ISBN 978 - 975 - 22 - 0227 - 6 2007 . 06 . y . 0105 . 3255
Birinci Basım Ağustos 2007
BİLGİ YAYINEVİ Merkez: Meşrutiyet Cd., No: 46/A, Yenişehir 06420 / ANKARA
Tif.: (0-312) 434 49 98 •Faks: (0-312) 431n58
Temsllclllk: İstiklal Cd., Beyoğlu İş Mrk. No: 365, A Blok,
Kat: 1/133, Beyoğlu 80070 / İSTANBUL Tif.: (0-212) 24416 51 - 24416 53 •Faks: (0-212) 244 16 49
BİLGİ KİTABEVİ Sakarya Cd., No: 8/A, Kızılay 06420 / ANKARA TII.: (0-312) 434 41 06 •Faks: (0-312) 433 19 36
BİLGİ DAGITIM Merkez: Gülbahar Mh., Gülbağ Cd., No: 27/1, A-B Blok, Gülbağ, Mecidiyeköy / İSTANBUL TII.: (0-212) 217 63 40 - 44 •Faks: (0-212) 217 63 45 Şube: Narlıbahçe Sk., No: 17/1, Cağaloğlu 343601 İSTANBUL TII.: (0-212) 522 52 01 - 512 50 59 •Faks: (0-212) 527 41 19 www. bilgiyayinevi.com.tr • info@bilgiyayinevi.com.tr
ŞENGÜL HABLEMİTOGLU
Sessiz
BİLGİ YAYINEVİ
Ağıt
kapak: bllgl yayınevl fotoğraflar: hablemltoğlu alle albümünden
Bu kitabın yayın hakkı, yazarıyla yapılan sözleşme gereği Bllgl Yayınevl'ne aittir. Kaynak gösterilmeden kitaptan alıntı yapılamaz; yayınevlnln yazılı izni olmadan radyo ve televizyona uyarlanamaz; oyun, film, elektronik kitap, CD ya da manyetik bant haline getlrllemez; fotokopi ya da herhangi bir yöntemle çoğaltılamaz.
baskı: cantekln matbaacılık yayıncılık ticaret ltd. ştl. (0-312) 384 34 35 - 384 34 36
"O, bir fırtına kuşuydu,
en ağır rüzgarda bile, rüzgara karşı uçtu ...
"
Her zaman ve sona kadar "Sana"; Büyük bir aşkla, güvenle, mutlulukla, inançla ve gururla sevdiğim Necip; kısa süre de olsa yaşam yoldaşım, en iyi dostum, ışığım oldun. Başımı güvenle dayadığım omuzun, sınırsız şefkatin, sıcacık kırılgan insan kalbin, vicdanın ve benim sevgilim olduğun için sana çok teşekkür ediyorum. Acı çekmeyi, kendimle barışmayı, iç huzura ulaşmayı ve senin ardından nasıl yaşamam gerektiğini senden öğrendim... Görüşeceğiz, hem de hiç ayrılmamış gibi... Sabırla, inatla, tükenmeyen bir sevgiyle bekliyorum. Sen de bekle...
sunuş
11
ilksöz
17
ah! oldu işte
25
ölümle yüzleşme
33
geçer mi, unutulur mu?
38
yas tutmak; iyileşmeyen açık bir gönül yarası ile yaşamaktır 42 anılar ve gerçekler
47
medcezir; mutluluktan güçsüzlüğe Karşıyaka'da neler oldu?
57
70
ucuz oyun ve amatör oyuncular başka "ofis" de nereden çıktı?
74
78
başka ölümler de var hep hatırlatan Kanije ve Uyvar için
93
ölen öldüğü ile mi kalır? yalnız bırakılmak
98
108
düşünceler. .. insanlar...
114
ölüm, yaşam, duygular, duygular. sonsöz
127
fotoğraf albümünden 9
90
139
..
120
sunuş
Yaşamımın hiçbir döneminde, eğer yaşamım biraz da ha devam edecekse, bir daha bu kadar acı duyarak yazma yı istemiyorum. Yas tutup, keder içinde boğulmamak için çırpınırken bunu anlatmaya çalışmanın, yazdıklarımı oku mayı seçenlerle paylaşmanın biraz olsun benim ve çocukla rımın yüreğimizdeki sızıyı azaltmasını umdum. Yazmanın, Necip'le ilgili duygularımı, onun benim için önemini, yaşa mımızdaki eksikliğinin anlamını boğazım yırtılıncaya kadar anlatmak isteğimi geçirmesini bekledim.
"İşe yaradı mı?"
diye sorulacak olursa, başlangıçta belki. Ama sonra yazma yı hiç bitirmek istemediğimi, üst üste koyduğum satırlara hep yenilerini eklemek istediğimi fark ettim. Dostlarımızla ve kendi arkadaşlarımla her yan yana gelişim izde, Necip'le ilgili nokta koymadan, nefes almadan konuştuğumu, bunun bir tür bağımlılık olarak hastalıklı bir duruma dönüştüğü nü, beni de s ıkıcı bir insan yaptığını gördüğümde yazmaya karar vermiştim. Sanırım şimdi de yazmaya bağımlı bir hale geldim. En azından bu daha kabul edilebilir, çevreye rahat sızlık vermeyen bir durum diye düşünüyorum. Bana kalırsa, bir insanın kaza ya da hastalıkla aniden ölümü ile uzunca bir süre yaşadıktan sonraki ölümü ara sında tercih e dilmesi kolay bir fark vardır. Oysa gözünüzün önünde bir başkası tarafından ucuz, adice bir pusuya düşü11
rülerek öldürülmüş, savunmasız ve masum bir ifade ile buz gibi bir akşamda yerde cansız uzan mış biri varsa; üstelik bu biri sizin en sevdiğiniz, hücrelerine kadar benimsediği niz, sevmekten hiç vazgeçmeyeceğiniz, birlikte yaşlanma yı istediğiniz tek insansa; ölüm karş ısındaki çaresizliğiniz ürkütücüdür. Çünkü bu, ne ölümün insana yüklediği çare sizlikle, ne sıralı ölümle, ne de ecel gibi bilindik bir öğreti nin terminolojisi ile açıklanamaz . Bu adaletsizdir, haksız dır, merhametsizce bir durumdur. Ölüm insancadır; ama böylesi değildir. Yaşamın doğumla başlayıp, ölümle kapanan çok per deli bir oyun olduğunu hangimiz düşünmeyiz ki... Yaşamı mızın akışı ile ilgili öngörülerimiz, bir gelecek senaryomuz hep vardır. Necip'in de vardı. Kızları birer yetişkin, güçlü, meslek sahibi bireyler olacaklardı. Kızlarını, onlar evle nirken mutluluk gözyaşları ile dans ederek uğurlayacaktı. Necip'in elinden tutup ilk dondurmalarını birlikte yiyeceği, birlikte parklara, sinemalara gideceği torunları olacaktı. . . B i z onunla sabahları u z u n u z u n kahvaltımızı yaparken, b u ruşmuş yüzümüze gelen kahkahalarla ya da eskiye özlemle gözyaşı dökerek geçmiş günleri, kızlarımızın b ebeklikleri ni bıkmadan usanmadan konuşacaktık. Sıradan mutlu birer yaşlı olacaktık . Yüzümüzü döndürdüğümüz ve kurgulamaya çalıştığı mız bu gelecek, gerçekte geçmişimiz gibi ne hafızamızda ne de başka bir yerde kayıtlı. Ve biz gelecek öykümüzü ken dimizce kurgularken, ölümümüzü hiç düşünmeyiz. G ele cek senaryomuzda ölümün yeri yaşamın sonundadır... Biz Necip'le gelecek ile ilgili konuştuğumuz gibi ölümü de ko nuşmak zorunda kaldık. Çünkü Necip uzunca bir zamandır 12
ölümünün gecikmeyeceğini düşünüyordu. Bunu düşünme si sağlanmıştı. Yeryüzünde iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi birbirinin karşıtı ile anlam bulan olgular, insa nlar, olaylar var. Ancak yaşam ve ölüm böyle değil. Yaşama karşılık ölüm dediği mizde, belki yaşamın anlamını kolaylıkla kavrarken; ölü mün bir son olmanın ötesinde büründüğü hiçbir anlam yok ki... Ölümle gelenin ardındaki b ilinmeyince kolayca anlam yüklenebilecek kavram da en iyi bildiğimiz
"yaşam" oluve
riyor. Böyle düşündüğümde ne ölümden sonra yaşam, ne de başka bir dünya gibi öğretileri, bana göre içi boş bilgi leri, kanıtları ile açıklayabilecek elle tutulur ve inanılabilir hiçbir şey bulamıyorum. G eri dönerek bir anlatan bugüne değin ç ıkmadığına, bilim bir aç ıklama getiremediğine gö re; tek referans kaynağımız yaşam oluyor. Çünkü ölümden
sonrasına ilişkin bilinmeyene ait o büyük boşluk her zaman inançla dolduruluyor. Ben çocukken annem, ''. .. sakın ekmek kırıntılarını yer de bırakma, yalan söyleme, büyüklerinin elini öp, kardeşine vurma. . ." gibi pek çok öğüt verir, '. .. Allah günah yazar, öbür tarafta yanarsın. . ." derdi. B i r türlü anlamazdım bu öbür ta '
raf ve yangın meselesini. Ama onu dinlerdim. Çünkü yan maktan korkardım, günah yazanları gözümde canlandırma ya çalışır, hata yapmamaya uğraşırdım. Ne ben ne de Necip kızlarımızı büyütürken
''günah" kavramını hiç kullanmadık.
