komunist_338_int

Page 1

KOMÜNİST EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR

Metin Çulhaoğlu, Birgün’de yayınlanan bir yazıdan hareketle “Demokratik Özerklik” tartışmasına sosyalizm perspektifi ile katılmanın sınırlarına işaret etti. SAYFA 18-19

1 KASIM 2011 SAYI 338 FİYATI: 5 TL

KONGRE GİRİŞİMİ Seçim ittifakının genişletilerek kurumsallaştırılması anlamında Kongre Girişimi ve Kongre hareketi siyasal yelpazenin -Kürt ulusallığı dışında- neresine yerleştirilebilir? Bu sorunun yanıtını vermek kolay değil.

Solculuğu nasıl rezil ettiler?

Demokratik özerklik nasıl tartışılmamalı?

Türkiye’de işçi sınıfının, emekçi halkın, solculuğun bu girişimin dışında güçlü bir sosyalizm sesine ihtiyacı var. İlk bakışta sanılacağının tersine, Kürt ulusal hareketinin ve söz konusu ittifakın içindeki samimi sosyalistlerin de bu sesi duymakta daha fazla çıkarları olacaktır. SAYFA 6-7

EKİM DEVRİMİ ESKİMEK BİR YANA… DEĞER KAZANIYOR

Sol ile ilişkileri dergilerindeki ya da parti tabelalarındaki sıfatlardan ibaret kalmış, retorik düzeyde bile sol diyemeyeceğimiz çevrelerin AKP ile girdikleri ilişki kaza olarak değil, ancak yıllarca aradıkları liberal limanı bulmaları olarak adlandırılabilir.

SAYFA 8-9

TUNUS’TA ‘DEVRİM’DEN İSLAMCILAR ÇIKTI! “Arap Baharı” denilen büyük emperyalist operasyon sonuç almaya devam ediyor. Tunus’ta seçimleri AKP taklitçisi İslamcı parti kazanırken, seçim sonuçları ABD’nin tam istediği türde bir tablo ortaya koymuş oldu. SAYFA 10-11

2011’den 1917’ye komünist selamlarımızla... Ali Mert, Mesut Odman, Metin Çulhaoğlu, Nihat Behram ve Özgür Şen Ekim Devrimi’nin kendileri için bugün ne anlama geldiğini yazdılar. MarksistLeninist Araştırmalar Merkezi Ekim Devrimi ile ilgili temel kaynakları ve TKP’nin 1920’lerde Rus Devrimi’ne yaklaşımını değerlendirdi. SAYFA 20-28


2 PANO 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

KOMÜNİST, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin aylık sesi olarak yeniden hazırlandı. Partili yaşamı zenginleştirmek, yoldaşlık hukukunu güçlendirmek, kavgamızın ortak aklını geliştirmek için daha nitelikli KOMÜNİST, daha iddialı KOMÜNİST, daha fazla okunan KOMÜNİST, düzenli tartışılan KOMÜNİST, her fırsatta katkı konulan KOMÜNİST. Daha çok komünist için KOMÜNİST!

Van depreminde TKP Türkiye Komünist Partisi 1999 Gölcük depreminde olduğu gibi, Van’da da mümkün olduğunca düşük yoğunluklu siyasal çalışma, buna karşılık insani yardım açısından mümkün olanın en iyisini yapabilme ilkesiyle hareket etti. İnsanların acılarını küçük hesaplara malzeme yapmak bizden uzak duracaktı elbet. Türkiye Komünist Partisi’nin örgütlerinden Van merkezine ve Erciş’e gerekli birçok malzeme yollanırken, Van örgütü ve diğer illerden giden partililer yardım çalışmalarına katıldılar. Öte yandan, siyasi iktidar, başından beri sürekli olarak sağa sola sataşarak, beceriksizliğini örtmek için gerçekleri çarpıtarak ve depremin hem ırkçı hem de gerici hezeyanlara malzeme olmasına çanak tutarak bizi zorla “siyaset yapma”ya yöneltiyor. Zaten Vanlılar da acılarını bir nebze kenara koyarak, hükümetin sorumsuz tutumuna karşı tepki vermeye başladılar kısa süre içinde. Depremde il örgütünün bulunduğu bina da hasar görürken, parti çalışmaları kurulan çadırda sürdürüldü. Çatlak duvarlarda çerçevelenen Marx ve Engels ise insanlığın bu trajediden hâlâ kurtulamamasının hüznüyle ama umutlarını canlı tutarak bakar gibiydi.

Van depremi dayanışma organizasyonu*

Van depremi sonrasında bölge halkına ulaştırılacak yardımlar için dikkat edilmesi gereken noktalar şöyledir: 1. Öncelikli ihtiyaçlara uygun yanıtlar üretmek açısından ulaştırılması gereken maddeler vardır. Bunların bir kısmı (gıda vs.) özel koruma ve ulaşım koşulları gerektirmektedir. Bu koşulları yerine getirecek şekilde yardım toplayan kuruluşlara iletilmeleri daha doğru olacaktır. a. An itibariyle TKP ilçe binalarında toplayıp, koruyabildiğimiz ve ulaştırabildiğimiz temel ihtiyaç malzemeleri ise şöyledir: Sabun, Şampuan Kağıt mendil Aydınlatma malzemesi ( Fener, mum,lüx, kibrit vb.) Çöp torbası Biberon Kışlık elbise, palto, bot, eldiven, şapka, yağmurluk, çizme (kadın- erkek, kız çocukerkek çocuk ayrı) Böcek ilaçları diş fırçası, diş macunu çorap (çocuk dahil) b. Gerekli koşulları sağlayan kuruluşlar kanalıyla iletilebilecek ihtiyaç malzemeleri ise şöyledir: Bebek maması Kutu süt, ayran, incir, pestil, kuru yemiş (Saklama ve ulaştırma koşulları, dayanıklılık gibi faktörler gözetilerik iletilecek gıda maddelerinin niteliği belirlenmektedir.) Gıda yardımları için TKP ilçe binalarında gerekli koşulları şu anda oluşturmamız mümkün görünmediği için bunların uygun kurumlar aracılığıyla iletilmesini öneriyoruz. 2. Özellikle giysi, çamaşır, battaniye gibi malzemeleri yardım amaçlı olarak hazırlarken, kullanılabilir durumda olmaları konusunda dikkatli olunmasını rica ediyoruz. 3. Yukardaki listeye önümüzdeki günlerde başka maddeler eklenebilir. Deprem sonrası barınma koşullarına vs. bağlı olarak ihtiyaçlar çeşitlenecektir. 4. İlaç ve benzeri tıbbi malzeme ihtiyaçları olacaktır. Öte yandan bunların güvenilir kanallarla ulaştırılmasında fayda vardır. Şimdilik bölgedeki sağlıkçıların verdiği bilgileri değerlendirerek ilçe binalarımızda ilaç yardımı için çalışma başlatmamış durumdayız. Gelişmelere bağlı olarak bu konuda da adım atabiliriz. Türkiye Komünist Partisi Van Depremi Dayanışma Komisyonu vandepremi@tkp.org.tr Tel: 0.549.430 50 00 *Komünist’i okuduğunuzda dayanışma komisyonu yeni açıklamalar yapmış olabilir. Lütfen TKP internet sitesinden (www.tkp.org.tr) duyuruları takip ediniz.

Türkiye Komünist Partililer, Parti’nin dostları... Komünist’in sayfaları, Parti’yle söyleşmek, tartışmak, paylaşmak ve sormak için!

KOMÜNİST AYLIK TÜRKÇE DERGİ - 2011 YEREL SÜRELİ YAYIN

Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem Ayaz Adres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu

www.tkp.org.tr e-posta: komunist@tkp.org.tr


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

KOMÜNİST’İN NOTLARI ARAP BAHARI Geçtiğimiz ay “Arap Baharı” adı verilen süreci yaşayan ülkelerden ikisinde bu baharın ne anlama geldiği açık bir biçimde gözler önüne serildi. Önce Libya’da yönetim tamamen NATO destekli işbirlikçi çetelerin eline geçti, eski devlet başkanı Muammer Kaddafi, yaralı olarak yakalandıktan sonra ABD direktiflerini uygulayan çapulcular tarafından linç edildi. Tunus’ta ise seçimler yapıldı ve beklendiği üzere islamcı parti büyük başarı kazandı. “ARAP BAHARI” İLERİCİ İNSANLIĞI HAZIRLIKSIZ YAKALADI. HAZIRLIKSIZLIK BÜYÜK BİR DEVRİMCİ FIRSATIN KAÇIRILMASI ANLAMINDA DEĞİL, BÜYÜK BİR EMPERYALİST OPERASYONUN ZAMANINDA ANLAŞILAMAMASI ANLAMINDA DEĞERLENDİRİLMELİ. DÜNYADA BİRÇOK DEVRİMCİ PARTİ, İLERİCİ SİYASETÇİ ARAP DÜNYASINDAKİ KIPIRDANMANIN OLUMLU YÖNLERİNİ ABARTTI. KISA SÜRE SONRA DURUMU ANLAYARAK TUTUMLARINI DEĞİŞTİRDİLER BELKİ AMA DÜNYA KAMUOYU BİR KEZ “ARAP BAHARI” ZOKASINI YUTMUŞTU. BU YANLIŞA BİR DE BİZDE ÖRNEKLERİNİ ÇOK SIK GÖRDÜĞÜMÜZ TÜRDE “DEVRİMCİ”LERİN EMPERYALİST OPERASYONLARI GÖZ GÖRE GÖRE DESTEKLEMELERİ, BUNU DA DEMOKRASİ ADINA YAPMALARI EKLENDİĞİNDE, İLERİCİ CEPHENİN BU GELİŞMELER KARŞISINDA BÜYÜK ÖLÇÜDE SINIFTA ÇAKTIĞI GÖRÜLDÜ. TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ, BAŞINDAN BERİ BU KONUDA DOSTLARINI UYARDI, YAŞANANLARIN DEVRİM DEĞİL, EMPERYALİST BİR OPERASYON OLDUĞUNDA ISRAR ETTİ. BU OLANLAR MARKSİST TEORİNİN, İLKELERİN VE SOMUT DURUMU ANALİZ ETME YETENEĞİNİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA GÖSTERDİ.

DEPREM VERGİSİ ve BAĞIŞLAR 1999 depreminin faturasını halka ödetmek için çıkarılan vergilerden “deprem vergisi”, Van depreminden sonra Prof. Dr. Ahmet Ercan’ın bir çıkışı ile gündeme geldi. TRT’deki bir programda hasarlı binaların yerine yenilerinin deprem vergisi adı altında toplanan paralarla yapılması gerektiğini söyleyen Ercan, işgüzar sunucu tarafından susturulurken, konuyla ilgili olarak hükümet cephesinden tuhaf bir açıklama geldi. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “biz bu paralarla duble yol, hastane vb. yaptık” diyerek 40 milyarın üzerindeki bir meblağı istedikleri gibi harcadıklarını itiraf etti. HÜKÜMETİN VERGİ, KATKI PAYI GİBİ ADLARLA HALKTAN ZORLA TOPLADIĞI PARALARI, İDDİA EDİLEN AMAÇLA DEĞİL DE, İSTEDİĞİ ALANLARDA KULLANMASI ALIŞILMIŞ BİR UYGULAMA. SONUÇTA BUGÜNKÜ SÖMÜRÜ DÜZENİ, TOPLUMSAL KAYNAKLARIN PATRONLARA AKTARILMASI İÇİN SAYISIZ MEKANİZMA GELİŞTİRMİŞ DURUMDA. ANCAK YİNE DE BU PİŞKİNLİĞİN ÜZERİNE GİTMEK GEREKİYOR. ÖTE YANDAN DEPREM GİBİ GENİŞ YIKIMA YOL AÇAN FELAKETLERDEN SONRA HALKIN DAYANIŞMA ALIŞKANLIKLARININ İSTİSMAR EDİLMESİNE DE SON VERİLMELİ. BU TÜR DÖNEMLERDE İNSANLARIN YARALARIN SARILMASI İÇİN BİRBİRİNE YARDIMCI OLMASI, SON DERECE GÜZEL VE DESTEKLENMESİ GEREKEN BİR OLGUYKEN, DEVLETİN KENDİ ÜZERİNDEKİ SORUMLULUKLARI TOPLUMSAL DAYANIŞMA KÜLTÜRÜNÜN ÜZERİNE YIKMASININ DA ÖNÜNE GEÇİLMELİ. HALKTAN PARA TOPLAYAN DEVLETİN OLANAKLARI PATRONLARA VE YANDAŞLARA PEŞKEŞ ÇEKİLECEK, HALKIN İHTİYAÇLARINI İSE YİNE HALK KARŞILAYACAK. BU DA GİZLİ BİR VERGİLENDİRMEDİR VE KABULLENİLMEMELİDİR.

SİYASET 3

TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİMİZ Van depremi, Türkiye’nin Çukurca’dan gelen ölüm haberleri ve sınır ötesi harekat söylentileri ile gerildiği bir sırada gerçekleşti. Sarsıntı haberi ile birlikte derhal yardıma koşanların yanı sıra “Allahın sopası yok, Kürtler bunu hak etti” diye ortalığa dökülenlere de rastlandı. Kahve köşelerinde, elektronik ortamda, ulaşım araçlarında bu ırkçı söylem hiç de marjinal kalmadı, zaman zaman televizyon ekranlarına dahi egemen oldu. Bir başka güruh ise ısrarla “Vanlıların yaşam tarzları nedeniyle cezalandırıldığı”nı propaganda ediyordu. İçki içenlerin, başı açıkların sonu buydu! Hükümet bu tehlikeli ve bağnaz yaklaşımlarla ilgili parmağını oynatmadı, tersine bunların önünü açtı. Türkiye çatışma ve deprem acısının yanında bir de bu rezalete katlanmak durumunda kaldı. KENDİMİZİ “HALKLARIN KARDEŞLİĞİ” SLOGANI İLE AVUTAMAYACAĞIMIZI VURGULADIĞIMIZ BİR SIRADA TÜRKİYE’DE TOPLUMUN SANDIĞIMIZIN DA ÖTESİNDE BİR KİRLENMEYE MARUZ KALDIĞI GÖRÜLMÜŞ OLDU. VAN DEPREMİNDEN SONRA NÜFUSUN KÜÇÜMSENMEYECEK BİR BÖLÜMÜ “KÖTÜCÜL” DUYGULARLA HAREKET ETTİ. BİR KEZ DAHA ANLAŞILDI Kİ, DEVRİMCİ MÜCADELE BU ÜLKEDE, ÇÜRÜMENİN BOYUTLARI HAFİFE ALINARAK SÜRDÜRÜLEMEZ. KUŞKUSUZ BU MÜCADELE, EMEKÇİ HALKIN İÇİNDE HALA VAROLMAYA DEVAM EDEN KİMİ DEĞERLERİ HAREKETE GEÇİREREK BAŞARIYA ULAŞACAK. AMA UNUTULMAMALI Kİ, O DEĞERLER BÜYÜK ÖLÇÜDE KUŞATILMIŞ HATTA HASAR ALMIŞ DURUMDA. KİMSE KENDİNİ MEDYADA ALLANIP PULLANAN “KARDEŞLİK” VAKALARI İLE KANDIRMAMALI. İNSANLIK ELBETTE BOYUN EĞMEYECEKTİR; İNSANIN İNSANA ETTİĞİ KÖTÜLÜKLERE DE AMA...

ÇUKURCA SALDIRISI Hakkari’nin Çukurca ilçesinde PKK tarafından birden fazla noktaya gerçekleştirilen saldırının 24 askerin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanması alışılan tepkileri bir kez daha yaratmasının yanında, şu ana kadar suskunluğunu bozmayan bir kesimi de hareketlendirdi. AKP’nin de fırsattan istifade ederek milliyetçi taban üzerindeki etkisini artırmaya çalışmasıyla birlikte Türkiye’de ilk kez bu kadar geniş bir kesim protesto gösterilerine katılmış oldu. Tepkilerin bölgelere göre farklılaştığı da gözlenirken birçok yerleşimde Kürtlere ait işyerlerine saldırıda bulunuldu, bazı gruplar sokaklarda terör estirdi. ÇUKURCA SALDIRISINDAN SONRA YAŞANANLARA ŞAŞIRMAK ANLAMSIZ. TÜRKİYE OLDUKÇA UZUN BİR SÜREDİR “DEHŞET DENGESİ”NDE DURUYOR. BİR HESAP HATASI, YERİ VE ZAMANI DENK DÜŞTÜĞÜNDE KÜÇÜK BİR KIVILCIM BU DENGELERİ TAMAMEN BOZABİLME POTANSİYELİNE SAHİP. AKP’NİN KÜRT SORUNUNU BİR KEZ DAHA KRİMİNALİZE ETME ÇABASI İÇİNDE OLDUĞU MALUM. ANCAK BU ÇABALARIN DİĞER AKTÖRLERCE DE DESTEKLENDİĞİ ANLAŞILIYOR. BU AŞAMADA TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ’NİN SORDUĞU SORU BÜYÜK ANLAM TAŞIYOR: DEVLETLE İLE PKK ARASINDAKİ GÖRÜŞMELERDE ANLAŞMAZLIK NOKTASI NEYDİ DE BUGÜN ORTALIK YANGIN YERİNE DÖNDÜ, GENCECİK İNSANLAR HAYATLARINI KAYBETMEYE BAŞLADI?


4 SİYASET 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Çok hesapçılar

Hükümetin zam manyaklığının anlamı

Emekçilerin “teğetle terbiye” edildiği bir ülkedeyiz. Kimi zaman devrimcilerin “işte kriz kaçınılmaz, bir vuracak, emekçiler neye uğradıklarını şaşırdıktan sonra ayağa kalkacak” diyerek değerlendirdikleri ekonomideki kırılganlık, geniş emekçi kitlelerinde tam ters bir etki yaratıyor.

Mehmet KUZULUGİL


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST Ekim ayı AKP’nin “fazla çalışma” yoklamasıyla başladı. “Gün ışığından yararlanma” önermesinin, “yoksul olmak istemiyorsak daha fazla çalışmalıyız” cümlesine altlık yapıldığı bu çıkış, Çalışma Bakanlığı’nın “bu yönde bir çalışmamız yok” açıklamasıyla kapatıldı. Geriye ise, bir kez daha emekçilerin bölünmüşlüğü ve gerici piyasacı partinin ideolojik hakimiyeti kalmış oldu. AKP bir kez daha hiç derin olmayan kuyuya bir taş attı ve “memurlar yan gelip yatıyor zaten, çalışsınlar tabii” sesini alarak sevindi. İşçi sınıfının ve emekçi halkın bölünmüşlüğü, kökleşmiş ideolojik zaaflar bu tartışma içinde kendini göstermiş oldu. Rekabet emekçiyi öldürüyor Sermaye sınıfını yoksulluk karşısında tepkisizlikten daha fazla rahatlatan bu: “ben bu haldeyken, başkaları da benden iyi olmasın” hissiyatı sosyal adalet arayışına ya da bir tür servet düşmanlığına değil akılsızca bir yoksullar arası rekabete işaret ediyor. Yoksullukla pençeleşen ve ağır çalışma koşullarına mahkum edilen emekçi, zengin takımına gıpta ile, kendisinden biraz daha iyi durumda olan emekçiye ise kıskançlık ve düşmanlıkla bakıyor. AKP’nin bir diğer ekonomik atağı ay ortasında geldi. Yine ideolojik etkileri iyi tasarlanmış olarak. Çeşitli dolaylı vergi kalemlerine getirilen yeni yükler, elektrik, su ve doğalgaza yapılan “otomatik” zamlarla birlikte piyasaya sürüldü. Alkollü içkiler ve tütün mamüllerine getirilen abartılı ek vergiler bu “zararlı maddeleri” kullananların itirazları ağızlarına tıkılarak geçiştirildi. Az içilecekti, hem bünyenin sağlığına iyi gelecekti, hem cüzdana. AKP, “yaşam tarzı” terörüne hız verirken zam konusunda

da üste çıkıyordu. Bu şekilde bir yandan elektrik, su gibi hiç de zararlı olmayan kalemlerde yapılan zamlar geri plana itilip, “lüks ve gereksiz tüketim”deki zamlar savunuluyor, bir yandan da AKP’nin kendisinden farklı yaşayanlara dönük tahammülsüzlüğü ve gaddarlığı meşrulaştırılıyordu. Üstelik Çukurca saldırılarının ardından zam konusunun gündemi işgal (!) etmesi de mümkün olamıyordu. Yaygın sessizlik Zamlar sonrasında parti örgütlerimiz pek çok yerde benzer sorularla karşılaştı. “Bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?” ya da “Parti bir tepki verecek mi?” Soruların çokluğu ile toplumdaki tepkisizliğin keskinliği arasındaki çelişki gerçekten üzerinde durulmayı hak eden bir şey. Her şey bir yana, halkımız neden bu kadar ilgisiz ve tepkisiz kalıyor? Çok belirleyici bir nedenin ülkemizin “teğetle terbiye” edilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Kimi zaman devrimcilerin “işte kriz kaçınılmaz, bir vuracak, emekçiler neye uğradıklarını şaşırdıktan sonra ayağa kalkacak” diyerek değerlendirdikleri ekonomideki kırılganlık, geniş emekçi kitlelerinde tam ters bir etki yaratıyor. Emekçiye olan oluyor ve “şükür bu da sadece teğet geçti” denilerek karşılanıyor. Halkımızın son 20 yılda aslında sürekli diken üstünde olduğu açık. Bunu AKP iyi yönetiyor. “Buna da şükür” dedirtmeyi iyi biliyor. Bir diğer neden de herhalde hedefin daha doğrusu yoksullaşmanın nedenlerinin belirsizleştirilmesi. Enflasyonist politikaların emeğe saldırının temel aracı olduğu dönemde zamlar, fiyat artışları emekçiler için daha açık birer neden olarak durabiliyordu. AKP ile oyunun kurallarının biraz değiştiğini görmek gerek: Son yapılan zamlar da emekçiler tarafından “yoksullaşma”nın ta kendisi olarak görülmeyecek. İçki sigara tarafı bir yana diğer zamlar da bir miktar konuşulacak ve emekçiler için hayat biraz daha (ama yalnızca biraz daha) eksilmiş olarak devam edecek. Üstelik bu eksilme sermaye

medyasının sürekli pompaladığı “dünyada kriz fena geliyor” korkusu ile yan yana geldiğinde sadece şükretmeye açılacak. Ne yapılır? Devrimcilerin kolaycılıktan uzak durmaları gereken zamanlar vardır. İşin aslı, her zaman kolaycılıktan uzak durmak gerekir ama belli dönemlerde kolaycılığa düşmek pahasına “hızlı ve pratik” olmak gerekebilir. Kolaycılık böyle dönemlerde bir zaaf değil bir meziyet bile olabilir. Böyle bir dönemde olduğumuzu sanmayalım. “Zamlar yapıldı, manşet de oldu. Haydi sokağa dökelim milleti” taktiği bu dönemde sökmüyor. Yoksullaşmanın ve sömürünün sistemik kaynaklarını anlatmadan toplumun “tepki vermesini” bekleyenler hayal kırıklığına mahkum oluyor. Yukarda andığımız korku ve yanılsamaları pozitif bir devrimci enerjiye çevirmek için ciddi bir ideolojik mücadeleye ihtiyaç var. AKP, “işte bakın gördünüz mü” denilerek mahkum edilecek bir hükümet değil şu anda, “işin içinde iş var, fena oyuna geliyorsunuz”u göstererek mücadele edebiliriz. Ve tabii bir de saatlerimizi gazete manşetlerine değil, halkın gerçek yaşamına göre ayarlamak zorundayız. Doğal gaz zamları şimdi belli oldu ama bazı sonuçları zamanla ortaya çıkacak. Halkın tepkileri de böyle bir faz farkıyla ortaya dökülecek. Bunu iyi takip etmek, “eylemin zamanını” akıllıca belirlemek gerekir. Tabii en önemlisi siyaset – ekonomi bağlantısını gereken esneklikte ve doğrulukta kavramak gerekiyor. Devrimcilerin, “siyasette sıkıştık, Kürt sorunu, Arap baharı, Türkiye’nin model ülke rolleri bizi zorluyor. Şöyle sağlam bir ekonomik kriz ise kaçınılmaz. Zamlar da bunun işareti. Hadi koşalım” kafasıyla hareket etmeleri sonuç verici olmayacaktır. Sabırla emekçilerin zihninde taş üstüne taş koymalı ve silkelenme anlarını iyi takip etmeliyiz. Mehmet KUZULUGİL

SİYASET 5

Köylü yine sonradan uyanacak 2011 sonbahar zamlarında bir kalem de tarımsal sulamaya yapılan yüzde 10,98’lik zam. Çiftçiler, bu zamdan, kış ayları nedeniyle ilk elden pek etkilenmeyecek ama 2012 yılının yazında onlar için de asıl sıkıntılar başlayacak. Bunun yanında özellikle küçük çiftçiler, her sene sulama mevsiminde elektrik faturalarını ödemekte de büyük güçlükler yaşıyor.

Bir karar verin Sigaraya, içkiye ve “başka şeylere” (!) konulan vergiler artırılırken gerekçe önce “cari açık” olarak açıklandı. Devlet vergi gelirlerini (ki son yıllarda düşme eğilimine girmişti!) artırmak zorundaydı, cari açık büyüyordu. Yani millet içtiği sigaradan, içkiden devlete epey bir gelir artırmış olacaktı. Derken başbakan açıklama yaptı ve “içmeyin şu zıkkımı olsun bitsin”e getirdi sözü. Karışık iş vesselam: Vatandaş içsin de cari açık kapansın, değil mi!

Ahlaksız vergiler Tükoder Beşiktaş Şube Başkanı Firdev Köroğlu’nun ifadesine göre Türkiye’de bütçedeki vergi gelirlerinin yüzde 76’sı vatandaştan alınan tüketim vergilerinden kaynaklanıyor. Avrupa’da bu vergilendirme biçimine “Ahlaksız Vergi” denildiğini anlatan Köroğlu, gelir vergisi sisteminde ‘vergi gönüllük esasına dayalı’ sloganının kullanıldığını “dolaylı vergilerde ise yoksul kesime dayatma olarak vergi alındığını” söylüyor. Özetle devlet vergi gelirlerini yüksek gelirli kesimleri vergilendirerek değil, milyonlarca insanı her tükettikleri şeyde soyarak elde ediyor. Dudak uçuklatıcı kazançlara sahip olan kişiler ve firmalar, vergi indirimleri ile vergi iadeleri ile rahatlatırken, emekçiler sadece içtikleri sigara üzerinden değil, şekerden, çaydan, sinemadan devlete vergi veriyorlar. Dolaylı vergilerin (yani kazanç üzerinden alınmayıp, başka kalemlere ekleme yoluyla toplanan vergiler) toplam vergi gelirleri içinde bu kadar ağır basmasının vergi adaletsizliğinin kesin kanıtı olduğunu söylüyor, uzmanlar.


6 SİYASET 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Türkiyeli bir Kongre mümkün mü? Kürt hareketi Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin içinden doğmuş, içinden doğduğu bu hareketi 1970’lerin ortamına ve Kürt kırsalına uygun bir tarzla, sert biçimde kenara iterek büyümüştür. Hareketin Türkiye sosyalizmine belli bir aşağılamayla bakması, istisnai veya kişisel bir tasarruf değildir, ne yazık ki.

Kürt ulusal hareketinin “Türkiye partisi olma” hedefinin ne zaman formüle edildiğini saptamak herhalde olanaksız. İç içe geçmiş toplumsal dinamiklerin ulusal kökene göre ayrıştırılmasının sağlıklı olmadığını ima eden ve ulusalcı ayrıştırmaya karşı bir toplumsal bütünleşmeyi öngören bu ifadeye kolay kolay kimsenin itiraz edemeyeceği bir geçerlilik atfedildi. Ancak ideolojik tabanı titrek her örnekte karşımıza kaçınılmaz olarak çıkan olgu bu örneğe de damgasını hep vurdu. “Türkiyeli olmak” özgün bir stratejik-

politik karşılık bulamadı, ordan oraya çekiştirildi ve içi boş bir slogana döndü. Peki Türkiyeli olmayı dışlayan bir Kürdîliğin maddi zemini çok mu güçlüydü? Kendi adıma bu soruya olumsuz yanıt veririm. Kürt toplumu Türkiye’deki kapitalistleşme ve kapitalist entegrasyon süreçlerini bire bir izlememiş olsa da, arkaik toplumsal yapılar kapitalistleşmeye direnerek değil, buna eklemlenerek ayakta kalmıştır. Aynı biçimde modern Kürt sınıflarının oluşumu da Türkiye ölçeğindeki oluşumların parçası olarak

hayata geçmiştir. Tarıma dayalı, feodal karakterli eski yerel egemenlerin bu karakterlerinin üstüne yürüyen bir burjuva devrimciliği yeşermemiştir. Direncin en son 1920’lerin isyanlarında dışa vurulduğunu ve bunun sonrasında Kemalizmle yerel egemenler arasında bir uzlaşmanın tesis edildiğini de söyleyebiliriz. Bu uzlaşmanın ürünü olarak yerel egemenlerin siyasal sisteme giriş mekanizmaları varlık kazanmış, bu sınıf zaman içinde Türkiye sermaye sınıfıyla da bütünleşme eğilimine girmiştir. Bu anlamda Kürt


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST siyasetinde etnik/ulusalcı bir yönelimi güçlü biçimde besleyebilecek özerk bir burjuva sınıfı da varlık kazanmamıştır. Bu kesim yakın zamanlarda iki uç verdi. Daha ziyade burjuva entelektüellerince temsil edilen ilki 2000’li yıllarda Barzanicilik olarak kendini göstermiş ve Kürt siyasetinin ana akımının “Türkiyeli olma” sloganını reddederek Kürdî bir kimliği alenen savunmuştur. Son 2-3 yılda ise Diyarbakır’daki ticaret ve sanayi çevrelerinde siyasal çıktısı ters yönde bir eğilim boy attı. Bu yerel burjuvazi gerek Türkiye sermaye sınıfıyla gerek uluslararası sermayeyle daha gelişkin bir bütünleşmenin savunucusudur ve son zamanların yerelleşme rüzgarında, bütünleşeceği büyük ağabeyleri tarafından yutulmama seçeneğini keşfetmiştir. İşçi sınıfına gelirsek; bağımsız, daha doğrusu kendi içinde bir sınıf olma ölçütlerini haiz bir Kürt işçi sınıfının varolduğu görüşü, üstünde çok durulmayan, tartışılmayan bir tez olarak ortaya atılmıştı. Bu tez ayrı bir Kürt kapitalizminden söz edilemeyen koşullarda baştan sakat doğmuştur. Üstüne göçün etkisi eklenmiş ve Kürt kökenli proletarya çoğunlukla Batıda istihdam edilir olmuştur. Kürt patronun memleketlisi işçiyi tercih etmesi olgusu sınıfsal bir eksene değil, etnik dayanışmaya oturmaktadır. Tersinden Kürt işçilerin Batıda daha aşağı sayılan işlerde çalıştırılmalarından da şu ana kadar bir sınıf dinamiği, sınıf kimliği türemiş değildir. Türkiye işçi sınıfının bütününün üstünde ölü toprağı serpiliyken Kürt işçiler özel bir hareketlilik sergileyemezlerdi. Kamu emekçileri hareketinde Kürt faktörü ise ulusal motifli bir hareketlilik halini aldı zamanla... Kürdî karakteri en belirgin sınıfın kır yoksulları olduğunu söyleyebiliriz. Bu kesim var olan Kürt ulusal hareketinin tarihsel kökeninde önemli bir yer tutar, ancak bugün aynı ölçüde belirleyici nitelik taşımamaktadır. Bu kısa turun nedeni Türkiye partisi veya Türkiyeli olma dileğinin toplumsal kaynağının hiç de zayıf olmadığını dile getirmekti. Bu maddi zeminin varlığına karşın neden Kürt ulusal hareketinin Türkiye’ye dair sözünün sınırlı kaldığı, bütünleştirici değil ayrıştırıcı eğilimlerin baskın çıktığı sorgulanmalıdır. Bu noktada iki yanıtımız var. Birincisi şu: toplumun/ülkenin bütününe yönelik bir bakış açısı ve duyarlılığın toplumun/ ülkenin bir kısmından türemiş ulusalcı bir hareket için kısıtlı olması kaçınılmaz bir durumdur, eşyanın doğası gereğidir. İkincisi, bu açığı kapatması mümkün biricik kaynak olarak

işçi sınıfının ve onun temsilcisi sosyalist hareketin aynı dönemdeki zayıflığıdır. Ayrı bir varlığa sahip olmayan “Kürt işçi sınıfı” bu sorunu gideremezdi. Özetle sosyalist hareketin zayıf düştüğü bir Türkiye’de, Kürt ulusal hareketinin ülkenin bütününe seslenmesi, bu anlamda Türkiye partisi olması bir dilekten öteye geçemezdi.

İki yakayı bir araya getirmek Bu iki yakayı birleştirmenin önünde bir dizi tarihsel ve güncel zorluk var. Bir: Kürt hareketi Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin içinden doğmuş, içinden doğduğu bu hareketi 1970’lerin ortamına ve Kürt kırsalına uygun bir tarzla, sert biçimde kenara iterek büyümüştür. Hareketin Türkiye sosyalizmine belli bir aşağılamayla bakması, istisnai veya kişisel bir tasarruf değildir, ne yazik ki. İki: Bir siyasi hareketin çeşitli mücadelelerin önderliğini ele geçirmek, içindeki etkinliğini arttırmak çabası normaldir. Ancak söz konusu siyasi hareket aynı zamanda bir ulusal karakter de taşıyorsa, karşımıza telafisi zor bir sürtünme çıkar. Artık farklı örgütler rekabet etmemekte, ulusal olan sınıfsal olanı baskılamaktadır. Sendikalarda olan büyük ölçüde budur. Üç: Türkiye solundaki en büyük tahribatın liberalizm olduğu AKP’li yıllarda açıkça ortaya çıktı. Bu tahribatın solu çeşitli uğraklarda terk edip karşı tarafa iltihak etmiş entelektüellerin eseri olduğunu söylemek inandırıcı değildir. Zamanında ANAP’ı, şimdi AKP’yi aklayan seslerin Türkiye sosyalizmine damga vurması mümkün olmamıştır, tarikatların sivil toplum kurumu olarak ilan edilmesi sosyalist aklın içeremeyeceği ölçüde aşırıdır, Erdoğan’a demokratik devrimcilik atfedilmesini başta kendisi hemen anında yalanlar... Türkiye solunu sınıf ekseni, sınıf mücadelesi kavramı, marksist omurga, devrimci duyular vb karşısında esneten girdinin kaynağı bunlar değil, Kürt gündeminin kazandığı ağırlık, hatta belirleyicilik olmuştur. Sağlığa, eğitime kaynak ayrılmamasına kadar bütün sistemle ilgili ve hem sınıfsal sorunların nedeni, hem de bunların çözümünün ön koşulu olarak Kürt sorununun öne çıkartılması derin bir etki yaratmıştır. Kürt hareketini sol-liberal sıfatıyla niteleyemeyiz; ama sola yaydığı etki böyle olmuştur. Demokratik özerkliğin neo-liberal yerelleşme ile bağının görmezden gelinmesi son örnek sayılabilir. Dört: Türkiye solu bu ideolojik dolayım bir yana, siyasal gündeme vurulan Kürt damgasıyla başa çıkamamış, güçsüzlüğü

nedeniyle bu damgayı sınıfsal bir yoruma tabi tutamamış ve altında silikleşmiştir. Beş: Öte yandan Kürt ağırlığının karşısına çıkarılan milliyetçişoven tezlerin Türkiye solunda belli bir tabanın tepkisel biçimde sığındığı bir liman oluşturduğu da doğrudur. Sosyalist hareket kendi Türk emekçi tabanının milliyetçileşmesi karşısında da sıkışmıştır. Bu tablo detaylandırmak yerine bir ara ek ve ara sonuca geleceğim. Ek şu: Kürt ulusal hareketi Türkiyeli olma arayışında sosyaldemokrasiye (SHP), burjuva liberalizmine (ANAP) ve islami harekete (RP-FP) bakmış, ama karşılığı sosyalist solda bulmuştur. 2007’ye kadar, istenen sonucun elde edilemediği her sol seçim ittifakının ardından Kürt sağının stalinizme, hareketin sosyalist kökenlerine, reel sosyalizme salvo atışına girişmesi neredeyse bir gelenek oluşturdu. Ara sonuca gelelim. Kürt hareketi Türkiye solundan kimi kesimleri yanına çektiğinde, kendisiyle karşılaştırılabilir somut gücü olmayan bu kesimlerden bir güç kazanmadı. Öte yandan sol Kürt gündemi karşısında ezilmeye devam etti. Bu durumda sonuç “Türkiye partisi” olamadı. 2011 seçimlerinin sonrasında da bir Türkiye Kongresi’nin şekilleneceğine inanmak için pek neden görülmüyor. Mesafenin geçmişini açıklayan faktörlerden daha önemlisi budur.

