Ömer Seyfettin - Bomba

Page 1



DILEK YAYlNEVI cacıaıooıu

-

Istanbul

IHSAN MESUT ERiŞEN


Ömer Seyfettin'den Seçmeler: 1

Abdullah Birkan

Baskıya Hazırlayan :

D1zgl: Baskı

Gül Matbaası ı

Gül Matbaası

Kapak l!laskısı

:

IŞIL Ofset

ikinci Baskı; 1980

-

ISTANBUL

DiLEK YAYlNEVi ltisan Maeut ERiŞEN


BOMBA


ICINDEKiLER

BOMBA

· · ··· · · · ······························· ······· · ················

7

NAKARAT

32

BiR COCUK : ALEKO

53

HÜRRIYET BAYRAKLARI

n

YÜZ

89

AKl

94

KÜLAH CAKMAK

oc NASIHAT

...••.......•.......••••...••••..•..•••••••••••.•.••••••.•••••.

105

............................................................

112

DÜŞÜNME ZAMANI

..•.••••.•••••••...•.•.•.••...•.•••...••••••••..

125

MERMER TEZGAH

................................................

138

DIYET

..•...••..............••••••....••.••....•......•...••.•••••.••

151

SÖZLÜK

.............................•...•.•..••.••.........•.......•..

163


O K U Y U C UL A R A

Ömer Seyfettin, Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide hareketinden sonra gelişen yazınımızın, biçim olarak Batı 'dan birçok yenil i k a ld ı ğ ı halde, di l, düşünce, ya- · ni içeri k bakımından bütünüyle bizim olmad ığını pek gene yaşta sezinlemişti. Bu noktadan çıkış yaparak bilineli bir atılıma g irişti. U lusçuluğu ilke edindi; dil� de ve d üşüncede gelenekierimize dönük bir yazın ya­ ratmanın gerekliliğini savundu. Bunu yalnız bir ku­ ram olara k ortaya atmakla yetinmedi, verdiği yapıt­ lario bu savını kan ıtlama yolunu tuttu. Yaşasaydı, kend i başlattığı dil devriminin, g üzel Türkcemize ka­ zandırdığı gelişim doruğunu; çağdaş öykücülüğümü­ zün ulaştığı aşamayı görmek onu, kim bilir ne engin bir mutluluğa boğacaktı. Bir ülkü eri olamk ve çevresinde pek çok olanak bulunduğu ha lde, özel yaşamına ufa k bir gölge dü­ şürmeyişiyle genelerimiz icin onu en büyük örnek sayıyoruz. 5


Ömer Seyfettin'�n hemen bütün öyküleri derlenip yayı nlanmıştır Böyle olmakla birlikte onu yenı bir secme demeti içinde vermeye n ed en gerek duyduğu­ muz sorusu a kla gelebilir. Bu soruya verilecek tek yan ıt şu o laca ktı r: Bell i b i r öğrenim cağında bulu­ nan ve bu çağın kazandırdığı belli kültür düzeyinde­ ki genelerimizin severek, tadı n ı cıkarara k okuyabi­ lecekleri; ı k andi lerine cekinmeden sunabileceğimiz bir öyküler demeti oluşturmak isteği . . . Bu amacıa öyküler geniş ölçüde tarandı, beş ciltte konularının özel liğine göre bir bölümlem e çercevesinde veril meye çalışıldı. Yazarın üslup tatlılı!':jını bozmamak icln, dil ba­ ·kımından öykülere dokunulmadı. An ca k cağında an­ laşıkıbil i r, hatta yeni sayılan kimi sözcük ve deyim­ leri n, hızlı d i l d evrimimiz karşısında eski kalışları dik­ kate alınarak, ·kitapların sonuna sözlük bölümü ek­ lendi. Böylece <?kuma cağındaki bütün geneliğin ya­ rarlanabileceği bir a ç ı kl ı k g etirilmiş oldu. Sadece ders kitaplarıyla yetinmeyen bi r kuşa­ ğın yetişmesi, bizce milli eğitimimizin en büyük ama� l a rı ndan biri olmalıdır; çünkü ancak okuma tutkusu olan genelerin bulundukları sınıflarda bir patlama, sivrilme , kişilik, · k azanma atılımı gösterebild i k leri ger­ çeği yadsınamaz, tartışılamaz. Hem bir ülkü eri n i örnek olara k vermek, hem de okuma isteğindeki gene kuşaklara derli toplu bir an­ toloji sunmak g ibi iki yönlü bir ama ca yön elen ya­ y ınevim!z cok ya rarlı bir g irişimde bir hizmette bu­ lunduğu Hıancındadır. .

­

·

,

DiLEK YAYlNEVI


BOMBA - All Suha Bev.• -

Duvarları , tavanı uzun bir 'kışın isieriyle korar­ mış bu yer odasında mahpus g ibi duran bu çirkin ocak, icindeki odunları san ki hakaretle yakıyor, bir an evvel yutmağa çalışıyordu. Hızıa tutuşarak, uza­ na n, sönen alevleri mandolinle heyecanlı sosyalist marşını calan gene Boris'i, karşısında ezeli, nihayet bulmaz milli corabını ören güzel karısı Mağda'yı, a kı.­ cı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan bü· y ü k, kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarda vahşi, soğ u k bir şubat gecesi va rdı. Kudurmuş bir rüzgOr küçük pencerenın örtülmüş kapakla rına çarpıyordu. Ortadaki kalın aya klı kaba , iri masanın etrafında yt-­ ne kaba, biçimsiz sandalyeler duruyor, calınan man­ dol:nin keskin sesini dinler g ibi uyukluyorlardı. Oca­ ğın üstündeki harap, ihtiyar saat gece yarısının geo­ miş olduğunu gösteriyordu. Boris mandolinin• duvo7


ra dayadı. Aya�a kalktı. B i rden tabanı kaplayan göl­ gesiyle gerindi. Mağda seri tığların ucundan güzel gözlerini kaldırdı. - Uykun mu geldi? Genç ve iri Boris g erinmesinde devam ederek cevap verdi: - Hayır, h iç uykum yok . . . Tekra r oturarak ilôve etti : - Bilmem niçin, içimde b u gece b i r sıkıntı var. Mağda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indi rdi. Mütereddit. şüpheli islav gözleriyle kocası­ na baktı . Kaşlarını çata ra k : - Benim de içimde bir sıkıntı var!.. d iye söy­ lendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba is­ toyan'ın bir taneci k oğluydu. Köyünde, Sofya'dan ge­ len muall imden okuduktan sonra, gene popazın de­ IOietiyle kendisi de Sofya 'ya gitmiş, orada tahsilini biti rmişti. Beş sene nihayetinde potursuz, kuşaksız dönen dinç, g üzel Boris babasının evinde, ihtiya r ana­ &ının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekil ip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir; anasıyle, babasıyle görüşür, gene kaybolurdu. Gene Türkler hic beklenilmeyen meşrutiyeti ilôn ed ince o da bütün arkadaşları gibi şehre inmiş, siiOh:nı hü­ kumete teslim etmiş, köyüne gelmişti. Fakat anast yoktu. O üc ay evvel: «Ah Boris! Ah Boris!» diye öl­ müştü. Gözlerin i n açık ka ldığını, papaz eliyle kapa­ mağa çalıştığı halde muvaffak alamad ığını komşular söylüyorla rdı. ıssız ormanla rda, · k orKunç kayalıklar­ da, g ecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür, serbest, parlak, yeşil köyü pek hoşuna g it­ mişti. Artık bobası pek ihtiyardı. Tarlaları, çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. i şleri e l i ne nı 8



dı. Zaten sôye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mekteb.in daskalicesine rast geldi. Tanı­ dı. Bu kizcağız da kendisi gibi Sotya'da okumuştu. Konuştula r. Çok sürmedi seviştiler. i zdivoc ettiler. Mağdo Boris'e vard ıkton sonra mektebi terk etmiş, h ayatını evine, zevcine hasretrıniştı. Aşkları gittikce ziyadeleşiyor, fiki· r lerinin tevafuku onları daha şedit bir iştiya k ile birbi rlerine raptediyordu. i şte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlor, sevi­ şirler, uyumak istemezlerdi. #fo

Boris te·krar mandolinini aldı. Calmağa başladı. Maöda corabını örüyor, düşünüyordu . üc ay sonra çocukları oluneo kim bilir ne kadar mesut olaca klar­ dı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına ba­ kıyordu . Eteğinin altında, ka rnında, kendi içinde Bo­ ris'in yavrusu duruyordu. Dirsekierini bu şişliğe te­ mos ettirerek saadetten titriyor, ayıp bir şey yapı­ yormuş gibi gizlice Boris'e bakarak kızarıyordu. Oca kte ki odunlar catırdoya ra k yıkıl ıyor. Birden a lev­ ler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle do' �uyordu. Boris gene sosya list marşını calıyordu. Bitir­ di. Mavi gözleriyle karısına baktı. Marşın noka ratını tekrar etti : - Da jivee truda! .. Mağda cok saçlı g üzel başını kaldırdı. i nce koş­ ları, mu ntaza m bir burnu, pembe, taze bir rengi var­ dı. Geniş omuzları, · k abarı k göğsü evsabının a ltından taşma k istiyor gibiyd i . Alevlerle oydınlanan etekleri­ nin altı ndaki kalın hacaklarından sonra aya kları pek 'küçük, nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştir­ miş daha nefis, mükemmel bir kadın yapmıştı. Gene ve iri Boris müşta k gözlerle zevcesini süzüyor, ru10


hundakl sıkıntıyı atmağa, bu meçhul kederl unutrna­ ğa çalışıyordu. Konuşmak istedi : - Yaşasın çal ışıp yorulmak; dedi, değil ml Mağ­ da'cığım? Çalışan mesut olur. Acaba sosyal istlerin hayali ne vakit ha · k ikat olacakl Mağda başını salladı, gülümsed i : - Hiç, hiç hiç bir vakit . . . Onların hayal i hep haya l kalaca k! Gene insanlar fenalar elinde esir ola­ ca k, ca lışmanın faziletin i birçok ada mlar i n kô r ede­ cek. Boris mandolinini kucağından bıra ktı, ellerini pa·nta lonunun cebine soktu. Aya klarını uzattı: - Evet ben de bu hayelin hakikat olacağına koli değilim, dedi. Lôkin bu hayaldeki insa n l ı k fikrine meftunum! Düşün muharabeler kalkacak, cinayetler olmayaca k. Hôin politika unutulacaK, herkes kardeş olacak . . . Calışacakla r, mesut olacaKlar . . . - Heyhat! . .. Boris de tekrar etti : - Benden de h eyhat! Hele burada, bu pis vahşi yerde, bu zalim Makedonya'da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kan l ı Makedonya . . . Mağda boyon unun a ltında ansızın bir acı duydu. Corabını b ı ra ktı. Boris'in yüzüne baKtı. Kalbi h ızlo carpmağa başlamıştı. Rüzgôrın bir küfürü andıra n şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki sootın k ırı k bir kalp gibi vuran kuvvetsiz, mahzun tiktakiarı­ nı duydu. Ayağa kal ktı. Boris'in boynuna . atıldı: - Ah yatalım, dedi. Böyle acı şeylerden bah­ setme . . . Boris dudaklarını gür, kumral sacların a rasmo koydu : - Müsterih ol Mağda'cığım, a rtık hiç korkma­ yaca k, mesut olacaksın! 11


- Ah mesut olaco• k m ıyız? Nasıl Söyle nasıl? Boris mesut, mahzuz: - Anlatayım, ·i nan, dedi. Artık buradan g idece-

!liz.

- Kaçacak mıyız? - Hayır, h icret edeceğiz. Nereye? - Ameri ka'ya. - Amerika'ya mı? - Evet Amerika'ya, Mağda 'cığım, işte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağ ımız gün söyleyecektim. Babama nemiz var­ sa sattı rdım. Şimdi sekiz yüz liramız var. Sekiz yüz lira ile Amerika'da bir insan çal:şırsa çok mesut olur. ·-

Mağda kocasının bacaklarını daha ziyade sıktı. dönerek boynuna sarıldı : - Niçin benden sakladın, dedi. mesut olacağız!

Oh ne kadar

Boris karısı nın duda kları n ı öperek cevap verci: - Sebep vard ı . Korkacaktın. Senden saklamağa mecburdum. - Söyle ne vard ı ? Neye korkacaktım? - Şıındi söylesem gene korkacaksın. - Söyle korkmam. Boris tıereddütle anlattı: - i ki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım, bu, ihtilôl komite­ si tarafından yazılmıştı. - Ah! . . . - Evet ihtilôl komitesi tarafında· n. . . «Ey d insiz Boris!» diye başlıyordu. «Vaktiyle dağlarda neşret12


rnek iste':liğin sosyalistliği bu rada öğrenmeğe başla­ dın. Hainsini Vatanımızın d üşmanısın! Bil ki, o hain r k afan ı balta ile vücudundon koparacak sana uya n la ­ rın, sen i sevenlerin e l i n e vereceğiz.» - Ah! . . . - «Yahut bize deha let et. Bizimle beraber Balkan'a cık. Büyü k vatan icin çalış» deniyordu. O va kit a nladım ki burada, sen i n le, sen i n oşkınla yaşa mak ben!m icin mümkün değil. Hemen baba m ı kandırdım. Her şeyi sattırdım. Mağda tekrar Boris'i öperek sordu: - Ah ne vakit g ideceğiz? Söyle, buradan ne va kit g ideceğiz? - O kadar yakın bir zamanda ki Söy:esem lnan mazsın . - Söyle. - Yarın! - Yarın m ı Aman ya Rabbi!... Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden cırpındı. Tekrar •kocasımn dizlerine oturarak onu öp­ meğe başladı : Boris zevcesinin sevincinden memnun, mahzuz, onu okşayara k, buseler içinde devam etti: - Evet Mağda'cığım. Yarın Amerika'ya gidece­ ğ iz, orada çal ışacağız. Küçük, rahat asude bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkiya, ne vahşet, ne cinayet, ya l n ız çalışacağız. Gider g itmez çocuğumuz orada doğacak. Zava llı babam geçirdiği yetmiş senelik aza­ bın mükôfatı n ı orada görecek. Kalbi rahat, yatağın­ da ölecek. Geceleri h ücumdan, boğazlanma k korku­ sundan uzak, tatl ı tatl ı konuşacağız. Aşkı, hayatı, gü­ zelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz. Mağda titriyordu: : - Oh, ne sadet? . . .

13


Boris gene buseler içind e d evam etti: - Göreceksin ·ki , o zaman, insanlık, ne tatlıy­ mış. Güzel, asayişli şeh i rler . . . Tiyatrolar! Geniş, ay­ d ın l ı k sokaklar, cennet gibi köyler! Birbirtne ihtiram etmesini bilen adamlar ... Hiç bir s�falete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseselerı . . . Hastaneler, sanatoryumla r . . . Mektepler, da rülfünunlar . . . Hasılı cennet! ML:mkün değil, bunları tahayyül edemezsin. Mağda daha ziyade titreyerek d irsekleriyle şi­ şen karnını, bocaklarıyle kocasının oaca klarını sıka­ rak : - Oh, tahayyül ediyorum! dedi. Boris devam etti: - O va kit, bazı geceler, minimini evimizde, do­ ğacak çoc u ğumuz ya nımızda oynarken, sôyimiz, na­ musumuzdan emin, ansızın Ma kedonya'yı, bu yarn­ yarnlar memleket:ni hatırlayacağız. Gözümüzün C>n ü­ ne pis, da r sokaklar, sefil, ü ryan adamlar . . . kanlario leketenmiş nihayetsiz karlar, kara, müstel�reh, keskin balta lar, sonra siyah, müthiş bo:karııar, Pirin . . . ge­ lecek! Tüylerimiz ürperecek, sen gene böyle beni m ·kucağıma kacacaksın. Bu pis, müth iş Makedonya'­ n ı n kôbustarını buselerimle senin gazlerinden sile­ ceğim. Mağda memnuniyetten, saadetten tatlı bir bay­ g ınlı · k h issediyordu. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris gene onu öpmeğe başladı: - Görüyorsun ki, burada her dakika mezalim, matem, ıstırap ·icinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat de�il. ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte sen i o kadar severken, sana o ka­ dar perestiş ederken dehşetle memiO dlmaOımdo oş­ kım icin müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lez-


zetini tamemiyle duymuyorum. Hayelimde o kadar çirkin, kanlı levhalar var ki . . . Hasılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüs etmiş biçare. tdraksiz, şuursuz vahşi hayvonlar giDiyiz. Ocağın odunları yıkılmış alevler sönmüştü. Yal­ n ız ocağın üstünde küçük lamba sarı bir ziya neşre­ d iyordu. Boris'le Mağda gen e birbirlerine sarıldılar. Boris: : - Artık aşkı duyacağım, diyordu, hatta şimd i­ den duyuyorum. Kendimi Amerika 'da farz ediyor; se­ ninle yalnız, emin, mutmain odomızdayız added iyo­ rum. Mağda'nın duda klarındaki buseler söndü. B ir­ den: - Oh, ben korkuyarumi dedi. Boris hayretle scrdu: - Neden? - Bilmem. Fa kat o kadar korkuyorum ki . . . Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Ha­ ıkikaten korkudan titriyor, ağlıyordu. Boris bu meç­ hul, bu nagehani kederi teselli etmek istedi: - Korkma, haydi kalk, yataıım, müstakbelin pek yakm saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis oda­ yı, bu pis ocağı, bu zulmet. dehşet yuvası n ı görme. gözlerini kapa, Amerika 'yı tahayyüı et. Haydi kalk. korkma gözterini sill - Korkuyorum Boris, korkuyorum. - Neden sevgilim? Sakin ol, saaC:etimlz seni müteessir ediyor. haydi yatalım. Benim yanımda. ku­ coğımda . . . Korkaca , k bir şey yok. i�;si ce k::Jiktılar. Boris katunu Mağda 'nın boynu­ na attı. MJğda asabi bir iştiyok ile Kocas:nın beline sarıldı. Vürüyorlardı. Karşı karşıya duran i ki kapıdan birisine g i recekler, yatacaklordı. Mağda tekrar sordu:


- Korkuyorum Boris, bak ·köpekler havlıyorlar. Boris cevap verdi: - Her vakit havlarlar. - Hayır, koşa ra k havlıyorlar, birisi geliyor! Boris mütereddit, müteaccip, d urdu. Duda · k larını lbükt ü : - K i m gelecek, gece yarısı çoktan geçti, dedi. Rüzgôra karışan köpek havlamaıarı daha ziyade şiddetleniyor, daha ziyade yaklaşıyorau. i kisi de ayak­ ta dimd ik ka ldılar. Bori s'in kolu Mağda'nın omuzun­ da n düştü. Mağda elini Boris'in belind e n çekti. Kö­ pekler koşuyorlar, bir yabancıya saıdırarak havlıyor­ lardı. Boris: - Kimdir, pencereden bakalım, dedi. Pencereye doğru yürüdü. Mağda koştu , içerısı görü nmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesit bir karanlık doldu. Ocağın icindeki ateşıer bir zebaninin dili, kanlı dişleri g i bi parlamağa başladı. Acılan pen­ cereden şiddetli bir rüzgôr g iriyor bu ateş dişleri tu­ tuşturuyor, bu siyah ağ ıza görünmez tehditler söy­ letiyordu: Boris bağırd�: - Kimdir o! Uzak, ince bir ses cevap verdi: - Ben! Tekra r sordu: - Sen kimsin? - Ben, Melina . . . Bu komşunun kızıydı. Acaba şimdi n için gelmiş­ ti? Ne a rıyordu? Boris yüzün ü içeri çevirdi. Mağda'­ yı a radı. Göremiyordu. Yal n ız ocağın icindeki ateş­ ler gözüne çarptı. O kadar kara n i ıktı k i . . Tekrar dışarıya, kar-an lıklara ba·ktı: - Ne istiyorsun? - Baba istoyan 'ı? . . . .

16



Kız bu esnada yaklaşmış. pencerenin dibine gelmişti. Boris Mağda'ya: - Lambayı yak! dedi. Oda aydınlandıktan sonra birbirleri nin yüzlerine baktılar. Boris sordu: - Acaba babanı ne yapacak? - Bilmem, şimdi anlarız. Mağda birden kapıya yürüdü. Actı. Kara n l ı k rüz­ ' gôrla beraber gene bir kız içeri girdi. Üşümüş, yanak­ ları krpkrrmrzr olmuştu. Ellerini tutasının a ltına sok­ muştu. Göğsü içeri cekik, bacakları içeri dönük, biraz kamburdu. Mağda bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvaba başladı: - Baba istoyan'ı ne yapacaksın? Melina bir cevap vermedi. Evvelô: - Dobravecer! dedi. Sonra a lık alık etrafına bakındı: - Ben bir şey yapmayacağrm! - Ey öyleyse ne a rıyorsun? - Ben aramıyorum. - Kim arıyor? - Komitalar . . . - Komitalar . . . Mağda birden sapsarı kesildi. Düşmernek icin duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu: - Kornitalar m r ? Melina. g itmek isteyerek: - Bilmem. işte silôhlr adamlar . . . dedi. Mağda duyulmaz v e üm itsiz bir sesle gene sordu! - Bizim köyden mi? Budala kız izah etti: 18


- Hayır. Sarı esvaplı , tüfekli adamlar! . - M utlaka baba istoyan'ı istiyorlar: « Eğer gelmezse oraya geli r, hem hepsini keseriz, hem evlerini yıkarın diyorlar. Mağda'nı n dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, cenesi kilitlendi; ölü, boş bir nazarla Boris'e baktı. O da sararmış, mütefekkir d uruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı. Uzun saclarını kaşımağa başladı. Gözleri ayaklarındaydı. Kıza bakamayarak sordu: - Bu adamlar nerede? - Bizim evde! Şarap içiyorlar. - Koc kişi? - Daskalla beraber dört kişi . . . Birden gözlerini kıza ka!dırdı: - Haydi git söyle, ben. g eleceğ im, dedi. «Baba isteyan hastaymış» de. Kız «Sisgdrave» dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgar giriyor. Lambanın ziya. sını dalgalandırıyor, Mağda'nın eteklerini kımıldatı­ yordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o, bu da­ kika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli koliariyle dayc:ındığı duvardan onu çekti: - Korkma, dedi. Ben yarım saat sonra g elirim. Mağda ağlamağa başladı. Ta i çinden gelen hıç­ kırı klarla sarsılıyor: - Ah gitme, gitme Boris'çiğim, diye yalvarıyor­ du. Boris onu öperek· teseli iye, teskin etmeğe çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edecekle­ rinl, baba Isteyan gitse zava l l ı ihtiyardan hakaretle işkencelerte para isteyeceklerin i a nlattı, Ilave etti : - Hainler, babamın h e r şeyi sattığı n ı iıaber a l ­ dılar. Hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün 19


servetimiz olan sekiz yüz l irayı isteyecekler. Babam giderse işkence, tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur. kendileriyle berqber dağa çı kmağa razı olduğumu söylerim, paraların da henüz a l ı n madı­ ğ ı n ı , bir hafta sonra e l imize geçeceğini a nlatır, kan­ d ı rırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar. Mağda meyus. perişan: - Ah inanmazlar, sana bir fenalı k yaparlar, dedi. Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle hareketten başka çare olmadığını. baba isteyan g iderse işte asıl fenal ı k o vakit olacağını uzun uza­ d ıya anlattı. Mağda asabi, derin hıçkırıklarla ağl ıyor, kıvra nıyor, ince parmaklarıyle kumral saçlarını sı kı­ yordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekra r öperek. elini sıkara k : - Haydi sevgilim, cesur o l , dedi. Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize hatıra olur. Kapıya yürüdü. Mağda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle: - Ben de geleyim, Boris! dedi. Lôkin kocası ra­ zı olmad ı : - Sen oradq sarhoşların a rasında ne yapacak­ sın? Burada otur, bekle, yarım saat. sevgilim, cesur ol. - Ah, bari yanına rövelverini a lsan . .. - M uharebeye gitmiyorum ki . . . Konuşmaı:}a gid iyorum, lüzumu yok ! dedi. Asabi bir istical ile dışarıya çıktı. Mağda kapıda kal mıştı. Karanlık, elle tutulaca k, hissolunacak kadar siyah. kesif idi. Kocası bu karanlı kta kaybolmuştu. Sevgili Boris'ini yutan bu siyah rüzgarlı gecenin ademi andıran, öli.imü ihtar eden korkutucu karanlığı gözle_

20


rinden vücuduna. damarlarına gırıyor, kanına karışı­ yor, ruhuna nüfuz ediyord u. Başı döndü. Hıçkırıklor, göz yaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözle­ rini vahşi siyah geceye dikmiş; �iyah. soğuk rüzgôrın . a ltında ağl ıyor. fasılasız hıçkırı klarla kıvran ıyordu. Baba istoyan daima g ü neş battıktan bir saat son­ ra yatar. hemen uyur. sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşa ğ ı n ı sararak kapısını açtı. gelini bahçe .kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı. - Ne yapyarsun orada? dedi. Mağda kayın babasının sesini işitir işitmez Kalk­ tı. Toplandı: - Hiç! diye cevap verdi, d ışarı cıkacaktım, uzanmıştım. ihtiyar ocağa doğru yürüdü. Mağda kapıyı itti. 0.cağa koştu, odun attı, tutuşturmega başladı. i htiyar cubuğu n u doldu ruyordu. Mağda ateşi yaktıktan sonra ortada. kaba. kalın ayaklı masanın yanındaki bir san.; .dalyeye oturdu. Dirsekier i n i dayadı . Baş ı n ı el lerinin içine aldı. işte yarım saat ol uyordu . Boris henüz gel­ memişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkulu­ yor. avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendini yerlere atmak. koşara k Mal ina'nın evine gitmek. Bo: ris'i bulmak. onun kol ları içine atılmak istiyordu . . . Ba­ ba istoya n kamburun u çıkarmış sakin ve abus. çubu­ ğunu çek iyor ve sol e l i n i n orta parmağıyla burn u n u karıştırıyord u. Harap. eski saat, durmuş d a sanki ye­ n iden kendi kendine işlerneğe başlamış gibi hazin tiktaklarını tekrar işittiriyor. tutuşan odunlar gene oda­ nın içine kırmızı gölgeler. kı rmızı hayal ler dolduruyor, rüzgör daha vahşi. daha hain haykırıyor. pencerenin kapağını da ziyade sarsıyordu. Mağda, Boris'i düşü­ nüyor; gizli g izli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor. göğsünü .acıtıyordu. D:şarıdan uza k köpek sesleri işitildi. Bun21


lar mutlaka komşunun köpekleriydl. Birden başını kal­ dırdı, işte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyor­ ' lardı, dinledi. Oh, Boris geliyordu, birkaç dakika kımlı· damadı, öyle kaldı. Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpek­ leri de havlryorlardı. Fakat niçin? .. Boris'e niçin hav­ Jıyorlard ı . Acaba yanında bir yabancı mı vard ı ? Kö­ pek sesleri daha ziyade yaklaştı. Mağda ayağa kalk­ tı. Pencerenin yanına g itti. Kapağı cemağa cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyor­ du. Köpekler pek yaklaşmışla rdı. Ayak sesleri işitili­ yordu. Mağda'nın kalbi durdu. Netesi kesildi, kend in­ den geçti. Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba Isteyan sıçra-· d ı , çubuğunu d ü şürdü. Mağda elini kalbini n üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar, daha şiddetle vuruldu. Baba isteyan kal ktı. Pencereye doğru yürüdü . Kuvvetsiz bir sesle: - Kim o? dedi. Dışardan ahenksiz bir ses cevap verdi : - Aç baba lstoyan, biziz. Konuşrııağa geldik,. korkma! - Siz kimsiniz? .. - Kaptan Racof, Pence, Sandre. Ihtiyar yıldı rımla vurulmuş gibi dondtLkaldı. Bun­ lar en müthiş, en kanlı, en merhametslz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. Ihtiyar bir hayal g i bi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu· kahverenkli esvaplı, omuzunda manlilıer, bir adam göründü. Gözleri küçük, kanlı idi.. Zayıf, gayet çirkin bir boynu vardı. Baba istoyan, yalnız Bulgar köylü leri­ ne has o!cn o esir, maz:Om tavrı ile eğildi, gene bu köy!ülere has olan o çolak, sa hte selômlcı voyvodayı. selôm:adı. ·

22


- Buyurunuz gospodin! dedi. Raçof'un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manilher tüfekleriyle m üselôh idiler. Bellerinde ve gö­ ğ üslerinde çaprazveri fişekler bulunuyordu. Bir tanesi kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı, fakat da­ ha genç, daha az çirkindi. Mağda'n ın gözleri açı lmış, yüzü bembeyaz olmuştu. Koş tu, Racof'un ayaklarına sarıldı. Ö pmeğe başladı, ağ layarak istirham ediyordu. - Gospodin ! Boris nerede? Ah, Boris nerede? Raçof ayaklarına kapanmış güzel kad ının, güzel saçlarını müteverrim, camurlanmış yılanlara benze­ yen parmaklarıyle okşuyarak: - Kalk sosyalist daskcliçe, kalk, dedi, şimdi Boris'in gelir, biz şimdi işim izi konuşalım . . . Yürüdü. Mağda yerde kalmıştı. Masanın yanın­ daki sanda lyeye teklifsizce oturdu. ,Ö bürleri de karşı-· sına oturdular. Esmer kısa boylunun elinde siyah bir beze sarı lm:ş yuvarlak şeyi de tüfeklerin yanına koy­ dular. Raçof bat;ıa lstoyan'a döndü: - Gel bakalım çorbacı. karşıma otur. Seninle konuşacağım. Mağda, sen de şöyle yan ıma gel. Ba­ ban aksil ik ederse bize muavenet et ki, fenalık yap­ mayalım. ikisi de tereddüt etmedi. Baba istoyan Raçof'un karşısına oturdu. Mağda da yanına . . . Baba istoyan bütün bütün aptallaşmıştı . Gelininin niçin kornitalar­ -dan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdlre­ memişti. Boris evde değil miydi? Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koy­ du. Bir cigara yaptı, Mağda seri bir hareketle kal. karak ocaktan ateş aldı. Haydudun cigarasını yaktı . .sonra ateşi ocağa attı. Gene kalktığı yere oturdu. Raçof birkaç nefes cigerasından çekti. Dumanlarını .seyrederek : 23


- Ey Baba lstoyan. dedi, şimdi, evveıa bize vaat et ki, çok zahmet etmeyeceksin. Uzun lafın kı­ sası: Vakit geçirmeyelim. Sekiz yüz lirayı getir. i htiyar titred i. Altmış sened i r o kadar iktisat, ezi­ yet ile kaza n ı lmış bir malın semeresi . . . Mecmu u . . . Vekunu . .. Şimdi böyle bir anda isteniyordu. Deli ola­ caktı. inkôr etti : - Nası l sekiz yüz lira? .. Voyvoda gülümsedi. Kirli, kırık d i şleri göründü. Tekrar cigarasını çekti. Başını salladı: - Anlaşıldı. Demek za hmet edeceksin. M utlaka dayak yemeden. ayakların yanmadan, tırnakların cıka­ rılmadan söylemeyeceksi n ! Eğer gene söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Gene seni rahat bırakmayacağız. Baba istoyan önüne bakıyord u. Hatta oturd ukları evi bile satmışlardı. Bu sekiz yüz lirayı verirse mu­ hakka k açlı ktan ölecekti. B i r eşeği bile kalmamıştı. Mağda Bor is'in kesileceği nden bahsedildiğini d uyun-· ca ağlamağa başladı. Tekrar kaptan Racof'un ayak­ larına kapandı. - Affet Gospodin, Boris'i affet. . . dedi. Raçof gülerek cevap verdi: - Güzel daskaliçe, sen de maksoda vefasız kal-. dın. Burada ikiniz de bizim icin calışacağı nız yerde babanıza mallarını sattırıp kaçma k istediniz. Sizin için milletin verdiği parayı çalmak arzu ettiniz. işte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alaca­ ğız, buradan bir yere gidemeyeceksiniz, bizim için ca­ lışacaksınız. i lôve etti: - Haydi Boris'ini seversen paraları getir. Baba lstoyan inat ederse sevgi linin kafası kesilecek, bir daha onu ömründe göremeyeceksin. 24


Mağda Boris'in öldürülmek i htimalini düşününce deli olaca ktı. Kalktı; ağlayarak baba istoyan'a sarıldı. - Ver, baba cığım, ver, biz genciz. Boris'le ça­ lışır gene kazanırız. Söyle nerede? Gideyim, getire­ yim. Raçof'la, arkadaşları Mağda'nın yalvarmasını seyrediyor, gülüşüyoriardı. Baba isteyan tamamıyle aptaıırn;;m ıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, manalarını a nlamıyordu. Hasis köylü için ölmek bu parayı ver­ mekten daha çok ehvendi. Mağda yalvarıyordu. Bir­ den Baba isteyan başını kald ırdı Raçof'a dedi ki: - Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak, ôhır vaktimda açıkta kalmayayım. Raçof reddetti : - Hayır. yüz lirasını bırakmam. Oğlun g ene. ça­ l ışır. Seni besler. Haydi getir diyorum. Vakit geçiyor. ihtiyar tereddüt ediyor. Mağda yalvarıyordu. Ro­ çof bir işaret etti. Kısa boylu esmer tüfeği a ldı, d ip­ çikle i htiyarın sırtır:ıa dehşetli bir darbe ind ird i. Racof da ayağa kalktı. Şiddetle sordu: - Haydi, Baba istoyan, dayağa başlayacağız. Ayakları nı ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Parolon g etirecek misin? Mağda göz yaşları içinde cırpınıyor, ihtiyara sa­ rılıyordu. ihtiyar hiç bir şey söylemedi Başını salladL Yattığı odanın kapısına g itti. içeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı. ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzeri­ ne bıra ktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde et­ ti kleri için sevindiler, Raçof hemen çıkını açtı. Say­ mağa başladı: - Aferin, Baba istoyan, diyordu. Zahmet ver­ medin. Şimdi bize şarap çı kar, eğlenelim. Para ların sayılması bitti. Raçof liraları üçe tak­ sim etti. Arkadaşları yla cantalarına koydular. ·

25


- Hani şarap, hani şarap? diye haykırdılar. Mağda ayağa kalktı. Arnbarın küçük kapısına' lmştu. Açtı , içeri girdi, ü ç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar a m­ bara girdi, mezelik biber, turşu çıkard ı. Kornita l a r bir­ biri üzerine acele ile içiyorlardı. Racof: - Böyle mezeye lüzum yok, dedi. Biz cansız meze istemeyiz. Bu laftan bir şey anlamayan Mağda'yı belinden kavrad ı . Racof gene kad ı n ı bırakmıyordu. Mağda cırpınıyordu. Racof çirkin, okur sesiyle dedi ki : - Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris'ini göremezsin, onu keseriz. Mağda bu lafı işitince tekrar hıckırmağa Rac­ of'a yalvarğa başladı. Raçkof ise cansız bir yumak g ibi Mağda'yı on­ lann kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis ka­ dına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Mağda birden haykırdı, kucaklarında n kurtuldu. Sağ yanağ ı­ n ı n iki yerinden kan akıyordu. Baba ıstoyan bu man­ zorayı görmemek icin ocağın kenarına cömeldi, ba­ şını avuçlarının içine a ldı. Gözlerini ateşe dikti. Mağ­ da elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzuliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Hayd utlar bu g üzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak san­ ki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. i htiyar sa­ at. bu tecavüzden, itisaftan müteessir olmuş gibi gene tiktakları nı işittiriyor, rüzgôrın gürültüsüne horoz sa­ dola rı ka rışıyord u. Raçof sözde acıdı: - Ağlama Mağda, dedi. Şimdi Boris'in gelir. ürosını öper, acısı kalmaz. Haydi ben mandolin ca­ layım, bize biraz rakset 26



Ocağın yanından mandalini a larak bir polka cal mağa başladı. Mağda ağl ıyor: - Ben oynamak bilmem kapta n ! diyordu. Racof kalktı. Mağda'nın yan ı na g itti. Kulağına müessir, vahşi bir sesle: - Eğer oynamaz, neşemizi kıra rsan Boris'ini gö­ remezsin, g ider keseriz. Mağda'nın bütün vücudu sarsıldı Gözlerin in ya­ şı dindi, mütevekkil bir sesle: - Oynayayım. ah Bori s. . . dedi. Racof oturd u. Mandol i n i calmağa başladı, diğer iki haydut, durmadan içiyorlar, g ülerek Mağda'nın oynayışı nı seyrediyorlardı. Yenağından a kan kan be­ yaz boynuna gıdiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir �ehit manzorası veriyordu.