Hatta bir gün anaokuluna başladıklarında bana sordukları ilk sorulardan biri bu oldu:
"Günah ne demek?" Onlara
ah
laklı olmanın önemini anlattık. İyiyi, doğruyu, adaleti, in san ve evrene duymaları gereken sevgiyi, saygıyı. .. Yürekle rine, bir gün yanmalarına neden olacak günahlar biriktir memelerini sağlayan bir korku yerleştirmek yerine, vicdan 13
koymaya ve bir iç seslerinin olmasına çalıştık. Yaptıklarının sonuçlarının başkalarına, kendilerine ve dünyaya zarar ver m e mesi için çaba göstermelerini sağlayacak sevgiyi aşıladık Kanij e ve Uyvar'a. Korku ile değil sevdiklerinden dolayı kö tü olmamaları gerektiğini anlattık. En az ından Necip şim dilerde bunun için mutlu ve huzurludur herhalde. Ama ba zen düşünüyorum da yeryüzünde insanoğlu için iyi ahlaklı olmayı sağlamanın tek yolu; kaçılmayan hesaplaşma alanı olan bu öte dünya hikayesi ya da ne den irse artık, inancıdır belki de ... Böyle olunca dünyada işler çok kolay. İnsanlar ya korkudan ya inanarak öte dünyayı garanti altına alma kaygı sı ile iyi ahlaklı olmaya çalışıyorlar ya da aldırmayıp '...aman nasıl olsa daha vakit var, öte dünyaya göçünce düşünürüz" '
diyerek yaşamı sürdürüyorlar. Peki ya yoksa bu öte dünya? O zaman ne olacak? Bütün bunlar aklımdan bir bir geçerken, Necip'in bu gün yaşam ıyor oluşunun Türkiye'de nerede durduğu, ülke ye, i nsanlara, olaylara ve yaşama nereden baktığı ile ilişkili olduğunu da düşünüyorum. Necip'in tüm bu bakışını yan sıtan bir duruşu var. Gerçekte bu duruş Necip'in katilidir. Necip'in doğru, öykünülecek ve peşine takılarak gidilecek bir duruşu vardır; ve yaşamamalıdır! Bu durumda Necip için böyle ölmek Türkiye'de alternatifi olmayan bir sondur. Ne cip kısmen ölüm zamanını ve ölüm biçimini ne kadar ken disine yazılan kader olarak algılasa da, bu konuda tevekkül gösterse de, öldürülmesi bir kader değil. Ona ait bir kaderi yaşamadı ki Necip. Türkiye'de yurtseverlerin takındığı, be nimsediği duruşun, kimliğin ortak kaderi bu. Hatta onların geride bıraktıklarının çektikleri benzer acılarla hepimizin ortak kaderi. Bunu, yazabildiğim kadar, içimde aynı ölçü de olağan bir durum gibi algılayabildiğimi -belki de kabul 14
edebildiğimi demeliyim- fark ettiğimde; yaşamımda onun yokluğunun kayıtsızlığı mı başladı? Bu sorunun yanıtı yok. Şi mdilerde beynimi kemiren yeni, birbirine eklenip uzayıp giden ve hiç bitmeyen diğer soruların olmadığı gibi... Aslında düşünüyorum da, Necip'e gelen tehditler gide rek artarken, ölüm ailemize ne kadar yakınlaşırsa yakınlaş sın zihnimde bunun bir gün olabileceği fikrini ben hep öte ledim. Bunu, içime yayılan korkuyu, dehşeti hem Necip'e hem de kızlarımıza göstermemek adına yaptığımı da bili yorum. Ben Necip'ten farklı değilsem ve onu seviyorsam zaten tersini nasıl yapabilirdim? B elki de bazıları, Nec ip'in ölümü ile ilgili hala bugün olduğu gibi o günlerde de beni bu nedenle suçladılar; hatta Nec ip'i, duruşunu ve kimliğini sürdürmesi için teşvik ettiğimi bile düşündüler ve düşünü yorlar. Bunu bir hırs ya da başka beklentilerle yaptığımı ima etmeye bile kalktılar. Oysa gerçek böyle değil. Ben onsuz yaşamayı isteyemezdim ki... O nsuz yaşamaktansa ölme yi terc ih edecek kadar çok sevdiğim bir insanın ölümünün nedeni olabilir miyim? Olsun ne yapalım, sorumlu bulmak isteyince kolaydır. Necip'i seviyorsam buna da katlanmalı yım diye düşü nüyorum. Acı çekerken, sırtınızda sevdiğinizi en kötüsü ile kaybetmenin ağırlığıyla, ayak bileklerinizdeki prangalarla yaşamı sürüklemeye çalış ırken, acı ile kırıla dö küle, ezile büzüle yaşamak bu işte. Normal bir ölümün ar dından böyle hissetmez insanlar. Ben yıllardır, öldürülerek ölmenin yarattığı aşağılamanın, ezikliğin yaşam ımıza yük lediği güçlüklerle mücadele ediyorum. Ben onu en son ha li ile hatırıma getirdiğimde zihnimde kanlar içindeki yüzü var. Hiçbir zaman uyuduğu hali ile gelmiyor gözümün önü ne. Oysa öyle hatırlamayı ne çok isterdim ... 15
Bütün bu yaşadıklarımızla, bazen beni mutlulukla, ki m i zaman acı ile gülümseten, bazen de gözlerimin içini ya kıp kavuracak kadar ağlatan anılarla nasıl başa çıkılır? Hele de çoktan varlığımı sürdürebilmek için anılara teslim ol muşken ... Her ayrıntıyı, rengi, kokuyu hissedip de, asla can vermeye gücümün yetmeyeceği zaman ve mekanlara geri gitmeyi bu kadar çok isterken ... B elki bir gün ben de bir anı olabilirsem bu değişir, bilmiyorum ki, hiçbir zaman da bi lemeyeceğim.
16
ilksöz
S eçtiğiniz bu kitap, zamanın hiç durmadan akışı içinde er ya da geç karşılaşacağımız ölüme yazgılı yaşamlarımız da; her türlü teselliyi, avuntuyu anlamsız kılan, kimi zaman ölüm karşısındaki çaresizliğimizin, başkaldırışımızın, kimi zaman da bu yazgıyı küçümseyerek sınırsız bir acı ile ina dına yaşamanın gururunu, özgürlüğünü ve çoğunlukla da yakıcı u mutsuzluğunu anlatmaktadır. Böylece bir anlamda okuyacaklarınız, o çok korktuğum(uz)
"ölmek" deneyimini
ölünceye kadar bilemeyecek olmanın, ölmeye ilişkin belir sizliğin dürtüklemesi ile sevdiğim insanın gidişinin ardın dan tuttuğum yası, sessiz sedasız yakarışlarımı, matemimi paylaşmak istememin bir ürü nüdür. G e rçekte yazmaya başlarken amacımın ne olduğunu kendime o kadar çok sordum ki... Sonuçta sadece bir tek nedenden dolayı yazmadığımı anladım. Yazdıklarımın tü münün, canım insanımın ardından hiç dinmeyecek kederi me, yasıma, duygularıma, kaybedişimin avuntusunu arama, hatırlamak için direnme ve çok da başarılı olamadığımı dü şü ndüğüm huzur bulma çabalarıma başkalarının da tanık lık etmesini sağladığını fark ettiğim için yazıyordum. Ayrı ca yaşamdaki en büyük korkularımdan birinin buna neden olduğunu da anladım. Tuhaf olan, 1 8 Aralık 2002'den sonra bu korkumun her şeyin ö nüne geçmesiydi. B en, beni güç17
lü kıldığına inandığım aklımı kaybetmekten çok korkuyor dum. Bütün olup biteni hatırlama ve aklımda tutma gibi bir saplantının, engel olamadığım bir biçimde kendi kendim le konuşmaya dönüştüğünü gördüğümde; önce delirdiğimi düşündüm. Sonra dedim ki:
" ... Şengül, senin yaşamda kendinden başka bir daya nağın ve kendinden başka bir kaynağın, kapitalin yok. Öyleyse içinden, içinle konuştuklarından çıkan anla tımları yazıya dökme/isin." Okuduğunuz satırlar, Türkiye koşullarında sıradan ama normal insani koşullarda son derece olağanüstü ve sıradışı olan traj ik bir ölümün yasını, benim sessiz ağıtımı anlat maktadır. Aslında düşünüyorum da, Nec ip'i öylece uyur gi b i yerde yatarken gördüğümde; ne geçmişle bir bağım, ne de gelecekle ilişkili bir umudum kalmıştı. O anda yalnız ca şimdi vardı. Benim için
''şimdi",
hiçlik ve her şeyin sili
nip süpürülmesiydi. Bundan böyle zaman ne ileri, ne geri; içinde donup kaldığım, hareket edemediğim, içimi kurutan şimdi idi. Oysa o varken böyle düşün müyordum. Zaman o nunla öyle anlamlıydı ki... İtiraf etmeliyim, başlangıçta çektiğim acıyı, hissettikle rimi ve içimde kendi kendimle konuşa konuşa biriktirdikle rimi yazmaya karar verdiğimde, biraz çekinmedim dersem yalan olur. Yanlış değerlendirilmek ya da b u girişime ön yargı ile yaklaşılması olasılığı açıkçası beni ürküttü. Çünkü yeni başka üzüntülere ne zihnimde, ne yüreğimde n e de ru humda yer kalmıştı. Ama hemen şöyle düşündüm:
"Ben edebiyatçı değilim, yazdıklarım uzman görüşü hiç mi hiç değil. Üstelik Necip'i anlatmaktan çok Necip'le, ölümü ile ilgili sorguladık/arım ve çokça da ona ilişkin duygularım var satırlarda. Ben, sadece aklım ve kalbim 18
arasında gidip gelenleri, hissettiklerimi yazdım. Bir de çok sevdiğimi ve çok sevildiğimi anlatmak istedim. Bu benim için öyle değerli ki, üstelik de her zaman bulun muyor. Necip iyi ki yaşamımda var oldu, şimdi de böyle var olmaya devam ediyor." Bunları uzun uzun a nlatmayı istedim. Bazen kendime bir tür terapi uyguladığımı düşü nüyorum. Tam da çağımı za, küreselleşen, gitgide tektipleşen insana uygun bir dav ranış. Bireyselleşe bireyselleşe buralara kadar geld ik. Ama biliyo rum ki, insan ne kadar tektipleşse de giden in ardın dan yaşananlar aynı değil. Bir de aklıma o çok b i linen anonim klişe laf geliyor;
lar paylaşıldıkça azalır..." diyorlar.
'�cı
Bunun söylendiği kadar
kolay olmadığını, böyle bir acının insanın çocuğu ile dahi tam olarak paylaşılamayacağını bilmiyorlar. Ben yazarken gerçekten paylaşmak istedim, bitirmeye karar verdiğimde;
'. .. ölüm acısı taşıyan, karamsar duyguları kim paylaşmak ister, bütün bunlar yazılsa da kim okumak ister" diye dü '
şünmeye başladım. Başta d a söylediğim gibi, biliyorum ki beni en iyi
"ben"
dinlerim. Çünkü Necip'le ilgili duygula
rımı, düşüncelerimi, ona döktüğüm görünen görün meyen bütün gözyaşlarımı, düşlerimi, kırgınlıklarımı ve öfkelerimi ben önce kendimle paylaşıyorum. Son bir yıldır üzülmek yerine daha çok düşünüyorum. Düşündüklerimi yazmaya başladığımda ise, kendimi daha iyi hissettiğimi fark ettim. Şimdi bu kadar çelişkiden ve gel gitlerden sonra, '. .. be '
ka
dın o zaman bunları ne diye yazdın?" diye söylenebilirsiniz. Başlangıçta amac ı m paylaşmak olsa da, aslında sadece ken dim için yazıyordum, ayrıca sayfalar arttıkça duygularımın ve düşü ncelerimin bütü nüyle benimle yok olup gitmesini istemediğimi de anladım. Üstelik zamanla kızlarımız birer 19
yetişkin olduklarında ellerinde anneleri ve babaları ile ilgi li giderek eskiyen, solan fotoğraflarımızın yanısıra, duygu yüklü bir satırlar albümü oluşturma amacı da buna eşlik etti. Bütün yazdıklarımın Necip'in anısını canlı tutmak için ona verebileceğim bir armağan olmasını da istedim. Bir de hepsinin ötesinde, bu türden ölümlerin ardından çekilen acıların kara nlık yüzünü insanların görmesine aracılık et mem gerektiğini düşünmeye başladım. Bu tür bir anlatımın üstesinden gelmek için kendimi zorladım. Üzüntümü bir tarafa bırakarak, ağlama nöbetle rini geçiştirerek satırları üst üste koymak kolay olmadı. Ya zarken, Türkiye'de yas tutan binlerden, belki de yüzbinler den biri olduğumun bilinci ile yalnız olmadığımın farkın daydım. G e ride kalan herkes bilmelidir ki, yas tutmak ölüm gibi, yaşam gibi. . . Her ikisi ile de iç içe ... Bir araştırma ya da literatür çalışması yapmadım. Sadece hiç sonlan mayacak kendi yas sürecime ait deneyimimi anlattım. İnsanın bu ko c a dünyada sevdiğini kaybetmesi büyük yalnızlık. Ama bu deneyimi paylaşırsam, benim gibi düşünenlerin, acısı olan ların, yas tutanların yalnız olmadıklarını onlara ve kendime hatırlatabilirim diye düşündüm. Yaşamaya dair yazmak belki bundan farklıdır. Ben ölü me, yokluğa ve biraz da yokluğa inat var etmeye dair yazmak istedim. Yazı ile arası iyi olanlar, üst üste koydukları satırla rı bütün olarak başkalarına sunarken, bunu bir çocuk sahibi olmaya benzetirler. Benim için yazmak hiç de böyle olma dı. Çünkü b�n çocuklarımızı dü nyaya getirirken coşkuyla mutluluk gözyaşları döktüm. Oysa yazarken gözlerimden süzülen yaşlarda ne coşku, ne gurur, ne de mutluluk vardı. Acı ve iç sızısından başka hiçbir şey hissetmedim. O kadar çok ağladım ki, bazen günlerce kendime gelemedim. Ama 20
kirpiklerimin dipleri yanarken, başım omuzlarımın üzerin de taşıyamayacağım kadar ağırlaşırken iç sesimin satırlara _ yansıması beni rahatlattı. Eskiler derler ki, "İnsan insanın
ağusunu alır."
