sergiliyor. Ve ancak yeni Türkiye’yi anlayabildiği, yorumlayabildiği durumda bu düzeni değiştirebilecek mücadele tarzını ve araçlarını keşfedebileceğini düşünüyor. “Kapitalizm üretim araçlarının mülkiyetini gasp eden bir kliğin diğer insanların emekleri üzerinde hak iddia etmesi ile varlığını sürdüren bir sömürü sistemidir. Bu sistem insanları toplumun temeli olan üretimsel ilişkilerde bir bozuklukla karşılaştırarak onları çıkarcılaştırır ve birbirlerinden koparır. Kendi varlığını devam ettirebilmek için insanları kendilerini pazar değerleri üzerinden tanımlayan, duygusuz tüketiciler haline getirir. Böyle bir yapı içerisinde insanlığını koruyabilmek mücadele ile mümkündür. Bir arada durup istenilen geleceği yaratmak ancak siyasal mücadele ile mümkündür.” Burak Meti “Gençliği geleceksizleştiren düzene karşı olduğumuz için, eşit ve özgür bir ülke kurma umudumuz olduğu için solcu kimliğini sahipleniyoruz.” Egemen Karadeniz


30 ÖĞRENCİLER 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Yeni bir atılım dönemi için

Üniversiteli genç komünistlere çağrı Sevgili yoldaşlar, Kısa bir süre önce gerçekleştirdiğimiz Kongre’de içinden geçtiğimiz karanlık dönemi enine boyuna tartıştık. Sürece yanıt verebilecek bir Parti’nin yaratılabilmesi için üzerimize düşen görev ve sorumlulukları tanımlamaya çalıştık. Bildiğiniz gibi 10. Kongre, Türkiye’de bir tarihsel dönemin sona erdiğini saptamış bulunuyor. Türkiye bugün işbirlikçiliğin, gericiliğin, piyasacılığın önemli mevziler kazandığı yeni bir kuruluş sürecine girmiş durumdadır. 2. Cumhuriyet adı verilen bu yeni gerici rejim gayr-ı meşrudur. Türkiye Komünist Partisi bütün olanakları ile bu gerici rejime karşı mücadeleye, ülkemizin yeni bir Cumhuriyet’e; sosyalist bir nitelik taşıyacağından kuşku duymadığımız, 3. Cumhuriyet’e ulaştırılması hedefine odaklanmıştır. Şimdi, temel gündemimiz daha etkili ve daha yetkin bir mücadele sürecinin örgütlenmesidir. 10.Kongre’nin öğrenci çalışmaları için konferans toplanması kararı bu bütünlük içinde değerlendirilmelidir. Bütün alan çalışmalarımız gibi, öğrenci gençlik içindeki çalışmalarımız da 10. Kongre’nin değerlendirmelerinin ve tanımladığı görevlerin ışığında gözden geçirilmelidir. Sevgili yoldaşlar, TKP’nin özellikle gençlik içerisinde elde ettiği mevzii ve birikim, ülkemizin geleceği için son derece önemlidir. 80 sonrası ülkemizde sosyalizm bayrağının yeniden yükseltilmesinde, Partimizin gençlik içerisinde sürdürdüğü planlı, sistematik çalışmanın önemi ortadadır. Gençlik içindeki çalışmalarımızla dost düşman tüm muhataplarımızın saygı

ğımız nokta, bu başarılarımızın ve iddialarımızın bize yüklediği sorumluluktur. Ülkemiz gençliğini tarikatların, cemaatlerin karanlık ağlarına, bir bütün olarak 2. Cumhuriyet’in esaretine terk etmemek için şimdiye kadarki kazanımlarımızı geliştirmek durumundayız. Merkez Komite, başarıyla gerçekleştirilen üniversite konferansımızın, partinin üniversitelerdeki çalışmaları için bir yeniden kuruluş ve atılım sürecinin ilk adımı olacağına inanmakta ve buna katkı sunması amacıyla kimi değerlendirmelerini üniversiteli genç yoldaşlarımızla paylaşmanın faydalı olacağına düşünmektedir. Aşağıdaki değerlendirmelerimizin bu kapsamda, 10. Kongre ve Üniversite Konferansı kararlarıyla birlikte ciddiyetle ele alınmasını ve tartışılmasını rica ediyoruz.

2. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde karşı devrimci güçlerinin kazandığı mevzileri küçük görmek yapılacak en büyük yanlışlardan biri olur. Mevcut iktidarın mevzilerinin günlük gelişmeler veya daha özel olarak devrimcilerin bu gelişmelere vereceği tepkiler ile sarsılamayacağı bilinmelidir. Devrimci reflekslerimiz, süreklilik kazandığında, tutarlı bir devrimci stratejinin parçası olduğunda etkili olacaktır. Öbür türlüsü, kolay yoldan zafer arayışıdır ve hezimetle sonuçlanacaktır. Ülkemizi para babalarının yeni iktidarına teslim etmeme kararlılığının pratik karşılığı, görece daha uzun vadeli bir mücadelenin gereklerine uygun olarak daha köklü bir hesaplaşmanın zeminini sağlam biçimde örmektir. Bunun gün gün yol alınacak zorlu bir mücadele olduğunun da altını çizmek gerekir.

Protesto etmekle yetinemeyiz Partimiz özellikle 90’lı yıllardan bu yana gençlik içerisinde etkili bir siyasal faaliyet yürütmekte ve gençliğin ülke siyasetine ağırlık koyduğu tüm başlıklarda önemli roller üstlenmekte, önderlik etmektedir. Ancak, özellikle AKP’nin ikinci iktidar döneminin başlangıcı olan 2007’den bu yana ülkemiz gençliği siyasal alanda “protestocu” bir tarzın ötesine maalesef geçememektedir. Bu, hareketimizin çok uzun yıllardır inatla karşısında durup ideolojik bir zafiyetin ürünü olarak değerlendirdiği, eksikli bir tarzdır. Partili öğrenciler, gençliğin sıkıştırılmak istendiği bu protestocu tarzı bir bütün olarak reddetmelidir. Gündelik gelişmelere sıkışıp kalan, çözüme işaret etmekten uzak bu tarz aşılamadığı sürece, sosyalizm mücadelesi için kalıcı mevziler kazanmak mümkün değildir.

Sosyalizm alternatifini güçlendirmek Ülkemizde öğrenci örgütlenmelerinin tarihsel eğilimlerinin bir sonucu olarak, devrimci öznelerin çoğu en genel anlamıyla bir öğrenci hareketi yaratmayı temel hedef olarak belirliyor. Bu yaklaşımın genel olarak barındırdığı sıkıntılar bir yana, bugün üniversitelerde TKP’li Öğrenciler’in görevi yeni bir öğrenci hareketi yaratmak olarak tanımlanamaz. “Hareket” temelini belli bir nesnelliğin doğuracağı tepkilerin kitleselleşmesinden alır. Komünistlerin buradaki görevi, hareketlenmenin ortaya çıkış potansiyellerini saptamak, onunla ilişkilenmek, kimi zaman katalizör işlevi görmek ve temel olarak ortaya çıkan hareketi doğru biçimde yönlendirmektir. Esas olan, güncel tepkileri sosyalizm mücadelesine kalıcı olarak bağlayacak müdahalelerde bulunmak, buna uygun

Devrimci, yurtsever, halkçı, kendi geleceği ile toplumsal kurtuluş arasında kuvvetli ve canlı bağlar kurabilen yeni bir gençlik kuşağının ortaya çıkması, İkinci Cumhuriyet zihniyetine vurulacak en önemli darbelerden birisi olacaktır. Komünist öğrencilerde cisimleşen çalışkan, üretken, sorumluluk sahibi, derslerinde başarılı, okul yaşamı ile güçlü bağlar kurmuş, paylaşım ve dayanışmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş gelişkin bir üniversiteli kimlik bu doğrultuda atılacak ilk adımdır. duyduğu, önemsediği bir birikim yaratmış durumdayız. Türkiye’nin genç bir ülke olmasının yanında, egemen sınıfın gençliği teslim almaya dönük sistematik saldırıları, ülkemiz sosyalist hareketi için gençler arasında örgütlenmeyi bir varlık-yokluk meselesi haline getirmişti. Bu açıdan gönlümüz de aklımız da rahattır. TKP, örgütlenmesi ve siyasi mücadelesi ile, devrimci mücadeleyi varlıkyokluk sorununun çok ilerisinde bir noktaya taşımayı başarmıştır. Bugün esas olarak odaklanaca-

Sürekli olarak çeşitli rüzgârlarla sağa sola savrulan bu tarzın mevcut iktidar karşısında başarılı olma şansı da bulunmamaktadır. Yeni kalıcı mevziler için etkin ideolojik mücadele Üniversite çalışmalarımızın omurgasına çakılması gereken başlık etkin ideolojik mücadeledir. Tek tek bütün yoldaşlarımızı kapsayacak bir biçimde, birimlerimiz ve tüm örgütlerimiz bu alanda boşluk bırakmayacak bir mücadeleye hazır olmalıdırlar.

araçlar geliştirmektir. Bu genel yaklaşım ışığında, üniversitelerdeki çalışmamızın gerçek anlamını, bağımsız bir gençlik hareketinde değil, İkinci Cumhuriyete karşı etkili bir siyasi ve ideolojik konumlanışta bulacağını söyleyebiliriz. TKP’li Öğrenciler tüm çalışmalarında 2. Cumhuriyet’in halkımızın ve özel olarak gençliğin yaşamına yönelen saldırılarına odaklanmalı ve sosyalizmin bir alternatif olarak somutlanabilmesine yoğunlaşmalıdır.