-

.

Gene kadın bir an durdu. Baba istoyan'a baktı. Yüzünü ateşe d ikmiş hiç onları görmüyordu. işte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lakin Boris'i tehli ke içi ndeyd i. Eğer arzularını yapmazsa o kadar sevdiği Boris'i kesilecekti. Bir daha onun kum­ ral, çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük kırmızı du­ d aklarını. tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı. Calınan palkaya ayaklarını uydurmak sıcra­ mağa başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şid­ de t le, iştiyak ile calmağa başladı. Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, ba kara k biribirinin boynuna sarıl ıyor, itişiyor kakışıyorlardı. ,

Raçof derin bir h ı rsla güzel kad ına baktı: - Ah, vakit olsayd ı . . . diye müteessif oldu. Kalk­ tılar. Tüfeklerini omuzlarına geçird i l er. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof: - Allah ısmarladık baba istoyanl .. dedi. 28


I htiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Mağda tekrar haydudun aya klarına kapandı : - Aman kaptan, Boris'i gönder. işte h e r şeyi­ mizi a ld ı n ız; eğer o gelmezse açlıktan, ümitsizlikten ölürüz. Bize acı, merhamet et. Raçof güldü: - Mutlaka gelecek, mutlaka . . . Daha çabuk gel­ mesi n i istiyorsan şu kanlı yanağından bir buse ver. Mağda korku i le geri çekildi. Haydutla r tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı ya nağın ı öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri si­ yah beze sarı lı şeyi hatırla d ı : - Kaptan, dedi, bombayı ne yapacağız? Raçof bir an düşündü. Geri dönd ü : - Mağda bana bak! dedi. . Mağda gene bir istisafa uğrayacağı .zann ıyla tit­ redi. Fakat bu sefer haydut nazik ve mürüvvetli idi: - Şunu görüyor musun Mağda? Bu, işte bir bombadır. Eğer siz eziyet ed ip parayı vermeyeydiniz, sizden zorla alacak ve mücazat olmak üzere i k i n izi bir araya bağlayacak, bomba ile atacaktı k. Lakin siz a kıl­ lılık ettin iz. Bize zahmet vermedi niz. Mücazata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı ba­ na saklayaca ksın. Sakın jandarmalara filan verme! Ben de gidip hemen Boris'i bırakayım. Mağda ümit ve teha l u kle cevap verdi: - Vaad ediyorum gospodin! Allah aşkınıza he­ men Boris'i gönderiniz. Raçof tekrar sord u : - Göndereceğim, lôkin bu bombayı sadıkane hıfzedecek misin? - Hıfzedeceğim. - Nerede?

1


- Kendi cihaz sandığımdal En g izli, en m uaz­ zez yerde l - Bravoı.. Memnun oldum. (>yleyse Allaha ıs­ marladık! Hepsi güze! kadının elini şiddetle sıkıtlar, kapı­ dan çıktılar. Dışarı�ı hafifçe a ğa rıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamağa başladı. Kesif gölge halinde du­ ran uzak binaların a rasında gidiyorlar, bir şarkı söy­ l üyorlardı. Alı şimdi Boris gelecekti. Gene kadın acıi ­ mağa başlayan geceye ba kıyor, köydeki bütün horoz­ larin birbirlerine cevap verir g i bi öttüklerini duyuyor­ du. Kalbi şiddetle atıyor. Boris'ini bekliyordu. Uzakla­ şan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum, mavhum bir kdbu� tehdidi g i biydi: - Hey Mağda, dikkat et, bomben patlayqcak. Gene kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meç­ hul, vahşi ucurumlardan, �dem boşluklarından a ks� diyormuş gibi tekrar .etti: - Hey Mağda, dikkat et, bomben patlayacak. Horozla rın umumi ötüşleri rüzgarı söndurmüş zannolunacaktı. Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir mor gözlerini açıyor. Gene kadı n şuursuz bir tefekkürle düşündi:i. Bu haydutlar her şeyi, a kla gel­ meyen vahşetleri yapabilirdi. i htimal bu bombayı ateş a l ması icin, saniye l i topasını tanzim etmiş, öyle bı­ rakmışlardı. Şimdi birden patlaca k, zava l l ı Boris'ci­ ği gelince yıkılmış bir evde tanınmaz kan lı et. kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihniki bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmağa koştu. Td masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kal­ dırdı. Ö bür eliyle altından tutmuştu. l l ı k bir ıslaklık hissetti. Eline baktı, kanlanmıştı. Kan? .. Sonra bu teh­ l i keli tahmin ettiği kada r a ğ ı r olmoyan bomboyı önüne koydu. Kodranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşca si30


yah bezi çözdü. ikinci bir bez daha vardı. Bu bez kan­ dan kıpkırmızıydı. O bezi de cözdü. Kumra l sacları meydana çıktı. Baktı. Baktı, d ikkatle baktı. Birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nara attı ki ocağın başındaki Baba iste­ yan sıçradı, gelinine koştu. Zavallının gözleri çerce­ vesinden çıkmış, karışık sacları dimdik olmuş, omuz­ ları gerilmiş, iki el iyle tuttuğu bir şeye hayretle, deh­ şetle bakıyordu. Dikkat etti. O tuttuğu şey oğlunun, güzel, kumral Boris' in vücudundan koparılmış, kesik, kanlı kafası idi. o o

31


NAKARAT Gencliğini Makedonya'da geclrmlş eski bir zobitin hatıra def.tarinden.

10 Teşrinisani 1319, Pirbelice - Bu sabah şid­

detli bir baş ağrısıyle uyandım. Hava co k soğuk . . . Is­ Ianmış keten cadırın üstüne düşen yağmur damlaları gizli ayak sesleri gibi tuhaf bir gürültü çı karıyor, ba­ na intizamsız adımlarla sisler içinden ilerleyen perişan bir tabur tahayyül ettiriyor. Okumak istiyorum. Bavu­ lu acmağa üşeniyorum. Masa yok. Sandalye yok. Za­ ten yatağın üzerinde okuyamıyorum, bağdoş kurmak, yahut yüzükoyun yatma k lôzım. Bu iki vaziyet de beni yoruyor. Arkası üstü uzanıyor; kôbus Içinde, başıma ge­ çip de yavaş yavaş büyümüş bir şeytan kü lôhına ben­ zeyen çadı rın kirli, çentikli direğine bakıyo;um. lstan32


bul'da iken muharrir Jorj Kurtelin'in romanlarını oku­ yarak tasavvur ettiğ i m o capkın, neşeli, gall)sız «ha­ yat-ı as k eriye» icin satın a ldığım m ec orada ası l ı . . . Sırma püskü liyle mahzun, müteessif bana ba kıyor, sanki: «Zaval l ı gene sahibim! demek istiyor. Vakıa sana da acıyorum. Lôkin beni niçin o zengin. o muhteşem camekendan ayırdın? Pazarlık bile etmedin. Ne iste­ di lerse verdin . O vakit ben senin şıklığında n, beni i ntihap etmekteki zevkşinaslığından ne üm itlere dü Ş­ rnüştüm. Halbuki şimdi, neredeyiz? Haşin çal ı lar par­ ia klığımı insafsız çizgilerle bozdu . Bu tahammül olun­ maz - rutubetlerle kuflenen kabzemin altında parlak si­ perine güzel cehreler, mesut, kibar, nezih, muhitler a ksedecek sanırdım. Onların yerine kayalar, cal ı lar, dağlar. ormanlar. harabeler aksediyor. Her g ü n nazik bir elle silineceğimi ümit ederken kalın ça mur tabo­ kaları günlerce üstümde kal ıyor . . . » Bu sessiz şikôyeti görmemek icin gözlerimi kapı­ yorum, karanlık. . . karanlık. . . Bu sebepsiz ağlamak hissini veren yorgun, muttarit yağmur damlala rı. . . . .

Konunuevvel 1319 Acaba hayale benzeyen bir hakikat yok mudur? Olsaydı mutlaka saadet de olacaktı. Dün bunu uzun uzadıya düşündüm. Arkadaşlarımın hepsi memnun . . . Yalnız ben meyus! Neden? B u sefaletten. bu perişan­ lıktani Ben mükemmel, m untazam, şık bir ordu isti­ yorum. Ben hayalimdeki orduyu, hayal imdeki hayatı istiyorum. Fakat hakikat hayali n o kadar zıddı ki . . . Aralarındaki tork ölüm kadar karanlık, ölüm ka­ dar derin. Konunuevvel 1319 33/3


Bugün yine çadırımda a rkası üstü yatıyor, dalga geçiyordum. Agôh usta Karagöz gibi başını içeri uzattı: - Rahatsız etmez miyim? - Buyurun, dedim. Bu adam taburun tüfekcisiydi. Nicln bilmem, sa­ kalı olmadığı halde yüzünü Karagöz'e benzetiyorum. Dişleri yok. Birkaç defa kendisiyle konuştuk. Eski, çapkınlı klarını. mütemadiyen yirmi beş sene evvel Zeytinburnu'nda nasıJ rakı içtiklerini, ·nasıl g ü reştik­ lerin i anlatıyor. Tekl ifsizce yatağımın kenarına oturdu. Tabakasın ı açtı. Yapı lmış cigaralardan bir tanesini bana uzattı. - Teşekkür ederim, içmem. Cigarasını cebinden çıkardığı çakmakla yakerken ağzının müstehzi karanlığı nı gösterir çirkin· bir tebes­ süm içinde: - Anladım, şampanya istiyorsun, dedi, ama o burada yok, oğlum. . . Nasıl, gelir misin a kşam çadı­ ra? Birkaç tek atal ı m . . . Ben yine reddettim: Sonra. bu i htiyar Karagöz taşralarda otura otu­ ra değişmiş garip lügatlı bir istanbul şivesiyle bana nasihat verrneğe başladı. Nasihatlerinden daima çir­ kin olan tahammül olunmaz hakikati h issettim. Istı­ rabın, teessüfün faydasız olduğunu, muhite uymak lazım geldiğini, gülüp eğlenmeği, çok düşünmemeğl, hiç bir şeye ehemmiyet vermemeği tavsiye ediyordu. Diyordu ki: - Kısmetin yokmuş erkônıharp olmamışsın . . . Artık büyük yerleri, hele istanbul'u bütün bütün unutmalı, a kşamları birer tek atmalı, ense yapmalı. Gülüp oynamalı. Bu ne sanki, Aynaroz popazı gibi, cl­ leye g i rrtıeki Yazık, geneliğine a cıyorum.

34


O g ittikten sonra düşündüm. Söyledikleri d�ru deği l m iydi? Evet doğru değil miydi? Bu a kşam tüfekcinin çadırına gideceğim. Kdnunusani 1319 Birbirine benzeyen vakasız boş günler kadar in­ sanı bitiren bir azap olamaz. Ne ise, yarın memuriyat çıktı. Velmefce taraflarına gidilecek. Sırarn olmadığı halde bi nbaşıva rica ettim. Ben tdyin olundum . •

21 Konunusanı 1319 Babina - On gündür dola­ şıyoruz. Sonbahario sararmış harap ormanları aradık. Komitelerin erzak a mbarlarını, yemek pişirmek için yaktıkları ateşlerin küllerinden başka bir şey keşfe­ demedik. Galiba kış geldiği icin hepsi kaybolmuşlar. Nihayet kumandan silah taharrisine karar verd i. iki ü ç köyden nasihatle, tazyikle yüz elli kadar silah bul­ d uk. Bunlar merkeze gönderildi. Şimdi ben müfrezem­ le beraber burada kaldım. Belki bu taraflarda bir çete var. Çok soğuk! Çadırda barınmanın imkdnı yok. As­ kere geniş bir yer tuttum, kendim de köyün yegdne tüccarı, yani bakkah, akta�ı. tuhafçısı, meyhanecisi, hdsılı her seycisi olan Bulgar'ın dükkdnının üzerindeki yıkık evde oturuyorum. Ne kir! ya Rabbim, ne pislik! Yattığım odanın yalnız bir penceresi var. Ocağı, tavanı sanki kömürden yapılmış gibi simsiyah . . . Kapı­ yı tutmağa iğren iyorum. Lamba yok. Gena kokulu yağ­ lı bir is cıkaran teneke bir kandil sarı sönü k bir ziya neşrediyor. Vücudum, zihnim, yorgun . . . Düşünemiyo­ rum. Bulunduğum yer, mevcudiyetim, şimdi bana go­ lot g ibi hayal, korkunç bir serap, kara n l ı k bir kdbus gibi geliyor. isim verilemez bir ıstırap duyuyorum. Sanki bir kabir azabı . . . Keşke yanıma bir kitap alsay35


d ı m. Konuşacak k i mse yok. Uykum da gelmiyor . . . Ne yapsam? Yazı yazıp va kit geçirmeği düşünüyorum. Lôk i n ne yazayım? Dimağım boş; yalnız işitiyor, yalnız görüyorum. Aşağıda ev sahibinin domuzları var. Ara sıra öyle çirkin, öyle şedit bağrışıyorlar k i . . . Yattığı m velansanın altında birisini boğuyorlar. boğazlıyorlar san ıyorum. Bu vehimle gözlerimi kapayınca iri kan damlaları halinde, mor, kırmızı lekeler önümde uçuş­ mağa başlıyor. Alnımın sol köşesinde kulaklarıma doğru mahiyeti müphem, bir hararat yayıldığını du­ yuyordum. Bir ses . . . Evet bir kadın sesi! Işte yazıyı bırakıyor. kulak ka­ bartıyorum. Co k uza k değil. Fakat ne hoş bir hava . . . N e muntazam, ne müessi r . . . Kônunusani 1319. Bu sabah ka lktım. Hava buz gibi. Kaputumu g iy­ dim. Aşağıdan daha ateş getirilip ocak tutuşturulma­ miştı . Cavuş tekmil haberini getird i . O çıkınca üşüme­ mek için dar odanın içinde gezinmeğe başladım. Ocaktan pencereye, pence, r eden ocağa gidip geliyor­ dum. Kafam tersine kapanmış tunç bir havan g i bi ağırdı. Karanlıktı. Bomboştu. Altı ay yaşadığım sev­ g i l i istanbul'cuğumu, Feneryolu'ndaki ayd ı n l ı k, temiz, rahat köşkü müzü düşünüyor, fakat tahayyül edemi­ yordum. Acaba tabur merkezine yeni posta geldi mi? Kaç haftadır annemden mektup alamadım. Suroların sütü bile sarmısak kokuyor. Kahveltı için peksimeti her şeye tercih ediyorum. Böyle Feneryolu'nu peksimetl, a nnem!, sarmısa­ ğı, g üzel istanbul'u sütü düşünerek ne kadar dolaştım bilmiyorum. Dükkôncının şiddetli soğuğa inat. yazmı ş g i bi yarım çıplak dolaşan s ıska cırağı g e l i p ocağı tu36


tuşturdu. Ben pencerenin icine oturdum. Burası ôdeta. bir cumba. Duvarı n ka l ı n lığı bir metreye yakı n. Iki tarafta kurşun kalemle yazılmış birçok yazı lar var. S i l i nmemişleri okumağo başladım. Burada yata n­ ların hemen hepsi ben im gibi meyusmuş!.. Hepsinin ruhunda bir doussıla sıtması varmış. «Söke kosabası n ı n Cdmi-i Atik mahallesinden Mehmet oğlu Recep üç gece bu kôfir yerde yatmıştır.» «Bu n u yazan bir muha lif rüzigôr, Kendi g i tti ismi kald ı yod igôr.» «Sekiz sene sonra istibda l tezkerelerimiz geldi. Vol unu un uttuğum köyüme dönüyorum. Darısı hem­ şerilerimin başına . » «Dôri dünya bir müzeyyen hôned i r. Nakşına alda nmama k merdonedir.» «Bu da geçer yahu . . . » «Dün gece Çokalof'u sard ı k. Yine elimizden kurtuldu.» «Kıble ocağın sağ köşesidir. Burada misafir ka­ laca k din kardeşlerimin malOmu olsun.» « Dün Kova klı orma n ı nda göğsünden vurulan mü­ lôzimimiz i rto n Efendi bugün saat üç buçuğu on ge­ ce burada vefat etmiştir. Doktor yetişemedi. Allah· rahmet eylesin.» .

.

' Qoha birçok isimler. Tarihler. Môniler, beyitler. Boş kôğıt bulamayan bölük eminlerin in yeni okkodan eski akkaya tahvil hesapları. Bu pencerenin içi ôdeta bir kitap! Bunları okurken ruhumun bugünkü hümma­ sını okur gibi oldum. Insanlar ne kadar birbirine ben­ ziyor. Nefer. onboşı, cavuş, zabit, buradan kim gec­ mişse. hepsinin arasında bir elem akrabalığı var g ibi! Dışarıda bir gürültü oldu. Baktım. Alcak bir d u­ varla ayrılmış komşu bahçede, kapısı açık ahırın siyah

.•

. 37


çatısına dayanmış tahtalar rüzgôrla devrildi. Köylü ol­ ·duğuna gözlerimin inanomayocağı bir kız! Kumral, -güzel, iri, kuvvetli bir kız a hırın solundaki taracadan bakıyor . . . Beni gördü. Kacmadı. Hatta dikkatli d ikkat­ li baktı. işte altı· ayd ı r bir rast geldiğim g üzel; fakat ne iri, ne canlı, ve taze, ne saf bir güzelli k!.. Doya doya bakıyorum. Hem şu satırları yazıyorum. Şubat 1319. «Hayat uyku ise aşk onun rüyasıdır!» i şte en bü­ yük hakikat. Ne ye'sim kaldı, ne kederimi Canlandım. iştah ı m açıldı. Gezmek, dolaşmak istiyorum. Bugün çıkıp köyün Türkçe bilen Bulgarlarıyle görüşeceğim. i nşallah beni buradan çekmezler. Merkeze yazdım. « Beni değ iştirmeyin ! » dedim. Artık boş zamanlarımı -zaten bütün zamaniarım boş- hep pencerenin icin­ d e geciriyorum. Galiba duvarlannda ki yazılara ben de birkaç satır ilôve edeceğim. Fakat bu ne bir şikôyet, ne de bir ah olacaktır!.. Tatlı, temiz, ôsude, bedii bir hatıra . . . Taracadaki g üzel, iri, şen kızla uzaktan bir sevişme! Onun ismini bile bilmiyorum. Dü kkôn sa­ h i bine, cırağına da soramadım. Hem sorsam ne fay­ da? Onu bilmem. fa kat birtakım kayıtlar beni sımsıkı bağlamış. Harbiye Mektebi nin i kinci sınıfında «Ceza Kanunu» okutan bir hocamız vardı : - Faziletli olmak insanın elinde değildir. Fakat kim isterse namuslu olabilir. Bu, ihtiya ri bir şeydir� derdi. Onun fi krince kim gizli yaptığı şeyi a leni yapı­ yormuş farz ederek Ceza Kanunnamesinin maddele­ rini hatıriarsa namussuz olmasına imkôn yoktu. Lo­ kin fazilet içeriden gelen bir şeydi. Buna zorla sahip 38


olmağa çalışmak «riyakôrlı k» olurdu. Bir insancia fa­ zilet varsa vardı, yoksa yok .. . Arzuyla, iradoylo fa­ zilet elde edilemezdi. Ben, şu pencerenin içinde, dükkôncının koyduğu kirli koyun pöstekisine bağdaş kurmuş, ruhumu tahlil ederken hiç «fazilet» sahibi olmadığ ı m ı acı acı duy­ dum. Çünkü . . . Evet, ne fena şeyler düşünüyorum! Bu kızı zorla kaçırma k! Onunla beraber kaçma k! Tô Amerika'ya . . . Başka ufuklar, başka hayatlar. tahay­ yül ediyorum, yeni bir dünyaya doğmuş g ibi ! Artı k ne anam, n e babam, ne evim, ne vatanım kalacak! De­ mek esasen ben bir serseriyim ! Hep arzum kaçmak. kayıtlardan kurtulmak, vatanı, aileyi, ebediyen terk et­ mek! B i r aşkla bilinmez ôlemlerde yaşamak! Fakat bu iştiya kların kuvveden fiile geçirilmesini, hoca mı­ zın tavsiyesini hatı rlayarak, ceza kanunnamesinin maddeleriyle karşılaştırınca nefsimden utan ıyorum. Bir Bulgar kızı kaçırara k gaile içinde bocalayan za­ vallı devletin başına yeni müşkülôt çıkarmak. Iş gö­ recek, vatana hizmet edecek çağımda orduyu bıra k­ mak, ateşten, musademeden, harpten kaçma k! Artlk tabii kurşuna dizilmek, yahut bir alçak gibi hapisha­ nelerde sürünmek, tahkire uğramamak için memleke­ tima de dönmeyeceğim. Sevgili annem göz yaşiari içinde ben i m hayalimi a rayarak ölecek. Babam a k­ rabalarına, dostlarına karşı benim hiyanetimden uta­ nacak. Kimsenin yüzüne bakamayacak. Bunları düşünürken gözümü taraçadan çeviri­ yorum. Evet namuslu olmak insanın el inde! işte ben de ne kızı kaçıracağım, ne de hatta onun ismini öğre­ neceği m ! Yüzüne bile bakmayacağım! Fakat hep bun­ ları hesapsız, muha kemesiz yapabilsem. Niçin ben­ de a hlôkın esası olan fazilet yok? Niçin daima vur39


mak, kırmak, kapmak, kaçmak, karşı gelmek, öldür­ •mek; isyan etmek isteyen bir temayülle yaşıyorum? i l k terbiyemin tesiri mi? Cı..i n kü cocukluğum inzibat­ sız bir çiflikte geçti. Birtakım yarım haydutlar içinde büyüdüm. istanbul, a h o kadar sevdiğim g üzel istan­ bul, mektepler, zengin, k ibar akrabalarımın incelik­ leri -varl ığıma n i hayet kalın bir yaldız tabakası cek­ miş! Erkönı harp sınıfına ayrılmamaklığıma sebep de h usunetim . . . Bir arkadaşımı fena falde dövmüştüm. Bu, duyuldu. Hapis yattım. Ahlôk nurnararn kırıldı. Bütün ümitlerim boşa gitti. Fa kat işte iri kız, kend isine ba kmadıöıma, or­ karnı döndüğüme kızıyor. Avazı çıktığı kadar beni pencerede gördüğü zaman söylediği havayı haykı­ ..-ıyor: Naş, naş Carıgırat naş . . . Razva-tiri Şubat 1319. Ben . . . Eşkiya takibine, eşkiyaya dair haberler -edlnmeğe memur gene zabit, neler düşünüyor, neler1e uğraşıyor, neler yazıyorum. Evet. taracadaki kızla işi azıttık! Ben artı k soğuğa, rüzgôra a ldırmıyorum. Pencerenin camını da kaldırdım. O sustuğu ,her va­ kitki neşeli, şuh havasını söylemediği zaman ben ıs­ l ı k l a «Pre dö riviyerraıı yı çal ıyorum. Ah, Bulgarca birkaç kel ime bi lsem de «Seni seviyorum. seni ka­ pıp karl ı dağları aşmak, uzaklara kocmak istiyo­ ru m!» diye şansoncuğuma bir güfteci k düzsem! Ne müsait kız . . . Bana tuhaf tuhaf gül üyor. E l iyle möno­ s ı n ı anlamadığım işaretler yapıyor. Dişi ile erkeği niçin h i c . bir hudut, din filan ayı40


ramıyor? Işte o hazır! Ceza Kanunnamesinin madde­ leri ezberimde olmasa_ bizi ayıraca k başka bir kuv­ vet yok galiba . . M i l l i esvabını vücuduna ne g üzel yaraştırıyor. Kumral sacları o kadar çok, o kadar uzun ki . . . Bütün sırtını kaplıyor. Dürbünle de ba kı­ yorum. Keskin mavi gözleri sürmel i gibi . . . Dürbün­ le kendisine bak tığımı görü nce gal iba daha ziyade seviniyor, gözlerini süzüyor; daha ateşli, daha fettan bir neşe i le haykırıyor: .

Naş, Naş Carıgırat na ş . . . Ama n Ya Rabbi! Eski sanat asırlarından kalma bir granit heykel gibi . . . Torocanın kenarına daima sağ kalcasını kabartara k dayan ıyor, yün coraplı gü­ zel kalın bacaklarını, nihayet bulmaz milli corabını örerek uçları ince parm� k l ı , işten biraz esrnerieş­ miş kuvvetl i pencelerini hop dürbünle seyrediyorum. i şte asıl kadın, kuvvet, hayat, can, kan . . . Naş, naş Carıgırat na ş . . . N e ses Ya Rabbi! Sanki biiiOr . . . Karlı tepelerde­ ki donmuş kaynaklardan taşarak güneş g irmeyen ormanları tarayan gizli bir ı rmağın çağ ı ltısı kadar saf . . . Dikkat ediyorum tuvaleti daima ta m . . . Saçlan daima taranmış. Evsap daima aynı. Ö nündeki kırmızı, yünden püsküllü örtüde bile başka bir letafet var. Şubat 1319. Söylediği hava ne uzun, ne galeyanlı şey! Şüp­ hesiz bir aşk bestesi l Ben yalnız nakaratı n ı n gütte­ sını öğrenebildim: 4l


Naş, naş Carıgırat na ş . . . Mavi ateş gözlerini bana d i kerek bu na karatı tekrarlarken tığlarını corabının üzerine bıra kıyor, uc­ ları ince parmaklarıyle, o sanki görünmez bir kalbi sı kıyor gibi duran, yarı m kapa lı, kuvvetli kadın pen­ cesiyle torocanın parmaklığına vurarak tempo tu­ tuyor. Naş, naş Carıgırat na ş . . . « Naşıı ların öyle haris, öyle canlı, öyle ôşık, öy­ le kırgın bir uzanışı var ki. . . Ruhtan daha derin bir yerden gel iyor. Sanki masivci'nın ötesinden aksedi­ yor. Kim bilir bu « Naşıı ne demek? Hep bana baka­ ra k tekrarlamasına bakılırsa bir hitap olma l ı . «Seni çok seviyorum, senin icin öl üyorum!» demek olmalı. Yahut da bunlara yakın bir şey! Kaç . defa müfreze­ deki Bulgarca bilen iştipli Hüsnü onbeşıyı çağırıp sormak aklıma geldi. Lôkin bu on başı hinoğlu h in . . . Kendisine aşk şarkısı t�rcüme ettirdim mi yüz bulur. Sonra ona astarını nereden bulup verme l i ? Bu heye­ can verici şarkının ezberlemediğim diğer kıtaların­ dan, kulağıma pek yabancı olmayan « Balkan, Şıp­ ka, Maristaıı kelimeleri geçiyor. O halde Rus, yahut halya n musikisinden ça lma bir şey değil. Hayelimle tahminimle şöyle tercüme ediyorum:

·

-42

Seni çok seviyorum. Sen i çok seviyorum. Balkanlardan, Şıpka'dan Aşı p geldim ben sana. Meriç bak olamadı Bir set benim yoluma.


Seni çok seviyorum, Seni çok seviyorum. Sanki sahiden Bulgarca biliyor da güfteyi kelime kelime Türkçeye ceviriyormuşum gibi içimde bir em­ niyet var. O, Bulgarca: Naş, naş Carıgı ra t n aş . . . diye cağırmağa başlarken ben d e tahminen yaptı­ ğım tercümeyi onun bestesi n e uydurarak mırı ldanı­ yorum. Bu n e tatlı, ne haris bir muaşaka oluyor. Şubat 1319. Bu sabah hava pek sisliydil Rüyamda kızı görd üm. Ucu ince parma klı kuv­ vetli elini göğsüme sokuyor, sanki çarpmayan kal­ bimi sıkıyordu. Ben boynuna sarılmak isterken. bir hal gibi silindl, hatta uykuda bile gördüğüm şe­ yin bir rüya olduğunu idra k ediyordum. Kalkar kalk­ maz pencereye k oştum. Avl u ile ahırın a rasını hafif beyaz bir duman kaplamıştı. Taracada onun bedii hayalini gördüm. Vôz ı h bir bölge gibi fark olunuyor­ du. Uyandığımı, uyanır uyanmaz kendis i ni hatırladı­ ğımı anlatmak icin yine ıslı kla « Pre dö r iviyerra» yt catacaktım. Aklıma başka bir şey geldi. Onun hava­ sını söylemek! Naş. naş Carıgı rat na ş . . . Duman icindeki gölge kımıldandı. Sanki birden-­ bire vücut oldu. Ellerini bana uzatt ı : - Bravoo, bravoo! .. diye bağ ı rdı. Hemen öbür kıtaları söylerneğe başladı. Duman cekilineeye kadar susmadı. Duman cekilince onunla ,


çoktan dargınmışız da yeni barışmışız gibi birbirimize � ü lü msed ik. Baş ı n ı sall ıyor, hararetli muhabbet işa­ retleri yapıyordu. Ben Ceza Kanunnamesi n i tamemiyle unuttum, o ne yaptıysa ben de yaptım. Acaba şu av­ luyu, şu alçak duvarı bir gün oşacak mıyım? Aramız­ daki mesafe on beş metre . . . 9 Mart 1 320

Bugün Pirbeliçe'ye dönmek icin tabur kumanda­ mmdan emir aldım. Gelen posta neferimden öğren­ dim ki, olayca Manastıra g id i yorm uşuz. Elveda ey daha ism i n i bilmed i ğ i m . fa kat ruhunu a nladığım gü­ zel kız! Bir ay ne çabuk geçti. Velov böyle uza ktan uzağa. sırf hayali bir aşkı olsun duymayan lar ne bedba httırlar! Hayat acı bir ilôç. . . Aşk onun içine katılmış bir şeker! Vay şekersiz bu ilôcı i çnıcğe kal­ kanların haline! Pirbel içe'de iki aydır yeis içinde ç ı r­ pınıyordum: Uzak istikbal hulyaları d i mağımı doldu­ ruyor, ağırlaştı rıyor. beni rahatsız ediyord u. işte bu­ rada bir g üzel ses. hoş bır nakarat haya l i m i doldur­ d u . On beş metrelik bir mesafedon dürbü n ü mle en i n ce sanatını görd ü ğ ü m canlı bir heykel ruhumda bedii kıyametler kopardı. Günlerin. saatierin nasıl g eçti klerini duymadım b i le. Şimdi buraya dün gel­ miş gibiyim. Bir aydır a ncak ü ç defa d ışarı çıktım. O da ne­ ferlere erzak mübayaası içindi. Hop odada oturdu­ ğ u ma bir hasta l ı k kulpu ta kmıştım. Çavuşa akşam ten b i h i n i verirken: - Gece yattığımız yerin pencere kapa klarını iyice örtü nüz. Hastala nırsı n ı z . işte ben bir kere pen­ cereyi açtım. Nezleden kurtulamıyorum! yalanını atı­ ·yordum. Halbuki bir ay Içinde gün_d üzleri hiç pencerey� -44


kapamadım. Odanın içinde kaputumla oturdum. Yarın öğleden evvel hareket ediyoruz. · Cavuşo hazırl ı k. emrini verdim. Bu gece son . . . Pencerenin içi­ ne, benden evvel geçenlerin yazı larına ben de bir şey ilöve edeceğim. Ama ne? Daha bunu bula madım. Naş. naş Carıgırat na ş . . . işte bu satırları karalarken yine iri kız masum aşkımızın müşterek n ağmesini tekrarl iyor. Acaba ben i m yarın gideceğ i m i , bir daha kend isine ebedi­ yen görmemek üzere gideceğimi bilse . . . Bir aydır bu aşk feryadını, bu dağların saf rüzgörları kadar geniş, kuvvetli, engin feryadı beraber inledik. Ben güzelliği tıpkı, sarayının en güzel lerini beğenmeyen, nihayet bütün memleketi arattırorak buldurduğu iki metre boyunda. deve benzer ermeni kızını kendisine baş­ kadın yapan sultan i brah i m g i bi anlıyorum. Güzel­ l i k : irilik demek, sıhhat demek, can demek, kan de­ mek . . . Böyle iri. güzel, canlı b i r kızın Babina gibi, bir köyden ziyade bir taş yığınına benzeyen dağ tepe­ lerinde kalması ne yazık! Ona, yarın giderken, «bir yadigôr» bırakmak is­ tiyorum. Bavulumda açılmamış küçük bir şişe kolon­ ya var. Onu göndereceği m . Fakat kiminle? Ev sa­ h i bi meyhaneci pek m üteassıp! Bel ki cırağı kand ı ra­ cağım. Hareket etmezden on dakika evvel yollaya­ cağı m . Ben köyden çıkarken, ya hut cıktıktan sonra hed iyemi alacak. Ne reddedebilecek, ne de teşekkür. . . Pencerenin içine latin harfleriyle onunla bir ay­ dır beraber söylediğim şarkının nakaratını yazdım, bir g ü n benim gibi bu yazıları okumağa kalkanların ·