Siyasal yelpaze ve Kongre Bu söylenenlere yalnızca Haziran ortasından Ekim sonuna kadarki deneyim bile yeterince kanıt sunuyor. Kürt ulusal hareketiyle somut bir ittifak üstünden gelişmeye çalışan sol, bir kere yakın geçmişte anlam yüklediği iç tartışmaları önemsizleştirme yoluna girmiştir. 12 Eylül 2010 referandumunda evet ve hayır demenin, AKP iktidarını demokratikleşme olarak görerek aynı doğrultuyu savunmakla gericiliğin derinleşmesini saptamak arasındaki ayrımlar belirsizleşmiştir. Çünkü bu kesimler bugün aynı konumda buluşmuştur. Ya da referandumun boykot seçeneği diğer iki alternatife baskın hale gelmiştir. Aynı sosyalist kesimler 2011 Meclisinin bir kurucu meclis, bir demokratik uzlaşma platformu olacağını ilan etmişlerdi. Bu kavramı herkes kullanmamış olabilir; ancak ittifak Meclise girme hedefli olduğuna göre, buna yüksek bir önem derecesi atfetmek kaçınılmazdı. Gericiliğin güçlenmesine demokrasinin eşlik etmeyeceği açık bir gerçekti oysa. 2011 Meclisinin

herhangi bir özgürleşme sürecinin parçası olamayacağını son gelişmeler ortaya koymuş olmalıdır. Müttefik solun Meclisteki varlığı Türkiye sosyalizmini güçlendirmemiş, önceki bölümde işaret edilen mekanizma hükmünü icra etmiştir. Yeri gelmişken, demek ki sorun Ufuk Uras’ta değilmiş diye bir not düşebiliriz. Bu koşullarda seçim ittifakının genişletilerek kurumsallaştırılması anlamında Kongre Girişimi ve Kongre hareketi siyasal yelpazenin -Kürt ulusallığı dışında- neresine yerleştirilebilir? Bu sorunun yanıtını vermek kolay değil. Yanıt hareketin ne ölçüde istikrarlı ve kararlı bir anti-emperyalizm çizgisi izleyeceğine bağlıdır örneğin. Burada solun bir etken olmayacağı ise bellidir. Zira Kongre zeminini paylaşan sol bu konuda, “emperyalizm konusunda eski ezberlerin terk edilmesini” savunanlardan daha ortodoks konumlara kadar uzanmaktadır ve önemsizdir. Belirleyici olan Kürt siyasetinin ta kendisidir. Siyasal yelpazedeki yer, sınıfsal başlıkla da saptanabilir. Kürt hareketinin genel olarak halkçı olduğunu ve bunun değerli bir veri olduğunu söyleyebiliriz. Ama daha fazlasını dile getirmek, çok da kolay olmayacaktır. Arada değinildiği gibi, Kürt ulusal hareketinin sloganlaştırılan kimi dönemsel açılımlarının ülkenin içinden geçtiği liberal süreçlerle uyumu söz konusudur. Son örneğimiz demokratik özerkliktir. Yerelleşmenin demokrasiye vesile olacağı, bir burjuva-emperyalist propaganda söylemidir. Öte yandan demokratik özerkliğin ayrılıkçılık biçiminde yorumlandığına da tanık olunmaktadır. Bu karmaşa açılımı değersizleştirmektedir. Solun ise kavrama baskın biçimde içerik kazandıracak bir gücü bulunmadığı anlaşılıyor. Bu koşullar ideolojik belirsizlikle damgalıdır. Genel algıya yansıyansa, belirsizlikten süzülen bir hülasa olmaktadır. Daha doğrusu iki... Birincisi Kürtler içinde karşılık bulmakta ve ulusal kimliğin altını çizmektedir. İkincisi ise Türkler arasında yayılmaktadır ve Ekim ayında ülkenin her yanında düzenlenen milliyetçi eylemlere bakıldığında bariz biçimde gözlenebilmektedir. Bu eylemlerde gençliğin katılımı ve kitlesellik kaygı vericidir. Yine bu eylemlerin baskın karakteri “faşist aşırılık” olmamış, orta sınıflar öne çıkmıştır. Sonuç olarak içindeki sosyalist unsurlara karşın Kongre deneyimi de siyasetin solunda yer edinememekte, ne kendi tabanında ne de toplumun genelinde böyle bir algı gelişmemektedir.

SİYASET 7

İdeolojisiz nereye kadar Oysa AKP’nin Kürt stratejisi pragmatizm ve pratisyenlikle göğüslenebilir hafiflikte değildir. Bir kere emperyalistler arası yarılmalar büyük ölçüde giderilmiştir ve Kürt ulusal hareketi bu anlamda alan yitirmiştir. Pragmatizmin önünü açan bir zemin daralmış olmaktadır. Bunun yanına Türkiye egemen güçleri arasındaki çatlakların da çok azaldığı eklenmelidir. İkincisi, yeni dönemde egemen güçler bir yandan askeri önlemleri şiddetlendirirken diğer yandan “açılımcılık”ta ısrar edebilmektedirler. Askeri ve barışçıl çözümlerin birbirini dışladığı tasarım eskide kaldı. Bundan sonraki süreçlere bu anlamda bir iç içelik damga vuracak, AKP bir yanda Anayasa’da Kürt duyarlılığını tatmin edecek adımlar atarken diğer cephede Kürt hareketinin radikal kanatlarını daha da baskı altına alacaktır. Pragmatizm ve pratisyenlik somutlukta birbirini çelen bu boyutları aynı anda karşısına alamaz. Bugüne kadar da Kürt hareketi AKP’nin baskıcı ve “demokratik” kollarının aynı anda vuracağını hesaba katmamış, hep hangisinin öne çıkacağını kollamaya çalışmıştır. En önemlisi, Kürt ulusal hareketinin Birinci Cumhuriyetin yıkılması sürecinde aldığı konumun bıraktığı mirastan, günümüz koşullarında çok sınırlı seçeneklerin çıkabilmesi. Kürt ulusallığı, yerine ne konulacağını umursamaksızın Birinci Cumhuriyetin tepelenmesinden yana olmuştu. Abdullah Öcalan’ın ara ara bu problematiği sorgulama denemelerinde bulunduğu doğrudur, ancak hareketin ulusal karakteri ve bunun kısıtları daha fazlasına izin vermemiştir. Rejim değişikliğine direnmeyen bir hareketin yeni rejimde muhalefete geçmesi imkansız değilse de çok güçtür. İkinci Cumhuriyetle pozitif bir ilişki tesis eden bir dinamiğin ise bir üst paragrafta betimlenen durumla başa çıkması, AKP’nin iki tarafı keskin kılıcını boşa çıkartması çok ama çok güç olacaktır. Bütün bu kısıtlar Kürt ulusal hareketi tarafından Kongre Girişiminin üstüne de yıkılmıştır. Kongrenin sosyalist kanatlarının bu ağırlığı kaldırmaları güç değil, imkansızdır. Türkiye’de işçi sınıfının, emekçi halkın, solculuğun bu girişimin dışında güçlü bir sosyalizm sesine ihtiyacı var. İlk bakışta sanılacağının tersine, Kürt ulusal hareketinin ve söz konusu ittifakın içindeki samimi sosyalistlerin de bu sesi duymakta daha fazla çıkarları olacaktır. Aydemir GÜLER


8 SİYASET 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Sultanın Kapıkulları ya da

AKP’nin önünü nasıl açtılar? AKP’ye ilişkin yapılacak en yalın gözlemlerden bir tanesi, bu partinin siyasi ve ideolojik etkinliğinin “doğal” sınırlarının ötesine taşması, bu taşmayı sağlayacak kanallar yaratması ve giderek bu doğal sınırı bir toplumsal dönüşüm programı ile ötelemesidir. Başka türlü ifade edecek olursak, AKP’nin bugün icra ettiği ustalığın sırları, seçimlerde seçmenlerin yarısının oyunu almış olmasında değil, geri kalan yarısının belli öbeklerini belli gündemlerde ya da alanlarda kendine yedekleyebilmesinde aranmalıdır. İki örneğin açıklayıcı olacağı kanaatindeyim. Bu örneklerden ilki “hizmet ideolojisi” diyebileceğimiz bir

AKP’nin sıradan burjuva partilerinin tekil etki alanlarının ötesine geçmesini sağlayan önemli nedenlerden bir tanesi entelektüel alanda topluma muazzam bir basınç yapmış olmasıdır

söylemdir. Bu anlayışa göre, AKP’nin dış politika anlayışı, neoliberal iktisadi politikaları, ve/veya muhafazakâr zihniyet dünyası desteklenemeyecek olsa bile yerel düzlemdeki “hizmetleri” pekala faydalıdır. Dolayısıyla, AKP’nin yerelde yapmış olduğu hizmetlere karşılık olarak bireysel özgürlüklerden, kazanılmış hakların belli bölümünden feragat edilebilir. Bir diğer örnek ise AKP’nin Ergenekon sürecinin

en başında toplumun çok geniş kesimlerini muğlak bir “darbe karşıtlığı” arkasında toparlayabilmesi olabilir. Her ne kadar bu gözlem yalın bir gözlem de olsa AKP’nin bunu nasıl yapabildiği üzerine kafa yormak gerekiyor, zira söz konusu özellik AKP’ye Türkiye’deki diğer burjuva partilerinin hareket alanından daha geniş bir alan sağlamıştır. AKP’nin söyleminin eklektik karakteri ne yazık ki bu durumu açıklamak için yeterli değildir. Zira bu kez karşımıza neden bu eklektik söylemin sürekli taraftar bulduğu sorusu çıkacaktır. AKP’ye böyle bir alan sağlayan en önemli faktörlerden biri, değişik kesimleri temsil yeteneği giydirilmiş “aydınların” etkili biçimde kullanımı olmuştur. Bunda ismi sol ile ilişkilenmiş, yıllar önce siyasal kimliğini solda kurmuş, tabir-i caizse solun tezgahından geçmiş kişilerin dönemsel ya da sürekli desteğinin ya da üzerine “solcu” gömleği giydirilmiş isimlerin “akil adamlar” olarak piyasaya sürülmelerinin özellikle payı vardır. Soldan devşirilmiş ve sola iliştirilmiş bu isimlerin faaliyetlerine geçmeden evvel, AKP’nin muhafazakâr cenahla mukayese edildiğinde kuşkusuz bir aydın birikimini temsil eden bu isimleri nasıl kullandığına ilişkin bir açıklama denemesinde bulunacağız. Bir açıklama denemesi: Transformismo AKP’nin sıradan burjuva partilerinin tekil etki alanlarının ötesine geçmesini sağlayan önemli nedenlerden bir tanesi entelektüel alanda topluma muazzam bir basınç yapmış olmasıdır. AKP, kendi paradigmasını kurmuş, bu paradigma uyarınca kendinden önceki tarifleri ve taraflaşmaları bu paradigma çerçevesinde yeniden kurgulamış, pek çoğunu kadük hale getirmiş ve bu paradigma çerçevesinde yeni toplumsal saflaşmalar yaratmıştır. Bu süreci anlamak için,

İtalyan komünist Antonio Gramsci’nin, ondokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren İtalya’daki gelişmeleri ve bu gelişmelerin İtalyan faşizmine neden ve nasıl cevaz verdiğini analiz etmek adına kullandığı transformismo kavramını ele alabiliriz. Gramsci’ye göre egemen sınıf kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunma sürecinde, yani “moral ve entelektüel liderliği”ni kurarken kendi aydınları dışında, alt sınıfları temsil yeteneğine sahip geleneksel ve organik aydınları bir dönüşüm süreci (transformismo) sonucunda kendi iktidarına eklemler. Transformismo iki aşamalı bir süreçtir: İlk aşamada söz konusu bu kişilerin/kesimlerin iktidar ile olan çelişkili pozisyonlarının zemini ortadan kaldırılır. İkinci aşamada ise, bahse konu kişiler/ kesimler mümkün olduğunca egemen sınıfa geniş bir çerçeveden eklemlenir. Bu sayede alt-sınıflar, entelektüellerinin iktidarın ideolojik hegemonyasına eklemlenmesi üzerinden kontrol altına alınmış olur. Bu mesele faşizmin aşağıdan örgütlenmesi ve bu örgütlenmesi sırasında “ikna” unsurunun gözler önüne serilmesinde, başka bir biçimde söyleyecek olursak bir kolektif ulusal irade yanılsamasının ortaya çıkarılmasında özel bir önem taşımaktadır. Türkiye’de solcuların ve “sol”a iliştirilmiş isimlerin AKP’nin özellikle iktidarını sağlamlaştırma döneminde böyle bir işlevi olmuştur. AKP gibi İslamcımuhafazakâr bir gelenekten gelen bir siyasal partiyle öyle ya da böyle Türkiye’de solun mücadelesi ile özdeşleşmiş “demokrasi”, “özgürlük”, “barış” ve hatta “devrim” gibi pek çok nosyonun özdeşleştirilmesi, solun onayı ile topluma ibraz edilmeden gerçekleştirilebilecek bir operasyon değildi. İşte o nedenle geniş çaplı bir operasyon, 2003-2008 arasındaki “‘liberal’ fasıla” olarak adlandırabileceğimiz dönemde hayat buldu. Şimdi solun, “liberal” fasılada aldığı konumlanışa göz atmak gerekiyor.


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST “Liberal” fasılanın bulanık suları Bugünden bakıldığında 2003 ve 2007 yılları arasındaki “liberal” fasıla dönemi AKP iktidarının kök salması açısından kritik bir öneme sahip olmuştur. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz husus, AKP’nin aslında ne köken ne de güncel yönelim itibariyle ilişkilendirilmesi zor olan özelliklerle isminin anılır olması bu dönemdeki stratejisi ile ilişkilidir. Solun çok büyük bölümünün farklı gerekçelerle AKP projesine yedeklenmesi de bu döneme denk gelmektedir. Sol, söz konusu döneme üç temel konuda büyük zaaflarla girdiğinden, AKP ile olması gereken karşıt pozisyonda kendisini konumlandıramamıştır. Bu üç konu Avrupa Birliği, demokrasi ve devletin sınıf karakteridir. Üçü, iç içe giren bu başlıklara sağlıksız bakış solun kronik hastalıklarının depreşmesine yol açmıştır. Solun kronik hastalıkları derken, Metin Çulhaoğlu’nun formülasyonu ile söylersek, solun süreçlerin yönü, hızı ve başat gücünü belirleme konusunda yaşadığı sıkıntıdan bahsedilmektedir. Solun büyük bölümü “liberal” fasıla sürecinin yönünü nihaî ve geri-dönüşsüz bir demokratikleşme olarak algılamış, hızı konusunda olguların gösterdiğinin çok ötesinde bir iyimserlik içine girmiş, demokratikleşme sürecinin başat aktörünü AB’ye çıpalanmış AKP olarak saptamıştır. Bu yanlış saptamalar ve beklentilerin gölgesinde sürecin hemen her dönemecinde sol AKP projesine daha fazla eklemlenmiş, siyasi gündemini ve önceliklerini AKP’ye göre belirlemiştir. İşi AKP’yi yarım kalan burjuva devrimini tamamlayan özne olarak tanımlamaya kadar vardıran solcuların olduğu hatırlanacak olursa ne denmeye çalışıldığı daha iyi anlaşılacaktır. AKP, ‘’liberal” fasılayı, emperyalizmle ilişkilerde kendisinin ihtiyaç duyulan aktör olduğunu ispat için kullanmış olup, bu süreci aldığı uluslararası desteğin etkisi ve yukarıda bahsetmiş olduğum temelsiz beklentiler vasıtasıyla iktidarını sağlamlaştırmak ve temel dönüşümleri gerçekletirmek için bir birikim dönemi olarak değerlendirmiştir. Ancak, her şeye rağmen, cumhuriyet mitingleri ile başlayan süreç ve nihayetinde 27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımlamış ol-

duğu muhtıra, “liberal” fasılada önemli bir dönüm noktası olmuştur. AKP’nin 27 Nisan’a kadarki müdahaleleri ileriye dönük anlam kazanmış olsa da, o dakika itibariyle ciddi bir etki yaratmamıştır (Örneğin Özden Örnek’in günlüklerinin Nokta dergisi tarafından basılması). Komplovari açıklama girişimlerine prim vermeden söyleyecek olursak, muhtıra AKP ve etrafındaki gerici koalisyon için bir işaret fişeği işlevi görmüştür. 2007 yılındaki bu girişimle birlikte AKP ve etrafındaki gerici koalisyon iktidarı tahkim etmeleri gerektiği sinyalini almıştır. Gündem hızla AKP ve TSK arasındaki kutuplaşmaya yoğunlaşmış, bu esnada Türkiye solunun önemlice bir bölümü de süreci, sınıfsal bir bakış açısıyla değil, demokrasi ile militarizm arasındaki kutuplaşma üzerinden okumuştur. Solun bu bölümünün AKP’ye sunduğu destek sadece pasif bir destekçilik olmaktan öteye geçmiştir. Türkiye’de muhafazakâr camianın entelektüel birikiminin sığ kaldığı her noktada toplumsal kimliği sol ile ilişkilendirilebilecek isimler yardıma çağrılmıştır. AKP’nin sıradan bir burjuva partisi olmadığı, muhafazakâr değil devrimci olduğu, “çevrenin temsilcisi” olduğundan düzenle sonuna kadar savaşabileceği ve kendisi de Türkiye’deki güçlü devlet geleneğinden muzdarip olduğu yönündeki argümanlar vasıtasıyla AKP’nin kendi karşı hegemonyasını toplumun geniş kesimlerinin devleti denetleyebileceği biçimde kuracağı savunulmuştur. AKP, sınırları olmakla beraber soldan verilecek destek ve itki ile kontrol altında tutulabilecek ve yönlendirilebilecekti. Tüm bu tezler, “solcu” entelektüeller ve siyasi çevreler tarafından dillendirilmiştir. AKP, bu zemin üzerine basarak toplumun geneli üzerindeki moral ve entelektüel liderliğini kurumsallaştırmuştır. Sol ise, AKP’ye bu zemini sunarak yalnızca kendi altını oymakla kalmamış, Türkiye siyasetinde bir türlü reel bir özne olamamış bir kanadın “ebeliğini” de yapmıştır: liberalizm. Türkiye’de siyaset, solun fikri desteği ile birlikte asker-sivil, demokratizm-militarizm, AKP-TSK, sivil toplum-devlet, merkez-çevre gibi eksenler üzerinden şekillendikçe, bu topraklarda öncesinde gövdesi olan bir siyasi ve düşünsel akım haline gelememiş

olan liberalizm, düşünsel anlamda bir derinleşme yaşamasa da siyasal bir akım olarak kalıcılık kazanmıştır. İkinci Cumhuriyet Bugünden bakıldığında görülmektedir ki, siyasetin parametrelerinin yeniden şekillenmesi belli bir düzeye ulaştığı ve AKP’nin kendisini tehdit altında hissettiği bir noktada, Ümraniye ve Eskişehir’de (Haziran 2007) el bombalarının bulunduğu operasyonla düğmeye basılmış ve liberal fasılaya son verilmiştir. Ancak önceki dönemde AKP’nin söylemine eklemlenmiş solun bu dönemin bitişine hemen adapte olduğu söylenemez. Solun, muhtıra karşısındaki tutumu da, sonraki bir dizi gelişmeye de tepkisi ve yaklaşımı bu eksende şekillenmiştir. Solun önemlice bir bölümü, “Bürokrasi siyasetten elini çekmelidir.” söylemi eşliğinde çeşitli şekil ve gerekçelerle ya AKP’nin safında sıraya girmiş ve bunu aslî mücadele başlığı haline getirmiş ya da köşesine, gözlemci pozisyonuna çekilmeye karar vermiştir. Birgün gazetesinin “Yiyin Birbirinizi” manşeti, tabir-i caizse sistemik bir krizi sistem-içi bir hesaplaşmaya indirgeyen ve devrimcilerle ilgisi olmadığını savlayan bu apaçık apolitk pozisyonun bir göstergesi olmuştur. Ergenekon Soruşturması çeşitli dalgalarla hız kazandıkça Türkiye’de “derin devlet” ile hesaplaşıldığı yanılgısı Türkiye solunun aklını esir alıp siyasal tepkilerini beirlediğinden, sol sürecin yönünü tayin etmekte tam anlamıyla başarısız olmuştur. Sol, AKP’nin siyasal arenayı kriminalize ettiğini, “derin devlet”le hesaplaşmak bir yana onu yeni kadrolar ve mekanizmalarla tahkim ettiğini görememiştir. 2009 yılına kadar... Solun AKP’ye yaygın desteği 2009 yılına değin devam etti ve bu yıldan sonra sol içindeki AKP eksenli derin yarılma kendisini olanca şiddetiyle hissettirmeye başladı. Bu zamana kadar ülkedeki asli siyasal gelişmeleri “düzen-içi gerilim” olarak görüp, devrimcilik adına bu gündemlerden uzak durmaya çalışan ve bir çeşit apolitizm ile sol-liberal bir çizginin icabı AKP projesine yakınsama arasında gidip gelen Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) kendi içinde yaşadığı ayrışma bunun somut gös-

SİYASET 9

Ulusalcı Sol: Aynısının bir değişiği Türkiye’de AKP ile içine girilen sürecin soldaki kimi hastalıkları depreştirdiğini söylemiştik. Hastalığı depreşenlerden biri de ulusalcı sol diye adlandırabileceğimiz kesimdir. Ulusalcı soldan kastımız, temel çelişkiyi sınıfsal değil de, ulusal bir perspektiften bakarak tarif eden ve bunu ulus-devlet ve emperyalizm arasındaki çelişki olarak gören, buna bağlı olarak AKP’ye karşı anlamlı tek muhalefetin ulus-devletin bu çelişkiye karşı direnen bürokrasisi ile kurulacağını iddia eden çevrelerdir. Ayrı noktalara işaret ediyor olsalar da argümanlarının formülasyonu bir düzeyde liberal sol ile çok benzemektedir. Ulusal sol da tıpkı liberal sol gibi kendisini düzenin solunda konumlandırmakta, stratejisini düzen-içi ittifaklar bulmak, bu çevrelere fikri ve lojistik destek sağlamak üzerine kurmakta, sınıf çelişkisini gözardı etmektedir. AKP döneminde ulusalcı sol, geniş kimseleri özünde CHP’cilikten ve kof bir anti-AKP’cilikten öteye geçmeyen “ulusalcılık” çevresinde kümelemek konusunda işlevsel olmuştur. AKP’ye karşı biriken enerjinin kontrollü bir biçimde büyük bir hayal kırıklığına ve yılgınlığa dönüşmesinde, yine ulusalcı solun kitleleri CHP’nin ve TSK’nın ufkuna hapsetmek yönünde yaptığı akıl almaz çabanın büyük payı vardır. AKP’nin bu konuda ulusalcı sola da bir teşekkür borçlu olduğunu söylemek yerinde olur. tergelerinden biriydi. Ancak, 2009 yılının Nisan ayındaki KCK Operasyonu ve yine aynı ay içinde İstanbul Bostancı’da gerçekleşen Devrimci Karargâh Operasyonu’nun fiilen başlaması da Türkiye solunun tamamen AKP yörüngesinden çıkması için yetmedi. Yine de, önemlice bir bölümü 2010 yılındaki referandum süreci ile birlikte AKP ya da onun kontrolündeki siyasi alanla arasına mesafe koymayı başarmıştır. Bu süreçte etkili olan üç önemli faktör vardır. Kürt meselesinde AKP’nin PKK’yi safdışı bırakmak ve ümmet zemininde bir çözüm geliştirmek yönündeki asli niyetinin ortaya çıkması, bu doğrultuda KCK operasyonunun hız kazanması ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ile Toplumsal Özgürlük Platformu’na (TÖP) yönelik Devrimci Karargâh komplosu neticesinde sol AKP ile arasına mesafe koymaya ikna olmuştur. Aslında olan biteni böyle ifade etmek meseleyi açıklamak için çok yeterli değildir. Zira, açıkça görüldüğü üzere, aslında AKP, sol ile arasına mesafe koymuştur. Peki solun bütün kesimleriyle mi? Referandum konuşmasında uzun yıllar önce karşı-devrimin çukuruna yuvarlanmış bir geleneğin Türkiye temsilcisi olan DSİP’i katkılarından ötürü kutlarken Erdoğan’ın yaptığı şey, sol içinde işbirlikçi ve karşıdevrimci bir damar yakaladıklarının işaret etmekti. Solun içindeki bu kesimler,

referandum gibi “konsensus” yalanının geçer akçe olduğu, kontrollü muhalefetin gerektiği ya da AKP’nin dayattığı paradigmanın entelektüel itibarına karşı sesler yükseldiği durumlar için yedeklenmişti. Bunun yukarıda değinmediğimiz durumla yakından alakası bulunmaktadır. Solun belli bir bölümü kimi ideolojik ve teorik zafiyetlerden dolayı 2010 yılına değin AKP’ye yakınsamış ya da düpedüz yamanmışsa da bir bölümü için böyle bir mazeret yakından uzaktan alakalı değildir. Sol ile ilişkileri dergilerindeki ya da parti tabelalarındaki sıfatlardan ibaret kalmış, retorik düzeyde bile sol diyemeyeceğimiz bu çevrelerin AKP ile girdikleri ilişki kaza olarak değil, ancak yıllarca aradıkları liberal limanı bulmaları olarak adlandırılabilir. Bu çevreler, AKP’ye demirlemişlerdir. AKP’ye demirleyen bu kesim bana ister istemez Osmanlı ordusunun bir birimini anımsatıyor. Bunlar, doğrudan padişaha bağlı olan kapıkulu ocağının orta bölüklerinden olan Ulufeciyan-ı Yesar yani –ismi ile müsemma— sol ulufecilere benzemektedir. Sol ulufeciler, seferde hazineyi korumakla yükümlüdür. DSİP, Birikim ve kimi aydın öbekleri ile ifade edebileceğimiz bu çevreler bugün AKP’nin entelektüel ve moral hegemonyasını korumakla yükümlü sol ulufecilerdir. Aytek ALPAN


10 DÜNYA 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

‘Arap Baharı’ ilk seçimini yaptı n Tunus’ta ile ed a di id i iğ şt le ek rç ge ” rim ev “d Bir lsuzluk ve gerçekleşen en büyük değişiklik yo r laiklik baskıcı yönetiminin yanı sıra katı bi jiminin yerini re i Al n Bi n ıla an ak ar ol ı ıs yıc la gu uy an beri nd şı ba ne ci re sü e m eş nl er od m n ni ülke ası oldu. m al n ni rti pa cı m la İs an ol iş m et et muhalef

İlk olarak, NATO destekli “isyancılar”ın yönetimi ele aldıkları Libya’dan şeriatın ilan edildiği haberi geldi. Hemen hemen aynı günlerde Tunus’ta eski Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesinden sonra yapılan ilk seçimlerde, ülkenin İslamcı partisi Ennahda’nın seçimleri kazandığı belli oldu. Medyanın “demokrasi” şiarıyla kutsadığı “Arap Baharı”nda kazananın İslamcı yönetimler olduğu anlaşıldı. Bu işte bir terslik yok muydu? Türkiye’de de pek çok kişiyi, özellikle de solun bir bölümünü fazlasıyla heyecanlandıran bu “devrimler” demokrasi ve özgürlük için, baskıcı rejimlere karşı yapılmamış mıydı? Buna, iktidarın İslamcı partilerin ya da örgütlerin eline geçmesinin o ülkedeki halkın tercihi olduğu, İslamcı bir iktidarın ille de demokrasi karşıtı ya da baskıcı olacağı anlamına gelmeyeceği vs. vs. şeklinde bir cevap vermek mümkün. Nitekim bu cevabı Türkiye’de AKP iktidarı için liberal kesimden sıkça duymuştuk ve AKP’nin “ileri demokrasi”si ilerlerken de duymaya devam ediyoruz. Yani işin bu tarafından bakınca terslik aslında, Türkiye’de AKP’nin “ileri demokrasisi”nde olduğu kadar. Diğer yandan her seçim “halkın tercihi” diyerek kutsanamayacağı gibi her halk hareketi de sola yazmıyor.


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST Arap Baharı’nı başlatan, “yasemin devrimi” adı yakıştırılan Tunus’taki ayaklanmalar olmuştu. Esasında Tunus’taki olaylar işsizlik ve yoksulluğa karşı bir emekçi ayaklanması olarak başlamıştı. Bir yandan yoksul halk sokakları tutar ve geceleri kendi oluşturduğu mahalle komiteleri ile güvenliğini sağlarken, diğer yandan da avukatlar, işçiler grevlerle iktidarı sallıyordu. Özellikle taşra kentlerinde yüzlerce kişinin öldüğü ayaklanmalar sonucunda Tunus’ta kapitalist ve baskıcı Bin Ali iktidarı devrildi ancak iktidar bir süre için boşta kaldı. Solun ya da komünist partilerin etkisiz kaldığı koşullarda, iktidar alternatifi, eskiden beri ülke içinde tabanını koruyan ve Bin Ali’nin seküler iktidarına karşı muhalefet etmiş olan İslamcı parti oldu. Tunus örneğinde de somut olarak görüldüğü gibi, solun öncülük etmediği (ya da edemediği) hatta kimi örneklerde doğrudan emperyalizm tarafından desteklenen bu ayaklanmalardan çıka çıka hepimizin ne olduğunu yakından bildiği “AKP modeli demokrasi” çıktı. Seçime yüksek katılım 23 Ekim’de, yani üniversite mezunu işsiz bir gencin protesto için kendisini yakmasıyla başlayan olaylardan ve Bin Ali’nin halkın ayaklanması sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kalmasından on ay sonra, yeni anayasayı hazırlayacak kurucu meclisin 217 üyesini belirlemek üzere seçime gidildi. 7.2 milyon civarı seçmen bulunan ülkede seçime katılımın yüzde 90’ların üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Bu yüksek katılıma eşlik eden bir diğer şaşırtıcı derecede yüksek sayı da seçim öncesi kurulan partilerin ve listeler üzerinden seçime katılan adayların sayısıydı. Ülke genelinde yirmi yedi seçim bölgesinde 1500’den fazla liste ve 10 binden fazla aday olduğu belirtiliyor. Zaten, ayaklanmalar sonrası oluşan siyasi ortamda yüzlerce siyasi parti ya da oluşum meydana çıkmıştı. Ennahda’nın açık ara zaferi Salı akşamı (25 Ekim) itibariyle açıklanmaya başlanan resmi seçim sonuçlarına göre, yirmi yedi seçim bölgesinin dokuzunda Ennahda başı çekiyordu. Onu açık ara bir farkla Cumhuriyet Kongresi ve Londra’da yaşayan zengin bir işadamı tarafından yönetilen Adalet ve Kalkınma için Halk Dilekçesi adlı liste izliyor. Beklenmeyen bir başarı yakalayan bu oluşumun özelliği, propaganda çalışmasını İngiltere’deki işadamının Tunus’ta yayın yapan televizyon kanalı aracılığıyla yürütmüş olması. İlginç bir diğer ayrıntı ise hemen hemen tüm seçim bölgelerinde Ennahda birinci parti olurken isyanın başladığı Sidi Buzid’de Halk Dilekçesi’nin birinci parti olması. Bu partilerin ardından Fransa’daki Sosyalist Parti’ye yakınlığıyla bilinen Ettakol, iş çevreleri ile yakın ilişki içerisindeki liberal Ahmet Necip

Çebi’nin İlerici Demokrat Partisi geliyor. Kalkışmaları destekleyen ve bu süreçte medyada da daha görünür hale gelen, kalkışmaların en şiddetli döneminde tutuklanıp sonrasında serbest bırakılan Hamma Hammami’nin liderliğindeki Tunuslu İşçilerinin Komünist Partisi ise şimdilik mecliste bir sandalye ile temsil edilecek gibi görünüyor. Bu tabloya bakıldığında seçim sonuçlarının bir iki istisna hariç hiç de şaşırtıcı olmadığı görülüyor. Bir “devrim” gerçekleştiği iddia edilen Tunus’ta gerçekleşen en büyük değişiklik yolsuzluk ve baskıcı yönetiminin yanı sıra katı bir laiklik uygulayıcısı olarak anılan Bin Ali rejiminin yerini ülkenin modernleşme sürecine başından beri muhalefet etmiş olan İslamcı partinin alması oldu. Ki bu da Ennahda lideri Muhammed Ganuşi’nini ayaklanmaların ardından yurda dönüşünden sonra hemen herkesin tahmin ettiği bir durumdu. Diğer yandan İslamcılıklaiklik tartışmasının ötesine bakıldığında, burjuvazi açısından son derece dengeli bir durum söz konusu. İş çevreleri tarafından desteklenen merkez partiler toplamda Ennahda’nınki kadar oy almış görünüyor. Komünistler için ise ülkenin içerisinden geçtiği süreçle kıyaslandığında ancak çok küçük bir ilerleme söz konusu. Bin Ali’nin halefi geçiş hükümetine bakanlık düzeyinde katılma gafletinde bulunan ülkenin reformist eski komünist partisi seçim sonuçlarından silinmiş gözüküyor. Etacid adıyla bilinen bu parti seçimlere Demokratik Modernist Merkez adıyla katılmıştı, eski hükümet partisinin ortağı olarak görülen bu oluşum Sidi Buzid gibi yerellikleri ziyaretinde protestolar ile karşılaşmıştı. Eski komünist partisinin yerine ise son süreçte, işçiler arasında da örgütlülüğü olan ve ayaklanmalara işçi ve sosyalizm cephesinden destek vermiş Tunuslu İşçilerinin Komünist Partisi öne çıkmış gözüküyor. Ayaklanma sürecinde tutuklanan Genel Başkanı Hamma Hammami üzerinden tanınan partinin bu süreçte etkinliğini artırmakla birlikte ayaklanmalarda inisiyatif aldığına dair bir işaret görülmemişti. Parti şimdiki sonuçlar ışığında Kurucu Mecliste bir kişilik de olsa bir temsiliyet kazanmış durumda. Partinin bu süreçte ülkede gücünü arttıran İslami söylemle şimdilik bir sorunu yokmuş gibi gözüküyor. Mevcut sonuçlarla, Ennahda ve merkez partilerden biri ile bir İslamcımerkez partisi koalisyonun kurulması olasılığı güçlü gözüküyor. Seçimlerin ertesi günü Fransız Le Monde gazetesinin Tunus seçimlerine dair manşeti de Ennahda’nın bir sol parti ile koalisyon yapabileceği şeklindeydi. Aslında ABD ve Fransa’nın en fazla istedikleri sonucun da bu olduğu biliniyordu. Yani “devrim” ve “özgür seçimler” Tunus’ta emperyalizmin istediği sonucu ortaya çıkarmış bulunuyor. Bunun en iyi göstergelerinden biri de seçimlere dair ilk tebrik mesajı-

nın ABD Başkanı Barack Obama’dan gelmesi. Obama “ülkedeki ilk demokratik seçimlerde oy kullanan milyonlarca Tunusluyu” kutladığı tebrik mesajında Tunus’un “Arap baharını başlatarak tarihe yeni bir yön verdiği”ni ifade ediyor. İktidarda “AKP modeli” İslamcı Ennahda partisi Batı ve özellikle de Fransız medyasında “AKP modeli” olarak sunuluyor. Bu benzetme bir yandan da teorize edilerek, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin liberal ve İslamcı yorumlarının üzerinde uzlaştıkları “elitlerin halka karşı gerçekleştirdiği modernleşme” anlatısı paralelinde bir anlatıya oturtuluyor. Bağımsızlık mücadelesi sonrası ülkenin kurucusu olarak kabul edilen Habib Burgiba ve onun öncülüğündeki laik ve baskıcı modernleşme sürecinin, Mustafa Kemal’in önderliğinde cumhuriyet Türkiyesinin kuruluşu ile ne kadar benzeştiği anlatılırken, Bin Ali döneminde yasaklanmış olan ve özellikle ülkenin geri kalmış taşra bölgelerinde güçlü olan Ennahda da, AKP’ye yapıldığı gibi, kitlelerin bastırılmış İslami duygularının temsilcisi ancak ülkenin laik kesimlerini de ürkütmeyecek ılımlı İslamcı bir model olarak sunuluyor. Ennahda’nın AKP ile olan yakınlığının benzetmeden ibaret kalmadığı da görülüyor. Türkiye’deki bazı gazetelerin haberlerine göre Ennahda’nın seçim kampanyasında AKP’nin seçim kampanyasını hazırlayan Erol Olçak rol oynamış. Hatta Sabah gazetesi bu haberi “Tunus’ta AKP seçim kazandırdı” başlığıyla vermişti. Gazetenin Olçak’a Ennahda’nın radikal İslamcı bir parti olup olmadığı konusunda yönelttiği soruya ise Kolçak şu yanıtı veriyor: “Çok acı tecrübeler yaşamış bir parti. Gelenekleri var. Ama kesinlikle yenileşme göstereceklerine inanıyorum. Lideriyle, kurmaylarıyla ayrıntılı görüştük. Yanlış mesaj vermeme konusunda çok dikkatli ve özenliler. Asla radikalizme sapmayacaklardır”. Ilımlı mı radikal mi? Peki Ennahda’nın tercihi gerçekten de ılımlı İslamdan yana mı olacak? Ennahda da çoğu İslamcı parti gibi ikili oynamayı tercih ediyor. Partinin özellikle seçim öncesi süreçte söylemlerini ılımlılaştırdığı görülüyor. Diğer Arap ülkelerinden farklı olarak laikliğin yasalarla garanti altına alındığı Tunus’ta özellikle büyük şehirlerde yaşayan halkın önemli bir kısmı, Ennahda’nın yükselişi ile birlikte laiklik konusunda ciddi endişelere sahipti. Örneğin, Ekim ayının başında Nessma adlı televizyon kanalının, İran’da devrimden sonra İslamcıların iktidara gelmesi ile yaşanan gericileşmeyi genç bir kadının gözünden anlatan Persepolis filmini göstermesi, Selefiyye mezhebine bağlı İslamcıların şiddetli protestolarına neden olmuştu. Ennahda bu gerici protestolara

DÜNYA 11

doğrudan dahil olmasa bile Seleffiye mensupları ile parti arasında birbirini dışlamayan bir ilişki olduğu biliniyor. Diğer yandan parti seçim propagandası sırasında Bin Ali döneminde halkı bezdiren yolsuzluklara karşı “temiz” bir ülkede yaşayabilmek için Kuran’ın, İslamiyetin uygulanması gerektiğinden söz ediyordu. Özellikle kadın hakları konusundaki endişelere karşılı parti ülkedeki özgürlükleri kısıtlamayacağı, aksine daha da genişleteceği sözünü verirken, en başa ise din özgürlüğünü yazdığını eklemeyi unutmuyor. Ennahda’nın AKP ile bir diğer benzerliği de yükselişine kaynaklık eden “mazlum” pozisyonu. Parti 1980’lerden itibaren Bin Ali iktidarında yasaklanmış, üyeleri ya hapse girmiş ya da yurtdışına çıkmak zorunda bırakılmıştı. Bin Ali’nin devrilmesi ile birlikte yasallaşan parti Tunusluların gözünde Bin Ali iktidarına karşı muhalefeti de temsil ediyordu. Diğer yandan, özellikle taşra kentlerinden Ennahda’nın diğer partilerden ayrılan yanının örgütlülüğü olduğunu söylemek mümkün, partinin özellikle gençler arasında güçlü olduğundan bahsediliyor. Ancak partinin arkasında, büyük şehirlerde yerleşik bir yeşil sermayenin de bulunduğunu eklemek gerekiyor. Tunus ekonomisinin başkenti olarak değerlendirilen Sfaks şehrinde Ennahda oyların yaklaşık yarısını kazandı. Alternatif var mı? Ennahda karşısında nasıl bir alternatif yer alıyor sorusuna ise verilecek net bir cevap yok. Yukarıda da bahsedildiği gibi, seçimin en büyük sürprizi propagandasını yurtdışından bir televizyon kanalı üzerinden gerçekleştiren ve İngiltere’deki bir işadamının kurduğu Halk Dilekçesi adlı oluşumun listesinin Ennahda’dan sonra neredeyse ikinci parti olması. Onunla birlikte ikinciliği paylaşan Cumhuriyet Kongresi partisi ise 2001 yılında kurulmuş, Bin Ali döneminde yasal olmamakla birlikte fiili olarak faaliyetlerini sürdürmüş, merkez sol özelliklere sahip bir parti. Partinin en önemli özelliği Tunus’ta laikliğin en güçlü savunucusu olması. Ennahda’nın bir koalisyon hükümeti kurmak zorunda kalması durumunda Halk Dilekçesi’nin yanı sıra Ettakol ve İlerici Demokrat partisinden nasıl bir cevap alacağı belirsiz. Ennahda dışındaki merkez ve sol partilerin bir koalisyonuna ümit bağlayanlar da var ancak çok parçalılık göz önünde bulundurulduğunda bu seçeneğin gerçekçiliği oldukça şüpheli. Bu tabloda gerçek bir alternatif oluşturabilecek yegane unsur sosyalist sol olabilirdi. Ancak bunu temsil etmeye en yakın parti, Tunuslu İşçilerin Komünist Partisi’nin ise ülkenin geçtiği uzun süre belirsizliğini koruyan isyancı süreçten yeterince güçlü çıkamadığı anlaşılıyor. Neslişah BAŞARAN


12 DÜNYA 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Artıları ve eksileriyle Occupy Wall Street (OWS), Türkçesiyle “Wall Street’i İşgal Et” hareketi, 17 Eylül günü New York’ta Wall Street’in yakınlarındaki Zuccoti parkının işgal edilmesiyle doğdu. Asıl adı Liberty olan park, Zuccoti isimli bir zenginin parasıyla düzenlendikten sonra “kamuya açık bir özel mülk” haline getirilmiş ve Zuccoti adını almıştı. Ancak eylemciler buraya Liberty demeyi sürdürüyor. Liberty parkın sürekli biçimde işgal edilmesiyle başlayan hareket, geçtiğimiz günlerde bir ayı geride bıraktı. Bu bir aylık süre, hareket hakkında değerlendirme yapmayı sağlayacak bir ilk birikimin ortaya çıkmasını sağladı. Bir değerlendirme yapmak mümkün olsa da, hareketin tam olarak ne olduğunu ve nereye kadar gideceğini kestirmek henüz mümkün değil. Hareketin mücadelesi devam ettiği gibi, hareket içerisinde de mücadele devam ediyor. Liberty parkta ağırlığını gençlerin oluşturduğu yaklaşık 200 kişilik bir grup kamp kurmuş durumda. Her gün işe gitmesi gerektiği için ya da bakmakla yükümlü olduğu ailesi nedeniyle gece-gündüz parkta kalamayan binlerce insan ise, eylemlere farklı şekillerde destek veriyor. Nitekim akşam saatlerinde ve hafta sonlarında binlerce insanın park civarına gelmesi bu eylemin çok daha geniş bir destek kitlesi olduğunun göstergelerinden biri. Diğer taraftan, tıpkı TEKEL işçilerini ağırlayan Ankaralılar gibi, Liberty park göstericilerine yemek taşıyan ya da onlara evlerinde banyo yapmaya çağıran insanlar gerçek bir dayanışma sergiliyor. OWS, baştan itibaren halka seslenirken iki noktayı ön plana çıkardı. Bunlardan biri, “biz yüzde 99’uz” sloganının seçilmiş olmasıydı.