İçinden geçtiğimiz süreçte yaşadığımız karanlığın her alandaki tek alternatifinin sosyalizm ve sosyalizmle anlam kazanan değerler olduğu gerçeği, günlük siyasal müdahalelerimizin temeli olmalıdır. İleriyi, daha ileri zorlayacağız Türkiye’nin içinden geçtiği dönem, karşı devrimci güçlerin önemli mevziler kazanmasına paralel olarak sol içerisinde de esas olarak yetinmeci, mevzi korumaya odaklanan bir siyasal psikolojinin gelişmesine neden oluyor. Toplumsal alandaki çürümeye paralel olarak, sürecin ortaya çıkardığı sıkıntı ve kısıtları dayanak göstererek ortalamacı hatta geri bir takım yaklaşımların meşrulaştırılması girişimlerine karşı uyanık olmalıyız. Devrimciler açısından nesnelliğe ilişkin sağlıklı bir kavrayış ona teslim olmak için değil onu değiştirmek için gereklidir. Düzen güçleri karşısında çaresizliğin bir başka ifadesi olan geri olana veya ortalamaya mahkûmiyetin gölgesinin bile üniversite çalışmalarımıza değmesini kabul etmemeliyiz. Sol içerisinde çeşitli düzen güçlerinden medet ummak, siyasal karşı karşıya gelişlerden kaçınmak, topluma seslenmede, örgütlenme ve kadrolaşma çalışmalarında, “olabilecek kadarı”yla yetinmek gibi örneklerle karşımıza çıkan bu eğilime teslim olamayız. Elbette içinden geçtiğimiz sürece gözlerini kapatan bir yaklaşımdan söz etmiyoruz, ancak ileriyi en ileriyi zorlama kararlılığımızın hiç kırılmaması gerekiyor. Yeni bir aydınlanma hamlesi İddialı olmak, çıtayı her defasında daha yukarıya taşımak, bizi ortalamacılıktan, geriye düşmekten uzak tutmaya yetmiyor. Türkiye Komünist Partisi’nin genç üyelerinin kendilerinden başlayarak, bütün bir yaş kuşağında etkisini gösterecek yeni bir aydınlanma hamlesinin fitilini ateşlemesi gerekiyor. Bugün tarihin yeni avcılar tarafından yeniden yazıldığı bir dönemden, kültür-sanat alanının yeni rejimi kutsamak üzere yeniden örgütlendiği bir kesitten, düşünsel olarak itaat ettirmenin yolunu açacak bir köreltme operasyonundan söz etmek son derece yalın bazı gerçeklerin altını çizmek dışında özel bir keşif sayılmamalıdır. Hal böyleyken bilim, kültür ve sanat alanında insanlığın birikimine sahip çıkan, bunu özümseyen ve halkın ihtiyaçlarına yanıt verecek bir biçimde yeniden üreten yeni bir aydınlanma hamlesi yapıla-


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST madığı sürece, geri ve ortalama olana mahkûmiyetten kaçış yoktur. İleri çıkışlar ve kalıcı mevziler ancak derinleşerek, güçlü hesaplaşmalarla ve kolektif üretim süreçlerinin etkinleştirilmesi ile mümkündür. Bu hamlenin başarılı olması için öğrenme, öğrendiklerimizi tartışarak paylaşma ve yeniden öğrenme sürecinin günlük hayatımızın bir parçası olması bir zorunluluktur. Gelişkin bir üniversiteli kimlik, yeni bir devrimci kuşak Çok acıdır, içinden geçtiğimiz süreçte gençliğin düzene entegrasyonunun temel öğesi geleceksizliktir. Gençliği geleceksizleştirdiği tartışılamayacak kadar açık olan 2. Cumhuriyet, bu karanlık tablonun yarattığı kaygıları aynı zamanda gençliğin düzene bağlanması için son derece etkin bir biçimde kullanmaktadır. Bugün üniversite öğrencileri arasında gelecek kaygısını en az hisseden kesimler, yeni düzene uyum sağlamada başarılı olanlardır. Yeni düzen, bir tarafta bencil, bireyci, çıkarcı özellikleri öne çıkan, diğer tarafta tarikatların, cemaatlerin karanlık emellerinin parçası olan gençler yaratmaktadır. Bu kesimlerin, büyük ölçüde insanlıktan çıkmaları bir yana, gelecekleri düzen sınırları içerisinde “garanti” altına alınmış durumda. TKP’li öğrenciler gençliğin bu aşağılık cendereyi kırması için mücadele ederken, yeni bir gençlik tipolojisinin doğmasında, yaşam alanlarını genişletmesinde ve yaygınlaşmasında etkin rol üstlenmeliler. 2. Cumhuriyet’in insanlık değerlerine sırt dönmüş yeni “muhafa-

zakar yuppi”lerin üniversite gençliğini temsiline izin veremeyiz. Devrimci, yurtsever, halkçı, kendi geleceği ile toplumsal kurtuluş arasında kuvvetli ve canlı bağlar kurabilen yeni bir gençlik kuşağının ortaya çıkması, 2. Cumhuriyet zihniyetine vurulacak en önemli darbelerden birisi olacaktır. Komünist öğrencilerde cisimleşen çalışkan, üretken, sorumluluk sahibi, derslerinde başarılı, okul yaşamı ile güçlü bağlar kurmuş, paylaşım ve dayanışmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş gelişkin bir üniversiteli kimlik bu doğrultuda atılacak ilk adımdır. Örgütlü yaşam özgürleştirir Bugün genel olarak halkın, özel olarak gençliğin içinde bulunduğu durum aynı zamanda uzun yıllardır süren örgütsüzlüğe övgü sürecinin bir ürünüdür. Büyük kalabalıklar içerisinde yaşasa da, yalnızlaşan insan çaresizleşmekte farklı kanallardan düzen tarafından illa ki teslim alınmaktadır. Böylesi bir dönemde TKP’nin üniversitelerde kazandığı-yarattığı birikimin bu açıdan da büyük bir titizlikle değerlendirilmesi gerekmektedir. Ülkemizde gençlik hareketlerinin çok yaygın olduğu dönemlerde bile gençliğin devrimci heyecanı ve birikimi, işçi sınıfı partisi ile bu kadar uyumlu bir bütünlük oluşturamamıştır. Bugün ülkemizdeki koyu karanlığa kararlı başkaldırışımızın önemli dayanaklarından biri, devrimci gençlik birikiminin en ileri kolunun Parti ile buluşmuş olmasıdır. Böylesi özgün bir tarihsel dönemde yaşanan bu buluşmanın bir takım

sorunları beraberinde getirmesi kaçınılmazdı ve geçtiğimiz dönemlerde sıkça eleştirdiğimiz kimi yaklaşımların nesnel temeli budur. Ancak Parti’nin elindeki olanakları doğru değerlendirerek çok daha gelişkin bir komünist kadro kuşağını ortaya çıkarması kesinlikle mümkündür. Hareket noktamız budur. Yeni bir döneme başlarken, parti içerisinde, örgütsel yaşamımızda köklü bir yenilenme için tüm yoldaşlarımızı işte bu güvenle kolları sıvamaya çağırıyoruz. Alışkanlıklarımız arasında ayak bağı haline gelenler varsa terk edelim, hatalarımızın, eksiklerimizin üzerine kararlılıkla gidelim. Bunları aynı aynı zamanda Partimizi kuvvetlendirmek için atılması gereken devrimci adımlar olarak görelim. Gençliği düzen karşısında örgütlü bir biçimde konumlandırma çabası içindeki TKP’li Öğrenciler, aynı kararlılıkla kendi örgütlülüklerine, Partilerine de sahip çıkmalılar. Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu Komünist Partisi’nin yeterince örgütlü ve etkin olamamasıdır. Tarih gösteriyor ki öncü devrimci Partisi olmayan bir halkın bırakın kazanmayı, elindekini koruma şansı bile yoktur. Parti yoksa yenilgi kaçınılmazdır, Parti varsa zafer, er ya da geç ama mut-

ÖĞRENCİLER 31 laka kazanılacaktır, Partimize bu bilinçle sahip çıkmalıyız. Partili yaşam hiç kuşku yok, kimi ek sorumluluklar ve gerektiğinde fedakârlıklar anlamına gelmektedir. Ancak özgürlüğü başına buyruk yaşam olarak görmüyorsak, özgürlüğün gerçek anlamını hep iddia edilenin aksine ancak kararlı, militan, disiplinli bir yaşamla bulabileceğin de görmemiz gerekir. Ancak örgütlü insanlar özgürlük için dövüşebilir ve bu nedenle doğru yaşanırsa asıl özgürlük örgütlülüktür. Üniversite çalışmalarımız buradan hareketle önümüzdeki dönem, Parti’nin iç hayatını zenginleştirirken aynı zamanda üniversitelerde Parti’nin örgütlü gücünü büyüterek yoluna devam edecektir. Sevgili yoldaşlar, İnsanlığın içinden geçtiği karanlık dönemler, toplumların, komünistlere daha fazla ihtiyaç duyduğu, tarihin bizden daha fazla sorumluluk üstlenmemizi beklediği kesitlerdir. Hep beraber, ülkemizi bu gerici, işbirlikçi 2. Cumhuriyetçilerin elinden kurtarma kararlılığını yaşamımızın tümüne yayacağımız yeni bir döneme giriyoruz. Tüm mücadele ve hazırlıklarımızı aynı zamanda Sosyalist Türkiye’de kuruculuk görevlerini de üstleneceğimiz günler için yapacağız. O güzel günleri göreceğimize sarsılmaz inançla, bütün arkadaşlarımızı en sıcak yoldaşlık duygularıyla selamlıyor, başarılar diliyoruz.

Merkez Komite


32 ÖĞRENCİLER 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

TKP’li Öğrenciler Üniversite Konferansı tamamlandı

Üniversiteliler yeni döneme hazır TKP’li Öğrenciler Üniversite Konferansı 25 Eylül Pazar günü Ankara AST Salonu’nda, ülkenin dört bir yanından gelen 250’nin üzerinde delege arkadaşımızın katılımıyla gerçekleştirildi. Daha önce Üniversite Bürosu tarafından hazırlanan konferans raporunun üniversite birimlerinde tar-

İkinci Cumhuriyet’e karşı Üçüncü Cumhuriyet için… Konferans’a katılamayan yoldaşlarımız için “tartışmalarının ruhu nedir?” sorusuna vereceğimiz yanıt şu olur; 2. Cumhuriyet ile köklü bir hesaplaşma ve Sosyalist Cumhuriyet’e giden yolda kalıcı mevzi kazanmaya odaklanma.

bu gerçekleri göz önüne aldığımızda 2007-2011 dönemecinde verilen mücadelenin bilançosunu çıkarmak, bu dönemde verilen mücadeleden uzandığımız yeni sürecin ihtiyaç duyduğu mücadele başlıklarına ve tarzına nelerin devretmesi, nelerin terk edilmesi ve bu mücadelenin ne olması

TKP’li Öğrenciler, 10. Kongre’de karar altına alınan Üniversite Konferansı’nı tamamladı. Ülkenin dört bir yanından 250’nin üzerinde komünist gencin delege olarak katıldığı konferans, her şey bir yana 10. Kongremizin hedeflerimizin ulaşılabilirliğinin bir alanda somutlanabileceğine ilişkin sunduğu verilerle heyecan yarattı. tışılmasıyla başlayan Konferans’ın son ayağı olana delege oturumu, Konferans raporunun ana başlıklarının temel alındığı tartışmalarla devam etti. Konferansımız, “2. Cumhuriyet ve Gençlik” başlığında gençliğin durumuna dair tartışmalar gerçekleştirirken, 2. Cumhuriyet’e gençliğin rollünü, yaratılan gençlik tipolojisini, AKP’nin gençlik üzerine baskılarını, geleceksizlik, dinselleştirme gibi başlıkları ele aldı. “Durum değerlendirmesi” ile “Görev ve Hedefler” başlıkları birlikte ele alınarak hem geçmiş dönem çalışmaları eleştirel bir gözle değerlendirilmiş, hem önümüzdeki dönemin görev ve hedefleri ayrıntılı biçimde tartışılmıştır. Üniversitelerin açıldığı hafta düzenlenen üniversite konferansı önümüzdeki eğitim-öğretim döneminde nasıl bir üniversiteli gençlik çalışması sorusuna doyurucu yanıtlar üretmiştir. Bu yanıtlar ve yoldaşlarımızın konferansı sahiplenişi, 10. Kongre kararlarımızın hayata geçebileceğine ilişkin bir alan çalışmamızdan gelen doyurucu yanıtlar olarak Parti’mizin bütünlüklü çalışmaları için de önemlidir.