45


içinde bir Bulgarca b i l en bulunursa burada bir aşk rüyası görüldüğünü anlar. Zaten başka n e yazsam, ruhumun sergüzeştini bu dört kel ime kadar asla ifa­ de edemez: Naş. naş Carıgırat na ş 11 Mart 1320 Pirbel i ce - Viran nchiye müdür­ lüğünün üst katında şu küçük pis odada ' bi r hafta­ d ı r yatıyorum. Tabur şimdi Manastır'da . . . Hizmet ne­ feriyle . beni burada bıra ktılar. Bilmem iyi olacak mı­ yı m? Fakat ruhum ebediyen yaralı, ebediyen hasta. ebediyen sakat kalacak! Evet, ne büyük bir buhran geclrdlm. insan olmadığımı, hayvandan farksız bir budala. bir ahmak, bir sefil olduğumu birednbire anlamak . . . Öldürüp d e yaşar bırakan bir cehennem yıldırımı gl­ bi beni yere serdi. Bu an, sanki herkes, her sahada, hatta yalnızlığım, şu dinmeden eserek kırık camiara yapıştırılmış köğıtları öttüren sert rüzgôr, Pirbelice deresinin bu gece gündüz susmayan şırıltısı bana: - Ey başka d üşüncesi olmayon hayvan? d iye hayk:rıyor. insanın hayvandan farkı ne? Mukaddes, ôli, yük­ sek bir fikre sahip olması değil mi? işte anladım. bende şimdiye kadar böyle insani b i r fikir yokmuş. Her şeyi uzviyetimle tadarok, hayvani temayüllerimle a rzu ederek yaşamışım. 20 yaşına girdiğim bugün feci hakikati duymak ne acı . . . Erkônıha rp olmak bütün gencliğiml doldu­ ran bir hırstı. Niçin? Yazacağım işte . . . Evet utan­ madan, sıkılmadan yazacağım işte . . . Çabuk terfi et­ mek. yüksek m avkilere gecmek, güzel i stanbul'da zevk içinde, eğlence içinde yaşan:ıak, cak iyi yemek. çok Iyi içmek, çok Iyi giyinmek, zengin bir izdivac . . .•


<Jvlamak, çabucak paşa olmak. Avrupa'da ateşemi­ l iterli kle keyif yetiştirerek, ömür sürmek için değil mi? Evet işte hep bunlar için! Tabi iye, askeri coğrafya, istihkôm kitapları n ı n sahifelerini ezberlerken satırların arasında_.,.yoru lan gözlerime görünen mev'ud cennet bunlard ı ! Erkônı­ harp olamayınca mabedi başına yıkılmış haris bir zabit g i bi ezildim. Ümidim kalmadı, mihan iki bir vazife mec­ buriyetiyle, ruhsuz bir makine gibi harekete başladım. Etrafım kalın bir yeis bul utuyla kaplıydı. Huşunetim artmıştı. Kime kızsam hemen onu öldürüvermeği, son­ ra memnun olmadığım memleketten kaçıp uzaklaş­ mağı düşünüyordum. Babina'da i htiyar meyhaneci­ nin evinde geçirdiğim bir ay içinde bir bulut yırtıldı. On beş metre l i k geçilmez bir mesafeyle Ceza Kanun­ namesinin hatırası sayesinde eflôtuni kalan bir şeh­ vet buhranı, son dakikada bana hakikatimi öğretti. ·

Babina'dan hareket günü sabahleyin erkenden kalktım. Neferleri yoklama ettim. Corbalarını içirttim. Saat dörtte hepsini yola çıkardım: - Yavaş, yavaş gidiniz. Ben arkanızdan yetişi­ rim, dedim. Velenselerimi, bavulumu taşıyaca k bey­ girle atımı meyhanenin önüne getirttim. H izmetçimle silôhlı mekkôreci'mden başka köy­ de asker kalmamıştı. Meyhaneciyle hesabı kestim. Sonra yukarı çıktım. Pencereye koştum. Taraçada kız yoktu. Naş, naş Carıgırat na ş . . .. d iye ıslık ça lmağa. başladım, görünmedi. Bu nakaratı ağzımla bel ki on defa tekrarladım. Meyhanecinin çı­ rağı içeri girdi. Aşağıdan ustası göndermiş, hizmet Jçio . . . Bavullar velensaları sırtına yükletti m: 47


- Yine gel ! dedim. Kolonya şışesini çıka rmıştım. Cocuk gelince ko­ Jundan tuttum. Pencerenin kenarına götürd üm. Gelip geçen askerler a l ışveriş ede ede Türkçe söyleneni biraz anlıyordu. Toroça l ı evi gösterdim. Sordum: - Burada bir kız var biliyor musun? Uzun yağlı büyü k kafasını sallad ı : . - Rada, diye güldü. - Rada mı? - Hô . . . - Pekôlô. işte sana bir çeyrek! Biliyorsun, ben a rtık gidiyorum. Ona çok selôm söyle. Bu şişeyi ver. - Ha, ha. - Ama doğru söyle. Sonra vermediğini anlarsam seni gebertirim. - Yok vereceği m. - Haydi, Ver ha. Ba na iyice emniyet vermek için kirli sıska elle­ riyle bir de hac çıkardı: - Ha. ha, vereceğim . . . diye tekrar başını salla­ dı. Çıktı. Eğilmiş, çizmalerime mahmuzlarımı takıyor­ dum. Gal iba veda resmini ifa etmek fikriyle I htiyar meyhaneci i çeri girdi. Bir aydır bu odaya ilk girişiydi. Ben aya ktayım. Tekl ifsizce . ocağın kenarına çöktü. Benden çok memııundu. Kendisine gayet naz i k dav­ ranmıştım. Laf olsun d iye sordum: - Saat koc? - Beşi geçiyor. - . Mekkôreye yüklettiler mi? - Yüklettiler, hazır. - Ben de hazırlandım. Hava bozuk a mma. - Ne yapalım, emir bu, cdrbocı. 48


Artık Rada ile veda edemeyecektim. Tam gideceğim gün böyle kaybolması ne a ksiydi. Tekrar sordum: - Corbacı, bugün bir yortunuz m u var? - Yok. Acaba nereye gitmişti? Kulaklarımda şarkısının nakaratı çınlıyordu. Haye limle tercüme ettiğim bu oyna k aşk neşides inin güftesini, gider ayak, şu ihti­ yara tercüme ettirmek fikri birdenbire zihnimi sars­ tı. Vaktiyle şehirde oturduğu için güzel Türkçe bili­ yordu. Bu şarkının Bulgarcasıyle Türkçesi defterime bir hatıra olmak üzere yazacağım. - «Naş, naş, Carıgırat naş . » Ne demek çor­ bacı, dedim. ihtiyarın beti benzl soldu. Küçük sönük gözleri parladı . Camurlanmış bir tahta parçasına benzeyen kirli elini bir şeyi protesto eder gibi havaya kaldırdı: - Hôşa efendim, dedi, bizim köyümüzde bunu kimse söylemez! Biz bunu kabul etmeyiz. Anlamadım. Tekrar sordum: - Canım, niçin? - Biz kabul etmeylz. Suranın ohalisi hep namusludur. . .

Yine anlamadım, l irik bir aşk neşidesl gibi dlnle­ diğim, söylediğim bu latif şarkının a caba müstehcen, ayıp. namusa muhalif, kaba bir güftesl mi vardı? Pencerenin dışarısını göstererek: - Şu komşunun kızını nasıl bil irsin çorbacı? d ed i m. - Hangisini? - Rada'yı. - Onu bilmem amma babası iyi adam değildi. - Nasıl iyi adam değildi? 49/4


- Kilisede papasken kalktı, bir g Cı n oldu. Geçen sene Velmefece'de vuruldu.

komiteci

Hayalimde: Seni seviyorum .. . Seni seviyorum . . . d i ye tercüme ettiğim « Naş naş, Carıgı ra t naş» ın ma­ nası kimbilir ne kadar müstahcendi ki, bu köylü na­ m usa muhalif soyıyordu. «Ayıp olsa da söyle canım. zarar yok, hayd i . . . » diye tutturdum. Merak ediyor­ dum. ihtiyar köylü ıstırap çekiyor, Türkçe bir kelime bulmak için kıvranıyordu : -

Haydi söyle «Na ş. naş» n e demek? Şey efendim. Ne canım. « Bizim olacak, bizim olacak!» demek. Ne bizim olacak? Şey! Ne canım söyle be. . . diye kızdı m.

Herif ezildi. Büzüldü Teriemiş gibi cinını elinin tersiyle sildi. Yere bakarak kekeledi: - Ca. Carıgırat! dedi. - Carıgırat ne? - istanbul. -_ ,

Öyle fena oldum ki . . . Hiç sesimi çıka rmadım. Isli tavana bakarak kaputumun düğmelerini i l i klerne­ ğ e başladım. Benim bozulduğumu, sarardığımı, buz gibj donuverdiğimi gören ihtiyar da. idam hükmünü dinieyecek bir mücrim gibi korka korka ayağa kalktı. 50


Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyordu. Bizim olacak, bizim olacak, i stanbul bizim olacak . . . Beiı ona neler düşünerek bakıyordum. O bana ne söylüyordu. O, benim icin en büyü k bir küfrü ederken, ben, Türk zabiti, onun iri vücudunda, mavı ateş gözlerinden, şuh ellerinden başka bir şey gör­ müyor, ettiği ağır küfrü tatlı bir aşk neşidesi sanı­ yar, hatta nakaratın ı onunla beraber, bir ağızdan tekrarlıyordum. Kalbirn yırtılmış g ibi a cıyordu. Dizlerim ağrıdı. Bileklerim karınca landı. Dudaklarım, yanaklarım ti tre­ rneğe başladı. i htiyar meyhaneci halimden ürküyor, hiç yüzüme bakmıyordu. Sendeieyerek kapıya doğru yürüdüm. Karanlık merdivenden inerken, haberim ol­ madan ruhuma, vicdanıma vurulmuş zehirl i bir karn­ cının öldürücü şakırtısını şimdi bütün vuzuhu ile d u­ yuyor gibi oluyordum: Naş, naş Corıgırat na ş . . . Evet, hiç şüphesiz. benim, ahmak, şehvetten başka bir şey düşünmez, bir şeyden anlamaz buda­ la gene zabitin hediyesini şimdi almıştı. Taraçadan, yalnız bana değil, bütün milletime karşı savrulan o cesur, metin, o azimkôr küfrüyle teşekkür ediyordu. Dükkôndan dar cıktını. Meyhanecinin söyledik­ l erini işitmiyordum. Hava hakiketen pek bozuktu. Dondura n, buz kesen bir rüzgôr esiyordu. Atıma bin­ dim. Beyn i m tutuşuyor, vücudum yanıyordu. Kaputu­ mun, ceketimin önünü eözdüm. Fesimi arkaya attım. 51


Atımı dörtnala kaldı. rdım. D i k yollardan, dar ucurum­ lardan, sa kin ormanların icinden g eçtim. Mekkôre­ cimle hademem geride kalmışlardı. Müfrezeye ye­ tişti m. Onları da geçtim. Ah bu tenha, bu kuşsuz or­ manların icin keşke bir ceteye rast gelseydim. Keş­ ke beni öldürselerdi. Kendime karşı duyduğum nef­ ret, vicdanımda ki ateşten azap beni eritiyordu. Akşama doğru Pirbelice'ye geldiğim vakit tabur kumandanına «tekmil vermeğe» giderneyecek kadar başı m ağrıyordu. O gece hararetim kırk dereceyi geç­ ti. Ertesi gün yataktan kalkmadım. Doktor: - Fena halde soğuk a lmışsıni dedi. Tabur, yola düzülmek icin, çadırlarını yıkarken beni bir odaya çı kardılar. işte bir haftadır yatıyorum. i şte bir haftodır. Velmefce ormanlarında kendin­ ce mukaddes bir fikir için ölen komiteci popazın o cesur kızıyle ararndaki farkı düşünerek yatıyorum. - işte bir haftadır . . .

52


BIR ÇOCUK ALEKO Küçü k Ali yorgun uykusundan uyanınca kalktı. Gece yattığı fundalıklardan çıktı. llık parlak g üneı, her tarafı ısıtıyordu. Bul utsuz hava bembeyazdı. Ca­ lıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu. Kalk­ tı; bir av arıyormuş g i bi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi. B i r ile­ ri, bir geriye baktı. Her taraf tenha idi. Durdu. Uzun, kıvırcık kirpikleri iri siyah gözlerini yırtı k çarıkiarına dikti. Düşündü. Sırtındaki deri torbada yarım ekmek­ tasını diğer hıristiyanlar Anadolu'ya geçirmişti Gel l­ bolu'da, bir Rum tınncı n ı n yanında çalışıyordu. Bir­ kaç gün evvel hükümet «muharebe olacak» d iye us­ tasını diğer hıristiyanla Anadolu'ya geçirmişti. Geli­ bolu'da a krabası filan yoktu. Barınacak bir yer bu­ lamadı. Köyüne dönmüştü., ama köyünde de kimseyi bulamamıştı. Evler kapanmış, a hırlar boşalmış, k ü.­ çük çarşı meydanı at, araba, asker, çadır dolmuştu. . «Buralarda muharebe olacak, devlet ahaliyi geriye 53


,ekti.» diyorlardı. Küçük Ali işte köyün ü n geri çeki­ len ahalisini, anasını, ihtiyar babasını bulmak icin iki g ü ndür yürüyordu. Gece açı kta yatma k, gündüz gü­ neşin altında yürümek onu zayıflatmıştı. Zaten esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki cne olur ne olmaZ» diye d ü n gece yemeyip sakladığı ek­ mek parcasını torbasından çıkard ı . Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına ba kıyormuş gibi bu kaba mısır ekmeğini evird i , çevirdi, ucundan ısır­ dı. Ağzında lokmayı birdenbire yutmağa kıyamıyordu, di li n in üstünde eziyordu. Anası, babası Malkara'ya gitmiş olacaktı. Orada bir a krabaları olduğunu hatır­ lıyordu. Acaba daha bu tenha şoseyi koc g ü n yürü­ yecekti? Akşama ne yiyecekti? Bütün bütün aç kal­ mak korkusu ile uyurken rüyada kendini kecilerle be­ raber çal ı ları otlarken görmüştü. Tekrar köye dönme­ yi, askerlerin arasına katı lmayı düşündü. Halbuki kö­ ye ki mseyi bırakmıyorlar, «Yasak! Dön, dön ! » diye ba­ ğırıyorlardı . Su nereden icecekti? Mutlaka şosenin üstünde han, yahut karakol vardı. Oturduğu tümsak­ ten kalktı, yola atladı. Yürürneğe başlamadan döndü. Geldiği tarafa ba ktı. Dalgalı tepelerden geçen yol, parça parça gibi bazan yeş!llikler arası nda kaybolu­ yordu. Uzaktan bir kalaba l ı k gördiL Yoksa asker m iy­ di? Dikkat etti. Bu kalabal ı k gayet yavaş yürüyor_du. « Bekleyeyim de şunla rdan su isteyeyim» dedi. Tekrar kalktı. Tümseğe oturdu. Dirsekierini d izlerine dayadı, canesini ellerine aldı. Gözleri ni. vakit vakit kaybolup, yine şosenin görünen parcasında meydana c.ı kan­ l a rdan ayırnııyordu. Bunlar asker değildi. Çünkü kar­ makarışık geliyorlardı. Niçin olduğunu bilmediği bir ümitle sevindi, Iki gündür kırlarda yapayalnız kalmış, sank i insanları göreceği gelmişti. Ayağa kalktı. Elini gözlerine siper yaptı. Siyah kuşağ1, mavı a ba saltası. 54


gönden torbasıyle tıpkı koyunlarını arayan minimini bir çobana benziyordu. Başında keçe filan yoktu. Sert kumral saçları güneşin aydın l ı ğ ı ile yaldızlanıyor, parl ıyordu. - Rumlar, be d iye haykırdı. En önde semerli bir beygirin üstünde bakır sa­ kallı, siya h kavuklu, siyah esvaplı popazı fark etU. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar, siyah aba e� vaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu a rabaların yanın­ da, ineklerle, koyunlarla, kecilerle karma karışık yu• rüyorlardı. Küçü k Ali kımıldanorak onların yaklaşma-. larına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen bir köy halkı idi. Kend i köyünde komşu Rumların arasın­ da büyüdüğü icin cak iyi Rumca bilirdi. « Bunların crasına katılıp Malkara'ya kadar g idemez miyim?» d iye düşündü. Fakat onlar yanlarında Türk istemez­ ler, Türke ekmek değil, bir damla su bile vermezlerdL Kafile yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı. Papaz onu daha uzaktan görd ü . Tam hizasına gelince küçük Ali şo­ seye atladı. Popaza yaklaştı. Rumca : - Rica ederim, bana bir parça su verin, dedi. Papaz beyg irinin yularını çekti. O durunca, ka­ file de etrafa yavaş yavaş birikerek d urdu. Corap ö ren kadınlar tığlarını bıraktılar. Cocuklar babaları­ nın hacakları arasından popazın konuştuğu çocuğu görrneğe çalışıyorlard ı . - S e n çoban mısın? - Hayır. - Burada ne a rıyorsun ? - Gelibolu'da calışıyordum. Ustamı s ü rdüler, köye döndüm. Köyümü de sürmüşler, onları arama­ ğa gidiyorum.


Papaz parlak mavi gözleriyle Ali'yi baştan aşağ• &üzdü : - Adın n e ? diye sordu. Bu manalı bakışı sa nki «Türk müsün? değil mi­ sin?» diyordu. Yarımadanın birçok köylerinde Türk­ lerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisan­ ları, dinleri, ôdetleri birleştirerneyen asırlar Boğaz'ın. bu tarafında esvapları birleştirmişti. Rum cocuklarının Türk cocuklarından farkı yal­ nız başıkabak gezmeleri idi. Ali, Gelibol u'da ustası­ nın fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başı­ na bir şey a lamamıştı. Kekeled i : - Aleko, dedi. - Anan baban var mı? - Hayır, ben öksüzüm, kimsem yok. Papaz etrafındakilere döndü. - Su verin şu çocuğa! - Teşekkür ederim. Hemen eline bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde doğruluyor, a rkaya bakıyordu. - Jandarmalar çok geride dedi. Seni görmedi­ ler, bize karış. Haydi yürüyelim. Kalın clzmeli aya ğ ıyle atının karnma vurdu. AU atın uzun kuyruklu, al sağrısı yanında yürü meye baş­ ladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde örtülmüş kırmızı bir baltaniyenin ueları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız coraplarını örerek, erl<eklerin, arabaları, yük hayvanları etrafında daima dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açl ı k­ tan, açıklıktan kurtulduğuna seviniyor, içinden: «Kan­ d ı rdım şuniarı! Ne vakit olsa köyün bize geçtiğini haber al ınca yanlarından kacarım» diyordu. Atın al sağr ısından kalkan gözleri popazın kamburca sırtın56


daki solmuş siyah cübbeye, hayvanın adımiarına gö­ re bir öne bir arkaya sal lanan kadın saçlı başına, siyah yü ksek külôhına bakıyordu. Yarı m saatten zi­ yade gitti ler. Uzaklarda koyun sürüleri d uruyordu. Ali, popazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi gözleriyle sanki gözlerinin içine saplandı. Titredi. - Aleko. - Oriste. - Yanıma gel bakayım. Birkaç hızlı adım attı. Popazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden kaldırmıyordu. - Sen benim atımla adama bakarsın. - Bakarım. - Seni kiliseye hizmetçi yaparım. - Teşekkür ederim. Öğle üstü kücük bir hanın bahçesinde, asırlık cınar a ğaçlarının altında mala veril irken papaz jan­ darmalara verd iği buğday ekmeğinden, hoşlama e-. lerinden Ali'ye de verdi. Bardağının dibinde bıra ktı­ ğı şarabı da ona içirmek istedi. ' - Teşekkür ederim papaz efendi, Jçmem. - Niçin? Cevap bulamıyordu. - Haydi iç. - Al ışmamışım. - Artı k alışırsın. Kilisade şarapsız yemek yenmez. Ali d urakladı. Eline aldığı bardağın icindeki si­ yah suya baktı. Köydeki hocanın Ramazan vaızla­ rında: «Bir damlası haramdır. i çen imansız gider.ı 57


dediğini hatırladı. Ama hayır, o keyif icin, günah için 1 m i içecekti! Zorla icmese bunların arasında barınab i l i r miydi? Bardağı ağzına götürdü. Zeh i r gibi bir �ey a ğzını, boğazını yaktı. Sıca k sıcak karnına in­ di. Buruşan yüzü ile popaza g ülmeye çalıştı. - Teşekkür ederim . •

Kafile ü ç gün yürüdü. Geceleri Ali popazın ver:­ diği bir culo bürü nerek yatıyordu. Dördüncü gün a k­ şama doğru içerierde bir Rum köyüne gelindi. Jan­ darmalar her eve bir aile dağıttı. Papaz kil iseye in­ m işti. Burası karanlık, gamlı, kapa l ı bir bina idi. Bah­ çenin kalın, yüksek duvarları koyu maviye boyan­ mıştı. Popazın odası kaygentaşı döşeli avlunun tö ni­ hayetinde idi. Ali, kilise hizmeteisinin yanında yatı­ yor, sabahları erkenden kalkıyor, kil iseyi süpü rüyor. sabah ibadetlerinde hazır bulunuyordu. Bir ay gee­ meden her şeyi öğrendi. Papaz Jandarma kumanda­ nına hep onu gönderiyordu. Gayet iyi Türkçe bildiği­ ni görmüştü. «Gelibol u'daki ustam Türk'tü» diyordu. Her sabah kilisede Türklerin perişan olması için d u a edilird i . Bütün köy halkının i htiyar, g e n e h e r sabah bu duaları candan, gönülden tekrarlayışları, sanki Ali'yi derin bir uykudon uyandırıyordu. Köydeki ho­ canın «Hıristiyanlar da Allah'ın kuludur, onlara fe­ nalık etmek, Müslümanlara fenal ı k etmekten daha günahtır.» d iye vaaz ettiğini hatırlıyor, acaba yan l ı ş mı a klımda kaldı?» Şüphesine düşüyordu. Pazar g ün­ leri kilisenin avlusu ağzına kadar dolard ı . Efendisiy­ le, eski papaz muharebeye dair köylüye havadisler verirler, Türklerin kış geçmeden bozulacağını, bu se­ fer ista nbul'un mutlaka a l ı na cağını, ne kadar Türk 58


varsa bir tane kalmamak üzere kesileceği n l yana ya,. kıla söylerdi. Halbuki köyün altındaki şosede Canak­ kale'ye doğru hiç durmadan asker, araba, erzak, cep­ hane geçiyordu. Ali d i n lerine g irer gibi yaptığı Rum­ ların bu garazlarından heyecana geliyor, k i l iseden kocarak köyün aşağısından geçen ırmağın başına g idiyor, söğütlerin altına oturarak saatlerce düşü­ nüyordu. Demek kıştan sonra dü nyada bir Türk bı­ rakmayacaklar, hepsi n i keseceklerdi. Türklerin bun­ dan haberleri yoktu. Hattô geeeri askerlerin zabit­ leri yolda popaza rast gelirlerse muhabbetle selôm veriyorlar: «Nasılsın papaz efendi?>) d iye hatırını so­ ruyorlard ı . Kilisede edilen duaları bilseler. - Ben jandarma kumandanına gider, Türk ol­ duğumu söylerim. Bunların konuştuklarını anlatırım, niyetiyle kalkard ı . Daha kendi köyünün ne tarafa git-­ tiğini öğrenmemişti. Köyde yabancı görünce evvelô bunu sorardı. Bir gün yine kiliseden çıkarken ihtiyor popaza rastladı : - Nereye gidiyorsun Aleko? - Hiç, buradayım, dedi. - Öyleyse gel, seninle konuşalım. Popazın arkasında yürüdü. Külôhının altındakt örg ü l ü beyaz saclarını tutup koparmak, kotasına, su­ ratına karncı gibi indirmek i htiyacını duydu. Dişlerini sı ktı. Başını salladı. Papaz odasına yürüdü. Kapıyı ittt: -:- Gir, dedi. Bahçeye bakan bir pencere vardı. Kahverengi kalın bezden perdesi yarım acıktı. Papaz minderin üstüne, Meryem Ana kandili yanan köşeye oturdu. Ali kapının yanında ayakta d uruyordu. - Otur bakalım, dedi. Kapıyı it. Ali minderin ucuna i lişti. Popazın gözünün içine bakıyordu. Sordu.


- Senin anan, baban yok, değil mi? - Yok. - Hayır. . . Senin a nan, baban var, kimses iz de(jllsin. Ali'nin y ü reği oynadı. «Acaba Türk olduğum du­ yuldu mu?» şüphesiyle titredi. Bozuntu vermemeye çalıştı. - Hayır, Papaz efendi, sizden başka kimsem yok!.. - Va r. - Var ama, sen bilmiyorsun. Seni n anan, ba­ ban mil letin d i r. Ali, içinden «oh!» dedi. Popazın uzun b i r nutku­ nu cevap vermeden d inledi. D iyordu ki: - Adam a nası, ba bası icin her türlü fedakôrlığı etmeli. Hatta canını bile vermel i. Ö ksüzlerin anası, babası mil letlerdir. Her öksüz m il leti icin en büyük h izmetlere hazır olmalı. Öksüze bakan, büyüten mil­ lettir. Millet, evlôdından yardım ister.» Bugünden son­ ra i htiyar papaz her vakit Ali'yi odasına a l ıyor, ona bazı yerlerini anlamadığı bir lisenlar eski Rumların d ü nyada neler yaptığını, bir Rum kızının yüzerek gi­ d i p düşman gemi lerin i deldiğini, bir Rum kahramanı­ n ın ü ç yüz kişi i le bir milyonluk orduları bozduğunu hikôye ediyordu. , Ali, elifbeden başka bir şey okumamıştı. Ama bu korkak Rumlar bu kadar yaparsa; Türklerin evvel zamanda i stanbul'u, Çana kkale'yi alma k için neler yapmış olacakları nı düşünebiliyordu. Kış geldi, geçti. Yine bir sabah Ali kilisevi sü­ pürmüş, elinde süpürge, yattığ ı odaya dönüyordu. Popazın açık penceresinden eliyle kendini çağırdı­ ğını görd ü . Koştu. Süpürgeyi kapıda bıraktı. Kapıdan 80


girdi. Papaz saclarını tarıyordu. Arkasında siyah bir gömlek vardı . Tarağı yatağın yanındaki masaya bı­ raktı. Eliyle sactarını arkaya itti. Mindere ilişti. Kırp­ madan bakan mavi derin gözlerini Ali'ye d i kti. - Sana bir şey söyleyeceğim, dedi. Otur karşıma l - Buyurun. - Sen çok güzel Türkçe biliyorsun. - Biliyorum. - Ben Türk'üm, desen askerler şüphelenmezter, inanırlar. - Evet. - Sana bir mektup vereceğim. Bunu poturunun içine d i keceksin. Çanakkale'ye gideceksin. Askerle­ rin arasında bir yol bulacaksın. i ngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin. - Peki. Popazın yüzü güldü. Mavi, derin gözleri, parladı. Hôlô Çanakkale Türklerden alınmadığı icin bütün köy hal kıyle beraber matemdeydi. Her gün sinirl i si­ nirli düşünüyor, şoseden gelen geçen askerlerin yüz­ lerinden manalar cıkarmaya çalışıyordu. Ali, sokak. ta, evlerde, kilisede ibadetlerde bu umumi yeisi gö­ rüyor, icin için seviniyordu. Papaz gülümseyince o d a gülümsedi. Yine uzun bir nutuk d inledi. Zayıf uzun parmaklı, uzun tırnaklı sarı elleriyle beyaz sakatını okşaya rak coşan bu ihtiyar onda sarsıcı bir heyecan uyandırıyordu. Sekiz aydı r kilisenin alaca karanlığı içinde elemli gözyaşları gibi parlayan kand i llerin tit­ rediği gölgeler a rasında insana canlı gibi bakan re­ simlerin karşısında ruhu da değişmişti. « Büyük Yu­ nan, büyük Rumluk» emeli n i d i n ledikce kalbi şişiyor. acı bir azap boğazına tıka nıyordu. On dört yaşındaki cahil bir cocuk hayaliyle gözünün önüne köyü n ü n ·

61


cam i i n i getiriyor, daima a hretten, sırat köprüsünden, cennetten, cehennemden bahseden i htiyar imamı m ihrabın yanındaki yeşil boyalı kürsüye çıkartıyor, « Büyük Türklü k için, Türk düşmanlarının perişan edilmesi icin, tıpkı ihtiyar papaz gibi söyletiyor, ih­ tiyar popaz ı n sözleri n i Türkçe ona tekrarlatıyordu. Ertesi gün poturunun ağına mektubu d iktiler. Türk sanılsın d iye başına bir fes aldılar. Torbası dört g ü n­ l ü k ekmekle, peynirler, haşlanmış yumurta ile dol­ duruldu, veda ederken papaz alnından öptü. Eline bir kôğıt uzatt ı : - Bu Atina i ngiliz setirinden ewelce alınmış bir i.t imatnamed i r, dedi. Bunu i ngilizlere gösterdin mi bizim tarafımızdan geldiğini hemen a nlarlar. Şayet üzerinde yakalanırsa «yerde buldum» dersin. Bizden aldığını i n kôr edersin. - Peki. - Karşına i ngiliz askerleri çıkı nca «Kıbrıs» diye bağ ı r. Bu sene parola budur. Unutma ha. «Kıbrıs.» - Peki. - Hiç korkma. Vatan, evlôdının hizmetin i bekliyor. Mil letin kalbi seninle beraber, i ngiliz kuman­ danından bize haber getireceksin. Ne vakit bizi kur­ taracaklarını öğreneceksin. Bize müjdeleyeceksin! - Peki. Papaz, Ali'nin tekrar alnı ndan öptü. Yolda yeme­ Oi biterse almak için beş tane de mecidiye verdi. Ki­ l iseden çıkınca Ali jandarma kara koluna gidip, İ ngiliz kumandanına verilecek bu kôğıdı vermeyi düşündü. Ama vazgeçti. Her şey jandarmaların gözü önıJnde olurken onlar aldırmıyor, başlarını sallıyorlardı. « Ben bunu Canqkkale'ye, paşaya götürürüm» dedi. Hızlı yürümeye başladı. Hava acıktı. Tekerlek iz­ leri, hayvan izleriyle örtü.lü yol yine tenha idi. Bir ·

62


gün g itti. i ki gün g itti. Ü ç g ü n gitti. Geceleri yine funda lı klarda yatıyor, ama eskisi g ibi korkmuyordu. Şimd i ruhu çok kıymetl iydi. Ne aç, ne açık kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti -aklına getiriyordu. Yollarda rast geldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor. Rumlar arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. i ngilizierin bir adım i leri atmak ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. «Daha bir ay tutunamazlar. Boyunlarını kırarlan> deniliyordu. Arı­ burnu. Cehen nemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri . tayyareleri, bombaları, havadan yağan çivi yağmurların ı d inledi. Dinledikçe damarlarındaki kanı kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyle ôdeta koşuyordu. Dördüncü g ü n top sesleri daha ya kından işitiliyordu. Yolda, daha kala­ bal ı k askerlere rastladı. Karşıda siyah çal ı l ı kların arasında birçok beyaz çadırlar görünüyordu. Yürü­ dü, yürüdü. Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üze­ rine siyah bıyı klı, soluk kalabalıklı, iri bir asker otu­ ruyordu. Silôhı yoktu. Ona : - Paşa burada m ı oturur? diye sordu. - Hayır. - Bu çadırlarda kimler var?. - Yaralıl ci r, burası hastahane. - Paşa nerede oturur? - Ne yapacaksın?. Ali ona geriden bir mektup getirdiğini, bu mek­ tubun muharebeye dair olduğunu anlattı. Nefer «Han­ g i paşayı istiyorsun? Ben yaralıyım, iyi oldum. Ala­ yıma gidiyorum. Bizi m fırka siperlerdedi r. i stersen seni bizim paşaya götüreyim.» dedi. Ali buna razı ol­ du. Artı k şose bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerin­ den yürüdüler. Mekkôre hayvanlarına, küçük cephane 63


o robalarına, hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri d uyulmasa muharebe oluyor sanılmaya­ caktı. Akşa ma doğru bir çam ormanlığının içine gir­ d iler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağla­ ya nın şırıltısi çiuyuluyordu Derenin sağ tarafındaki s ırtta on beş yirmi kadar çadır vardı . Burası uzaktan beyaz catılı, tenha bir köye benziyordu. i nce a hşap bir köprüyü geçtiler. Nefer küçük Ali'ye: - Sen burada be� be kle, dedi, gitti. i lerledi. Nöbetçilerle konuştu. Cadırın birine · yü­ rüdü. Oradan cı kan lara bir şeyler söyledi . Sonra ko­ nuştuklarıyle beraber küçük Ali'ye döndü. Elini sal­ ladı. - Gel, diye hayk ı rdı. Ali, koşa koşa onların ya­ n ı na g itti. Sırmalı iri bir adam onu baştan aşağı süz­ d ü . Gülümseyerek sordu : - Hani mektup? - Poturumda dikili. - Ya kimden getirdin? - Papazdan ! - Bizim paşaya m ı ? - Hayır, . ingiliz paşasına. - ingiliz paşasına mı? Bu adam işi iyice anladıktan sonra «Gel, bunları yavere söyle» diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir cadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uza­ narak bir kitap okuyan gene bir zabitin önüne gö­ türdü. Ali, nasıl köyünü bulamadığım, nasıl Rumiara karıştığını, nasıl kendi n i Rum gösterdiğinden başla­ dı. Kilisede olup bitenleri, popazın söyledi klerini ni­ hayetine kadar anlattı. Zabit doğrulmuş, okuma ktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı. Kendi eliyle Ali'nin poturunu söktü. Mektubu çı­ kardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali'yi de onun arka64


sına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zabitle oturmuş sigara i çiyordu. Yaver selômladı. Ali'nin söylediklerini kısaca a nlattı: - Mektup da bu, dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana: - Oku bakalım ne? d iye uzattı. Tercüman tıpkı Girit muhacirleri g i bi söylüyor­ du. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz sekiz aydır köyün önünden g eçen topları n, taburların adedini, , Türkleri n silôhsız a hal iye yaptığı zulümleri uzun uzun anlatıyordu : «Da­ ha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz, dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz.» d iyordu. All'nin pkuno n · iftiraları duydukça yalan, ya- lan d iye haykıracağı geliyordu. Jandarmaları n, g e­ çen askerlerin, zabitlerin Rumiara ne kadar muhab­ bet gösterdi klerini hatırladı. Papaz mektubun niha­ yetinde kendini i ngiliz generaline takd i m ediyor: . « Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetişti­ rilmiştir. Her türlü fedakôrlığı, h izmeti yapmak için hazırd ır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçayi de ga­ yet iyi bilir. Her ne istersen iz yapar. Size Rum kah­ ramanlığının nasıl nihayetsiz bir harniyet olduğunu gösterir.» tavsiyelerinde b�:Jiunuyordu. Mektup bitince paşa, Ali'ye köye, popaza dair birçok şeyler daha sordu. Sonra karşısında hiç ses çıka rmadan d uran zabite bakara k yavere emir verdi: - Hemen telgrafla bu casusun tutulmasını ya­ zınız. Vakit geçmesin i - Baş üstüne. Yaver çıkarken i lôve etti: 65/5


- Bu çocuğa da beş lira mükôfat ver. Fakat Ali zeki bir cocuk serbestliği i le: - Ben para istemem, dedi. Paşa ayağa kal ktı. Tô gözlerinin içine bakarak: - Ya ne istersin? - H izmet etmek isterim . . - Nasıl h izmet? - Küçüksün, muharebe yazma n var mı?

edemezsin.