şünülebilir. Gerçekten de sınıfların adını koymaktan şu ana kadar hep geri duruldu. Yine de, yüzde 99’u oluşturanın başta işçiler ve yoksul göçmenler olmak üzere ABD’nin ezilen sınıfları olduğu biliniyor. Öte yandan yüzde 99 sloganının kullanılması, hareketin kapsayıcı olması açısından büyük bir avantaj. Gerçekten de insanların kendilerini yüzde 99’un içine koyarak, hareketle ya da hareketin ortaya çıkardığı öfkeyle özdeşleştikleri görülüyor. Gelir farklılıklarına ek olarak renk farklılığının de çok önemli olduğu bu ülkede, ezilenler arasında kolaylıkla körüklenebilecek düşmanlıkları unutturarak, zenginlere karşı herkesin aynı safta olduğu mesajını vermek bile ABD için önemli bir adım. Siyasetin Cumhuriyetçiler-Demokratlar mücadelesinden ibaret olarak kavrandığı, sosyal devletten zerre nasiplenmemiş bir ülkede, ilk kez sistem ciddi şekilde eleştiriliyor ve halk yararına iktisadi talepler dile getiriliyor. Hareketin başta beklendiğinden daha fazla ses getirmesinin nedeni ise, yukarıda bahsedildiği gibi, hedefe Wall Street’in yerleştirilmiş olması. Bazı yorumlarda hedefin bu kadar daraltılmış olmasının, sermayenin sadece bir bölümünün hedef alınmasının yanlış olduğu belirtilse de, Wall Street gerek ABD kapitalizmi açısından gerekse neoliberalizm açısından önemli bir sembol. Eylemciler için son derece somut bir hedef olması da bir başka önemli yönü. Wall Street, 2007’den bu yana ABD başta olmak üzere dünyayı kavuran iktisadi krize rağmen, paradan para kazanmayı sürdüren asalak bir sınıfı temsil ediyor. Finans kapital, sermaye düzeninin

faktörle yakından ilişkili. Bunlara ek olarak, New York polisinin Brooklyn köprüsünde 700 kişiyi birden gözaltına alması ve göz yaşartıcı gazlarla yaptığı saldırının tepki görmesi gibi hareketin dışından kaynaklanan nedenler de, OWS’nin bir anda ABD’nin ve eşzamanlı olarak dünyanın gündemine gelmesini sağladı. Bu sayede New York’ta olanlardan feyz alan “işgal” hareketleri ABD’nin farklı şehirlerinde boy göstermeye başladı. Şu anda çok sayıda eyalette, birçoğu birbirinden bağımsız işgal eylemleri örgütlenmeye çalışılıyor. Özellikle daha ilerici olarak bilinen eyaletlerde kısmen başarılı eylemler yapıldığı söylenebilir. Yine de son araştırmalar, ABD’de nüfusun yüzde 60’ının, kendisini yanında ya da karşısında konumlandıramayacak kadar hareketten bihaber olduğunu gösteriyor. Ancak medyanın OWS’yi tanıtma biçimi gibi, yayınladığı bu anketlerin de gerçeği ne derece yansıttığı kuşkulu. Medyanın hareketi olduğundan farklı ve dar kapsamlı gösterme çabaları bir yana, OWS’nin ABD’nin farklı kökenlerden emekçilerinin gündemine gelebilmek için Liberty parkta nöbet tutmaktan veya sosyal paylaşım siteleri üzerinden sesini duyurmaktan daha fazlasını yapması gerektiği kesin. Emekçilerle temas sağlanması açısından New York’un güçlü sendikalarıyla işbirliğine gidilmesi önem taşıyor. ABD’de sendikalar, işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmekten çok işçi sınıfının teslim alınmasına hizmet ediyor olsalar da, krizin yarattığı yıkıma verilen bu tepkinin sendikaları etkilememesi mümkün değil. Zaten sendikaların önemli bir kısmı işten çıkarmalarla birlikte zaten az olan üye sayılarının gittik-

OWS, baştan itibaren halka seslenirken iki noktayı ön plana çıkardı. Bunlardan biri, “biz yüzde 99’uz” sloganının seçilmiş olmasıydı. İkincisi ise, hedefe ABD’nin ve dünyanın finans merkezi Wall Street’in oturtulmasıydı. Bu iki noktanın tanımlayıcı hale gelmesi, hareketin kendisini anlamak için de önemli ipuçları barındırıyor. İkincisi ise, hedefe ABD’nin ve dünyanın finans merkezi Wall Street’in oturtulmasıydı. Bu iki noktanın tanımlayıcı hale gelmesi, hareketin kendisini anlamak için de önemli ipuçları barındırıyor. Yüzde 99 karşısına ABD’nin kaynaklarının sömüren, gelirin yüzde 60’ını tek başına tüketen yüzde 1’i alıyor; yani yoksullara karşı zenginleri. Öncelikle gelir üzerinden yapılmış olan bu ayrımın sınıfsal çağrışımların üzerini örttüğü dü-

sadece bir kolu olsa da, yaşamakta olduğumuz çağda sistemin kalbini temsil etmesi bakımından önemli. Belki daha önemli olan, sistemin ahlaksızlığının ve çürümüşlüğünün de yüzü olması. Öyle ki, sokaktaki herhangi bir insanın, eylemleri beğenmese bile Wall Street’i savunması mümkün değil. OWS’nin medyanın sıkı sansürüne rağmen sesini duyurubilmesi ve gittikçe büyüyen bir hareket haline gelebilmesi yukarıda bahsedilen iki

çe eridiğini görüyor. Diğer taraftan, emekçiler karşılaştıkları zorluklar nedeniyle ve OWS’ye duydukları sempati nedeniyle işbirlikçi sendika yönetimleri üzerinde bir basınç yaratıyor. Sonuç, şimdilik Liberty parkta yapılan gösterilere maddi destek sağlamaktan ve düzenlenen yürüyüşlere sembolik katılım göstermekten ibaret. Hareketin, önümüzdeki süreçte var olan sendikal yapılar üzerinde bir dereceye kadar olsa da dönüştürücü bir

etkide bulunması ne kadar yol kat ettiğini anlamak açısından önemli bir gösterge olacak. Ancak şimdilik o noktadan çok uzak olunduğunu söylemek lazım. Hareket, bu haliyle egemenleri sarsar mı? Dünya emekçilerinin krize nasıl tepki verecekleri, krizin ilk etkilerinin görünmesinden itibaren üzerinde tartışılan konulardan biri. OWS, tüm olumlu ya da olumsuz yanları bir tarafa, öncelikle krize verilen tepkilerden biri olarak yorumlanmalı. Bilindiği gibi, özellikle Avrupa’da krizin yarattığı işsizlik ve yoksulluk karşısında, sistemi suçlamaktan önce göçmenleri ya da ülkesinde yaşayan farklı kökenden emekçileri suçlayan bir sağ tepki de gelişti. Bu sağ tepki, şimdilik, sol hareketin ve işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu birkaç ülke dışında, krizin egemen sınıfları siyasi olarak rahatsız etmemesinin esas nedeni oldu. Bu sağ tepkinin ABD’deki adresi ise, şirketlere dokunulmamasını isteyen, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlere devlet katkısına karşı çıkan sağcı Çay Partisi’ydi. Bugünlerde ABD medyası Çay Partisi ile OWS hareketinin ortak noktaları üzerine manipülatif haberler yapıyor olsa da, tarihsel olarak biliyoruz ki; bu tür krizler, solu güçlendiren dinamikleri ortaya çıkarabileceği gibi, sağ için de elverişli bir zemin sunabiliyor. Şu anda ABD’de yaşanan da tam olarak bu; bir yandan Çay partisi gibi gerici ve sağcı bir hareketin siyasi alanı sağa çektiği, öte yandan OWS gibi zenginleri hedef tahtasına yerleştiren bir hareketin boy verdiği görülüyor. Tüm bunlara rağmen, krize karşı verilecek esas sol tepkinin, özellikle şu anki haliyle, OWS hareketi olduğunu söylemek doğru değil. Üstelik sadece niceliksel darlığı nedeniyle değil. OWS, her ne kadar krize karşı sessiz kalınmayacağını gösteren önemli bir çıkış olsa da, dünya çapında emekçilerin belirleyici olduğu bir dalga yaratılamadığı sürece sistemi sarsmayacak şekilde sürmeye ve bir süre sonra da sönümlenmeye mahkum. Emekçilerin, krizden en fazla etkilenen Avrupa’da ve Latin Amerika gibi sol üzerinde ideolojik etkisi her daim güçlü olagelmiş coğrafyalarda sistemi gerçekten ürküten başkaldırılarına duyulan ihtiyaç her gün artıyor. OWS’nin sağlıklı bir şekilde büyümesi ve yol alabilmesi için de bu dalganın yükselmesi gerekiyor. Şu anki haliyle OWS, bir kitle


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

DÜNYA 13

Wall Street eylemleri Artıları ve eskileri bir arada düşünüldüğünde, OWS için kesin bir şey söylemek en azından şu anki aşamada mümkün değil. Hareketin yoluna nasıl devam edeceği bu farklı seslerden hangisinin harekete rengini çalacağıyla yakından ilgili. Hareketin geleceği o kadar belirsiz ki, daha somut olarak düşünülecek olursa, New York polisi Liberty parkı ciddi olarak “temizleme” emri aldığında hareketin kendisini nerde ve nasıl var edeceği bilinmiyor. hareketi olarak, kitle hareketlerinin taşıdığı bütün amorfluğu üzerinde taşıyor. Özellikle büyük medya organları tarafından hareketin en fazla bu yönünün öne çıkarılması ve takdir edilmesi tesadüf değil. “Doğrudan demokrasinin”, “konsensüs”ün bu kadar kutsanıyor olmasının bir nedeni, egemenlerin, bu “karmaşa”dan somut hedefleri olan ve siyasi sistemi sarsacak eylemler örgütleyebilen ve sürekli hedefe doğru ilerleyen bir yapının çıkmayacağını düşünmeleri. Çünkü örneğin önümüzdeki başkanlık seçimlerinde yeniden aday olacağı belli olan Obama konusunda bile tam olarak ne düşündüğüne karar vermemiş bir hareketten bahsediyoruz. Hatta tam da bu nedenle, sisteme soldan yapılan eleştirinin nihayetinde Cumhuriyetçilere karşı Demokratları güçlendireceğini umanlar ve bu yönde telkinde bulunanlar

az değil. Obama yönetimi ise, bu boşluğu yakaladığı için eylemlere doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahale edebileceği kanallar yaratıyor. Cumhuriyetçilerin daha fazla lanetlenmesini sağlayan ya da örneğin; Obama yönetiminin şu anki dış politikasına paralel düşen eylemler bu kapsamda değerlendirilebilir. “Lidersizliği” nedeniyle liberal çevrelerde beğeni toplayan OWS’nin bu haliyle her yana çekiştirilmeye de ne kadar açık olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Her şeye rağmen, hareket içerisinde yer alan çok sayıda dürüst ve ilerici unsur, birlikte tartışmanın zenginleştiriciliğinin hareketi evcilleştirmeye yönelik girdilere kapı aralamasına karşı direnç gösteriyor. OWS, her ne kadar öncelikle ABD’nin ekonomik sorunlarına gösterilen bir tepki olsa da, sistem karşısındaki eleştirinin

her alanda sağlam olmaması en büyük handikaplarından birini oluşturuyor. Özellikle 15 Ekim’de dünyanın pek çok şehrinde örgütlenen eş zamanlı eylemler gibi, uluslararası çapta bir tepkiye esin kaynağı olması beklentisi dolayısıyla, sadece ABD kapitalizmine yönelik eleştirileri değil, emperyalizmin uluslararası politikalarına ilişkin eleştirileri de önem taşıyor. Bu ikisinin birbirinden bağımsız olarak düşünülemeyeceği ortada. Bu noktada harekete daha büyük bir kaosun egemen olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Mısır halkının baskıya, yoksulluğa ve işsizliğe karşı ayaklanmış olmasından etkilendiğini söyleyen ve bu nedenle sık sık Tahrir Meydanı’na gönderme yapan bir hareketin, “Arap baharının” geldiği noktadan, Libya’daki gibi Hillary Clinton’ı neşelendiren barbarlıklardan rahatsız olmaması siyasi

bulanıklığın derecesi hakkında fikir verebilir. Bu bulanıklık OWS hareketi içerisinde bulunan tüm kesimler için aynı oranda geçerli değil. Başını, anti-emperyalizm konusunda doğru hatta durmaya devam eden sosyalistlerin ve ilericilerin çektiği bazı gruplar, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerini eleştirirken; Kaddafi’nin hunharca öldürülmesini Libyalıların özgürleşmesi olarak algılayan ve NATO eliyle gelen “özgürlüğün” anlamı konusunda doğru düzgün fikir sahibi olmayanlar da bulunuyor. Bu nedenle Liberty parkta, hem anti-emperyalist sesler hem de emperyalizmin müdahalesini dolaylı olarak destekleyen sesler aynı anda yükselebiliyor. Medya ise, bu sesleri bir arada duymaktan memnun; barbarlığa karşı ve Libya’nın kaynaklarının sömürülmesine karşı kararlı bir ses çıkmamasını alkışlayarak “işte çokseslilik” diye bağırıyor.

Artıları ve eskileri bir arada düşünüldüğünde, OWS için kesin bir şey söylemek en azından şu anki aşamada mümkün değil. Hareketin yoluna nasıl devam edeceği bu farklı seslerden hangisinin harekete rengini çalacağıyla yakından ilgili. Hareketin geleceği o kadar belirsiz ki, daha somut olarak düşünülecek olursa, New York polisi Liberty parkı ciddi olarak “temizleme” emri aldığında hareketin kendisini nerde ve nasıl var edeceği bilinmiyor. Ancak şimdilik kesin ve gerçek olan; şu anda binlerce gönüllünün her şeye rağmen, ABD halkını sırtlarından milyarca dolar kazanan sömürücülere ve asalaklara karşı mücadele etmeye çağırması. Bu çağrının ne kadar güçleneceği ve sistemi ne kadar rahatsız edeceği de, aynı mücadelenin konusu.

Cangül ÖRNEK


14 EMEK 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

İşçiler tamam da TKP biraz geç kalıyor! İşçi Okulu yola koyuldu. Şu ana kadar yaklaşık 55 sınıfla açılış derslerini yapan İşçi Okulu Türkiye’nin bir dizi ilinde başladı. Açılış dersleri sanatçı, akademisyen dostlarımızın katkıları ile yapıldı, yapılıyor. Bazı illerin ve sınıfların ilk dersleri ise bayramdan sonra yapılacak. Türkiye Komünist Partisi’nin 10. Kongresi’nde aldığı karar doğrultusunda yaşama geçirdiği İşçi Okulu çalışması, hem parti içinde hem de emekçiler arasında heyecan yaratmaya başladı. 10 yıllık AKP iktidarının karanlığında ve bu karanlığın bilgi, ideoloji, yalan, saptırma bombardımanı altında fabrikasında, tezgahında, işyerinde sesini çıkaramayan işçiler ve emekçiler için İşçi Okulu’nun, yapılan ilk eğitimlerin sonucunda önemli bir boşluğu doldurduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır. Bugün bütün

televizyon kanallarında ve basın organlarında AKP güzellemesiyle geçen her haberi dinleyen, bu haberin doğru olup olmadığı konusunda kafası karışan işçi ve emekçilerin gerçekleri öğrenecekleri artık bir yerleri var. İşçi Okulu bu açıdan işçi ve emekçilerin aydınlanması açısından çok önemli bir ihtiyacı karşılamış oldu, oluyor, olacak. Yapılan ilk eğitimlerden sonra gördüğümüz tablo şu: AKP karanlığı altında yaşayan binlerce emekçi bilgiye, doğruya, gerçeğe, iyiye ve güzele hasret... Bunun için karanlıkta yol bulmaya çalışıyor. Bunun için neler yapabileceğini tartışıyor, bunun için okuması ve öğrenmesi gerektiğini biliyor. İşçi Okulu, ilk derslerden sonra herkes tarafından daha da sahiplenilen bir çalışma oldu. Düzenin yalanlarına karşı gerçeklerle donanmak

sosyalist hareketin ayağa kalkacağı zeminin işçi sınıfı olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk. İşçi Okulu çalışması, tam da sosyalist hareketin ataletini ortadan kaldıracak bir zemin sunmaktadır. İlk derslerle gördüğümüz şudur; sınıfın umut, mücadele azmi ve öfkesi bize bir kez daha sosyalist hareketin nasıl bir çıkış örgütleyeceğinin ipuçlarını vermiştir. İşçi Okulu çalışması bu açıdan da değerlendirilmelidir. Derslere katılan işçilerde AKP iktidarının on yıllık sürecinin ağırlığı var. Derslere katılan emekçilerde bu karanlık tablodan nasıl çıkarız belirsizliği ve tedirginliği var. Derslere katılan emekçilerde, böyle bir ülkeyi hak etmedik “hazımsızlığı” ve “kabullenememe” var. Derslere katılan emekçilerde bu düzenin sahiplerine, sözcülerine, işyerlerinde bu adamların borazanlığını

İşçi Okulu bir dizi ilde başladı. Ancak daha çok işçinin ve emekçinin bu yalan dünyaya karşı gerçekleri öğrenmesi gerek. Bunun için emekçilerin yanına gitmeye, işçi okuluna, aydınlanmaya çağırmaya devam edelim. Yalan dünyaya karşı İşçi Okulu söz verdiği gibi yola çıktı! işçiler açısından büyük bir ihtiyaç. Sınıf mücadelesinde yapılması gereken ilk işin, bugün, bu tür bir aydınlanma faaliyetinin olduğunu bir kez daha hissetmiş olduk. İşçi Okulu, işçilerin aydınlanma ocağı oluyor. Yaklaşık 55 sınıfla yola koyulan İşçi Okulu önümüzdeki günlerde sınıf sayısında artış beklemektedir. Bugün henüz açılmamış ya da İşçi Okulu gündeme gelmemiş olan illerde de bu çalışmanın başlaması lazım. Hem sınıf sayısının hem de sınıf mevcudunun gün geçtikçe artacağını düşündüğümüz İşçi Okulu çalışmasını, sosyalist hareketin bu karanlık tabloda nefes alacağı bir kanal olarak düşünmemiz gerekiyor. İşçi Okulu çalışmasıyla, Kürt sorununda yaşanan “kan pazarlığının” neden olduğu ölümlerin ve Van’daki deprem gibi doğal afetlerin toplumun bütün kesimlerinde yaşattığı acıların içinde

yapanlara karşı “bilenme” var. Ağızlarının payını vermek istiyorlar, yalanlarını yüzlerine çarpmak istiyorlar, gerçekleri haykırmak istiyorlar. Bunun için İşçi Okulu çalışmasından çok şey bekliyorlar. İşçi Okulu çalışması sonrası yeniden bütün alanlarda sosyalizmin daha sözünü söylemediğini haykırmak istiyorlar. İşçi sınıfı açıdan fotoğraf biraz böyle... Ancak bu fotoğrafın başka bir tarafına da değinmek lazım. Örgütlü bireylere, komünistlere dönük yüzüne de sanırız biraz laf etmek ihtiyacı bulunuyor. Böyle bir karanlık ve toplumun sermaye-cemaat-devlet tarafından kuşatıldığı bir ortamda düzenin bu sarmalında gedikler açacak bir çalışma tek devrimci çalışmadır. Ne her şeyin üstüne çıkan bir kampanya başlatılması ne de sokaklarda etkisiz kadroların yaptığı tepki eylemleri böyle bir dönemde işe yarayabilir.

Düzenin ve gidişe karşı verilecek en anlamlı ve doğru mücadele yöntemlerini iyi belirlemeliyiz. Bunun için önce şunu anlamamız lazım. İkinci cumhuriyette yeni anayasanın yapılmakta olduğu gerici, amerikancı ve emek düşmanı bir rejimde yaşıyoruz. Böyle bir rejimde sosyalist hareket nereden başlamalı ve ne yapmalıdır? Bu sorulara partimizin 10. Kongresi yanıt verdi. Hem de soldan, devrimci ve radikal yanıtlar. Bu yanıtlardan bir tanesi sosyalizm çıkışı ise bir tanesi de bu çıkışın zemin kazanacağı sınıfla bağın kurulmasıdır. İşçi Okulu çalışmasını siyaseten buraya yerleştirmek gerekiyor. İşçi Okulu çalışmasını öneren ve yaşama geçirmeye çalışan TKP, bütün kadrolarını bu doğrultuda harekete geçirmeyi başarmalıdır. Eğer başarırsa bugün tartıştığı bir dizi başlığın sonuca bağlandığını ve umudun yeniden şekillendiğini görecektir. TKP üyelerinin beklediği şey, yapmaları gerekendir. Sınıfın umut görmek istediği ve beklediği bir dönemde, TKP’nin geç kalma hakkı bulunmuyor. İşçi Okulu 55’e yakın sınıfla yola koyuldu. Eğitim emekçilerinden metal işçilerine, hizmet sektöründen tekstil sektörüne kadar işçi sınıfının değişik kesimlerinin yan yana geldiği İşçi Okulu çalışması 15 günlük oturumlarla devam edecek. Kayıtlar, sıradan okul gibi bitmiyor, her zaman yeni işçilere açık olacak dersler için kayıtlar devam ediyor olacak. Bir yandan işçi ve emekçilerin aydınlanması çalışmaları yapılacağı gibi diğer yandan işçi ve emekçilerin dayanışma ortamı oluşturulmaya çalışılacak. Tiyatro ve sinema etkinliklerinden ortak spor ve kültürel etkinliklere kadar bir dizi etkinlik planlanıyor. İşçi Okulu çalışması bu açıdan da yeni bir mücadele kuşağının örgütlenmesi ve hazır edilmesi anlamına da gelecektir. Açılış dersleriyle yola koyulan İşçi Okulu, Türkiye’nin dört bir yanından işçilere ve emekçilere ulaşmaya başladı. Daha fazla işçinin ve emekçinin aydınlanma ocağı olacak görünen İşçi Okulu çalışması bu açıdan umut veriyor. Kurtuluş KILÇER


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

EMEK 15

Şube başkanı Murat Bozbeyoğlu, Sosyal-İş’in yeni Ankara yönetimini anlattı

Sözümüzü tutarsak ‘farklı’ oluruz “Uzun yıllardır önemli mücadelelerle kazanım haline getirdiği hakları bugün tek tek elinden işçi sınıfımızın yeniden güçlü bir şekilde ayağa kalkması gerekiyor.” Sosyal-İş Ankara Şubesi Genel Kurulu yapıldı, siz de başkan oldunuz, neydi seçimlere girerken sizin de içinde yer aldığınız listenin farkı? Sosyal-İş Sendikası Ankara Şubesi Olağan Genel Kurulu 18 Eylül 2011 tarihinde yapıldı. Genel Kurula, “seçilecekler” listesinden çok, yüzü dışa dönük, sınıf eksenli bir mücadele fikrine sahip, yaklaşık 2 yıllık mücadele pratiği üzerinden zaman içinde yan yana gelerek şekillenen bir irade ile girdiğimizi söyleyebilirim. Organlarda görev alan arkadaşlarımızın dışında çok sayıda üyemiz bu iradenin bileşimini meydana getiriyor. Bu irade Genel Kurul katılımcılarının yüzde 65‘inin desteğini aldı. Tek tek kazananların değil, fikren kazanımların olduğu bir Genel Kurul diye tarif etmeyi tercih ediyorum. İddialı, kararlı, mücadele hedefleri olan genç bir profilimiz var. Temel olarak böyle bir farklılıktan bahsedilebilir. Ancak önümüzdeki görev dönemi bu iddialılığın ve hedeflerin yaşam bulduğu bir süreç olduğunda, gerçek bir “farklılıktan” söz edebiliriz. Sosyal-İş’in bir sendika olarak büyüme kanalları neler? İşçi sınıfının yapısındaki değişiklikler sendikanızı nasıl etkiledi? Bu değişiklilleri avantaja çevirmek olası mı? Hizmetler sektörü içinde 17 No’lu işkolu içinde mücadele ediyoruz. Marketlerden, bürolara, meslek odalarından kooperatiflere, özel eğitim kurumlarından noterlere kadar geniş bir alandan bahsedebiliriz. 1980 yıllarda başlayan, özellikle 2000’ li yıllarda planlı bir şekilde hız kazanan tarımsal üretimin tasfiye süreciyle, bu alanda istihdam olan iş gücünün önemli oranda hizmetler sektörüne doğru kaydığını ve bu alanda yoğunlaştığını görüyoruz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre sigortalı işçilerin yüzde 30’u işkolumuzda çalışıyor. İşkolumuzda 2003 yılında 436 bin dolayında kayıtlı işçi çalışırken, bu rakam 2011 yılında 2 milyon 700 binlere ulaşıyor.

Oldukça kısa zamanda yüzde 600 gibi bir büyüme oranından bahsediyorum. Oldukça dağınık ve küçük işyerlerinden oluşan bir işkolundayız. Ücretler genelde düşük, çalışanlar ağır çalışma koşulları, güvencesiz istihdam ve yaygın hak ihlalleri ile karşı karşıya. İşkolumuzdaki diğer sendikaları da içine aldığımızda sendikalaşma oranının yüzde 2,5 gibi ironik bir seviyede seyrettiğini görüyoruz. Hızlı değişim sürecine zamanında ve örgütlü müdahele edilememiş olması sorunları ve zorlukları da biriktirmiş. Özellikle iş kolumuzda taşeron çalışma korkunç derecede yaygınlaşmış ve yayılmaya devam ediyor. Sendikamız Sosyal-İş ‘in sınırlı olanaklarıyla son birkaç yılda bu alanda verdiği mücadele oldukça önemli diye düşünüyorum. Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında işkolumuzda örgütlenme açısından ciddi zorlukların olduğu görünürken, diğer taraftan müdahale ve büyüme olanakları açısından da muazzam bir zeminden bahsedilebilir. Bu nedenle önümüzdeki mücadele sürecinde bizleri önemli görev ve sorumluluklar bekliyor. DİSK için ne denebilir? Birkaç sendika dışında DİSK hareketsiz kalmaya devam ediyor. DİSK’in dinamikleşmesi için neler yapılabilir? Soruyla birlikte yapmış olduğunuz saptamayı açmakta fayda var. Konfederasyonumuz DİSK içinde bizim de içinde olduğumuz çok sayıda sendika bulunuyor. Bu sendikaların mücadele içindeki konumları, dinamizmi, iş kollarındaki faaliyetleri, toplamda ülkenin siyasal ve toplumsal süreçlerine yaklaşımları DİSK’in duracağı yerle oldukça ilişkili. Yani bir durgunluk tespiti varsa, cevabı buralardan aramaya başlamak gerekiyor. İktidar tarafından uzunca bir süredir işletilen dönüşüm ve saldırılara kayda değer bir karşı duruşun örgütlenememesi, işçi sınıfının örgütsüzlüğüyle doğrudan bağlantılı. Kıdem tazminatının kaldırılmasına yönelik düzenlemeler, özel istihdam büroları, bölgesel as-

gari ücret tartışmalarıyla birlikte, toplamda bu alanlarda verilecek mücadele DİSK’ i “durgunluk”tan çıkmasını sağlayacaktır. Ankara’da sınıf hareketinin diğer kentlere, özellikle İstanbul’a göre farklılıkları ne? Genelllikle Ankara’yı bir işçi kenti olarak görmeme eğilimi vardır. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz? İşçi sınıfının başkentinden bahsediyoruz. Sınıf çelişkilerinin en çıplak yaşandığı, ülkemizde işçileşme sürecinin en yoğun yaşandığı kent İstanbul. Türkiye’ de yaklaşık her 4 işçiden biri İstanbul’ da yaşıyor. İstihdam edilenlerin yüzdem 82,7 sini ücretliler oluştururken bu oran Türkiye’deki en yüksek oran. Toplam çalışan sayısı 1 milyon 442 bin olan Ankara’da tüm çalışanlar içinde ücretlilerin oranı yüzde 80. Bu oran İstanbul’dan sonra Türkiye’deki en yüksek oran ve yine İstanbul’dan sonra Ankara Türkiye’de en çok ücretlinin çalıştığı ikinci kent. İstanbul’da çalışanların yaklaşık yüzde 40’ı sanayi sektöründe, yaklaşık yüzde 60’ı ise hizmetler sektöründe. Tarımda çalışanların istihdam içindeki payı binde 5 gibi çok düşük bir oran.

Ankara’da çalışanların ise yüzde 72,7’si hizmetler sektöründe, yüzde 23,6’sı sanayide, yüzde 3,7’si tarımda. Ankara hizmetler sektörünün istihdam içindeki payının en yüksek olduğu kent. Burada özellikle merkezi kamu idaresinin Ankara’da olması ve kamu emekçilerinin yoğunluğu belirleyici rol oynuyor. Bununla birlikte Ankara memur kenti olarak bilinse de Ankara’da 340 bin kişi sanayide çalışıyor. Özellikle Ankara’nın çeperinde büyüyen bir sanayi mevcut. Bir kısım ortak yanlar taşısa da sınıf hareketi açısından İstanbul’ un diğer kentlerle olduğu kadar Ankara ile de karşılaştırılmasında ciddi eşitsizlikler olacağı kanaatindeyim. Son bir söz olarak aklınızda ne var? Uzun yıllardır önemli mücadelelerle kazanım haline getirdiği hakları bugün tek tek elinden işçi sınıfımızın yeniden güçlü bir şekilde ayağa kalkması gerekiyor. Sendikaların ve sınıfın siyasal örgütlerinin dünden daha fazla, daha kararlı ve etkin mücadele yollarını zorlaması yaşamsal görünüyor. Teşekkür ederim.