Üniversite Konferansımız denilebilir ki, tepeden tırnağa buna yoğunlaşırken bu görevlerin etkin biçimde gerçekleştirilmesi için atılması gereken siyasal örgütsel adımları da ayrıntılı olarak ele almıştır. Cumhuriyet’in tasfiye sürecinde üniversitelerde direnç oluşturmak adına 2007-2011 tarihleri arasında verdiğimiz mücadelenin karakteri AKP’nin attığı her adımın karşısına dikilmek olmuştu. Üniversitelerde yapılan özelleştirmelerden, üniversitelere türbanın sokulmasına, YÖK’ün uygulamalarına, Türkiye’de yaşanan genel siyasi gelişmelerin üniversitelerde gündem haline getirilmesine tüm başlıklarda yaptığımız eylemler, düzenlediğimiz toplantılar, forumlar, paneller ile üniversitelerde önemli bir direnç kaynağı olduk. Ancak tüm Türkiye’de yaşanan 2. Cumhuriyetçi dönüşümün üniversitelerdeki ayağının tamamlanmasına da engel olamadık. Ve son tahlilde bugün karşımızda yeni bir Türkiye ve onun yeni üniversiteleri bulunmakta. Bugün artık üniversitelerin devletle, piyasa ve toplum ile ilişkisinin merkezinde 2. Cumhuriyetçi değerler yer almaktadır. Tüm

gerektiği tartışmalarının konferansımızda belli bir ağırlık taşıması kaçınılmazdı. 2. Cumhuriyet’ in yayılmacı politikası, devlet düzeni ve toplum algısı ile ideolojik olarak hesaplaşmak konferansın önümüze koyduğu temel görevlerden birisi oldu. Burada, ideolojik olarak donatılmış, kurumsal arka planı iyi örülmüş bir siyasi proje olarak Sosyalist Cumhuriyet seçeneğini olgunlaştırabildiğimiz ölçüde 2. Cumhuriyetin gençliği kapsamakta sıkıntı yaşadığı her alanda gençliğin adresi haline gelebilmemiz mümkün olacağına inanıyoruz. Özellikle sosyalizm hedefinin bugün Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel-siyasal süreç özgüllüğünde yeniden güncellenmesi ve bugünün siyasal-kuramsal sorunlarına cevap üretebilecek bir kapsamda yeniden inşa edilmesinde TKP’li öğrencilere düşen rolün üzerinde önemle durulmuştur. Bu mücadele bütünlüğünün yanında geleceksizlik, AKP diktatörlüğü ve gericiliği gibi başlıkların gençlik üzerinde yarattığı basıncı, düzene karşı yaratabileceği savrulmaları ve kopuşları toparlayabilecek bir ideolojik ve siyasal donanım konusunda TKP’li öğrenciler sorumlulukla hareket etmeyi ve yeni bir devrimci karakteri bu eksende inşa etmeyi konferansta karar altına almıştır. 3. Cumhuriyet’i kuracak kadroların yaratılması, 2. Cumhuriyet’in gençlik üzerinde yarattığı çürümenin bertaraf edilmesi, 2. Cumhuriyet’in gençliğe geleceksizlik vaat ettiği bu dönemde geleceği inşa etme, gittikçe umutsuzluğa sürüklenen ve karamsarlıkla damgalanmış gençlik kesimlerinin tutunabileceği bir umut olma konferansta şekillenen iddialar oldu. Yeni Bir Devrimci Karakter Yeni Bir Kuşak AKP’nin kendi genç tipolojisi üzerinde çeşitli düzenlemeler yapması

ve radikal unsurları kısmi anlamda tasfiye ederek; görüntüde entelektüel, donanımlı ve başarılı bir yapıya büründürdüğü tezi konferans raporumuzda yer alıyor. Bu tipoloji büyük ölçüde hedeflenen 2. Cumhuriyet gençliğinin de genel hatlarını oluşturmaktadır. Bunun dışında kalan, iktidarın kapsayamadığı kesimlerin önemli bir bölümü ise dağınık ve çıkışsız durumdadırlar. 2. Cumhuriyet’in, bu kesimleri, çürüyen, yozlaşmış ilişkilere veya geleceksizlik kaygıları üzerinden kariyerizme, bencilliğe ve topluma yabancılaşmaya hapsederek kontrol altında tutmakta aynı zamanda bu kesimler üzerinden kendi dayattığı gençlik modelini tek alternatif olarak sunmaktadır. 2. Cumhuriyet’in yarattığı gençlik modeliyle hesaplaşmak, kapsayamadığı ama kendi modelini dayatmak için kullandığı kesimlere müdahalenin yollarını bulmak TKP’li öğrencilerin önündeki acil ama bir o kadar da sabırla örülmesi gereken bir görevdir. Burada bahsedilen, günümüzün bayağı, çürümüş, alışkanlıkları popüler kültüre, yozluğa ve düzenin başarı kriterlerine göre belirlenmiş, bireyci ya da kendisini hiçliğe ve boş vermişliğe teslim eden tipolojileri birlikte barındıran gençlik profilini karşıya alacak bir alternatif kimlik yaratmak ve bir gençlik kuşağını sabırla örmektir. Bu doğrultuda konferansın önümüze koyduğu üç temel görev var. Aydınlanma ve aydınlatma, üniversitelerde kalıcı mevziler yaratmak ve gençlik içerisinde sosyalizmin gerçek bir alternatif olarak şekillenmesi olarak özetleyebileceğimiz bu sorumlulukların bütünlüklü bir mücadele hattına oturması üniversite çalışmalarımızın geleceği açısından yaşamsal önemde olacak. Üniversite konferansı önümüze bir kampanya başlatmak, proje bulmak gibi görevler değil yeni bir mücadele dönemini, sağlıklı bir zemin üzerine kurma görevini koymuştur. Bu görev sosyalizmi kuracak kadroların 2. Cumhuriyeti alt etmek için kaçınılmaz olarak gerçekleştirmesi gereken bir görevdir. TKP’li öğrenciler bu iddianın sahibi olduklarını, halk düşmanı, gerici ve işbirlikçi sermaye diktatörlüğünü yıkacak gençlik kuşağını yaratacak iradeyi göstereceklerini bu konferansla karar altına almışlardır.

E.FIRAT - S.BAŞBÜYÜK


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

KADIN 33

Kadının kurtuluşu feminizmde mi? Bugün AKP iktidarı ile derinleşen toplumsal cinsiyet farklılıkları kadını eve kapatmakla kalmadı, özgürleşme şemsiyesi altında kadını “dişi”liğe özendiren politikalarla daha fazla hak kaybına neden oldu. Gericiliğin toplumun tüm dokusuna yayılması, ucuz işgücü, evden çalışmanın özendirilmesi, her gün sokak ortasında kadınların katledilmesi, ikinci sınıf vatandaşlığın yerleşik algıya dönüşmesi kadınları mücadeleye daha fazla davet ediyor. Bu durumda kadınların kurtuluşunu tartışmak güncellik kazanıyor. Bazı kadın dernekleri ve feminist çevrelerden bir grup, anayasal/yasal düzenlemelerin “iyileştirici” etkisini öne çıkararak bu alanda yapılacak yeni yasal düzenlemeleri önemsiyor ve mücadelelerini bu alana hapsediyor. Bazı kadın grupları, AKP’den kurtulunca kadının da kurtulacağını düşünüyor. Kadınların kurtuluşu için mücadelenin ana ekseni ne olmalı? Yanıtlar, çok farklı olabilir. Bu yanıtları sadeleştirdiğimizde karşılaştığımız seçenekler ise şunlar: 1- Kadın-erkek karşıtlığını eksene alan ve erkek egemenliğine karşı mücadele vermek gerektiğini düşünenler, 2- Erkek egemenliğine karşı mücadelenin yetmeyeceğini bu nedenle sermaye karşıtlığını da içeren bir mücadele vermek gerektiğini düşünenler, 3- Emek-sermaye çelişkisini ana çelişki olarak tanımlayan ve sermayeye karşı mücadelenin kadına özgürleşme yolunu açacağını düşünenler. Birinci seçenek feministleri tanımlıyor. Hemen belirtilmek gerekir ki, feminizm ayrı bir siyasi çizgidir. Feminist hareket, temel çelişkiyi kadın-erkek arasında tanımlamaktadır; kapitalizmi aşmak konusunda bir amaca ve programa sahip değildir. Feminizm, bütünlüklü bir toplumsal projeden ve düzenin sınırları dışına çıkabilecek bir birikimden yoksundur. Kadınlar toplumda sınıfsal olarak homojen bir grup oluşturmadığından, feminizmde ortak ezilme/sömürülme biçimleri de tarif edilemiyor. Feminist hareketin bağımsız bir ideolojiye sahip olması da mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında emek-sermaye çelişkisini mücadele gündemine almayan her hareket gibi burjuva ideolojisinin belirlenimi altındadır. Bu nedenle, AKP içerisinde bile feminist akımlardan söz edilebiliyor. Bununla birlikte feminist anlayışların baskı grubu oluşturma hedefi de sonuçsuz kalmaya mahkumdur. “Sivil toplumculuk” anlayışı ile kadınların kurtulması mümkün olsaydı, geçtiğimiz 20 yıl içerisinde çok gelişkin örneklerini görme fırsatı yakaladığımız feminist