Okuyup

- Azıcık okurum. - Seni telefoncuların ya nına vereyim. Telefoncu ol. Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapma k, bir feda­ kôrlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Popazın ruhunda kopardığı fırtı­ naların g ü rüh üleri hôlô d i n memişti. Küçük bir Rum kızı n ı n yüzerek düşman gemilerinin altını deld i ğ i n i , b i r g e n e Rum'un üç y ü z kişiyle y ü z binlerce düşma­ n ı bozup vata nı kurtard ı ğ ı n ı unutamıyordu. Bir Türk cocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı? Rumlarlo , i ngil izierin parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman ta­ rafına gidip onlara da kendi n i Rum gösterebileceğl­ n i söyledi. - Belki bizim taraf için fayd a lı bir şey görürüm. anlarım. Size haber getiririm, ded i . Paşa. b u fikri çok muvafık buldu. « Ba k bunu dü­ şünemed i k.» diye hôlô hiç ses i n i çı karmadan otu­ ran zayıf zabite döndü. Gülerek Ali'yi okşadı: - Aferin sana . . .

66


Yaver Ali'yi çadırına götürdü. Ci kolatalar, şeker­ ler verdi. Hava kararıyor, yavaş yavaş her tarafı göl­ geler kaplıyordu.

Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargOh­ tan çıktı. O da al bir a ta binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insa n büyük­ l üğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatı­ ları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver a tından atladı - Artı k yayan gideceğiz, dedi. Buralarda muharebe olmuştu. Ali onun a rkasına takıldı. Neferler atlarının yanında kalmıştı. Yaver ön­ de o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Birtakım as­ kerlere rast geldiler. Hepsi selôm veriyorlardı. Son­ ra kazılmış yola girdiler. Etraf görünmüyordu. Yürü­ düler, yürüdüler. Bir tepenin arkasına çıktı lar. Bu­ rada in gibi yerler vardı. Yaver bu inierden birine onu soktu. i çeride üc dört zabit oturuyordu. Ali'yi onlara gösterdi. Paşanın arzusunu anlattı. Kumandan bey dediği esmer adam: - Pekôlô dedi. Ama gündüz gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi i leri hatta gönderirim. Son d irse�in nihayetinde iki nöbetçi siperi vardı r. Oradan fundalık yarı görsün. Gece yardan aşağı iner. i ngiliz mevkii· ne doğru cıkar. Sabahleyin beyaz mendi l gösterir. Belki vurmaz, a l ı rlar. Telefonu eline aldı. Söyledi klerini tekrarladıktan son ra bir emir neteri kattı. - Haydi çocuğum, korkma. - Korkmam.


Küçük Ali g ü lüyor, seviniyordu. Siperierin icin­ den yürüdükce kalbinin sevinçten çarptığını, tatlı bir hara retin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi olu­ yordu. Bugün muharebe olmuyord u. Geri hatları geçti. En ileri hatta e rişti. Siperin içinde birkaç nefer ayak­ ta ileriye ba kıyor, ötekiler aşağı oturmuş konuşuyor­ l a r, g ü lüşüyorlar, türkü söyl üyorlar, kaba k cal ıyor­ lardı. Sanki buraları bir düğün yeriydi. Her hatta bir­ takım gene zabitlere rast geliyorlardı. Zabitler Ali'ye de birçok şeyler soruyorlard ı. Kumandan beyin d ir­ sek dediği sipere gelince emir neteri onu kısa boy" lu, gözlüklü bir zabite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu zabitin yanına oturdu. Neterin kı­ saca söylediklerini daha uzun anlattı. Zabit: - Peki çocuğum, bize misafir olursun, gece sa­ l ıveririm, dedi. Onu kum torbaların ı n a rasındaki küçü k bir deli­ ğe ya klaştırdı. Funda ormanını, derin yarı gösterdi. Eline bir dürbü n ' verdi. Ingiliz siperlerini buldurdu. Bu yarın etrafı boştu. ilerlemek mümkün olmad ı ğ ı icin iki tarafın da askerleri yoktu. Gece oluncaya kadar zabitin yanında kaldı. Zabitle beraber yemek yedi. Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamış­ tı. Zabit kendi eliyle onu siperin üstüne çıkardı. Ha­ va o kadar kara n i ı ktı ki, siperlerde sanki hiç insan yoktu. Yalnız manası a nlaşılmaz, uzak sesler duyu­ luyor, fakat hiç bir ayd ı n l ı k görünmüyordu. Küçük All gündüzden gördüğü yarın d ibine doğru inmeye baş­ ladı. Düşmernek için · calılara tutunuyor, esvapları. yüzü gözü ciziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağı­ nın a ltında toprak, taş parcaları kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözü kara nlığa alıştı. Bulutlar git­ tikçe yıldızl a r çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu. Va68


rın i ngiliz tarafına tırmanacak bir yer buldu. Belki dört saatte burasını çıkmaya çalıştı. Biraz dinleniyor. Bir parça ekmek yiyor. Tekrar fundolara sarılıyordu. Ba­ zan karşısına geçilmez bir kaya çıkıyor, tekrar ine­ rek başka bir taraftan tırmanıyordu. Türk siperleri­ nin üstü morlaşırken Ali ingiliz siperlerine iyice yak­ laştığını gördü. Şimdi biraz d urdu. Cebinden karar­ gôhtan verdi kleri beyaz bezi çıkardı Kopardığı bir değneğe taktı. Yukarı kaldı rdı. Ufkun üstündeki mor­ fi.ık pembeleşiyor, yıldızlar kayboluyordu. Yüz a d ı m kadar yaklaştığı tepesindeki siperden birtakım ses­ ler d uyuldu. - Kıbrıs, Kıbrıs! diye bağırdı. Popazın parolası hemen anlaşılmıştı. Görünmeyen insanlar cevap verdi ler: - Ela, Ela. Küçü k Ali sesin çıktığı tarafa doğru yürüdü. Da­ ha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaların arasında tü­ tek uçları görünüyordu. Torbaların üstüne çıktı. Bo­ yın atlayamadı. Çünkü pek derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin açılmış kucağına düş­ tü. Etrafına toplanan i n g ilizler anlamadığı bir !isan­ la ona sualler soruyordu. Ali, derin bir hac çıkarıp, « Ben Rumum!» dedi. Getirdiği mektubu gösterdi : - Puni General? - Olrayt. - Olrayt. Siperin içinde konuşuyorlar, sanki birini a rıyor­ lardı. Onun yeraltı yolunda geri götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insan ları ayrıy­ dı. Hepsi, sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiç birisi gülmü­ yer herkes surat asmış, bir şeye dargın g ibi duru­ yordu. Veraltı yolunun n ihayetindeki inde uzun bir 69


sandalyeye yaslanmış ingiliz zabite de Ali Rumca meramını a n latmaya çalıştı. O va kit biraz d urdular. Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu, tercü­ mandı. Ali popazın söyledi klerini tekrarladı. Mektup koynunda idi. Çıkardı. Zabite uzattı. Zabit tercümanı d i nled ikten sonra sevinerek kalktı Ali'nin elini sıktı. Yanındaki . küçük masan ı n üstünde çabuca k raporu. n u yazdı. I k i askerle beraber Ali 'yi kumandan ı n karargôhına gönderdi. Bu karargôh gayet kalabalı ktı. Tayyerelerin gör­ memesi icin küçük sık bir koruluğun içine, yerlerin oltına yapılmıştı. Hiç çad ı r yoktu. Ali, küçük pence­ rel i birçok odaların tô ortasındaki kapıdan gird i . i ce­ risi şeh i r evleri g i bi muntazam boyalıydı. Orada otu­ ran yavere neferler raporu verdiler. Ali'yi gösterdi­ ler. Yaver yanda bir odaya g i rdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıda gözüktü. Ali'yi çağ ırdı. Ali içe­ riye girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, be­ yaz kesik bıyı klı, kırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gör­ dü. Bu i ngiliz paşası olacaktı. Yanı nda asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca h itap eden bu oskerin bir tercüman olduğu anlaşıldı. Popazın söy­ ledi klerin i baliandıra baliandıra anlattı. i htiyar gü­ l ümsüyordu. Sözlerini tercüman naklettikçe kuman­ d a n i ngil izce bir şeyler söyl üyordu. Ali'nin sözü bi­ tince i ngiliz askeri kıyafetindeki Rum sordu: - Popazın mektubunda sizin her türlü fedakôrlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız? - Hazırım. - Buraya geldi ğ i n iz gibi g idabilir misiniz? - Giderim. Beni Türkler d e Türk sanıyorlar. Çok g üzel Türkçe bilirim. 70


- Türklerin karargôhlarına da, siperlerine de girebiliyor musun? - Giriyorum. Onlara satmak için tütün. bal ı k fa­ lan götürüyorum. - Pekôlô, pekôlô . . . i Qgiliz kumanda nı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali onun yorg un oynaya n dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mono cı karmaya çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercü­ man lafa başladı: - Kumandan papazına selörn ediyor. Biraz gee olsa· da mutlaka gelip sizi kurtaracağız. M utli::ı ka i s­ tanbul'u alacağız. Bunda şüpheniz olmasın. Sana kü­ çük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu kurup gizlice Türk paşasının çadırının yanına bırakacaksın. Kurul­ d u ktan yarım saat sonra patlar. Halbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp kurtulursun. - Kurtulurum. Kumandanın yüzü güldü. Hemen zile bastı. i ce­ ri gelen askere emirlerini verdi. Tercüman Ali'ye p o pazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türklerin kor- · kup korkmadıklarını anlamak istiyordu. iki zabit bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şey çıkardı­ lar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu, bombaydı. üs­ tünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler. Anlattılar. Tercüman kendisine onların sözlerini tek­ rarladı. - i şte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Ce­ virdin mi saat içeriden işlemeye başlar. Sen hemen kaç. Yarım saat sonra ne karargôh kalır, ne paşa . . . Hepsi havaya uçar. Ali masanın üstündeki siyah şeye daha d ikkatle baktı. Düğme beyaz bir madendi. Zabit i ngilizce daha z iyade tafsllôt veriyor, d ü ğ meyi parmağiyle iter gibi 71


yapıyor. i ngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz odım uzağına bile konsa yine tesiri n i n m üthiş olaca­ ğ ı n ı tercümana söyletti. Küçük Ali saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan z iyade idi. Tercün:ıan kumandanın ilti­ fatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece geld iği yerden g itmesine karar verildi. Kumandan e l l i i ngiliz l i rası i hsan etti. Ali kabul etmek istemedi. (( Kabul etmezsen köydeki fakiriere ver» d iyorlardı. Onu handaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Ö nüne et, ekmek, tatl ı lar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta h izmet eden neteriere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali'nin torbası yan ındaki sandalyede idi. Ali yemekleri yerken bu adamların alçakca ni­ yetlerini düşünmeye başladı. Halbuki Türk paşası böyle namertce bir oyun düşünmemiş, teklif etme­ mişti. i cinden ((gece Türklerin tarafı na g idiyorum, d i­ ye atlarım. Bombayı kura r, siperin d i bine bırakırım. Kendim kaçarım>> dedi. Fakat böyle yapsa siper uca­ cak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen i n­ g i l iz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siper­ den dönüp buraya gelmeni n ihtimali yoktu. Siper başları büyük kara rgôh ı n etrafı hep nöbetçi dolu idi. i n g i l iz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapı­ nın yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorla rdı. Ali bütün karargahı yerle beraber edecek bu korkunç ôlete ba kma k istedi. Yavaşca yanındaki torbayı ku­ cağ ına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman kurşun bir tuğla g ibiydi. Saati n düğmesi beyazdı. Gü­ müş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti . . . Bir parmak kadar. . . Tekrar geri çekmek istedi .. hayır . . . Düğme geriye gelm iyordu. Düğmeyi nihaye­ tine kadar itip bombayı burada bırakmak a klına gel72


di. Ama nereye kaçacaktı. Hemen onu tutarlar, · öl­ d ürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim et­ se ne fayda hôsıl olacaktı. Hiç . . . Yine i ngiliz kuman­ danının kasdı cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırd ı . i ştihası kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerin­ deki bi r haritaya bakara k konuşuyorlardı. N !3 olabi­ l i rdi? Kendi de beraber . . . Papaz, «mil leti icin ölenler daima yaşarlar.» demiyor muydu? Bu sözü yine ha­ yaline getird i ğ i köyün imamına söyletiyor, içinden: «Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil miydi?» diyordu. Büyük babasını, büyük anasını, dayıları nı. amca larını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Kö­ yünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmaniara güzel bir darbe lndirerek, kendi de be­ raber yüzlercesini öldürerek ölmek . . . Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağı i l e düğmeyi yavaş yavaş t ô nihayetine kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işl iyordu. Kulağını yaklaşt ı rdı. Tık . . . tık . . . tık . . . Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor g ibi yaptı . . Yarım saat! Fırında çal ışırken evierden gelen tepsiler fırın­ da yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani . . . Ar­ tık yemiyor, düşünüyor ve hatta hesap ediyordu. Göz­ leri kumandanın kapısında idi. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. S ı rtında bombanın işledi­ (Jini d uyuyordu. B i r tepsi kızaracak vakit geçmişti. Masadan doğ­ ruldu. Ayağ a kalkınca yaver döndü. Tercüman : - Karn ı n doydu mu oğlum? d iye sordu. - Teşekkür ederim. Kumandana bir şey dahG söyleyeceğim. Demin unutmuştum. - Bana söyle yavrum, yavere söyleyeyim, o ha­ ber versin. 73


- Hayır, çok mühim b i r şey, ben kendim söyle­ meliyim . . . Tercüman Ali'nin ı s rarını yavere söyledi. Hari­ tayı katlıyan yaver gülerek Ali'ye baktı. «Oirayt» di­ ye başını salladı. Bombayı götüreceği icin onu çok takdir ed iyordu. Yaklaştı. Omuzunu okşadı . Ali bom­ b a n ı n- işlediğini duyaca k d iye korktu. ' - Hayd i gel . . . Tercümanla beraber yandaki kapıdan g i rdiler. Ba­ şıkabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri ka­ rıştırıyord u. Niçin geldiklerin i sordu. Tercüman ce­ vap verdi. Sonra Ali 'ye döndü: - Ne söyleyeceksin? dedi. - Türkler tarafına gitmezden evvel bomba n ı n patlayı nca n e yapacağını soracağım. B e n kaçıp kö­ ye gidince papazımıza anlatayım. Tercüman kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ed iyordu: - Bu en dehşetli cehennem makinesidir. i ki yüz · metrelik yerde ne varsa hepsini havaya ucurur. - Demek karargôhta ne kadar adam varsa hep­ si ölecek? - Hepsi . . . Bel ki yangın da çıkacak. Cephane­ leri bizimki gibi karargôhlarına ya kınsa onlar da ateş o lacaktır. - Ya bomba ateş o lmazsa? - Mutlaka a lır. Emniyet düğmesi n i ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar. - Bunda hiç şüphe yoktur ya . . - Asla . . . Ali durdu. Sırtında bomba n ı n tıktıklarını daha hızlanmış gibi işitti. "

74


- Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim­ Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti: - Ya nesin? - Türk'üm! - Türk mü? - Evet Türk . . .. Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. «Türk» lafını işi­ ten kumandan ayağa kal kmıştı. Tercümandan Ali'nin ne söylediğini an layınca yüzü kıpkırmızı oldu. Hid­ detle bağırdı. Yaver elindeki haritayı buruşturuyor­ d u. Tercüman da sararmıştı: - Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin. - Beni kurşuna d izemeyeceksiniz. Ali'nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürü­ dü. Kumandan hemen cebinden bir rovelver çı kardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade g ü lüyordu; tercüman a : - Vakit dar, çabuk söyle. O beni öldüremeye­ cek, ben onu öldüreceğim, dedi. Tercümenın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi ingilizce tekrarlamaya vakit kalmadı ! ""

Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinln gerisinde her tarafı saran büyük bir infilôk g ü rültü­ süyle beraber bir dumanın yükseldiği görüldü. Du­ manların arkasından kalkan siyah a levler a kşama ka­ dar sönmedi. Tarassut zabitleri telefonla kumandan­ larına: « i ngilizlerin karorgôhları tahmin olunan yerde '75


emsalsiz b i r infilôk oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyorelerimizin eseri değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır.» d iyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı .. Yalnız paşa çadırında her sabah garip bir elemle kü­ çük Ali'yi hatırl ıyor, erkônı harbine: «0 gönderdiğ i­ . m iz cocuktan hôlô bir haber çıkmadı. Acaba büyük infi lôkte, yangı nda kendisine bir şey mi oldu? di­ yordu.

76


HÜRRIYET

BAYRAKLARI

. . . O a kşam Demirhisar'dan Cumayibôlô'ya gee ve yorgun gelmiştim. Gündüz hava pek sıcaktı. Baş a ğrısı bana eski, . pis otelin ac tahtakurularını bile du­ yurmadı. Fakat sabahleyin zurna, davul seslerine ka­ rışan naralar, türkü ler beni uyandırdı. Gözlerimi oc­ tım. Tozlu, soluk soluk kırmızı perdelerden yakıcı bir g ü neş taşıyor, bütün odayı dolduruyordu. Gerinirken yalancı inkılôbımızın, bu kansız, hakikatte ancak manasız alkış tufanlarından i baret olan zava l l ı düz­ me Türk inkılôbının ikinci senesi olduğunu hatırla­ dım. Evet, bugün m i l l i bir bayramdı!.. « Lô kln. a caba hangi mi lletin bayramı?» d iye düşünerek kalktım. Pencereye yaklaştım. Dışarıda karmakarışık bir ka­ laba l ı k dalgalanarak kayneşera k a kıp gidiyordu. Kar­ şıki cürük tahta peykeli Ulah, Bulgar d ü k kaniarı acıktı. Sa hipleri bu d iyara yeni gelmiş hôkim yaban­ cılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk d e­ Jikanlılarına g ü lümseverek bakıyorlardı. Bu «On Tem77


muz» o layı, bu n ü mayiş hakiketen seyre löyı ktı. Yü­ zümü yıkamayı sonraya bırakarak sandalyeyi çektim. Camı açtım. oturdum. Biraz ileride Yahudi'nin Kız ı l Kahvesindeki g ramofon bu hareketlerle, nümaylş­ lerden haberi var da o da gürültürere karışmak isti­ yormuş gibi bütün kuvvetiyle, eskisinden z iyade bir gürültü cı kararak haykırıyor. uzaktan, el şa kırtılarıyle, «yaşasın!» feryatlarıyle uğuldeyan bir mızıka sesi yak­ laşıyordu. Cumayibôlö piyade a layından bir müfre­ ze tebr i k icin hü kGmete · g i diyordu. Binbaşı -kır sac­ lı. esmer, saf cehreli bir adam- beyaz qtının üzerin­ de şaşırmış bir gelin g ibi sallanarak, önüne bakarak gidiyor, a rkasından dörder dörder gelen ezeli acemi­ ler ö rnirieri gibi önlerine bakarak, mızıkanın çaldığı: Ordumuz e tt i yemin, Titredi hak ü zemin.

parcasını tekrarlayara k geçiyorlardı. Ondan sonra sır­ malı Türk esvapları giymiş gene ve fazla sarı. bir bey, b i r sürü gene a rkadaşlarıyle bir muzafferiyatten dö­ nüyormuş g ibi kabarara k as keri takip etti. Onların a rkasından da çingenelerden, sefillerden mürekkep d iğer bir sürü . . . Sonra büyük, kırmızı bir bayrak gö­ ründ ü . Ü zerinde üstünlü esreli birtakım yazılar vardı ki, o kuyamıyordum. Bayrağın etrafında birçok sa­ · rıklı kafalar. büyü k garip dev papatyaları gibi dalga­ lanıyor, a rkadan höki esvaplı, ikişer olmuş rüştiye cocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı . Tutturdukları: Arş ileri, arş ileri! Alalım düşmandan eski yerleri.

..

nakaratını o kadar candan ve gönülden haykırıyorlar­ dı ki, önümden geçtikç_e hepsinin zayıf boyunlarındaı 7i


ince damarcı klarının şiştiğini, feslerinin a ltından k ı r­ mızı terler aktı ğ ı n ı görüyordum. Bu nümayiş akıntısı belki yarım saatten ziyade s ü rdü. Afyonunu fazla kaçırmış b i r d e rviş gibi dalmış g itmiştim. Vatanımın, Türkiye'nin, bu mutlaka öle­ ceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, ye se pek benzeyen a cı b i r hisle bütün zihn iyetimin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duyuyord um. Odamın kapısı açıldı. Rum otelci atlarımın hazır ol­ d uğunu söyledi. Razlı k'a gidecektim. Demek bu geeeki milli şen­ liği orada görecektim . . . Hemen giyindim. Giyinirken otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim.

Bir saat sonra Papaz bayırına çı kan dik yokuşu tırman ıyordum. Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi. Ufak bir duman bile yoktu. Sırtlarda beyaz hudut ku­ leleri parlıyor, hafif bir rüzgôr estikçe sanki güneşin sıcağını a rttırıyordu. Bir sel yarıntısı nın içinde yürü­ d ü m . i rili ufakl ı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yü­ rümesine môni ol uyordu. Buralarda hiç yol yoktur. Hatta bir keçiyolu bile . . . Etrafı ma bakıyordum; gör­ düğüm yerler kücü kken coğrafya kitapla rında o kadar ehemmiyetle okuyara k tahayyül ettiğimiz · o mahut porta kala benzeyen a rzı hiç andırmıyordu. Sa nki üze­ rinde insan ve hayvan yaşamayan bir küren in, meslô ölmüş. donmuş denilen ayın bir köşesinde idim. Taş­ lar, taşlar, taşlar . . . Sarı, ôkım topraklar, cılız, sıska ağaçlar, çal ı lar, çal ı l ıklar, yine çal ı l ı kla r. Yalnız tel­ graf direkleri bu ikli mlerden vaktiyle yan ı l ı p da bir k e­ recik geçmiş zannolunan medeniyet hulyas ı n ı n be79


l i rsiz izlerinde dikilmiş büyük, öksüz tôôccüp işaret­ leri g i bi yükseliyor, onun kactığ ı ormanlı ufuklara doğru birbiri arkasına sıralanıp gidiyordu. Ve yolcular hep bu g ü neş, soğuk, rüzgôr, tipi, kar altında kapkara olmuş ölü direkierin dibinden gidiyor­ lard ı . i yice terledikten, nafesim kesildikten sonra te­ peye çıktım. Dinfenrnek için d uracaktım. B iraz ileride bir atlı gördü m, esvabından, kılıcının parıltısıhdan bir zabit olduğunu anladım. O da yere in miş, dinleni­ yor, tabakasından sigara sarıyordu. Yanına g ittim. Türklerde «takdim, takaddü m » e hacet yoktu. Bu tek­ lifsizliğimizi çok sever, çok samimi bulurdum. Yak­ laştım. Selôm verd im. Nereye gittiğini sordum. Gü­ lümseyerek cevap verdi: - Razlık'a efendim, siz? - Ben de. - O halde beraber gideriz. Bu esmerce, orta boylu, g üzel bir m ülôzımdı. Geniş, dolgun omuzlarının üstündeki büyük, dik başı. Iri, siyah gözlerinin mahmurluğu, sirklerde . kırbaclo ahlôkı bozul muş esir kaplanların acıklı s ü kOnunu ha­ tırlatıyordu. Konuşmağa başladık. Bütün Türk zabit­ leri g;bi kendi maiOmatına. mantığına. kendi itminan­ larına pek büyük bir ehemmiyet veriyor, münakaşa icin fırsat a rıyordu. Orada bir taşın üzerine oturdu k. Sigaralarımızı yaktık. Öteden beriden, bahsi politi­ kadan actık. Ben <<On Temmuz» un buralarda bile takd i r olunduğunu söyledim. M ülözım, hayretime ca­ nı sıkılmış gibi: - Ah, ne diyorsunuz? On Te riı muz'u takdir et­ mek . . . dedi, bu da laf mı? Bu bizim en büyük. en. şanlı, en ô li b i r günümüz. En m u kaddes m illi bayra80


mımızdır: Keşke üç gün olsayd ı . . . Çünkü bir gün bir gece, pek az . . .. - Demek, On Temmuz'a bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz? diye gülümsedim. iddialarının aksini söyleyerek asabi münakaşa­ cıları kızdırmak hoşuma g ittiğinden i lôve ettim: - Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı? - Osma n l ı milletinin . . . - Osmanlı milleti demekle Türkleri m i kasdediyorsunuz? - Hayır, asla . . . Bütün Osmanlıları . . . Genç mülôzımın koyu siyah gözlerinde sanki bir taassup ateşi parladı. Di nine küfredilmiş bir evvel za­ man Müslümanı gibi bakıyordu. Birden başlamayarak akli sualciklerle onun h issi mantığını şaşırtmağa ka­ rar verdim: - Bütün Osmanlılar kimlerd i r? , - Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bul­ garlar, Sırplar, Ulahla r, Yahudiler, Ermeni ler, Türk­ ler Hôsıl ı hepsi . . . . . •

- Bunlar, demek hep bir millet? - Şüphesiz . . . Tekrar güldüm: - Fakat ben şüpheleniyorum. - Niçin? - Söyleyiniz; Ermen i l er brr millet değil mid ir? Biraz durdu. Tereddütle cevap' verdi: - Evet. bir millettir. - Arnavutlar da bir millet? - Arnavutlar da. - Ey, Bulgarlar? - Bulgarlar da . . . 81/6


- Sı rplar? - Tabii Sırplar da. Gülerek, başımı sallayarak: - O halde sizin riyazi müspet hakikatıere iti­ kadınız yok, dedim. Ne demek istediğimi anlamadı. Yüzüme baktı. Ben devam ettim: - Hendeseden, cebirden, müsellesattan vazge­ celim. Hatta hesap bilmiyorsunuz. Hesabın «cem» koidesini bilmiyorsunuz, yahut bil iyorsunuz da bun­ ların doğru, esaslı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz. M ü lôzımın bakışı bütün bütüne değişti. Kendi­ siyle ağieniyorum sandı. Hiddetlenmesine meydan vermeden ben yine devam ettim: --=- Yanlış anlamayınız. Yalnız bana cevap veri­ n iz. Hesapteki «cem» koidesini hatıriayabiiiyor mu­ sunuz? - ! ! ! - Ben sjze söyleyeyim. · Tabii inkôr edemeyeceksiniz. Bir cinsten olan şeyler cemolunabilirler. Meselô on kestane, sekiz kestane, dokuz kestane! Hepsi yirmi yedi kestane eder değil mi? - Evet! !! - Bir cinsten olmayan şeyler cemedilemez. Meselô on kestane, sekiz a rmut, dokuz elma . . . Nasıl cemedeceksiniz? Bu mümkün değildir. Bu imkCinsız­ lık nasıl riyazi bozulmaz bir kaide ise birbirinden ta­ rihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları, mefkOreleri ayrı mil letleri cemedip hepsinden bir mil­ let yapmak da o kadar imkônsızdır. Bu milletleri ce­ medip «Osmanlı» derseniz, yanılmış olursunuz.

M ülôzım sigarasını unutmuştu. Yüzüme şaşala.82


mış g i bi bakıyor, onun şüphesiz ilk defa işittiği bu ka­ dar basit. adi bir hakikatten şaşalamasını ·sersemliğe çevirmek için ben izahatımda, daha mufassal, hara­ retli, devam ediyordum. Bi rçok misaller getiriyor, «Os­ manlılık» kelimesinin d üveli bir tabirden başka bir şey olmadığını, Rumların, Bulgarların, Sırpların, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uya n ı k m i lletierin Türklerden intikam almak, kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabii, da­ ha makul, daha mantı ki, daha haklı mefkOreleri ola­ mayacağını anlattım. Lak i n mülôzımın anlamadığım gözlerin�en, birden eaşmasından pek iyi anlıyordum. Sigaralarımız bitmişti. Nihayet: - Sizinle münakaşa edemem, dedi, çünkü fikir­ lerimiz taban tabana zıt . . . Ayağa kal ktı. Ben d e kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenanndan yürü­ rneğe başladı k. Yan gözle, çaktırmadan yüzüne ba­ kıyordum. Pek mustaripti, hep yere ba kıyordu. B i r şey_ söylemek ister g i b i bazı d uruyor, sonra vazgeç­ mrş gibi yine hızla yürürneğe devam ediyordu. Yine ben sükOtu bozdum: - Vakıa fikirlerimiz zıt, fakat azizim, inkö r ede­ mezsiniz, benimkiler doğru, değil mi? - Hayır, asla doğru değil. dedi. Tırmandığımız tepeden a rtık aşağıları gorunu­ yor. Karaali hanlarının üstündeki beyaz jandarma ka­ rakolu, Simitli'ye doğru a kan çakıllı dere parlıyor, uzakta seyrek, sık ormanla,r·ın nispetsiz boş alanla­ rında yan mış tahta yığınları hal i nde küçük köyler gö­ rünüyordu. Ayağa kal ka r kalkmaz yine sızmağa baş­ layan terlerimi ıslak mendilimle silerek yine ısrar ettim: - Lôkin, n için azizim, niçin doğru değil? .. 83


M ü lôzımın canı sıkılmıştı. «Affedersiniz amma!..» diye başladı ve coştu; eğer benim iddiarn doğru olsay­ dı o kadar büyük adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski, yeni bütün h ü kümetçi memurıcra «büyük adam­ lanı d iyqrdu. Hususiyle «Osma n l ı l ı k» fikri söylediğim kadar boş, · suni, hulya olsaydı muvafı k, muhalif bü­ tün siyasi fırkalar programiarına bunu esas yaparlar mıydı? Artı k Türkiye'de hiç adam yok muydu? Her­ kes yan ı l ıyor muydu? Söyledikçe müdafaasında, mantıkında kendirıi haklı sanıyor, haklı sandıkça daha ziyade coşuyor, biraz eğlenir gibi: - Demek koca · Türkiye'de herkes cah i l de yal­ nız · Siz ôl imsin iz. Herkes yan ı l ıyor da, hakikati yalnız siz a n lıyorsunuz, tebrik e d erim, tebrik ederim öyley­ se . . . d iyordu. ·

Vol birdenbire döndü. Derin bir sel yarıntısını geçmek ıazım geldi. Durduk. Doğru yürüsak atların ayakları sakatlanaca ktı. Bel ki düşeceklerdi. Etrafımı­ za ba kınıyorduk. Mülôzım sevinerek ve gülerek: - Ah, bakınız, azizi m . . . diye haykırdı, bakınız, işte Osmanlılığın şa hidi! Parmağıyla bin metre kadar ilerde uçurumlu bir yarı n kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösteri­ yordu. Siyah ve sürülmüş birkaç tariacığın içinde süp­ rü ntü halinde duran bu viranecikte birkaç da ağaç vardı. Dikkatsiz nazarlarla bakıyordum. M ü lazım el­ lerini çırpar gibi oğuşturarak: - Ah, görmüyor musunuz? dedi, görmüyor mu­ sunuz? Şu köycükte sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayra klarını görmüyor musunuz? Bugünkü Osmanlı­ ların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduk­ larını d ünyaya anlattıkları bu büyük, mukaddes gü84



Osma n l ı l ı k rüyasın ı . onun tatlı hezeyanlarını tas­ vir ediyor, a rtık büyü k Osmanlı m i l letine kimsenin ga­ lip gelemeyeceğini söylüyordu. Hôlô yarın başında. uzakta kırmızı bayra kları görünen Bulgar köyünün karşısı nda duruyorduk. B i rden elimden tuttu: ' - i ster misiniz oraya kadar gidelim, dedi, doğ­ ruluğuna i nanamadı ğ ı n ız Osmanlılığın nasıl kavi . halis olduğunu kendi gözlerin izle göreceksiniz. Ü şenmeyi­ niz, gidelim. bu muhterem Osman l ı ları, bu sadık köy­ lü Osmanlıları tebri k edeli m . Bu büyük gün için öpü­ şelim . . . nan