Ben içimdeki acının beni zehirlemesini an
cak böyle yazarak engelleyebildiğimi düşünüyorum. Kendi ağumu kendim almaya çalışırken, yazdıklarımı okuyanlarla da dolaylı bir paylaşımda bulundum. Eskiler yine haklı çık tılar; ağlayıp , yakarıp, dizini dövmenin bana ait biçimi de bu kitap oldu. Yeter mi? Öyle büyük kızgınl ıklarım ve sev diğimin öldürülmesi ile ilgili -ölmesi diyemiyorum- asla paylaşamayacağım bazı çıkarımlarım var ki, bunları söyle medikten sonra günlerce yazsam ne fark eder! Cümleleri arka arkaya sıralarken fi ziksel ve duygusal olarak öyle çok iniş çıkışlarım, vazgeçişlerim ve geri dönüş lerim oldu ki... Böyle anlarda bana güvenen, destekleyen, her satıra e mek veren, bütünlük iç indeki insani potansiye li ve duygusallığı gören birkaç kişi vardı. O nlara teşekkür ediyorum. Her zaman sevgiyle kucaklayabileceğim birile rinin etrafımda olmasına şükrediyorum. Anlaşıldığımı bi lerek konuşabilmenin, gerçekten sohbet edebilmenin ve en önemlisi de beni dinlediklerini bilmenin rahatlığını yaşaya bildiğim için ne kadar şanslı olduğumun farkındayım. Sevdiğimiz birini kaybetmek, ardından yas tutup göz yaşı dökmek kişisel bir insanlık halidir, doğaldır. Ama kay bedilen Necip tlablemitoğlu'dur; ortada bir suikast vardır ve ardından çekilen acı kişisel olmaktan ç ıkmıştır. Aslında bireysel anlamda Necip'in ardından yaşadığım(ız) üzüntü yü benim durumumda taşımak kolaydır. N e olacak, Necip'i yedi gün yirmi dört saat uykumda bile düşünsem de, yaşamı sürdürme mücadelesi insana acısını, yasını yönetmeyi öğre21
tir. Ben bunu kendisi ile dertleşen, kendi iç sesine kulak ve ren biri olarak geçen dört yılda el yordamı ile öğrendim. Acım sınırsız; ve zamanla her gittiğim yere taşıdığım, bedenimde bana ağır bir yük olmaktan başka işlevi olma yan yeni bir organa, ne idüğü belirsiz bir parçaya dönüşse de, acıyı içimde yaşamanın ve içime hapsetmenin bir yolu nu buldum. Şunu da anladım ki, böyle bir acının herkes için kendine özgü biçimleri va r ve üstelik tek başına yaşanan, süründüren ve en kötüsü de insanı -arada bir kabuk tutsa da yeniden açılan- bir yara ile yaşamaya mecbur eden da yanılmaz bir deneyim. Ölüm acısına dayanmakla ya da yas sürecinin üstesin den gelmekle ilgili p ek çok kitap oku dum. Hala da elime geçtiğinde merakla inceliyorum. Bu konuda yazılmış özel likle yurtdışında çok fazla kitap var. Ve önemli bir bölümü dinsel öğretilere daha yakın, ölümü ve ardından yaşananla rı açıklamaya yönelik kitaplar; bir kısmı da psikoloj ik ana lizler ve meditasyondan başlayıp sonu gelmeyen önerilerle dolu uzman yaklaşımları. '. .. İlk zamanlarda şunlar, şunlar olur, ilerleyen yıllarda acıyı şöyle yaşarsınız, böyle yaparsı nız" falan falan . . . Sanki yas tu tmanın, acı çekmenin kuralla '
rı, çeşitli fazları ya da b ir sonu varmış gibi! Öyle bilgiç bil giç yazılmış şeyler ki, insan okurken öfkeye kapıl ıyor. Nere den bilebilirler benim çektiğim acının, içinde boğulduğum kederimin boyutlarını! . . Sadece ben bilirim benim acımın, yasımın karanlık, yıkıcı ve giderek büyüyen bir kasırga gibi beni nerelere ve hangi ruh hallerine savurduğunu. Bu ko nuda uzman görüşleri bana fazlası ile ahkam kesmek gibi geliyor. Belki de haksızlık ediyorum, bunu bilmeme imkan yok. Ama bildiğim şey; benim yası mın ve acımın yıllar geç22
tikçe daha da yakıcı bir öfkeye teslim olmuş hale geldiğidir. İçimden taşan öfkeye engel olmak çok zor. Yaşamı, bütün çelişkili yanları, karmaşıklığı ve acıma sızlığı ile bazen kolayca ağlayarak, çoğunlukla da gülümse yerek bilinçle, sorumlulukla, sevgiyle kucakladığına tanık lık ettiğim Necip'in vedasız gidişine kahrolurken öfke duy mamam; bu suikastte infazcı rolünü üstlenen (ler)e yaşamı mın her anında lanet etmemem mümkün mü? Çoğu zaman ilk günlerde ağladığım kadar çok ağlamak istiyorum. Hatta yerlerde tepinerek, başımı duvarlara vura rak, etimi tırmalayıp kanatarak ağlamak istiyorum. Kendi mi kaybetmek, içim kuruyuncaya, sesim kısılıncaya kadar ağlamak istiyorum. Bunların hiçbirini yapmadım, belki de istemiş olmama rağmen yapamadım demeliyim. Son sekiz aydır zaten yapmama da imkan yok. Doktor bir dostumu zun tanımladığı gibi artık
''plastik, yapay bir iyilik hali" ya
ş ıyorum. Ayırdında olduğum bir şey var; ben mutsuz deği lim, üzgünüm. Üzgün olmakla mutsuz olmak farklı haller. O ysa ü züntümü en dibine kadar, gücüm tükeninceye kadar yaşama ihtiyacı ile kıvranıp duruyorum. Ama böyle bir se çeneğim yok. Kanij e de Uyvar da b eni böyle görmeye daya namazlar. Onları üzmektense plastik(!) bir yaşam sürdür meyi, kutular dolusu ilaç içmeyi yeğlerim. Artık anlık du rumlarda sinirlenmiyorum, kızmıyorum ve ağlamıyorum. Beni en iyi, yaşayanlar anlayacaklardır. Yazdıklarımın bilimsel bir tarafı ya da önerdiği bir çözüm, belki başı ve sonu da yok . Ben sadece Necip'i kaybedişimin ardından yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve duyduğum acıyı bir ya karış, suskun ve sessiz bir ağıt gibi yazdım. Belki böylece bu sessiz ağıt, Necip'in ölümünün ardından sevinç çığlık ları atanlardan, yalan yanlış yayınlar yap ıp, konuşan ve ya23
zanlardan, daha önce ve bugün görevini yapmayanlardan, olup bitene ses çıkarmayıp, gördüklerini görmezden gelip sorumluluk duymayanlardan, çok değil, sadece birkaçının soğumuş kalplerine ufak bir dokunuş olabilirse, bana bu da yeter. Yoksa gideni geri getiremedikten sonra binlerce sayfa ağıt yazsam ne fayda . . .
24
ah! oldu işte. . .
A z önce konuşmuştuk. Sesindeki yorgunluk içimde tu haf bir tedirginlik yarattı. Ama fazla üzerinde durmadım. Kapı çalındığında ise geldiğini düşünerek gülen bir yüzle kapıyı açtım. Karşımda apartman görevli mizin küçük oğlu duruyordu, biraz ilerisinde de babası. Bana, "Şengül Abla yukarıda sizin arabanın yanında yerde bir adam yatıyor" dedi. Anlamadan boş boş birkaç saniye baktım. Hemen ar dından salonda biri ders çalışan, diğeri de takımının atkısı nı boynuna sarmış maç izleyen kızlara
yim"
"Ben bir bakıp gele
dedim. Üzerime bir şeyler geçirerek fırladım. Merdi
venleri kısa bir sürede çıktım, çıkarken kalbim gövdemden fırlayacak gibi atıyordu. Bir yandan da
''Allahım inşallah o değildir, inşallah hala yaşıyordur, ölmemiştir, inşallah ya ralıdır" diye dua ediyordu m. Nasıl oldu da anlayıverdim. Aslında öyle kolaydı ki bunu anlamak. Park yerine ulaşma ya çalışırken apartmandaki birkaç kişi beni durdurmaya ça lıştı. Ama ben yanına ulaştım, bir yandan da sessizce
oldu işte, oldu işte
..
"ah!..