hareketler, kadınların kurtuluşunu sağlayabilirdi. Burada başa dönerek tekrarlamakta fayda var: Kadın hareketinin kendi bağımsız ideolojisi olamaz. İkinci seçenekte ele alınan sosyalist feministler ise kendilerini aşağıdaki gibi tanımlıyor: “Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, tarihsel olarak erkek egemenliği ile işbirliği temeli üzerinde kurulmuş. Bu işbirliğinde patriyarka ile kapitalizm birbirini şekillendiriyor. Bu yüzden, tutarlı, kadınların somut yaşamlarını gerçekten değiştirebilecek, yani kurtuluş perspektifini taşıyan bir feminizm anti-kapitalist olmak zorunda.”1 Aynı alıntıdan devam edersek: “….Bu ortamda, erkeklerden, devletten ve sermayeden bağımsız bir feminizmin kendi politikalarını geliştirmesinin ve netleştirmesinin, kendi sözünü çoğaltmasının ne kadar yakıcı bir önem taşıdığı açık.” Kapitalizmi, sınıf karşıtlıklarına eşdeğer bir cinsiyetçi kimlikle değerlendirmek, onun erkek egemenliği üzerine kurulduğunu iddia etmek, sosyalist düşünceye aykırıdır. Kapitalizmde egemen sınıf burjuvazidir. Kapitalizmi şekillendiren, kadın erkek arasındaki mücadele ya da erkek egemenliği değil, emeksermaye arasındaki sınıf mücadelesi ve burjuva iktidarıdır. Kadınların kurtuluşunu hedefleyen feminizmin anti-kapitalist olması nasıl mümkün olacaktır? Anti-kapitalist mücadele ekomomik, sosyal, siyasal yaşamın her alanında sermayeye karşı mücadele anlamına gelmektedir ve feminist hareketin bu mücadeleyi vermesi feminizmin varoluş zeminini terk etmek anlamına gelmeyecek midir? Sosyalist feministlere göre, ücretli emeğin kurtuluşunun programıyla kadınların kurtuluşunun programı ittifak halinde olabilir ve bu programlar zaman zaman yan yana gelebilir, hatta birçok noktada uzlaşabilir ancak aralarında tam bir örtüşmeden söz edilemez. Hemen belirtilmeli ki, sosyalizm, tek başına ücretli emeğin kurtuluşu değildir. İnsanlığın, bir başka deyişle kadın-erkek, genç-yaşlı herkesin kurtuluşunu hedefler. Sosyalizm, yalnızca ücretli emek sömürüsünden değil, her tür eşitsizlik ve baskıdan kurtuluş mücadelesidir. Sosyalizm mücadelesi yalnızca ücretli emeğin kurtuluş mücadelesi olarak algılanmamalıdır. Kadın sorunu görmezden mi geliniyor? Marksizmin, kadının bağımsızlığı gibi ayrı bir ilke sorunu yoktur. Aynı zamanda ırk, dil, din, mezhep, etnik köken vb gibi konularda da ayrı

bir ilke sorunu yoktur. Herkesin, doğal yeteneklerini geliştirip uygulayabileceği bütünlüklü bir toplumsal sistem hedefler. İşte tam da bu noktada, sosyalist feministler, marksizmi indirgemecilikle ve kadının özgül ezilmişliğini, kadın sorununu yeterince görmemekle, körlükle suçluyorlar. Aşağıdaki satırlar, kadının kurtuluşu için mücadelenin feministler açısından hedefini tanımlıyor: “Cinsiyetçilik kapitalizmden önce ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, kapitalizmin yıkılması ile kadınlar özgürleşmeyecektir. Feministler için hedef, yalnızca kadınların mücadelesiyle elde edilebilecek olan kadınların kurtuluşudur.”2 Bu akıl yürütme baştan aşağıya temelsizdir. Sömürü de kapitalizmden önce vardı, devlet de! Ama kapitalizmin yıkılışı sömürüyü ortadan kaldıracak bir sitemin önünü açacak. Temel hedefi sosyalist iktidar olan ve bunun için mücadele eden sosyalistlerin, komünistlerin, dil, din, mezhep, ırk, etnik köken, cinsiyet ve başka özelliklerinden bağımsız olarak tüm işçi ve emekçilerin sermaye iktidarına karşı birlikte mücadelesi günceldir. Sayılanların hiçbiri “birincil” önem taşımaz ancak zaman zaman farklı siyasi dinamiklerin güç kazanmasıyla emek sermaye çelişkisinin bir ürünü olarak öne çıkabilirler. Sosyalist iktidar mücadelesi her şeyin üstündedir ve bu mücadeleyi verenler ceplerinde iki kimlik taşımaz. Sermayeye karşı mücadele ve kadınların kurtuluşu Komünistler açısından kurtuluş paradigması, sermayeden ve sınıflı toplumlardan kurtulmak anlamına

gelmektedir. Buna ulaşmanın en önemli aracı parti ve parti öncülüğünde gerçekleştirilecek işçi sınıfı devrimdir. Komünistler, kadın sorununa tarihsel olarak, bir devrimci dinamik olarak yaklaşmakta, sorunu toplumsal ölçekte ele almaktadır. Sorun cinsiyetler arası farklılarda değildir. “Bu durum karsısında uzmanların yorumları, “ülkedeki siyasal, ekonomik ve toplumsal alandaki sorunların derinleşmesi, şiddetin meşrulaştırılması gibi nedenlerin cinayetlerin artmasına neden olduğu” yönündedir.” 3 Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere, kadına yönelik şiddet de toplumsal cinsiyet farklılıklarının derinleşmesi de kapitalist politikalardan bağımsız değildir. Kadın sorununun çözümü devrimden sonra mı? Kadınların kurtuluşu, insanlığın kurtuluşu ile bağlantılıdır. Kapitalizm koşullarında kadın sorunu diğer sorunlar gibi çözülemez, sınıfsız toplum kadının kurtuluşunun da ön koşuludur. Not edilmelidir ki, kadın sorunu sosyalist devrim gerçekleştirildiği anda sona ermeyecek, tarihe karışmayacaktır. Ancak, sınıflı toplumlarda, kapitalizmde, tüm diğer sorunlar gibi kadın sorununun çözümü için her şeyden önce sosyalist devrimin gerçekleşmesi zorunludur. Zehra GÜNER 1  http://sosyalistfeministkolektif.org/index. php?option=com_content&view=article&id=142&Ite mid=2 2  Marksizm’le feminizmin mutsuz evliliği, Heidi Hartmann, Agora kitaplığı, Eylül 2006 3  İHD İstanbul Şubesi Kadına Yönelik Şiddet Raporu, 2011


34 YARATIM 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Nâzım Hikmet ve Pir Sultan Abdal aynı derde derman arıyor İkisi de özde, ezen ve ezilenlerin mücadelesini anlattılar ve ikisi de ezilenin yanında, ezenin karşısında oldular diyen geleneksel müziğimizin değerli ustalarından Erdal Erzincan’la yeni albümü “Girdab-ı Mihnet”i, Nâzım Hikmet Akademisi’ni, AKP ve Aleviler’i konuştuk. “Girdab’ı Mihnet”te, yani Ağustos ayında dağıtımına başlanan yeni albümünüzde, geleneksel kültürün köklerine dair vurgusu daha kuvvetli referanslar sunuyorsunuz. Albümde “kurgu” olarak tarif ettiğiniz, sizin düzenlemeniz olan iki eser ve bir de derlemeniz var. Bu albümü hangi düşüncelerle kurguladınız? Bir kere albümü yapmamın bir gerekçesi var senin de dediğin gibi. O da şu, bağlama çalıp söylenen bir enstrüman. Sazı köylerimizden kente taşırken, farklı müzik aletlerini gördük, solisti gördük, tek başına şarkı seslendiren kişileri gördük. Tek başına sazını çalanları gördük. Enstrümantal müzikle tanıştık. Bu tanışıklıktan sonra çalıp söylenen enstrümanı ikiye ayırdık; biri çalsın, biri de söylesin... Tüm bu gördüğümüz yeni şeyleri bağlamaya uyarladık. Tabii olumlu getirileri oldu bunların ama özünden haberi olmayan yeni gençlik, bu ayrı

ayrı seslendirmeyi öz olarak anladı. Ben, bunu bir tehlike olarak görüyorum. İşte bu şekilde giderek asimilasyon başlıyor, sazınız artık başka bir şeye dönmeye başlıyor. Bu anlamda bir sorumluluk duyuyorum, albümü yaparken de bu sorumluluğu fazlasıyla hissettim. Bu saz başka türlü çalınıyordu eskiden diye düşündüm. Ve iyice sazın arkasına geçip çalmak istedim. Umarım dediğim, yapmak istediğim şey anlaşılır yeni nesil tarafından da. Albümde çalıp-söyleme kültürü üzerine ve aslında bu kültürün toplumsal hafızadaki önemine özellikle değinmişsiniz, âşık geleneğine, kültürüne de yer veren bir repertuar seslendirmişsiniz. Bu tercihinizin sebeplerini anlatır mısınız? Âşıklık, karşınızdaki resme baktığınızda, elinde sazı olan, çalıp söyleyen bir adam... Böyle bir resim var. Ama yaklaştığınızda âşık; solisttir, aynı zamanda enstrüman icracısı, aynı zaman-

da besteci, şairdir... müziğine söz yazar çünkü. Biraz daha merak edip yaklaşıp baktığınız zaman hikâye anlattığını görürsünüz, hafızamızı sürekli taze tutan. Âşık, toplantılarda başlıyor anlatmaya. Meselâ Kerem ile Aslı’nın, Leylâ ile Mecnun’un hikâyesini anlatıyor ve hikâye anlatırken sürekli güncelleştirerek, tazeleyerek, yaratıcılığını kullanarak, bugüne yaslandırarak, eskiyle, yeniyi kucaklayarak anlatıyor. Âşık’ın böyle bir hizmeti de var. Diğer taraftan da köy köy dolaşıp, bir nevi gazetecilik yapıyor, siyaset yapıyor. Yani aslında toplumun, halkın çok büyük entelektüellerdir âşıklar. Kente geldiğimiz de âşıklığın az önce saydığımız nitelik ve hizmetlerinin ayrı ayrı meslekler haline geldiğini görüyoruz. Sonra bu meslekler birbirleriyle yanyana duramadılar, duramadıkları için de âşıklığın ruhu giderek

yok olmaya başladı. İşte biz kente bu özü taşırsak, özü, bu yaşadığımız yerlere taşırsak... Bunların hepsi, bu niteliklerin hepsi yanyana durduğunda ne oluyor, bunu göremiyoruz. Gazetecinin, bağlama çalanla ne kadar dirsek teması var? Ya da siyasetçinin ne kadar dirsek teması var? Ya da tiyatrocunun ne kadar başka bir disiplinle dirsek teması var? Az önce âşıklık’ın özü olarak ifade ettiğiniz niteliklerin birbirinden kopmasını, Nâzım Hikmet Akademisi’nin kuruluş sürecinde sizinle konuştuğumuzu, çeşitli disiplinlerin birbirinden uzaklaşmasından hareketle ortaya çıkan boşluğu, omurgasızlığı, “uzmanlaşma” başlığı altında tartıştığımızı hatırlıyorum... Sizin ifadelerinizle karşılaştırdığımızda NHA’nın

Erdal Erzincan, Töre, Garip, Gurbet Yollarında, Anadolu (Enstrümantal), Al Mendil, Kervan isimlerini taşıyan albümlerin yanı sıra “Türküler Sevdamız” ve “Bağlama Konçertosu” adlı çalışmalarda da yer aldı. Ambassade Senfoni Orkestrası’yla 2004’te sahne alan Erzincan, İran’lı Kemança ustası Kayhan Kalhor ile ‘The Wind’ adlı bir albüm kaydetti. 2009 yılından bu yana İspanya’nın önemli flamenko gitaristi olan Juan Carmona ile Avrupa’nın bir çok ülkesinde konserler veriyor. 2004 yılında öğrencilerinden oluşan yirmi beş kişilik bağlama orkestrasıyla yurtiçinde konserler verdi. On yılı aşkın bir süredir, kendi adını taşıyan müzik kursunda eğitim vermekte...