Daha ziyade rica ediyordu. Vakıô köye ancak bin metre . kadar vard ı . Lôkin aradaki dere pek sarptı. Oraya varmak için en aşağı bir saat lôzımdı. Yolumuz­ dan bir buçuk saat kadar kaybedecektik. Razlık'a geç kalacağımızı söyled im. Mülôzım rica ve ısrar ediyor. mutlaka bu zava l l ı ların samimiyetlerin i , sada katleri­ ni bana göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, ken­ d i fi kirlerini kabul ettiğimi, kendisiyle bir fikirde ol­ duğumu. deminki sözlerimin şakadan başka bir şey olmad ığını söyledi kçe o ısrar etti. Nihayet dayana­ madım: - Hayd i gidel im, dedim. O önden. ben arkadan derin bir ucuruma yuvar­ lan ı r gibi i n d i k. Dere kupkuru idi. Etrafta ki taşları, kumlu toprak yığınlarını g ü neş kızdırmış, ôdeta bir fı­ rına çevirmişti. Atlarımız bu münasebetsiz seyahat­ ten şaşalamış gibi bazı d uruyorlar, gelmernek isti­ yorlardı. Derenin dibinde köye çıkan yolu bulduk. i n­ diğimiz kadar cı kaca ktık. Nefeslerimiz d uruyor, her yirmi ad :mda b i r . d i nleniyor. tekrar taşları . çal ı kökle­ rini tutarak tırmanıyorduk. Ayaklarımızın a ltından top­ rak parçaları yuvarlan:yor kerten keleler kaçışıyer... 86


fundoların a rasına saklanıyorlard ı. i nce yol gayet d ik, leşti. Artık tepeyi tutuyorduk. Bir gayret, bir gayret daha . . . Hafif bir düzlüğe çı ktı k. Burası köyün önü idi. Yeni açılmış tarlaların kenariannda büyük gübre yt­ .ğ ınları duruyordu. Kırmızı h ürriyet bayra kları takan eve ancak yirmi otuz adım vardı. Durduk. Bizi birden gören zayıf, sarı tüylü, iri bir köpek havlamağa, üze­ .rimize atılmağa başladı . Gübreleri burunlarıyle ka­ rıştıran irili ufa klı domuzlar, minimini gözleriyle -«Bunlar kim?» gibi merak ve tecessüsle bakıyorlar­ <lı. Fakat biraz i leride, tarlanın n ihayetinde bel ile çalışan Bulgar, köpeğin havlamasını işitmemiş g i bi, hiç bize bakmıyor, kim olduğumuzu bile merak etmi­ yordu. On Temmuz bayramını tebcil için asılan bayra k­ toro baktım. Bunlar hava aldırma k için güneşe asıl­ mış kırmızı biber dizileri id i . . . Alça k kapıdan gözü­ ken kolları sıva l ı , pis, sarı, esmer bir kadın hain, ma­ vi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi bizi sü­ .züyor. etrafmızda havlayan, sıçrayan, deliren köpeği . ma hsustan çağırmıyordu. Şim di hürriyet bayrakları sandığı şeyleri n ne olduğunu gören mülôzım dudak­ ·larını ısırıyor, sapsarı kesil iyordu. Şaşkı n bir sesle tarladaki Bulgara : - Kolay gelsin gospodin! dedi. Bulgar hôlô işini bırakmıyor, başını çevırıp bize 'bakmıyordu. Yine yüzünü çevirmeden sert bir küfür :kadar çirkin bir ş ive ile: - Neznam Türkçe bre . . . d iye haykırdı. Ben de: mülôzım da donmuş kalmıştık. Ö yle du­ ruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyordu. Kadın aynı hain gözlerle bize ba kıyor. etrafım ızdo .cırpındıkça daha ziyade kuduran köpekler havlama87


sında devam ediyor, domuzlar gayet adi, ehemmiyet­ siz mahiOklar olduğumuzu anla mışler gibi sahiplerint taklit ederek bize bakma ktan vazgeciyorlar, gübre-· lerde· ezeli gıdalarını araştırmağa başlıyorlardı. Tor­ kıda calışa n Osmanlı - Bulgar vatandaş bir kere ol­ sun dönüp bakmıyor, copasıyle uğraşıyordu. Mülôzı­ mı kolundan çektim: - Haydi artık gidelim, dedim. Cevap vermedi. Beni takip etti. Dumanlaşan gözleri yerde idi. Artık ne onda, ne de bende münakaşa edecek kuvvet ve neşe yoktu. Hali bir cehennemin ucurumiarında kal­ mış g ü nahsız hayvanlar gibi idraksiz, dalgın, tekrar ucuruma gird i k. Tırmcndığımız _yollardan kaymaya başladı k. Tepeye, Karaali haniarına giden keçiyoluna çı­ kınca a rkama döndüm. Tô derenin öbür tarafında ka­ lan köye baktm. Hakikaten, zehir kadar acı olan bu kırmızı biber dizileri uza ktan pek cazibeli, a l hürri­ yet bayrakları gibi parlıyor, insana ne olursa olsun bir şeyi alkışlamak «Yaşası n ! yaşasın!» d iye haykırmak a rzuları ·veriyordu. ·

88


YÜZ AKl Mehmet Efend i _on senedir kasahada oturÜyor­ du. Köydeki torlaları, bağları, bahçeleri ortak eli nd& kalmıştı. Aziz a hbabı M üftü Hacı Ali Efendi ile dert­ leşirken: - Hepsini yanmış, kül olmuş farz ediyorum. Artık dünyada bir tane olsun doğru adam yok, dedl. Faziletin varlığına dini g i b i iman eden Müftü: - Var ama, sen bulamıyorsun, . diye başını sal­ ladı. Mehmet Efendi taştı: - Yok, yok, yok. Valiahi billôhi yok. Herkes yalancı. Herkes dolandırıcı. Denemediğim ne hısım kaldı, ne a kraba. Kardeşim bile beni a ldattı. - Öyle ise git malının başında otur. - Doğru söylüyorsun. « Gemin oldu, kıçındo . . . Ciftin oldu, içinde.ıı N e yapayım k i burada i şlerimi bırakamıyorum. 88


- Köydekilerini sat. - i ttifak etmişler. Kimse almıyor. Müftü Efendi dünyada doğruluğun, faziletin hôlô var olduğunu biliyordu. Fa kat nasıl ispat etmeli? Meh­ met Efendi gibi, kötülerin h ilesine tutulanlar imanla­ rını -da bozuyorlardı. Gel zaman : git zaman, bir gün gelecekti ki artık kimse kimseye inanmaz olaca ktı. - Benim tanıdığım bir çoban var. Çok doğrudur! dedi. - Çoban mı? - Evet . . . Mehmet Efendi yarası n ı n üzerine yeni bir yara açılmış gibi suratın ı acı acı e kşitti: - Hele o çobanlar? diye derin bir a h çekti. bin beş yüz koyunurndan nihayet elli tane bıra ktılar. - Pekôlô, bu elli koyunu benim söylediğim doğ­ ru adama ver. Yüz yapsın! Mehmet Efendi güldü: - Şaka etme. - Sahi söylüyor�m. Müftü tanıdığı çobanı a nlatmaya başladı.: Bu, dünyada yalan nedir bilmez bir adamdı. Gayet sattı. Dervişti. Ömrünü dağlarda, meralarda geçirirdi. Beş vaktine beş daha katardı. M üftü methettikce Meh­ met Efendi yumuşadı. - Bari benim koyunları ona versek . . . dedi. Ertesi gün yayiaya haber gönderdil e r. Çobanr kasaboya ca g ırttılar. Mehmet Efendi M üftün ü n kar­ �ısında onunla a nlaştı. Elli koyunu bu çoban gezdi­ recek, elli koyunun verdiği kôrdan beşte biri kendigo


ne a it olaca ktı. Koyunlar köyden getirildi. Bu küçük sürü ile çoban çıktı, gitti. Günler, aylar geçtyordu. Mehmet Efendi M üftüye rast geldikçe: - Bu çoban doğru çıkarsa köydeki bütü n işleri­ mi de ona bırakacağım, diyordu.

- Göreceksin, göreceksi n i - i nşallah.

Bir sene sonra bir cuma sabahı Mehmet Efendi evinin alt katındaki odada otururken «doğru çoban» ı karşısında gördü. Elindeki büyük bir toprak kapla ıslak bir post vardı. Bunları selôm vermeden sedirin yanındaki pencerenin içine bıra ktı. - Hoş geldin? - Hoş bulduk! - Otur bakalım . . . - Eyvallah! - Koyunlardan ne haber? Doğurdular mı? - Hepsi kısırmış! - Hic biri de doğurmadı mı? - Hayır. - Yünlerini ne yaptın? - Daha kırpmamıştım. Mehmet Efendi anlamadı: - Ne demek? - On i ki tanesini çaldılar. - Ey? - Geriye ne kaldı? - Otuz sekiz. - Otuz i kisi geçen sonbaharda kelebek oldular, öldüler. 91


--

Ey? .. Geriye ne kaldı? Altı. Beşi ni kurt yedi . . ..

- Geriye ne kaldı? - Bir! - i şte bu koyuna gozum gibi ba kıyordum. Evvelki a kşam sağdım. Sütüyle su yoğurdu yaptım. Dün sabah yayladan inerken zavallı ucuruma yuvarlandı. i ndim başına gittim, bir d e baktım ki ölmüş. Daha so­ ğumadan yüzdüm. işte postu . . . Çoban eliyle pencerenin yanındaki ıslak deriyi. gösterdi. Mehmet Efendi kır sakalım sol e l iyle tuttu. Önce kızardı, çoban susmuyordu: - Yağurt iki buçuk okka . . . Yarım okkası benim. Postekideki hakkımı size bağışlıyorum!

Mehmet Efendi hiç sesini çıkarmadı. Ayağa kalk­ b. Yağurt kabını eline aldı. yavaş yavaş «doğru ço­

ba n » ı n önüne geldi. Dolu kabı bütün kuvvetiyle ka­ fasına g eçirdi: - Al hakkını kerata ! d iye yu m ruklamaya başlad.t Tekmeleye tekmeleye kapıdan dışarı attı ! Bu esnada Müftü Efendi dostunun ziyaretine gel­ m işti. Kapıda çobanı suratı yağurt içinde görünce taşırdı, sordu: - Ulan bu ne hal? 12


Saf çoban uğradığı haksızlıktan şaşırmış gibiy­ di. Fakat yine mantığını kaybetmemişti. Acı bir ser­ zeniş tavrıyle: - Ne olacak efendim, ded i ; hesabını doğru ve­ ren işte böyle yüzünün okı ile dışa rı çıkar.

93


K O L A H Mıstık katmerli bir muhacirdi. Bulgaristan'da doğmuş, büyüyüp biraz a k l ı başına gel ince hemen hu­ dudun on dakika ötesine kapağı atmıştı. «Türkiye değ i l mi? Hududu geçer geçmez Bağd.ad'a kadar müsavi!» diyordu. Az zamanda Babyak'taki Türkçe bilmez porna kların a k ı l hocası oldu. Bulgaristan'da kalan a krabalarıyle mektuplaşmağa hacet yoktu. Onlarla Bulgar hudut kara kolundaki nöbetçinin sün­ g üsü altında, küçük bir hed iye mukabilinde, saatla r­ ca oturup konuşabilirdi. Kurnazlığı sayesinde mem­ leketinden çı kmadan muhaci r olmuştu. Hatta içtiğ i « Karasu» bile doğduğu kasabadan geçiyordu. Fa­ kat bir g ü n Babyak mıntıkasında bir «hudut tashihi» yapıldı. Yerleştiği köy yine Bulgarlam kalınca yuva­ sını bozmağa mecbur oldu. Bu sefer hudut kenarının içerilere müsavi olmadığını anladı. Ta Nevrekop'a kadar indi. Oört beş sene geçmeden Bal kan Harbi pa tladı. Hemen annesiyle i stanbul'a kaçtı. Dimetoka' nın medhiyle kulakları dolmuştu. Kalktı, oraya gitti. Bir köye yerleşti. 94


i cinden «artık biz ölünceye kadar muharebe ol­ maz!..» d iyordu. Köyün q n ka hvesinde Cihan Harbin i n havadislerine inanamadı. Fakat . . . - Vay anas ı n ı ! Yalan be! d iye haykırdı. «- Hudut d üzeltilecek!» diyorlardı. Haki keten bu hudut d üzeltildi. Mıstık'ın mu h acir gibi yerleştiği köy yine Bulgeriara geçti. Bereket ver­ sin ihtiyar annesi ölmüştü. Gamsız bir serseri tavek­ külü ile, tek başına Ergene köprüsünü aşarken «evve­ li Şam .. ôhırı · Şam!» dedi. Bu kadar kısa bir zaman içinde «birbiri üstüne dört defa muhacir olmak» onun yerleşmek hevesleri n i söndürmüştü. Gözün ü yumdu. Anadolu'ya atıldı. Aldatılabilecek milyonlarca saf adamlar arasında kalınca Şam'ı mamı unuttu. Şe­ hir şehir, kasaba kasaba dolaşmaya, ticaret etmeğe başladı . Ö nüne gelene külôh giydiriyordu. En kôrlı . bulduğu ticret, hayvan a l ı m satımı idi. Bir kasaba­ dan · a l ı n a n atın. yahut eşeği n pahası. en ya kın kasabaya götürü lünce değişiveriyordu. Bu pahayı, Mıstık kurnaztığı sayesinde değ iştjriyordu. Kırmızı , kuşağında, Rumeli'deki tabancasının yerine sakulu kara kılıflı makas her hayvan ı n değerine altmış ilôve ederdi. En miskin bir beyg iri a l ı nca tırnaklarını te­ mizler, yağlar, yelesin i , kuyruğunu frenkvari kes�r. düzeltird i . Sonra. torbasındaki o kimseye gösterme� d i ğ i , kimseye ismini söylemed iği siyah ottan b i r tu­ tam yedirince zava l l ı hayvan ı yirmi dört saat şaha kaldırır. Gözlerin i parlatır, azg ı n bir ejderha haline sokardı. Lôkin at pazarlarında da ima karşısında bir ra kibi vard ı . Onun alacağı hayvanı artırır, en kôr bı­ rakacak fırsatları e l i nden kopardı. Herkesi n « Molla» d iye çağırdığı bu heritin ismini bilmiyordu. i ri yapılı, cember sakallı. kalın catı k kaşlı , kırk beş l i k bir sof95


taydı. Küçük siyah gözleri hep önüne bakar, ince be­ yaz sarıkil kalıpsız fesinin a ltında tıraşlı, kafası, ge­ niş ensesi terden parıl parıl parladı. Mıstık'ın beğen­ meyip bıraktığı en miskin, en hasta, en ihtiyar hay­ vanları bile a lıyor, bir gün içinde gencleştiriyor, kuy­ ruğunu, yelesini kesmeden şeklini değiştiriyor, göz­ lerini parlatıyor, şahlandırıyordu ..

Mıstık henüz geldiği kasaba n ı n hanından girer­ ken yine bu herifi gördü Yeni bir zarara uğramış gibi b i rden bire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi. - Merhaba molla! dedi. - Merhaba? Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı. _:_ Hayvan olmağa mı geldin? - Sana ne? - Neye geldimse geldim. Mıstık kirli zayıf elini seyrek sarı bıyıklarına kal­ dırd ı . . Çakır gözleri bakaca k yer bulamadı. Renksiz dudaklarını kısara k gülü msedi : - Ortak olal ı m be . . . dedi. - Olalım. Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru yan yana yürüdüler. Kahvenin önünde eski pey­ keye oturdular. Ayaklarının dibinde iri alaca l ı b i r ta­ vuk «gut, gut, gut» diye civcivlerini gezdiriyordu. Pa­ zar yarındı� Mıstık koynundan tütün kesesini çıkard ı . Molla­ ya uzatırkan peykenin yanındaki pencereden içeriye bağırdı : - Bize iki kahve getir. 98


Molla: - Ben orucluyum! dedi. Mıstık a nlamadı: Ramazanda mıyız yahu? - Hayır. - ü c aylarda mıyız? - Hayır. - Ey, bu ne orucu? - Ben bütün yıl, bir gün yer, bir gün tutarım! - Sah i mi? - Vallahi . . . ...._

Mıstık tütü n kesesini tekra r koynuna soktu. Eğil­ di, camsız pencereden kahveeiye «iste m ez, kahve­ leri yapma» diye seslendi. icinden «Bu gebeşin kafa­ sına ben bir külôh geçiririm!ıı dedi. Kendisinin sofu­ l uğundan, kücü kken hafızlığa çalıştığından ama has­ talandığı icin vazgeçtiğinden, babasının yirmi yedi d efa hacca g ittiğinden bahsetti. Molla yere bokara k dinliyor, başını sallıyor, inanıyor; Rumal ilerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu. M ıstık sordu: - Sen nerellsin? - Kayseri li. - Kayseri nerede? - Bu tarafta. Molla, kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapı­ sını gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak : - Konya tarafında mı? diye sordu. - Hayır canım; daha yukarılarda. Mıstı k, Kayseri'nin nerede, hem ne olduğunu pek iyi bilm iyordu. Rumeli'de bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı kôfi gördü. işlere geç97/7


ti Konuştular. Anlaştılar. O günden itiba ren ortaklığa karar verdiler. Kôra, zarara, sermayeye ortak olu­ yorlardı. M ıstı k yine içinden: «Ben sana bir külôh giydireyim de, gör!» dedi. Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar. Mollanınkiler daha gene. daha dinc duruyordu. Birkaç gün daha burada kalıp çürük hayvanlar top­ lamağa sözleşti ler. ikisi de bir handa, karşılıklı birer k ü çü k odada yatıyorlardı. Bir gece M ıstık'ın oda kapısı vuruldu. Kalktı. Sürmeyi çekti. Açtı. Baktı ki ortağı . . . - Hayırdır inşallah Molla? .. - Sabahleyin ben bir köye kadar g ideceğim. Sana şimdiden unutmadan söyleyeyim. i yi bir iş var. Mıstık gözlerini daha ziyade açtı: - Ne? - Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz. - Ey? - Ben yarın burada yokum. Sen a ra , bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver. Mutlaka a l . - Beyaz eşek olur mu? - Olur ya . . . Mıstı k şaşaladı. «Şaka m ı ediyor?» diye sofu or­ tağının yüzüne dikkatle baktı. Hayır . . . Ciddi idi. Sor­ du: Ey, burada bulunur mu? Ne bilirsin? Bel ki bulunur. Pekôlô, yarın ararım. Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğ­ retti : - Suranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin'di r. Sen tanımazsın. Şimdi çok ihtyiar olduğu için evinden 98


çıkmaz. Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git. Orada birine sor, gösterirler. Çiftlik gibi bir ev . . . Pa­ zara gelmez.. Oturduğu yerde cambazl ı k eder. On­ dan ist�. De k i : «Akşama kadar mutlaka bir beyaz eşek bul.» elli liraya kadar vaat et. - Pekölöl Mollanın ağzından sert bir ra kı kokusu çıkıyor­ du. Küçük lambanın hafif aydınlığı ile gölgelenan yüzünde yorgun bir ııeşe vardı. Gö:a:leri dumanlı idi. M ıstık ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Bir lcrtife etmek istedi. - Keşke beni de iftara davet edeyd i n ! Beraber jçerd i k . . . Molla reddetti: - Höşö! Ben ömrümde bir katre ağzıma koymamışım, elhamdülillah . . . - Ey, bu koku n e be? - Dişim ağrıyor, ra kı i l e ağzımı çal kaladım. - Ya . . . - Öyle ise Allah rahatl ı k versin ! - Sana da . . . Mıstı k odasının kapısını kapayınca yine ' «Gidi ge­ beş sen i ! Ben sana bir külöh giydireyim de, gör!» dedi. Ayakta duramayaca k kadar sarhoş olduğu hal­ de yine soful u k tasiayıp ömründe ağzına bir katre koymadığını söylemesi Mıstık'ın sanki izzeti nefsine dokunmuştu. «Beni aptal yerine koyuyor ha!..» diye ellerin i kalçalarına dayadı. Durdu. Gözlerini küçül­ terek yere baktı: - Şuna bir külöh . . . i l k fırsatta bir külöh . . . Döndü . Kapıyı sürmeledi. Soyunmağa başladı. 'K endisi de «sıtma tutmasını> d iye torbasında daima birkaç şişe konyak gezdirirdi. Onun için kafası gün­ d üzden tutkundu. Hemen uyuyuverdi. 99


Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı . . Soka kların inek, öküz, kaz. koyun kalabalığı içinde yürüdü. i htiyar cambaz H üseyin'in evi ni buldu. Bu, ak sakallı, kısacık boylu, şeytona benzer bir adamdı . O n a l t ı yaşında bir cocuk kadar cevikti. Yürürken z ı p z ı p sıcrıyordu. Mıstık selômdan s clbahtan sonra beyaz bir eşek istediğini söyledi. ihtiyar böyle bir hayvanın buluna­ cağını ümit etmiyordu. Elli sened i r cambaz l ı k ettiği halde ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü. - Ama a ra sıra bir uğra; dedi, kısmetin varsa bulunur. - Akşamları uğrarım. - Ne vakit istersen . . . Mıstık o gününü a kşama kadar hayvan aramak­ la geçird i . Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın cam s ı k ı lmağa başladı. Bexaz eşeği bulup bulmadığını an­ lamak icin değil, sırf kend isiyle konuşup malumat peyda etmek icin ihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu. Karşısına çıkan Hacı Hüseyin: - Oğul, senin talihin varmış! diye bağ ı rd ı , bir beyaz eşek buldum. - Ne çabuk? - Sen gider g itmez, şişmanca, simsiya h b i r Arap geldi. Ama tuhaf bir Arap. Başında yeşi l bir hacı sarı ğ ı . . . Ben Hicaz'da askerli k �ttiği m icin Arapea bilirim. Arapea konuşmağa kalktım. «Gurbette unut­ tum.» dedi. Allah kimseyi g urbete düşürmesin! In­ san anadilini bile kaybediyormuş! Bu zavallı hacı pa­ rasız kalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya aldım. - Cok be. 100


- Ne yapalım? Sen eliiye kadar ver demedin mi? - Çok iyi canım, nerde bakalım, bir görelim. - Gel . . . Ahırda. Mıstı k sık adımlarla hızlı hızlı yürüyen ihtiyarın arkasına takıldı. Dış aviuyu geçti. Geniş bir ahıra g i r­ di. Köşede hakiketen süt gibi bembeyaz bir eşek duruyordu. - Çok güzel, yarın gelir alırım, dedi. i htiya r sordu: - Şimdi neye almıyorsun? - Yarın sabah, dedim ya . . . Akşamın hayrı, sabahın şerrinden beterdir. - · oıur, sabahleyin gel. - Güneş doğarken . . . dedi. . Çıkarken avlunun çitlcri ne, kapının kenarlarına, ahırın saca klarına caktırmadan dikkatli dikkatli bak­ tı. Gözleri, sokağın karma karışık izlerinde, hana dö­ nerken: eBu fırsatı kacırmamalıyı m ! » diyordu. i şte beyaz eşek bulunmuştu. Bunu Molla'nın haberi ol­ mada n , alıp valiye götürmeli, bütün karı cebell ü be atmalı idi. Ama Molla eşeğin bulunduğunu haber alırsa gider, artırır, yine işi bozardı. Hana gel inceye kadar planını kurmuştu. Odabaşıyle hemen hesabını 'kesti. «Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye gidiyo­ rum, iki üç gün gel!ll eyeceğim.» d iye heybelerini omuzladı. Gizlice başka bir hana g itti. Saba h ı dar et­ ti. Erkenden, ortağına giyd ireceği külahı düşünerek uyandı. Bir ucunu pencere parmaklığına bağladığı uzun kırmızı kuşağını döne döne sararken. yanında başka birisi varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı: « Hacı Hüseyiiı'e niçin kırk lira vereceğim? «- Ya ne yapmalıyım? -

1 01


«- Çitler alcak. Kapı da harap. Köpek d e yok. Gidip gece çalarım. «- Sonra? «- Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kena­ rına götürür saklarım. Eşeği gece götürü r, orada bo­ yarim. Sabah karanlığında hanla hesabımı keser, bo­ yalı eşeğe b iner, vilôyetin yolunu tutarım. «- Vilayete gidince? «- Eşeği sıca k su ile yıkar, Valiye satarım. «- Molla? c - Külôhı giydiğinin farkında olmaz bile . . . «- . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gö­ zünün önüne Molla'yı getiriyor, başındaki beyaz sarı­ ğının yerine küçük bir Rumeli külôhı geçiriyor, bu külôhı hayalinde bir sağa, bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek eğleniyordu. Çarşıdaki dükkônların hepsini dolaştı. Kınadan başka boya bulamadı. iki okka kına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer buldu. Molla'ya rast gelmernek için kasaboya dönmedi. Ge­ ce oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki tütün­ lerin hepsini içti bitirdi. Hava bozu ktu. Siyah bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı vakit vakit koyu bir ka­ ranlık kaplıyordu. Mıstık gece yarısından sonra bu karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin'­ in evine geldi. DurdU. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı d inledi. Bir şey duymadı. Yürüdü, Ahıra doğru gitti. Kapı aralıktı. i tti. i çeri girdi. Karanlığı d inledi. Cebinden cıkardığı kibriti çaktı. Köşede, · eşek tıpkı bir mermer parçası g ibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak yürüdü. Yularının bağı kördüğüm olmuştu. E lleriyle, d işleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş so102


ğukkanlı kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı. Beyn inde bir yaygere d ı r koptu: «Hırsız var, hırsız var, koşun çocuklar? Hırsız var.» Mıstık cabaladı, cırpı ndı, kurtulamadı. Avlunun sağında k i yer odalarından elleri ışıklı kadınlar koşu­ yorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına sarıla­ nı tanıdı. Bu, Hacı Hüseyin'di. Dün sabah bir yaban­ cının gelip kendisinden yüksek fiyatla beyaz eşek istemesi . . . Sonra o gider gitmez tuhaf kıyafetli, Arapça bilrı:ıez bir Arap'ın kendisi ne bir beyaz eşek getirip satması . . . Daha sonra ertesi gün gelip eşeği alaca ğ ı n ı söyleyen müşterinin gorunmemesi onu şüpheye düşürmüştü. i şte «Bunda bir kurt yeniği var!)) diye bu gece uyumamış. kuyu başında ki bostan gölgeliğinde beklemişti. Ya kaladığının gelmeyen. müşteri olduğunu görünce öfkesinden deli olacaktı. - i p getirin! diye haykırdı. Coluk çocuk, damat gelin, bütün ev halkı uyan- · mıştı. Kal ı n iplerle Mıstık'ı sımsıkı bağladılar. Canım cıkanneaya kadar dövdüler.

Sabahleyin yağmur barda ktan boşanırcasına ya­ ğıyordu. Hacı Hüseyin damatlarıyle, kalın incir ağa­ cından, y·a kaladığı hırsızı çözdü. Aya kları n ı n bağlarını gevşetti, arkasno taktı. Beyaz eşekle beraber h ü ku­ met konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çı kan eşeğin reng i atıyor. boynunda, sırtında, sağrısında yol yol beyaz siyah çizgi ler peyda oluyordu. Eşeği n rengi şakır şak ı r yağan yağmurla böyle harelendi kce 103


'H acı H üseyin, daha beter h iddetlenlyor, dönüp dönüp Mıstık'ın ensesine tokatlar indiriyor: «Gidi sizi dolan­ dırıcıları i l k önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o ya­ lancı Arap! Cıkarın altınları mı . . . » diye küfürleri bası­ yor� u. Gören a laya katıldı. Vaka hemen duyuldu. Bü­ tün kasaba hü kümetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe ba kıyorlar, bir M ıstık'a.. Gülrnekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkôncılar; kına aldığı o ktar, han­ cılar onu tanıdılar. Daha jandarma zabiti gelmemişti. Uzun boylu çavuş yanındaki neferlerine gülerek em­ rini verd i : - Tı kın şu uğursuzu bodruma! Yağmur a ltında -eşek g i b i onun da rengi değişmesini Neferler Mıstık'ı tuttular. Ahalinin arasından çek­ tiler, kol larının bağlarını çözmeden dar bir kapıdan kapkara n l ı k bir yere fırlattılar. M ıstı k, bu karanlı kta yapayanlız kalınca Molla'nın kendine ettiği oyunu se­ zer gibi oldu. Gözünün önünde siyaha boyanmış, cember saka l l ı bir cehre kırmızı d i l i n i cıkararak sırıt­ t ı . Bu hayelin tıraşlı başında g iydiremediği külôh ye­ şil bir hacı sarığı vardı Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuza ktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzaktı ki . . . Hem h ilekarlı k; hem dolandırı­ cıl ık, hem hırsızlık. Düşünüyor, düşünüyor, aşık ke­ m ikleri ne kadar kafasına geçiri lmiş, üç katlı kurşun bir külôhın altında ezilmiş g ibi kıvranıyor, kara n l ı kta oyaklarını yere vurarak: «Tuh bire a nasını!» d iye su­ ratını bir sağa, bir sola çeviriyordu, o o

1 04


ÇAKMAK - Ulan lboş, sen misin be?!. - Vay Mıstık, sen ha? - Ben ya . . . i ki hemşeri hemen kucaklaştılar. Makedonya'dan cıktıkları günden beri görüşmemişletdi. Şimdi bu hüc­ ra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inieye in­ leye a kan çak ı l l ı dereci ğ i n başı nda böyle karşı kar­ şıya gelmek . . . Onlar icin umulmadık bir saadet ol­ du! Hayretle karışan sevineleri pek samimi idi. Terk ettikleri eski vatanlarında i k isi de sürücülük yapardı. Yılın her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan'a geçerler, a t, katır, eşek a l ı r­ lar . . . Kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan'­ dan zahire taşırlardı, bırbirlerinin hakkında n ihayet­ siz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz birer canlı mücevher g ibi mavi mavi par­ layan küçük gözlerini aynatarak sordu: 1 05.


. .

Ne yapıyorsun bakalım? Hic . . . Burada n e arıyorsun? Hiç geçiyorum. Ey sen? Ben de. Ner�ye gidiyorsun? Daha belli değil. Sen nereye? Benim de bel l i değ i l ! N e vakitten beri burodosın? Bir oy var . . . Ben de aşağı yukarı b i r oydir buradayım . .. .. . ..

. . . .

. . .

.

.

. . ..

'

i kisi de henüz genctiler. Coluklorı cocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle belierindeki kuşa kları idi. Anadolu'da şehi r, kasaba, köy beğe­ nemiyorlordı. Çiftçi olmadı kları ic:n toprağa, zonoot sahibi olmadıkları icin çarşıya ehemm iyet vermiyor­ lord ı. Aradı kları kolabal ı k bir ticaret yeri i d i ! Yüzde .üç yüz kôr bırakocak bir ticaret yeri . . . i boş: - Gözünü sevdiğim Rumeli'si . . . dedi, nerede o -gü nler? Mıstı k boşını salladı : - Nerede? . . Eski comlar bordak oldu. i şin yok­ ·so burada on kuruş gündelikle eşek g ibi ça lış . . . Derenin kenan düz bir çimenlikti. i htiyar söğüt -ağacı alaca gölgelerini sudeki aksine kı rıştırıyor, et· rafteki nihayetsiz torlolor, tenholı kloriyle z ümrüt kumlu bir çölü ondırıyordu. - Cökelim şuraya, be can . . Çökelim be . . . .

'1 0ô

-


Cimenierin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık ha­ zin hazi n a kan dereye bakarak: - Ah, nerde Mesta? dedi. Sonra Anadolu sularının midesine dokunduğu­ nu, sıtma yaptığını aniatmağa başladı. Kara kaşlı. �ara gözlü, tı knaz, insan esvabı giymiş bir öküz ka­ dar kuvvetli i boş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor� yanakları ndan kan damlarken, Anadolu 'ya geldi ge­ leli hastalı ktan baş kaldıramadığını söylüyord u. Su­ lardan sonra sırasıyle havadan, yol lardan, şimendi­ ferlerden, dağlarda n, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. iboş büyük kırmızı kuşağından meş i n bir kese çekti. Dar poturunun yama nmış bir yırtığa ben­ zeyen cebinden n ikel bir çakmak çıkardı. Kirden ren­ gi belli olmayan bu keseyi Mıstık'a uzattı : - Yap bakalım b i r cıgara . . . Mıst ı k keseyi daha açmadan zayıf, tıraşı uzamış, p is suratını fena halde ekşiterek: - Tütün değil, mubarek, tezek! dedi. - Ah bizim tütünleri - Di Iber saçı sanırdın . . . - Bir tutarn sırma idi . . . Cigeralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, re 1 ının kaça kçılann aleyhinde küfürler savurarak içmeğe başladılar. Her şeyden ziyade Anadolu'nun ahlôkın­ doo, h i lekôrlığından, geçimsizliğinden şikôyet edi­ yorlardı. M:stık: - Töbe! Töbe! dedi. Hele yalan yere yemin etmeleri. . . - Evet, b u e n fena tabiatları . . . - B i r gün yer yarılacak, valiahi hepsi batacak . . . - Batacak, batacak . . .

•.

1 0T


- Batacak . . . Tutulacak işleri, hükümetin himayesini, muha­ cirlik i mtiyazlarını konuştular . . . Belki bir saattan zi­ yade. . . Beğenmedi kleri tütünden, birbiri arkasına, onar cıgara icmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan iboş arandı, tarandı. Eğildi, üstüne oturdukları çimenieri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını cattı . Yumruklarını böğrüne dayadı. Cok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık'a baktı: --.. -

Ne var? Ver. diyorum. Ne istiyorsun? B i l m iyor musun? Yo . . . k! Ca kmöğı ver d iyorum. Hangi ca kmağı? U l a n , i nkôr mı ediyorsun? Neyi, be?

i boş d işlerini sıktı. Acı lan yumrukları titrerneğe başladı. Bu, ôdeta insanı eşek yerine koymaktı!1 Sa­ kin bir tatl ı l ı kla sordu: - Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi? - Hayır. - Ben tütün kesesiyle beraber bir cakmak cı karmadım m ı ? '

'108

Cı kardın. Cigaralarımızı o çakmakla yakmadı k mı? Ya ktık. Buradan kalkıp b i r yere gittik mi? Hayır.