16 EMEK 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Fatih Dersanesi’nde öğretmen

Eğitimci mi? Pazarlamacı mı? Eğitim sistemi içerisinde artık ve ne yazık ki vazgeçilmez bir yer kaplayan dersaneler eğitimde ticarileşmenin önemli uygulama üslerinden biri. Eğitim kurumlarının özelleştirilmesi ile dersaneler de piyasalaşan eğitimde önemli yer tuttu. Bu kurumlarda çalışan öğretmenler için de eğitmenlik görevleri giderek önemsizleşiyor. Öğretmenler için dersaneye gelir kaydetmek yanında

işlerinin sürekliliğini sağlamak haline gelmiş. Herhangi bir okulda kayıtlı olan öğrencilerin sınıf, ad soyad, adres, telefon ve velilerine yönelik bilgilerden oluşan listeler öğretmenlere veriliyor. Bu listelerin nereden edinildiği konusunda herhangi bir bilgi verilmezken, öğretmenlerin bu listelerdeki öğrencilere ait bilgilerden yola çıkarak dersaneye kayıt yaptırmaları için

formans değerlendirme notu yükseliyor. Müşteri hedefini tutturmak zorundalar Öğretmenlerin aylık doldurması gereken “hedef kota”ları oluyor. Bu hedefi tutturmak için velileri dersaneye kayıt yaptırmaya ikna etmek zorundalar. Bu hedefin altında kalanın performansı düşük oluyor. Ayrıca grup danışmanının hakaretleri-

İkinci Cumhuriyet’in öğretmene kazandırdığı yeni kimlikte geleceksizlik ve güvencesizlik yanında müşteriyi memnun etmek, performans değerlendirmesinden düşük not almamak, telefonla velileri ikna edip kurumun cirosunu yükseltmek, düşük ücrete çalışmak, amirlerinden azar işitmek var. Fatih Dersanesi, yeni öğretmen kimliğini oluşturan yerlerden yalnızca biri. eğitim vermek sorumlu oldukları işlerin önemsiz bir kısmını oluşturuyor. Fatih Dersanesi de çalıştırdığı öğretmenlerden en başta, yeni kayıt yaptıracak öğrenciler bekliyor. Fatih Dersaneleri, lise öğrencilerine yönelik olarak çalışıyor ve SBS sınavlarına öğrencileri hazırlıyor. Dersane patronları, eğitim sektöründen para kazanan başka şirketlere de sahip. Doğa, Okyanus, English Time, Kültür dersanesi gibi kurumlarlada sektörde yer alıyor. Fatih Dersaneleri, İstanbul’da 39, İzmit’de 4 olmak üzere toplam 43 şubesinde faaliyet gösteriyor. Bu şubelerde 1200 civarında öğretmen çalıştırıyor. Pazarlama elemanı mı? Öğretmen mi? Diğer dersaneler gibi Fatih Dersanelerinde de öğrenciler ve veliler müşteri olarak kabul ediliyor ve müdürler tarafından sıkça bu konu dile getiriliyor. Müşteri bulmak ve toplam ciroyu yükseltmek öğretmenlerden bekleniyor. Öğretmenler için ise temel motivasyon kaynağı kuruma para kazandırmak ve bunun sonucunda dersanedeki

velileri ikna etmeleri bekleniyor. Veliyi telefonla arayan öğretmenden çocuğunun dersaneye ihtiyacı olup olmadığını sorması ve değişik pazarlama stratejilerini uygulaması bekleniyor. Öğretmen veliyi ikna edemezse, konuşmayı uzatmaya ve velinin aklında soru oluşturmaya çalışıyor. Veli ikna edilirse dersaneye davet ediliyor. Dersaneye gelen veli, telefonda görüştüğü öğretmenin referansı ile grup danışmanı ile görüşüyor ve kayıt yapılıyor. Grup danışmanına birden fazla öğretmen bağlı ve öğretmenler yaptıkları görüşmelerin raporunu grup danışmanına iletmekle görevli. Birden fazla grup danışmanı ve bu gruplara bağlı en az üç öğretmen var. Velinin ikna edilip edilmemesinin öğretmenler ve bağlı oldukları grup danışmanı açısından olumlu ya da olumsuz sonuçları oluyor. Bu sonuçtan birinci derecede sorumlu olan kişi grup danışmanı oluyor. Öğretmen, kayıt yapmak üzere veliyi ikna ederse, öğretmen değil, grup danışmanı prim alıyor. Fazla sayıda veliyi ikna eden öğretmenlerin ise per-

ne maruz kalıyorlar. Performans ölçümleri ve kriterleri her işyeri, işletme vb için değişebiliyor. Fatih dersanesinin eğitimi bırakmış, para kazanmaya odaklanmış anlayışı öğretmenlerden beklenenlerle de kendisini ifade ediyor. Öğretmenlerin performans notu, sözleşme dönemlerinde önemli. Bu nota göre sözleşmesi yineleniyor ya da sözleşmesi sonlandırılıyor. Öğretmenlerin performansını belirleyen etkenler, - Telefonla kayıt yaptıracak öğrenci bulmak ve aylık kotanın altında kalmamak - Öğrenci anketlerinden öğretmenle ilgili görüşler - Şube müdürünün şahsi görüşü - Velilerle ayda iki kez telefonla, bir kez yüz yüze görüşüp görüşmediği, genel merkez tek tek velileri arayarak bu bilgileri doğruluyor. - Öğrencilerin ders performansı (sınav sonuçları diğer şubelerle karşılaştırılarak öğrencilerin başarılı olup olmadığına karar veriliyor) - Giriş çıkış saatlerine uyum - Öğretmenler danışmanlık yaptıkları ara sınıf öğrencilerini

bir üst sınıfa kaydettirmeye zorunlu bırakılıyor. İlk kayıt kadar “iç kayıt” denilen bu kayıtta da öğretmenin başarısı, performansı belirleyen işlerden sayılıyor. Her öğretmen için iç kayıt listeleri asılıyor ve öğretmenlerin iç kayıttaki başarı yüzdeleri açıklanıyor. Öğretmenler için yasak çok, müşteri memnuniyeti esas Öğretmenler, branş derslerine girmekle, danışmanlık yapmakla ve öğrenci bulmakla yükümlüler. Bir öğretmene branş derslerinde 500 öğrenci düşerken, 100’e yakın öğrencinin de danışmanlığını yürütüyor. Danışmanlık, öğrencinin durumu ile ilgili veliyi bilgilendirmek ve öğrencilere yönelik psikolojik danışmanlık işlevlerine sahip. Mesai hafta içi günlerde 10.30’da başlıyor. 14.00-19.30 arası saatlerde ders ve etüdler yapılıyor. 10.30-14.00 arası, dersler başlayıncaya kadar öğretmenler velileri arıyor, danışmanlık hizmetlerini yapıyor. Hafta sonu ise 08.00-18.30 arası çalışıyorlar. Haftada bir gün hafta tatilleri var. Her öğretmen için hafta tatili günü değişebiliyor. Genellikle pazartesi ya da cuma günleri hafta tatili yapılabiliyor. Mesainin olduğu günlerde öğretmenlerin hastalanması dahi yasak. Öğretmenlerin siyaset konuşması yasak. Öğretmenler odasına gazete dahi giremiyor. Örgütlenme hakkından söz bile edilemiyor. Yaklaşık 1000 TL olan öğretmen ücretleri, bordroda ve SSK bildirimlerinde asgari ücret üzerinden gösteriliyor. Üzeri elden ödeniyor. Her bir öğrenci için 1.600 TL alan dersane patronu daha fazla kâr elde etmek için öğretmenlerin ücretlerini gerçek değerinden dahi göstermiyor. Rekabet her yerde Şubeler kendi aralarında yarışıyor. Yarış, günlük para girişi, aylık ciro gibi parasal meseleler üzerinden şekilleniyor. Hangi şubenin ne kadar kazandığına dair bir sıralama yapılarak bütün öğretmenlere bu listeler dağıtılıyor. Günlük cironun düşmesi müdürün çalışanları azarlama tonunda konuşmasına neden olan önemli etmenlerden.


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

KADIN 17

Kadına yönelik şiddet nasıl duracak? 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in yarattığı ideoloji, kadına sağladığı haklar konusunda fazlaca övünen ve kadına “batıcı” kimlik kazandırma işlevini “layığı ile” yapmış olduğuna ilişkin tereddütsüz bir yaklaşımı içeriyordu. Bu yaklaşımın kadına kazandırmaya çalıştığı kimlik Cumhuriyetin temel nitelikleri ile uyumlu haldeydi. Türkiye’de siyaset ve toplumsal yaşam Birinci Cumhuriyetin kimliği ile örüldü. İkinci Cumhuriyet de siyaset ve toplumsal yaşama, üst yapı kurumlarına yeni bir kimlik kazandırdı. Bu kimlik, şiddetin artmasının en önemli nedenleri arasındadır. Meslek sahibi kadından korunması gereken insana Kadınların Birinci Cumhuriyet’te sosyal ve siyasal yaşama katılımlarının çok ileri düzeyde olduğunu söylemek zor. Ancak, kadının resmediliş ideolojisinde, kadının toplumsal ve siyasal yaşamda eşit bir özne olarak ele alınması vardır. İkinci Cumhuriyet’in kadını eşit cins olma özelliğini yitirmiş, yasalar düzeyinde de kadın değil aile kurumunun önde tutulduğu bir ideoloji yaygın hale gelmiştir. Gericilik kadının kimliğini belirlemede önemli bir işlev üstlenmiştir. Bu koşullar altında kadın, ideolojik olarak İkinci Cumhuriyet’te mağdur, korunması gereken bir varlık haline getirilmiştir. Kadınlar korunması gereken varlıklar haline gelince, çok eşlilik için de kendiliğinden kapı aralanmakta, erkeklerin daha fazla kadını koruma altına alması yaygın kabul görmeye başlamaktadır. Kendisini emek düşmanı politikalarla ifade eden İkinci Cumhuriyet’in emek politikaları, kamu mülkiyetinin tasfiyesi gibi özelleştirmeci, piyasacı siyaset, kadının daha fazla eve kapanmasının, güvencesiz çalışmasının nedenleri arasındadır. Kamu mülkiyetinin alan genişletmesi, kadınların daha fazla sosyal yaşama katılmasını, çocuklarını daha rahat koşullarda büyütmesinin en önemli güvencelerinden biridir. Eve kapatılan kadının gelir güvencesi ortadan kalkmış, kadınlar sadaka ideolojisine açık hale getirilmiştir. İkinci Cumhuriyetin kadınının yaratılma sürecinde önemli sayılabilecek bir mesafenin alınmış

olduğu not edilmelidir. Çalışma yaşamına katılımı giderek düşen, annelik rolünü sahiplenen, mağdur kadın şekillenmiştir. Tayyip Erdoğan’ın kadınlara yönelik olarak söylediği sözler öylesine söylenmiş, ağzından kaçmış sözler değildir. Bugün kadının yeniden şekillendirilmesine hizmet etmektedir. Bu noktada başörtüsü tartışmasının hiçbir öneminin kalmadığını ek bir bilgi olarak hatırlatmaya gerek olmayacaktır. Kadınların muhafazakarlık şemsiyesi altında başörtüsü takma ya da takmamasının bir önemi kalmamıştır. Önemli olan kadınlara verilen işlevin yerine getirilmesi, ailenin kutsallığının beslenmesidir. Toplumsal cinsiyet farklılıklarının iyice derinleştiği, kadınların ev içine gömüldüğü bugün, tüm burjuva ideolojik aygıtların gündeminde kadın ve kadın sorunu olarak ifade ettikleri sorunlar önemli bir yer tutmaktadır. Bu süreçte, kadın sorunu olarak tartışılan konuların da içeriği oldukça önemli bir dönüşüme uğramıştır. Bu özetlenen tablo, kadına yüklenen rolün bu bütünlükte değişimi ve toplumda derinleşmesi kadına yönelik şiddetin ve şiddetteki artışının kaynağını oluşturmaktadır. Bu tablo, gözü dönmüş erkeklerin kadınları kesmek için fırsat kolladığı bir tablo değilse, tam anlamıyla ülkemizin girdiği karanlığın ifadesidir. Kadınları ortaçağ karanlığındaki gibi bir nevi “cadı” ilan eden bir siyasi iktidarın bir yandan da kadınların kurtuluşunu sağlaması mümkün mü? Bu soruya “yetmez ama evet” diye yanıtlayanların sayısının az olmadığı ortaya çıktı. AKP’nin yasası kadını kurtarmaya yeter mi? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Temmuz ayında açıkladığı “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı”nı görüşmek için barolar, kadın örgütleri, STK’lar ile bir dizi toplantı yaptı. STK’lar ile yapılan toplantıya, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF), Amargi, Kadın Dayanışma Vakfı, KA-DER gibi dernek ve örgütlenmelerin yanı sıra TUSİAD ve Emniyet Genel Müdürlüğü de katıldı. Bu toplantının ardından kamuoyunda Aile Sosyal Politikalar

Hutbelerle kadın-erkek eşitliği Taslakta olumlu değişiklikler yapacağı düşünülen Fatma Şahin, 11 Ekim’de kadın milletvekilleri ile yaptığı görüşmede hutbelerle kadın-erkek eşitliğine yönelik adım atacaklarını açıklıyor. ‘’Hutbelerde, kadın erkek eşitliği, kadına yönelik şiddetle ilgili erkeklerin bakış açısını, otokontrolle kendi iç disiplinlerini sağlayacakları eğitim programı düşünüyoruz. Yetişmiş erkeğe nerede ulaşacaksak orada ulaşacak mekanizmaların bir sonucudur bu. Temel bir toplumsal cinsiyet eğitimidir.” Ayrıca, kadına yönelik şiddet konusunda erkeklerin eğitimsizliğini öne çıkaran ve alınacak tedbirlerle bunun giderilebileceğini düşünen Şahin, 17 Ekim’de Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Aile ve Gençlik Merkezi’nin açılışında modern dünya ve Kuran arasındaki ilişkiyi şu şekilde değerlendiriyor: “Modern dünya hiçbir sorunun temelini bizim dinimizin üzerine koyamaz. Modern dünya, İslam ve kadın üzerinde İslamofobi oluşturamaz.” Şahin’e göre modern dünyada yaşanılan sorunlar Kuran’ı iyi anlayamamaktan kaynaklanıyor. Bu anlayış, kadına yönelik şiddetin önlenebilmesinin “aile bireylerinin İslami bilgi ve bilinç yönünden desteklenmesiyle mümkün olabileceği” görüşü ile aynı yere oturuyor. Kadına yönelik şiddet, toplumsal yaşamın belirlenmesinde yasa ve temel hakların değil, referanslarını dinden/dini kurallardan alınmasını sağlamaya yönelik araç haline getirilmeye çalışıyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin güçlendirilmesinden geçiyor. Bugün yamalı bohçaya dönen şiddete karşı önlemlerin hayat bulabilmesi için de bu mücadele güçlendirilmelidir. Yoksa önlem diye ortaya konan öneriler, kadınların ölmesine neden olan siyaseti güçlendirmeye devam ediyor. Kadınların eşit bireyler olarak yaşayacağı ve cinsiyet farklılıklarını ortadan kaldırmaya aday tek ve yegane sistemin sosyalizm olduğunu hatırlatmak ve daha fazla kadını sosyalizm mücadelesine kazanma günüdür. Bakanı Fatma Şahin’in kadına yönelik cinayetlerin durdurulması için “samimi” olduğu ve büyük bir çaba harcadığı izlenimi oluşturulmaya başlandı. Sağcısından sosyal demokratına, solcusundan feminist gruplara herkes tasarının yasalaşması için çalışmaya başladı. Fatma Şahin’le yapılan toplantılarda, taslağa bazı maddelerin eklenmesinin kadına yönelik şiddeti önleyebilmek için elzem olduğu ifade edilirken, AKP politikalarına yönelik bir kez daha güven tazelenmiş oldu. Fatma Şahin’in ve Bakanlığını yaptığı AKP iktidarının siyasi doğrultusu nedeniyle kadınlar ölmeye devam ederken çıkaracakları yasanın nasıl çare olacağı anlaşılmaz. Ülkemizin içerisinde bulunduğu bu karanlığa karşı mücadeleyi öncelemeyenlerin öldürülen her kadın için feryadı gökkubbede dağılıp gitmecek mi? Umut bağlanan yasa tasarısının kadına yönelik şiddeti nasıl durduracağı da alınan önlemlere bakıldığında, kadını daha fazla “mağdur” konumuna itiyor. Korumanın kadının kaçırılması, yüzünün ve yaşam

yerinin değiştirilmesi, çalıştığı işten ayrılması vb gibi önlemleri içerdiğinden bahsediliyor. Bu önlemlerin kadına verilmiş ceza gibi olmasının yanında geçici önlemler olduğu açıktır. Kadın, hayatına geri döndüğünde tekrar ölümle burun buruna yaşamaya devam ediyor. Mevcut yasa, koruma kararı aşamasında kadının beyanını esas alırken, taslak, bu beyanı yeterli bulmamakta, delil ve belge aramaktadır. Taslak, bu ve benzeri yönleri ile mevcut yasadan daha geri yanlar barındırmaktadır. Taslakta şiddet uygulayan bireyin tedavi ettirilmesine yeni bir durummuşçasına yer verilmektedir. Bakan’ın açıklamalarında kelepçe takılması vb gibi ek önlemlere de başvurulacağı belirtilmektedir. Ancak şiddet uygulayan bireyin tedavi ettirilmesi mevcut yasada zaten yer almaktadır. Bu yasa tasarısının genel mantığında “kadının hem şiddet görmesi, hem mağdur olması, hem de kendisine şiddet uygulayandan köşe bucak kaçarak hayatını alt üst etmesi” vardır. Zehra GÜNER


18 POLEMİK 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

‘DEMOKRATİK ÖZERKLİK ÖNERİSİ’: BİR ÇAN EĞRİSİNİN KAPLADIĞI ALANLAR Ahmet Hamdi Dinler ve Demet Şahende Dinler tarafından ortaklaşa kaleme alınan “Demokratik özerklik önerisiyle bir diyalog” başlıklı iki bölümlük yazı 14 ve 15 Ekim 2011 tarihlerinde Birgün gazetesinde yayınlandı. Yazıların tamamını okuduğumda gözümde ilk canlanan, kubbe veya çan şeklinde bir “dağılım eğrisi” oldu. Bu eğrinin iki marjında ya da “kuyruklarında” kesinlikler yer alıyor. Örneğin, Hindistan’ın Kerala eyaletinden, Porto Alegre’den ve Şili’den verilen örneklerin doğruluğundan kuşku duymak için herhangi bir neden bulunmuyor; burası birinci kesinlik alanını oluşturuyor. Eğrinin diğer ucunda ise bir başka kesinlik ifade edilmiş: Sağlık ve eğitim hizmetlerinin yerelleştirilmemesi gerektiği. Çan eğrisinin kapladığı alan örneğin 10 santimetrekare ise, birinci kesinlik marjı (diğer ülkelerden örnekler) yaklaşık 2 santimetrekare tutuyor. İkinci kesinlik marjı (nelerin yerelleştirilmemesi gerektiği) ise yüzeyin yaklaşık 0.01 santimetrekarelik bir alanını kaplıyor. Geriye 7.99 santimetrekarelik bir alan kalıyor: Olumsallıklarla, olabilirliklerle, olasılıklarla ve çok sayıda değişkene bağlı durumlarla dolu, hayli girift bir alan. Böyle olması bir bakıma kaçınılmaz sayılabilir. Çünkü konu, Kürt hareketi tarafından gündeme getirilen “demokratik özerklik” önerisidir ve başlığında da söylendiği gibi yazı bu öneriyle

uğraşan editörleri andırmaktadır. Yazarları, mutlaka bildikleri kimi kesinlikleri dile getirmemeye veya yumuşatarak getirmeye yönelten, başka bir deyişle 7.99 santimetrekarelik alanı biraz daha daraltmaktan alıkoyan durum bu olsa gerekir. “Anlaşılabilir” bulunsa bile kimi ciddi sakıncaları da vardır. Kesinliklerden çekinmemek Örneğin, “Türk kimliğinin ve devlet inşasının bir yanıyla Kürt kimliğinin inkârı olarak kurulmuş olması” tespiti, “bir yanıyla” ekine karşın son derece sakıncalıdır. Türkiye’de ulus devlet inşası kuşkusuz pek çok “inkârı” temel almıştır; ama bunlar arasında, “eşitler arasında birinci” de değil, başat ve belirleyici olan Osmanlı’nın inkârı, Osmanlı’dan kopuştur. İşin kökenine inilecek olursa, “Kürt kimliğinin inkârı” da Osmanlı’ya yönelik radikal reddiyenin özel bir uzantısıdır. Kurtuluş Savaşı’nın harekete getirici gücünü “Ermeni revanşizminden” duyulan kaygıyla (bu söylenenin yazarlarla ilgisi yoktur), Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ise Kürtlerin inkârıyla ilişkilendiren bir yaklaşıma tarihsel açıdan değer biçilmesi, son dönemde böyle bir moda çıkmış olsa bile, çok güçtür. Devam edersek, yazıda yerelleşmeyle ilgili olarak “yerel ölçekle demokratikleşme arasında doğrudan içsel bir ilişki olmadığı” tespitinin ardından “sermayenin serbest hareket olanağının yerel

kalma ısrarı olsa bile, gene de bir anlama gelmesi gerekmez mi? Yazarlara yönelik bu sorunun dışında, genel bir soru daha ortaya atalım: Merkezilik-yerellik tartışmasını herhangi bir gönderme, bağlam ve çerçeve olmadan salt kendi “saflığında” yürütmek anlamlı mıdır? Başta yazarlar olmak üzere, Marksist formasyona sahip herhangi birinin bu soruya olumlu yanıt vermesi mümkün değildir. Birinin kalkıp merkeziliğin, diğerinin tutup yerelleşmenin faziletlerinden dem vurduğu bir tartışma düpedüz skolâstik bir tartışma olacaktır. O zaman, bağlam, çerçeve olması gerekiyor. İki şekilde olabilir. Biri, günümüz kapitalizmi koşullarında neyin ne getireceği ve neye yazgılı olduğuna ilişkindir. Diğeri ise daha özel bir uğrağa: Siyasal iktidarın fethedildiği sosyalist devrim uğrağına… Her ikisi için de dile getirilebilecek “kesinlikler” vardır. Birincisi: Krizlerin, azalan kâr oranlarının, uluslararası ölçekte kıyasıya rekabetin ve sermayenin değerlenme sorunlarının damgasını vurduğu bir dönemdeyiz. Bu dönemde sermaye, sorunlarını hafifletmek amacıyla daha önce girmediği her alana giriyor, bağımsız ne varsa kendine eklemlemeye çalışıyor ve henüz metalaşmamış ne kaldıysa metalaştırıyor. Günümüzü niteleyen olgu budur. Eğer buysa, “öyle

Kurtuluş Savaşı’nın harekete getirici gücünü “Ermeni revanşizminden” duyulan kaygıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ise Kürtlerin inkârıyla ilişkilendiren bir yaklaşıma tarihsel açıdan değer biçilmesi, son dönemde böyle bir moda çıkmış olsa bile, çok güçtür. “diyalog” amacını taşımaktadır. Bu durumda, içeriği tam netleşmeyen, kimi muğlâk ve zayıf yönleri olduğu savunucularınca da teslim edilen bir öneriyle “diyalog kurma” girişiminin az önce sözü edilen türde bir eğriyle sonuçlanması normal sayılmalıdır. Yazarlar, pek beğenmedikleri halde “beğenmedik” diyemedikleri, “bırakın biz yapalım” teklifinde de bulunamayacakları bir tercümenin redaksiyonuyla

ölçeklerde daha da artması” ve “siyasi patronaj ilişkilerinin daha da güçlenmesi” olasılıklarına işaret edilmektedir. Sonra, bu söylenenleri, “sakın yanlış anlaşılmasın” mealinde bir cümle izlemektedir: “Ancak bu sorunlar yerelleşmeye karşı merkezileşmeyi ve üniter devlet yapısını savunmamız gerektiği anlamına gelmiyor.” Peki, ne anlama geliyor? 7.99 santimetrekarelik alanda

de olabilir böyle de…” demenin âlemi yoktur. Açıkça söylenmelidir: Ardında kimi “demokratikleşme” özlemleri de olsa, günümüzün yerelleşme süreçleri, sermayenin “işine gelmenin” çok ötesinde büyük ölçüde başını sermayenin çektiği süreçlerdir. Kuşkusuz burada “yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması”, “kimi kaynakların ve gelirlerin yerel yönetimlerin tasarrufuna bırakılması” gibi klasik yetki

aktarımı (“devolution”) süreçlerinden değil, sermaye ve finans hareketlerinin, işçi-işveren ilişkilerinin, vergi ve kamu maliyesi politikalarının “yerelinde” şekillendirildiği “özerk” birimlerden söz edilmektedir. İkinci “kesinlik” ise, sosyalist devrim uğrağına ilişkindir ve şöyledir: Her durumda ve koşulda, daha önce şöyle veya böyle “özerk” ya da “federatif” bir yapılanmaya gitmiş de olsa, bugünkü coğrafyasıyla Türkiye’de gerçekleşecek bir sosyalist devrim, en azından bir dönem için yapacaklarında kesinkes merkeziyetçi olacaktır. Elbette “keyfinden” değil, sosyalist iktidarın ilk görevleri ve “burjuva devlet mekanizmasının tahribi” bunu gerektirdiği için. Lenin’in hasımlarına en çok öfkelendiği pasajlarından birinde olduğu gibi: “Marx, hem Proudhon’la hem de Bakunin’le tam da federalizm meselesinde anlaşamıyordu (proletarya diktatörlüğünü bir yana bırakacak olursak). Federalizm ilkesel olarak anarşizmin küçük burjuvaca görüşlerinin mantıksal sonucudur. Marx merkeziyetçi idi (…) Şimdi, eğer proletarya ile yoksul köylüler devlet iktidarını ellerine alırlarsa, kendilerini özgürce komünlerde örgütleyip tüm komünlerin eylemlerini kapitalistlerin direncini kırmak, özel mülkiyet altındaki demiryollarını, fabrikaları, toprakları vb ulusal tümüne, toplumun tümüne aktarmak üzere birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik değil midir? Bu, demokratik merkeziyetçiliğin en tutarlısı, üstelik proleter merkeziyetçilik değil midir?” (Devlet ve İhtilal, Seçme Eserler, Progress Publishers, cilt II, s. 276). Sakıncalı yaklaşımlar Bu ülkede aklı başında, hele hele sosyalist olup da Kürt sorununun çözülmesini istemeyen herhangi birinin çıkabileceğini düşünmek mümkün değildir. Yazarların temel çıkış noktalarının da, bu sorunun çözümüne belirli bir noktadan katkıda bulunma isteği olduğundan kuşku duymuyorum. Ne var ki, bu içten ve meşru isteğin, anlaşılan


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

salt Kürt siyasal hareketinin bugünkü gücünden ve coğrafyasından hareketle, hem Türkiye geneline (22 bölge), hem kapitalizmin bugünkü özelliklerine ve hem de sosyalizmin temel doğrularına ilişkin hayli sakıncalı göndermeleri ve gereksiz esnetmeleri de beraberinde getirmesini anlamak hayli güçtür. 7.99 santimetrekarelik alandaki olumsallıklar, olasılıklar ve varsayımların, 2 santimetrekarelik alanda yer alan yalnızca iki örnekle, bir eyalet bir de belediye örneğiyle desteklenebilmesi ciddi bir asimetridir. Çözümü, 0.01 santimetrekare biçilen alanı biraz daha genişletmek olabilirdi; ama ne yazık ki yapmamışlar. Yazarların söylediklerinin içeriğine bakıldığında ilgi çeken bir nokta daha vardır. Anlaşıldığı kadarıyla yazarlar (belki de Kürt sorununun yakıcığından hareketle) en azından üç konuda eskisine göre daha esnek olmayı uygun bulmuşlardır. Birincisi, kapitalizm çerçevesinde yapılabilecekler; ikincisi devletin “sınıf karakteri”; üçüncüsü de işçi sınıfının toplumun diğer kesimlerine göre özel bir konumda olup olmadığı. Gerçi yazarlar yukarıdakilerden ilkine ilişkin olarak 7.99 santimetrekarelik alanda bir uyarı yapma gereğini duymuşlar. Şöyle: “Demokratik özerklik projesini savunanların bu açıdan mülkiyet ilişkileri, toplumsal güç ilişkileri gibi konularda mutlaka söyleyecek sözü olması gerekiyor. Aksi takdirde Mustafa Sönmez’in söylediği gibi fazlasıyla sistem içi, ‘burjuva demokratik bir çerçeve’ olarak kalabilir.” Demokratik özerklik projesini savunanlar “mülkiyet ilişkileri” ve “toplumsal güç ilişkileri gibi temel konularda söz söylememiş sayılıyorlarsa, bu söylenmemişlik üzerine bunca şey yazılmasında, öneri getirilmesinde ve örnek verilmesinde bir acullük oldu-

ğunu söylemek zorundayız. Yok, eğer mesele bütün bunları yazıp projenin sahiplerini bu konuda da söz söylemeye zorlamaksa, bu da “akademinin” siyaset üzerindeki etkilerini yersiz biçimde abartma anlamına gelir. Projenin sahipleri mülkiyet ve toplumsal güç ilişkileri konusunda pek bir şey söylememiş olsalar bile, yazarlara göre gene de yapılacak işler vardır. Çünkü “biz merkez-yerel ilişkisinin olumsal olduğunu, merkezi devlet aygıtının önerdiğimiz proje bağlamında kendi amaçlarımız için kullanılabileceğini gösteriyor. Devletin heterojen ve çok katmanlı bir yapı olduğu düşünülürse, devlet içerisindeki farklı birimler (devlet derken merkezi devletin il özel idareleri, il eğitim ve sağlık müdürlükleri gibi taşra teşkilatını da kastediyoruz) demokratik özerkliğin inşasına katkıda bulunabilir.” Yukarıda “bulunabilir” şeklinde bir olasılıktan söz edilmiş, ama buna da bir kesinlik kazandırmak mümkün. Devlet, ne kadar “heterojen” ve “çok katmanlı” olursa olsun, peşinen ve net bir sınıf karakterine sahiptir. Dolayısıyla, herhangi bir yerelleşme modeli ve süreci temsil ettiği sınıfın çıkarlarına uygun düşüyorsa, devletin buna “katkıda bulunabileceğini” değil, “mutlaka bulunacağını” söylemek gerekir. Kritik nokta, yazarların da proje sahipleri açısından değindiği gibi, “mülkiyet” ve “toplumsal güç ilişkilerine” değmemektir; yok değiyorsa, o zaman ne kadar “heterojen” ve “çok katmanlı” olursa olsun devletten “katkı” beklemek Godot’yu beklemektir. Ancak, yazarların, yukarıdaki hassas alanlara değmeyen, bugünkü düzenin sınırları içinde kalan bir modelin fizibilitesi üzerinde durdukları, kendilerine haksızlık etmeden söylenebilir. Çünkü şöyle demektedirler: “Kerala’da merkezi eyalet aygıtının kullanılabilmesi Komünist Parti’nin iktidarda olması sayesinde mümkündü. Türkiye’de böyle

bir olanak olmasa da bir özerklik modelinde Devlet Planlama Teşkilatı’nın uzmanları, Çalışma Bakanlığı’nın İş Müfettişleri, Maliye Bakanlığı’nın hesap uzmanları gibi görevlilerin kendi deneyimlerini yerel projelerde çalışacak kişileri eğitmek için kullanmaları ya da danışmanlık yapmaları düşünülebilir. Kamu üniversitelerinin akademisyenleri ve bölgesel kalkınma ajansları da kendi bölgelerindeki meclislere gerekli teknik uzmanlığı sunabilir.” Öyle anlaşılıyor ki bu modelin yaşama geçmesiyle başta Kürtler olmak üzere özerk bölgelerde yaşayanlar “proje çevrimi yönetimi”, “SWOT analizi”, “SMART analizi”, “iş planı hazırlama”, “hibe projesi başvurusu” gibi eğitimlere gark olacaklardır. Ancak, bunlar için “demokratik özerkliğe” gerek olduğu söylenemez. Günümüzde “böyle işlerin uzmanı” kişiler zaten bunlardan başka bir şey bilmemektedir; bir de Avrupa birliği, kalkınma kuruluşları ve “hükümet dışı kuruluşlar” sağ olsun, Türkiye’de bu “eğitimleri” almamış insan neredeyse kalmamıştır. Yazarların yaklaşımında sakıncalı görünen bir başka yaklaşım ise işçi sınıfının toplumsal düzlemde nereye oturtulduğu, nerede görüldüğüyle ilgilidir. Yazarlar şöyle demektedir: “Temel sorunsalı da şu şekilde formüle ediyoruz: İşsizleri, mavi ve beyaz yakalıları, güvencesiz ve mevsimlik çalışanları kapsayacak şekilde bütün işçi sınıfının, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin, kısaca var olan toplumsal bölüşüm ilişkilerinde ve siyaset alanında dışlanan kesimlerin örgütlenmesi, temsil edilmesi ve refahı açısından merkezi ve yerel yönetim arasında nasıl bir yetki ve gelir paylaşımı yapılmalı?” Burada işçi sınıfının “geniş” biçimde tanımlanmasında herhangi bir sorun yoktur. “Örgütlenme”, “temsil” ve “refah” gibi başlıkların “merkezi

POLEMİK 19

ve yerel yönetim arasındaki yetki ve gelir paylaşımı” bağlamında düşünülmesi ise hayli sorunludur. Ancak, en sorunlu olanı, işçi sınıfının, alıntıda sıralanan başka kesimlerle birlikte “toplumsal bölüşüm ilişkilerinde” ve “siyaset alanında” dışlanmış olmakla tanımlanmasıdır. Çok açık söylemek gerekiyor: Başka toplum kesimleri bir yana, işçi sınıfının konumunu dışlanmışlıkla betimleme, üstelik bu dışlanmışlığı “toplumsal bölüşüm ilişkileri” referansıyla temellendirme, Marksizm’le bağdaşabilecek bir yaklaşım değildir. Üretim sürecinde yer aldığı, üstelik bu süreçte ve bu sürecin özel içeriği nedeniyle sömürüldüğü bilinen bir sınıfın bölüşüm ilişkilerinde “dışlandığını” söylemenin herhangi bir mantığı olamaz. Burjuva sosyolojisinde olabilir; ama Marksizm’de “dışlanmışlık” her sınıf ve her ilişki için başvurulabilecek bir tanımlama değildir. Son söz Kanımca, yazarların en büyük hatası, aslında Kürt sorununun çözümü endeksli geliştirilen bir projeyi adeta “Türkiye’de sosyalizmin yolu” sayıp bunca dil dökmeleri olmuş. 7.99 santimetrekarelik alanda örnekleri, olasılıkları, olumsallıkları vb peş peşe sıralamak yerine bu konuya hiç girmemeleri ya da “tamam, budur, sosyalizm böyle gelecektir” diye kestirip atmaları çok daha yerinde olurdu. Çünkü söz konusu o alanda ortaya konulanlar, üzerinde yürünecek açıklıklardan ziyade hep birlikte bir “enigma” oluşturmaktadır. Bir de, yazarlardan ilkine, 40 yıllık dostum A.Hamdi Dinler’e kişisel bir sorum olacak: Bugün bunları böyle yazabiliyorsan, 32 yıl önce TİP’in “Demokratikleşme için Plan” çalışması nedeniyle bize neden o kadar çektirdin? Metin ÇULHAOĞLU


20 MARKSİZM 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Ekim devrimi üzerine ne, nasıl okunmalı? Lenin tarafından kaleme alınmış hemen tüm makale, broşür ve kitaplar başlıca kaynağımızı oluşturacaktır. Lenin’in hayatı Ekim Devrimi’ni yaratmaya adanmıştır. Her yazısı bu sürecin farklı evrelerine müdahaleyi içerir, bir yaratıcı taktikler silsilesidir. Hiçbiri var olan siyasi durumdan kopartılarak incelenemeyen bu onlarca cildi dolduran yazılardan bir seçki yapmak durumundayız.