." diyordum. Benim canım, yerde araba
sının yanında uyur gibi yatıyordu. Her sabah ondan önce uyanırdım. O, savunmasız, se vimli küçük bir erkek çocuğu gibi uyurdu. Bir süre uyurken onu izlemeyi ne kadar sevdiğimi hatırlıyoru m. Öyle saf bir yüzü, melek gibi bir ifadesi vardı ki, sabahları onu uyandır25
maya kıyamazdım. H e p sağ elinin baş parmağını avucunun içine alıp, elini yumruk yaparak uyurdu. İşte yine öyle ya tıyordu. G özleri kapalıydı. Aynı kol, aynı yumruk yapılmış el gövdesinin üzerinde, başını sola hafifçe döndürmüş uyu yordu. İnancını yaşama biçimi öyle farklıydı ki. . . İç s esi çok güçlüydü. Orada yanına her kim yaklaştı ise, onunla da iç sesini dinleyerek konuşmuştur. Hatta belki ona gülümse miştir ya da hiçbirine fırsatı olmamıştır belki de ... Özel dini günlerde atlamadan, üşenmeden Kız ılay'a kan bağışlamak için giderdi. Bir gün eve bir davet geldi, Kız ılay'dan bronz madalya almaya hak kazanmıştı. G itmedi, '. .. törene katıl mayacağını, böyle şeylerin gizli olduğunu, oraya çıkıp ma dalya almayı kendine yediremediğini.. .'' söyledi. Ne alelade '
ne eski moda bir davranış değil mi! Oysa gerçek dindar lar{!) Necip gibi yapmıyorlar. Onlar törenlerde boy göstere rek dindarlıklarını tescil ettiriyorlar. Kanı şimdi yerde başı nın altında göl olmuştu. Ama bu kez ben onu uyurken izle yemedim. Ona dokunamadım, dokunursam belki de yaşa madığını kabul etmiş olacaktım ya da dokunmak istediğim halde yapamadım, bilmiyorum. Bir anda hiç kimsenin ona yaklaşmaması gerektiğini düşündüğümü hatırlıyorum. Bir de eve gidip kızlarıma neler olduğunu anlatmam, avukatı mızı aramam ve hemen tekrar Necip'in yanına geri gelme m gerektiğini. Ç o k hızlı olmalıydım. O soğuk, buzlu zeminde daha fazla yatamazdı. Etrafımdakilere, "Polisi aradınız mı? Ambulans geliyor mu? Nefes alıp almadığını kontrol ettiniz mi" diye sorduğu mu hatırlıyorum. Oldu işte, ah! oldu işte. Böyle bir ölümü beklemek deli lik mi? Hiç bilmiyorum. Biz onunla başladığımızda hiç 26
" keş-
ke" demeyeceğimize söz vermiştik. Onunla yaşarken ağzın dan hiç keşke sözcüğünü duymadım. Ben de keşkelerle ya şanmayacağını öğreneli öyle uzun zaman olmuştu ki... Ama bir anda en çok kullandığım kelime olduğunu fark ettim. O anda korkmuş muydum, şaşırmış mıydım, orada ne yapıyordum, hiç bilmiyorum. Yüzümü kesen soğuğu çok iyi hissetmeme karş ın, üşüme hissim yok olmuştu. Sanki kabustu. Uyanabilecek m iydim? Hayır. Ne kadar geçti bil miyorum. Onu orada bırakıp eve dö ndüm. H enüz kalabalık yoktu. Meraktan, korkudan, b ilinmezlikten birbirine yapı şarak sarılmış iki güzel küçüğümün yanına gittim. Onlara söyledim. Söylerken kendimden nefret ettim, şimdi de ha tırladıkça . . . Ağlamaya başladılar sessizce. B en ağlamadım. Ne duygusuzluk; ama ağlarsam, küçüklerimin ne yapaca ğını bilemedim. Onu da o b uzlu soğuk gecede yerde yalnız bırakamazdım. Kızlarımızı komşumuza teslim edip, daha önce konuştuğumuz gibi ağlamamalarını, sonra birlikte ağ layacağımızı anlattım. Ardından avukatımızı buldum. Bir çırpıda söyleyip tekrar Necip'in yanına gittim. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Keşke o anda ben de n iki, üç, beş tane daha olsaydı. İş te keşke demiştim bile. Öyle çok çoğalmayı istedim ki, bir ben onunla yerde yatsaydım, ona sarılsaydım, giderken eli ni tutsaydım, kork mazdı. Birlikte seyahat etmeye bayılır dık. Diğer ben küçüklerimle kalıp, onlara sımsıkı sarılsay dı; bir diğerim kafasını, gövdesini e n keskin en sert yerlere vursa, saçlarını yolsa, ç ığlıklar atsa , kendini parçalasaydı. Benden kaç tane daha olsaydı, b ilmiyorum ki. . . Oysa sadece ben küçüklerimi evde bırakıp avukatımıza ulaşarak '. .. Vu '
ruldu.. ." diyebildim. 27
Bir anda etraf kalabalıklaştı. Polisler ve tanıdık yüzler çoğaldı. Kameralar, mikrofonlar, bir yığın insan ... D eliller kimsenin umurunda değil benden başka. '. ..Lütfen '
mayın. . ." diye yalvarıyorum.
yaklaş
Polis yarım saat sonra güvenlik
şeridi çekmeyi akıl etti. Buydu "adı profesyonellerin " özeni, yaklaşımı. Herkes Nec ip'in etrafında . Kameralar en yakın, en kanlı görüntüyü ekra na taşıma kaygısı iç inde. Tıpkı ce naze toprağa verilirken kefenli görüntüleri çekme yarışında oldukları gibi. Saygısız, özensiz, insanlık reflekslerini kay betmiş bir topluluk. Yerde dağınık dosyalar... Araban ı n kapıları kapalı. Ne cip iki aracın arasında. Sonra birini çektiler, alan biraz açıl dı. Herkesin ona ve bana baktığını hisse diyordum. Ben sa dece ona baktım, gözlerimi hiç ayırmadan. Bu gerçeklik na sıl anlatılır, şimdi ne olmuştu? Sanki bi rileri bana ne yap mam gerektiğini ezberletmişti. Bugün düşü nüyorum da ha reketlerim ne kadar mekanikti. Metal yığını gibiydim, hala da öyleyim, yüzü gözü olan, gülümseyebilen bir metal yığı n ı . Küçüklerim duysalar bana kızarlar. Kendime ilişkin böy le tanımlamalar yapmama izin vermiyorlar. Bizim mükemmel, mutlu, sevgi dolu yaşamımızın tra j edisi böyle başlamış oldu. Orada öylece Necip'e bakarken bir gün bütün bunları yaşayacağımızı ikimizin de çok iyi bildiğini düşünüp durdum. Bunları kızlarımıza da anlattı ğımı, üstelik birimizin ölmesi durumunda neler yapmaları, olup biteni nasıl karşılamaları gerektiğini aç ıkladığımı ge çirdim aklımdan. Artık üçümüz vard ık. Üçümüzün de için de, kalbinde, aklında ve attığı her adımda Necip. Orada bu günümüzü, onu bizden çalanların geleceğimizi de yok et melerine izin veremeyeceğimi fark etti m. 28
18 Aralık 2002 Çarşamba akşamı, o kadar sıradan bir akşamdı ki, bu denli acı dolu, yıpratıcı başka bir yaşamın başlangıcının ilk saatleri olduğunu bilseydim ... Bilseydim de neyi değiştirebilirdim ki? Ben aslında onu bulduğum anda taş kesilmiştim. Gö zeneksiz, hiçbir geçirgenliği olmayan bir taş. Önceleri olay hakkında da Necip hakkında da hiç kimse ile konuşmak is temedim. Hele yakınlarımızla hiç ... Her cümle, benimle ku rulmaya çalışılan her iletişim çabası, benim kaskatı halimi destekledi. O ysa beni bıkmadan usanmadan dinleyecek bi rilerine ihtiyacım vardı. Ama konuşmak da istemiyordum. Öfke beni delirtmek üzereydi. Ortalıkta bir adam dolaşıyor ve zabıt tutmaya çalışı yordu. B ana yaklaşıp '. .. Maktul '
eşiniz mi? Öldüğünü tespit
ettiniz mi?.. Öldürülmüş mü?.." gibi bir şeyler söylüyordu. İçimden "Bu tespiti ben yapacaksam kardeşim senin bura da ne işin var. .." dedim. Ona da dönüp "Siz ne diyorsunuz?" diye sordum. Kafasına bir şeyler geçirmemek elde değildi. Saldırıp yüzünü gözünü parçalamak istedim. Ama tam ter sine olmamam gerektiği kadar sakindim. Uzunca bir süre sonra cenaze arabası geldi. Necip'i yerden kaldırmadan ön ce sımsıkı kapanıp, sarılıp derin derin kokusunu içime çek tim. Bedeni hala sıcacıktı. Ona kendimce içimden veda et tim. Ne kadar çok sevdiğimi söyledim. Beni duymadı. O anı hiç yaşamamış olmak için n eler vermezdim. Canımı cenaze arabasına taşıyıp götürdüler. Öylece çaresizlik içinde ardından bakakaldım. Film bitmişti. İçim bomboştu. Eve gittim. Bir anda ev kalabalıklaştı. G elenlere
'. ..Her şey bitmiştir. Türkiye dümdüz bir ülkedir. İstedikleri oldu, kına yakabilirler. . ." diyebildim. Ne kadar zaman geçti '
bilmiyorum, kendimi bir arabada Terörle Mücadele'ye gö29
türülürken buldu m. Evde kalanlara Necip'in çalışma odası n a hiç kimseyi almamalarını söyleyebildiğimi ise hayal me yal hatırlıyorum. Terörle Mücadele'nin merdivenlerini tırmandık. Ale lacele o sabah evimizin etrafında gördüğüm adamların re simlerini çizdirmemi istediler. Ben koyuldum işe. Oradaki ben değildim. Bir başkasının yaşadıklarını anlatan bir fil mi izler gibiydim. Terörle Mücadele şubesinde robot re sim ç izdirmeye çalıştığım yeni evli genç memura, cebimde ki kuruyemişleri uykusu gelmesin diye ikram edecek kadar soğukkanlı; ama yeni evlendiği eşini çok sevmesin i öğütle yecek kadar acınacak düzeyde çaresizlik içindeydim. Kal bim sıkışarak sabahlara kadar iki gece üst üste robot resim ç izdirdim. Şimdi düşününce kusmak istiyorum. Terörle Mücadele'nin o soğuk, itici, benim için bam başka bir gezegeni andıran katlarında bir yığın göz bana ba karken, ne söylediğimi, söylediklerimin içindeki anlamları asla kavraya mayacak insanlara laf anlatıp ifade verd im. Fail benmişim gibi. Bu arada kaçanları kim yakalayacak ya da katil(ler) i bulmak için neler yapıyorlar; işin o yanını açık çası hiç anlayamadım. Robot resim ç izdirmeye sabaha kar şı ara verdik. Çünkü ben iyi hissetmiyordum. Beni eve gö türmeye karar verdiler. Eve döndüğümde, yaşarken görev yaptığı enstitüde ona olmadık eziyetleri yapan akademis yen müsvettesi bir karı-kocanın evimize geldiklerini öğren dim. Sabaha karşı birkaç kişiyi uyandırarak bu i nsanların telefonlarını buldum ve aradım.
"Ne hakla geldiklerini" sor dum. "Bir daha değil gelmek Necip'le ilgili bir cümle ya da kelime ettiklerini duymak istemediğimi, aksi takdirde neler yapabileceğimi tahmin bile edemeyeceklerini" söyledim. 30
Birden gerçekte böyle davranmayı istediğim ne çok in san olduğunu düşünmeye başladım. Bazılarına tam da dü şündüğüm gibi davranabilmeyi başardım. Birçoğunun gö zünde
"Zavallı kadın, ne dediğini, ne yaptığını bilmiyor.. ." bakışları vardı. Hatta bazıları arkamdan "Manyak" dediler. Halbuki hem yaptığımı, hem de dediklerimi çok iyi biliyor, ayrıca dediklerimden fazlasını söylemek istiyordu m. Ben failleri belirlediğimden eminim. Öncelikle fail, Türkiye'nin 3 Kasım 2002 seçimlerinin sonuçları ile hiç örtüşmeyen
Necip'in kimliği idi. Sonrasında yaklaşan Alman Vakıfla rı davaları . . . Necip'in son kitabı, daha önce yazdıkları ve gözü pek ulusalcı tavrı. .. Bütün bunları avazım çıktığı ka dar haykırarak söylemek istedim. Kaldı ki, ortada da zaten karmaşık bir durum yoktu. Karmaşık olduğunun düşünül mesini isteyenler vardı sadece. O nlar da hemen Necip'in adı ve çalışmaları üzerinde bir kuşku yaratma çabalarına giriştiler. '. .. Necip
saf ve aptal bir adamdı. Eline tutuştu rulan resmi belgeleri yazdı, anlattı. . ." dediler. " . . . Zavallı, kullanıldı" dediler. Ortalığa ç ıkıp konuşanlar, daha doğru '
su konuşturulanlar, hazırla nan senaryonun bir parçası ola rak işlevlerini yerine getiriyorlar, görevlerini yapıyorlardı. Necip'in özgeç mişine ise, kimse değinmiyordu. Necip, Si yasal B ilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu mezunu, gazetecilik eğitimi almış, Cumhuriyet Ta rihi alanında ihti sas yapmış bir b ilim adamı ve araştırmacı idi. Onun altya . pısını, potansiyelini, hele hele akademisyenliğini bilmeden, bir kuşku dalgası yaratılarak, Necip'i seven, ondan etkile nen kitlede soru işaretleri oluşturulmaya çalışılıyordu. Yani öldürmek yetmemişti. Şimdi bu ölümün ne kadar hak edil miş olduğunu ispatlamaya gelmişti sıra! Üstelik bunu ya panların bir kısmını tanıyorduk. Bazıları evimizde bizi mle 31
aynı sofrayı paylaşarak Nec ip'in eşsiz bir m isafirperverlikle sunduğu şarapları tadanlar ya da Necip'le bir yerlerde, bir dost toplantısında, yemekte biraraya gelip konuşma fırsatı bulanlardı. Madem böyle bir adamdı, eh ölmeyi de hak et mişti! '. . .Fazla '
üzülmeyin, olur böyle şeyler" den meye
çalı
şılıyordu. Ama ne yapa rlarsa yapsınlar biz akademisyenler için yanıltamayacağımız bir grup var ki, onların tanıklığı her şeyden önemli. Necip'in öğrencileri. Onun ne denli iç ten, ne denli vatansever olduğunu iyi biliyorlar. O nlar ger çekten üzüldüler. . .