-

Öyle ise çakmak nerede? Ben ne bileyim? Sen aldın . . . Hôşa . . .

lboş üstünü başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar te krar, aradı. Cakmağı M ıstı k'ın cal­ d ı ğ ı ndan artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşerili­ ğe ya kışmayacağını söyledi. Yalvardı. Yakardı. M ıs­ t ı k : «Hôşa . . . Kabul etmem valla hi!..» d iye birbir a r­ kasına yemi nleri basıyor, kavga cıkarmağa kalkıyor­ d u. i boş'un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti var­ d ı . Ona «bir p ire icin yorgan ya kan» derlerd i. En ufa­ c ı k hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta, bir defa, eşyasını taşıdığı bir müddeiumumi, bozukluğu olma­ d - ı ğ ı icin sürücü ücretinden i k i kuruşcuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bıra kmamak inadıyle i boş o vakt i n müfettiş-i umumiliği ne, da hiliye nezaretine, vi­ lôyete tam beş yüz kuruşluk şikôyet telgrafı cekmişti. Bu vaka bütün Rumeli'ce meşhurdu. - Sen beni bil irsin Mıstı k, ded i , ben kimsede ·bir şeyimi bırakmam. Ver şu cakma ğ ı ! - Almadım v a Ilahi. . . - Ey sen olmadın, ben d e almadım, ecin n iler ml gelip a ldı? - Bilmem. - Ben senden bu cakmağı cıkarırım. i boş mah kemeye müracaatla dava edeceğ ini söyledi .. Hiddetle kasaboya doğru g iden yola atıldı. Halbuki Mıstık ca kmağı ca lmıştı. i çinden: «Görmeden aldım. Şahit_ yok, sepet yok. Bir yemin deği l mi? Ederim.» dedi. Dışından - bir da­ kika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arka­ -daşına - · acı acı haykırd ı : 1 09


- Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğ im - Hayd i gel. . . Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yanyana yürürneğe başladılar, ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu . . . . Varım saat sonra. H ü k u met konağındaki k üçü k mahkeme salonun­ da idiler. Alt katta n, azgın zaptiye beyg irlerinin kiş­ nediği, tapindiği işitiliyor, açık pencereden birbirle­ rini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar gi­ riyorlar, siyah tahta l ı eski tavanın çatla klarında ça­ murdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı. Ak saka l l ı hökim, enfiyesini çekerek, bu iki ya­ bancının davasını dikkatle dinledi. iboş'a sordu: - Bu adamın cakmağını caldığına şahidin var mı? - Yok. M ıstı k'a döndü: - Sen de çalmadım diyorsun. - Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem. - O başka mesel e . . . Şimdi sen cal madığına ye­ min edeceksin. Eder misin? - Ederim. - Öyle ise evvelö, senin istediğin dava görülmüş olur. Yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Na­ musun temizlenir. - Pekölö!. Gayet soluk, lekel i bir yeşil cuha örtülmüş kür­ süye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı ki­ taba elinin bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı a lmadtğı110


na yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı i boş kaybetti! . . . Tam dışarı çıkarken, sevinen Mıstık'a hôkim: - Oğlum, sen on kuruş vereceksi n ! dedi. M ıstı k oğzıyle beraber gözlerini de açtı : - Niçin! Ben davayı kazanmadı m mı? - Kazandın. - Cakmağı benim olmadığım meydana cıkmadı mı? - Çı ktı. - Öyle ise ne parası istiyorsun? - Evvelô senin davan görüldü. Mahkeme paras ı . . . - !... M ıstık vurul muş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını, yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra i boş'a dö"ndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu. - ! - ? - Altmış para l ı k şey icin on kuruş veremem. Al mal ı n ı uğursuz. . . d iye, bir an evvel katiyen çal­ madığı tahakkuk eden ca kma ğ ı a rkadaşının suratı­ na fırlatt ı !

111


OÇ NASIHAT - Halk Edebiyatındon -

Durmuş'un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gencti. Kuvvetli idi. Öküzünün biri ölün­ ce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini d üzebilmek icin gurbete gitrneğe karar verdi. Gurbet, i stanbul demektir. Köyde k i m caresiz kalırsa, kimin. işi bozulursa istanbul yol unu tutar. Durmuş da tor­ basını omuzladı. Çarıklarını sıktı. Dere tepe aştı. Ni­ hayet istanbul'a geldi. iki gün hemşerilerinin kah­ vesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir eanatı yoktu. - Bari uşa k olayım, dedi. Kapı aramoğa başladı. Bir hafta g eçti. M ü naslp­ bir yer bulamadı. Bir gün kahveda Müsta k i m efendi ism in d e birini sağ l ı k verdiler; evi Edlrnekapısı'ndaı ·

1 12


Idi. Durmuş gitti. B u efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir i htiyar . . . Eteği n i öptü: - Uşak arıyormuşsunuz, beni al_ın efendim, dedi. Müstakim Efendi onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş: - Kastamonuluyum, dedi. - Evli misin? - Hayır. - Anan baban var m ı ? - Yalnız a n a m var. Baba m sizlere ömür . . . - N e vakit istanbul'a geldin? . - On gün evvel . . . -, O n gün boş m u gezdin? - i ş aradım. - Bularnadın mı? - Bulamadım. Kazanacağı parayı ne yapacağını, borcu olup ol­ madığını sordu. Durmuş'un verdiği cevaplardan mem­ nun oldu: - Peki oğlum, _d edi. Ben seni yanıma alayım ama. cok para veremem . . . - Ben cok para istemem efendi m, dedi. - Ama ben pek az para veririm. - Ne kadar verirsiniz? - Bir kuruş. - Günde bir kuruş mu? ,;___ Hayır . . . - Haftada bir kuruş mu? - Hayır . . . Durmuş biraz şaşaladı. Tekrar sordu: - Ayda bir kuruş mu efendim? - Hayır! Senede bir kuruş . . . 1 1 3/8


Durmuş bu ihtiya r efendiyi kendisi i l e eğleniyor sandı. Güldü. Önüne baktı. Utandı. Fa kat Müstakim Efendi yine: - Senede bir kuruş . . . Yalnız bu kadar değil. Bir d e nasihat vereceğim. Durmuş gözlerini yerden kaldırdı: - Ben nasihatı ne yapayım? Bana para ldzım efendim. - Para sarf olunur, biter, yahut kaybolur, oğ­ lum. Ama insanın aldığı nasihat hiç bitmez. Ölünce­ ye kadar işine yarar. Durmuş mahzun mahzun yine önüne baktı. Kuru lafın işe yarayacağ ı na hiç aklı ermedi. Tekrar Müs­ takim Efendinin eteğini öptü. Çıkıp gidecekti. i htiyar: - Dur oğlum, dedi. Şöyle d uvarlara ba k . . . Gö­ rüyorsun ya . . . Hep kitap dolu . . . Burada beş bin ki­ tap var. Ben bunların hepsini okudum. Ömrüm i l i m ile geçti. Saçım sakalım kitap üzerinde ağardı. Ak­ lın paradan daha kıymetl i, paradan daha işe yarar bir şey olduğuna kanaat getird im, nasihat hazı r bir a kıl demekti r. Yoksa ben sana senede beş on lira verebilirim. Fakat paradan daha çok kıymetli olan nasi hati veriyorum. Aklın varsa kal. Bana h izmet et. Durmuş: - Hayır efendim, bana para ldzım, nasihat lô­ zım değ il . . . dedi. Dışarı çıktı. Soka kta yal n ız kal ı n ca düşündü. Acaba bu paradan kıymetl i olan nasi hat neyd i ? Kah­ veye geldi. O gece merakından uyuyamadı. Acaba tek kuruşa katı k olarak vereceği nasihat ne idi? Sa­ bah olunca Edirnekapısı'nın yolunu tuttu. M üstakim Efendiye gitti. Eteği n i öptü: 1 14


- Vereceğiniz nasihatı mera k ettim, dedi. B i r sene size hizmet edeceğim. - Pekôlô oğlum, sene n ihayeti kuruşunla nasi­ hatini a lırsın . . •

Durmuş tam b i r sene kitap odasını süpürdü. Bah­ çeyi belledi. Su taşıdı. Merd ivenleri yıkadı. Camları sildi. M üstakim Efendinin her hizmetin i yaptı. Niha­ yet bir sabah efendisi onu çağ ı rdı: - i şte oğlum, yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Nasihatin i vereyim: «Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!» Al şu kuruşunu da . . . Durmuş. efendisinin uzattığı kuruşu aldı. Birden­ bire canı sıkıldı. Büyük bir nasihat a lacağını sanıyor­ du. Halbuki bu kuru bir laftı. - Ben bu nasihati biliyordum efendim, dedi. M üsta kim Efendi güldü: - Bil iyorsan iyi . . . Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi. Durmuş alık alık bakakaldı. Demek bir sene hep bu iki çift laf için çalışmıştı ha . . . Efendisinin eteği n i öptü. i zin a l d ı . Çı kıp gidecekti. Ihtiyar y i n e dedi ki: - i stersen bir sene daha kal. Yine bir nasi hat­ le bir kuruş veririm. - Hayır, istemem efend i m, d iye Durmuş çıktı. Hemşerilerinin kahvesine gitti. Gece yine merakın­ dan uyuyamadı. Acaba bu vereceği nasihat neydi? Bir sene sabretmiş, b i rinci nasihat Için çalışmıştı. Şimdi meraktan çatlayacaktı. Acaba ikincisi neydi? Dayanamadı. Kalktı. Müsta k i m Efen d i n i n evine g el­ di. Tam bir sene daha hizmet etti. Sene n ihayeti yine 1 11


M üstakim Efendi onu çağ ı rdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra: - Al nasihatini: c Emanete hıyanetlik etme!» dedi. Durmuş'un yine canı sıkıldı: - Efendim, ben bu nasihati biliyordum. - i yi ya işte . . . Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır. Durmuş giderken efendisi tıpkı geçen seneki gibi: - Oğlum, eğer bir sene daha kalırsan sana bir kuruşum ve son bir nasi hatim daha var, dedi. Durmuş kabul etmedi. Çıktı. Hemşerileri nin kah­ vesine gitti. Bir gece, iki gece, üç gece . . . Rahat uyu­ yamadı. Acaba efendisin i n bu son nasi hati neydi? Belki bildiği bir şeydi. Ama neydi? Hep bunu düşünü­ yordu. Sersem sersem iş a radı. Bulamadı. « Mademki iki senelik emeğim havaya gitti, bir sene daha uğra­ ş ı r, şu son nasihati de anlar, meraktc ka lmam» dedi. Tekrar geldi. Eski kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendiye hizmet etti. Sene n ihayetinde efendisi yine onu çağ ı rdı. Kuruşu eline verdi: - Al nasihati ni de, ded i : «Karını, · kendin git­ mediği n yere gece yatısına gönderme!» Durmuş bu nasihate de omuzunu kaldırdı. icin­ den: « Dipsiz bir laf işte . . . » dedi. i zin aldı. Çıkacağı zaman efendisi nereye g ideceğini sordu: - Artık memlekete efend im. - Başka bir yere girmeyecek misin? - Hayır . . . - Niçin? . . . - ü c sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim bakayım, ne oldu? 1 18


- Pekala oğlum, yalnız yola cıkoca ğ ı n zaman buraya uğra. sana bir hediye vereyim. Anana ben­ den götür, olur mu? Olur efendim, dedi. Hemşeri lerinin kahvesine düştü. Bu sene mem­ lekete dönecek gurbetcilere başına geleni anlattı. Hepsi g üldüler. - Ulan sen deliymişsin! dediler! Artık istanbul'da durmak istemedi. Ama memle­ kete nasıl gidecekti? Cebinde üç kuruştan başka on para yoktu. Gurbete yayan gelinirdi ama, gurbetten memlekete yayan dönü lmezdi. Para lôzımdı. Herkes kirayla sürücü atları tutardı. Ayakla bu sılacı kerva­ ' n ı na karışm ak mümkün değildi. Hemşerileri haline a cıdılar. Aralarında ona bir beyg ir kiralayacak kadar para topladılar. Tam Üsküdar'a geçecekleri a kşam Durmuş, efendisinin evine g i tti: - işte gidiyorum efendim, dedi. ihtiyar kalktı: «Yolun açı k olsun. Al şu hediye­ lerimi anana götür» diye ona iki büyük sornun uzattı. Durmuş içinden: - Hay münasebetsiz herif! Şu gönderdiği hadi­ yelere ba k! diye kızdı. Ama belli etmedi. Sornunları aldı. Kahveya gel-­ di. Heybesine koydu. Sılacılarla beraber Üsküdar'a ·geçti. Handa bekleyen beygirlere bindiler. Geceleyin ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe düz gitti­ :ler. Dağ,lar aştılar. Bir g ü n . bir ormanın kenarında taşkı n ca bir suya rast geldiler. Geçecek yerini bula­ mıyorlardı. Durmuş bu kadar bir su karşısı nda hem­ şeri leri n i n ürkekl iğine güldü. Atı n ı suya sürecekti. Tam bu esnada efendisi n i n verdiği nasihat aklına .geldi: - Yolunu, izini bllmediğin yere gitme! · -

117


Dizglni topladı. Atın ı n ön ayakları suyun içinde ldi. Yanı ndaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. i ki adım atınca birdenbire suyun içinde kayboldu. Çıksın d iye beklediler. Çıkmadı. O vakit c ivardan bir çoban bul­ dular. Suyun geçilecek yerini öğrendiler. Meğerse orası bir girdapmış . . . Durmuş. efendisinin nasihatini hatıriayara k atını o zava l l ıdan evvel sürmediğine. şükretti. B i r seneli k hakkın ı helôl etti. Yolda hemşe­ rileri ona yiyecek de veriyorlard ı. Bir gün karnı çok acıktı. « Efendimin hediye ettiği şu samunlardan bi­ risin i koparıp yesem » dedi. Elini heybesina atar­ ken tam bir senelik emek sarf ederek işittiği nasihat aklına geldi: - Emenete hıyanetl i k etme! Elini çekti. «Şeytana uymayayım.• dedi. Birkaç. gün. birkaç gece daha yürüdüler. Nihayet bir g ü n ka­ ranlık ormanın yan ı ndan geçiyorlardı. Ağaçların ar­ kasından : - Teslim olun . . . diye bir ses işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eş­ kiyalar her tarafı çevirmişti. Efe, meydana çıktı : - Canını kurtarmak isteyen üzerinde. başında nesi var. nesi yok buraya bıraksın. Selörnetle yoluno gitsin . . . d iye haykırdı. Kimse davranamadı. K imse kaçamadı. Eşkiyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can maldan tatlı. Her­ kes nesi var. nesi yok. efenin önüne döktü. Seneler­ ce emeklerle kazanılan lira kem.erleri, altın keselerl. g ü m üş. elmas hediyeler, daha birçok şeyler . . . Dur-. , muş'a s ı ra gelince: - Benim bir şeyim yok, dedi. Efe inanmadı: - Ne demek. sen gurbetten gelmiyor musun? - Gurbetten geliyorum. . . .

118


- Calışmadın mı? - Çal ıştım. - Para kazanmadın mı? - Kazanmadım. - Yalan. - Valiahi kazanmadım. Hemşerilerime sor, istersen . . . Efe, hemşeriterine sordu. Hepsi Durmuş'un pa­ ra kazanmadığını, senede bir kuruşa h izmet ettiğini a n lattılar. Efe, Durmuş'un apta l l ığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına: - Şu budalaya bir sopa çekin de bir daha para kazanmadan gurbette kal mayı öğrensin, dedi. Durmuş'u yere yatırd ı lar. Canı çıkıncaya kadar d ipçiklerle dövdüler.

Sı lacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evleri­ ne döndüler. Durmuş'un a nası daha ziyade ihtiyarla­ mıştı. Zava llı kad ın üç senedir çektiği sefaleti a nlattı: - Neye para kazanmadın, o oğlum? diye da­ rılacak oldu. Durmuş: - Hemşerilerim g ibi kazansaydım yine eşkiya.. lara kaptırarak, elim boş dönecektirri, dedi. Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek Is­ tedi. Kadıncağız ağlamağa başladı : - Bir şey yok oğlum, i k i gündür ağzıma lokma -girmedi. - Bari şu heybenin içinde efendimin sana hed iye gönderdiği sornun var. Birisini kırarım, beraber ·yiyelim, dedi. Heybeden bir sornun çıkardılar. Kınnca şangır :şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar. Öbür somu119


nu d a k ı rdılar. Onun da içi altın dolu imiş. Sevinere k hepsini topladılar. Durmuş i ki senelik emeğini efen­ . disine helôl etti. Eğer bir sene hizmet ederek a ld ı ğ ı : cYolunu izini bilmediğin yere gitme!» nasihatin i aklı­ na getirmeseydi g i rdapta boğulacaktı. i kinci sene al­ dığı: « Emanete hıyanetli k etme!» nasihatini hatırın­ dan çı karsaydı, yolda sornunları kıracak, altınlar mey­ dana çı kaca k, sonra hemşerileri g ibi soyulaca ktı . . . Yavaş yavaş düşündü kçe efendisinin ne kadar büyük, ne . kadar a kıllı bir adam olduğunu anlamağa başladı. Ona istanbul'da iken ayl ı k verseydi, ihtimal ötede beride yiyecek, biri ktiremeyecekti. Yahut sılaya dö­ nerken paraları meydanda geçireceği için bir kazaya uğrayacaktı. Durmuş daha ziyade .d üşündükçe cak­ lı nıı (,(para»dan kıymetli olduğuna iman etti. «Akıl» olmazsa «para» hiç bir işe yaramazdı. i şte a rkadaş­ larının hali ! . . . Dağ başlarında. eşkiya içind�n dolu kemerlerle geçmenin cezasını gördüler. Durmuş zeng in olunca tarla aldı. Bağ aldı. Ko­ ca bir ç iftlik kurdu. Köyünün ağası oldu. Ama bir tür­ lü evlenemiyor, yaşı otuzu geçtiği halde bir kız bu­ lup a lamıyordu. Evlenmasini teklif eden köy ağalarına: - Ben de isterdim ama, bir şartla, dedi. - Nasıl şart, ağa? - Karıyı kendi bulunmadığım yere misafirlii;J& gOndermem. - Akrabalarının yanına da göndermez misin? - Cöndermem. - Anasının, babas ı n ı n yan ı na da göndermez misin? - Kendim bulunmadığım hiç bir yere gönder mem. ­

- Niçin?

1 20


- Bilmem. Durmuş, efendisinin son ücüncü nasihatin i bir türlü a klından cıkaramadı. l i k iki nasihati de evveiO onlamamıştı. Ama sonra . . . Onların ne kadar fayda­ sını gördü. Kendi köyünde, komşu köylerde bu şartla kimse kız vermiyordu. Herkes: - Biz evlôdımızı esir yapamayız, diyordu. Nihayet iki saat . uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şa nına lôyı k düğün yaptı. Mesut oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Aradan d ört sene geçti. Karısını hiç bir yere göndermedi. cAnca beraber, kanca berab e r» derdi. Bir g ü n karı­ s ı n ı n a krabaları geld i. Köylerinde düğün varmış. Dur­ m uş'tan bir gece izin istediler. - Hayır. olmaz, dedi. - Nicin? - Bilmem. Efendisinin nasihati a kl ından çıkmıyordu. Yal­ vardılar, yakardılar. O razı olmadı. Kendi köylüsü de, ' karısın ı n köylüsüne karıştı: - Zavallı kadın verem olacak . . . diye laf etme­ ğe başladılar. Hep birden onun üzerine düştüler. Ant verdiler. Durmuş artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı. O akşam pişme.,.. lığından yemek yiyemedi. « Nicin efendimin nasihati­ ni dinlemedim . . . » diye sıkılmağa başladı. DinlediOI iki nasihatten ne büyük faydalar görmüştü. Şimdi son nasihati dinlamediği icin kimbilir ne büyük bir zarar g örecekti . Duramadı. Uşaklara atını hazırlattırdı. Ge­ celeyin iki saat ötedeki köye yetişti. Düğün evinin önüne gitti. Deli kanlılar citlere dayanmışlar, avluda, meşaleler altında oynayan kızlara, kadın lara bakı­ yorlardı. O yaklaştı. Karısın ı n çocuğuyle beraber bir 1 21


köşede büzülmüş oturduğunu gördü. Acaba bu gece hangi akrabasının yan ı nda yatacaktı. i çine bir kurt girdi. Döndü, arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu. Ondan bunu anlamak istedi. - Bana bak n i n e, sana bir şey soracağım. - Sor oğlum . . . - Şu köşede çocuğuyle beraber bir taze oturuyor, görüyor musun? Kocakarı di kkatle baktı: - Görüyorum, dedi. - Kimin nesidir o? - Ah evlôdım, sorma, onu bir zalim herif Zava l l ı tozeye dünyayı z i ndan etti. Dört senedir köyüne yeni gel iyor . . . - Acayip . . . - Evet, bütün köylü zorladı da bu sefer alabi ldi. Kocası öyle fena, öyle zalim bir adam

aldı. işte.

izin ki. . •

Durmuş'un yüreği atmağa başladı. Karısının nerede yatacağ ı n ı sordu. Kocakarı: - Bi lmem . . . diye cevap verdi. Durmuş düşündü. Taşındı. Birdenbire dedi ki: - Beni bu gece bu kadınla ya tırabilirsen sana. beş altın veririm. - Yiğidim, ondan kolay ne var? - Demek beni onunla yatırabileceksi n ? - Elbet . . . - Nasıl? - Onun a krabaları benim kapı bir komşumdur. Benim her sözümü dinlerler. Avl uların ı n nihayetinde tek bir oda vardır. Gider, onları kandırır, bu kadım oraya yatırırım. El ayak kesildi kten sonra seni götü­ rür, gizlice bu odaya sokarım. 122


- Doğru söyle - Sen hemen altınları ver, yiğidim. . . Durmuş kesesinden beş altın çı kardı. Kocakarıyw verdi. Atın ı onun avlusuna bağladı. Hiddetinden tirtir titriyordu. Gece yarısı geçti. Koca karı geldi. Onu al­ dı. Küçük bir bahçe kapısından geçird i. Bir avlunun tô nihayetindeki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü şo­ lıyle sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmağo başladı. Durmuş sesini çıka rmadı. Kapıyı k i litledi. Üzerine yürüdü. Zaval l ı kadı n köşeye büzülmüş, hem bağırıyor, hem tekme atıyordu. Durmuş'u yanına hiç ya klaştırmadı. Akşamdan uyuyan oğlu yatağın üze­ rindeydi. Annesinin haykırmasına uyanmadı. Mışıl mışıl uyudu. Durmuş karısını daha ziyade bağırtma­ mak için kapının yanına oturdu. Hic sesini çıkarma­ dı. Bütün gece ağlayan kadıncağız sab.a ha karşı kor­ kudan. yorgunluktan sızar gibi olmuştu. Avluda ho­ rozlar öttü. Durmuş yavaşca yatakta· uyuyan çocu­ ğ un u aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluya geçti. Atına b i ndi. Dörtnala köyün e döndü. . . •

*

Karısının a k rabaları gece cocuğun çalındığını d uyunca ne yapaca klarını şaşırdılar. «Ağaya n e ce­ vap vereceğiz . . . » diye düşünrneğe başladılar. Ko­ cakan buna da bir kolaylık buldu: - B u oda zaten eski . . . Ba kınız «Gece yangın oldu, çocuğu kurtaramadı k.» dersiniz. dedi. . Onu din ladiler. Hemen odayı yakt ı lar. Ağlaya­ ra k sıziayarak Durmuş'un karısını evine getirdiler. Hepsinin a l n ı nda catkı vard ı . Dövünüp duruyorlordı. Durmuş: - Cocuk nerede? diye sordu. .


- Ah, olan oldu. Gece odamız yandı. Çocuğ u k urtaramadık . . . ded iler. Durmuş güldü: , - Niye ağlıyorsunuz canı m, dedi. Başınız sağ olsun. Elhamdü lillöh genciz. Allah başkasını verir. Karısının a krabaları Durmuş'un bu soğukkanlılı­ ğından biraz ferahladılar gibi oldular. Tam bu sırada , kapı açıldı. Durmuş'un çocuğu ' Içeri gird i . Annesinin kucağına atı ldı. Cocuğun yan­ dığını söyleyenler şaşırd ı lar. O vakit Durmuş: - Gördünüz ya, yalancı a lçaklar, n için karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyar muşum? diye bağırdı. . Hepsini, tekme tokat, kovdu. Karısına döndü: - Eğer gece orada bana el sürdürsaydin he­ men seni öldürecektim. işte i bret a l da sakın bir da­ ha kocandan ayrı bir yere gitmek isteme . . . dedi. lhtiyar efendis i ne üç sene l i k emeğinin hakkını da helôl etti. .

1�4


DÜŞÜNME ZAMANI Zamane YıQi!lerl

Badik Ahmet semtin en eski kabadayılarından­ dı. Daha on altı yaşında tüysüz çocukken Aksaray'ın palobıyık «Onikiteriıı ne karşı koymuş . . . Kıvırcık Emi­ ni Samatya'da sekiz yerinden vurarak üç sene Meh­ terhanede yatmıştı. Meşrutiyet gürültüsü çıkmasay­ dı şöhreti daha çok büyüyecek, ihtimal bir g ü n is­ tanbul'un en azılı külhanbeyierine baş olaca ktı. Fa­ kat On Temmuz . . . Bu ocağı, üzerine kova ile su dö­ külen bir mars ı k gibi söndürmüştü. Tulumba talim­ leri, Semai kahveleri yavaş yavaş tenhalaşmış. yeni yetişenterin çoğu askere a lı n m ış; eskiler, gene Hür­ riyet jandarmaları n ı n aman vermez takipleri altında darma duman olmuşlardı. Artık hiç bir dalavere cev­ rilemiyordu. Galata'da böc a lınan evter bir gece Icin­ de istiklôllerini ilan ederek en meşhur hamileri n i kov1 25


muşlardı. Kolayını bulup eserseridin d iye dışarıya sürülmakten kurtulanların kimi kahve, kimi kuşcu d ü kkônı açmış, kimi kolcu yazılmış, kimi uşak olmuş, kimi gazete müvezziliğine başlamıştı. Ama Bad i k Ahmet . . . yaşamak icin yine b i r iş tutmadı. - Bu bizim şanı mıza yakışmaz! dedi. Günlerce, hasta bir sırtlan sükCınetiyle, esk i mey­ hanelerde gezdi, tozdu. . . Evvelden buraları onların çöplüğüydü. Kendilerinden başka kimse ötemezdi. Artık meyhaneciler, çıkarken ceplerine avuç dolusu para koymak değil, hatta içti kleri bir iki kadehin mas­ rafını bile almaya kalkıyorlardı. Dünya, birkaç hafta içinde, işte bu kadar tan ı nmayacak derece değiş­ mişti. Badik Ahmet, hesap isteyen patrona «eski günleri ne çabuk unuttun?» der gibi için icin gülüm­ ser, borcun u tezgôhın ıslak cinkosu üstüne hususl b i r afi i l e atarken: - Bu da geçer yahu!.. derdi. Bir sene . . . Iki sene . . . Beş , sene Bu hal gec­ medi. Genç hürriyet jandarmaları büyüdükçe daha ziyade faaliyetlerini arttırd ılar. Boz kalpaklı polisler kimseye göz actırmıyorlardı. Badik Ahmet bir muay­ yen iş tutmarnokta inat etti. Hapise girdi. Çıktı. Sü­ rüldü. Afoldu. Yine istanbul'a geldi. Ama eski omuz­ daşları gibi ne kahve, ne kuşcu dükkônı acmağa, ne kolcu yazılmağa, ne d e gazete müvezziliğine tenez­ zül etti. Kendi kendine: - Bıçağım hakkı yaşarım, diye mınidanarak de­ rin bir iftihar duyardı. Lôkin bu iftihar pek boştu! Es­ ki camlar bardak olalıdan beri, hani o evvelden her­ kesi titreten «söğüt yaprağı» Bursa bıçağı n ı kullan­ mak şöyle dursun, hatta gölgesini bile gösteremez, hatta lôfını bile edemezdi. Yalnız kumario geçiniyor­ du. Cok soğukkanlıydı. Ne yapacaksa, yapmada n ku. . •

1 25


rar hatta programını yanındakilere de söylerdi. Kıvı r­ cık Emin'i vurduğu akşam Sandıkburnu'nda kafayı çekerken meclistekilere bir saat sonra onu nerede, nerelerinden, kaç defa şişleyeceğini söylemişti. Ku­ mara otururken evvelô sermayesine bakar, sermaye­ sinin iki mislini alınca daha ziyade tamaa düşmez, he­ men kalkar; sermayesi n i n yarısını verince zararını çı­ karmak için de artık masan ı n başına yapışmazdı: - Bu gece şansın yok! der, çabuca k sıvışırdı. cŞans» onca «mehtapıı gibi bir şeydi. Doğdu mu do­ ğardı. Doğmadı mı inat beytiudeydi. Bu itikadı saye­ sinde işte kumardan hiç zarar görmezdi. Tıpkı hava­ nın geceleri gibi kumarın geceleri de ayda otuz tane idi. Bu geceleri n on beşi mehtaplı on beşi mehtap­ iızdı, karani ıktı . . . Mehtaplılarda sermayesının iki mislini a l ı r. Mehtapsızlarda yarısını verirdi. Neticede kôr muha kkakt ı ! Lôkin işte yalnız kumarın geceleri, hava n ı n geceleri gibi, muntazam bir takvime göre birbiri arkasına, sıra ile gelmezdi. Bu gece bakersın ayın on dördü! Yarın gece zifiri karanlık . . . Tatavla'dan beri bu i ntizamsızlığı düşüne düşü­ ne etrafını görmeden yürüyen Badik Ahmet kendini Boğazkesen'de bulunca durdu. Sağ elini yeleğinin ce­ bine attı. Parmakları boşa gidince güldü: - Ulan! Ne çabuk unuttun be!.. ded i. Saata bakacaktı. Halbuki saatini, kösteğini bu gece vermişti. Gözlerini göğe kaldırdı. Gü neş yoktu. Eşek ısiatan bir yağmur serpeliyordu. Herhalde öğle çoktan g eçmiş olmalıydı. · Karnı açl ı ktan zil çalıyordu. Bir sirnit a lacak değil, hatta köprüyü oşacak tek bir metefiği yoktu. Mihaniki bir hareketle eğildi. Panta­ fonunun kadife paçalarını kıvırdı. Trablus kuşa ğ ı n ı yokladı. Siyah s ı f ı r fesinin altından fışkran yağlı, ka­ rışık saçlarını kaşıdı. Sonra ellerin i arkasına bağladı. 1 27


Sübekten çarpık kalan bacaklarını yaniara atarak yengeçveri yürürneğe baş]adı. Genlş omuzları boy­ nunu çok kısa gösteriyordu. Çıkık yanakları bugü n pek solgundu. Dünden beri işte n e yemek yemiş, n e de uyumuştu. - Ah, a kla yelken ettim, diye yassı kafasın ı salladı. Acı bir pişmanlık azabı kocaman tekerlek sura­ tını buruşturuyor, küçük gözlerini daha ziyade kü­ cültüyor, uzun kôhkülleri altında darecı k kalan al­ nını katmerlendiriyordu. Dün gece daha masaya otu­ n..ı r oturmaz sermayesinin yarısın ı vermişti. Mehtap olmadığını a n lamak icabediyordu. Birkoc yabancı vardı. Yine oynadı. Verdi, aldı. Aldı, verdi. Nihayet saatını, kösteğini, altın g ümüş tabakasını, ağır keh­ ribar ağızl ı ğ ı n ı masanın üstüne bıraktı. Soyuldu. So­ ğana döndü. Çünkü bu gece mehtapsızdı. Daha işin başında bıra kı.p sıvışacaktı. - Kabahat bende! d iye tekrar başını salladı. Bü­ tün bütün Sodi kleşerek yokuşu inmeğe başladı. Ince belirsiz, rutubetli, pis yağmur dinmiyordu. Gözleri yerde, yine etrafını görmeden g idiyordu. Ansızın göğ. süne birisi çarptı. Geri geri sendeledi. Az daha dü­ şecekti. Derin bir uykudan uyanır gibi şaşalayarak başını kaldırdı. Kumar zaten canını sıkıyordu. Öfke­ lendi. Bağırdı: - Çüş, be! ·

Çarpan aldırmadı. Yürüdü. Badik Ahmet'in elma­ cık kemikleri fırlak tombul yanakları kıpkırmızı oldu. Arkasındaki elleri yanlarına sarktı. Döndü. Fena bir küfür bastı. Çarpan yine duymadı. Sodik �üfürünü da­ ha mufassal tekrarladı. Yine carpanın aldırdığı yok! Acaba sağır mı? d iye düşündü. Hayır, ona 1 28


ehemmiyet vermiyordu, işte . . . Aklından, her hakarete uğradığı zaman gibi, eski günler geçti. Şimdi yan ı n­ da söğüt yaprağı bıçağı olsaydı da gidip bir . . . Halbuki yanında toplu iğne yoktu! Ama icabında yine yumruğunu kullanabilirdi. Düşünmedi. Kend ine ehem­ miyet . vermeyen bu adamın arkasından yürüdü. Bu, orta boylu bir herifti. Başında eski bir kalpak vardı. Ökçeleri yenmiş aya kkabılarının üstünde camurlu pa­ çoları lime lime sarkıyordu. Yetişti. Omuzundan itti. - Sağır mısın be? - Görmüyor musun? Kalpaklı adam durmuş; hiç cevap vermiyor; dik dik onun yüzüne bakıyordu. Badik: - Ne var? Tanımadın m ı ? diye sordu. Yabancı: - Tanıdım, dedi. - Tanıdın mı.? - Evet. Bu, ona meydan okumaktı! Tanıyordu ha!.. El­ lerini kalcalarına kaldırdı. Karşısındakini kalpağından tô patlakları gözü ken kunduralarına kadar 'bir süzdü: Tıraşı büyümüş, soğuktan d udakları , burnu morar­ mış, gözleri kanlanmış, benzi sapsarı, sıskanın biriyd i . Başını salladı. - Alimallah bir yumruk inersem! Dönecekti. Bir vukuat çıkarmamak icin sabret­ meli , aldırmcimalıydı. Yabancı: - Neye vura caksın be Ahmet? dedi.