Ekim Devriminin üzerinden 94 yıl geçti. Ekim Devrimi tarihsel olarak o kadar sarsıcı bir olaydı ki geçen yüzyıldan Ekim’i çıkartın geriye çok bir şey kalmayacaktır. Bırakın geçen yüzyılı, bugünü dahi geçen yüzyıla damgasını vuran sosyalizm deneyimi ve işçi sınıfı iktidarlarının etkisini kavramadan algılamamız olanaksız. Evet, günümüzü anlamak için tıpkı 1917’de olduğu gibi emperyalizmi kavramak gerekiyor, ama bugün Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala emperyalistler Ekim’in yarattığı, etkilediği siyasi oluşumlarla uğraşıyorlar. Geçen yüzyılı ve günümüzü siyasi olarak kavramak isteyen birinin mutlaka şöyle ya da böyle Ekim Devrimi süreci ile ilgilenmek zorunda olduğunu herkes kabul edecektir. Ya peki kavramakla yetinmeyen ve kendi coğrafyalarının sosyalist devrimlerini arayan, onların yaratıcısı olmaya aday olanlar? Komünistlerin Ekim Devrimi’ni sadece okuması değil, çok ayrıntılı bir analizini yapması gerekiyor. Ekim Devrimi’nin başta Lenin olmak üzere liderleri Paris Komünü’nü çok dikkatli bir şekilde incelemişlerdi. Öncelikle tarihte az sayıda gerçekleşmiş devrim vardır ve sonraki devrimcilere

bunların incelenmesi müthiş bir laboratuar ve egzersiz olanağı sunar. Yoksa hiçbir devrimin olduğu gibi tekrar etmesi mümkün değildir. Bir önceki devrim koşullarının, öznenin nasıl müdahale ettiğinin, izlediği strateji ve taktiklerin, bunları değiştirebilme yeteneğinin kavramlaştırılması bir yöntem ve devrim üzerine bir devrimci olarak düşünme yeteneğini geliştirme çabasıdır. Öte yandan Rusya Paris değildir, Ekim Devrimi büyük olanaklar barındıran geniş bir coğrafyaya ve üç aya değil, 70 yıla yayılmıştır. İnanılmaz, hâlâ bütün zenginliğiyle derlenememiş bir olgular denizidir. Bu denizin içinden sosyalist devrimi günümüz dünyasının en yakıcı gereksinimi ve güncelliği olarak görenler için bir analiz yöntemi sunmamız gerekiyor. Bu nedenle burada düz bir okuma değil, bir okuma yöntemi denemesi yapacağız ve aslında bir bütün olan Ekim Devrimi’ni analitik parçalara ayırarak ele almayı önereceğiz. Her biri birden fazla kavramı somutluk içinde incelemeye odaklanmış dört başlıkta bir okuma denemesi: Devrimci öznenin yaratılması ve devrimin aranması, sosyalist devlet ve devrim sorunu, uluslararası devrimci durum ve tek ülkede


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST sosyalizm, edebiyat ve devrim. Kaynaklara genel olarak göz atacak olursak üç ayrı kategoriden bahsedebiliriz: Öncelikle Lenin tarafından kaleme alınmış hemen tüm makale, broşür ve kitaplar başlıca kaynağımızı oluşturacaktır. Lenin’in hayatı Ekim Devrimi’ni yaratmaya adanmıştır. Her yazısı bu sürecin farklı evrelerine müdahaleyi içerir, bir yaratıcı taktikler silsilesidir. Hiç biri var olan siyasi durumdan kopartılarak incelenemeyen bu onlarca cildi dolduran yazılardan bir seçki yapmak durumundayız. İkinci kaynak Ekim Devrimi’ni anlatan tarih kitapları ve belgeler olacaktır. Bunların içinde Carr’ın adını özellikle anmak gerekir. Bu İngiliz tarihçi bir marksist olmasa ve temkinli bir okuma gerektirse de, titizliği, nesnelliğe bağlı kalışı, çalışkanlığı ve zekasıyla Ekim Devrimine ilişkin bir kısmı Türkçe’ye de çevrilmiş önemli klasikler bırakmıştır. Diğer yandan resmi bilgi denilerek burjuva tarihçiler tarafından dışlanan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) kolektifleri tarafından yazılan kaynaklara da başvurmak zorundayız. Kuşkusuz tarihi yazmaya en fazla tarihi yapanların hakkı vardır. Bunların dışında Reed’in belgesel tadındaki “Dünyayı Sarsan On Gün”ünden Wilson’un “Lenin Petrogırad’ta”ya kadar çok sayıda kitap bu kategoriye eklenebilir. Son olarak da 30 yıldır süren gericilik dönemi boyunca sosyalist devrimin güncelliğini referans alarak mücadele eden Gelenek kadrolarından TKP’ye üretilen makaleler Ekim Devrimi’nin anlaşılması ve yorumlanmasında çok önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Devrimci öznenin yaratılması ve devrimin aranması Yirminci yüzyılın başlarında Rusya Lenin tarafından teorik olarak ele alınan eşitsiz gelişimin bir devrimci kalkışmayı en fazla besleyebileceği ülke olarak sivriliyordu. Büyük bir tarım ve nüfusun ezici çoğunluğunun kırsal kesimde yerleştiği bir ülke olan Rusya’da, emperyalizm çağında kentlerde kapitalizm hızla gelişiyor, binlerce işçinin bir arada çalıştığı fabrikalar ortaya çıkıyordu. Buna karşılık hâlâ burjuva devrimini gerçekleştiremeyen, çarlığın baskı rejimi altındaki Rusya’da burjuvazi işçi sınıfını diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi düzene bağlayabilecek araçlardan yoksun bulunuyordu. Öte yandan büyük bir cahillik içinde yaşayan ve kiliseyle Çar’a bağlanan köylülüğe ve İmparatorluk tarafından ezilen halklara rağmen Rusya’da ciddi bir entelektüel birikim gerçekleşmişti. Bu aydınlanmanın sonuçlarından birisi de marksizmin hızlıca entelijansiya arasında yayılmasıydı. Lenin bu koşullara büyük bir hırsla işçi sınıfı devrimini arayan bir kadro olarak müdahale etti. Bu işe büyük ölçüde Marksist klasiklerin ele almadığı örgüt teorisi ile başladı. Bu yüzden okumaya “Ne Yapmalı?”dan başlamak en doğrusudur. Leninist Örgüt Teorisi, Avrupa’da işçi kitlelerinin gevşek bir

bağla partiye bağlandıkları ve özellikle Alman burjuvazisinin ince taktiklerle işçi sınıfının lider kadrolarını reformizme sürüklediği, kitle partilerinden boşa çıkacak bir devrim beklentisinin oluştuğu tarihsel momentten radikal bir kopuşu temsil etmektedir. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin “Ne Yapmalı?’dan sonra Menşevik ve Bolşevik olarak iki kanada bölünmesi Carr’ın Bolşevik Devrimi’nin ilk cildinden, yine Carr’ın “1917 Öncesi ve Sonrası”ndan ve “Devrim Okumaları” içinden “Bolşevizmin Beşiği” makalesinden, Stalin’in “Bolşevik Partisi Tarihi”nden okunabilir. Ekim Devrimi’ne gidilen yolda örgüte bir kez müdahale edildiği düşünülmemelidir, devrimci sürecin gereksinimleri doğrultusunda tekrar tekrar özneye müdahaleler olmuştur. Bunların en iyi bilineni “Nisan Tezleri”nde cisimleşmiştir. Lenin 1917’de yazılan tezlerde Parti kongresinin toplanmasını ve Partinin adının değişmesini istemiştir. Ancak asıl müdahaleyi, henüz Bolşevik Örgütü’nün buna hazır olmadığı bir anda 1917 Rus burjuva devrimine razı olmama ve iktidarı hemen, burjuvazinin gücünü toplamasına ve işçi sınıfı siyasetini sulandırmaya başlamasına izin vermeden işçi sınıfı iktidarına geçmesini önererek yapmıştır. Bolşevik Partisinin 1905 ve 1917 burjuva devrimlerindeki farklılıkları Ayşe Ümit Köprülü’nün Gelenek’teki 1988 yılı 21. sayıda yayınlanan “Nisan Tezlerinin Günümüzdeki Anlamı” ve aynı yıl 15. sayıda Cemal Hekimoğlu adıyla yazan Kemal Okuyan’ın “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar” makalesinde ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. Lenin’in liderliğinde Bolşeviklerin burjuva devrimini bir yıl içinde sosyalist bir devrime dönüştürmelerinde izledikleri taktikler bugün için de çok öğretici ve asıl üzerinde durulması gereken yandır. Çar iktidarını geniş köylü yığınlarını kapsayarak sürdürebiliyordu, oysa 1914’ten bu yana köylüler Rus ordusu olarak cephedeydiler ve bu anlamsız savaşı sürdürmek istemiyorlar, kritik bir meşruiyet sorunu yüzeye çıkmaya başlıyordu. Başından itibaren emperyalist savaşı bir iç savaşa çevirme taktiği ile karşılayan Bolşevikler “Hemen barış” diyerek bu meşruiyet krizini derinleştirdiler. Bu süreç yukarıda adlarını andığımız klasik kitapların yanı sıra Kemal Okuyan’ın 2007 yılında Gelenek’in 97. sayısında basılan “Bir Meşruiyet Kavgası” makalesinden izlenebilir. Yine yukarıda bahsettiğimiz eserler; Menşeviklerin içine dönük ve ittifaklara kapalı olarak eleştirdiği Bolşeviklerin Ekim arifesinde bir köylü partisinin toprak talebini sahiplenerek yoksul köylülük ile nasıl ittifak koşullarını geliştirdiği anlatacaktır. Sosyalist devlet ve devrim sorunu Daha önce söylediğimiz gibi Marx ve Engels’in, sonrasında Lenin’in ilgisi 1871 Paris Komünü’ndeki işçi sınıfı ik-

tidarına odaklanmıştır. Henüz işçi sınıfı iktidarını kavramının bir teorik soyutlama olduğu yıllarda bulunmaz bir deneyim, ancak çok sınırlı ve geleceğe ışık tutmak için yeterli değildir. Bunla birlikte dünyada ilk sosyalist devletin oluşumunda fikirlerin nasıl geliştiğini izlemek için Marx’ın Paris Komünü’nü incelediği “Fransa’da İç Savaş” ile başlamak doğru olur. Bunu doğal olarak Lenin’in Ekim devriminden hemen önce kaleme aldığı “Devlet ve İhtilal”i izlemelidir. Bu kitap; reel sosyalizmin gereksindiği gerçeklikten hala yoksun ve devletin devrimden kısa bir süre sonra dünya devrimi içinde söneceği fikri canlıysa da, işçi sınıfı partisinin görevinin burjuva devlet aygıtını parçalamak ve yerine işçi devletini kurmak olduğu söyleyecektir. Ancak Lenin’in sosyalist devletin kuruluşu ve proletarya diktatörlüğü ile ilgili olgunlaşmış düşünceleri bir dönem Marx sonrası Marksizmin en büyük temsilcisi sayılan ve sonra reformizmin en önemli ideologu olan Kautsky ile hasaplaştığı “Proleter Devrim ve Kautsky” isimli kitabında bulunabilir. Bu süreç adı verilen tarih kitapları dışında Gelenek’in 2002 yılı 71. sayısında Kemal Okuyan’ın “Lenin’i Nasıl Okumalı” başlıklı makalesinde izlenebilir. Sosyalist devlet ve devrim sorunu ayrıca ikili iktidar kavramı ve “Bütün İktidar Sovyetlere” belgisinden ayrı tutulamaz. 1905 devrimi ve 1917’de Sovyetlerin oluşumu, aslında sosyalist devlet kuramına ters düşmesine rağmen devrimci bir taktik olarak Sovyetlerde çoğunluğu Bolşeviklerin ele geçirmesi ve kitleleri harekete geçirmek üzere Sovyetlerin iktidara gelmesini önermek Ekim’i anlamak için önemli ipuçları barındırmaktadır. Lenin’in “İkili İktidar” makalesi konuyu irdelemek için okuma listesine ilave edilmelidir. Gelenek Yayınevi tarafından 2003 yılında basılan “Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine” adlı Lenin seçkisi ilk kurulan sosyalist devletin doğası ve karşılaşılan sorunlarla ilgili çok önemli bir kaynak olmayı sürdürmektedir. Özellikle “Sovyet Hükümetinin İvedi Görevleri” adlı makalenin okuma listesine ilave edilmesinde yarar vardır. Uluslararası devrimci durum ve tek ülkede sosyalizm Ekim Devrimi devrimden hemen sonra bile arızi bir durum olarak kabul ediliyor ve Almanya başta olmak üzere işçi sınıfının kitle partilerinin öncülüğünde gelişkin kapitalist ülkelerde bir devrim zincirinin başlayacağı umuluyordu. 1921’de Almanya’da kesinleşen yenilgi ve Kızıl Ordu’nun Polonya’daki başarısızlığı bu ütopyayı çökertmiş, sonrasında tek ülkede sosyalizmin korunması ve geliştirilmesi fikri egemen olmuştur. Ekim Devrimi’nin uçsuz bucaksız bir ülkede gerçekleşmesine rağmen yalnızlığı ve emperyalist barbarlıkla baş başa kalışı gözden kaçırılarak sürecin anlaşılması mümkün değildir. Carr’ın Bolşevik Devrimi”nin

MARKSİZM 21

2. cildinde tek ülkede sosyalizmin inşası ve 3. cildinde Sovyet Devleti’nin uluslararası ilişkileri anlatılmaktadır. Yine Carr’ın “Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi” kitabı, dünya devrimi projesinin çökmesi ile sosyalizmin inşasına hız verilme sürecini betimlemektedir. Gelenek’in 2007 yılı 97. sayısında Özgür Şen’in “Ekim Devrimi ve Enternasyonalizm” başlıklı makalesinde Bolşeviklerin 2. Enternasyonal milliyetçiliğine karşı tavırları ve 3. Enternasyonalin kurulma süreci irdelenmektedir. Aynı sayıda Alper Birdal’ın “Bolşevik Ütopya ve Sovyet gerçekliği üzerine notlar” adlı makalesi de bu geçiş süreci hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır. Ancak dünya devriminin suya düşüp Sovyetler Birliği’nin dünya sosyalist hareketinin merkezi haline gelmesine ilişkin en kayda değer kaynak yine Lenin’in kaleminden “”Sol” Komünizm, Bir çocukluk Hastalığı” adlı kitap olduğu söylenebilir. Lenin ağzından Bolşevik deneyimin özetlenmesi açısından ayrı bir değere sahip olmakla birlikte, Rusya’da devrimin yalnızlığı ve diğer devrimci hareketlere zorunlu “ağabeyliği” açısından değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Tek ülkede sosyalizmin inşasına ilişkin veriler SBKP’nin 20. Kongresi’nde başlayan destalinizasyon kampanyası ile gölgelenmiştir. Bu dönemi aralamak için iki önemli kitap son yılarda yayınlanarak Türkçe’ye çevrilen Çuyev tarafından toparlanan “Molotov anlatıyor” ile Litov tarafından yazılan “Stalin ve Hruşçov hakkında İvan Aleksandroviç Benediktov ile söyleşi” kitaplarıdır. Bu canlı tarih çalışmaları bugün için Ekim devrimini anlamak için altın değerindedir. Yine Türkçe’den okunabilecek bir diğer eser “3. Enternasyonal, 19191943, Belgeler”idir. Edebiyat ve Devrim Son olarak tarihe tanıklık etmek üzere edebiyata, özellikle romanlara dönmek zorundayız. Ekim devriminde liderlerin etkisi çok kritik ve belirleyici olmuştur, ama Ekim Devrimi önce binlerin, sonra yüz binlerin ve sonra milyonların iradesi ve cesareti ile gerçekleştirilmiştir. Bunu yakalayabilmek için illaki edebiyata dönmek gerekecektir. Devrim öncesinde Gorkiy’nin “Ana” adlı romanı, sosyalizmin inşasında bir fabrikanın çalıştırılmasını anlatan Gladkov’un “Fabrika”sı, Şolohov’un iç savaşı anlattığı destansı romanı “Ve Dorgun Akardı Don”, yine Şolohov’un NEP’ten çıkış ve kolektivizasyona öncülük eden bir motor fabrikası işçisinin bir köydeki mücadelesini anlatan “Uyandırılmış Toprak” ve 1989 karşıdevrimi sonrasında dönekliği nedeniyle midemizi bulandırmasına rağmen bir zamanlar sosyalist aydınlanmacılığı çok güzel anlatan cengiz Aytmatov’un “İlköğretmen”i ilk aklımıza gelenler. (Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Erhan Nalçacı tarafından hazırlanmıştır)


22 MARKSİZM

1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Devrimin yapıcıları ve yazıcıları

Lenin, Stalin ve Trotskiy’de Ekim Devrimi Temmuz’da bolşeviklere karşı yürütülen karşı devrimci linç kampanyası nedeniyle, Petrograd’dan kaçmak ve yakınlarda bir köyde saklanmak zorunda kalan Lenin, olduğu yerden devamlı yazılar, raporlar, talimatlar yazıyor, Lenin’in hızına ulaklar yetişemiyordu. Bir devrimi anlamanın en işe yarar yollarından biri, devrimi yapanların yazdıklarına bakmak; yaptıkları ile yazdıkları arasındaki tutarlılığı ve geçişkenlikleri saptamaktır. Üstelik yapılanların üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra girişilen tarih yazıcılığından farklı olarak, devrim yazıcılarının satırlarında o günün nabız atışlarını hissetmek mümkündür. Beklentiler, öngörüler, umutlar, sevinçler kadar, endişeler, yenilgiler, kaybolan umutlar ve çekilen acılar da devrimin yazıcılarının sayfalarında hissedilir. Bu anlamda, devrim yapanların yazdıklarını

okudukça, kendinizi tarihin o anlarındaymış gibi düşünmek ve sadece okuyarak değil, aynı zamanda görerek de öğrenmek mümkün olmaktadır. Söz konusu Ekim olunca, devrimin en büyük yapıcısı da yazıcısı da Lenin oluyor elbette. Üstelik sadece 1917’de yazdıkları da değil; Rusya’da devrimci marksist bir siyasal ve örgütsel iradenin kuruluşundan başlayarak, Lenin’in yaptıkları ve yazdıkları devrimin vazgeçilmez başyapıtları olmayı hak ediyorlar. 1894’te narodnik geleneğin ufuksuz siyasal programlarının ve çarpık yöntemsel ilkelerinin

üzerine yürüdüğü “Halkın Dostları Kimlerdir?” ile başlayan; 1898’de Rusya’da demografik istatistiklerden buğday üretim miktarlarına kadar bulabildiği her veriyi inceleyerek giriştiği ve marksist toplumsal formasyon çözümlemesinin eşsiz örneklerinden birini verdiği “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” ile devam eden; 1902’ye geldiğimizde ise karşımıza marksist siyaset kuramının köşe taşlarından biri olan “Ne Yapmalı” ile dikilen Lenin, sadece yaptıklarını değil, aynı zamanda yapacaklarını da yazıyordu elbette.

Mesela, Ne Yapmalı’da yıkılmaz bir iradeyle arkasında durduğu öncülük görevinin birkaç yıl içerisinde Rusya devriminin başlıca siyasal eksikliği olacağını; 1905’teki acı yenilginin, 1917’deki kifayetsizliklerin arkasında kitlelerin öncüsüz bırakılmasının yatacağını biliyordu. Ya da işçi sınıfının partisinin her tür burjuva kirlilikten uzak tutulması ve devrimci kadroların her koşulda siyasal iktidarın ele geçirilmesi hedefine kilitlenmesi gerektiğini ısrarla belirtirken, karşısındaki menşeviklerin, 1917’de olduğu gibi, iktidarı almamak için her türlü mazereti kullanacaklarını tahmin edebiliyordu. Yazılışından üç yıl sonra, 1905 Devrimi’nin acı yenilgisiyle doğrulanan Ne Yapmalı, on beş yıl sonra, 1917’de doğruluğunu başarıyla perçinlemiş oluyordu. Devrimin önderi, yaptıkları ile yazdıkları arasında muazzam bir tutarlılık kurmuştu. Arada boşluk mu var? Elbette, hayır. 1904’te “Bir Adım İleri İki Adım Geri” ile parti içi işleyiş ve demokratik merkeziyetçilik ilkesi üzerine yakıcı bir polemik;


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST ardından 1905 Devrimi’nin derslerinden çıkarsadığı ve Rusya’da, devrimin niteliği ne olursa olsun, yegane devrimci sınıfın proletarya olduğunu gösterdiği “İki Taktik”. Henüz partinin taşra örgütlerinde başarılı bir örgütçü olarak çalışan Stalin, mütevazı ama işlevli bir broşür kaleme alıyordu bu arada. “Anarşizm mi Sosyalizm mi?” broşürü, Rusya’da küçük burjuvazinin ideolojik etkisini gören ve elinden geldiğince bununla mücadele eden bir devrimcinin elinden çıkmış bir broşürdü sadece. Anarşizmin liberalizmle akrabalığını yalın ve inandırıcı bir biçimde ele alıyor, marksizmin yöntemsel üstünlüklerini gösteriyor ve sosyalist mücadelenin anarşizmle hesaplaşmasına bir katkı koyuyordu. Elbette bir başyapıt ya da özgün bir kuramsal çalışma değildi. Zaten yazarının da böyle bir iddiası yoktu. Stalin, Gürcistan’daki ve partinin taşra örgütlerindeki yoldaşlarının ihtiyaçlarına yanıt olması ve parti içi eğitimlerde materyal olarak kullanılması amacıyla ustalarının yazdıklarını dikkatlice okuyup not etmiş ve bir özet hazırlamıştı sadece. Birçokları bu broşürün yetişmiş kadrolara hitap ettiğini sanıp yerden yere vurdular; Stalin’in onlara değil, Rus işçi ve köylülerine hitap ettiğini anlamaları ise daha sonra olacaktı. Zekanın ve kıvraklığın yetmediği nokta Aynı yıllarda Trotskiy de yazıyordu. Parti içi tartışmalarda menşeviklere yakın durmuş, en iyimser ifadeyle arabuluculuk yapmaya kalkmıştı. Bu konuda Lenin’den hoşgörü beklenemezdi, öyle de oldu. Üstelik tartışma o kadar hararetli ve önemliydi ki, kendini ara konumlara yerleştirenler kaçınılmaz olarak önemsizleşeceklerdi ve şaşırtıcı yeteneklerine rağmen Trotskiy de önemsizleşmekten kurtulamadı. Parti içi tartışmalarda yakalayamadığı önemi, 1905 Devrimi günlerinde yakaladı. Petrograd Sovyeti Başkanı olarak önderlik yeteneklerini göstermekle kalmadı. Devrimin yenilgisini incelediği “Sonuçlar ve Olasılıklar” ile çözümleme derinliğini ve kaleminin gücünü de kanıtlamış oldu. Trotskiy’e göre Rusya devriminde burjuvazinin ilerici bir rolü olamazdı; Rusya’nın tek devrimci gücü proletaryaydı

ve devrim için proletaryanın kendi başına iktidarı ele geçirmesi yeterliydi. Lenin’in son cümleye kadar itirazı yoktu aslında. Fakat Trotskiy’nin parlak zekasının göremediğini, Lenin’in keskin gözleri görüyordu: Rusya’da, geri kalmışlığın bir bakiyesi olarak, köylülük tarafından desteklenmeyen bir proletarya iktidarı kalıcı olamazdı. Dolayısıyla Trotskiy’nin burun kıvırdığı ittifaklar sorunu, Lenin’in gündeminde baş sıralardaydı. Yıllar sonra, tek ülkede sosyalizmin kuruluşu mesafe alıp da proletaryanın iktidarı tek başına elinde tutması mümkün hale geldiğinde ve Stalin devrimin kamburu olan mülk sahibi köylülükle ittifakı bozma zamanının geldiğini düşünüp adım attığında, karşısında yine Trotskiy’i bulacaktı. Troçki, bu defa da, köylülükle ittifakın önemini keşfetmişti! Lenin açısından, yenilmiş devrimin ve sürgün yıllarının ürünleri de mücadelenin gündemlerinden uzak kalamazdı. 1908’de “Materyalizm ve Ampiriyokritisizm” ile marksist felsefeye sinsice sokulan idealizmin ipliğini pazara çıkardı. Arada Stalin’in “Marksizm ve Ulusal Sorun” başlıklı yazısını hatırlamak gerek. Lenin’in büyük övgülerle söz ettiği ve sevinçle karşıladığı çalışmasında Stalin, ulusal sorunun marksist yöntemle nasıl kavranması gerektiğini gösterdi ve sosyalist siyasetin ulusal sorun konusundaki temel tezlerini formüle etti. Lenin, 1915’te “Sosyalizm ve Savaş” ile emperyalist paylaşım savaşının acımasız bir değerlendirmesini sundu ve savaş karşısında gerçek devrimci tutumun ilkelerini ortaya koydu. Ve 1916’da, emperyalistlerin kan gölüne çevirdiği bir dünyanın ortasında, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” ile parlak bir iktisadi ve siyasal değerlendirme sürdü masaya. Nisan tezlerindeki tarihsel kopuş Avrupa sosyal demokrasisinin ihaneti öyle büyük bir şaşkınlık yaratmıştı ki, birçok devrimci savaş ve sosyalizm mücadelesi başlıklarında pusulasını doğrultamıyordu. Pusulası yanlışı gösterenler arasında usta Plehanov’da vardı, “Papa” Kautsky de. Lenin ise yalın ama etkileyici bir vuruş yapmıştı. Yaşanan savaşın arkasında emperyalist ülkeler arasındaki payla-

şım kaygılarının yattığını, bu kaygının geçici ya da anormal değil, emperyalizm aşamasının kaçınılmaz sonucu olduğunu ve dünyanın dev emperyalist devletler ve onların arkasındaki büyük şirketler tarafından yağmalanmasının bu savaşla da sınırlı kalmayacağını kanıtlarıyla gösterdi. Yetinmedi; emperyalizm aşamasında devrimler sorununu da ele aldı ve burjuvazinin tümüyle gericileştiğini, emperyalist aşamada burjuvaziden siyasal bir ilericilik beklemenin saflık olacağını, dolayısıyla burjuva devrimler çağından sosyalist devrimler çağına geçildiğinin müjdesini de verdi. 1917 Nisanı’nda, ayağının tozuyla geldiği Petrograd’ta, en yakın arkadaşlarını dahi şaşkınlığa sürükleyecek bir kararlılık ve gözü peklikle sosyalist devrim aşamasını işaret edeceğinin ipuçları gibiydi Emperyalizm’de yazılanlar. Nisan Tezleri’nden söz ediyoruz. Bir açıdan bakılınca kısa, parça parça, biraz sloganvari, biraz sabırsız; öte yandan kaya gibi sert, hedefi açık seçik gösteren, oyalanmaya tahammülsüz ve delice tutkulu tezler sundu Lenin. Arkadaşlarının tereddütleri kendisini çok üzse de gözünü korkutmadı; çılgınca uğraştı, yoldaşlarını ikna etti ve partinin rotasını hedefe kilitledi. Nisan’dan Ekim’e kadar devrimin seyri baş döndürücüydü. Menşeviklerin tereddütleri ve korkaklıkları; liberal burjuvazinin ihaneti ve teslimiyeti; gerici partinin karşı devrimci saldırıları ve sabotajları arasında, Rus işçi ve köylüleri çıkış yolunu arıyorlardı. Yolu gösteren ve hedefi olanca açıklığıyla işaret eden Lenin oldu. Devrim geliyor... Devlet? Temmuz’da bolşeviklere karşı yürütülen karşı devrimci linç kampanyası nedeniyle, Petrograd’dan kaçmak ve yakınlarda bir köyde saklanmak zorunda kalan Lenin, olduğu yerden devamlı yazılar, raporlar, talimatlar yazıyor, Lenin’in hızına ulaklar yetişemiyordu. Boşa harcanan bir saatin bile ölümcül sonuçlar yaratabileceğinin farkında olan Lenin, Rusya’nın son derece hızlı değişen koşullarına şaşırtıcı bir biçimde uyum sağlıyor, her yeni durumda partisine doğru rotanın koordinatlarını veriyordu. Bu hummalı koşuşturma içinde, mavi bir defterin satırlarına yazdıkları

MARKSİZM 23

ise, Lenin’in Rusya’da sosyalist iktidarın ve proletarya diktatörlüğünün kuruluşu sürecini düşünmeye başladığının kanıtı sayılabilir: “Devlet ve Devrim”. Ekim Devrimi’nden sonra yayınlanabilmesine karşın, devrimin öngünlerinde yazılan, bu anlamda aynı zamanda bir tür devrim kitabı olarak da okunabilecek olan Devlet ve Devrim’de, Lenin, marksist devlet kuramının temel önermelerini açıklayıp geliştirmiş, proletarya diktatörlüğünün ilkeleri ve biçimi konusunda kuramsal savlar ileri sürmüş ve devletin sönümlenmesi, sosyalizmden komünizme geçiş gibi sorunsallara yönelik iddialarını sergilemişti. Ve sanki, yıllar sonra Sovyetler’in tepesine çöreklenecek cahil eleştiricilerin defterini erkenden dürmek ister gibi, yıkılacak olan devletin burjuva devlet aygıtı olacağını, sosyalist devletin ise uzun bir süreç içerisinde sönümleneceğini gösterdi. Aynı şekilde, sınıfların var olmaya devam etmesini sosyalizme aykırı bir durum olarak görüp, Sovyetler’in sosyalist niteliğini reddedeceklere karşı, sınıfların ortadan kalkması şöyle dursun, sosyalizmin sınıf mücadelesinin bir başka uğrağı olduğunu, sosyalizm aşamasında sınıf mücadelesinin en somut ve keskin biçimlerini alacağını belirtti. Yine Ekim’den sonra, üstelik 13 yıl sonra yazılan, ama Ekim’i anlamak açısından mutlaka incelenmesi gereken Trotskiy’nin üç ciltlik Rus Devrimi kitabını unutmamak gerek. Yer yer kendisiyle Lenin arasındaki tartışmaların üzerini örtmüş olsa da, Stalin başta olmak üzere bolşevik önderlerin devrime katkılarını yok sayacak kadar hırslanıp çalışmasının değerine gölge düşürse de, Şubat’tan Ekim’e kadar geçen dönemin canlı ve ilk elden yazımı olarak Trotskiy’nin kitabı hala önemini koruyor. Fakat kitaba önemini veren, bütün bunlardan çok, Ekim Devrimi’nin tarihsel ve sınıfsal kökenlerini açığa çıkarması, Rusya’nın geri kalmışlığı ile eşitsiz gelişim olgusunun yarattığı diyalektiği gayet etkileyici biçimde sergilemesi ve daha sonra Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşu sürecinin önüne dikilecek sorunları şaşırtıcı biçimde haber vermesinden kaynaklanıyor. Fakat kitaba önem kazandıran şey,

Trotskiy için bir trajedi haline geldi. Sorunları saptamakta çoğu zaman olağanüstü bir öngörü sergileyen Trotskiy, çözümü hep bolşevizmin dışında aradı. Belki de bu nedenle, en kritik anda bolşevizmin dışına atıldı. Sabır ve soğukkanlılık tavsiyesi Lenin’in bir kitap olarak yazılan son çalışması “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” oldu. 1920 yılında, Avrupa’da devrim umutlarının suya düştüğü ve genç Sovyet iktidarının sayısız tehlikeyle baş başa kaldığı bir anda öncelikle Komünist Enternasyonal’e üye diğer partiler için yazdığı satırlarda, Lenin, bir yandan Ekim Devrimi’nin niteliklerini, temel özelliklerini ve Rusya’nın özgünlüğünden kaynaklanan yönlerini anlatırken, bir yandan da dünya proletaryasına ve komünistlerine Ekim’e sahip çıkma çağrısı yapıyordu. Sol Komünizm’de Lenin’in kaleminden çıkan ve tek ülkede sosyalizmin kuruluşu iradesini beyan eden cümleler, daha sonra başta Stalin olmak üzere bolşevikler tarafından devralınacak, Rusya’da proletarya diktatörlüğünün yaşatılması için gösterilen çabalara eşsiz bir kaynak olacaktı. Kuşkusuz, devrimin yapıcıları ve yazıcıları hakkında söylenecekler bu kadar değil. Burada değinilenler, konunun sınırlı bir parçası olabilir ancak. Ötesi hayli gayretli bir okuma ve araştırma sürecini gerektiriyor. Ve en ufak bir tereddüt sergilemeden söyleyebiliriz ki, Ekim bu çabayı hak ediyor. Çünkü Ekim Devrimi, belki de, devrimin yapıcıları ile yazıcıları arasındaki ilişkinin en özgün, en doğrudan ve en heyecanlı örneği. Devrimin bir dalga gibi inip çıkan, bir görünüp bir kaybolan gelişimini takip etmek dahi yeterince heyecanlıyken, bu dalgaların üzerinde gezinenlerin, kimi zaman da dalgalar tarafından yutulanların yazdıklarını okumanın, öğrenme ve anlama sürecine en dolaysız katkı sayılması doğaldır. Katkı sayılması gereken bir şey daha var: devrimin nasıl yapılacağının yanı sıra, nasıl yazılacağı da o sayfalardan öğrenilecektir.

(Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Can Soyer tarafından hazırlanmıştır)


24 TARİHİMİZDEN 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

‘Rusya İnkılabı’ ve TKP Ekim Devrimi’ni takip eden yıllarda, Türkiye Komünist Partisi devrimi nasıl selamlıyor, devrimi ve komünizm fikrini nasıl savunuyordu? 1920 başında İstanbul’da Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP’nin gayri-resmi yayın organı Aydınlık, 1923 yılında Ekim Devriminin 6. Yıldönümünü, derginin Kasım sayısını Ekim Devrimine adayarak kutlar. Lenin’in tekerlekli iskemlede bir fotoğrafının yer aldığı dergi kapağında “Bu nüsha Rus inkılabına tahsis edilmiştir” yazmaktadır. Aydınlık dergisi 1921 yılında İstanbul’daki komünistler tarafından çıkartılmaya başlanır ve dergi 1925 yılında takrir-i sükun kanunu ile devlet tarafından yasaklanana kadar (Aralık 1921-Temmuz 1922 arasındaki kesinti hariç) her ay yayınlanır. Başyazarlığını, Mustafa Suphi’nin ardından TKP genel sekreterliğini üstlenen Şefik Hüsnü’nün yaptığı dergide, o dönem TKP kadroları arasında yer alan Sadrettin Celal, Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya gibi isimler yazar. Dergide Nazım Hikmet’in ilk şiirleri de yayınlanır. Derginin 1923 yılındaki Ekim Devrimi özel sayısında, Şefik Hüsnü’nün “Rusya İnkılabı ve Saikleri” başlıklı yazısının yanı sıra Sadrettin Celal’in Sovyetlerin NEP adı verilen yeni ekonomi politikasını ele alan “Rusya’nın yeni iktisadi siyaseti” başlıklı uzun bir inceleme yazısı yer alır. Ekim devrimine adanmış bu sayıda, devrimin kadınlar cephesini ele alan iki yazı mevcuttur: “İnkılap kadınları” ve “Sovyetler Rusyası’nda kadının himayesi”. Bu iki yazı aynı zamanda derginin başından itibaren kadın meselesine verdiği özel önemi de göstermektedir. Bunların dışında Sovyetlerdeki devrim sürecini anlatan “Kızıl İnkılabı yapan ve yaşatanlar” ve Lenin’in hayatını anlatan “Lenin” başlıklı yazılar ve “Sovyetler kongresinin 7 Teşrini sani [Kasım]1917 celsesi”nin çevirisine yer verilmiştir. Biz burada TKP’nin 1923 yılında Sovyetler Birliğindeki gelişmeleri nasıl değerlendirdiği ve Bolşeviklerin güncel politikalarını nasıl gündeme getirip savunduklarını göstermesi açısından bu özel sayının içeriği en yoğun iki yazısına yani Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal’in yazılarına değineceğiz. Şefik Hüsnü Sovyetleri ilk kez yazıyor Şefik Hüsnü “Rusya İnkılabı ve Saikleri” yazısında Şubat’tan başlayarak Ekim devrimine kadarki gelişmelerin ve ardından devrim günlerinin ayrıntılı bir dökümünü yapar. Yazıda dikkat çeken, Aydınlık’ta ve önceki yazılarında Türkiye’de Marksist anlamda sınıfların


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST var olduğu savını ısrarla işleyen Şefik Hüsnü’nün yazısına, Rusya’da çarlık döneminde, “derebeylik idaresi altında hatırı sayılır bir sermayedar istihsalatı [üretimi]” ve “birbirinin iki mühim rakibi olan burjuvazya ve proletarya sınıflarının inkişaf edebilmiş [ortaya çıkabilmiş] olması” tespitiyle ve Rusya’da sınıfların gelişimini ve sınıfları temsil eden partilerin ortaya çıkışını anlatarak başlamasıdır. Bundan sonrasında Şefik Hüsnü1917 Şubat devriminden Sovyetlerin kurulmasına, Kerenski hükümetinden Kornilov’un darbe girişimine ve 7 Kasım’da başta Petrograd olmak üzere Sovyetlerin Bolşeviklerin öncülüğünde iktidara el koymasına kadarki gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bu yazının önemi Şefik Hüsnü’nün, devrimin üzerinden altı yıl geçmesinin ardından, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği hakkında yazdığı ilk yazı olmasıdır. Şefik Hüsnü yazısını şöyle sonlandırır: “Mamafih [Rusya] bütün müşkülata rağmen, sosyalist nizam-ı içtimaiyesine [toplumsal düzenine]doğru seri adımlarla ilerlemektedir. Üçüncü beynelmilelin dünya amele hareketleriyle faal bir tarzda meşgul olması sayesinde köhnemiş ve asri ihtiyaçlara dar gelen burjuva idaresi yerine her tarafta pek yakın bir zamanda amele ve köylü hükümetleri kaim [mevcut] olacaktır. Almanya bu hedefe doğru seri adımlarla ilerliyor, orada bu inkılap artık bir gün meseledir. Bütün cihan amelesi Rus inkılapçılarına karşı bir hissi şükran beslemektedir. Ve bu minnettarlıklarını, kendi memleketlerinde inkılabı başarmak suretiyle izhar edeceklerdir [göstereceklerdir].” NEP savunusu Sadrettin Celal “Rusya’nın yeni iktisadi siyaseti” başlıklı yazısında yeni ekonomi politikalarını (NEP) ele almakta ve “burjuva matbuatında” sevinçle karşılanan ve “komünizmin gayrı kabili tatbik bir hayal olduğunu” gösterdiği ileri sürülen Sovyetler Birliği’nin 1921 itibariyle uygulamaya başladığı yeni ekonomi politikalarının hangi nedenlerden kaynaklandığını ve “kapitalizmin yeniden tesisi” gibi gösterilmeye çalışılan bu politikanın neden komünizmin terki anlamına gelmediğini açıklamaktadır. Sadrettin Celal bu uzun ve ayrıntılı yazıda, komünistlerin dört yıl süren iç savaş sırasında nasıl bir “harp komünizmi”ne başvurmak zorunda kaldıklarını, bunun normal koşullarda tercih edilmeyecek ancak mecbur kalınan bir aşırılık olduğunu, iç savaş sonrasında sanayi ve tarımsal üretimin içerisinde bulunduğu durumun geriliğini ve Bolşeviklerin ve işçilerin üretimi arttırmak için gerekli araç ve deneyime sahip olmadıklarını, bu nedenle üretim araçlarının bir kısmını nasıl sahiplerine iade etmek ve çiftçilere toprak tasarrufu konusunda daha geniş haklar bırakmak zorunda kaldıklarını anlatmakta kısaca yeni ekonomi politikasının Sovyetlerin mevcut koşullarında bir zorunluluk olduğunu savunmaktadır. Anlatımını yansıtabilmek açısından Sadrettin Celal’in yazısından bazı bö-

lümleri buraya aktaralım: “Bilinmesi lazımdır ki Rusyada harbi dahili yalnız askeri değil aynı zamanda, daha ziyade siyasi bir mahiyeti haizdi. Bu, siyasi ihtiyat kuvvetlerini ve bilhassa köylüleri kazanmak için bir mücadeleydi. (…) Bolşeviklerin harbi dahili devam ettiği müddetçe takip ve tatbik ettikleri […] ve (harp komünizmi) politikaları olmaksızın bu zaferi idame ve bugünkü iktisadi siyaseti tatbik etmek kabil olamayacaktı. (…) İlk zamanlarda burjuvazi inkılaba ciddi nazarla bakmıyor her gün sükutuna intizar ettikleri [devrilmesini bekledikleri] Bolşevik hükümetinin icraatına mani olmak için bütün gayretini sarf ediyor ve ilk devrede fabrikaları devlet tarafından sosyalize edilmeyen [kamulaştırılmayan] kapitalistler istihsalatı [üretimi] durdurmak için mümkün olan her şeyi yapıyorlardı. (…) Binaaleyh, Bolşevikler burjuvazinin bütün servetlerine, madenlere, fabrikalara, bankalara, ticaret dairelerine, hülasa bütün ihtihsal ve mübadele vasıtalarına –bu sosyalizasyonun iktisadi noktai nazarından mümkün ve hayırlı olup olmayacağını düşünmeyerek- derhal vazı yed ettiler [el koydular]. (…) Şu mühim noktayı da ilave edelim ki Bolşevikler garbi Avrupada içtimai inkılap hareketinin süratle inkişaf edeceğini ümit ediyorlardı ve bunda hakları vardı. Çünkü o zaman Avrupa memleketlerinde inkılap şartları mevcuttu. Yalnız eksik olan, inkılabçı proletaryaya rehberlik edecek inkılapçı bir parti idi. Halbuki sosyal demokrasi burjuvaziyi kurtardı. “İşte sosyal demokratların proletarya sınıfına ihanetleri neticesi Avrupada inkılabın tehiri (gecikmesi) Bolşevikleri yalnız kendi kuvvetlerine, kendi menbaı servetlerine istinada mecbur bıraktı ki bu zaruret onları yeni iktisadı siyaseti tatbike mecbur eden sebeplerin en ehemmiyetlisi değilse bile onlardan biridir. Muhakkatır ki Rus proletaryası, devlet tarafından vaz-ı yed edilen bütün muessesatı sanayiye ve ticariyeyi işletecek ve idare edecek kuvvet ve kabiliyette değildir. Ve zaten Bolşevik partisinin inkılap atisindeki iktisadi programı, bir cihetten arazinin köylülere dağıtılması, diğer cihetten istihsali sanayi üzerinde amele kontrolünün vazı idi. Bolşevikler hiçbir zaman, bakkal veya berber dükkanlarını sosyalize etmekle komünizmi tesis edeceklerini zannetmemişlerdir. Onların planları, bankaların, ağır sanayinin, vesaiti nakliyenin, hidematı umumiyenin (genel hizmetlerin) ve madenlerin mütezaddiyen (birbirne zıt şekilde) ve tedrici bir surette sosyalizasyonu idi. Eğer programlarından daha ileri gitmişler, ve sosyalizasyonu iktisaden hazırlanmamış olan müessesatı sanayiye, ticariyeye teşmil etmişlerse bunu cehalet ve gafletlerinden dolayı değil, bir takım askeri ve siyasi mecburiyetler tesiri altında yapmışlardır.” (Marksist-Leninist Araştırmalar Merkezi bünyesinde Gülay Dinçel ve Neslişah Başaran tarafından hazırlanmıştır)

EKİM DEVRİMİ 25

TKP’nin üç kanadı içinde İstanbul ve Aydınlık Görüldüğü gibi 1923 yılında TKP’nin gayrı resmi yayın organı, sağlıklı ve ayrıntılı değerlendirmeler ve aktarımlarla Ekim Devrimini ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri Türkiye kamuoyuyla paylaşma gayreti içerisindedirler. Son olarak üzerinde kısaca durmamız gereken Aydınlık’ta Sovyetler hakkındaki yazılara 1923 öncesinde neden sık rastlanmadığı ve derginin bu başlığa neden devrimin 6. yılında yoğunlaşmaya başladığıdır. Bu sorunun cevabı TKP’nin kuruluşunda rol oynayan grupların komünizmle tanışma yollarında saklıdır. Türkiye’de 1920’de komünist hareketin oluşumunda üç kol rol oynamıştır. Bunlardan biri 1920 yılında Bakü’de TKP’yi fiilen kuran ve komünizmi devrim sonrası Rusyası’nda birebir yaşayarak öğrenmiş olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarıdır. Yine TKP’nin Bakü kuruluşuna temsilci de göndermiş olan bir diğer kol, Almanya’da eğitim alarak 1919’da İstanbul’a dönmüş olan ve sosyalizmi Alman sosyal demokratları ve Spartakistlerden öğrenen öğrenci ve işçilerle sosyalizmle Fransa’da tanışan Şefik Hüsnü’nün kurduğu İstanbul’daki komünist gruptur. Bir üçüncü kol da Anadolu’da yine Sovyetlerin etkisi ile oluşmuş komünist gruplardır ki bunlar ulusal kurtuluş mücadelesinde Ankara’da ve meclis içerisinde birebir etkin bir rol oynayan ve Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuranlardır. Bu üç kol TKP’nin kuruluşu itibariyle birbiriyle iletişim içerisindedir hatta tek bir partidir demek

mümkündür. Ancak dönemin şartları ve sosyalist ideoloji ile farklı kaynaklar üzerinden tanışmaları dolayısıyla, 1920’lerin ilk yarısı boyunca birbirinden farklılaşan deneyim ve değerlendirmelere sahip olabilmişlerdir. Sovyetler Birliği, Komintern ve Ekim devrimi deneyimi ile kurulan ilişkiler bunlardan biridir. TKP’nin İstanbul kanadı bu açıdan en geç “etkilenen”dir. Büyük ölçüde Batı Marksizmi ve Batıdaki sosyal-demokrat partilerin deneyimleri üzerinden şekillenmiş olan İstanbul’daki komünist grup, Ekim Devrimi’nin özellikle de Türkiye üzerindeki belirleyici etkisinin yoğunluğunu daha geç hissetmiş, Lenin ve Troçki’nin yazıları ve söylemleri ile daha geç tanışmıştır. Aydınlık’ın sayıları birbiri ardına izlendiğinde bu net bir şekilde görülür: Ekim devrimi, Sovyetlerdeki gelişmeler ve Lenin, Troçki ile ilgili yazılar 1922 yılından itibaren dergide daha fazla yer almaya başlar ve bu nedenle dergi ancak 1923 yılında Ekim Devrimi ile ilgili bir özel sayı yayınlar. Bunun bir nedeni de, 1922 itibariyle Komintern’in İstanbul’daki komünist grup ile doğrudan temasa geçmiş olması ve bu grubun Şefik Hüsnü’nün genel sekreterliği ile birlikte TKP’nin Türkiye’deki örgütlülüğünün belkemiğini oluşturmaya başlamasıdır. 1923 yılına gelindiğinde TKP, Anadolu’daki kıyımlar ve tutuklamalar sonucu olarak da artık büyük ölçüde İstanbul’daki komünist grup etrafında örgütlenmektedir.