32
ölümle yüzleşme. . .
Şok, inanamamak, hissizlik, şaşkınlık . . . Bazen Necip'i kaybetme gerçeği ile yüzleştiğimde,
''artık o yok"
diyebil
diğim nadir anlarda duyumsadıklarım. Ya da daha doğru ifade etmek gerekirse içinde bulunduğum ve bir türlü çıka madığım, hatta çıkamayacağım durumumu kendi kendime anlattığım kelimeler. Dört yıldır kendime bunları anlatarak yaşıyorum. Son zamanlarda etrafımdaki insanlara anlatmı yorum. Biliyorum ki, beni dinlemekten yoruldular, bıktılar. Eminim içlerinden şöyle diyorlar:
"Kadına bak, durmadan aynı şeyleri söylüyor. Sanki dünyada tek ölümü yaşayan, sevdiğini kaybeden oymuş gibi . . " Açıkçası hak vermiyor de .
ğilim, hatta yüzüme karşı söylense de hak veririm. O kadar haklılar ki. Çünkü ben de benim gibi birini böyle sıklıkla dinlemeyi pek istemezdim. Dört yılda ne benim sorunlarım değişti, ne üzüntülerim, ne de hissettiklerim. Bugün geriye bakınca yaşadığım bu ülkenin de değiş mediğini, hep benzer senaryoların sahnelendiğini, gün demin çok sık değiştiği söylenen Türkiye'de gerçekte aynı gündemin döndürülüp dolaştırılıp önümüze çıkarıldığını düşünüyorum. İnsanların aynı ya da birbirine yakın demeç ler verdiklerini, kutuplaşmaların sadece adının değiştiğini görebiliyorum. Dört yılda yeni ölümlerin hazırlandığını da hissedebiliyorum. G e çmişte Uğur, Bahriye, Ahmet, Turan, Çetin, G affar ya da Necip olan isimlere yeni dünya ve Tür33
kiye düzeninde bildik pek çok ismin eklenebileceği gerçeği n i n de farkındayım. Türk askerinin verdiği bi nlerce kaybın dışında, adı geçenlere benzeyen kayıpların bitmeyeceğini, b u ülkede hafızası güçlü pek çok kişinin bildiği gibi, ben de biliyorum. Tüm bu gerçeklere karşın ben sevdiğimin ölü münü kabul edemiyorum. Geçenlerde bir dostum,
...Şengül sen doğduğunda bu adam senin yanında mıydı, bırak kabul et artık, o yaşamı yor, sen devam etmek zorundasın. " dedi. Evet, ben doğdu "
..
ğumda yanımda değildi; ama yaşamı sırtladığımız günlerde beraberdik. Yokluğunu, onsuzluğu kabul etmek istemiyo rum. Etmeyeceğim de . .. Her şeyi kabul ederim ama Necip'in olmadığı fikrini asla, asla kabul etmem, edemem . . . Aslında s o n derece öznel olan bu yaşadıklarımızın ül kemizin değişmeyen yazgısı olması; bir anlamda Necip'i kaybetmemizin ülkede olup bitenleri düşünmeden değer lendirilemeyeceğine de işaret ed iyor. Çünkü Cumhuriyet Tarihi başından beri yurtseverlerin öldürülmesi ile dolu. Bütün bu düşüncelerim, duygularım, Necip'e olan sev gim, onu hala kokusu, sıcaklığı, sesinin sevgi dolu tınısı ile hissedişim, hepsi bir yana; aslında içind� bulunduğum du rum yoğun bir belirsizlikle beraber, giderek katlanılamaz hale geliyor. Bir yandan bu tür bir ölümün Türkiye'de ne denli doğal bir son olduğunu anlayabiliyorken, diğer yan dan sevdiğim insanın yokluğunu kabul etmek de aynı ölçü de zor ve acı. Bazen tökezleyerek, sendeleyerek, bazen düşüp bazen dimdik ayakta durarak bir anda hiçbir şeysizleştirilmemi z i kabul edemiyorum. El yordamı ile kalbimin, vicdanımın sesini dinleyerek, dört yılı tamamladım. Böyle derin hiçli ğin içine bir kez düşünce, artık çıkılamayacağını bile kabul ettim de; Necip'in yokluğunu kabul edemedim. Bazen en 34
sevdiği renkler, birlikte çıktığımız geziler, dinlediği müzik anılarımda canlandığında; yaşama olan bağlılığını düşün düğümde, onu görebilecekmişim gibi heyecan duyuyorum. Tıpkı yaşarken öğle yemeği kaçamaklarımızdaki buluşma larımızın heyecanı gibi . . . Yokla yaşamanın, derin nefes ala mamanın, çok sevilirken içine düşülen boşluğun ne olduğu nu anladım, üstelik bundan kaçılamadığını da ... Olsun, ben Necip'in yokluğunu kabul etmiyorum, etmeyeceğim de . . . H e r sabah uyanınca perdemi açtıktan sonra, uzun uzun dışarıya bakıyorum. Bir sabah, bunu hiç düşünmeden tek rarladığımı fark ettim. Herhalde dışarıda gözlerinin içine kadar gülerek bana bakmasını bekliyorum, perdeyi açınca beni daha kolay görebileceğini ya da karşıma çıkıvereceği ni ya da ne bileyim pek çok b aşka düşünce ile böyle yapı yorum. Artık n e d e n yaptığımı hatırlayamayacak kadar çok yaptım bunu. Üstelik hiçbir sabah beklediklerimin olmaya cağını bile bile. Olsun yine de kabul etmiyorum, etmem. En ağır işkence Necip'in olmayışı, yine de kabul etmem. Beni yarı yolda hiç bırakmadı ki, hele de isteyerek hiç yapmadı. O benimle ben biliyorum. Necip'in yokluğu ile başlayan iç şok hala sürüyor. İlk şok geçti ama iç şok işte bu, geçmiyor. Çünkü o geri gelmi yor. Böyle anlarda gerçekle düş arasında bir yerlere sıkış mış, olup biteni kavramaktan ve yorumlamaktan uzak, aciz biri olup çıkıyorum. Zor, çok zor. . . İ l k aylarda konuşurken, ölüm, cenaze, mezar, mezarlık, öldürülme gibi kelimeleri hiç kullanmıyordum. Çünkü ağ zımdan çıkmıyorlardı. Başkaları kullandığında ise rahatsız oluyordum. Söylemesi bu kadar kolay olmamalıydı. Yerine başka kelimeler koymuştum ... Tanımadığım insanlara ya da yeni tanıştıklarıma Necip'in artık yaşamadığını söylemiyor dum, daha doğrusu söyleyemiyordum. Çok gerektiğinde 35
içim ezilerek, olduğum yerde büzülerek
"Eşimi kaybettim"
diyordum. D ikkat ettim, aynı duyarlılık Kanij e ve Uyvar'da da vardı. Bu üçümüzde de kendiliğinden gelişti. Onlar da ölümü doğrudan ağızlarına almıyorlardı. Son günlerde anlatmam gerekirse, birdenbire
evimizin önünde kalleşçe, haince öldürüldü . ." .
" ...kocam
diyebildiği
mi fark ettim. Bu kabullenme mid ir? Bilmiyorum. Ama be nim kocamı birileri rahat rahat evimizin önüne kadar gelip öldürdüler. Üstelik olayı gören yan apartmanın görevlisine doğru gidip
"Sen bir ses duydun mu?" diye
sorabilecek ka
dar insafsızca, asla yakalanmayacaklarını bilmenin rahatlı ğı ile . . . O sabah evimizin etrafında buzlu zeminde lastiklerin den sesler çıkartarak, arabam ın hemen yanına park eder ken yüzüme sırıtarak bakan iki yaratığın gösterdikleri ra hatlığın bir benzeri ile kocamı öldürdüler. 18 Aralık sabahı, bir yandan bana pencereden el sallayarak veda eden Necip'e bakarken, diğer yandan da arabamın üzerindeki karları te mizliyordum. Hemen yanıma park eden gümüş gri araçtaki o iki aşağılık adamın yüzleri bugün görmüşüm gibi hatırım da. Arabanın camları sıkı sıkıya kapalı olmasına rağmen duymuştum, FM istasyonlarından birinde o çok tanıdığım davudi(!) sesi ile her sabah kin ve nefret kusarak dini soh betler yapan birini dinliyorlardı. Bundan e minim. Çünkü arada bir fakülteye giderken yolda
"Ne anlatıyor bu adam"
diye ben de dinliyordum. Bu bilgiyi, soruşturmayı yürüten lere söylediğimde, "Olabilir, kimi türkü, kimi rock dinler. Bu bir şeyi kanıtlamaz" yanıtını aldım. Ben geri zekalıyım ya ... Böyle çıkarımlar yapmak ne haddime!.. Benzeri bir yaklaşımı o günlerde olayı soruşturan savcı da gösterdi. İfademi almak için çağırdı. Konuşurken önce beni azarlamaya kalkıştı.
"Hanımefendi ben miyim sorum36
/usu bunların" dedi...