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST bir nevi bugünün “âşıklarını” yetiştirmeyi amaçladığını söyleyebilir miyiz?... Nâzım Hikmet Akademisi, evet çeşitli disiplinleri, müziğin bile kendi içinde var olan ve bir arada okutulmayan başlıklarını bütünlüklü bir zeminde buluşturan bir okul. Evet bu benzetme söylediğin anlamlarıyla yerindedir. Bir de şunları söylemek isterim, ben Akademi’ye çok yoğun olamama rağmen büyük bir heyecanla katıldım. Yoğunluğum arttı ama heyecanım hiç eksilmedi. Akademi’de olmak benim için önemli. Akademi’nin yetiştirmeyi hedeflediği profile bu ülkenin her alanda çok ihtiyacı var. Henüz kısa bir süre oldu ve buna bağlı olarak eksikleri var mutlaka. Ama bunlar düzelecek. İnanıyorum. Çünkü yeni bir adım ve üstelik başka bir örneği neredeyse olmayan bir adım. Âşıklığın yansımasını konuştuk, evet bununla çok paralel olduğunu ben de düşünüyorum. Farklı alanlarla, farklı disiplinlerle dirsek teması kurup âşıklığın alanını genişletmek... Meselâ ben Nâzım Hikmet’le, Pir Sultan Abdal’ın farklı şeyler söylemediğine inanıyorum. Aynı şey ama farklı zaman, farklı ifadelerle... Benim babama sorarsanız Pir Sultan’ı anlar ama Nâzım’ı anlaması zor olabilir. Ama aynı şeydir ikisi de. O dili anlamak lâzım. O iki dili, derdi anladığınız zaman, Nâzım Hikmet’in de, Pir Sultan Abdal’ın da aynı derde derman aradığını bilirisiniz. İkisi de özde, ezen ve ezilenlerin mücadelesini anlattılar ve ikisi de ezilenin yanında, ezenin karşısındadır. Ve bu doğrultuda farklı zamanlarda, farklı şekillerde halka anlatıyorlar bunu. Hocam, sizi Alevi müziğinin yanı sıra müzikal duruşunuz, icra hakimiyetiniz, müzik kültürünüz, farklı müziklere, kültürlere ilginiz ve merakınızla tanıyoruz. Ama yine de Alevi müziğinin temsilcilerinden biri olarak size soru yöneltmek istiyorum. Biraz bugünleri de hesaba kattığımızda, AKP’nin “Alevi açılımı” vb. “politik genleşme çabaları”nın Alevi kültürü ve müziği üzerindeki etkilerini değerlendirir misiniz? Bir kere Alevi inanç kültürü sanatın üzerine şekillenmiştir. Bir Cem’e baktığınızda görürsünüz ki, Cem’in yüzde sekseni sanattır; deyişler, semahlar, tevhidler, mersiyeler, duaz-ı imamlar

bunların hepsinde müzik var, edebiyat var. Semaha bakıyorsunuz, dans var... Bunları kaldırdığınız zaman bir Alevi Dedesiyle, Sünni imamın arasında ne fark var diye baktığınızda, eğer bu noktayı göremezseniz ötesini anlamanız çok zor, anlatamazsınız da... Sanatla ilgili bu bağlantıyı doğru tanımladığınızda kocaman bir fark çıkıyor ortaya. Sanat insanı merkeze koyar, gönlü merkeze koyar. Bunları anladığınız, açıkladığınız zaman bir çok şeyi sadece dinle tarif edemezsiniz. Sadece tek başına yaşam biçimi diyerek de tarif edemezsiniz... Bir çok olgu var Alevi kültürünü açıklarken gözardı edemeyeceğiniz... Sanat ise tabii ki bunların hepsini ifade eden bir şey. Sanatta yozlaşma başladığı zaman, Alevilik de yozlaşmaya başlıyor. AKP, Alevilere de bir “yol” gösteriyor, “sunuyor”? İki yol sunuyor aslında; “ya Şiileştirin ya da Sünnileştirin”... Alevilik diye bir şeyi tanımıyor. Her ikisi de bu iktidarın işine geliyor. Halbuki bunların hiç biri İslâm içi/dışı tartışması değildir. Alevilik tarif ediyor; kendini dünyanın oluşumuna, insanın yaratılışına kadar götürüyor ve orada bilime işaret ediyor. Ali’ye götürüyor. Ali bilgindir, biz onu öyle biliyoruz. Sokaktaki adam Ali’yi başka türlü anlamış, öyle görüyor ama bize göre başkadır, bilgindir. Bunu böyle bütün görmek lâzım. Bu iki yola karşı Alevilerin tavrı ne olacak? Bu tuzağa düşecekler mi? Alevilere bırakırsanız işi, bu tuzağa düşerler. Fakat Alevilik buna müsaade etmiyor. Bu çok önemli. Bugün Aleviler üzerinde oynanan oyunu bozan en büyük etken ozanlardır. Yani, Pir Sultan’ın, Kul Himmet’in, Nesimi’nin söylediği deyişler bu oyunu bozuyor. Onların söyledikleri asla birbirleriyle çelişmiyor. Çok tutarlı. Hepsi ayrı zamanlarda, aynı şeyleri söylemişler. Meselâ Pir Sultan Abdal demiş ki: “Şimdiki talibin inkârı çoktur.” O, o zaman söylemiş, biz şimdi de aynı şeyi söylüyoruz. Diyoruz ki “Şimdiki talibin inkârı çoktur”. Aleviler için felsefe her türlü yozlaşmaya karşı bir settir. Kocaman, orada duruyor. İşte o bütün oyunlarını, işlerini bozuyor. Teşekkürler… Ben teşekkür ederim. Röportaj: Nimet ÇAKICI

YARATIM 35

NHKM’de bu ay EKİM 2011 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bu ay Almanya’ya Emek Göçü’nün 50. yıl dönümü nedeniyle “Bir Bavul, Umut ve Hayalleriyle Çıktılar Yola” başlıklı “Akademi Günleri” etkinliğini gerçekleştiriyor.

‘Bir Bavul, Umut ve Hayalleriyle Çıktılar Yola…’ 26 Ekim-2 Kasım 2011

Nâzım Hikmet Akademisi, Almanya’ya emek göçünün 50. Yılında göçün emek ekseninden her iki ülkedeki sosyal, politik, iktisadi ve kültürel etkilerini tartışmayı hedeflemekte. Akademi Günleri’nin bu ilk deneyimi, 26 Ekim-2 Kasım 2011 tarihleri arasında gerçekleştireceğimiz bilimsel ve sanatsal etkinlikleri kapsayacak, göçmen edebiyatı üzerine toplantılar, fotoğraf sergisi, film gösterimleri ve göç şarkılarından derlenen bir repertuarı içeren konser izleyicilerle buluşacak. PROGRAM 26 Ekim Çarşamba 19:00 Açılış: Göç Sergisi / Kısa Film Gösterimi 27 Ekim Perşembe 19:00 Kısa Film Gösterimi / “Göç Hikayeleri ve Tanıklar” 21:00 Film Gösterimi 28 Ekim Cuma 19:00 Kısa Film Gösterimi / “Göç Hikayeleri ve Tanıklar” 21:00 Film Gösterimi 29 Ekim Cumartesi 13:00 Sosyal Bilimler Paneli I: “Avrupa’ya Türkiye’den Emek Göçü ve Kültürel Değişim” / Panel Yöneticisi: Neşe Özgen Ülkü Güney “Çok Kültürlülük, Kimlik ve Göçmen” Yasemin Özbek “Misafir İşçi, Yabancı Vatandaş ve Türk Almanlar” Çiğdem Akkaya “Çok Kültürlülük Başarısızlıkla mı Sonuçlandı?” Yaşar Aydın “Nitelikli İşgücünün Almanya’dan Türkiye’ye Dönüşü” 15:30 Sosyal Bilimler Paneli II: “Göçmen Politikaları ve Politik Göçmenler” / Panel Yöneticisi: Zeynep Güler Uğur Tekin “Almanya’da Bilim ve Politikanın Göçmene Bakışı” Sinan Özbek “Irkçılığın Ekonomik Kökleri ve Göçmen İşçiler” Güray Öz “Göçmenlerde Siyasi Örgütlenme/Siyasi Oluşumlar” 19:00 Konser “El Kapıları” (NHA Müzik Bölümü Katkılarıyla) 30 Ekim Pazar 13:00 Edebiyat Paneli : “Göçmen Edebiyatı’ndan AlmanTürk Edebiyatına” / Panel Yöneticisi: Kaya Tokmakçıoğlu Mediha Göbenli “Aras Ören’in Eserlerinde Sınıfsal Konumlanış” Ömer Polat “Almanya’da Göçmen Edebiyatı” Ömer Polat “ Göç Algısı ve Gözlemler” Menekşe Toprak “Üçüncü Vatan Olarak Edebiyat” 15:30 Sinema Paneli: “Sinema Almanya’ya Emek Göçünü Nasıl Anlattı?”/ Panel Yöneticisi: Bülent Görücü (NHA Sinema Bölümü Öğr. Gör.) Sunumlar: Kaan Terman, Önder Aydın, Feyha İren, Nurdan İlimsever, Adem Erkoçak (NHA Sinema Bölümü Öğrencileri) 18:00 Film Gösterimi 31 Ekim Pazartesi 19:00 Donald Quataert’e Saygı Toplantısı: “Sosyal Bilimlerde ve Emek Tarihçiliğinde Donald Quataert’in Önemi” Gündüz Fındıkçıoğlu 1 Kasım Salı 19:00 Film Gösterimi: “1973 Ford Grevi” Söyleşi: “Göçmenlik ve Hatırlama Kültürü” / Uğur Tekin Film Gösterimi: “Turist” Söyleşi: “Avrupa’da Turist İşçiler: Vizesizler, Kağıtsızlar, İllegaller ve Mücadeleleri” / Zeynep Güler 2 Kasım Çarşamba 17:00 Film Gösterimi 19:00 Film Gösterimi