26 EKİM DEVRİMİ 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Nihat Behram:

Ekim Devrimi’ne ‘Arap Baharı’nı sordum, ‘Arabesk Baharı’ diye yanıtladı! Başkasını bilmem, bende böyle olur: devrime ilişkin kafama bir şey takılmaya görsün, soru dolu bakışlarla Ekim Devrimi’ne dönerim. O bana doğrusunu, eğrisini fısıldar! Devrime, devrimin amaçlarına, önderliğine, düşmanlarına, çelmecilerine, yararcılarına, zararcılarına, güçlerine, köklerine ve daha nelerine nelerine ilişkin benim sığınağım odur. Ayrıca ona sığınmakla da öğünürüm.... Bu güne dek ne beni kandırdı, ne ona sığınanı kandırdığına tanığım... “Ekim Devrimi 2011 yılında sizin için ne anlam ifade ediyor?” sorusuna muhatap olunca aklıma ilkin bu geldi. Hele ki, yanıtın ‘özel’liğine özel vurgu olunca... Benim özelim bu: Ekim Devrimi, sığınağım, korunağım, barınağım olmakla da kalmaz, yığınağımdır. Devrime ilişkin düşlerim, düşüncelerim, öfkelerim,

Özgür Şen:

sevinçlerim onda birikti... Kimi zaman bilenmenin kıvılcımında yana yana akmak için, kimi zaman direnmenin büyüsünde tütmek için, kimi zaman yalancının, sahtekârın, namussuzun, alçağın pusunu, pususunu bozmak için döner döner ona bakarım. Başta da söyledim, ona en son sorum bu oldu: yani şu ‘Arap Baharı’! ‘Arabesk Baharı dedi, ekledi: dövünmedir, sevinme değil; eğilmedir doğrulma değil; sürünmedir, büyüme değil.... Üstelik benim bir de bu konuda yazılarım var, yani arabesk konusunda! ‘Her şeyin arabeskinden sakın’ diye nefesim kurumuş bağırmaktan! Demek ki ‘bahar’ın bile baharatlı köftesi, naylonu, sahtesi yani arebeski olurmuş! Oysa ki Ekim’in güzü çelik gürz gibi, yüzü doğadaki akik gibi hakikidir. ‘Akik’ dedim de, işporta tezgâhları, onun da sahtesiyle dolu! Gerçeği

hakkında bilgin yoksa, sahtesini gerçek diye kakalarlar! Sahteye karşı korunmanın sahiyi tanımaktan başka yolu mu var? İnsanın yalana ve sahteye karşı korunağı, sahinin ve doğrunun bilinci değil mi? Ekim Devrimi kızıldı. Zaman içinde ‘yeşil’ini buldular, ‘pembe’sini, ‘kavuniçi’sini, ‘mor’unu...Sahteyi rengârenk kakalamayı ‘hesap’layanlar ‘bahar’a niye göz koymasınlar? Duvara çizilmiş bir soba resmiyle ısınan bir halk neden mümkün olmasın? Yani ‘hesapçılar’ için! Merak etmeyin, 2011 yılında Ekim Devrimi’ne onu da sordum, şöyle yanıtladı: soğuk kışın gerçeğidir, ısınmanın yolu ise sobanın resmi değil, kendisidir! ‘Demek ki, dedim kendi kendime, mazlum halkı her şeyin sahtesiyle kandıran ‘hesapçılar’la görülecek hesabımız var!

‘İsyan’ mı? Sahisi Ekim Devrimi’ndeki; emekçi halkın ihtilali, iktidarı, önderliği, öfkesi, diklenişi, düşü, düşüncesi mi? Sahisi Ekim Devrimi’ndeki.... Kimi, Dolar’a inanır, kimi Kuran’a; kimi yılanla dolanır, kimi yalanla..... Ekim Devrimi dünya halklarının, insanlığın en yüce mirasıdır, ben ona güvenirim!

İnsan boyun eğdikçe

Daha elli yıl önce ABD sınırları içerisinde siyahlarla beyazların aynı okula gidemediği, otobüste yan yana oturamadığı eyaletler mevcuttu. Bu eyaletlerde bir siyahın beyaza aşık olması ise düşünülemezdi bile. Aynı zaman diliminde kadınlar İngiltere gibi bir ülkede eşit işe eşit ücret alamıyorlardı. Yalnızca kadın oldukları için erkeklerde daha az ücret alan kadın emekçiler İngiltere’yi sarsacak greve hazırlanıyorlardı. İkinci Savaş’ın üzerinden ne kadar zaman geçti ki? Daha yetmiş yıl önce Avrupa’nın orta yerinde insanlar toplama kamplarında gaz odalarında can veriyordu. Bu listeyi sonsuza kadar

uzatabileceğimizin herkes farkındadır. Bugün dünya daha güzel bir yer değil belki, ama insanoğlunun hiç uzak olmayan bir geçmişte yaşadıklarını bu kadar çabuk unutmasının üzerinde düşünmeye değer. İnsanlar bunları bugün daha iyi koşullarda yaşadıkları için unutmuyorlar; aslında yalnızca unutmak istiyorlar, tarihi kavramak onlara zor geliyor. Çünkü tarihi kavramak insanı eyleme geçmeye itiyor. Kendimizi kandırmayalım, insan doğası yaşadığı koşulları değiştirmeye değil, o koşullara uyum sağlamaya, alışmaya meyilli. Alışmak unutmak demektir. İnsan o yüzden unutuyor. Nereden geldiğini düşünmeyen, nereye gideceğini de düşünmek zorunda kalmıyor. Unuttuğu için alışıyor. Hatırlamadığı için değiştirmiyor. Çok yakın zamanda ırkçılıkla, faşizmle, ayrımcılıkla karşı karşıya kalan insanlar, bunları hatırlasa bu-

gün Arap Baharı diye yutturulmaya çalışılan yeni sömürgeciliği bu kadar kolay kabul eder miydi? İnsan niye isyan etmez? Bizim en temel sorularımızdan birisi bu değil mi? İnsan, açlığa, yoksulluğa, eşitsizliğe, zulme, baskıya niye isyan etmez? Açlığın açlık olmadığını düşündüğü için mi, yoksa yoksulluğu bilmediğinden mi? Eşitsizliği kavramadığından mı, yoksa zulmü ve baskıyı hissetmediğinden mi? Böyle değil işte. Keşke böyle olsa; böyle olsa işlerin ne kadar kolaylaşacağını göremiyor muyuz? Kendisi açken onun tok olduğunu, yoksullukla zenginliğin farkını, dünyanın ne kadar eşitsiz bir yer olduğunu, zulmün kimin canını nasıl acıttığını biliyor. Biliyor bilmesine ama isyan etmiyor; kaderi sandığı hayatı yaşamaya devam ediyor. Üstelik kader kavramının

üzerine düşünmek bile bazen onu yoruyor, onun hakkında bile düşünmeyi reddediyor. Kader dediğinin bile bir geçmişi ve geleceği var. O geçmişi ve geleceği reddediyor. Zamana ve tarihe sırt çevirmek konusunda o denli tutarlı ki... Hiç boyun eğer mi insan? Hiç eğmez mi gerçekten? Genelde eğer... İnsanoğlunu kendi haline bırakırsan hep boyun eğer. Bu çağrı, insan doğasına bir atıf olarak okunursa külliyen yanlıştır. Ancak bu çağrı, hatırlamaya ve değiştirmeye dönük yapılmış çağrıların en güzellerinden birisidir. Hatırlamaya çağırdığı için... Evet insanoğlu hep unuttu. Ama hatırlayanlar da oldu. Evet insanoğlu hep alıştı. Ama alışmayanlar da oldu. Evet insanoğlu hep boyun eğdi. Ama eğmeyenler de oldu. Ekim Devrimi, unutmayanların, alışmayanların, boyun eğmeyenlerin bayramıdır. İnsanoğlu bugün belki de her zamankinden fazla kendi varoluşunu unutmak ve alışmakla eşitledi. Üzerinden çok zaman geçmedi aslında. Ama bu çağda Ekim’i hatırlamak insanın bugün kendisini tanımladığı varoluş zeminini reddetmektir. Ekim’i hatırlamak, yeni bir insanı yaratmak konusunda ilk adımdır. Kapitalizm insanı yok ediyor. İnsan unuttukça çürüyor ve yok oluyor. Şimdi bu enkazdan yeni bir insan yaratmanın vaktidir.


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

EKİM DEVRİMİ 27

Ali Mert:

Devrim bizim. Gerçekten bizim… 20. yüzyılda – karamsarlıktan hiçbir şekilde kurtulamayan Günter Grass gibi yazarların deyişiyle, “o büyük can sıkıntısı çağı”nda – tüm olup bitenler arasında, en sarsıcı, en anlamlı, en umutlu, can sıkıntısını en çok dağıtabilen, insanlığa en yararlı ve tüm bunları ve benzerlerini yarıda bıraktığı için “en yarıda kalan” dönüşüm hangisidir derseniz, yanıtı Ekim Devrimi’dir. Elbette “küt” diye ya da “kendiliğinden” olmamıştır. Tarihsel mirasın izinde, devrimin güncelliğinin peşinde; zayıf halka konumundaki bir ülkenin olanaklarını doğru okuyup eyleyen iradenin birikiminde, bilincinde ve eyleminde; halkın içinde, proletaryanın ve onun devrimci öncülerinin yönlendiriciliğinde; geleneksel parti ve sendika örgütlerinin yanı sıra ihtiyaçlara hızla yanıt verebilen, yönetimi emekçilere devreden ve ikili iktidar durumu yaratan yeni örgütlenmelerde; krizin dibinde, kendi özgül bağlamını oluştu-

rarak; yığınları işsiz, ekmeksiz, barışsız ve özgürlüksüz bırakan savaş/sermaye/sömürü düzeninin tepesine inerek gerçekleşmiştir, daha doğrusu gerçekleştirilmiştir. Peki ya, “yarıda kalma” meselesi? Sığmaz buraya ama kazanımlarla zaafları birlikte değerlendirirken, sırf zaaflara yüklenmenin yenilgici psikolojiyi destekleyeceği bilinmeli. Dünyaya umut salan bu “genişlik”ten, örneğin Hikmet Kıvılcımlı’nın sosyalist ülkelerdeki tedavisine dahi olur vermeyen bir “darlığa” (ve maalesef benzeri binlerce “örneğe”) nasıl ulaşıldığını; yani, çözülüş ve çöküşün “içerideki” nedenlerini, asıl zaaflarımızı irdelerken; hiçbir kazanımımız yokmuş gibi hareket etmemeli. Ayrıca, emperyalizmin “dış müdahalesi”, soğuk da olsa bir savaşın kaybedildiği ve sosyalizmin bir “geçiş dönemi” olarak zorlukları da bilinmeli... Ekim Devrimi’nin “mutlak anlamda tarihsel konumu”na ve “yarıda

kalmışlığı”na dair bir özet yeterli olsaydı yukarıdaki üç paragrafta bırakıp (belki virgülleri artıran eklerle, örneklerle biraz daha devam edip) “nokta” koymak mümkündü. Ama tarihselliği mutlak olarak kavramadığımız ve bugüne dönük sonuçları, uzantılarıyla ele aldığımız için ve tabii ki “yarıda bıraktırmama”, devamını getirme iradesine sahip olduğumuz için, “kendi özgül bağlamlarımıza”, bugünkü devrimci müdahale ve mücadele olanaklarına dönük sürekli bir sorgulama, arayış ve eylem içerisindeyiz. Eğer “Ekimci” isek de, iktidar ve devrim var bu arayış ve eylemin ekseninde. Başka şeyler de var ama devrimin yeri bambaşka! Bizim tarafta bazı değerlerin, sembollerin ve kavramların anlamı gerçekten de başka. Karşı taraf da onları “değerlendirmek”, kendince manipüle etmek, piç etmek, magazinleştirmek, hiçleştirmek, kendi tarafına mal etmek, içini boşaltmak vb. vb. için amansız bir çaba içerisinde olsa da, onların öyle bir gücü ve içeriği var ki, kendi gerçekliklerini bir şekilde dayatıyor, açığa çıkarıyorlar yine de. Bu anlamda karşı tarafın prag-

matizmini geri çevirebiliyor, kendi ayaklarına çelme takmalarına da yol açabiliyorlar. Nâzım Hikmet örnek verilebilir. Keza Che de öyle. Düşman, onları hangi ambalajla sunmaya çalışırsa çalışsın, içlerini ne kadar boşaltmayı denerse denesin, öyle güçlü bir içerikleri, hakiki değerleri ve anlamları var ki, kendi gerçekliklerini de her tür “kırılma”nın orasından burasından açığa çıkarabiliyorlar. Elimizden kapmaya çalıştıkları silahlar ters tepiyor. Çünkü onlar gerçekten bizim… Devrim de böyle bir örnek. Ben bu satırları yazarken, 25 Ekim 2011 günü saat 16 gibi iki şey oluyor. Birincisi, bir New Yorklu girişimci “Occupy Wall Street” (Wall Street’i işgal et) adını marka olarak tescil ettirmek üzere ilgili mercilere başvuruyor. İkincisi, “Occupy Wall Street” eylemleri kapsamında gerçekleşen “Occupy Oakland” eyleminde polis göstericilere gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırıyor, birçok yaralı var. Evet, bugün, bir bölümü “karşı devrim tarafından manipüle edilen”, orada burada patlak veren “global hareketlilikler” yaşanıyor. Ekim Devrimi’ni tam bir “model” alırsanız, ondaki unsurları bire bir bu hareketlilikte de ararsanız, pek umut yok. Sadece karşı devrimci müdahalelere, (p)iç etmelere ve iç boşaltmalara bakarsanız, hiç umut yok. Dünyanın, bölgenin ve ülkenin “özgül bağlamları”na bakarak Ekim mirasını sahiplenirseniz, örneğin başka ülkelerdeki borsa protestocusu gençlik hareketleriyle bizdeki ataması yapılamayan genç öğretmenlerin eylemliklerini birlikte değerlendirirseniz; Tahrir’deki, Ankara-Tekel eylemindeki, Yunanistan’daki, İspanya’daki, İngiltere’deki emekçilerin taleplerinin nerelerde kesiştiğini düşünürseniz; elbette, ayrımları da düşünüp öncelikle kendi ülkenizdeki gerici ve piyasacı iktidara karşı nasıl etkili bir muhalefet yükselteceğinize odaklanırsanız; içeride ve dışarıda, kapitalizmin freni hepten koptuktan sonraki dizginlenemez saldırılara karşı patlak vermekte olan ve çok daha fazlasını verecek olan “huzursuz eylemler”e, yükselen anti-kapitalist söylemlere Ekimci aklınızı ve heyecanınızı katmaya kararlı iseniz, umut var… Çünkü devrim bizim. Gerçekten bizim…


28 EKİM DEVRİMİ 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Metin Çulhaoğlu:

1917: ‘Kapital’e karşı devrim’ miydi? 1917 Ekim Devrimi’nin “Kapital’e karşı devrim” olduğunu söyleyen Gramsci’dir. Kastettiği de “sermaye” değil, Marx’ın Kapital’idir. Gramsci’ye göre Rusya’da Bolşevikler Marx’ın tarihsel gelişimde zorunlu evreler öngören şemasını kabul etmemişler, ülkede “olayların ideolojilere ağır basmasıyla” kendi devrimlerini gerçekleştirmişlerdir. Gramsci’nin aynı başlığı taşıyan yazısı 18 Aralık 1917 tarihinde Avanti’de yayınlanmıştır. Gramsci genç yaşta, 1937 yılında yaşamını yitirmiştir. Bu nedenle örneğin Çin, Vietnam ve Küba gibi ülkelerdeki devrimlerinin “neye karşı olduğu” konusunda herhangi bir yorumda bulunamamıştır. 1917’nin “Kapital’e karşı devrim” olduğu yolundaki görüşü de, kendi gerekçelendirmesi bağlamında pek sağlam sayılamaz. Çünkü söz ko-

nusu yazısında Gramsci, Bolşeviklerin Marx’ı, en azından Marx’taki determinizmi bilinçli bir tercihle reddedip devrimlerini öyle gerçekleştirdiklerinden söz etmektedir. Gramsci 46 yaşında ölmeyip daha uzun yaşayabilseydi belki de bu görüşünü düzeltme gereği duyardı. Çünkü işin özü biraz daha farklı bir yerdedir ve kalıcı bir asimetriye dayanan bu öz günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Kısaca şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının pek çok Marksist’i, Marx’ın sınıflı toplumların tarihini çözümlerken, kapitalizmde sermayenin hareket yasalarını, artığı değerin kaynağını ortaya koyarken sergilediği bilimselliğin siyaset ve siyasal devrim gibi alanlara da uzanması gerektiğini varsayıyordu. İki şekilde: Ya “bilimsel olarak saptanabilen” sü-

reçlerin nihai olgunlaşması sonucunda siyaset alanının da soğurulması ve siyasetin ayrı bir alan olma özelliğini yitirmesiyle ya da bir taraftaki bilimselliğin kendini diğer tarafta (siyaset ve devrim) da üretmesiyle… Açık söylemek gerekirse, Marx yukarıdaki iki eğilimden ilkini bir ölçüde, o da daha erken yazılarında sergilemiş, ikincisine ise hiç mi hiç kapılmamıştır. Bu durumda Gramsci’nin 1917’yi Kapital’e değil de Elyazmalarına veya Katkı’nın Önsözüne “karşı devrim” olarak nitelemesi daha yerinde olurdu. Ancak, burada asıl önemli olan Marx’ın yukarıdaki eğilimlerden ikincisine hiç kapılmamış olması, post factum bilimsel çözümlemeler (18 Brumaire, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) ötesinde siyasetin kendisine bir “bilimsellik” atfetmemesidir. Nitekim Marx’tan böyle bir “bilimsellik” bek-

leyip karşılığını bulamayanlar, Marx’ın siyaset ve devrim kurgularını “Blankist” bulup işin içinden çıkmışlardır (Bernstein). Sonuçta, herkesin kabul etmek durumunda olduğu bir asimetri vardır. Bu asimetri, belirli alanlardaki çözümlemelere mutlaka egemen olması gereken bilimselliğin, pratik siyaset ve siyasal iktidarın ele geçirilmesi gibi alanlarda tekrarlanamayacak olması arasındadır. Gramsci, 1917 Ekim Devrimi bağlamında “olayların ideolojilere ağır basmasından” söz ederken, Marx’ın sistemini (öğretisini) “ideoloji” sayarak hata etmiştir. 1917’de “ağır basan” olaylar ve ideoloji, ağır basılan ise öğretinin bilimselliğidir. Asimetri kalıcıdır ve bundan sonraki her devrimde böyle olacaktır.

Mesut Odman:

Ekim Devrimi 2011 yılında benim için ne anlam mı taşıyor? Ekim olmasaydı, ne bugünkü bütün gerilemiş ve yavaşlamış görünüşüyle bile bir sosyalizm yürüyüşü oldurdu, ne de hatta, yeryüzünün her yanındaki pek çok emekçide canlılığını sürdüren bir sosyalizm ülküsü... Bir kez, en başta, 1917 yılında ne anlam taşıyorsa, onu. Bu sorunun yöneltilişindeki vurguya dikkat ederek düzeltirsem, 1917 yılında yaşıyor olsaydım ne anlam taşıyacaksa, onu. O anlam ise şudur: Emekçi insanlığın sömürü ve zulmün boyunduruğundan kurtularak eşitlik ve özgürlük dünyasını yaratmasına giden yol açılmıştır; bugüne kadar akıllarda, yüreklerde, yazılarda, çizilerde, düşlerde ve düşüncelerde yaratılmış güzellikler, bundan böyle sabah akşam, gün yirmi dört saat yahut ne kadar saatse o kadar, biz insanlarla birlikte olacaktır, hemencecik oluvermese bile, olması için hızla, coşkuyla, sevinçle uğraşmak daha önce hiç tadılmamış bir hayatın amacı ve kendisi durumuna gelecektir. Oysa, Ekim Devrimi’ni yapanların bile, ne devrim gecesinde ne sabahında, böyle bir güven içinde

düşünmedikleri aşağı yukarı bellidir. Herhalde düşünmüyorlardı. Ne zaman o güvene ulaştıkları tam olarak kestirilemez; ayrıca, çok da önemli değildir. Önemli olan, çok geçmeden böyle düşünmeye başladıkları, ama başlarken, “hadi bakalım, tam vaktidir” diyerek işe koyulurken, bundan hiç emin olmadıkları ve başlamak için emin olmayı beklemedikleridir. Bu, aynı zamanda, Ekim’den çıkarılacak derslerin de birincisidir belki: Devrimi yapmak gerekir ve yapmaya girişmek için en uygun zaman yoktur, sadece uygun zamanlar vardır. Ekim Devrimi’nin, özellikle de onun kişi düzeyindeki önderinin bugüne taşıdığı anlam üzerinde kafa yorarken, hiç atlanmaması gereken bir nokta da şudur: Devrim, ondan önce yaşanacakları sadece ona ve sonrasına bir hazırlık olarak düşünen, bunu bir özveri değil, düpedüz yaşamanın

ve mutlu olmanın yolu olarak gören bir insan tipinin ve o tip insanların oluşturduğu bir örgütün varlığını gerektirir, öngörür, şart koşar. O tip insanların ortaya çıkması, belli bir çokluğa ulaşması ve oluşturdukları örgütü kabul edilebilir bir gelişkinliğe kavuşturması, devrimin önkoşullarından biri ve, ille de zaferin güvencesi aranacaksa, tek güvencesidir. Ekim Devrimi’nin insanlığın sonraki kuşaklarına aktardığı bu paha biçilmez ders, onun bugün de hâlâ anlamını koruyor oluşunun başlıca nedenlerinden biridir. Öte yandan, Ekim’in kendisi değilse de yıkılışı, devrimin dışarıdaki düşmanlarını ve onların içerideki açık işbirlikçilerini yenmesinin asla yetmeyeceğini; devrimin en yıkıcı etkiye yol açacak düşmanının, “eski dünyaya özgü düşünce ve alışkanlıklar”ı, bunların yeni biçim ve görünümleri-

ni küçümsemek olduğunu, acı veren bir keskinlikle göstermiş bulunmaktadır. Emekçi insanlığın, belki de olabilecek en büyük bedeli ödeyerek, birikimine kattığı derslerden biri de kuşkusuz bu olmuştur. Devrimin önündeki kaba engelleri kaldırıp yolunu açtığı “en güzel dünya”yı kurma sürecini hiç gelmeyecek sonuna kadar taşıyacak yeni insanlar, kitaplara geçecek sayılı örnekler olarak değil, işyerlerini, evleri, okulları, sokakları dolduracak kalabalıklar olarak ortaya çıkmadıkça, devrimin yenilmezliği güvence altında olmayacaktır. Ekim Devrimi olmasaydı bugün nerelerde olurduk ya da benzeri bir soru, her türlü iç karartıcı senaryoyu yazmak için yeterince uyarıcıdır. Ancak, şu kadarını söyleyip bırakmak da çok eksik sayılmaz: Ekim olmasaydı, ne bugünkü bütün gerilemiş ve yavaşlamış görünüşüyle bile bir sosyalizm yürüyüşü oldurdu, ne de hatta, yeryüzünün her yanındaki pek çok emekçide canlılığını sürdüren bir sosyalizm ülküsü… Öyleyse, yaşasın Ekim Devrimi! Bunu her zaman söylemeye devam edeceğiz. Yeryüzünün her yanı “en güzel dünya” oluncaya kadar ve ondan sonra da…


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

SİYASET 29

Tasfiye edilen sadece Cumhuriyet mi ?

AKP statlardan taraftarı tasfiye ediyor! AKP her alanda olduğu gibi futbolda da bir tasfiyeye gidiyor. Yeni hedef taraftar. Baş tacı edilense seyirci! İyi de taraftar kim, seyirci ne ? 90’lı yılların başında büyük bir ekonomik bir sektöre dönüşmeye başlayan futbol, kendine has yasaları, şirketleşme süreçleri, borsada yer alması, kombine bilet sisteminin yerleşmesi, sponsorluk ve maç yayınlarının satışı, iddia ve uluslararası bahis şirketleri gibi belli başlı faktörlerle yeni bir endüstri oluşturdu. Futbolun endüstrileşmesiyle taraftarlık olgusunda da değişimler yaşanmaya başlamış; ekonomik, politik, psikolojik ve sosyolojik olarak taraftarlık ciddi bir öz değiştirmişti. Zaten yüzlerce kişinin birlikte oynadığı, kuralları olmayan ve çoğu kez yasaklanan futbol, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kurallara bağlanmıştı. Kapitalizmin zaman ve mekan üzerindeki tahakkümü futbol üzerinde de sürmüş ve köylülerin boş zaman oyunu olarak ortaya çıkan futbol, işgücünün kentlere akmasıyla kendine yeni bir mekan bulmuştu. Kentlileşen futbol önceleri okullarda gençlerin beden, ruh sağlığı ve ahlakını geliştirmek için oynanır ve ilk kurallarıyla, 11’er kişilik karşılıklı iki takım halinde oynanmaya 1848’de Cambridge’de başlanır. 1888’de İngiltere’de ilk futbol ligi kurulur. O zamanki oyuncular, çalışma saatleri 18’den 12’ye inen işçiler olur. Seyirciler ve oyuncular aynı sınıftandır. Futbol, eğlence ve

sosyalleşme aracıdır. Futbolun bu “oyun” özelliği kapitalizmin gelişme sürecine paralel olarak piyasaya dönük bir olgu haline gelir. Profesyonelleşme, futbolun “oyun” özelliğini sona erdirir. “Oyun” artık sahanın dışındadır: Ve sahneye futbol endüstrisi çıkar. Oyunun aktörü olan kitleler bu süreçle birlikte tribünlere sürülürler. Artık yerleri orasıdır. Tribünler ve maçın oynandığı saha arasında bir ilişki oluşur. Kapitalizm, saha içinde ve tribünde kendini yeniden üretir. Futbol ve öznesi futbolcu artık pazarlanan bir maldır. Tribüne çıkartılan kitlelerse yeniden tanımlanırlar. Süreç içinde tribün, kendine yeni bir kimlik oluşturur: Taraftarlık. Artık piyasanın içinde yeni bir öznedirler. 1961 yılına kadar yürürlükte olan futbolculara tavan ücret uygulaması bu yıldan itibaren serbest bırakılır. Bununla birlikte de futbolcuların yaşam tarzlarında farklılaşma başlar. 1980’lerin başında sponsorluk sistemiyle birlikte kulüpler formalarına reklam almaya başlar. Yine aynı yıllarda kendi sahasında oynayan takımların maç gelirinin tamamını alması yürürlüğe girer. 1990’larda televizyon yayınları ve gelirleri yeni bir “seyirci” kitlesinin doğmasına yol açar. Böylece futbolun geniş kitlelere pazarlanmasının da tarihi başlangıcıdır bu yıllar. Bu aynı zamanda “oyun”dan gösteriye, şova dönüşümün de işaretidir. 90’lı yıllar bu anlamıyla futbolun kabuk değiştirdiği dönemdir. Bu dönem aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne, “duvarın yıkılışı”na denk düşmektedir. Futbolun renkli kutu televizyona girişi,

tribünlerde de dönüşüme işaret eder. Endüstrileşen futbol artık kendine uygun bir futbol kitlesi yaratmaktadır: Seyirci. Bu sürece uymayan eski, klasik taraftar statların dışına sürülür. Bir anlamda şova katılmayan dışlanır. Futbolun endüstri haline gelmesi, onun bir üretim merkezi haline gelmesini sağlar. Televizyonlar, kulüp şirketleri, sponsor şirketler, medya, menajerlik ve bahis şirketleri futbolun üretim merkezleri olur. Bu, aynı zamanda taraftar-seyirci farklılığının da doğmasına yol açar. Tribündeki taraftarla televizyon başındaki seyirci giderek ve farkında olmaksızın karşıtlık oluşturur. Futbolun kolektif oyun özelliği, taraftarın bu kolektifin parçası olmasıyla başka bir boyuta da işaret eder. Endüstrileşme öncesi kolektif oyuna eklenen tribündeki taraftar, salt o maçla sınırlandırılamaz. Bir öncesi ve sonrası vardır. Takımın bir parçasıdır, hatta gündelik hayatta devamlılığı vardır. Bu durum giderek büyük taraftar kitlelerinin siyaset dahil birçok alanda hareket etmesine de yol açar. Tribün, sokağa, mahalleye, bir kente taşar… Giderek bu durum kamusal alanı tehdit eder bir boyuta ulaşır. Endüstrileşme süreciyse, tribünlerin ve taraftarın yeniden düzenlenmesini zorunlu kılar. Tribünde yerini alacak olan artık bir müşteridir. Kombine bilet sistemi bunun en somut göstergesidir. Yağmur, çamur demeden stat önlerinde kimi kez geceden kuyruğa girip bilet alan taraftarın yerini artık, bir yıllık maç biletini peşin para veya kredi kartıyla alan seyirci almıştır. Kombinesi olmayanlar için ayrılan yerse kale arkasıdır. Bu anlamıyla taraftar kale arkasına sıkıştırılmıştır. Kolektif futbolun ve taraftarlığın temeli olan maçları ayakta omuz omuza seyretme özelliği, oturarak maç izlemeye dönüşür. Aslında bu durum, endüstrileşen futbolun en tipik ve somut göstergesidir. Ayaktaki dayanışma ve kolektif ruhun pasifize edildiği oturarak maç izleme zorunluluğu piyasa ruhunun zaferidir. UEFA ve FİFA’nın buna

yönelik ülkelere zorunluluk koşması ve stadın tamamının oturularak maç izlenecek hale getirilmesi gündemdedir. Ayakta kalan taraftar, oturan seyircidir! Seyirciliğin pasif haliyle taraftarlığın aktif hali arasında bir gerilim ve çelişki vardır. Seyircilik, tribünlerde kolektif dayanışma ve sosyalleşmenin önünü tıkamaktadır. Seyirci, yalnızca sahada ortaya konan şovu/gösteriyi izler. Taraftarsa “oyun”a müdahale eder! Taraftar olmak, sadece takımı desteklemekle sınırlandırılamayan, sosyal ilişki anlamında da bir ilişki geliştirilmesi, statların dışında da bu ilişkinin sürmesi, ortak bir dil ve davranış biçimi oluşturulmasını sağlar. Bu anlamıyla da taraftarlık aynı zamanda müşterileşmeye bir karşı çıkışı ifade eder. Bir başka deyişle kamusal alan oluşturma eylemidir. Bir tür kolektif hafıza oluşturma sürecidir de taraftarlık. Seyircilik maç gününe sıkıştırılmış bir kavramdır. O maçla sınırlıdır. Hakemin başlama ve bitiş düdüğü arasına sıkışmıştır. Piyasanın içinde daraltılmış, tüketiciliğe indirgenmiş bireysel bir durumdur. Seyircinin takım üzerindeki etkisi, takımın ürünlerini almaya indirgenmiştir. Kapitalizmin futbolu bu yeni sistemin içine dahil edemediği, ayak direyen ve hâlâ sokak aralarında, mahallelerde toplanan, kendilerine has dernekler, birlikler kuran, dergiler çıkarıp kolektif hareket eden, kendi bayrakları ve amblemleri olan taraftarları kriminal birer suç unsuru olarak görmekte ve göstermektedir. Kapitalizmin futbolu örgütlü seyirci istememektedir. Parası olan, arabasıyla maça gelip stadın otoparkına aracını park eden, kombinesiyle koltuğuna yerleşen, devre arsında yemeğini stat lokantasında yiyen seyirciler tüketim futbolunun özneleridir artık. Arka mahallelerde yaşayan, çeşitli küçük ölçekli sanayi işyerlerinde çalışan asgari ücret ya da biraz üzerinde ücretli çalışan, işçi sınıfı /emekçi ağırlıklı taraftar yerine, orta sınıf seyirciler tribünlerin yeni sahibidir. Kapitalist futbolun taraftara yönelik dünya ölçeğindeki bu tasfiyesi bugün AKP eliyle daha somut biçimde yürütülmektedir. Şike operasyonuyla kulüplere müdahale edip futboldaki paranın kontrolünü ele alan AKP şimdi de taraftarı statlardan tasfiye etmek istemektedir. Taraftar, şimdilik kale arkasına sıkıştırılmıştır. Çıkışı, Taraftarlar Birliği’nin kurulmasına bağlıdır. Patronların Kulüpler Birliği’nden alınacak ders budur!