Bazı isimler sıralayıp benim verdiğim
bilgiler doğrultusunda Necip'in tanıştığı insanları belirle meye çalışırken, Necip'in çevresinden rahatsız oldu ve ba
na
...ben niye tanımıyorum bu insanları da eşiniz tanıyor"
"
gibi bir şeyler söyledi. Günlerdir yapılan yayınlar, yorumlar işe yaramıştı. Yan i b u tavrın alt yazısı şuydu;
"Ben bu hak edilmiş ölümün neyini soruşturayım! Yapmış işte birileri. Kocan da rahat dursaymış . .. " Ne acıdır ki, bir hukuk dev
leti olduğu söylenen ve gerçekte sanal hukuk kurallarının geçerli olduğu bu ülkede; soruşturmayı yürüten kamu gö revlisi, olayı objektif değerlendiremediği gibi bana saldırı yordu. Ayrıca ölümünü araştırdığı bir bilim ' a damını tanı mıyordu, neler üzerinde çalıştığını bilmiyordu bile. Bunu da anlayabilirdim, öğrenmeye çalışacağını hissetseydim. Bu tatsız karşılaşmadan so nra Nec ip'in özgeçmişinin ve ça lışmalarının bulunduğu bir dosya hazırlayarak kendisine ulaştırdım. G österilen tavır aslında bir anlamda duygusal şiddetti. Necip'in ölümü de neydi ki bütün olanların, sergi lenen duyarsızlıkların, bilgisizliklerin yanında . . . Bunun g i b i davranışlarla soruşturma sırasında öyle çok karşılaştım ki, Necip'in öldürülmesinin bazılarına mutluluk verdiğini düşünmeye başladım. Evet, bugün bundan çok daha eminim. Uzunca bir süredir ben, o günlerde ve sonra sında yürütülen soruşturmanın, Necip'in henüz yayımlan mamış araştırmalarını, bilgisayarındaki dosyalarını ele ge çirmenin ve ilişkHerini deşifre etmenin ötesinde hiçbir şeye hizmet etmediğini düşünüyorum.
37
geçer mi ? unutulur m u ?
"Kaybetmenin acısı zamanla azalır, tükenir"
diyenler
ya yalan söylüyorlar ya da kendilerini kandırıyorlar. Necip'i tanıyıp da ona hemen bağlanmamak mümkün değildi. Gü ven duymadan bağlanamaz insan; o kadar güven veren bir yüzü vardı ki, kalbi, ruhu ve eşsiz kişiliği yüzüne yansımıştı. G eçen yıllarda, kocamla ilgili yanılgıya düşmediğimi gör dükçe, öyle çok böbürlendim ki anlatamam. Gün geldi, gü venle kurduğumuz bu bağlılık koparılıp yok edildi. Şu lafa sinir oluyorum,
"Takdir-i ilahi':
Tanrı sevgi do
lu mutlu bir yuva için neler de takdir edebiliyor! .. Tanrı b u kadar acımasız ve adaletsiz olabilir mi? İlahi adaleti di linden düşürmeyen Necip için, bizim için Tanrı'nın ilginç adaleti ile karşı karşıya kaldık. Ben Tanrı'ya dargınım. Belki umu runda değildir. Ama benim umurumda, ben dargınım. N e o lacak şimdi? Bu soruyu sorduğum andan bu yana tam tamına dört yıl geçti. Hala bir yanıtı yok. Sanki başka bir gezegene gönderildim. Aynaya baktığımda gördüğüm yüz benim değil. Her sabah uzunca bir süre başkası olmalı diye düşü nüyorum. Yokluğuna alıştık m ı acaba? Hayır, asla. Ben hala onun la beraberim. Kabri yapılırken mermer ustası ile didişmek, televizyonda, gazetede, internette pek çok haberi izlerken yanımdaymış, birlikte yorumluyormuşuz gibi konuşmak . . . 38
Ya ni kendi kendimle konuşarak, Necip'le yaşamak. Bu bir itiraf gibi algılanmaz umarım. D eli değilim ama delilik bu dur denirse de kabulümdür. Çok da umursamıyorum. Eğer Necip'in yokluğuna alışmak onsuz yaşamaksa evet alıştım; ama eğer, onsuz yaşarken hep onunla berabersem, sesi kulaklarımda, kokusu burnumda, gözlerindeki ışık her yerde ise, alışamamışımdır. Bu acının sonrası var mıdır? Kendime sormadan yapamıyorum. İnsanın burnunun dire� ği gerçekten sızlarmış, öğrendim. Kalbinde sürekli bir yan ma, ağrı olurmuş, artık çok iyi biliyorum. B u kayıp aslında bir ayrılık. Ayrıldık biz. Süresiz ay rıldık. Tekrar biraraya gelir miyiz; bilinen öğretilere göre gelebiliriz belki de. Ama kimse bu sorunun yanıtını vere miyor. Ayrılığımız özlemle sürecek, özlemek zor; özlem hiç bitmeyince, sonrası çaresizlik. İ nsanın duyguları ile b edeni büyük bir uyum içinde. Midem kötü, boğazım ve kalbim sıkışıyor, nefes alamıyo rum. Tüm gücümü kaybetmişim, enerj i m i tüketmişim gibi, sürekli uykusuzum, uyuyabildiğimde rüyalarımda o var ve tüm düşü ncelerime, hiç durmadan yenileri ekleniyor.
bir rüya, çıkıp gelecek . " .
.
...Bu
"
diyorum. Bir gün önümde giden
aracın yanından geçerken direksiyondaki adamı ona ben zettim, kalbim duracakmış gibi geldi. Sözleri, davranışları, yüzü hep aklımda. Hiç sevmemişçesine, hiç bağlanmamışçasına bütün bunlar hiç olmamış gibi yadsıyarak yaşamak mümkün de ğil. İlginçtir ki, kabullenmek de mümkün değil. Sanki ka bulle nince, gerçekten onun yok olduğunu kendime itiraf etmiş olacağım. Buna hiçbir zaman hazır olamayacağımı da biliyorum. O var, varken nasıl yok diyebilirim. Çorapla rı, sürekli üzerine bir şeyler döktüğü kravatları, çok sevdi39
ği gömlekleri, montları, bir oda dolusu kitapları, dosyaları, bizi ne kadar çok sevdiğini sık sık dile getirdiği görüntüle rin olduğu video kasetleri ve ses kayıtları var. Sürekli birbi ri ardına gözümün önüne gelen an ılarımız var. Yok olmuş gibi, hiç yaşamamış gibi yapamam. Necip var; ama uzakta, çok uzakta . . . Necip ölümün, yaşamdaki sonsuzluğa geçiş için sıra dan bir aşama olduğunu biliyordu. Ölümden söz ederken hiç dehşete kapıldığını görmedim. Sükunetle
diğinde olur.
.
"Zamanı gel
." derdi. Onun ölmek için cesareti vardı. Be
nimle en son konuşması, yorgun ve kısılmış sesi ile onu bul madan 45-50 dakika önce idi. Söyledikleri hiç gitmiyor ku lağımdan, beynimin içinde yankılanıyor.
" ...Migros'tayım, hafta sonu için alışveriş yapıyorum, istediğin bir şey var mı?" demişti. Ben de , "Sesin çok yorgun, sana yardıma gele yim mi, birlikte çıkarırız paketleri" dedim. "Çok soğuk, çık ma. . . " son sözleri oldu. Ben b u konuşmanın üzerine ne kadar çok suçladım kendimi. Belki ben de yanında olsaydım yapmazlardı diye düşündüm. Ya da birlikte ölürdük. Bu da kızlarımız olma saydı en iyisi idi. Ama Kanij e ve Uyvar için, onlar yaşam da kendi ayakları üzerinde mücadele etmeye başlayıncaya kadar nefes almalıyım, dimdik durmalıyım. Bu nları düşü nerek bir anlamda yaşadığıma şükretmiyor muyum aslın da. Bazen bunun için de suçluluk duyuyorum. Kızlarımın yüzüne baktığımda, onlara sarılıp saçlarını okşadığımda bu suçluluk yerini şükretmeye bırakıyor. İkimizi de aynı anda kaybedemezlerdi. Evet, onlar adına şükrediyorum. Bir gün Uyvar bana
"Anneciğim babamı çok özlüyo rum, buna dayanmak çok zor. Ama sen ölseydin daha da çok üzülürdüm" dedi. "Neden" diye sorunca, "Ben sende ha40
hamı görebiliyorum"
cevabını verdi. Bunları duymak b eni
perişan etti. Ama aynı zamanda çok da mutlu oldum. Ben dört yıldır aynı anda hem sevinmeyi, hem üzülmeyi, ağlar ken gülmeyi öğrendim. Alın size bir delilik daha . . . Taş kesildim, yüksek uzak b i r kayalık gibi. İçimde bir buz dağı var, çok büyük. Öyle ağır ki, 18 Aralık akşamının ayazında geldi tam göğsümün ortasına yerleşti. Benim gö rünmeyen, sürüklediğim, hızımı kesen prangam oldu. Hem gözümün önünden asla gitmeyen Necip'i bulduğum an, hem de zihnimin içinde sürekli artarak büyüyen bir yığın soru, sorun ve düşünce ... Artık başımı omuzlarımın üzerin de taşımakta zorlanıyorum. Başım hem bedenime hem de ruhuma ağır geliyor. Ölüm, hiçbirimiz için kaçınılabilir değil. Mezarlıkların girişinde, yaşayanları yola getirmek, silkinmelerini sağla mak adına yazıldığı gibi
"Her canlı tadacaktır ölümü''.
Öl
memek, sonsuza kadar yaşamak elimizde değil. Oysa yaşa mımız ellerimizde. Necip yaşamının sorumluluğunu taşı yarak, bu dünyadaki varlığının nedenini bilerek, iliklerine kadar inanarak, yaşamayı severek, zenginleştirerek yaşamı nı ellerinde tuttu. Necip bu ülkede yazgısının ne olduğunun bilinci ile görevini yerine getirdi, iz düştü. Bunun için o, çok şanslı ve aynı zamanda onurlu. Ayrıca o kadar çok in san tarafından sevildi ve o kadar çok insanı sevdi ki... Acısı ne unutulur, ne de geçer. E n azından onu yeryüzünde anım sayan hiç kimse kalmayıncaya kadar. . .
41
yas tu tmak; iyileşmeyen, açık bir gönül yarası ile yaşamaktır. . .