Film Gösterimleri*

Akademi Günleri’nde gerçekleştireceğimiz film gösterimlerinde, hem sinema panelinde tartışılacak olan, hem de belirli bir kapsam zenginliğini barındıran örnekleri seçmeyi gözettik. Gösterimlerimizin ilk grubu oyunculu (kurmaca) film alanından, ikinci grubu da belgesel alanından seçilen filmlerden oluşuyor:

Oyunculu filmler

Göçmen (C. Chaplin), Otobüs (Tunç Okan), Katzelmacher (R.W. Fassbinder), Korku Ruhu Kemirir (R.W. Fassbinder), Almanya Acı Vatan (Ş. Gören), Sarı Mersedes (Tunç Okan), Duvara Karşı (F. Akın), Made In Europe (İnan Temelkuran), Mülteci (Reis Çelik)

Belgesel filmler

Turistler (Ayşe Taşçı - Heleen de Wit, BTİB), Ford Grevi, Yalancı Memleket (Martina Priessner), Duvarlar (Can Candan), Gavurun Parası (Adem Erkoçak)

Konser ve Sinema

Saygun Arpalı Grup 22 Ekim’de NHKM’de 40 yıllık sanat yaşamında, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli müzisyenleriyle birlikte çalışan Saygun Arpalı, müzikal birikimini beste ve düzenlemelerinden oluşan “Merhaba” ve “Sahne Işıkları” isimli iki solo albümünde topladı. Arpalı, albümlerinde yaşadığımız toprakların melodik zenginliğini, Pop Jazz, Latin Jazz, New Age, Soft Rock gibi dünya müzikleri ile harmanlıyor. Saygun Arpalı Grup 22 Ekim cumartesi günü saat 20:00’de Ruhi Su Salonu’nda izleyicilerle buluşacak. (Tuşlu Çalgılar: Koray Üsgülen, Bas Gitar: Bora Küçükyılmaz, Keman: Barış Andaç, Flüt, Soprano ve Tenor Saksafon: Özgür Atasoy, Gitar: Berç Yenal, Davul: Saygun Arpalı) Bunun yanında İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali Ekim programında da devam ediyor. 1-2-3 Ekim günleri saat 13:00 ile 23:00 arasında NHKM’de film programını takip edebilirsiniz. Kent Filmleri Festivali de 3 Ekim -8 Ekim tarihleri arasında gerçekleştiriliyor.

Devrimden Sonra, Ekim ayı boyunca Ankara, İstanbul ve İzmir NHKM’de

Olası bir sosyalist devrimin ardından Türkiye’de gelişebilecek olayları konu olan Devrimden Sonra, Ekim ayı boyunca İstanbul, Ankara ve İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gösterilecek. Filmin Türkiye’nin farklı yerlerinde gösterimi için de organizasyonlar sürüyor. Türkiye’de gerçekleşebilecek bir devrimin hayata ve sokağa nasıl yansıyabileceğini, devrimin, sıradan insanların, işçilerin, gençlerin, emeklilerin hayatlarında neleri değiştirebileceğini konu alan Devrimden Sonra, Türkiye’nin birçok noktasında işçi ve emekçilerle, gençlerle buluşmaya devam ediyor. Devrimden Sonra Ekim ayının ikinci haftasından itibaren her Cuma (14, 21 ve 28 Ekim) 15:00 ve 20:00’de İstanbul NHKM’de gösterilecek.


36 SANAT ve SİYASET 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Toplum için de değil...

Devrim için müzik! Birikimi elbette toprağımızdan ve toplumsal mücadelelerin dünya ölçeğinde bugüne taşıdığı müzikal mirastan alacağız. Ancak önce şuna karar vereceğiz: Ne için müzik? Komünist toplumda bilemem ama şu anda hiç tereddütsüz: Devrim için müzik!


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST Geçen ayki yazıda sanatsal yaratıcılığı kapitalizmi alt etmek için verilen mücadeleyle bağlantılandırmaktan filan değil, o mücadelenin içine yerleştirmekten söz etmiştim lafı dolandırmadan. Hiç kuşkusuz insanlığın bugüne kadarki sanatsal birikiminin önemli bir bölümünü yok saymayı, budamayı, onları öze ilişkin yargılarımızla hiçleştirmeyi önermemiştim. Tartışmamız, bizim, biz komünistlerin bugün kültür-sanat alanındaki konumlanışıyla, üretimlerinin mantığı ile ilgilidir. Demiş olduk ki, sosyalist devrim mücadelesinin ihtiyaçlarına denk düşmeyen bir “sanatsal bakış”ı, insanlığın tüm mirasını büyük bir gururla taşıyan bizler, aslında tam da bu nedenle, savunamayız. İnsanlığın mirası ve bizzat kendisi tehdit altındadır ve de insanlığı bugün savunulmaya değer kılan o mirasın en zengin kısmı, sanatı da içine katarak söylüyorum, özgürlük, eşitlik, adalet için verilen mücadelelerle yaratılmıştır. Bir süredir karanlıkta yaşıyoruz diye, zamanı durdurup insanlık tarihine tepeden bakışın seçiciliğine güvenerek “sanat” yapmak durumunda değiliz. Sanatın değersizleşmesi durdurulacaksa, bu onu toplumsal kurtuluşun hizmetine sokarak gerçekleşecektir ancak! Buraya kadar genel konuşmuştuk, şimdi biraz alan daraltalım ve müzikle devam edelim. Müziğin insan duygu ve davranışları üzerindeki etkisi biliniyor. Bununla birlikte, onun ideolojik kimyası, siyaset düzlemiyle ilişkisi biraz karmaşık. Öyle ki, ilk sosyalist ülkenin yönetici kadroları, edebiyatla, tiyatroyla, Lenin’in pek önemsediği sinemayla ilgili olarak derhal kolları sıvarken müzik alanını neredeyse kendi haline bırakacak kadar pusulasız hissetmişlerdi kendilerini. “Geçmişi özümsemek ve bunun üzerine sosyalist toplumun kültürünü yerleştirmek” genel bir politikaydı ancak doğal olarak yeni düzen romanı, şiiri, filmi devrimin yanında görmek istiyordu ve bunun için iyi-kötü anlaşılabilir kriterleri vardı. Müzikse, işin içine söz katılmadığı sürece fazlasıyla soyuttu ve devralınan mirasın en gelişkin biçimi, sözün belli istisnalar dışında neredeyse hiç devreye giremediği “senfoni” yazımıydı. Uzatmayalım, besteciler, konservatuarlar yıllar boyu kendi tercihlerine terk edildiler. Müzisyenlerin bir bölümü “geçmişi özümsemek”ten çok “geçmişte yaşama”nın keyfini sürerken, bir bölümü Avrupa’daki “çağdaşları”yla hemhal vaziyette toplumsal dinamiklerle ilişkilendirilmeyen bir sanat dalında burjuva alışkanlıklarıyla devam etme ayrıcalığını kullanıyordu. Bolşeviklerin büyük çoğunluğu “müzik”le içli dışlıydı ama bu alana müdahale edecek birikimleri olmadığı gibi, alanın içinden “yoldaş” üretmekte de fena halde zorlanıyordu. Moskova ve

Petrograd Konservatuarlarında uzun süre komünist hocaya rastlanmadı, öğrenciler arasındaki kızıllara bu “yüksek kültür” dünyasında acıyarak bakılageldi. Dolayısıyla müzikteki “proleter kültürcü” harekete, edebiyattaki Proletkult’e olduğundan daha fazla anlayışla yaklaşmak gerekiyor. Farklı hiziplere bölünmüşlerdi, hedeflerini proleter değil de devrimci müzik olarak kodlayanlar vardı örneğin ama hepsinin derdi şuydu: Yeni toplum verili müzik beğenisi ile kurulamazdı! İçlerinde bazıları fazla “radikaldi”, geçmişten gelen her şeyi inkara, yok etmeye kalkışıp çeşitli deneysel işler yaptılar. Bunlar pek az iz bıraksa da devrimci bir arayışın ürünü olarak görülmeli. “Bize yeni bir müzik anlayışı gerek” diyenlerin önemli bölümü ise, geçmişte devrimci, ilerici olan ne varsa onun üzerine hızla yeni bir şey inşa etmek gerektiğini söylüyordu. Klasik müziğe değil, onun kastlaşmasına itiraz ediyorlardı. İşçilerin kulağının senfoni ve operaya alıştırılmasına değil, bu “tabana yayma” işlemiyle yetinilmesine karşı çıkıyorlardı. Sokakta kavga vardı. Bu kavga yığınların kavgasıydı. İç savaşta, yabancı müdahalesine karşı direnirken, NEP döneminde palazlanan burjuva kültürüyle hesaplaşırken, sonrasında kolektivizasyon için ileri hamle yaparken, işte çalışırken... Müzik bütün süreçlerde ve her yerde var olmalıydı. Oysa müdahale