O. Gün ÜNAL


30 ÖĞRENCİLER 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Liseliler bu kez susmuyor hakkını arıyor! Türkiye’deki dönüşüm sürecinin kritik ayaklarından bir tanesi eğitim oldu bugüne dek. Eğitimin prestijli gelişimi olarak tanımlanan akıllı tahtayı yaşamımıza sokan AKP, on yıllık iktidarı boyunca eğitim kurumlarının yapısından eğitimcilerin çalışma

sonraki hizmetleri konusunda ipucu vermeye yetiyor. Okullarda 140 binin üzerinde öğretmen açığı olmasına rağmen 300 bini aşkın eğitim fakültesi mezunu öğretmen atanmayarak bekletiliyor. AKP yeni eğitim sisteminde eğitim-

düzeyde rekabet gücüne sahip ekonomik sistemin gerektirdiği bilgi ve becerilerle donatarak geleceğe hazırlayan eğitim ve öğretim” (madde 2a). Eğitim-öğretim süreçleriyle ilgili kararları oluşturan ya da bu tür kararlara son şeklini veren Talim

Eğitimdeki dönüşüm, çeşitli araştırmalara konu olur ve skandal sonuçların ortaya çıktığı eğitim anketleri birbiri ardına yayınlanırken; liseliler farklı bir kulvardan bu dönüşüm sürecine dahil oluyor. Liseliler izlemiyor, soruyor, sorguluyor. Liseliler susmuyor, söz ve karar hakkı istiyor. koşullarına, müfredattan ders kitaplarının içeriğine kadar birçok başlığı ilgilendiren uygulamalarla yeni Türkiye’nin gelecek nesillerini “belirleme” hakkını elinde tuttu. Eğitim dökülüyor! AKP on yıllık iktidarı boyunca en çok, eğitim alanında yaptığı değişikliklerde rahat davranabildi. Bu süreçte öğrenci tepkilerini marjinalize etmeyi becerebilen hükümet adeta bu alanda top koşturdu. Bu dönemde AKP’nin icraatlarına hızlıca bakıldığında hükümet partisinin elini ne kadar rahatlattığı kolaylıkla görülecektir. Kızılcahamam’da yapılan ve AKP dışında hiçbir toplumsal kesimin temsil edilmediği Milli Eğitim Şurası, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki amacından oldukça uzakta, “Eğitimde 2023 vizyonu” ile toplanarak eğitimin gericileşmesi ve piyasacılaştırılması yönünde ciddi adımlar attı. Ülkemizdeki bilim karşıtlığının önünü kesmek için kurulan kurumlardan bir başkası olan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) yine AKP’nin iktidar olduğu yıllarda zayıflatıldı. Bilimsel anlayışın benimsenip yaygınlaşması için çalışması gereken kurum, yayınladığı raporlarda “şimdiki hükümetimizin politikaları, bilim adına memnunluk vericidir” şeklinde ifadeler kullanır hale getirildi. Akademinin ve bilimin İslamileştirilmesi anlamına gelen 651 sayılı KHK için sesi çıkmayan TÜBA’nın yayınladığı raporlardaki ifadeler TÜBA’nın bundan

cilere kadro değil sözleşmeli personel uygulamasını layık görüyor. Çalıştığı saat başına ücret alabilen eğitimcinin hem maddi hem de psikolojik baskı içinde olması eğitim kalitesini baştan düşürüyor. Eğitim açığına müdahalenin yabancı öğretmen ithali gündeme alınarak konu edilmesi ise hükümetin bir diğer sorunlu uygulaması. Milli Eğitim Bakanlığı gibi çok kritik bir kurumun başına Ömer Dinçer geçirildi. Ömer Dinçer bilindiği üzere intihalcidir yani yazdığı ders kitabında aşırma nedeniyle öğretim üyeliği görevinden çıkartılmıştır. Aynı Dinçer’in kişisel görüşleri, bırakın gençlerin geleceğiyle ilgili bir bakanlık görevini üstlenmesi, eğitim alanının yanından geçmemesini gerektirecek niteliktedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün ilkelerin Müslüman bir yapıya devredilmesini gerektiğini savunan Dinçer, bugün eğitim sistemini yeniden yapılandırma iddiasını taşımaktadır. Dönüşen Türkiye, birbiri ardına çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yönetiliyor. Alelacele çıkarılan KHK’ler mecliste ve kamuoyunda tartışılmadan yürürlüğe giriyor. Bunlardan 652 sayılı KHK ile son 50-60 yıldır eğitim politikalarının yasal amaçlarıyla bağdaşmayan eğitim-öğretim süreçlerine yasal kılıf geçiriliyor. Söz konusu KHK ile “Eğitim haktır, okumuş kişiler topluma karşı sorumludur” gibi temaların yerine aynen şu ifadeler getirilebiliyor: “küresel

ve Terbiye Kurulu (TTK)’na darbe vuruluyor. TTK’nın üye sayısı 15’ten 10’a indirilerek kurul zayıflatılıyor. Bununla da kalınmıyor. AKP bir adım daha ileri giderek eğitimci olmayan kişilerin kurul üyesi olmasını sağlayarak kurulun işlevini amaçları doğrultusunda şekillendiriyor. 652 sayılı KHK, sistemin denetleme işlevine ve uygulayıcı birimlerine de el atıyor. Var olan sistemin ve bakanlık merkez örgütünün en önemli birimlerinden biri olan Teftiş Kurulu kaldırılarak alınan kararların uygulanmasının denetimi illere bırakılıyor. Denetimin illere bırakılması, denetimin yerel güçlerin eğilimlerine göre dikkate alınıp alınmayacağı anlamına geliyor. Bilgi üreten birimlerle eğitimöğretim araç gereçleri üreten ve yazılı kaynakları yayımlayan birimler kapatılarak yerine eğitim araç-gerecinin daha pahalıya piyasadan karşılanabileceği bir yapı kuruluyor. Milli eğitimin hedefi, topluma faydası olabilecek nitelikte gençler yerine girişimci ve rekabetçi gençlerin yetiştirilmesi oluyor. “Eğitim sürecinden geçenlerin önemli bir bölümü yazar, şair, tiyatro-sinema-bale sanatçısı, ressam, heykeltıraş, müzisyen ve bir bölümü de bilim insanı ve araştırmacı oluyor. Bu gençlerin girişimci ve rekabetçi bir eğitimden geçmelerinin onların yeteneklerini ve eğilimlerini körelteceği biliniyor. Girişimci ve rekabetçi öğretimden geçtikten sonra kamu ya da özel sektörde çalışma durumunda kalacak

gençlerin, yaşamları boyunca girişimci ve rekabetçi olamamanın ezikliğini yaşayacakları da biliniyor. Girişimci ve rekabetçi öğrenci yetiştirmek, genci, kendisine, toplumuna ve insanlığa yabancılaştırıcı bir süreç oluyor. Girişimci ve rekabetçi öğrenci yetiştirmeye kalkışmak, temel öğesi insan ve temel niteliği bireyi insancıl değerlere sahip olarak özgürleştirmek olan “eğitim” ile bağdaşmıyor. Girişimci ve rekabetçi öğretim, bireyin insancıllaşıp toplumsallaşmasını ve evrenselleşip özgürleşmesini, demokrasiyi benimseyip barışçıl ve insana-emeğe saygılı birey olmasını engelliyor. “ Prof. Dr. Rıfat Okçabol “Ağaç yaşken eğilir” Eğitim sistemine yapılan müdahaleler bu ülkenin en çok 15-18 yaş kuşağını etkiliyor. Ağaç yaşken eğilir misali yeni Türkiye’nin gençleri de kendilerine uygun görülen süreçlerden geçirilerek sistemin gençleri olmaya zorlanıyor. Liseler yeni ideolojik formasyonun oluşturulmasında etkin kurumlar olarak kullanılmak isteniyor. AKP bu formasyonla gençliği donatıp, kendi geleceğini kazanmak istiyor. İtaat kültürünü öne çıkararak düzene uygun kafalar yaratırken, Türk-İslam sentezini de eğitimkültür yaşamının özü olarak benimseyip dayatıyorlar. AKP gençliğin kaderini belirlemekte yol alırken bir taraftan bu arzunun karşısındaki tepkileri marjinalize ediyor. “Gençliğin söz hakkı olacaksa benim belirlediğim çerçevede olabilir” diyor. Belediyelerin genç meclisleri, siyaset akademileri kuruluveriyor. 15-18 yaş arasındaki gençlerin hakları hiç sayılırken ileri demokrasinin gereği bu haklara hitaben içeriği farklılaştırılmış yeni platformlar gençliğe açılıyor. Gençliğe “ifade alanları” açılırken bir taraftan da yasalarımızda ilk ve orta öğretim çağındaki gençlerin eğitim hakkına sahip olduğu belirtilmesine, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, liselilerin yaşam boyu eğitim hakkı ve kendi eğitim sürecine müdahale hakkı garanti altında bulunmasına rağmen gençlerin hakları hükümet tarafından görmezden geliniyor. Gençliğin eğitim sü-


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST reçlerine katılımı değil, uyum süreci dikkate alınarak yeni düzenlemeler yapılıyor. Gençleri bu sürece hazırlamak ise kolay oluyor. “Çalış, arkadaşlarının önüne geç, kazan” denilen lise öğrencilerinin 4 yılı bu hengamede geçiyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da 12 farklı lise türünde gerçekleşen bir ankette çıkan sonuç liselilerin ÖSS dışında bir gelecek tasavvuru olmadığı. Üstelik bu trajik sonuç sadece liseliler için geçerli değil. Ailelerin de neredeyse tek beklentisi çocuklarının ders çalışması. Eğitim sürecinin organizasyonu ile kimse ilgilenmediği gibi, gençlerin önlerine konulan zorlukların ‘aşılabilmesi’ için ders çalışmaktan başka sonuç çıkarılmıyor. Tüm bu olan bitene itiraz etmek kimsenin aklına gelmiyor. Gençliğin bir kısmı bu şekilde sindirilmeye çalışılıp, apolitikleştiriliyorken, diğer kısmına düzen alan açmayı ihmal etmiyor. Türkiye’nin söz sahibi gençleri tek tek seçiliyor, model olarak sunuluyor. AKP’nin siyaset akademilerinde parlayan, tüccarlıktan anlayan, kendi tarihini ve kültürünü yeniden yazmaya hazır her genç bir anda parlatılıveriyor. Gelecek projeksiyonu belirlenen modeller üzerinden oluşturuluyor. Buna hazırsanız, geleceğinizi hazırlarız deniliyor. Yani geleceksizleştirilen gençlere bir taraftan da ‘belirlenmiş gelecek’ vaadediliyor. Boş durmuyorlar. Gençlere dönük piyasacı projelere hız veriyorlar. Bizzat Başbakan, tüm hükümet yetkilileriyle birlikte gençlikle ilgili yapılan çalışmaların üzerinde titizleniyor. Gençlerin beyinlerini yıkamaya dönük kararlı olan hükümet bunu her fırsatta dile getiriyor: “Gençlerin nüfus içindeki yüksek oranını bildiğimiz için hizmetlerimizde, planlama ve projelerimizde gençleri her zaman dikkate alıyor, projeksiyonlarımızı genç nüfusa göre yapıyoruz. Her an gençlerin içinde bulunsak da, her an gençlerle diyalog halinde olsak da, gençleri anlamak, ruh dünyalarına nüfuz edebilmek, sorunlarını öğrenmek adına daha fazla gayret göstermemiz gerektiğini de biliyoruz.” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Liseliler ne gibi sorunlarla karşı karşıya? Türkiye’de 18 yaş altındaki gençlerin hakları yasalarla tanımlanmış olmasına rağmen söz hakları bulunmamakta. Liselilerin siyasetle ilgilenmesi, örgütlenmesi yasak. Söz ve karar hakkı için ‘açılmış’ olan tüm kanallar kontrol altında.

Liselerdeki öğrenci temsilcilikleri zorunlu olmasına rağmen birçok okulda seçimle değil atamayla gerçekleşiyor. Öğrenci temsilcilikleri işlevsizleştiriliyor, öğrencilerin karar vermesi gereken birçok konuda öğrenciler yerine karar mercii okul yönetimi oluyor. Liselerin ticarethane haline getirildiği bir düzende matematikten fen bilimlerine, sosyal bilimlerden edebiyata kadar tüm temel dersler içeriksizleştiriliyor. Temel dersler yerine “mesleki” dersler ekleniyor. Ev ödevleri yerini projelere bırakıyor. Dijital tahtayla okullara teknoloji getirdiğini iddia eden hükümet müfredatta bilimsel eğitimin adını siliyor. 2011’de bunun adı “eğitim” oluyor. Sınav odaklı eğitim gençlerin en büyük sorunlarından biri. Lise eğitimini hakedebilmek için 12 yaşından itibaren sınavlara girmeye başlayan çocuklar daha sonra da üniversite eğitimini haketmek için yaşıtlarıyla yarışmak zorunda bırakılıyor. YGS’ye, LYS’ye hazırlık derken zaten bu düzen gençlerin hayatını onlardan çalmış oluyor. Zorunlu din dersine karşı adım atılmazken, değerler eğitiminin yerini dini eğitim alıyor. Arapça bir günde seçmeli ders oluveriyor. (Mahalle baskısının yaşandığı bir toplumda seçmeli derslerin ise ne anlama geldiği herkes tarafından bilinmekte.) Düzenin yaşam alanına müdahalesinin en çok görüldüğü yerlerden biri yine liseler. Okullarda kız ve erkek öğrenciler için 1.5 metre mesafesi konuluyor. Kız ve erkeklerin yan yana oturmasını yasaklayan yönetimler bu yıl daha ‘yaratıcı’ çözümlere imza atıp öğrencilerin sınıflarını da ayırıyorlar. Birçok liseli, okul hayatına devam etmek için çalışmak zorunda bırakılıyor. Kayıt parası, boya parası, kitap parası, görevli parası, aidat gibi yerleşmiş olan harcamaların dışında okul müdürlerinin çılgın projelerine de para yetiştirilemez oluyor. Okula harcanılan paranın yanı sıra dershaneye verilen/ verilemeyen ücretler çoğu aile için ciddi sıkıntı oluşturuyor. Bugün Türkiye’deki birçok ailenin çocuğunu banka kredisiyle dershaneye gönderebildiği biliniyor. Ailesinin yaşadığı maddi sıkıntılara yakından tanık olan öğrencilerin psikolojisi bozuluyor. Öyleki bu ülkede dershane parasını ödeyemediği için intihar eden gençler bulunmakta!

Okullarda öğrencilerin gelişimine yararı olabilecek kültürsanat etkinlikleri yerine, marka reklamlarının yapıldığı etkinlikler, bilim haftası yerine kutlu doğum haftası yapılıyor. Okul yönetimleri öğrencileri bu etkinliklere katılım için zorluyor.

ÖĞRENCİLER 31

Katılmayan öğrenciler teşhir edilmekle kalmayıp haklarında ceza işlemi uygulanıyor. Disiplin konularına öğrenciler dahil edilmiyor. Okul yönetiminin eğilimlerine bağlı olarak belirlenen ceza işlemleri itiraz kabul edilmeden direkt

uygulanıyor. Okul kolları işlevsizleştiriliyor. Sene başında yapılan seçimlerin ardından kültür sanat kulüplerinin yapabilecekleri ve yapamayacakları tanımlanarak öğrencilerin karar verme hakkı ellerinden alınıyor.

Liseliler söz ve karar hakkı istiyor! Eğitimdeki dönüşüm süreci çeşitli araştırmalara konu olurken, skandal sonuçların ortaya çıktığı eğitim anketleri birbiri ardına yayınlanırken liseliler farklı bir kulvardan sürece dahil oluyor. Liseliler izlemiyor, soruyor, sorguluyor. Liseliler susmuyor söz ve karar hakkı istiyor. İşte liselilerin önümüzdeki döneme damga vuracak talepleri! Bizler lise çağındaki gençleriz. Ülkemizin yasalarına bakacak olursak, temel haklarımız “koruma altında”. “Evrensel Hukuk” sözleşmelerine göre de yaşam boyu eğitim hakkımıza, kendi eğitimimizle ilgili konulara müdahale hakkımıza kimsenin dokunmaması gerekiyor. Kağıt üzerinde bunlar duruyor. Ya gerçek hayatta? “Çalış” deniyor bize… Önüne, arkana bakmadan çalış! Neye yarayacağını, kime hizmet edeceğini hiç düşünme çalış! “Yarış” deniyor bize… En yakın arkadaşın bile rakibindir, onunla da yarış! Öne geçmek için ne gerekiyorsa yap, kendini kaybedercesine yarış! “Öde” deniyor bize… Katkı payı öde, harç öde, kömür parası öde, karne parası öde! Dersaneye öde, kitaba öde, okulda ödenek yok cam parası öde! “Sus” deniyor bize… Su küçüğün söz büyüğün, sus! Kafana bir şey yatmadığında sus, haksızlığa uğradığında sus, konuşmak istediğinde sus! “Uzak dur “ deniyor bize ... Arkadaşınla arana “mesafe” koy ! Dostluktan, dayanışmadan,

sevgiden uzak dur! İşçisi sindirilmiş, köylüsü bitirilmiş, üniversite öğrencisi kuşatılmış ülkede vurun liseliye! O nasılsa çalışır, yarışır, susar. Anne-babaya da ödemek düşer. Çalışmaya varız da, düşünerek, insanca, tartışarak, sorgulayarak çalışmaya varız. Yarışmaya, ailelerimize yük olmaya, “öde” dendikçe evden para getirmeye ise yokuz. Ve kesinlikle susmayacağız! Okula dair, eğitime dair ne varsa bizim de sözümüz olacak, sözümüzün de bir karşılığı! Sınav sistemi, disiplin konuları, okuldaki harcamalar, öğretmen ve diğer çalışanların sorunları, kültürel etkinlikler, yemekhane ve kantin işletmeleri, servisler… Bunların hepsi doğrudan bizimle ilgili. Bizimle ilgili konularda “biz” de konuşacağız, düşüncelerimizi aktaracağız ve söylediklerimizin takipçisi olacağız. Bir yandan öğrenci temsilciliklerinin göstermelik kurumlar olmasının öne geçmeye çalışırken , kendi meclislerimizi kurarak da sözümüzün suya atılmış imza durumuna düşmesini engelleyeceğiz! Biz liseliyiz, susmayız, susmamalıyız.


32 PARTİLİ YAŞAM

1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Cüneyt’ten mektup var!

efe Bölümü ls Fe TÜ D O si ye ü P TK kır, Hopa’da a Ç yt e n ü C si ci n re ğ ö tin Lokumcu’nun emekli öğretmen Me polis saldırısını ölümüne neden olan tıldığı için protesto eylemine ka ındaki iddialar 2 aydır tutuklu. Hakk eyt yoldaşımızın ne olursa olsun Cün gerekçesi TKP tutukluluğunun esas , toplumu teslim üyesi olmasıdır. AKP erekliliklerinden almanın en önemli g rmak, teslim u st su ri le ci im vr e d birisinin or ve bunun için almak olduğunu biliy seçimden önce her yolu deniyor. Biz ilan etmiştik, e iy d iz ğ ce ye e m ğ e boyun ğmeyeceğimizi e n yu o b r e b ra e b p e şimdi h duruşmada ki ta k’ lı ra A 9 . iz ğ ce göstere nı sağlayacağız. sı a lm ka r ü zg ö ın ız m yoldaşı

Merhaba Yoldaşlar, Dostlar; Hepinizin bildiği gibi “Hopa Olayları” sonrasında Ankara’da çıkan olaylar nedeniyle tutuklandım. Sizlere Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nden yazmaktayım. Yaklaşık 2 aydır tutukluyum. Bu sürenin yaklaşık 40 günü yalnız başıma tutularak geçirdim. Şimdi üç kişi kalmaktayız. İddianame ve duruşma tarihimiz belli oldu. Mahkeme, uzun tutukluluk süresi yetmiyormuş gibi 2 ay sonrasına duruşma tarihi belirlemiş. “Suçum” daha da hukuksuz, yoldaşlar. TKP üyesi olmama rağmen “THKP/C Dev Yol-Devrimci Gençlik” üyeliği ile yargılanmaktayım. Davanın siyasi bir dava olduğu gün gibi ortada. AKP , ya “ 2. Cumhuriyet” solcusu olun, ya da baskılarımı artırırım diyor, Tabii yapacak... İlk Parti eylemime katıldığımdan beri yoldaşlarıma ve partime güvendim. Ben burada hiç “ yalnız” değilim, hep sizinleyim. Umudumuzla, azmimizle, kol kola verip, bu adaletsizliği hukuksuzluğu yeneriz. Yeneceksek biz yeneriz. Dostça, Yoldaşça... Yağma yok, biz varız!. Cüneyt ÇAKIR Ankara 1 No’lu F Tipi Ceza Evi C-6-85 / Yenikent-Sincan ANKARA


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

YAYINCILIK 33

Dünya komünist hareketinin tarihine “bizden” bir bakış:

Üç Enternasyonalin Tarihi Yazılama Yayınları önümüzdeki günlerde önemli bir tarih kitabını okurlarıyla buluşturmaya hazırlanıyor. 1924’den 32’ye ve 1944’den 58’e iki ayrı dönemde tam 22 yıl ABD Komünist Partisi’nin genel başkanlığını üstlenmiş olan William Z. Foster’ın Üç Enternasyonalin Tarihi. Kitap 1848’den kaleme alındığı 1955 yılına kadar dünya sosyalist ve komünist hareketlerinin geniş kapsamlı bir tarihini içeriyor. Kitabın ülkemizde yayınlanmasına emeği geçen iki dostumuza, kitabı Türkçe’ye kazandıran Can Saday ve redaksiyonu üstlenip bir de sunuş yazan Nevzat Evrim Önal’a kitabın önemi ve değerine ilişkin fikirlerini sorduk. Saday, kitabın içinde yaşadığımız dönemde ülkemizde yayınlanmasının önemi hakkındaki sorumuza şöyle yanıt verdi: “Türkiye bir gericilik döneminden geçiyor. Komünistler bu karanlıkta bir yandan gözlerini ufuk çizgisinden ayırmadan uzun soluklu bir yürüyüşü sürdürmeyi, bir yandan da en küçük olanağı bütün enerjileriyle değerlendirmeyi başarmak zorunda. Bence burada ideolojik sağlamlığın yanında tarih bilinci çok önemli. Tarih bilinci elbette tarih bilgisiyle aynı şey değil, ancak sınıf mücadelelerinin nereden gelip nereye gittiğini, komünist hareketin bu mücadelelerde neyi, nasıl temsil ettiğini ve bizim de parçası olduğumuz geleneğin hangi mücadelelerin ürünü olduğunu

ken bir başka yönün altını çiziyor: “Üç Enternasyonalin Tarihi, kendi konusunda bugüne dek yazılmış ve Türkçe’ye kazandırılmış her eseri gölgede bırakacak bir titizlik ve içerik zenginliği sergiliyor. Bunun, bilhassa Türkçe’de enternasyonaller ya da genel olarak uluslararası sol hareketin tarihinin neredeyse sadece Troçkist yazarların kaynaklarından okunuyor olması sorununu ortadan kaldıracağını düşünüyorum. En azından, artık marksizm-leninizmin ve SSCB’yi bir “bürokratik işçi devleti”, Stalin’i ise bir cani olarak görmeyenlerin söyledikleri de Türkçe’ye kazandırılmış durumda.” Kitap Türkiyeli olur için özgül bir eksikliği tamamlamasının ötesinde tarihe yaklaşımı ve yazarın konuyu ele alışı açısından da çok önemli bir yapıt. Önal bu konuya dair sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “Bence kitabın en çarpıcı yanı, yazarın tarihe yaklaşımındaki beceridir. Beceriden kastım şu: William Zebulon Foster, yüz yılı aşkın bir tarihsel kesite bakmakta, bunu yaparken tarihsel materyalizmden ödün vermemeyi ama aynı anda güncel politik duruşunu bu uzun tarihsel dönemi incelerken her başlıkta yeniden üretebilmeyi becermiştir. Genelde tarihçiler kötü siyasetçi, siyasetçiler kötü tarihçidir. Pek çok tarihçi, bir kronolog edasıyla olgulara aşırı bir vurgu yapmakta, yorumdan kaçınmaktadır. Buna karşın siyasetçiler tarih konusunda konuşmaya ya da

kalem oynatmaya başladıklarında ise kimi olguları düpedüz yok sayan bir ‘gövdeyi cekete uydurma’ çabasına girmekte, böylelikle bilimsel yaklaşımı tümüyle terk etmektedirler. Dolayısıyla kanımca tüm marksist-leninistlerin, bilhassa da tarih yazımı ve sosyalizm tarihine özel bir ilgi duyanların bu kitapta bulacağı çok şey olduğunu düşünüyorum.” Aynı konuda Saday da şunları söylüyor: “Kitabın bir özelliği de tarih çalışmalarında genelde olduğu gibi ‘dışarıdan’ bir yaklaşımla değil, ‘içeriden’ bir gözle yazılmış olması. Bence kitabın üstünlükleri de, handikapları da buradan kaynaklanıyor. Yazar, anlattığı yüz yıllık dönemin ikinci yarısında kavgada önce bir işçi olarak, ardından işçi önderi ve komünist olarak aktif şekilde yer almış, uluslararası komünist hareketin önemli bir ismi. Bu konuda Türkçe yayımlanmış çoğu kaynak ise, yukarıda sözünü ettiğim bütünlüğe sahip olmamalarının yanı sıra, tarihe ya kimi polemiklerin penceresinden, ya da sahiplenici değil, hesaplaşmacı bir gözle bakan ‘tarihçi’lerin kaleminden çıkma. Kitap, bu bakımdan bir ‘düzeltme’ işlevi de taşıyacak. Öte yandan, içeriden bakmanın getirdiği handikaplara gelecek olursak, yazarın yaklaşımında güncel siyaset belirleniminin yer yer fazlaca öne çıktığını söyleyebilirim. Nevzat Evrim Önal, kitaba yazdığı ‘Sunuş’ta bunlara değiniyor, okur

Yazar, anlattığı yüz yıllık dönemin ikinci yarısında kavgada önce bir işçi olarak, ardından işçi önderi ve komünist olarak aktif şekilde yer almış, uluslararası komünist hareketin önemli bir ismi. anlamadan, bugünün Türkiyesi’ne de tarihsel bir açıdan bakabilmek mümkün değil. Kitabın başlıca üstünlüğü burada bence: işçi örgütlerinin ve bilimsel sosyalizmin oluşum halinde olduğu Komünist Parti Manifestosu günlerinden, sosyalizmin faşizme karşı savaştan zaferle çıktığı ve dünyanın üçte birinin sosyalizme yöneldiği günlere, oldukça farklı evreleri içeren bir tarihi derli toplu bir şekilde gözler önüne seriyor. Özellikle bu konuda bir ön birikimi olmayan okurun yüz yıla yayılan karmaşık olaylar silsilesi içinde bir ana çizgiyi, işçi sınıfının iktidar savaşında komünist hareketi bütünlüklü olarak görebilmesi kolaylaşıyor. Bu nedenle, dünya komünist hareketinin tarihi üzerine bir “giriş kitabı” olarak önemli bir boşluğu dolduracak.” Önal ise aynı soruya yanıt verir-

bu hatırlatmaları dikkate alarak yaklaşırsa sözünü ettiğim handikap aşılmış olacaktır.” Söyleşimizin sonunda Önal, “kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelelerin gel-gitlerinin uzun dönemde incelenmesinin büyük faydaları olduğunu” düşündüğünü aktarıyor ve sözlerini şöyle tamamlıyor: “Dünya sol hareketi, Paris Komünü’nün düşüşü ve ardından gelen gericiliği gördü, 2. Enternasyonal’in ihanetini gördü, 1905 Devrimi sonrası Çarlık gericiliğinin en çirkin halini gördü. Emperyalistler tarafından çıkartılan iki dünya savaşını, yüz milyonlarca insanın ölümünü gördü. Bugün Türkiye’de içinde olduğumuz gericiliğin bizi paralize edecek bir heyüla değil de, sermaye sınıfının doğal hallerinden biri olduğunu görmek, onunla mücadele etmemizi de, bu mücadeleyi tarihsel bir akla dayandırmamızı da kolaylaştırır. Aklın, tarihsel ve bilimsel sosyalist bakışın değerinin paha biçilmez olduğu, salt hisler ve sezgilerle devrimcilik yapmanın ölümcül sonuçlarının olacağı bir dönemden geçiyoruz. Üç Enternasyonalin Tarihi bu bakışın bir örneğini, hem de oldukça değerli ve bütünlüklü bir örneğini sunuyor.”


34 SOSYALİSTLERİN MECLİSİ 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

Sosyalistlerin Meclisi başarıyla yola koyuldu Bir süredir kuruluş hazırlıkları sürdürülen Sosyalistlerin Meclisi, 23 Ekim’de Ankara’da gerçekleşen toplantıyla çalışmalarına başladı. 43 kişinin katıldığı Meclis’in ilk toplantısında Türkiye’nin dış politikası ve bölgesel gelişmelere ilişkin 5 tebliğ sunulurken, Kemal Okuyan açış konuşmasında Sosyalistlerin Meclisi’nin işlevleri, hedef ve çalışma tarzı üzerine genel bir çerçeve sundu. Toplantı gündemine son gelişmeler üzerine Kürt sorununa ilişkin bir oturum eklendi. İkinci toplantısı Aralık ayında gerçekleşecek olan Meclis’in çalışma sistematiği de

önümüzdeki günlerde ayrıntılandırılacak. Bu arada Sosyalistlerin Meclisi’ne katılımlar da devam ediyor. Şu anda 90’ın üzerinde bilim insanı, sanatçı, sendikacı, siysetçi, hukukçu, akademisyen, yazar ve gazetecinin yer aldığı Meclis’e katılım konusunda birçok kişiyle görüşülmekte olduğu öğrenildi. Önümüzdeki haftalarda Sosyalistlerin Meclisi’nin bir internet sayfası da kullanıma sokulacak. Sosyalistlerin Meclisi’ne ilişkin bilgi almak isteyenler için iletişim adresi: bilgi@sosyalistlerinmeclisi.org

Sosyalistlerin Meclisi Basın Açıklaması

Sosyalistlerin Meclisi Ankara’da toplandı Sosyalistlerin Meclisi aynı gün gerçekleşen Van Erciş depremi dolayısıyla halkımızın acılarını paylaşmaktadır. Öldürenin deprem değil inşaat sektörünün kâr güdüsüne esareti olduğunu biliyoruz. Kapitalizmin bu yıkıcı, öldürücü özelliğinin en acı biçimde ortaya döküldüğü bu tabloya, ırkçı, şoven yaklaşımların eşlik edebilmesi ise Türkiye’nin ne hale düşürüldüğünün resmidir. Sosyalistlerin Meclisi kendi kuruluşunun Türkiye’de akla ve vicdana yönelik büyük saldırı karşısında önemli bir çıkış kanalı olabileceği inancında ve iddiasındadır. Sosyalistlerin Meclisi çalışmalarını yaklaşık aylık periyotla sürdürecek, görüş ve çalışmalarını çeşitli toplantı ve etkinlikler aracılığıyla kamuoyuyla paylaşacaktır. İlk toplantıda Türkiye’nin güncel dış politikası ve uluslararası ilişkileri ana gündem olarak ele alınmıştır. Sosyalistlerin Meclisi, bölgemizde ABD emperyalizminin uluslararası sermayeye alan açmak ve hegemonyasını derinleştirmek üzere sürekli bir istikrarsızlık yarattığını saptamaktadır. Türkiye burjuvazisini temsil eden AKP ise bazı durumlarda inisiyatif almak ister görüntüsü vermesine karşın, çoğu durumda birbirini reddeden

uygulamalarıyla emperyalizmin farklı başlıklarda başarıyla kullandığı bir taşeron rolü oynamaktadır. Sosyalistlerin Meclisi, Kürt sorunuyla bağlantılı olarak, çok sayıda asker ölümü ve sınır ötesi operasyonla şiddetlenen çatışma ortamının bir an önce, koşulsuz olarak sonlandırılmasını talep etmektedir. Tarafların birbirleriyle çok çeşitli

kollardan görüşme halinde oldukları açıkken, çatışmaların hangi anlaşmazlıklar nedeniyle dindirilemediği ise tamamen belirsizdir. Sosyalistlerin Meclisi akan kanın durdurulmasının yanı sıra gizli görüşmelerin içeriğinin kamuoyuyla bütün açıklığıyla paylaşılması gerektiğinin altını çizmektedir.

Türkiye’nin içinden geçtiği zor koşullara karşı sorumluluk duyan sosyalist sanatçı, akademisyen, gazeteci, yazar ve sendika, meslek odası yöneticilerinin birlikte tartışmak, birlikte üretmek üzere biraraya gelmesiyle oluşan Sosyalistlerin Meclisi ilk toplantısını 23 Ekim 2011 günü 43 katılımcıyla Ankara’da yaptı.