Ölüm acısı çekmek bambaşkadır. İ nsanın duyguları ile açıkça ve dürüstçe yüzleşebildiği kendisiyle mücadelesidir. Dayanmak için cesur bir ruh gerekir. Aniden hazırlıksız ya kalanmak, ölümü ne kadar sık düşünsek de, bir gün b öyle bir ölümün gelect".ğini tahmin etsek de, yaşamımızda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dönemi başlatır. Üs telik bu, yeryüzündeki tek ve eşit, herkes için var olan bir gerçeklik. Doğmak gibi ölmek de hem ölen hem de kaybedenler için çok sancılıdır. İyileşme değil de, belki sadece iyileşmiş gibi görü nme olasılığı vardır. Tıpkı ben ve kızlar gibi. Uzak tan bakınca iyi görünüyoruz. Nasıl olsa içeriye kimseyi da vet ettiğimiz yok. İyileşmiş görü nmenin dayanılmaz ağırlığı ile yaşamak, arada bir temizleseniz de hep yeniden canınızı yakmaya başlayan bir yara ile dolaşmak demektir. Tek fark kan kaybınızın olmamasıdır. İyileşmek bilmeyen bu yaranın verdiği acı ile nefes al mak, yeni bir güne uyanmak, konuşmak, yemek yemek, ça lışmak, gülmek, çocuklarınızla şakalaşmak, anılardan bes lenerek umut etmek, sevmek cesaret ister. Ayrıca yasınızı böyle yaşarsanız yargılan ırsınız. Meraklı gözlerle didikle nirsiniz, hatta aşağılanırsınız; hele de kadınsanız, kırsalın 42
l>crdelinin kent soylu başka görünümleri ile daha da aşağı l a nırsı nız. Bütün eğitiminize ve altyapı n ıza rağmen ... Ya s ı böyle sürdürmek, acıyı içinizde yaşamak risklidir. Çün k ü güçlü görünürsünüz. Oysa sizin acizleşmeniz, ilaçlara, \· aresizlikten etrafınızdaki insanlara sarılmanız, sürekli ya k ı n manız, birilerine ihtiyacınız olduğunu tekrarlamanız, bir zavallıya dönüşmeniz beklenir. Şu anda size en uygun �enel geçer toplumsal kalıp, statü ve rol budur. Bunun dışına çıkmak istemeniz hoş karşılanmaz. En yakınınızdakiler sizi yönetmek, biriktirdikleri eski hesap ları kesmek isterler. Aile dostu sandığınız birileri, eşinizin kendisi ile arasında geçen bir diyoloğu bilip bilmediğini
zi öğrenmek için kıvranır; siz onu rahatlatmak, yakanızdan düşmesini sağlamak adına
. . .hiç haberim yok bunlardan ... "
"
dediğinizde bir daha sizi hiç arayıp sormaz. Yas tutmak cesaret ister; çünkü hem kendinizle hem de ç evrenizdeki insanlarla yüzleşirsiniz. Eteklerdeki taşlar bir bir dökülür. Yas tutan insan zayıfmış gibi algılanır. Oysa in san kendi gücünü, potansiyelini yas za manlarında keşfeder. Kendinden, kendisinin bile beklemediği işler yapar. Karşı koyma, ayak direme gücü zirvededir. Bu sırada gerçek dost larla, iyi gün dostları ayrılıverirler. Sanki elinizde bir süz geç vardır ve üstte kalanlara bakıp ne şanslıyım dersiniz. Yas süreci benim için hiç yorulmadan düşünmek. Bak tım ki, bir süre sonra düşüncelerim beynime sığmamaya başladı. Yerleştiİ-ecek yer kalmamasına rağmen ben ha bi re tıkıştırmaya, üst üste yığmaya çalışıyorum. Oysa ölümü, öleni düşünmek insanı tüketen, beynini kemiren bir şey. Midemin üzerinde her gün biraz daha kenetlenen bir düğümle, kalbimin yanmasına beynimdeki kemirgen de ek lenince bedenim giderek garip tepkiler verdi. Birdenbire 43
hipertansiyon, panik atak gibi belirtiler yaşamaya başladım ve bir gece bayıldım. G erçekten de bayılırken hatırladığım tek şey; başımın ağırlaşarak yana düşmesiydi. Çünkü artık taşıyamıyordum. Üstelik çoğu zaman Nec ip'in nefes almı yor oluşu ve bizim geride kalan her birimizin sabahları gü neşi görmemiz, acıkmamız, uyumamız bir yandan derin bir suçluluk duygusu hissetmeme neden oluyordu. Diğer yan dan da bu süreç bütün günlük yaşamımın alt üst oluşu ile içinden çıkılamaz hale gelmeye başlamıştı. En zoru da sof ramızda artık bir tabağın eksik olmasıydı. Olaydan sonra bir gün yoğun kalabalık dağıldığında, kızlarla bir akşam evde yemek yedik. Sofrayı hazırlarken yi ne ben Necip varmış gibi dört tabak koyarak düzenledim. Kanije içerden koşarak gelip,
''Anne babam için. . ."
derken,
tabağı görünce sözlerini tamamlamadı. Benim duyarlı be beğim gözlerime baktı, birbirimize hiçbir şey söylemedik. Benim tabak koymamı isteyeceğini ben zaten anlamıştım. Bir süre böyle yaptık, bir süre sonra da evde yemek pişire mez ve masada oturamaz hale geldik. O kadar çok dışarı da yemek yedik ki. . . Bir de başkalarının sofralarına otur makta, sohbet ortamında ev yemekleri yemekte zorlandık. Portakalç içeği'ndeki evden taşınıncaya kadar bu böylece de vam etti. Derler ki,
"Ev değiştirmek dünya değiştirmek gibidir."
Biz de öyle yaptık. Ama biz Portakalçiçeği'nden kaçtık . Apartma nın önünden geçemez olmuştuk. Kaçarak bile olsa ev/dünya değiştirmeyi başarsak da, acılarımız, anılarımız da bizimle yeni yere geldiler. Acının, kederin yayılma ala nını kestiremiyor i nsan. Üstelik yayılırken daha da ağırla şarak büyüyor. Yaşam, pek çokları gibi bizim için de hiçbir 44
1.aman kolay olmadı. Ama Necip vardı ve onunla keyifliydi.
N e var ki, şimdi acı dolu, yorucu, ağır. . . Bu d a bizim, Necip'in gidişi ile ortaya ç ıkan yeni has sasiyetlerimiz, uyu m sağlam a çabalarımız ve belirsizlikle rimiz; katlanmak ya da katlanmayı öğrenmek zorundayız. Yaşamımızın her bölümünde yeni bir denge, iyileşme ve de �işme arayışına yol açtı. Buna da razıyım ben, hiç olmazsa kendimizde değişme gücünü bulduk. H ızla yaşamımızı ye
niden organize etmeye ç alıştık, sanki yaşamda kalmak için derin suda çırpınarak yüz meyi, kızlarımla birlikte omuz omuza vererek, birbirimize sımsıkı tutunarak öğrenmeye yeniden başladık. Bana göre yas tutarken i nsan acı, keder, kızgınlık için de yaralı b ereli yürüyebiliyor, hatta koşabiliyor. Dört yılda hem ben hem de Kanij e ve Uyvar tam da böyle yaşıyoruz. Onlar günlük yaşamlarını kesintisiz bir biçimde sürdürme �ayreti ile kendi sorumluluklarının, geleceklerinin peşin den giderken; ben de işime, eşime ve çok rollü yaşamıma yetişmek için koşuyorum. Çok incindiğimizi, kırılıp dökül düğümüzü üçümüz de bazen birbirimizle paylaştık, bazen de birbirimizden gizledik. Sanki aramızda gizli bir anlaşma vardı. Yaralı da olsak, gücümüz tükense de kararlıydık. Onlar benim ve Nec ip'in kızları; devam etme, birbiri mizi anlama, birbirimize yetme cesaretini küçücük yürek lerinde taşıyorlar. Zaman zaman benim cesaretimin ve gü c ü mün bir gün bütün yaralarımızı sarmaya, onarmaya yet meye ceğini söylediğimde,
"Biz varız"
diyorlar. Beni ayak
ta tutan, bana yaşama direnci veren de onlar. Bir de, böyle anlarda hiç unutmadığım; Necip'in mücadele azmi, düşün
ce sistemi, inançları ve değerleri. Ben Necip'e inanıyorum. Ancak onun mücadelesi, uğruna ölümü göze aldığı değerle45
ri geçen zamanda bir bir imha edildi. Yani ünlü bir Tü rk bü yüğümüzün ( !} söylediği gibi kaleler teker teker düştü. Düş meyen kale kalmayacak. Bunları görmek, işitmek can yakıyor. Necip'in haklılığı ve bugün ne için yaşamadığı o kadar açık ki . . . Bu her geçen gün en az ölümü kadar acı duymama neden olsa da, umu dumu, çocuklarımla eksikliğimize rağmen mutlu olmamı, iç imdeki güveni, bir gün her şeyin değişeceğine olan inan cımı yok etmeye yetmiyor.
46
anılar ve gerçekler
Ölümün bir gün bize b öyle geleceğin i her düşündüğüm de, gözlerimden yaşların süzülmesine engel olamaz, içim t itreyerek ve kanım donarak korkardım Necip'i kaybet mekten. Mayıs 200 l 'de bir toplantı için Viyana'ya birlikte git t ik. Öyle muhteşem ve vazgeçilmez bir gezi arkadaşıydı ki, onunla sıkılmak, geçen zamanın farkına varmak mümkün değildi. Birlikte saçma sapan şeylere dakikalarca güler, gö zümüzün değdiği her şeyin en ince ayrıntısına kadar sindi re sindire tadını çıkarırdık.
Keyifli bir yolculuktan sonra Viyana'ya indiğimiz ak
şa m bir Tü rk diş hekiminin muayenehanesinin açılışına da vet edildik. Ortam, insanlar her şey çok güzeldi. Hem da vetli diğer Türklerin Viyana'da yaptıkları işleri, hem de mu ayenehanenin teknik olanaklarını görünce çok etkilendik. Ben yorulunca bir kenara oturup dinlen irken, Necip biraz ileride bir grupla sohbet etmeye başladı. Hemen yanımda başka bir grup vardı ve benim Necip'in eşi olduğumu bil meden yüksek sesle konuşuyorlardı. Viyana yakınlarında bir şehrin belediye meclisi üyesi olduğunu daha sonra öğ rendiğim bir hanımın ister istemez duyduğum sözleri ile bütün keyfim kaçtı. Sonraları sık sık hatırladığım bu söz47
ler, sanki ailemizin kaderinin bana açıkça tebliğ edilmesi ve yaklaşan ölümün habercisiydi. Viyana'da yerel gazetelerin birinde çalışan bir dernek başkanı dostumuz bu hanıma yaklaşarak,
"Gelin sizi Necip Hoca ile tanıştırayım" dedi. O da "Hiç ısrar etmeyin, Kış lalı Hoca buraya geldiğinde yakından tanıdım, daha sonra bu insanlar Türkiye'ye dönünce öldürülüyorlar. Tanışmak istemiyorum, sonradan çok üzülüyorum. . ." dedi. Haklıydı, iyi ki N ecip'le tanışmamıştı. Bir dostumuzun söylediği gibi
" ... onunla bir kez el sıkışan onu unutamazdı ve ona bunu asla yapamazdı.. ." Viyana'da bir akşam, yanı başımda duyduğum bu sözler beni derinden etkiledi. Sözler aklımdan hiç silinmedi. Şim di onları her ziyaret edişimde, kaderin, Ahmet Taner Kışlalı ve Necip'i, hem yaşarken birer vatansever olmanın sonuç larına katlanma bağlamında, hem de bizden farklı boyutla ra geçişlerinin mekanları olan Karşıyaka'da buluşturduğu nu düşünüyorum. Aynı sırada birer köşenin başındalar. Her ikisi de kendi kaderlerini mi yaşadılar, yoksa Türkiye'nin kaderi mi onların öykülerini belirledi? Bunun cevabını ve remiyorum. Eğer yaşananlar Türkiye'nin kaderi ise, bu top raklarda yaşayan bizlerin hiçbir anlamı yok demektir. Çün kü bizlerin birer kaderi ya da bizden kaynaklanan bir gele ceği yok. İçimi karartarak kanatan bu gerçeği çocuklarıma anlatmayı, böyle anlatmayı hiç istemiyorum. N e yazık ki, sadece o n yedi yılı benimle paylaştığı, bir likte geçirdiği için çok mutlu olduğum; kendimi ayrıca lıklı ve özel hissettiren, gurur duyduğum i nsan şimdi yok . Umutsuzluk, çaresizlik ve korku onun tanımadığı duygu lardı. Ama ben şimdi bu duyguların içinden ç ıkamıyorum, hiçbirinden kurtulamıyorum. Bana 48
" ...Şengülcüğüm olum-
/u
düşün, işler hep yolunda gidecek, bak görürsün"
derdi.