SANAT ve SİYASET 37

lerde bunu başardı. Müzik, Sovyet insanının yaşamsal gereksinimlerine, Sovyet iktidarının önceliklerine hizmet etti. Uzun süre... Sovyetler Birliği’ni bir kenara bırakalım ama orada yapılan tartışmalardan bugün için bazı sonuçlar çıkaralım. Tekrar olacak, bugünün kapitalist Türkiyesi’nde kendi beğenilerimiz üzerinden bir sanat ya da özel olarak müzik politikası geliştirmemiz söz konusu olamaz. Kulağımızın gereksindikleri ile toplumsal mücadelelerde gereksindiklerimiz arasında illa bir koşutluk olacak, tamam. Bununla birlikte, müziğin alabildiğine iç içe geçmiş, çelişki yüklü, karmaşık yapısını bahane ederek, bir konçertonun, bir caz yapıtının derinliğini yakalamanın hazzını toplumsallaştırmaktan ibaret olamaz müzik alanına müdahalemiz. Denklem kurmuyor, bulmaca çözmüyoruz; sosyalizm mücadelesi veriyoruz. Bu mücadelenin ve işçi sınıfının gereksinimleri var. Somut olmak için sıralayalım: 1. Çağdaş toplumsal mücadelelerin içinden çıkıp gelen çok az ezgi var coğrafyamızda... Anadolu’nun halk ozanları geleneği, bugüne yeniden üretilmesi ama onunla asla yetinilmemesi gereken bir malzeme devredebilir, o kadar. Bu açığın kapatılması gerek. 2. Kolektif kültürümüz zayıf, toplu şarkı söyleme alışkanlığımız neredeyse yok. Örgütlü mücadele, bir-

yaşını sürerken mücadeleyi “yorgun savaşçı” psikolojisiyle sırtlamaya kalkan gençleri de sarsacak bir müziğe gereksinimiz var. 4. Bizim müziğimiz öncelikli olarak sözlü (vokal) olmalıdır; güçlü ezgilere dayanmalıdır. Derinliğini, gelişkinliğini yaygınlaşırken dönüştürebilmekte test etmelidir. Konumuz müzik dinlemek değil, müziği yaşatmaktır. Bir partinin, devrimci bir partinin müzik alanında yapması gerekenlerden söz ediyoruz. İyi ve gelişkin olan; tamam! Ama ille devrimci olan! Gerçekçi olalım, bugün Türkiye toplumunun ortalama kulağına müdahale etmiyoruz, edemeyiz de... Hızla büyümeyi ve etkisini artırmayı düşünen bir komünist partisinin, kendi mücadelesinde, o mücadelede buluşacağı işçi ve öğrenci kitlelerde yer açacağı, kullanım değeri yüksek müzikten söz ediyoruz. Hiç kuşkusuz bu müzik, bugünkü kepazeliğe de bir çelme takacaktır. Ancak önceliğimiz bizim mücadelemizin gereksinimleri, onun yaygınlaşmasıdır. Verili müzik damarları arasında tercih yaparak sorunu çözemeyiz. Gelişkin olandır deyip klasik geleneğe, caza bel bağlayamayız. Halkın müziği bize yeter diyerek kentleşmede bayağı yol alan bir toplumda “türkü”yle yetinerek ayağa kalkamayız. Arabesk tuttu, bir ucundan da biz tutalım kolaycılığına kaçamayız. Halklar mozağinin hakkını verelim, etnisiteleri birbirine bağlayalımla

Coğrafyamızın çektiği acıları unutamayız, o acıların sanatsal ifadesini yok sayamayız. Ancak “acı”yı bastıracak olan “heyecan”, “coşku” ve “öfke”dir. Bizim toplumumuz ise acının “ağır”lığını popüler müziğin tekdüze “ritmi”ne tabi olmuş “hızlı” parçalarla telafi etmektedir. Burada ne heyecan, ne öfke, ne coşku vardır; aslında ortada insan da kalmamıştır. Serdar Ortaç’ın “kalite”yi temsil ettiği bir ortamdan söz ediyoruz. Bu anlamda bizim müziğimiz “acı”ya talim edemeyeceği gibi, onu “hafif tat”larla da dengeleyemez. Ayağa kaldıracak, henüz 18 yaşını sürerken mücadeleyi “yorgun savaşçı” psikolojisiyle sırtlamaya kalkan gençleri de sarsacak bir müziğe gereksinimiz var. edilmezse, Sovyetler Birliği, eğitilmiş burjuva-aristokrat ailelerden gelenlerin salonlarda dinlediği “gelişkin müziğe”, işçi kitlelerinin eğlence mekanlarında mahkum olduğu “ucuz müziğe”, köylülüğün dinsellik ve tutuculuktan arındırılmayı ve “geri” tekniklerin bağlayıcılığından kurtarılmayı bekleyen “halk müziği”ne talim etmeye devam edecekti. Yaşamın bir parçası olan, Sovyet insanını yücelten, onu mücadeleye, dayanışmaya ve gelişkin olana özendiren bir müzik gerekiyordu. Bütün bu tartışmalar bir yana, ilk dönemi atlattıktan sonra, Sovyet iktidarı yukarıdaki üç kulvarı birbirine yaklaştırmayı denedi ve belli ölçü-

likte mücadeledir; müziğin birlikte söyleme ve birlikte mücadele etme alışkanlığını geliştirmesi beklenir. 3. Coğrafyamızın çektiği acıları unutamayız, o acıların sanatsal ifadesini yok sayamayız. Ancak “acı”yı bastıracak olan “heyecan”, “coşku” ve “öfke”dir. Bizim toplumumuz ise acının “ağır”lığını popüler müziğin tekdüze “ritmi”ne tabi olmuş “hızlı” parçalarla telafi etmektedir. Burada ne heyecan, ne öfke, ne coşku vardır; aslında ortada insan da kalmamıştır. Serdar Ortaç’ın “kalite”yi temsil ettiği bir ortamdan söz ediyoruz. Bu anlamda bizim müziğimiz “acı”ya alan açamayacağı gibi, onu “hafif tat”larla da dengeleyemez. Ayağa kaldıracak, henüz 18

idare edemeyiz. “Osmanlı’nın klasik müziğini neden dışladık” türü kemalizmle ucuz hesaplaşma argümanlarını kullanamayız. Birikimi elbette toprağımızdan ve toplumsal mücadelelerin dünya ölçeğinde bugüne taşıdığı müzikal mirastan alacağız. Ancak önce şuna karar vereceğiz: Ne için müzik? Komünist toplumda bilemem ama şu anda hiç tereddütsüz: Devrim için müzik! İnanıyorum ki, partili ve parti dostu müzisyenler çoğunlukla büyük bir beğeni ile izlediğimiz yaratıcı enerjilerini bu gereksinime daha fazla odaklamanın yolunu bulacaklar. Kemal OKUYAN


38 PARTİLİ YAŞAM 1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

Ölümünün birinci yıldönümünde Kamil abinin anısına

İşçi önderi deyince... “Hadi” demişti. “Ne bekliyorsun? Şimdi değilse ne zaman yapacaksın?...” Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’ndeki fabrikada işçiler sendikaya üye olmuştu. Patron, ertesi gün için bütün işçiye “08.00-16.00 vardiyasına gelinecek” haberi salmıştı. Sabah işçiler fabrikanın önüne geldiler. Kapı duvardı. İşçiler tedirgindi. Homurdanmalar yükseldi. Yarım saat sonra fabrikanın avlusuna bir araç geldi. Elinde megafonla personelci göründü. Ceketinin cebinden çıkardığı uzunca bir listeden kapının dışında bekleyen sayıları üç yüzü geçkin işçiye “duyuru yapıyorum” diye seslendi. Ardından isimler okumaya başladı. Beş, on, elli, yüz, üçyüz... Tam üç yüz yirmi isim okudu. “İsmini okuduklarım ekonomik kriz nedeniyle işten çıkarılmıştır” diye tamamladı. Sonra çekti gitti. İşçiler birbirlerine baktılar. Sonra yanlarındaki sendikacılara... İşte tam o anda kararı açıklayacak sendika sorumlusunu köşeye çekmiş ve o cümleleri kurmuştu. “Şimdi zamanı. Sonra de-

ğil...” Üç yüz işçi kararsızlığı atıp raylı kapının üzerinden teker teker içeriye atladı. Fabrikanın içine kapandı. 2008 yılının Aralık ayında, ekonomik kriz bahanesiyle on binlerce işçinin işten çıkarıldığı o günlerde, Sinter Metal işçileri önce fabrika içinde, sonra dışında aylar sürecek direnişe böyle başladı. Ölümünün ilk yıldönümünde Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde anısına bir toplantı düzenledik. O toplantıda, Kamil abinin Grammer Koltuk fabrikası örgütlenmesi için aylarca Bursa’da kaldığı dönem, hem sendikaya hem TKP’ye örgütlediği bir işçi şunları söyledi: “Ne zaman başım sıkışsa, zor durumda karar vermem gerekse, şimdi Kamil abi olsaydı ne yapardı, diye düşünüyorum”. O işçiler Kamil abinin ağzından çıkacak iki cümleye bakarlardı. Hem hataya düşmemek, hem de mücadele için enerjilerini, morallerini ve inaçlarını yeniden artırmak için. O da onlara güvenirdi elbette. Ama asla kısa erimli çıkarlarına teslim olmazdı. Ego sorunu olmadan lider vasıflara sahip olmak... Kamil abi en iyi örneklerden biriydi. Kamil abi sadece bir sendikacı olsaydı, sendikacı kimliği devrimciliğinin önüne geçenlerden olsaydı bunları sanırım söyleyemezdik. Kamil abi dürüst bir sendikacıydı. İşçiydi, fabrikasında sendikayı örgütledi. Temsilci oldu. Şubede görev aldı. Genel başkanlık dahil sendikasının her kademesinde görev yaptı. Sonra bir gün seçilemedi. Bir süre sonra sendikası O’nu, sendikanın örgütlenmesi için göreve çağırdığında hiç tereddüt etmedi. Burası önemlidir. Zira Kamil abi, sendikacılığın bir

meslek haline geldiği, kariyerizmin tavan yaptığı, sendikacının kişisel yaşamında ve toplumsal statüsünde değme bürokrat ve özel sektör yöneticisine taş çıkartacak olanaklara sahip olduğu bir dönemde sendikacılık yaptı. O hiçbir zaman sendikacılığı bir kariyer kapısı olarak görmedi. Sendikanın genel başkanı olduğu dönemde de, öncesinde de, sonrasında da yaşamındaki mütevaziliğe hepimiz tanık olduk. Bir sendikada uzun süre profesyonel yöneticilik, yıllarca genel başkanlık yaptıktan sonra, işçilerin örgütlenmesi için şehir şehir dolaşan, gündüzlerini fabrika kapısında direnişçi işçilerle, gecelerini ise yıldızı olmayan otel odalarında, misafirhanelerde geçiren kaç sendikacı var artık? Kamil abi, dürüst bir sendikacıydı ve iyi bir komünistti. Sendikal mücadele ile siyasal mücadeleyi hep birlikte yürüttü. Hayatının her döneminde örgütlü oldu. Aydının, akademisyenin, sendikacının örgütsüzlüğü vaaz edilirken, o hep partili oldu. Komünist olmak, komünist partili olmak O’nun herzaman gurur kaynağı idi. O’na “Kamil Başkan” diye hitap edenler, yine O’nun “komünist Kamil” olduğunu hep bildiler. İsminin arkasındaki sıfat baştakinin önüne hiçbir zaman geçmedi. O bir komünist olarak işçilik hayatına başladı, öyle de bitirdi. Partisi ondan ne istediyse elinden gelenin fazlasını ortaya koyarak yapmaya çalıştı. Yurtsever Cephe İşçi İnisiyatifleri’nden, İşçi Birliği bölge örgütlenmesine, tekil tekil işyeri örgütlenmelerinden partinin merkezi kurullarındaki görevlere kadar, hiçbir görevi gocunmadan, küçümsemeden yerine getirmeye çalıştı. Son güne kadar bunu yaptı.