SOSYALİSTLERİN MECLİSİ


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

YARATIM 35

‘Bir Ülkenin Otopsisi’ veya NBC’nin anatomi dersi Kalk peygamber! Görerek, anlayarak, İrademle doldur bedenini, Ve denizleri ve dağları aşarak Sözle dağla insan yüreklerini! A. Puşkin Nuri Bilge Ceylan’ın bu yıl Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” nihayet vizyona girdi ve bu muhteşem filmi görme mutluluğuna eriştik… Uzun zamandır izlediğim filmler hakkında bir şeyler yazma gereği duymadım. Bazen yazmayı düşündüğüm oldu ama bir işe yaramayacak diye de vazgeçtim. Ancak dün filmi izledikten sonra Çağrı Kınıkoğlu ile film hakkında konuşurken, Çağrı’nın “Şu söylediklerini yazsan keşke, çürümenin daniskasını yaşayan bu ülkede yönetmenler birbirinin filmleri üzerine kamusal alanda konuşamayacaklar mı?” demesi üzerine, film hakkında düşündüklerimi paylaşmaya karar verdim. “Bir Zamanlar Anadolu’da” benim kült filmim olan “Stalker” gibi, DVD’sini hep elimin altında tutacağım ve izledikçe seveceğim, sevdikçe de izlemek isteyeceğim bir film… NBC bir senfoni besteler gibi yapmış filmini… Filmde çok şey var. İsteyen filmin her sahnesinden, hatta her çekim planından istediği anlamı çıkarabilir. Her çekim planı başlı başına bir dünya… İşin estetik boyutu budur işte… NBC daha önce lirik yapıda çektiği filmlerinden farklı olarak, bundan önceki filmi “Üç Maymun”da dramatik yapıyı denemiş, son filmini de aynı yapıda çekmiştir. Son iki filme dramatik yapı egemen olsa da NBC lirizmi yine ihmal etmemiş ve özellikle son filminde çok çarpıcı şiirsel unsurları filmine öyle yedirmiş ki, insan kendinden geçiyor… Ayrıca “Bir Zamanlar Anadolu’da” NBC’nin diğer filmlerinden felsefi ve estetik boyutuyla da bir hayli farklı. Ülkemizde sinemanın tam bir sefalet yaşadığı, dizilerin, reklam bantlarının ve kliplerin “estetiğinin” sinemaya bir yenilikmiş gibi yutturulduğu ve sinema “eğitimi” veren yüzlerce sinema kursu hariç, yetmiş sinema okulunun bulunduğu ve sapla samanın birbiriyle karıştırıldığı şu son zamanlarda “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini ülkemiz

sinemasının bir “Rönesans’ı” olarak nitelemek abartılı bir şey olmasa gerek… Bir kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan eksantrik ve de egosantrik modernist sanatçılar gibi davranmıyor NBC… “Aman izleyicileri şurada gıdıklayayım, şunu yapsam izleyiciler hoşlanır filme daha çok giderler” derdinde de değil… İzleyicinin hoşuna gitmek için dansözlük, soytarılık, şaklabanlık, madrabazlık, cambazlık ve bilmem ne bazlık yapmıyor. (Ne yazık ki ben dahil, çoğumuz ister istemez bunları yapıyoruz) NBC sanatçının dansöz, soytarı, şaklaban ve herkesin zevkine göre şerbet ezen biri olmadığını biliyor. Yani, izleyiciyi bir gram düşündüğü yok! Tarkovski’nin deyimiyle NBC insanoğlunun gerçeklerini arıyor... Hem de birçok boyutuyla… En önemlisi görüntüsüyle insanların yüreklerini dağlayarak… Bu filmiyle NBC bu toprağın bir vicdanı gibi hareket ederek ülkenin otopsisini yapıyor… “Bir Zamanlar Anadolu’da” dramatik yapısıyla bana bir yandan Dostoyevski’yi, diğer yandan Çehov’u, hatta Gogol’u çağrıştırdı. Lirik yapısıyla da Tarkovski’yi, Zvyagintsev’i… Ama üzerinde biraz daha düşününce bu filmin dünya sanat tarihinin perspektifinden doğduğu izlenimine kapılmaya başladım. Ortada bir cinayet var. Cinayetin faili cesedi gömdüğü yeri göstermesi için uçsuz bucaksız ve bakir Anadolu toprağı üstünde köşe bucak dolaştırılıyor. Burada filmin olay örgüsünü anlatmak gibi beyhude bir çabaya girişmeyeceğim. Fakat filmin temasını irdeleyebilmek için bazı olaylara değineceğim. Burada filmin iki teması var. İkisi de “cinayet” ile ilgili… Cinayeti tırnak içine aldım, çünkü kanaatime göre burada cinayet çok göreceli. Evet deyim yerindeyse iki cinayet var. Biri ciğerlerinde toprak çıkan ve diri diri gömülen şahıs, diğeri de savcının intihar eden eşi. Bu iki “cinayetin” paralel bir şekilde anlatılması olağanüstü… Aslında filmin ana temasının diri diri gömülen adam mı, yoksa savcının karısının intiharı mı, hangisi olduğu tartışılır. Benim kanaatime göre savcının karısı. Çünkü diri

diri gömülen adam ile ilgili çok az bilgi veriliyor. Kimdir, nedir, neden öldürüldü, gerçekten öldürüldü mü? Katil ölenin oğlunun babası mı? Cinayetin bununla alakası var mı, yok mu? Hepsi şüpheli durumlar… Hatta cinayetin nasıl işlendiği, niye işlendiği hiç önemli değil, önemli olsaydı filmde bu soruların üzerine gidilirdi. Ayrıca filmin sonuna doğru katilin, öldürülen adamın oğlunun gerçek babası olduğu söylentisi bile filmin dramaturjisi için çok gerekli değil ve bunun için de çok basit bir şekilde geçiştiriliyor. Daha doğrusu diri diri gömülen adamın hikâyesi, sanki geçiştirilmiş bir “cinayeti” (savcının karısının intiharı) anlatmak için bir motiften ibaret… Filmin insanı sarsan tarafı da burası… Filmi izlemeden onu izleyenlerin bazı yorumlarına tanık oldum. Herkes kendisi için önemli bulduğu sahneyi ve o sahnenin neler çağrıştırdığını anlatıyordu. Dediğim gibi filmde herkes için çok şey var… Aslında filmi izleyeceğim zaman sürpriz durumları yok etmesin diye kimseden bir şey işitmek istemiyordum. Ama işitmiş olmam pek bir şeyi değiştirmedi. Filmi izlediğim zaman ise, bir kez izlemekle sürprizlerin yok olmayacağı tarzda bir film olduğunu anladım. Tıpkı bir senfoni gibi… Dinledikçe seviyor, sevdikçe dinliyorsunuz… Bu yazının başlığına “bir ülkenin otopsisi veya NBC’nin anatomi dersi” dedik. Nuri Bilge Ceylan insanoğlunun gerçeklerini ararken ilginç bir anatomi dersi veriyor. Ülkemizin otopsisini yapıyor ve bizim ülkenin öldürülmeden diri diri gömüldüğünü keşfediyor. Bu filmi çekerken yönetmenin bunu kastedip kastetmediğini bilmiyorum. Zaten önemli de değil bence. Önemli olan insanların filmi nasıl okuduğu ve ne anladığıdır. Ben kendi payıma öyle bir anlam çıkardım. Başka biri başka anlamlar çıkarabilir, buna da itirazım olmaz. Zaten filmi felsefi yapısını güçlendiren de budur. Filmin estetik boyutu, cinayete sırf bir cinayet gözüyle bakılmamasını sağlaması ve çift yapılılığında yatmaktadır. Ayrıca kendi payıma, belki kimsenin aklına gelmediği bir noktaya işaret etmek istiyorum. Öldürü-

Nuri Bilge Ceylan’ın geçen ay gösterime giren filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” üzerine yönetmen Semir Aslanyürek’in yazdığı “Bir Ülkenin Otopsisi veya NBC’nin Anatomi Dersi” başlıklı ve daha önce soL portal’da yayınlanan yazıyı komünist sayfalarına taşıyoruz.

len veya diri diri gömülen şahsın giysisi, boyu, kilosu, uzun tıraşlı sakalı ve kalın kaşlarıyla son zamanların en popüler sinema şahsiyetiyle yani Recep İvedik ile benzerliği… Kasıtlı olduğunu hiç zannetmesem de bu benzerlik benim için olağanüstü ilginç ve anlamlı geldi… Filmin dramaturjisi mükemmel. Tam bir senfoni kompozisyonu sanki… Bir nota düşmeye kalkışırsanız geriye bir şey kalmaz. Filmde oyuncu seçimine diyecek yok! Oyuncuların karakterleri icra etmelerindeki başarıları takdire şayan… Yılmaz Erdoğan su götürmez bir taşra polisi... Taner Birsel “savcı” ile hayatının en iyi rolünü oynamış… Ercan Kesal’ın canlandırdığı Muhtar ise başlı başına bir kompozisyon… Fırat Tanış o kadar iyi ki, cinayeti işlediğini itiraf ettiği halde hep masum olduğunu düşündürdü. Özellikle katilin kardeşinin kola istemesi bu masumiyeti çok ciddi biçimde destekliyor. Yani kola isteyecek kadar vicdanı rahat. Cinayete tekrar dönecek olursak tam bir muamma. Ortada bir cinayet var ama herkes kendi derdinde… Sanki katil gerçekten Kenan (Fırat Tanış) değil! Yani burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir, gibi bir önerme çıkaramadan edemiyor insan… Ama filmin estetiğinin doruk noktasını şüphesiz yuvarlanan elma oluşturuyor. Elmanın büyüsünü bozmamak için onunla ilgili bir şey söylemek istemiyorum… Sağ ol Nuri Bilge! Böyle bir film yapmak bana ve birçok arkadaşımıza kısmet olur umarım…


36 PARTİLİ YAŞAM 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

TKP’nin ziyaretinin ardından

Bir Suriye değerlendirmesi Suriye’deki gelişmeler, emperyalizmin bu ülkede ve Ortadoğu’daki arayışları ve Türkiye’nin bu süreçteki rolü üzerine çok fazla yazdık, tartıştık. Öyle sanıyorum ki söylenebileceklerin çok büyük bir kısmını söylemiş, yapılabilecek kuramsal soyutlamaların büyük bir bölümü yapmış bulunuyoruz. Elbette “eh, o zaman bundan sonra bize oturup olacakları izlemek düşer” diyecek değiliz. Bundan sonrası siyasi ve ideolojik mücadele konusu... Üç hafta önce Şam’a gitmek üzere yola çıkarken, kafamızın bir kenarında dönüp duran sorulardan bir tanesi bununla ilişkiliydi: Türkiye’nin İkinci Cumhuriyeti’nin Suriye’nin kaderini (olumsuz anlamda) belirleme çabalarıyla, emperyalizmin hesaplarıyla ilgili ne yapabiliriz? Suriye’deki yoldaşlarımızla değerlendirmelerimizi ve gözlemlerimizi paylaşmanın ötesinde ortak mücadelemizi nasıl daha üst bir seviyeye taşıyabiliriz? Önerebileceklerimiz ve onlardan isteyebileceklerimiz neler? Bu sorulara çeşitli düzeylerde yanıt

üretmeye çalıştık elbette. Ama mesele “somut iş”e gelince birkaç başlık ön plana çıkıyordu. Birincisi bu ziyaretin kendisinin bir siyasi anlamının olması... Batı basınında ve Türkiye’nin egemen medyasında sürekli karalanan bir ülkenin komünistleriyle görüşmeye gitmek, desteğimizi ifade etmek... Bu mesajın siyasi anlamının altını çizmek gerekiyor. İkincisi -belki ilk bakışta “çok küçük” bir girdi gibi görünebilir, ancak ne kadar önemli olduğunu birazdan açmaya çalışacağımSuriye’den, yani içeriden, bilgi alma kanallarımızı kuvvetlendirmekti. Başka bir ifadeyle, ülkede neler olup bittiğini güncel olaylar üzerinden izleyebilmek, emperyalist yalan makinasının yoğun propagandasında delikler açabilmek... Şam’da görüştüğümüz Suriyeli ve Filistinli yoldaşlarımıza bunları anlattık esas olarak. Türkiye halklarının, ne yazık ki, emperyalizmin ve Yeni Osmanlıcılığın yoğun propagandasına maruz kaldığını, bundan etkilendiğini ve ülkeye karşı olası bir müdahalenin ciddi bir toplumsal tepkiyle kar-

şılanmaması olasılığının güçlü olduğunu... Türkiye halklarına haksızlık mı ettik? Amacımız halklarımızı küçümsemek ya da kötülemek değildi elbette. Ancak Suriyeli kardeşlerimizin Türkiye halklarının emperyal hülyalarla ne düzeyde başının döndürüldüğünü, toplumun ne ölçüde çürütüldüğünü ve emperyalizmin ülkemize nasıl bir ideolojik yığınak yaptığını bizden duymaya ihtiyacı olduğunu gördük. Ve elbette bunlara, mücadeleyi nasıl kuvvetlendirebileceğimize, Türkiye halklarının emperyalizmin yoğun propagandasının etkisinden nasıl kurturabileceğimize ilişkin değerlendirmelerimizi ekledik. Bir ülke yalanla, kara propagandayla yönetilmeye başlandığında “gerçeğin gücünün” ne denli önem kazandığını anlatmaya çalışarak... Şam’a giderken üçüncü amacımız Suriye’den bakınca durumun nasıl göründüğünü, Suriye halklarının emperyalist provokasyonlara karşı direncinin ne oldu-

ğunu, mevcut düzenin aktörlerinin algısının nasıl değiştiğini anlamaktı. Ayrı ayrı ele alınması mümkün olmayan bu üç amaç çerçevesinde “Suriye değerlendirmemizi” bir kez daha paylaşalım. Yalana ve ikiyüzlülüğe karşı “gerçeğin gücü” Suriye’de olup bitenler konusunda güncel verileri anında paylaşmanın ne kadar önemli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Kuşkusuz ki bu Suriye halklarını karşı karşıya kaldıkları tehlikelerden korumak için yeterli değil. Ancak özellikle Türkiye toplumunun Suriye’deki duruma ilişkin algısını değiştirmek, başka bir ifadeyle halkları emperyalizmin ve İkinci Cumhuriyet’in yoğun kara propagandasından kurtarmak açısından büyük önem taşıyor. Ve bu konudaki işimiz, bir açıdan şaşırtıcı bir biçimde kolay! Bir örnekle açmaya çalışayım. Uzun zamandır Türk basınında bazı kalemler PKK ile Suriye ve İran arasında bir bağlantı kurulacağı, Türkiye’nin Kürt sorununda “çözüme” ulaşabilmesi için bölgesel politikada İkinci Cumhuriyet’in üstlendiği misyonlarda gaza daha fazla basması gerektiği tezini


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST tekrarlıyor. Özellikle de Amerikan muhibi olmalarıyla tanınan kalemler tarafından... PKK’nin Hakkari’deki saldırısının ardından bu tez hiç vakit kaybetmeksizin ve güçlü bir şekilde bir kez daha gündeme getirildi. “Arkasında bazı devletlerin desteği olmadan bu çapta bir eylem düzenlenmesi mümkün değil” deniliyor ve ekleniyordu: “Bu devletler olsa olsa Suriye ve İran’dır”... Kanıt? “Kanıt yok, ama siyasi akıl bunu söylüyor” demeye cüret edebiliyordu bazıları... Sanki bu çok açık ve çok kaçınılmaz bir denklemmiş gibi. Hatırlayın, aynı süreçte bir PKK yöneticisinin İran tarafından önce yakalanıp, ardından serbest bırakıldığı da bazı gazetelerin gündeminden düşmemekteydi. Bu iddiaları yan yana getirip “kaçınılmaz” sonucu çıkartıveriyorlardı: “Demek ki sıkışan ve Türkiye’nin bölgede bir ‘model’ haline gelmesinden rahatsız olan Suriye ve İran, bir şer ittifakı kurmuştu”. Oysa Hakkari saldırısıyla hemen hemen aynı zamanda Suriye’nin Lübnan sınırında bulunan Kasir bölgesinde silahlı eylem sonucunda 7 Suriye askeri, kuzeydeki İhsan bölgesinde düzenlenen bombalamada 4 Suriye askeri ve Humus’ta da bir polis memuru öldürülüyordu. Saldırıları kendisine Özgür Suriye Ordusu adını veren bir grup üstleniyordu. Bir İngiliz gazetesi, The Independent, Esad rejimine karşı gerilla tipi saldırı ve suikastler planladığı belirtilen bu grubun başında Albay Riyad el-Esad’ın bulunduğunu duyuruyordu. Aynı Albay Riyad el-Esad, Hürriyet Daily News’a verdiği mülakatta Türk makamlarının koruması altında yaşadığını ifade ediyor, askerlerinin sayısının 10 bine ulaştığını söylüyor ve Libya’da olduğu gibi kendilerine askeri yardım yapıldığı takdirde rejimi kolayca devirebileceklerini söylüyordu. Hürriyet gazetesinden Sedat Ergin, 11 Ekim tarihli köşe yazısında şunları yazıyordu: “Suriye’deki rejimden kaçan insanlar mülteci olarak Hatay’daki çadırkentlere sığınıyor. Ama burada asıl dikkat çekici olan, Suriye ordusundan ve bu ülkedeki muhtelif güvenlik örgütlerinden firar edip Türkiye’ye sığınan muhalifler ve aileleri için ayrı bir çadırkent tahsis ediliş olmasıdır. Bu olgudan, Türk makamlarının bu gruptakilere özel bir ihtimam gösterdiği anlaşılıyor.” Bir yanda “PKK-Şam-Tahran ekseni” hakkında desteksiz iddialar, diğer yanda aynı türde eylemler gerçekleştiren bir gruba Türkiye’nin üs ve silah temin ettiğine ilişkin hem Batı hem de

Türkiye basınında dile getirilenler... Bunların üzerine “Suriyeli muhaliflerin” sistematik olarak Türkiye’de toplanmasını, deklarasyonlar yayımlamasını ilave edin. Böylece bu ikiyüzlülüğe karşı gerçeği dile getirmenin ne denli güçlü olduğu bir kez daha anlaşılabilir. Suriyeli yoldaşlarımıza söz konusu “Özgür Suriye Ordusu”nu ve Hatay’daki kampları sorduğumuzda aldığımız yanıt ilginçti. Her iki komünist parti ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi temsilcileri, ayrı ayrı yaptığımız görüşmelerde, bir strateji değişiminin altını çiziyorlardı. “Eylemler evvela rejime karşı meşru bir temelde, emekçi sınıfların bir tepkisi olarak ortaya çıktı” diyorlardı. Ortaya çıktı dediğim, şu meşhum “Arap Baharı”yla değil; ondan önce, Esad rejiminin özellikle son yıllarda aldığı liberalleştirme kararlarının sonuçlarına karşı bir tepki olarak. Arap coğrafyasındaki gelişmeler patlak verince bu eylemler kitleselleşiyor ve aynı süreci fırsat bilen islamcı örgütler, emperyalizmin maşaları da harekete geçiyor. Meşru, emekçi tepkilerini dinselleştirmeye çabalıyor, silahlı provokasyonlar tertipliyorlar. “Hedefleri özellikle ülkenin sınır bölgelerinde, özellikle Lübnan, Ürdün ve Türkiye sınırlarında tıpkı Libya’daki gibi, islamcı güçlerin kontrolünde üsler kurmaktı” diyor Suriyeli ve Filistinli dostlarımız. Bu nedenle ilk eylemler Dera’da, ardından Müslüman Kardeşlerin kitleselliğe sahip olduğu Humus’ta, kuzeyde Cisr el-Şuğur’da yükseltildi. Sınır bölgelerinde silah temin etmek kolay... Buralarda “kurtarılmış bölgeler” yaratılabilseydi, bu üslerde örgütlenip, Libya’daki gibi bir iç savaş başlatacaklardı, diyor dostlarımız. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor; Libya’daki senaryonun Suriye’de uygulanması mümkün olmuyor. Çünkü sınıfsal bir zeminde ortaya çıkan tepkilerle islamcıların dış destekli eylemleri arasında bir bağ kurulamıyor. Aksine ikincisi, birincisinin etkisini kaybetmesine neden oluyor. Sonuç, yeterli kitle desteği bulamayan islamcı güçlerin “kurtarılmış bölgeler” yaratma planlarının tutmaması oluyor. Bunun üzerine başka bir stratejiye geçildiğini ifade ediyor Suriyeli komünistler. Özü şu: Suikastler düzenleyerek, silahlı eylemler vasıtasıyla ülkedeki çeşitli etnik grupları rejime karşı kışkırtarak, sürekli bir istikrarsızlık yaratmak; böylece Suriye’ye karşı bir dış müdahale gerekçesi yaratmak. Bu çerçevede özellikle bilim insanları ve akademisyenlerin

hedef seçildiğini ifade ediyorlar. Bu vakalardan bir tanesi Şam’da bulunduğumuz günlerde yaşandı. Suriye Müftüsü Dr. Ahmet Bader el-Din Hasson’un oğlu Sarya Hasson ve beraberinde bulunan Halep Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim görevlisi Dr. Muhammed el-Ömer, İdlib’de düzenlenen bir silahlı saldırıda öldürüldü. Suriyeli yoldaşlardan, Suriye Müftüsü’nün islamcı muhalefete karşı çıktığını, islam adına silahlı eylemler yapılmasını tasvip etmediğini ve oğlunun bu nedenle hedef seçildiğini öğrendik. Alçakça bir saldırıyla, Müftü’nün kendisini de değil, oğlunu ve beraberindeki Dr. Ömer’i öldürdüler. Eylül ayının sonunda öldürülen bilim insanları ve akademisyenlerden bazılarınınsa şunlar olduğu bilgisini aldık: - Humus Ulusal Hastanesi’nde Göğüs Cerrahisi Bölümü Başkanı Dr. Hasan Eid 25 Eylül’de katlediliyor. Eid, Suriye’nin en tanınmış cerrahlarından bir tanesiydi diyor yoldaşlar. - Humus Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekan Yardımcısı Dr. Muhammed Ali Akil de 25 Eylül’de öldürülüyor. - Harp Okulu Kimya Bölümü Başkanı Dr. Nayel el-Dakhil de 25 Eylül’de katlediliyor. Dakhil, aynı zamanda tuğgeneral rütbesi taşımaktaymış. - Humus Baas Üniversitesi çalışanı ve nükleer enerji uzmanı Aous Abdülkerim Halil 28 Eylül’de öldürülüyor. Bu örneklerden hareketle benzer saldırıların Irak’ta da gerçekleştirildiğini ve bilim insanlarının ve akademisyenlerin katledilmesinin dünya çapında tepki çektiğini hatırlatıyoruz. Bir strateji değişikliğinin parçası olan bu tür saldırılarla ilgili, Üniversite Konseyleri Derneği “Suriye’de akademisyenlerin

PARTİLİ YAŞAM 37

ların eylemlerinin tırmandığını ekliyor ve sahip oldukları silah envanterinin bir hayli geliştiğini sözlerine ilave ediyordu. Kısacası bir kez daha yalanlarla karşı karşıya olduğumuzu anlamış ve gerçekleri dile getirmenin toplumsal algıyı değiştirmek açısından ne kadar önemli olduğunu görmüş olduk. Rejimin karakteri direnme gücünü azaltıyor Ama bununla birlikte akla bir soru da geliyor: Suriyeli dostlarımız, komünist partiler, hatta Esad rejimi neden gerçekleri yaygınlaştırmak konusunda etkili değil? Bunun temel nedenlerinden birini Filistinli dostlarımızdan dinledik. Baas rejimi daha önce bu yoğunlukta bir kara propagandayla karşı karşıya kalmadığı için bu sürece hazırlıksız yakalanmış durumda. Elbette muazzam bir propaganda makinesiyle, savaşın belki de en büyük silahıyla mücadele etmek kolay değil. CNN’inden tutun El Cezire’sine, El Arabiya’sına; Uluslararası Af Örgütü’nden “insan hakları” mottosu arkasına saklanmış örgütlenmelere kadar uzanan bir “makine”den söz ediyoruz. Ve bu makinenin görevi uydurmak, abartmak, dezenformasyon yaymak... Suriye devletinin kimi örneklerde bu makinenin çarklarına çomak sokabildiğini gördük. Uluslararası Af Örgütü tarafından “kafası kopartılarak ve derisi yüzülerek öldürüldü” denilen Zeyneb el-Hüsni’nin devlet televizyonunda canlı yayına çıkması gibi... Ama başka pek çok örnekte bu başarılamıyor. Sebebininse Baas rejiminin sınıfsal kökleriyle ilişkisi var. Bunu Suriyeli komünistler de dile getiriyor. Baas iktidarının en önemli

tepkilerin kaynağında büyük ölçüde bu durumun bulunduğunu söylüyorlar. Diğer yandan Baas rejimi seksenlerin başlarında sert bir biçimde bastırılan Kamışlı ve Hama’daki Müslüman Kardeşler ayaklanmalarının dışında ciddi bir iç kapışma yaşamadı. Çok uzun süredir devam eden “dış basınç” ise, içerideki istikrar/meşruiyet durumunun da avantajıyla, diplomasi alanında karşılanabilmekteydi. Bugün ise farklı bir durum var ve Baas rejimi, her ne kadar bu saldırı aylardır “geliyorum” diye bağırsa da, açıkça buna hazırlıksız yakalandı. Hazırlıksızdı, çünkü sınıfsal nedenlerle iktidarın meşruiyet kaynaklarının altındaki payandaları çekmeye teşne durumdalardı; Erdoğan’a güveniyorlar, ABD baskısını AKP’yle kurulan ilişkiler sayesinde göğüsleyeceklerine inanıyorlardı. Sonuç Baas rejiminin, üzerine çöken emperyalist propaganda makinesiyle mücadelede yetersiz ve etkisiz kalması oldu. Ya komünistler? Onlar neden bu kuşatmayı yarmakta, Suriye’de gerçek (sınıfsal) bir iktidar değişimine yürüyüşe işaret etmekte etkisiz kalıyor? Suriyeli komünistlerin çok zor bir denklemi çözmek zorunda olduklarının altını çizmek gerekiyor. Zira, her iki komünist partisi de merkezinde Baas’ın durduğu Ulusal İlerici İttifak içerisinde yer alıyor. Her iki parti de uzun zamandır bu cephe içerisinde Suriye burjuvazisinin ve Baas’ın liberalleşme politikalarına muhalefet ediyor. “Komünist partilerin böyle bir cephe politikasının parçası olması doğru mu, değil mi” sorusu, açıkçası, bugünün sorusu değil. KP’lerin bugün oldukları konumdan

Suriyeli komünistlerin çok zor bir denklemi çözmek zorunda olduklarının altını çizmek gerekiyor. Zira, her iki komünist partisi de merkezinde Baas’ın durduğu Ulusal İlerici İttifak içerisinde yer alıyor. Her iki parti de uzun zamandır bu cephe içerisinde Suriye burjuvazisinin ve Baas’ın liberalleşme politikalarına muhalefet ediyor. katledilmesini protesto ediyoruz” başlıklı bir açıklama yayımladı. Bu açıklama dünyada bir ilk olması nedeniyle de önem taşımaktaydı. Suriyeli dostlarımız “Özgür Suriye Ordusu” gibi güçlerin, bölgenin işbirlikçi devletleri ve Batı tarafından silahlandırılan ve bahsettiğim türde eylemler yapan örgütler olduğunu aktarıyordu. Suriye Komünist Partisi (Bektaş)’tan bir temsilci, “Ordu içinde bir yarılma olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor” diye ekliyordu. Bununla birlikte son aylarda bu tür silahlı grup-

meşruiyet kaynakları Arap milliyetçiliği ve İsrail karşıtlığı. Hafız Esad döneminde, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nin var olduğu dünyada bu meşruiyet zemini, eklektik ve tutarsız bir biçimde de olsa, kamucu ve görece halkçı politikalarla destekleniyor. Sovyetler’in çözülmesinin ardından söz konusu destekler rejimin altından bir bir çekilmeye başlanıyor. Beşar Esad özellikle son yıllarda, şüphesiz AKP hükümetlerinin de teşvikiyle, bu payandaları iyice zayıflatıyor. Suriyeli yoldaşlarımız, “içerideki” meşru

ayrılmaları, Suriye burjuvazisi içinde var olduğundan kuşku duyamayacağımız “satış” eğilimini kolaylaştırır. Dolayısıyla Suriyeli komünistler, bir yandan içine düşülen durum karşısında şaşkın durumdaki Baas Partisi’ne, onun çeşitli kanatlarına yönelik politika geliştirmeye, diğer yandan ülke halklarına karşı başlatılan emperyalist saldırganlığa daha etkili yanıt oluşturmaya gayret ediyor ve çok zor bir iş yapıyorlar.

Alper BİRDAL


38 PARTİLİ YAŞAM 1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

İbrahim Genç yoldaşımızın ardından...

Tepeden tırnağa insan, tepeden tırnağa komünist İbrahim Abi’ye dair ilk aklıma gelen ve sanırım onu tanımlamak için kullanılabilecek iki kelime bu olur. İnsan ve Komünist (*). “Ne çok birbirine yakışır bu iki kelime” der dururdu en son görüşmemizde hastane odasında. Sonra derinleştirirdi bu kavramları. Ben odanın bir köşesinde durup, hasta yatağından bir daha hiç kalkamama ihtimali yüreğime ağırlık yaparken, İbrahim Abi her biri yatağının baş ucuna toplanmış oda arkadaşlarına insan olmanın komünist olmakla anlam kazanabileceğini anlatırdı. Sonra fıkralar, hikâyeler, anılar, yaşanmışlıklar, yaşanamamışlıklar ve yarım kalacak olanları anlatırdı. Dost olmuştu çabucak sağında yatan tornacı Hasan amcayla, solundaki memur emeklisi Nedim beyle.

Son ziyaretimde hastanenin merdivenlerini çıkıp odasının bulunduğu kata vardığımda odasından dışarı taşan kahkaha seslerini duymuştum. Koridor boyu yürürken doktorunu gördüm, kahkahalar atarak odadan çıkıyordu. Şaşkınlıkla karışık bir garip duygu hissetmiştim. Öyle ya sağlık durumu en ağır hastaların bulunduğu 2 odadan birinde yatıyordu İbrahim Abi ve bu şu anlama geliyordu: tedavi sonucu yaşama olasılığı, yaşamama olasılığından daha azdı. Ancak ne gariptir ki koridorda yaşam belirtisi olan tek odaydı İbrahim Abi’nin odası ve anlattığı birbirinden komik anılarla belki de bugüne kadar hiç olmadığı kadar güldürebiliyordu insanları. Çünkü insandı tepeden tırnağa ve insanları seviyordu hiçbir ön düşünce

taşımaksızın. Çok yürüdük onunla omuz omuza ve hayatımdaki tek “keşke” onu daha erken tanıyamamış olmakla ilintilidir. TEKEL eylemlerinde çocuklar gibi şen şakrak bir o çadıra, bir bu çadıra girer, her girdiği çadırdan çıkarken ardından kahkaha sesleri yükselirdi. Ve bıkmadan usanmadan anlatırdı “bize iğneyle kuyu kazdığımızı söylüyorlar çocuk, iyi ki var iğnelerimiz ve biz kazmaya devam edeceğiz” derdi. Hiç yorulmadı kazmaktan, ancak kalbi taşıyamadı onu; o cüsseli vücudu, sürekli kulakları dolduran o bas bariton sesi taşıyamadı kalbi. Tek şikâyeti kendiyle ilgiliydi. Sürekli onu yolda bırakan ayaklarından ve zaman zaman nefes almasını zorlaştıran kalbinden şikâyet ederdi. “Aklım hep genç

“Aklım hep genç de, bedenim soyadımın hakkını veremiyor, ne dersin çocuk değiştirsem mi soyadımı?”

de, bedenim soyadımın hakkını veremiyor, ne dersin çocuk değiştirsem mi soyadımı” diye sordu 21 Şubatı, 22 Şubata bağlayan gece Ankara’nın ayazında, Sakarya caddesinde. Ve ekledi; “ancak artık ölmek eskisi kadar zor gelmeyecek bana, sabrın tiryakisi bir halkın en cesur neferleri işçilerden ses gelmeye başladı ya, bugün bu kavga kaybedilse de, örnek olacaktır genç nesillere, yeter ki çığ kopa dursun dağın doruklarından”. Ege türkülerine meraklıydı bir de, mandolin çalarmış evveliyatında, türküler söylemiş gür sesiyle. Ne zaman ziyaretine gitsem dilinde türküsü, elinde çapasıyla evinin bahçesinde görürdüm, kırmızı karanfiller yetiştirirdi. Ve her gittiğimde beni görür görmez bahçesindeki karanfillerin en kırmızısından koparıp yakama takardı. Severdi yoldaşlarını, severdi insanları ve en çok da çocukları. Hele de bakıma muhtaç zihinsel engelli çocukların eğitimiyle yakından ilgilenirdi. Kendi alanı olmasından da ziyade bunu bir iş gibi yapmazdı, tıpkı yetiştirdiği kırmızı karanfiller gibi ilgilenirdi her biriyle. Bir dersini izleme şansı bulmuştum. Öteki mahallenin engelli çocuğu Mehmet, 7-8 yaşlarında, üstü başı kir içinde, burnu akmış ama gözleri çakmak çakmak İbrahim öğretmeninin ağzından çıkanların hiçbirini kaçırmamacasına bakıyor gözlerinin içine. Sonra mandolinini alıyor İbrahim Öğretmen eline ve başlıyorlar provası önceden yapılmış bir türküyü mırıldanmaya. Sonra Mehmet defterinin köşeleri renkli kalemlerle süslü en özel sayfasında İbrahim Öğretmenden öğrendiği el yazısı ile yazdığı şiiri gösteriyor bana; …“tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa iman, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...” (*) İbrahim Genç, Türkiye Komünist Partisi İzmir-Torbalı İlçe üyesiydi, 10 Ekim sabahı onu kaybettik.

Erkan ALTUNER


1 KASIM 2011 SAYI 338

KOMÜNİST

SOSYALİST DEVRİM İÇİN YAZILAR 39

ABD ‘devrim’i keşfedince... Kemal OKUYAN Yıllar önce Avrupalı emperyalistlerin ABD’nin elinde olmayan çok önemli bir silahı kullandığını yazmış ve “sol”un eski kıtanın sömürücülerine Atlantik’in öte yakasındaki süper gücün ateş gücü üstünlüğünü zaman zaman dengeleyecek hizmetlerde bulunduğunu ileri sürmüştüm. Kuşkusuz Avrupalılara bu silahı etkili biçimde kullanma olanağı veren biraz da ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren yürürlüğe koyduğu örtülü anti-komünist stratejiydi. Bu stratejiye göre yalnızca Nazi artıkları değil, Sovyetler Birliği’ne husumeti olan her boy ve soydan “solcu” da ideolojiler dünyasında birer savaşçıya dönüştürülebilirdi. Hesap tuttu, kıtanın siyaset ve kültür yaşamı “eski” komünistlerle ve çoğunlukla troçkizm okulundan mezun hizmetkarla doldu taştı. Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın görünmeyen unsuruydu bu... Öte yandan “Avrupa solu” köken itibariyle de sosyalizm düşmanlığına teşne vaziyetteydi. Birinci Dünya Savaşı’nda skandallara imza atıp burjuvaziyle nikahlanan uluslararası sosyal demokrat hareket, “sol”un düşünsel iklimini kimi zaman bariz biçimde, kimi

Devrim emekçi kitlelerin işidir. Sandığı tutanların sokağı da tutmaya başlamasını içimize sindiremeyiz; kitleleri “öncü düşünce ve eylem” ile ikame etmeye kalkamayız. Ama “dönemin ruhu bu” diyerek ideolojimizden, siyasal kimliğimizden hiç arınamayız.

zamansa karmaşık dolayımlarla belirlemeye devam ediyordu. 1919’da Komintern marifetiyle bu gelenekten koptuğunu varsaydığımız komünist partileri bile gün oldu kapsama alanına girebildi. “Avrupa solu” diye bir şey vardı ve kritik uğraklarda, bütün varyantlarıyla emperyalizme hizmet edebiliyordu. Fazla örneğe gerek yok, Yugoslavya’yı hatırlayalım yeter! Avrupalı emperyalistler, nerede iş ciddileştiyse “sol”un desteğini aldılar, kanlı operasyonlar “insani” kılığa büründürüldü; kâh çağdaşlık, kâh özgürlük, kâh demokrasi adına konuşuldu en militarist, en yayılmacı projeler hayata geçirilirken... Avrupa Birliği’nin emperyalist rekabette göreli avantajıydı kendine bağladığı “sol”! Şimdi... Avrupa’nın “sol”u varsa, ABD’nin “devrim”i var! Soros’un adına yazılan ve böylece sözüm ona sivilleşen Avrasyatik renkli “devrim”lerin tadını alan Vaşington yönetimi, Obama’nın ofise taşınmasıyla birlikte dış politikasına “demokrasi yetmez, devrimden aşağısı kurtarmaz” düsturunu da eklemiş oldu. “Arap baharı” Obama’nın devrimci güçlerinin ilk av sahasıydı. Avrupalı müttefikler kendilerine de alan açacak bu kanlı partiye icabet ederken, “Avrupa solu” da kıtanın ötesine geçiyor, kendine Latin Amerika’dan, Afrika’dan yol arkadaşları buluyordu: Varsın, orak-çekiçin, kızıl yıldızın yerini feysbuk, gugıl, tivitır logoları alsın! “Diktatörlükler yıkılıyordu, halk hoşnutsuzdu, ezilenler ayaklanıyordu...” Biraz daha ihtiyatlı olanları “devrim yükseliyor, lakin ABD bundan kendine avantaj yaratmaya çalışıyor” argümanıyla sigortalamaya kalkıyordu “devrim” analizlerini... Amma... Her ne olursa olsun, buna “devrim” denirdi! Hillary ablamız öyle diyordu, Tayyip efendi de...

Bizim “solcu”lar da... Düzeltiyorum, bizim “proletarya devrimcileri” de! “Devrimler” Tunus’ta, Libya’da sonuca ulaştı, Mısır’da az kaldı, Suriye’de şimdilik durduruldu. İstikrarsızlıkla malul, liberal destekli, piyasacı ve Amerikancı, AKP özentisi dinci rejimler peydahlanmış oldu. Ya Türkiye? Barışçıl geçişi yaşadı... Karşıdevrimler çağının 1980‘lerin başındaki açılışında 12 Eylül darbesi ile yerini alan Türkiye, ABD’nin “devrimler” çağının da öncülü oluverdi. AKP iktidarı eliyle karşı-devrimden “devrim”e iç savaş olmaksızın taşındı Türkiye Cumhuriyeti. Peydahlanana İkinci Cumhuriyet diyoruz bu sıralar. Türkiye’de olanlar emperyalistleri de “gün bizim günümüzdür” diyen aktörleri de cesaretlendirdi. 1920‘lerden başlayarak 1940‘lara kadar “klasik faşizm”le yığınların nabzını elinde tutmayı becerebilen, en uğursuz işlemler için kurulmuş kalabalıklarla “halk”ı ama en çok “işçi”yi sindirmenin yolunu bulan tekelci kapitalizm, şimdi bir kez daha “devrim”lere yerleştirmeyi deniyordu geniş nüfus bölmelerini. Bu geçişin nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünmeye devam edeceğiz. En başta “emperyalist devrimler”in devrimciler üzerindeki etkisini hesaplayacak, bu etkiyi kırmak için çaba harcayacağız. Sömürücü azınlığın çoğunluğun desteğini arkasına almasından, en azından küçümsenmeyecek bir nüfus bölmesini kendi çıkarlarına bağlamasından neyi anlamamız gerektiğini bulacağız. Efsanelerle boğuşacağız. Komünistlerin halkın beklentilerine yanıt vermediği,

onu anlamadığı, onun değerlerine saygı duymadığı için devre dışı kaldığı efsanesi gibi... İdeolojilerden, siyasal mekanizmalardan, burjuvazinin egemenlik aygıtlarından azade bir “halk tercihi”nden söz edilebileceği efsanesi gibi... Dönemin ruhuna uygun hareket eden kalabalıkların, olup bitenlere kafası yatmayan kalabalıklardan daha fazla önemsenmesi, hatta daha değerli bulunması gerektiği efsanesi gibi... Bu efsanelerle boğuşup onları bir an önce alt edeceğiz. Çünkü sosyalizm mücadelesi “kitle çizgisi” ile “öncü devrimci tavır”ın birbirinden daha fazla uzaklaşmasına tahammül edemez. Devrim emekçi kitlelerin işidir. Sandığı tutanların sokağı da tutmaya başlamasını içimize sindiremeyiz; kitleleri “öncü düşünce ve eylem” ile ikame etmeye kalkamayız. Ama “dönemin ruhu bu” diyerek ideolojimizden, siyasal kimliğimizden hiç arınamayız. Yalnızlığı kabullenmek, devrimcilik korunacaksa, akılsızlığa imza atmaktır. Kalabalığın aptallığını kabullenmekse, devrimden vazgeçmektir. Bunun için çoğalma isteğimizden de, doğrularımızı koruma güdümüzden de vazgeçemeyiz. Evet bu mümkün... Kırılma noktalarını öngörerek, kapitalizmin iç çelişki ve krizlerinden değil bu çelişki ve krizlere devrim adına müdahale yeteneğinden iyimserlik çıkararak; stratejimizi karşı tarafın zayıflıkları üzerine değil o zayıflıkları değerlendirecek toplumsal kesimlere öncülük üzerine kurarak... Mümkün!


2004 NATO zirvesinden sonra da parti NATO karşıtı çalışmalarını sürdürmeye devam etti.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.