1 29/9


Bad i k Ahmet dönmedi. Tekrar baktı. Yabancı kirll cürük dişlerini göstererek g ü lümsüyordu. Sordu: - Benim adımı ne biliyorsun? - Sen beni tanımadın mı? - Yoook !.. - Bak, ben seni tanıdım. Badik Ahmet'i tanımak h i ç güc değildi. On se­ ne evvelki külhanbeyi modasını o tek başına hôlô muhafaza ediyordu. Koyu siyah fesi yine sıfırdı. Si­ yah şeritl i pantelonu yine acık kara dutrenginde idi. i pek Trablus kuşağı, «ya rdan ayrı ldım vôri» çapraz yeleği . gümüş muskalı kalın boynundan kenarları gö­ züken kavun ici fildekos fcıın ilesi. Dar kollu, kısacı k siyah tri kodan ceket i . . . Rugan maskarata lı; yumurta ökçel i kundu ra ları . . . Hi c değişmemişti. Af ili" af ili bur­ nunu çekti. Kendi ismin i bilen şu yabancıya di kkatle baktı. Hafif bir ahır, bir gübre kokusu duyar gibi ol­ du. Üstübaşı pek berbattı. Sarı, aba pantelonu ila ceketi kir içi ndeydi. Yakası yağdan görünmüyordu. Kalpağ ı n ı n . tüyleri dökülmüş, etrafı kelleşmişti. Yeni hapisten çıkmış bir at h ı rsızına benziyordu. Bad i k Ahmet: - Ta nımadım dedi, kimsin? - Ba k, bak. - Da ha bak. Baktı. Baktı. Burn u n u çekti. Dikkatle baktı. Ha­ yır. B i r türlü gözü ısıramıyordu. - Adın ne? dedi. - Murat . . . 1 30


-

Hangi Ödlek Ödlek Evet. Hangi Hangi ? .. !..

Murat? Murat! Murat m ı ? Ödlek Murat? Ödlek Murat ha?..

Bad i k Ahmet bir adım geriledi. Ağzı bir a n açık kaldı. Kalın kaşlarını kaldırdı. Küçük gözleri n i n kir­ piksiz kapa kları yırtılaca ktı. - Ulan. bu kıyafet ne? diye haykırdı. - Ey dünya bu . . . 1?! - Düşmez kal kmaz bir Allah . . . - 1 ?! -

işte aşağı yukan dokuz sene vardı ki bu aziz arkadaşını ilk defa görüyordu. Görmeye görmeye tamem iyle unutmuştu. Eski zamanları bir anda, hep birden hatırladı. Hey gidi zamane, hey!.. Bu Murat neydi bir vakitler . . . Galata memleketinde. i stanbul'­ da, Eyüp'te, Üsküdar'da namı söylenirdi. Semai kah­ velerinde onun g ibi destan söyleyen, mani d üzen yoktu. Cak caeurdu. Ama en ufak, en ehemmiyetsiz şeyi derin derin düşünü r, derin derin hesap ederdi. Onun için «Ödlek» lakabını al mıştı. Hiç hapse girme­ miş, ömründe bir defacık olsun kara kala çağrılma­ mıştı. Namuslu kabadayılardandı. Semt halkı ona «haysiyet, mert l i k , doğrulukıt timsali g ibi bakarlar, en nazik kalem beyleri bile onu yerden selömlarlardı. « Racomı 'a muhalif nefes bile o lmazdı. i ki eski arka­ daş ansızın alevlenen hatıraları n ı n şaşkınlığıyle bir m üddet manasız manasız bakıştılar. Badi k Ahmet 1 31


kalbinde, merhameti a nd ı r ı r bir elem duydu. Laf ol­ sun d iye sordu: - Ölmüş müydün? Neredeydin be? - Sorma. - Söyle, söyle. - Hürriyetten ittiraya uğradım. Sivas'a sürüldüm. - Ey? - Orada kahveeilik ettim. - Buradakiler gibi. Sonra? - Balkan muharebesinde gönüllü geldim. - Sonra? Muharebede kasığı cı kık diye askere alma­ dıla r. Dört senedir Arnavutköyü'nde bir beyin kona­ ğında uğraştım . . Atiarına bakıyordum. Boğaz toklu­ ğuna . . . Ölmeyecek kadar geciniyordum. · -

- Ey şimdi? - Boştayım. - Neye kapıdan cıktın? Ödlek Murat aba ceketinin düğmesiz göğsüne elini vurdu. Gözlerini süzerek başın ı salladı : - Sorma, dedim ya . . . - Söyle, be. - Ben çıkmadım. Bey beni kovdu. - Ulan Ödlek! Sen hic falso etmezdin. Kabahatfn tutulmaz, nasıl oldu bu? Setilin solgun gözleri parladı. Paneelediği şey; ısırocak bir canavar gibi kirli dişlerinin sağ sırasını gösterdi : - Öyle tahammül ettim, öyle tahammül ettim ki . . . dedi, yağsız bulgur çarbasından başka bir şey vermiyorlard ı . Dört ata yalnız başıma bakıyordum. 1 32


Günde iki defa hepsini kaşağılayıp, ayrı ayrı ovuyor­ dum. Dişimi sıktım. Ne emrettH-erse yaptım. - Ey nicin kovuldun? - Bir hafta evvel . . . Atı n birini binrnek icin beye getiriyordum. Elindeki gazeteden ürktü. Şahlandı, zaptederken kazara ayağına bastım. - Ey? - Ayağına bastığım icin beni kovdu. Badik Ahmet iyi anlamadı sordu: - Beyin ayağına m ı bastığın için? - Yok canım. - Ya kimin? - Atın . . . - Atın mı? - Evet atın ayağınal Sodi k Ahmet'in güleceği tuttu. Yuvarlak iri yum­ ruğu ile ince seyrek bıyıklarını düzeltti. içinden: «Vay ölüsü kınal ı ! Kabahata yan gel! » dedi. Bu. olur iş değildi. Ama Allah insanı düşürmesin bir kere . . . Eski namh a rkadaşının haline ağiayacağı geldi. Ama yi­ ne güldü: - Ne i nsafsız heritmiş o. be?.. - i nsafın dü nyada ya lnız adı kalmış? - Aldırma. Bu da geçer! - Zaten aldırdığım yok ya . . . ..

Badik Ahmet ellerini cebine soktu. Ah ya Rab­ b i ! Şu zavallıya i kram edecek bir cigerası bulunsay­ dı . . . - «Aidırdığım yok» d iyorsun ama, öyle daimış­ tın ki . . . - Yok canım. - Hayır, inkôr etme. Bu hakaret seni n ciğerin e 1 33


işlemiş. «Atın ayağına bastın ! » d iye kovulma k Doğ­ rusu ben olsam o beyin a nasını ağlatırdım. ilerisini düşünmezd im. Sen eski Ödlek'sin. Polisten korkar­ sın. işte böyle düşünüp durursun. - Düşünmem. - Nasıl düşünmezsin? Şimdi beni görmedin, ·carptın. Yere devirecektin. - Sana mı carptım? - Bak haberi n yok. Ne kadar dal mışsın. Arkandan tan ımadım. Bastım küfürü. Yine duymadın. Yok­ sa sağır mısın? - Sağ ı r değ ilim. - Uğradığın hakarete aldırmıyorsan o kadar derin ne düşünüyorsun? . . .

_

- Ne mi düşünüyorum? - Ne düşünüyorsun? Ödlek Murat, bu kıyafeti düzgün eski a rkadaşı­ na acı acı baktı. Acı acı sırıttı. Ağzının etrafı nda acı­ lan kirl i çizgiler o kadar derindi ki uzamış tıraş ı n ı n a ltından b i l e görünüyordu. Üşümüş, donmuş g i bi ka­ ba nasırlı pis ellerini kar n ı n ı n üstünde s ıkıyordu. - Acım be!.. dedi. - Ac mısın? - Hem üç günden beri . . . - Kertenkele m isin be mübarek? Ü ç gün na�ıl oc durdun? Hiç bir şey yemedin mi? - Dün Salıpazarı'ndaki apartımanın önünden g eçiyordum. Kapının önünde süprü ntü tenekelerin­ den biri devrildi. icinden üç tane külbastı kemiği kap­ tım. Süprüntücü merhametl iymiş. Sesini çıka rmadı. - O kemikleri yedi n mi? - Yemeyip ne yapacağım? 1 34


- uran, nasıl yedin? - Bayağı. - Atıyorsun ula n . . . - Val l a h i ! EvveiCı kemikleri iyice kemirdim. Sonra taşla kırdım, ezdim. hamur gibi yapt ı m , yedim. Bir insa n ı n köpek gibi kemik yemesi Badik Ah­ met'in çok hoşuna gitti. Cebinden cıkardığı sağ elini hızla oyluğuna vurdu: - Vay anası n ı be . . . Bari karnın doydu mu? - Ne gezer. ya lnız ölmedi m işte . . . - Demek şimdi derin derin düşündüğün a clıktı? . . . - Açlık ya . . . Badik Ahmet sustu. E l l i ayaklı b i r adamın b u ka­ dar düşünmesine vicdan ı razı olmadı. Ö dleklik ne fe­ na şeydi! Kendi aylarca meteliksiz gezdiği halde a ç kalmak şöyle dursun, hatta yemek vakitleri ni bile de­ ğ iştirmemişti. Fani dünyada ne olmak ihtimali vard ı ? - Demek açl ı ğ ı n ı düşün üyorsu n ha? - Evet. - Bunda düşünecek bir şey yok! dedi. - Nasıl? - Ben uğradığın haksızlığı düşünüyorsun sandım. Eğer düşündüğün ya lnız buysa . . . hiç . . . - Nasıl hiç canım? Öl üyorum be! - Ben senin karn ını doyururum. Murat'ın birdenbire yüzü güldü. Sarı yanakla­ rına hafif bir renk geldi: - Eksik olma . . . diye m ı rıldandı. - Haydi yürü! Vay enayi vay!.. Düşünecek şey mi bu?

1 35


Yokuşu yanyana i nmeğe başladılar. Badik Ah­ met durdu. Bir sağa, bir sola baktı. Biraz da düşün­ d ü . Sonra sağa, Galata'ya doğru yürüdü. Cami ka­ pısın ı n karşısında her nedense dört beş tramvay bi­ rikmiş. lokomotifsiz bir tren g ibi duruyordu. Çok g it­ mediler. Sodik Ahmet sendaleyerek döndü. Önünde durduğu dükkônın pis tozlu camları üstünde gayet kötü mavi bir boya ile «Gü listan lokontosı» yazılmıştı. - Buraya g i relim! dedi. - Üstüm başı m pek berbat. - Beğenmeyen kızını vermesin. - Ahmet, gel buraya g i rmeyelim. Bana bakkaldan peyn i r, ekmek al. yeter. - Haydi ulon!.. Peynir ekmek yenir mi enayi? . . . Hızla camlı kopıyı itti. Lokontayo g i rdi. Dükkô­ mn sahibi şişman Yahudi dönmüş gözleriyle bu ye­ n i gelenlere bir ba ktı. «Buyurun.» d iyemedi. Yutkun­ du. Ödlek M urat büyük bir kabahat yapmış gibi kirli boynunu sivri omuzlarının a rasına çekiyor, karnının üstünde yağlı ellerini daha beter sıkıyordu. i çeride baŞka kimse yoktu. Bod i k Ahmet yemekleri gözden geçirdi. Et. sebzeler, pilôv . . . Hatta ucundan birkoc tane a l ı n mış koca bir tepsi bakiava da vardı. - Ald . . . dedi. Tezgôhın ta yanındaki esmer mermer masaya ya klaştı. Kısa iskemieye çöktü. Kapının önünde ayak­ ta kalan Murat'ı çağırdı. Karşısına oturttu. Şaşkın şaşkın ookan Yahudi'ye bağı rdı: - Ulan iki tabak et getir. - Soğuktur efendim . . . - Ne olursa olsun. Getir 'diyorum be . . .

1 36


Yahudi suratını ekşiterek tabakları getirdi. Bir dilimden fazla ekmek vermek istemiyordu. Sodi k Ah­ met: -'- Ula n! Parama geçer hükmüm . . . d iye bağ ı r­ dı. Getir, diyorum, iki ok ka ekmek . . . Ok kas ı bir me­ cidiye mi, iki mecidiye mi, kaç kuruş . . . Yahudi'nin, on kuruşa aldığı ekmeği iki mecidi­ yeye sokmak fırsatını kaçırmak el inden gelmezdi .. Çok düşünemedi. Neşelendi. Tezgöhın, altındaki k ı r­ mızı bezden çamurlu eteği n i kaldırdı. i ki ekmek çı­ kardı. Biçimlerini pek beğenemed iği müşterilerinin önüne koydu. Bad i k Ahmet'in de çok karnı acıkmıştı. El kadar kopardığı ekmek parça larını yuvariorken karşısında üç gündür aç yaşayan Ödlek'in yiyişine ba kıyor, gülümsüyordu. Zavallının toprak rengi el­ leri sakır sakır titriyordu. Kopardığı ekmeği hızla ye­ meğe batırıyor, hiç çiğnemeden yutuyordu. Yutarkello tabağın içine dikilen gözleri yerinden fırlıyor; lok­ ması nın, kirli uzun boynundan k ı rılmamış iri b i r ce­ viz gibi kabararak geçtiği bel li oluyordu. Sodik Ah­ met şarap da istedi. i eti. . Her yemekten üçer ta bak gövdeye yuvarladı lar. Birbiri arkasına onar baklava: yediler. Badik: - Ah, bir cigara olsa . . . dedi. Murat dudaklarını yal ıyor, karnında gayet tatlı,. gayet uyuşuk bir ağırl ı k hissediyordu. Titrernesi g e­ çen elleriyle pantolon unun üstündeki siyah kayışı gevşetti. Kulakları çınlıyor. şoka klarından dağılan b i r hararet. ı l ı k bir hamam havası g i b i , ensesinden a kı­ yor, sırtından geçiyor, bütün vücud u n u ürpertiyordu_ Bugün kendine hayat verer;ı a rkadaşının mert yüzü­ ne ba kıyordu. Bad i k Ahmet sordu: - Dah a ne istiyorsun? - Hiç . . . 137'


- Söyle söyle, kahve mi? - Hayır va Ilahi . . . Artık kalkalı m, i stersen. - Nas ı l istersen ! - Ö yleyse kalkalım. - Nasıl kalkalım? - Bayağı . . . Badik Ah met: - Ulan, bende tek metelik yok! diye kahkahayı bastı. - Ne? . . . - Va llahi. . . - Ey, biliyorsun, bende de yok. Ne yapacağız? - Ulan, karnın açken ısianmış eşek gibi, düşünüyordun. O vakit «düşünme ıı n i n ne faydası vardı? - Ey? .. - Şimdi düşün işte . . . Ne yapacağız? - Ne yapacağız? - Ne yapacağız? - !. . .

Ödlek M urat düşünmek istedi Lôkin insan tok 1<arınla hiç düşünemiyordu ! i stemeye istemeye göz1eri lokantacıya kaçtı. Tezg ô h ı ndan bu obur müşte­ rilerin i n lafiarına kulak ka bartan Ya h u d i ' n i n patlak mavi gözleri birdenbire derinleşmiş. bi rdenbire koş­ ları çot ı l m ış. ağzı bir karış açık ka l m ış, çirkin suratı o kadar tuhaf olmuştu ki . . . Ödlek kend ini tutamadı. Başını önüne eğdl. Siv­ ri omuzlarını kıstı, k ı kır kıkır g ülrneğe başladı.

1 38


MERMER TEZGAH Cabi Efendi, öyle her i htiyar gibi, sabahtan a k­ şama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez: «Yiyeceğim var, içeceğim var. i ş benim neme gerek ?» derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Birici k merakı « Dünya n ı n a hvalini• tetkikti. «O­ kur, yazar» g üruhundandı. Fa ka t bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütuphanelerin önünden gecerken kendini tutamaz: « işte nadan ların akıl a rnbam di­ ye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar « haki kat» in üstüne gelişigüzel yığılmış birta k ı m zarif, süslü, kıy­ metli kerpiclerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa at­ mayan, mümkün değil hakikati göremezdi. Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde id·i. Ki­ taba inanan esir olur, zihni kat ı l ı r, kafası kerpicleşir­ d i . Halbuki, ancak . . . her g ü n değişen, hiçbir mefhu-· mun dar çercevesine sığmayan hayat okunmağa lô1 3&


yıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe. binlerce sır. . . binlerce dalavere g izliydi. ilim, hi kmet, hars, felsefe. irfa n , hep hayatın içinde idi. Meselô elli se­ nedir gezmekle bitiremediği şu istanbul «bir m i lyon küsur sayfa l ı ı> kocaman bir kitaptı. Soka klarında, çarşısında, pazarında dolaşa n her adam da başlı ba­ şına ayrı bir cihan. ayrı bir kitaptı. Bu kitapları n hep­ s i n i okumağa kalkmak ummanı içmek kadar imkôn­ sızd ı ; yalnız bir ta nes i n i n b i r tasiını süzebilen insan şüphesiz en büyük bir irfa n ı n sahibi olurdu. Mahal­ le rnektabinden diploması n ı aldı ktan sonra mukad­ des, gayri mukaddes hiçbir kerpici eline o l mama kla iftihar eden Cabi Efendi işte bu, yalnız hayatı oku­ yon ôriflerden biriydi. Bütün semt halkınca dünya­ n ı n en birinci ôlimi sayıl ı rdı. Beyaz top sokal ıyle, kısa boyuyle. şişman vücuduyle en bekle n i l mez yer­ terde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür; yoko ladığına, ufacık tombul el leriyle okşayorok öğütler verir. i l m i n ­ den. irfo n ı ndon büyü k k ü ç ü k herkesi foydolondırırdı. Kitap gibi gazete de okumazdı. « Metelik tuzağı» de­ d i ğ i bu kôğıt parçaları n ı n başı ndan n i hayetine ka­ dar .yalanla dol u olduğunu iddia eder, «Gözümle görmed i ğ i m şeye i nanmam!» derdi. Bisiklete. gra� mofona. sinemaya, telefona, otomobile. tayyareye, den izaltıya, hep gözleriyle gördükten sonra inanmıştı. *

Yine bir bahar sabahı. g üneş. bahçesi n deki ev­ vel zamandan kalma çitlembik ağaçların ı n üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında görü ndü. Birkoc (]dım yürüdü, durdu. Etrafına ba kındı. Yerlerde et­ menler yeşermiş. sıska erik dalları pembe, beyaz ci­ ,çeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık 1 40


burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. «Bu ne letafet, bu ne g üzellik ya Rabbi!» diye mırıl­ dandı. Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirrnek icin baharı yaratmış olacaktı. Her sene kıştan. yağ mur­ dan, camurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan in­ sanlara bahar hayalden bir peri gel i n i g i bi görün ü r, uyuşuk ruhlarına «teselli, hararet. ümit» serper. son­ ra onları «haberleri olmadamı yazı n cehennemi icin­ de bıra k arak, kendi kelebekleriyle, cicekleriyle, ko­ kulariyle savuşup giderdi . . : « Ben ama dolma yut­ mam, ded i, hepsi rüya . . . Birkaç hafta sonra ne bu ciceklerden, ne bu kokulardan eser kalır.» Çimenlerin üzerindeki ciylerle, güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına aya klarıyle ezdi. Sokağa cıkar çı kmaz, gece zerzevatcı. sütcü beyg ir­ leri n i n bozuk kaldırı rnda bıraktığ ı şeyleri cıvıldaşa­ rak yiyen sereelere gözü kaçtı. Durmadı, « Birinin et­ tiği halt ötekine nimet. . . » dedi. Kend i istemediği hal­ de müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir ders cıkarmağa çal ıştı. istemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. «Vakıa» aynı idi. Yalnız karşıleş­ tırdıkların ı n hacimlerinde değişiklik vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bu­ lunan aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük . . . Yürüdü. Şimdi nereye g idecekti. Daima yola dü­ züldükten sonra buna kara r verirdi. Cırpıcı'ya, Ve­ liefendi'ye, Bal ı k l ı 'ya , Eyüp'e, Sütlüce'ye g itmesini düşündü. Hayır . . . Gölgesinde yürüdüğü duvarı n arka­ sından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi he­ men başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mu­ lut yoktu. Hava cok acıktı. «Artık horozlara da inan­ mama l ı , ded i. Niçin, ne vakit öttüklerini bilm iyorlar.» Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozocağa benzemi141


yordu. Bu güzel g ü n ü nerede gecirecekti? Ne va kit­ ten beri Üsküdar'a gecmemişti. Yuvarlana yuvarlano yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tra mvayına atladı. içi evkaf, gümrük m ü mrük kôtipleriyle doluydu. Ev­ velô, bunlara kulak misafir! oldu. Hepsi saçma sa­ pan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakala­ şıyorlardı. Cabi Efendi bu a rsız halleri görmemek icin göz­ lerini kapadı ; o kadar sıkıldı k i . . . Ancak daha «Alla­ hı m, kulaklara da n için birer kapa k yapmadı n?» di­ yecekti. Sirkeci'de «Oh!» diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, geçiş parasını verdiği köprüyü yavaş yavaş geçti : Üsküdar vapuruna bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakiketen cok, pek çok güzeldi. Saca n ı n cıkardığı kapkara dumanlar içinden temiz, beyaz mar­ tı sürü leri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin or­ tasında « Kızkulesi» köpü kten bir alev gibi pa rlıyordu. Cabi Efendi elli senedi r, her gün i stanbul'da se­ yahat ettiği halde henüz buraya gitmed i ğ i n i düşün­ dü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? içinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zama n istanbul'da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sorular çal ışan zihnine hü­ cum etti. .. «Bugün şuraya gideyim. Haki kati anlaya­ yım.» dedi. Vapur iskeleye yanşa ı ncaya kadar seyahat pla­ nını kurdu. Karadan Harem iskelesine gelecek, ora­ dan sandalla Kızkulesi'ne çı kacaktı. Ama da lgın dalgı n , Ahmediye'den Karlı k bayın­ na giden sokağı gecerken gözüne tuhaf bir şey iliş­ tL Durdu. Kızkulesi'ni falan hemen uıı uttu. Baktı. baktı, baktı: . - Olur iş deği l . . . dedi. Biraz kara n l ı kta, temiz, geniş bir marangoz d ü k­ kOnı , içinde ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişman co 1 42


bir adam . . . Elinde keser, çalışıyordu; fakat ·beyaz mermerden büyük, narin bir tezgôhın önünde. Cabl Efendi: «Aidanmayayım» d iye gözlerini oğuşturdu. D i kkatle baktı. Hayır, tezgôh mermerdendi. «Acaba beyaza boyanmış kalastan m ı » şüphesi tekrar zih­ nini bulandırdı. Baktı, baktı. Hiç mermerden doğra­ macı, marangoz tezgôhı olur muydu? Ol ursa, mut­ l a ka bunun hususi bir sebebi vardı. Cabi Efendi mer­ meri n ka lastan çok pahalı olduğunu düşündü. Başı­ nı, saka l ı n ı kaşıdı. Hiç şüphe yok burası eskiden ya bozacı, ya muhallebici d ü k kônıydı. Sonradan gelen bu marangoz mermer tezgôhı hazır bulmuş olaca ktı. Güldü. «Tembel herif, dedi. Kimbilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?» Birden öğüt damarların ı n kabard ı ğ ı n ı d uydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, koideleri bozanla­ rın zarar görecekleri muhakkaktı. Duramadı. Farkın­ da olmadan dükkônın açık kapısından girdi. cıNe var?» g ibi kendisine bakan marangoza sordu: - Sen bu dükkônı yeni tuttun değil mi? «Hayır» cevabını a l ı nca tekrar sordu: - istersen eskiden tut. Fa kat senden evvel burada bir muhal lebici otururd u, değil mi? - Hayır. - Ö yle ise bir bozacı? - Hayır. - Ya kim otururdu? - Hiç kimse . . . Bu d ükkônı ben kendim yaptırdım. - Ey bu mermer tezgôh burada ne a rıyor?. - Ben koydurdum. Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha kes­ kin bir di kkatle baktı: - Sen deli misin, oğlum? dedi. 1 43


- Hayır: - Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır m ı ? - N i ç i n aynatmasıni - Kazara keser kaçar, hem mermer bozulur, hem keser. - Ben h i c keserimi kacırmam. - Koc seneli k marangozsun? - Yirmi senelik. - Koc senedi r mermer tezgôh üzerinde calışıyorsun? - On beş sene var . . . Cabi Efendi tezgaha yaklaştı. Marangoz g ülü­ yor, posbıyı klarının üstündeki şiş yanakları elma gi­ bi kızarıyordu. - On beş senedir hic keserini yan l ışlıkla kacırmadın mı? - Kacırmadım. - Kazara . . . Bir defacık olsun. - Bir defacık olsun kacırmadım, Istersen gel bak . . . Cabi Efendi cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. baktı ; parlak merrnar tezgahın yüzünde hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepe­ sinden t ı rnağına kadar iyice süzdü. Hic öyle zeki bir a dama benzemiyordu. Tekrar sordu: - Şimdiye kadar hic keserini yanlış v urmadan ha? - Görüyorsun Işte . . . - Nasıl olur bu? - Çünkü ben birinci aınıf ustayım. Vurcıcağı m yeri iyice görürüm. H i ç yanılmam. Elimin ustalığına güvenim var, onun Icin tezgahı mermerden yaptırdım. 144


Cabi Efendi dayanamadı: - Oğlum, bu senin e lindeki . ustal ı ktan değil, dedi. - Ya neden? - Düşüncesizlikten. . . , - Düşüncesizli kten mi? - Evet. Mara ngozun 'kalın, siyah koşları çatıldı. Keserini mermer tezgahın üzerine yavaşca bıra ktı. Suratını buruşturdu. Hareketi andıra n bir tav ı rla Cabi Efendi­ ye sordu: - Nerden bildin? - Nerden mi bileceğim? Biraz düşüncan olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın. - Ben im düşüncem olmadığını ne bil iyorsun? Ne olsa ben keserimi vuracak yeri bilirim. Hic şaşır­ mam. Ben «sanatımın eriyim» haydi baka l ı m, geve­ zelik yeter, cek arabanı . . .. ·

Cabi Efendi fena halde bozuldu. Kendisiyle ta tlı tatlı konuşurken hakikati işitince heritin değişip ka­ balaşması fena halde canını sıktı. Gözlüğünü çıkar­ mağa vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak d ü k­ köndan çıktı. Sanatının eri ha . . . «Gidi budala seni . » d iye dişlerini sıktı, başını sal ladı. Her hadisenin se­ bebini a ramak onda bir illetti. Bulduğu sebep de, hatta bizzat hadisa tın mevzularrnı gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. i şte bu ahmak, düşünce­ sizliğinin neticesi olan «ya nılmaz dikkat» ini elinin ustalığına veriyor, düşüncesi:zliğini kendisi Icin bir cmeziyetı> sanıyordu. Hızla döndü. işine başlayan kayıts;z marangoza kapıdan haykırd ı : --:- Usta, yarı n dikkat et. Keserini tam yerine ya­ pıştıra moyacaksın. Mermer tezg:lhını kıracaksın . . . . .

1 • • • • ·� · ' • • • • • •

1 45/1 0


Cevap beklemedl. Hemen yürüdü. Karşıki soka­ ğa saptı. Birer birer civardaki d ü kkônlara girdi. Mer­ mer tezgôhlı marangoza dair birçok bilgi topladı. is­ m i n i n meşhur Ali usta olduğunu öğrendi. Valideia­ tik bestanına bitişik, kırmızı aşıboyalı, tek katlı, yedi numara l ı evde o tururmuş. Yeni evlenmiş. Gene bir karısı varmış . . . Bütün komşuları onun elindeki maha­ reti methetmekte birliktiler. « Daha ömründe bir ci­ vi vurmamıştır, keserine güvenir. istanbul'da eşi bu­ lunmaz. Frengistan'da bile onun gibi mermer tezgôh­ ta işleyen bir marangoz yokmuş.» diyorlardı. Cabi Efendi hepsine icinden «Yarın siz onun mermer tezgôhını gorursunuz.ıı derken d ışından: cı Doğru, doğru . . . ll diye başını salladı. Daha öğleye epey zaman vardı. Ali Ustaya mer­ mer tezgôhını kırdırmak için tasarladığı planı düşü­ ne düşüne Yenicami'nin avlusuna girdi. Bu düşün­ cesiz herifi bir dakikacık d üşündürrnek kôfiydi. Cabi Efendinin birçok tecrübesi vardı . Ufacık bir d üşü nce­ nin en büyük bir dikkati iflôs ettirdiğini dini gibi bi­ lirdi. Bu tecrübelerden br tanesini bu düşüncesiz he­ rifte tekrarlayarak, ona da bu hakikati zorla kabul ettirecekti. Planını zihninde tamamlayı nca cami av­ lusunun karşısındaki kasaba girdi. Kesilmiş, yüzül­ müş kuzulardan bir tane satın aldı. Çırağın eline ver­ d i . Moskoflu'nun fırınına geçti. Bir kuzuyu koc saat­ te kızartabi leceğini sordu. - iki saatte . . . cevabını a l ı nca hemen bir de bü­ yük topra k kap aldırdı. Kuzuyu fırına attırdı. Kendi dükkônın kirli kepeng ine yaslandı. Kısa cubuğunu doldurdu. Ya ktı. Tam iki saat orada, sabırtaşı gibi se­ sini çıkarmadan çubuğunun dumanlarını seyretti. Ku­ zu pişince bir harnal buldurdu. Kabı eline verdi . Ö ne 1 46


geçti. Cov uş deresine çıkan yokuşu tırmandı. Validel­ etik bostanını buldu. Bestono b itişik tek katlı, kırmızı aşıboyalı evi görünce : - Ho işte burası . . . d iye yürüdü. Tokmoğı çaldı. Içerden ince, sert bir kadın sesi: - Kimdir o, bakayım, kimdir o? dedi. - Ben. - Sen kimsin ayoi? - Burası mermer tezgôhlı marangoz meşhur Ali Ustanın evi değil mi? - Evet. - Usta bu kuzuyu kızorttı. Gönderdi. Alın. Kapı açıldı. Kalın, çıplak iki kol daha beyaz el­ leriyle kuzu kabını içeri a ldı, meçhul bir şeye h!ddet­ lenmiş gibi kopıyı hızla çarparo k kapadı. Cabi Efen­ di g ü lümsed i : - Yarın m ermer tezgôh . . . Ellerini oğuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş m üt­ hiş bir tokat gibi rüzgarı surotıno çarpan, alçak ka­ pının üstündeki silik rakama kaçtı: - cYedi, yedi » diye başı nı salladı. Sabahle­ yin erkenden mermer tezgôhı n kırıldığı nı görecekti. Bunun için lstanbul'o geçmedi. Doğru Alpazarı'ndaki Hacı Hüseyin ' i n hanına g itti. Tem izce bir oda kiralo­ dı. Geceyi Usküdar'da geçirecekti. . . .