Hastalığının kendini belli ettiği ilk gün sendikanın Gönen Kemal Türkler Eğitim Tesisleri’nde idi. Tesislerde eğitim alan işçiler O’nu hastaneye kaldırdılar. O vakit anlaşıldı hastalığının ciğerlerini sardığı, için için ilerlediği. Kamil abiye çok ağır bir tedavi uyguladılar. Tam bir buçuk yıl. Cüsseye göre tedavi deyip gülüyorduk. Tedavi mi ayakta tuttu yoksa mücadeleye olan inancı mı bilemem ama hiç teslim olmadığına o süre zarfında sürekli yanında olan biri olarak doğrudan tanık oldum. Kendisine radyoterapi yapan hemşireye Sol dergisi götürüyordu. 1 Mayıs’ta alanda birlikteydik. Taksim Meydanı’nda önce partisiyle, alana girdikten sonra sendikası ile birlikte yürüdü. Bir oraya bir buraya koşturdu. Dışarıya çıkması zorlaştığında referandumda oy kullanacağı sandığın okulun dördüncü katında olmasını dert etti. Oy kullanabilmek için formüller üretti. Bildiriler istedi. Hasta yatağında ziyaretine gelenlere “Hayır” gazetesi dağıttı. 11 Eylül 2010’da O’nu kaybettik. Nefesi asla tükenmezdi Kamil abinin. O amansız hastalığa yakalanmasaydı tükenmezdi de. Kamil abinin ardından yapacağımız şey belli. Ölümünün birinci yıldönümünde, Mehmet Yavuzkan’ın soL haber portalındaki köşe yazısından aktarmak sanıyorum yeterli: “Kamil abinin deneyim ve birikimleri, yoldaş ve dostlarının hafızalarındadır. Geçmişten bugüne, onunla birlikte mücadele eden yoldaşları, dostları ve işçi arkadaşları, bu güzel insanın mirasını genç işçilere bırakmak zorundadır. Anlatarak değil, mücadeleyle... Ezbere değil eğiterek... Söyleyerek değil, birlikte ve göstererek...” Alpaslan SAVAŞ

Bursa’da kaldığı dönem, hem sendikaya hem TKP’ye örgütlediği bir işçi şunları söyledi: “Ne zaman başım sıkışsa, zor durumda karar vermem gerekse, şimdi Kamil abi olsaydı ne yapardı, diye düşünüyorum”. O işçiler Kamil abinin ağzından çıkacak iki cümleye bakarlardı. Hem hataya düşmemek, hem de mücadele için enerjilerini, morallerini ve inaçlarını yeniden artırmak için.


1 EKİM 2011 SAYI 337

KOMÜNİST

SOSYALİST DEVRİM İÇİN YAZILAR 39

Türkiye’de komünistler müttefiksiz mi kalacak? Kemal OKUYAN Kürtler, kemalistler ve komünistler... Türkiye’de devrimin ancak 3K formülüyle gerçeklik kazanacağı çok söylendi. Niyet ve öncelikleri birbirinden farklı kişiler bu “tarihsel” ittifaka işaret edip, onun için dilek tuttular. Türkiye Komünist Partisi de Kürt dinamiğinden sosyalizan bir kol çıkmadıkça ve kemalizm tarafından biçimlenen toplumsal kesimlerin bir bölümü sosyalist yönelimli bir “kopuş” yaşamadıkça Türkiye devriminin soluksuz kalacağını yeri geldiğinde vurgulamıştı. Kürt sorunu gündemdeki yerini koruyor, Kürtler siyasi ve ideolojik açıdan hareketli, yer değiştirmelere açık bir ulus olma özelliğini sürdürüyor. Kemalizm ise “evsahibi” olma vasfını yitirirken kendisine farklı farklı noktalardan bağladığı geniş bir kesime “başının çaresine bak”tan başka bir çıkış yolu önermiyor. Özgürlük arayan Kürtlerle “özgür bırakılan” kemalistlerin Türkiye siyasetindeki etkisi, zaten ideolojik sınırları her zaman belirsiz kemalizmin kendisi iktidarsızlaşsa da, sürmeye devam edecek. Komünistlerinse

Birbirleriyle hiç ilişkilenmeseler, hatta birbirlerini “düşman” olarak tanımlasalar bile Kürt siyaseti ve en geniş anlamıyla kemalistler AKP’de somutlanan projeyi durdurmaya gerçekten karar verselerdi, her tür dış desteğe rağmen Erdoğan ve arkadaşları bugünkü başarı öyküsünün yanından dahi geçemezdi.

toplumsal ağırlığı dün zayıftı, bugün de öyle. Ama umudu örgütleyen, tutarlı bir programla emekçi sınıflara çıkış yolu öneren ve bunu yapabilme potansiyeline sahip tek hareket olma ayrıcalığını yitirmedi komünizm. Dolayısıyla kağıt üzerinde 3K değerini koruyor. Bu durumda güncel siyasi konumlanışların hep bu formülü kolaylaştıracak, bu formülün önünü açacak bir içerikle kurgulanması gerekmiyor mu? Örneğin Çatı Partisi bu açıdan bir fırsat değil midir? Kemalizm madem artık sermaye sınıfı için değersizleşti, o halde neden onu kapsamak için daha cesur hamleler yapılmasın? Eğer bu sorular, sosyalist devrimci bir perspektifin ürünüyse, Türkiye’de sosyalizmin gerçek bir seçenek haline gelmesi kaygısını yansıtıyorsa, kolaycı yanıtlardan uzak durmalı, çekici formüllerin barındırdığı tuzaklardan korunmalıyız. Önce bir hatırlatma! “Türkiye büyük bir dönüşüm geçirdi. Cumhuriyetlerin biri diğerinin yerini aldı”, kulağa basit gelebilir. Ancak biliyoruz ki, uzun yıllara yayılan, zaman zaman kaotik, zaman zaman farklı vektörlerin birbirini çelen girdilerinin sonucu olarak spazmatik ama sürecin bütünü açısından son derece sistematik bir başkalaşma yaşadı ülkemiz. 3K bu başkalaşmayı engelleyememiştir. Komünistlerin gücü yetmemiştir. Kemalistler hem “geride kalan”ı savundukları için hem sermaye bağlantısından kurtulamadıkları için direnç gösterememişlerdir. Kürt siyaseti ise en kritik noktada dönüşüme yardımcı olmuştur. Bu nedenle Kürtler ya da kemalistlerin içinden daha farklı bir strateji öneren kollar çıkmamış ya da böyle bir strateji

kendisini hissettirmemiştir. Şu anda “kuruluş” ve giderek “konsolidasyon” evresini yaşayan İkinci Cumhuriyet’in her iki kesimde ne tür etkiler yaratacağı, bugünkünden farklı dinamiklerin ortaya çıkıp çıkmayacağı kolayca kestirilemez. AKP ilkinden tümüyle kurtulmak için gerçekleştirdiği hamleler boyunca, kemalizmin seslendiği toplumsal dokuya da Kürt nüfusuna da yalnızca karşıya alarak yaklaşmadı. Kürt insanı, solcu geçinen bazı aydınların da katkısıyla AKP’nin devletin kanlı kolunu kırmakta olduğuna büyük ölçüde ikna edilirken, kemalist cenahın içinde ideolojik açıdan her zaman baskın olan orta sınıf bloğu iktidarın emeği ezen ekonomik “başarı”larından sessizce nemalandı, üstelik birinci sıraya koyduğu “istikrar”a kavuşmanın keyfini sürdü. Zaten, birbirleriyle hiç ilişkilenmeseler, hatta birbirlerini “düşman” olarak tanımlasalar bile Kürt siyaseti ve en geniş anlamıyla kemalistler AKP’de somutlanan projeyi durdurmaya gerçekten karar verselerdi, her tür dış desteğe rağmen Erdoğan ve arkadaşları bugünkü başarı öyküsünün yanından dahi geçemezdi. Bütün bunları hatırlatmamızın bir nedeni var. İkinci Cumhuriyet’in konsolidasyon döneminde Türkiye’nin ideolojik-siyasal haritasının yeniden oluşmasına, eski referansların kaybolmasına zaman tanınmalıdır. Birinci Cumhuriyet koşullarına endeksli formüller, ittifak politikaları artık tamamen geçersizleşmiştir.

Söylenenler çok mu “edilgen” bir stratejiye işaret ediyor? Hiçbir biçimde etmiyor. Sosyalist hareketin şu anda rol dağıtıcılığına soyunamayacağını söylüyoruz. Bu kadar basit. Ama ötesi de var. Komünistler kendi rollerinin hakkını verirlerse, Türkiye’nin siyasal ve ideolojik haritasını, yalnız kendileri değil başka aktörler üzerinden de değiştirirler. Öbür türlüsü olmaz. Sosyalist devrimin ittifaklar politikasında “işçi sınıfı” kendi siyasal öncüsü aracılığıyla merkezde durur. Şu anda dengeler buna izin vermiyor. Bırakın bunu, şu anda işçi sınıfı başkaları açısından ittifak konusu olarak dahi görülmüyor. Tamam, ittifaklar politikası güncelliğin esiri olamaz ama gerçek dinamikler ve gerçek siyasi aktörler olmaksızın bizzat ittifak girişiminin aktörlere şekil vereceğini, kendi sinerjisini yaratacağını safça düşünerek de devrimci siyaset olmaz. Bugün komünistlerin müttefiksizliği kaçınılmazdır. İşbirliğinden, başka biçimlerden söz etmiyorum. Dönemin ruhuna uygun, az-çok kalıcı bir ittifaklar politikası geliştirmek için ne veriler ne de aktörler hazırdır. Komünist hareket etkileşimle ve yanaşarak güçlenmeyi değil, kendini ortaya koyup belli bir alanı kaplayarak etkilemeyi ve dostluğu hedeflemek durumundadır. TKP’nin ittifaklar politikası tam da budur.


KASIM 2002 - 70 x 100 cm. PARTİMİZİN, TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ ADIYLA KATILDIĞI İLK SEÇİMİN PROPAGANDA AFİŞLERİNDEN BİRİDİR.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.