Meşhur marangoz Ali Usta n ı n evine gee gelmek ôdetiydi. Kapıdan g irince doğru sofraya oturdu. Bu a kşam sofran ı n başına cöki.mce şaşırdı. Karısına: - Hayrola, dedi. Bu kuzu nereden esti?l - Sona sormalı? - Ne dooıek? - Bugün sen gönderdln. 147


- Hôşô . . . Karısı merhum Kasımpaşa imamının üvey kı­ zıydı. Pek çabuk hiddetlenird i. Yine kıpkırmızı oldu. Ellerini geniş kalcalarına dayadı. Yüzünü eğriltti: - Hôşô, ha? - Vay, demek ben bunu caldım ha? - Bilmem. - Gündüz gönderdin. Şimdi unutup laf mı cıkarıyorsun? Ali Usta: - Ben hiç bir şeyi u nutmam, dedi. - Haydi oradan buna k, sen de. . . Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. «Mermer tezgôhlı Ali Us­ ta'nın evi burası mı?ıo dedi. « Evet» dedim. «Benimle bu kuzuyu gönderdi.» dedi. Ben de aldım. Karı koca bu kuzu yüzünden güzel bir kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemek­ lerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu ku­ zuyu kim göndermişti? Mera kından catlayacaktı? Öm­ ründe i l k defa olmak üzere o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hôlô onu u nutkan­ lıkle itharn ediyordu. - Bunamışsın ayol, git kendini Pabucu Büyük'e okut! d iyordu. Sabah namazın ı kılmadan d ü kkônına indi. Ke­ penkler! açtı. O kadar dalgındı ki . . . Köşede kendisi­ ni gözetle,yen Ca bi . Efendiyi bile görmedi. Mihaniki bir durgunlukla keserini eline aldı. Dünden kalan işi­ ni mermer tezgôhın üstüne koydu. Cabi Efendi açık kapıdan onun dalgınlığına bokarak gülümsüyordu. Zavallının aklı, fikri hep d ü n a kşamkl kuzuda idi. « Ki m gönderdi, ya .Ra bbi, kim gönderdi, kim olabi·

· 1 48


tir?» d iye düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, a ğır keseri cattadak indirince gözleri açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgôhtan kopmuş, yere fırlamıştt. Aynı zamanda arkasındaki kapıdan bir ses işittit - Geemiş olsun usta. - !... Döndü. Dün kovduğu küçük ihtiyarı görünce bıl­ tün bütün şaşırdı. Cabi Efendi sordu: - Hani sanatının eriydin? Ne oldu böyle? Zavallı All Usta ağzını açamadı. Sapsarı kesi.ldi. Oudakları titriyordu. O vakit Cabi Efend i düşüncesizliğin neticesi olan di kkatini bu ana kadar kendisine bir meziyet sayan bu adama a cıdı. - Artık d üşünme, dedi, o kuzuyu ben gönde� di m. - Sen m i ? - Evet. - Niçin? - Seni biraz düşündürrnek icin . . . Sonra üşenmedi, ona. ayak üstünde, insanın «düşünen bir hayvan» olduğunu, dalgınlıkla bazan d i kkat hassasın ı kaybettiğini, «yanılmaz, keskin bir ·d ikkat» in sırf «düşüncesiz hayvanlar» a mahsus bir fazilet sayılacağını uzun uzadıya a nlattı. Kapıdan çı­ karken: - Haydi oğlum, dünyanın nizarnını bozmağa kalkma. Marangozun tezgôhı kalastan olur. Şimcü k ı rdığın şu merrneri hemen kaldır. Yerine a hşap bir tezgôh koy. *

149


Bir saat sonra Cabi Efendi Harem iskelesinin ko­ yu löcivert dalgalarında sallanan köhne bir kayığa biniyord u. Dün gitrneğe karar verdiği cKızkules i » n i n neye deniz ortasına yapı ldığını keşfedecek. mutlaka. bunun da asıl sebebin i bulacaktı. Ama bu sabah er­ kenden nadanın birine «dikkatin hakikati » n i öğrete­ bildiği icin o kadar memnundu ki

150


DIYET Dar kapısından başka, ayd ı n l ı k girecek hiç bir yeri olmayan dü kkönında. tek başına, gece g ündüz, kıvılcımlar sacorak cal ışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli b i r asianı andırıyordu: Uzun boylu, iri pençeli, kalın paz ı l ı , geniş omuzl u bir pehlivand ı. On senedir bu karanlık in içinde ham demirden döv­ düğü k ı l ı ç namluları bütün Anadol u'da, bütün Rume­ li'de. serhat boylarında büyük bir nam kazanmıştı. Hatta ista nbul'da bile yeniçeriler satın olacakları ko­ maların. saldırmaların, yatağanların üstünde «Amel-i Ali Usta» damgasını a rıyorlardı. O çeliğe «cifte su verme»sini b i l iyord u. Uzun k ı lıçlar değil. yaptığı kı­ ·sacık bıcaklar bile iki kat olur, yine kırıl mazdı. Bu, «Cifte su vermekıı sanatı nın yalnız ona ma hsus bir sırrı idi. Yanına cıkar a l maz, kimse ile cak konuş­ maz, dükkanından dışarı çı kmaz, habire uğraşırdı. Bekördı. Hısım akrabası yoktu. Memleketin yaban­ .cısı idi. Kılıçtan, demirden celikten, ateşten başka 1 51


laf bilmez, pazarlığa g ı rışmez. müşterileri n e verirse a lırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağını söndürür, d ü kkanı n ı n kapısını k i litler, kaybo:ur, muharebeden 10onra meydana çıkardı. Şehi rde ona dair birçok hi­ köyeler söylenirdi. Siya h şahane gözleri nin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükOnundan, düzgün sözlerinden onun ödi bir adam olmodı�ı , bel­ li Idi. Ama kimdi? Nereliyd i? Nereden ge:mişti? Bun­ ları bilen yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir usta n ı n bulunması herkes için ayn bir iftihord ı : - Bizim Ali. - Bizim koca usta. - Dünyada eşi yoktur. - Zülfikorın sırrı ondodır, derlerdi. Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yap­ ra�ı gibi incelten, kôğıt g ibi yumuşoton sonatını kim­ seden öğrenmemiş, kend i kendine bulmuştu. Daha · on iki yaşında iken, sert bir beylerbeyi olan babas ı n ı n başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına a ldı. Olwtnıa k is­ tedi. Bel ki devlet katında yetişecek, büyül< mevkilere cıkocaktı. Fakat Ali'nin mizacında . �< başkasına min­ nettar kalmak» ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. c Ben kimseye eyva l l a h etmoyeceğim» derai. Bir ge�e. a mcas ı n ı n konağından kaçtı. Serseri bir atsız gibi· dağlar, tepeler, dereler aştı. i smini bilmediği mem­ leketler dolaştı. N ihayet Erzurum'da i htiyar bir de­ m i rcinin yan;na girdi. Otuz .yaşına kadar Anadolu'da uğramodığı şehir kalmadı. K imseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini t a şt a n çı kardı. Alnın ı n ter!yle kazandı. Çok çal : ştı. Em3alsiz işler meydan a getirdi. Pek a z kazanca kanaat etti. i çinde « mukad­ des uteş ııten bir şule bu:unan her mescit g ibi para. 1 52


Icin değil, sanatı, sanatının zevki icin çalışıyordu. «Celiğe çifte su vermekıı onun aşkıydı. Gönül l ü g i bi muharebelere g ittiği zamanlar yeniçerilerln, sipa h i le­ rin, sakbenların içinde "Ali Usta» işinin methini işi). tikçe tadı dille anlatılmaz manevi bir zevk duyarlardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanları parçalayan ce­ lik yatağanlar, zırhları kesen a ğ ı r saidırmalar yapa­ caktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üze­ rinde mi lyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu. - Ta k ! - Tak, tak! - Tak, tak ! . . . i şte bugün de sabah namazından beri durmadan . on saat uğraşmıştı. Dövüldüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına da ldırdı. Ocağının sönmeğa başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan elleriyle terle­ rini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte hazin a k­ şam ezanı okunuyor, hacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı koparoyorlardı. Ikindi aptesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuru­ ladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omuzuna attı. Dışart-­ ya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeğe lüzum gör­ mezdi. Uzun meydanda mescide doğru yürüdü. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca doğru d ükkônına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. llık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanuğrusu sarı al­ 'tın tozundan nihayetsiz bir bulut g ibi göğ ü n bir ta­ raftan öbür tarafına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Şe­ hirden mandırolara g iden yol un geçtiği tahta köprü­ de durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine a k­ seden yı ldızlar, nurdan çakıl taşları gibi parlıyor, ışıl­ d ıyordu. Kenardaki kara n l ı k top söğütlerd e bülbül-


ler ötüyordu. Daldı gitti. Saatlerce kımıldamadı. Din­ lediği nağmelerin, ruhunda kalan ahenklerini işiti­ yor, tıpkı mescitte g ibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses : - Kimdir o? diye bağırdı. Daldığı tatlı ôlemden uyandı. Köprünün öbür ta­ rafında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayri i htiyari cevap verd i : - Yabancı yok. - Kimsin? - Ali . . . - Ali . . . Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıya ­ fetinden tanıdılar: - Koca Ali . . . Koca Ali, be . . . &O

Sen m isin, Ali Usta? Benim. Ne a rıyorsun bu vakit buralarda? Hiç. Nasıl h i ç. Suya çekicini mi düşürdün yok-

• • •

Bunlar şehir subaşısırlın adamları, - d izdarlardı. Kol geziyorlard ı. Ne cevap vereceğini şaşırd ı . Onlar. kandi lArinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkarırlardı. Ama ona fena mua­ mele etmedi ler. Dizdarbaşı : - Ali usta, sen deli m i oldun? dedi. - Yok - Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, bahusus böyle şehir kenarında . . •

154


kimsenin doleşmasına al)amızın razı olmadıl)ını bit­ miyor musun? -

Bi liyorum. Ey. ne arıyorsun buralarda? Hiç. Nasıl hiç? Suya çekicini mi d üşürdün yoksa?

- ! . . ..

Koca Ali yine cevap vermedi. Dizdarlar onun no­ musltj bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız : - Haydi yerine git. Dolaşma. dediler. Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali ru­ hunda demin dilediği ahengi tekrarlıyodu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıroların köpekle­ ri havlıyorlardı. Sokakta hic kimseye rast g elmedi. D ü kkônının önüne gelince d u rdu. Sacasının üstünde­ ki leylek uyuyamamış, keyifli bir hayal gibi ayakta d u ruyordu. Kapısı aralıktı. Ç ı karken sıkı sıkıya kapa­ dığını hatırladı. - Tuhaf, rüzg ôr açmış olacak, dedi. Dü kkônda örsü ile cekicinden başka kıymetn şeysi yoktu. Bunlar da cal ınmağa değmezdi. Kimse­ nin işine yaramazdı ki, h ırsız aşırmak zahmetine gir­ sin . . . Içeriden kapıyı s ürmeledi. Dizdarların müdahale­ si canını sıkmıştı. işte şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti. Halbuki dağ başında, köyde sanatı geçmez­ di. Birden a ğ ı r bir yorgunluk d uydu. Kandilini yak­ mağa üşendi. Ocağın soluna gelen a lça k musandt­ raya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı postekisinden ibaret olan yatakcığrna uzandı. Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:


- Kim o? d iye haykırdı. - Ac çabuk . . . · · · · · · · · · '• · · · · · · · · · · ·

Sabah olmuştu. Kapının ara l ı klarından bembe­ yaz ziya çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kal­ maz, g ü n eş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musan­ d ı radan atladı. Ayakkaplarını bulmadan yürüdü. H ız­ la sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkônı dolduran aydınlığı içinde palabıyı klı, yüksek kavuklu d izdarbaşıyı gördü. Arkasında kece külôhlı, çifte haneerli gene yarnakları da duruyorlardı. «Ne var?» gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı : - Ali Usta, dü kkônı a rayacağız, ded i . Koca A l i hayretle sordu : - Niçin? - Bu g ece Budak Beyin mandırasında hırsızlı k elmuş.

- Ey, bana ne? --: Onun icin işte d ükkônını arayacağız. - O hırsızlı ktan bana ne? - H ı r�ızlar caldı k ları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. M eşin keseleri n içindeki paraları a la­ � rak bir tanesini oraya bırakmışlar. - Bana ne? - O keselerden bir tanesi n i d e bu sabah senin d ü kkônının önünde bulduk. Sonra . . . Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var. Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşi­ ğine baktı. Hakiketen el kadar bir kan lekesi sürül­ m üştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken palabıyıklı dizda r : - Hem bu gece ben seni köprünün üstünde gör­ düm, orada ne arıyordun? dedi . .. . . . . ',\,

156

.

•'• . . . . . . . . . .


Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne bakb. . - Arayın, diye geri çekildi. Dizdarla yarnakları dükkana girdiler. Örsün ya­ nından geçen başağa haykırdı: - Ay! işte, işte . . . Koca Ali gayri ihtiyari baktığı tarafa gözlerin i çe­ virdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamak­ lar hemen deriyi kaldırdılar. Actılar. Daha ıslaktı. Bir ağaları nın, bir de mücrimin yüzüne bakıyorlardı. Diz­ darbaşı hiddetlenerek sordu: - Çaldığın paraları nereye sakladın? - Ben para calmadım. - inkar etme, işte kuzunun derisi dakkanından .

��-

- Bu deriyi ben buraya koymadım. - Ya kim koydu? - Bilmiyorum. ·

Koca Ali zaten çok lakırdı söylemezdi. Subaşı­ nın karşısına çıktığı zaman da gece gee vakit köprü­ nün üstünde ne a radığını anlatamadı. Budak Beyin yeni sattığı beş yüz koyunun ücreti de mandıraden calınmıştı. iki kuvvetli hırsız, bekçi çoba n ı sımsıkı bağlamışlardı. Ertesi gün hakimin huzurunda bu ço­ ban. h ı rsızın birini Koca Ali'ye benzetti�ini söyledi. Gece gee vakte kadar dükkanına gelmemesi, derinin dükkanda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması Koca Ali'nin ithamma kô"fi geldi. Ne kadar inkar etse h ı rsızlığı tevil götürmüyordu. Zaten h ükü­ metce nereden geldiği, nereli olduğu belli değildi. - Sol kolunun kesilmesine karar verildi. Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa 1 57


olarak sarardı. Dudaklarını ısırd ı . Kazaya rızadan başka care yoktu. Sendelayerek ayağa kalktı. Hôki· me dik bir sesle : - Kolumu bırakın, kofarnı kesin, d iye rica et­ tl. Bu, ömründe onun i l k ricasıydı. Fakat i htiyar ha­ kim cok ôdildi : - Hayır oğlum, dedi, sen adam öld ü rmedin, eğer ooba nı öldürseydin, o vakit katan giderdi. Ceza kabahata göredir. Sen yalnız hırsız l ı k ettin. Kolun ko­ pacak. Hak böyle istiyor.

Koca Ali'nin kolu kafasından çok kıymetl iydi. Ce­ liğe «çifte swıyu bu iki kol sayesinde veriyor, serhad­ lerde dövüşen binlerce gazilere çelik kalkanları kıran ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gi­ bi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu. Onu ağa kapısında dizdarların odası altına kapa­ dıla r. Kısas gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkar­ mıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vurma­ yacağını d üşünerek üzülüyordu. Kolunun diyetini ve­ recek on porası yoktu. Şimdiye kadar para icin ça ­ lışmomıştı . . . . Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mohir bir usta­ nın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yokışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile da­ yanamıyordu. işte herkes onu seviyordu. Sipohiler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı, kurtarmoyı sözleştiler. Şehrin en büyü k zengini cHocı Mehmet»e müracaat ettiler; bu adam Korun kadar mal sahibi olduğu halde son derece hosisti. 1 58


Hôlô şehrin pazar yerinde küçük bir dükkônda ka­ saplı k yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratı­ n ı ekşitti. Başını salladı. Ama s;pahilerle hoş geçin­ mek lôzımdı. - Mademki siz istiyorsunuz. dedi, ben onun ko­ lu icin diyet veririm. Ama bir şartla . . . - Ne gibi? diye sordular. - Varın kendisine söyleyin . Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıra k l i k etmeğe razı olursa . . . - Pekôlô, pekôlô . . . . . . . . . . Sipahiler ağa kapısına koştu lar. Hacı kasa­ bın teklifini Koca Ali'ye söyled iler. O evveıô «kasap­ lık bilmediğini» ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyor­ du. Sipahi ler: «Adam sen de. Kasaplık iş mi? O ka­ dar harp gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?» d iye israr ettiler. «Kula k!:1 olmak» , fôni dünyada «birisine minnettar kalma'< •> azapların en ağın idi. O, daha pek gençken, vez i r amcasının l ütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak icin aile oca­ ğ ı ndan kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi onu bak kime köle edecekti? Sipahiler: «Hacı n ı n yaşı yetmiş i aşmış . . . Zaten daha ne kadar yaşar ki . O ölünce yine sen h ür ka­ l ı r, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşün­ me» d iyorlardı. Hacı kasap, kesilecek kolun d iyetini hôkime say­ dığı gün Koca Ali'yi arkasına taktı. Dükkôna getirdi. Bu ·adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Hasisliğin­ den şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamış­ tı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen d ükkanının kö­ şesine bir set yerleştirdi. Üitüne bir şilte koydu. Geç. .

1 59


ti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmağa başladı. Ama her şeyi . . . Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat ötedeki mandırasından o g ü n sa­ tılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona sattırıyor. .. Ta a kşam narnazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çor­ basıydı. Bazan kendi a rtıkların ı köpeğe verir gibi önü­ ne atardı. Geceleri dükkônı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah icin koyun getirmek üzere mandırasma yolluyordu. Odununu bile orman­ dan ona kestiriyor, suyl!nu ona taşıtıyor, her işini ona g ördürüyordu. Hatta evinin bahçesinde lôğım kuyusunu bile ona ayıklattı. Koca Ali, sade suya bulgur corbasıyle bu kadar zahmetlere yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı Kasabın ikidebir : - Ulan Ali. Kolunun diyetini ben verdim. Yok­ sa çolak kalaca ktı n, diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu. Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Dur­ madan çalıştı. Gece uyumadı, gündüz koştu. Efendi­ sinin karşısında elpençe divan durdu. Yine: - Kolunun diyetini ben verdim. ·

- Şimdi çola k kalacaktın. ha . . . - Benim sayemde kolun var. Hacı kasap ôdeta bu sözleri «aferin» tarzında di- . line pelesenk etmişti. Her emrinin icrasından sonra k ı r sakall ı , çirkin, sıska suratını ekşiterek mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer; «Aklında tut, benim esirimsin.» diye verdiği d iyeti hatırlatırdı. Koca Al i susar, kalbinin yırt:ldığını, göğsüne sıcak sı­ cak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çeneleri n i n çatır1 60


ğını, şakaklarının attığını d uyardı. Geceleri uyuyamı­ yor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip g elirken, salhanade koyunları yüzerken, müşterilere et keser­ ken «Ne yapacağım, ne yapacağım?» diye d üşünü­ yor, hiç bir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyva llah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti içinde yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?. Kacmayı namusuna yediremiyordu. i şte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı. Fakat bu heritin ikidebirde bu yaptıOını başa kakmasına tahammül ölümden pek güc. ölümden pek acı', ölümden pek ağırdı. *

Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cuma idi. Yine erkenden man d ıraya git­ miş. koyunları getirmiş, salhanade yüzmüş, dükkôn­ d a cengellere asmıştı. Tezgahın solundaki büyük yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine «Ne yapaca­ ğ ı m, ne yapacağım?• diye düşünüyor, dudakların ı ısı­ rıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıcakları bilerneğe başladı. «Ne yapacağım, n e yapacağım?» hulyasına öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızı n uğursuzun boğuk sesi yü­ reğini ağzına getirdi: - Ne yapıyorsun be? Döndü. Efendisi köşesinde oturmuş. cubuğunu tüttürüyordu. - Sıcakları biliyorum, dedi. - Hay tembel, miskin hay . . . Sabahtan beri ne yaptın? Cevap vermedi. Kapakları çürümüş bu küçü k, bu 1 61 / 1 1


hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı. I htiyar, ·bek­ lemediği bu acı bakıştan k ızdı. Sordu: - Ne bakıyorsun? Koca Ali sesini cıkarmıyor, bir hafta içinde bel­ ki beş seneli k h izmetini durup dinlenmeden gördüğü halde kendini yine «tembel, miskin» d iye tahkir etme­ ğe sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzü­ yordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıca k bir şeyler yayılıyor, çeneleri kitlen iyor, şokakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Al• gözlerini açtı. Bir hafta buna tahammül etmişti? Şa­ şırdı. Hacı Kasap çubuğu yan ı na bıraktı. Hizmeteisi­ nin bu a ğ ı r bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı: - Kolunun diyetini benim verd iğimi unutuyor­ sun galiba! dedi, ben olmasam şimdi çolak kalacak­ tın . . . Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümse­ dl. Kızardı. Sonra birden sarardı. H ızla döndü. Biledi ­ ğ i satırların e n büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satın öyle bir indirdi ki . . . O anda kopan kolunu tuttu. Gör­ düğü şeyin dehşetinden gözleri fırlayan Hacı Kasa­ bın önü ne: «Al bakalım şu d iyetini verdiğin şeyi.» diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yerini sıkı bir dliğüm yaptı. Dükkôndan çıktı. Onun vaktiyle geldiği ysr g ibi, şimdi gittiği ye­ ri de şehirde kimse öğrenemedi.


S Ö Z L Ü K

A o bu s

Somurtkan. osık suratlı.

ad em

Yokluk.

o fiili

Görünüşünde ve tutumunda gös­

.A!)a Kapısı

Yeniçeri ocaOının

teriş olan .

mutanı

olon

en

yCıksek

yeniçeri

ko-

o!)osının

b u tu n d ui:ju yer. .ghlr

So n ra

,

sonra ki .

ahval

Holler, durumlar.

akim

Verimsiz.

.gkur

Kuduz, azgın.

·611

YCıce. yCıksek.

·Ol icenap

iyilik eden, onurunu koruyon

.gmel-1 All Usta

All Usta yapısı.

ômlr

Buyuron, emir veren.

m e rt .

Arafat

cö-

ş e ref l ı .

Mekkeye

yakın

bir

daO.

Inancına göre cennet

lle

lsiOm cehen­

nem oroaındo bulunan yer.

1 63


ôsumanl

Gökyüzü ile ilgili.

atı yedeğe a lmak

Yorulan atı aeğlştırip

arkasına

götürmek. Aynaroz

Yunanistan'da sarp bir dağ eteğin­ de bulunan bir ortodoks manastırı.

B

babayanı

Yaşlı ve ai)ır başlı ineana yakışır

bac almak

Vergi almak.

bahadır bahusu!l

Yiğit. ö zellikle.

bariz

Meydanda, açık olon.

biçimde.

bed il beis gönnemek

Güzellikle

llgıli,

estetik.

Zararı yok deyip, bir şeyin üzerine düşmemek.

be rat

Osmanlı yönetiminde nlşan, rü!be Icin devletçe yazılan belge.

beylerbeyl

Osmanl ı yönetiminde eyaJetler ıcın­

basıancı

Sara'( bahçesine bakan, aynı za­

deki sancak örgütünün beyl. manda buraların koruyuculuk gö­ revini yapan. Budin

Şimdiki Budopeşte'nin bir kısmına Osmonlılorca verilen ad.

c

cambaz

Hayvon alışverişi yapan.

cem ı

Toplama işlemi.

1 64


ce

noh

cetbecet cübbe

Von. Soyca, eski soylardon beri. Eskiden bilimle u(jroşonlorın giy­ dikleri düz, sade, üste givilır giysi.

.

c çokşır

Bir tür şolvar.

çelebi

Okumuş, nazik, kibor kişi.

çit

Ev. bohce bostan çevresine dal vb.

çorbocı

Bir tür unvon. Rumeli'de ôzellikl&

.

lle yapılmış engel. esnaf birbiri icin kullanır. com ez

Medresade ô(jrencl.

D

dahiliye nezoreü

i ç işleri bokonlı(lı

do jive trudo

(Bulgarca) yaşasın çalışmak.

. doskol

.

(Bulgarca) ô(jretmen

daskoliçe

(Bulgarca) Kadın öl)retmen.

doüssılo

Y urt özlemi.

debdebe

Göz alıcı, parlak ve gösterişli.

defterdar

Osmanlı örgütünde maliye Işlerina

dehalet

S i ğı nok .

derunl

ıçten, gönülden.

destan

Uzun kahromanlık şiiri

eli bo

Bir tür lpekll kumaş.

diline peleeenk etmek

H.;p aynı şeyi söylemek.

bakan.

.

165


<liyeı

I slam hukukunda yaralama, öldür­ meda suc işieyenin ödeme zorunda olduğu para.

-dizdar

Kale bekçısı.

oobravecer

(Bulgarca) Hayırlı akfOmlar.

düvell

Devlet örgütüyle ilgili.

E

·eeln ni

i nsandan ayrı olarak, var olduı':juna lnanılan, görünmez cin tayfasının başka adı.

eda etmek

Yerine getirmek, borcunu ödemek.

ela, ela

(Rumca) Gol, gel.

enderun

Sarayın Ic örgutü.

enfiye

Buruna cekilen tütün tozu.

erkônıharp

Kurmay.

eski camlar bardak oldu :

Eski durumlar tümüyle deı':jlşti an­ lamında bir deyim

.ezen

.

Oldum olası, eskiden beri.

F.

fa h n

Karşılık, Ocret beklemeden yapılan

faklh

Okumuş kimse, bilgin.

lalso etmek fa ni

Yanlış Iş yapmak. Ö lümlü.

fazı\

ü stün, erdemli.

Iş.

.fazilet

Değer, övülecek nitelikte olan ah­ lak.

fırka

166

Bugün tümen denilen asker birliği.


fildekos fo nila tuto

Uzun kollu, yiin fanlla. ü ste kuşanılan bir tür peştemat

G

gadda r

Hic acımayan, Insafsız olan.

gadra u!)ramak

liaksızlığa u!)ramak.

go ile

Dert, sıkıntı.

galat

'ı' a n l ı ş olan, yanı lma.

goleyan

Kaynama taşk ınlık

garaz

Varılması Istenen san, (yazıda) fe­

garip

Gurbette olan, tuhaf, acayip.

,

.

nal ı k etmek anlamındadı r. gaşyolmak

Sayı l mak, kendinden gecmek.

gayrıihtivarl

Elinde olmadan.

gaza

Kutsal savaş.

ge beş

S e rsem, sünep e.

girdap

Akarsuyun biiyuk cevrlntı yapışı.

gospod i n

(Bulgarca) efendi.

H

·

habls

Kötü, alcak.

hôki esvap

l oprak rengi elbise.

hôk ii zemin

1 oprak ve yer.

halôskôr

Kurtarıcı.

halet

Bir kişiden sonra gelip onun ye­

ha R

rine geçen. i cinde bir şey olmayan, boş. I nsanda ailes i ve yurdunu koruma

-

hamlyyet

gayreti, yurtseverlik.

187


.tıôrelı

oa:galı dalgalı görünen.

hasfet

Huy, tabiat.

llÔŞQ

Kuvvetli inkôr.

he n dese

Geometri.

hi cr et

B i r yerden başka yere göcmek.

hı Izetmek

Muhafaza etmek, korumak.

.hezeyan

Sacmalama, sayıklama.

hezimet

Bozg un.

tıususiyle

Özellikle.

hilekôr

Hile yapa n , aldatan.

.hilkat

Yaratma, yarotış.

himaye

Korumak.

huşı..

Alcak gönüll ülük göstermek.

huşunet

Sert davranma.

.hücra

Tenha olon .

hümma (humma)

Ateşli hastalı k

mı har

ö vünme, kıvanma.

l ht l ra m

Saygı gösterme.

.

lhtlyar1

Kendi ls teO i yle davranma.

lkbal

Boht acıklıOı.

Imtiyaz

Başkolonndan ayrı ve Ostln tutma

·iptida

hall. Ö nce.

i rat

Gelir.

lstptal tezkaresi

AskerilOt bitfrene verilen terhis tez­

istical

Acele etmek.

istıcvap

Sorup yanıt a l m ak

. ıstihkOm

Sığınak. düşmono karşı aavunmak

karesi. ivecenllk.

lctn yapılmı9 yer.

168

.


·

lştlyak

Özlemek, görecelll gelmek.

itharn

Suçlama.

Itibar

Saygınlık.

i tim at

Güven.

ltisat

Can yakma, zulüm.

i tm inan

ınanmak, emin ol ma k.

Ittifak

Aynı oyda ve anlayışta birleşme.

lzzet-1 netıe

On u r

.

J Jorl Kurtelin

George Courtellne

(1858

1829}

Fransız yazarlarından.

K

kôbue

Kork ulu düş.

kodırga

Yelken ve kürekle giden eakl ·savaş. gemileri.

kald e

K.ural.

koil olmak

Kabul etmek, razı olmak.

kônun-Lı evvel

Aralık ayı.

k ônun u sanı

Ocak ayı.

Kurun kadar zengin

Dilimizde c:ok zengin kimse anla­

-

mında kullan ılır. Kanun c:ok zen­ gin bir kimsenin adı. k1.1tmerll muhocJr

B ı rçok yer de(ilştırmlş göçmen.

kotr6

Su damlası.

k :ıvi

Sağlam.

kazoya nzo

u:.ışa g e le n e boyun eQme.

k elepir

!Jcı)erlııden çok aşa ğ ı alınmıf şey.

1 89


tusos

i şlenen suçun oynını suçluyo uygu­

kolcu

Bir şeyi, bir yeri korumak Için bek-

.ııomitocı

Sılöhlı, gizli topluluOo boOiı olon.

lamak. leyen k i şi.

Köprüyü oşacak tek bir

Eskiden Koroköy Köprüsünden po-

,metelik

ro ile gecilirdi. metelik : para bl­

Kuvveden fiile gecmek

Sözden iş

rimi, cok küçük para, on para. yapmaya, uygulamoya

geç mek . .küloh giydirmek

- Birine oyun etmek, oldotmok.

L

�aa kol

En azından.

lah u tl

Tanrısol aleme boOiı olon.

lo in

La netlenmiş, Tanrı merhametinden uzak.

lamise

Dokunma d uyusu.

Jevent

Osman l ı d o n anmas ın da çalışan de­

·l

niz eri, boylu poslu kişi. Ö z gür düşüneey e boQiı.

ibera l

M

mabet

Tapınak, cami, k ilise gibi Ibadet yerı.

d i l e·cek, topılacak vardık.

mabut

ibadet

mahiyet

Bir şeyin aslı, iç yüzü.

e

mahut

Bi linen k öt ü kimse, fey.

mahzuz

Hoşlanmış.

Malkoro

Tekird ağ i line boOiı Ilçe.

1 70


manliher

Balkan Savatı'nda kullanıla n

mas i va

·ı

maskarata

Ayakkabının dikişle ayırt

bir

tür tülek. anndan başka var olanlar. ed!lmlf­

burun kısmı. matem

Y GS.

mebzuliyetle

ı,;okca.

metküre

Uikü, ulaşılması istenen yüksek d ü­ şünce.

mehterhune

usmanlı örgütünde nefesli ve vu­ ruşl u

sazlarla insan seslerinden.

oluşan muzika takımı. rnekköreel

meml u mesnevı

'tük hayvanlarının sürücüsü. Dolu.

�r

d izesi kendinden sonra gelen.

dize ile uyaklı uzun şiir. Mevlana'­ nın tanınmış yapılı. mev'ut meyus

Vaat olunmuş. Ü züntülü, yaslı.

mezalim

Zulüm ler.

mihanikl

Makine ile ilgili, mekanik, ı,ıakine gibi yapılan Iş.

minnettar

Birine karşı

içten borç duygusu,

duymak. mizac

Huy, tabiat.

m uazzez

Saygı

muavenet

Yard ım etme.

gösterilen,

de(jerll.

mubayaa

Satın olma.

muhalit

Karşı koyan, karşı tarafta olan.

mukaddes

Kutsal olan.

m usademe

Vuruşma, çarpışma.

musondıra

Eski evlerde to htaclan yapılmış se­ ki, büyük y ük dolabı.

muztartp

Acı duyan.

171-ı


rnüc�at .

Ceza lar.

mi.ıcrım

Suçlu.

muessir

Etkili.

.muddeiumuml

Savcı

.muphem

B�irsiz.

.mülôzım mürnin

Teğmen. i nanç sahlb,l.

.mü sav ı

Eşit.

.

mu s takbel

Gelecek zaman.

.müsellesat

Trigonometrl

.müstahsil

Yetişlirici, üretıcı.

müstehlik

C o �a l tıcı

Müstehzl müştak

Alaycı. Özlemiş olan.

.müıeacclp

Şaşmış. şaşıp kalmı9.

.müteassıp

Kendi

.

.

düşüncesinde

olmayanlara

karşı düşmanlık besleye n ,müzmin

.

Ye r leşm i ş.

N

!fladan

Nobran, Hayret.

.na fiz

Sözü g e çen, Içine Işleyen .

nagehanl

Aniden, birdenbir e i sıe�lni elde etmek .

.nail olmak .na ka rat namdar

.

Bir şarkının tokror edilen bölümü. Ü nlü.

name-l hümay un

Pa di şahın m ektubu .

.nO ra

Y üksek sesle ve terbiyesizce ba­

nasihat

Oırma. Ö ğüt.

nezih

Temiz ahlaklı.

flilak

Bozgunculuk, Iki yQziQIQk.

172


nisyan

Un utma, halırdan cıkma.

n us ret

Ut k u

nüma yl ş

Gös te rı.

,

başarı.

o

Olrayt (all right)

(ing i lizce) Evet, peki, hemen.

omuzdaş

Arkadaş.

on Iki ler

(Yazıda)

Aksaray ae mtl ryde

.

esk_l

zamanlarda ort�LıQı kasıp kavuran, haraca kesen on iki kişilik k ü lhan­ beyi ceıesl.

On Temmuı:

1908 yı l ı n d a meşrutlyetın Ilan edll­

diOI gün.

Orlste

(Rumca) Buyurun.

o Ödlek

Korkak. p

pey k e pir aş k ı n a

Dar v e uzun sedlr. Hiçbir ka rş : l ı k beklemeden calıı:ı­

mak. plştov

Bir tür tabanca.

pot ur

Bacak kısmı dar falva r

pre dO rlvlyera

(Fransızca) De re kenarında. (Pres

.

d• la rlvlerre}

Punl g en e ral

(Rumca) Genaral nerede? R

raton

Usul, k u ra l. (Argo)

rak ik

Ince. narin.

1 73


rejl

Osmanlı yönetiminde tütün tekeiL

rıyozi

Matemetikle ilgili. s

sobavet

Çocukluk.

saidırma

1 ı ozıdo) Büyük boy bıçok, ko ma.

sol to

bır tur ceket.

somon uOrusu

Bır kuşak gibi gökyüzünde uzanan. yıldız topluluğu, samanyolu.

sôy

c,.;olışmo.

�ı;tıkbon

Yenıçeri ocağının bir bölümü. Son­ cak beyleri yanında bulunur, polis. görevi yaporlorc:ıı.

seki serop

uıurulocok yer. <,;öılerde ısı ve ışık etkisiyle su var­ mış gibi görünme durumu.

_

serhat

Sınır boyu.

serzeniş

bıtem etme, boşa kokmo.

sipohl

tyoletlerden gelen atlı asker.

su başı

Osmanlı yönetimında belediye m�

sundurmo

feıtişl. Ö nü açık çatı altı.

Sernal kahveleri

tskiden halk azanlarının şiirlerin� okuduğu. şiir konusunda yarışmo­ lar do düzenlenen kohvehoneler.

ş şoboş şahone

Aferin anlamında kullanıla n bir töz. . .Şaho yakışır bıçi m de, üstün'-n lte­

şebop

Gençlik.

şed it

:,iıddetli, sert

llkte olon.

şerait

Koşullar.

şule

Ateştı:: n meydana gelen alev.

1 74


T

taaccüp Işareti

Ü nlem imi. Keı:ıdi inancı dışında olanlara iyi

.taassup

gözle bakma rri aK. bavaşta

tabiye

sığınmak

icin

yapıla!'l ko­

runak. .taciz etmek

::iıkıntı vermek, rahataız etmek.

taharn

Araştırmak.

tahayyüı etmek

Hayalinde yaşatmak.

tahkir etmek

Hakaret etmek, aıpaOılamak.

tarass ut mahalli

Gözetierne yerı.

tahtelbahır

Denizaltı.

tah v il

Bir

şeyi

başka hale sokmak, deOiş­

tirmek. takallus etmek

Kas ı lmak.

Tatavla

istanbul'da

ta bc i l

Büyütme. saygı

tedehhüş

etmek

tefek k ür

bir

semt. Kurtuluş. gösterme.

Dehşete d üşmeK. Düşünmek.

Ceheyyüç

Heyecan l a nma.

teşrin-i sanı

Kas ı m ayı.

tevekküı

i ş : eri Ta n r ı n ı n

istediği biçimde ka­

bul etmek. tuhafcı

1 uhafiye eşyası, k umaş vb. Fc tan

tulumba telimi

Eskiden

itfaiye görevi

.

yapan örgü­

tün çal ışmaları. Trablus kuşaOı

Bir

tür y ü n

kuşak, eskiden daha

cak t u l umbacılar bell1rine sararlar­ dı. u

uhrevl

Ahretle Ilgili.

uhuvvet

Ka rd eşl i k. Eskiden Romanya'nın yerli halkı.

U lah

1 75


o üstünlü, esreli

Arap va zısı n da harflerin altına v• üstüne konorak bunların

okunmo

blçi mirv belirleyan i mle r. V Vahi

Boş, anlamsız.

vakıa

Olay, olgu.

vazı h

Aç ık, an laşıl ır

.

veed

Kendinden geçme, aşırı heyecan.

velense

Ka l ı n y ü n k um aş bu k umaş tan ya­ ,

pılmış battanlye. voyvoda

Eskiden bey anlamında kullanılan.

bir aan. vuzuh

Açı klık, anlaşılır blclmde olmak. V

yar

(Yazıda) Uçurum.

yasakçı

Korumakla görevli memur.

yatoOan

Büyük ve uzun bir bıço k

ye is

'1 as,

.

üzüntü.

2

o l ma k

g i tmek.

z.:ıll olmak

''ok

zap li ye

Osm-:Jnlı örgütünde poliıı, Jandarma.

,

silinip

görevi yapan.

zebanl

Cehennem bekcill'i.

ziya

lş:k.

zulmet

Karanlık.

176



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.