En sıkıntılı anlarımda kulaklarımda hep bu sözleri yankı lan ıyor. Necip hem ciddi a m a aynı zamanda sevimli, çocuk kalpli, hem de yufka yürekli idi. Onu çözmek, zaaflarını an lamak öyle kolaydı ki... S evilmek isterse, kırılırsa, üzülürse asla gizlemez, uzatmaz ve hemen açıkça ifade ederdi. Dışa rıya çıktığında, Ankara sokaklarında yürürken, sürekli biri lerine rastlardı. Üstelik her biten günün sonunda biraraya gelip günümüzü birlikte değerlendirir, sohbet ederdik. Bir yaz günü eve yorgun ve canı sıkılmış geldi. O gün üniversitenin sağlık işleri dairesinde memur olan birine rastlamıştı. Kısa bir konuşmadan sonra, adamın üç yaşın daki oğlunu kaybettiğini öğrendiğini gözleri dolarak anlattı.
"Ne büyük acı Şengül, ben dayanamazdım, Allah vermesin. . ." dedi. Necip için son derece doğal bir tepki idi. Üzüldüğümü söyleyip, ayrıntıları sormadım. Etkilendiği belliydi. Bir hafta kadar sonra bir sabah aynı kişinin kendisini arayıp bir beyaz eşya alışverişinde kefil olmasını istediğini ve hemen çıkacağını söyledi.
"Kızının odasına küçük bir te levizyon almak istemiş; kardeşinin ölümü ile sarsılan kızı na biraz avuntu olur diye düşünüyor, rica etti, gidiyorum.. " .
dedi. Biz bu olayı unuttuk. Ta ki, bir gün Bodrum'dan tatil dönüşü daha bavullarımızı elimizden henüz bırakmamış ken evimizin kapısı çalınıncaya kadar... Kapıda Necip'i so ran biri vardı.
"Bizim mağazadan alınan bir televizyon için kefil olmuşsunuz; ama senetler hiç ödenmedi, sizin ödeme niz gerekiyor..." diyordu. Tabii ki Necip, ne olayı ne de adamı hatır l ıyordu. " Yarın gelirim . . . " diyerek kapıdakini gönder di. Bir süre düşündükten sonra olup biteni hatırladı. Biraz 49
araştırınca da bu adamın benzer yalanlarla ü niversite çev resinde pek çok kişiyi dolandırdığını öğrendi ve çok üzül dü.
"Çocuğumu kaybettim" diyen
biri tarafından suiistimal
edilmek onu yaraladı. Sonra biz o senetleri her ay düzenli olarak ödedik. Her ödemeye gidişte bana,
"Şengül bu ay bü tün ödemeleri yaptım, şimdi sadece çocukların odasındaki televizyonun parasını ödeyeceğim, bir tek o kaldı. . ." derdi. Ben de her defasında unutur, "Hangi televizyonmuş o?" der dim. Bu olayı arada bir Necip'e hatırlattığımda bana güle rek,
"Şengül ben duygusal bir aptalım, ne yapalım elimde
değil.
" derdi.
..
Hasta çocuklar, yaşlılar, kavga eden eşler, eşinden şid det gören yakınlar vs. için Necip hep el veren olmuş, yardı ma ihtiyacı olanın sessizce yanında bulunmuştur. Kaç defa dersinde rahatsızlanan öğrencilerini alıp hastaneye götür düğünü bilirim. Arabasında her zaman birkaç şemsiye olur, yolda ani yağmura yakalananlara dağıtır; giymekten sıkıl dığı kışlık kabanlarını, yolda rastladığı tanımadığı ihtiyaç sahibi insanlara verirdi. Bunları paylaşırken çok tereddüt ettim. Çünkü Necip'in bu yönlerini yazmak önyargılara, hatta eleştirilere neden olabilir, Necip'i farklı yansıttığım gibi bir değerlendirme ye de yol açabilir. Türkiye'de herkes birileri ile ilgili - tanı sın tanımasın- konuşup yazma hakkına sahip; ben koca mı anlatınca eleştirilirsem eleştirileyim, ne önemi var ki. . . Açıkçası u murumda d a değil. Üstelik Türkiye'de genel ola rak yas eksikliğinden yakınanların ( !) varlığını da düşünür sek
"Ben bu eksikliğin giderilmesine bir parça katkıda bile bulunuyorum" deme hakkına sahibim. Bütün bunları göze alıyorum. 50
Ben Necip'i yakından tanımayanların tüm bunları bil mesini istedim. Yüreğinin de yüzü kadar temiz ve iyilik do lu olduğunu anlatmak istedim. O bir beyefendi idi. Uyur ken burnunu silse, uykusunun arasında benden özür di lerdi. Kendinden önce benim ve çocuklarımızın onurunu, mutluluğunu gözeten Necip, bize yaşamda
"vererek mutlu
olma"nın anlamını, sevginin saygı ile çoğalıp sürebilece ğini öğretti. S evgisine beklediği tek karşılık yine sevgi idi. Necip'i kazanmak için küçücük bir hareketle sevgi iletişi mi kurmak yeterliydi. Dolayısı ile de her zaman en yakınla rından sokaktaki yabancıya kadar duygusal olarak istismar edilmeye açıktı. Bu yüzden de arada bir hala ona yazılan ve sövülmedik ne annesinin ne karısının ne de kızlarının kalmadığı, hemen çoğunda
kurşunu anlarsın.. " .
''. .. seni izliyorum, ensene sıkınca
gibi sözlerle, tümü din adına yazılmış
tehdit dolu elektronik postaları okuduğumda, her defasın da lanetliyorum, ona erişen ellerin yeryüzünün en korkunç acılarını yaşamalarını diliyorum. Kendisini
''duygusal aptal" olarak niteleyen Necip, ger
çekte sevgi doluydu. Şimdi düşünüyorum da, kızlarımızla ilişkilerinin mükem melliği de bu yüzdendi. Bu yüzden ya şamını zenginleştirebiliyordu, bu yüzden insanlarla yakın laşmaktan hiç korkmuyordu. O tam tersine asla yansıtıl maya çalışıldığı gibi saf bir aptal değildi. G üvenilir biriydi. Hem de yaşam ı n kaynağı olan duyguya, sevgisine güvenilen biriydi. Bir gün sevmeme olasılığı hiç yoktu. Baba, eş, sev gili, evlat, kardeş, arkadaş olarak, rahatlıkla hem sırtınızı dayayabilir hem de sırtınızı döner, gerisini düşünme ihti yacı duymazdınız. N e sevginizi ne de yakınlığınızı istismar ederdi. Sadece çok sever ve çok sevilmeyi beklerdi. Seyrek de olsa bazen birilerinin ondan hoşlanmadığını hissederse 51
kırılır ama kırıcı olmazdı. Necip yaşamda kendini tamam lamayı, kendisi ile barışmayı başardı. Bundan aldığı keyifle etrafına da mutluluk saçtı. Bir gün çocukluğunun geçtiği evde, ona ait kütüpha nede aradığı bazı kitaplar için birlikte bakınırken, büyükçe bir zarfın içinde bazı mektuplar buldum. Bir kısmı Necip tarafından yazılmış ve yerine ulaşmayarak geri dönmüş, bir kısmı da aralarında resimler olan ve Necip'e yazılmış mek tuplar. Kısa bir süre bakınca bu nların Necip ve uzaklarda sevdiği bir genç kıza ait olduğunu anladım, içim burkul du. Hemen Necip'i yanıma çağırdım ve gösterdim. Yüzün de öyle sıkılarak mahcup olduğunu gösteren bir ifade var dı ki, konuyu hemen kapattım. Ancak benim can ım, mek tuplara ilişkin bana bilgi verme gereği ile, Çavuşesku dö neminde Romanya'da yaşayan üniversite öğrencisi genç bir kıza yirmili yaşlarının başında aşık olduğunu anlattı. Bu aşk uzun zaman mektuplaşarak ve birbirlerine resimler yolla yarak sürmüştü. Daha sonra Necip'in Romanya'ya yaptığı bir seyahat sırasında kendisiyle Türkiye'ye gelmek isteme mesi nedeniyle zorunlu olarak bitmişti. Bana
...uzun yıllar onu unutmaya çalıştığını ama artık üzerinden çok zaman geçtiğini ve bir anı olduğunu" anlattı. Mektupları hemen "
ortadan kaldırdı. Yırttı mı ya da yeniden sakladı mı bilmi yorum. Ama bunu öyle nazikçe, beni kırmadan ve insanca yapmıştı ki, sevgisine sahip çıkışına hayranlık duymuştu m. Oysa ben, Necip'in sadakatine olan sonsuz güvenime, bana gösterdiği sevgiye rağmen bazen Necip'i kıskan ır, kadınca kaprisler yapardım. Bu sefer kıskanmak bir yana duyduğum şaşkınlık üzü ntüye dönüşmüştü. Üzülürken birden ne ka dar mutlu olduğumu da hissetmiştim. İyi ki böylesine du yarlı, sevebilen ve hassas bir adamla karşılaşmıştım ve bir52
birimizi sevmiştik. Büyük bir hediye idi bu. O gün bunları düşünmüştüm; ama şimdi hem Romanya'da yaşayan o ka dını hem de benden önce Necip'in birlikte olduğu kadınları düşündüğümde - ki birkaçı dışında kim olduklarını bilmi yorum- benim yerimde olmadıklarına şükrediyorlar mıdır diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ben Necip'i bu kadar severken, onu gözümün bebeğin den sakınırken, çok doğal olarak Necip'le ilişkili böyle his setmeyen çok sayıda insan vardı ve hala da var. Hiç unut muyorum, bir gün katıldığı bir televizyon programının er tesinde sokakta adamın biri
sız. . ."
"Seni dinsiz, Allahsız, kitap
diyerek arabasını üzerine sürmüştü . Olayı bana şaş
kınlıkla anlattı . Bunlar ı hatırlamak aslında içimi yakıyo r. Kimi zaman internette gezinirken çeşitli tartışma grupla rında, web sitelerinde Necip'le ilgili hem olumlu, hem de bir o kadar olumsuz fikirlerle, yazı ve görüşlerle karşıla şıyorum . Bakıyorum; N ecip hem PKK'lı, hem dinsiz, hem derin devlet adamı, hem salak -çünkü eline verilen bel geleri ifşa ediyordu- ama aynı zamanda
"bilgisayarındaki yazılarını öyle şifreliyordu ki, karısı bile çözemiyordu." Çe lişkili yorumlar beni acı acı, öfkeyle gülümsetiyor. Hatta bir sited e
" . ..makası yanlış yerinden tuttu. . ." başkasında " mezarlıklar onun gibi/erle dolu.
denirke n, bir " yaz ıyor. Ay
..
nı sitenin bir başka yorumunda Necip'in e- posta yazışmala rı olarak siteye yerleştirile n yazılar kanıt gösterilerek askeri arkadan vurduğu söyleniyor. Üstelik bu aptalların tü m yaz dıklarını Necip
Köstebek
kitab ında kanıtlamış, yanıtlarını
yazmış olmasına rağmen. Hele kulağıma gelenler. .
" CIA'nın paralarıyla dünyayı dolaştı. .. Arabalarını ABD aldırdı. Her ay düzenli olarak ABD'nin Ankara Büyükelçiliğine giderdi. Tanınmamak için .
53
arka kapıdan girerdi . .
.
" gibi saçmalıklar. Üstelik bu söy
lentilerin, kendisine bilim adamı dedirten ve hatta terörle, uluslararası ilişkilerle ilgili kitaplar yazıp, televizyonlarda endam edenler tarafından yayıldığını b ilmek . . . G erçi denir ki;
"Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi..."
B u kadar kolay yo
rumlar yapılıp çamur atılabiliyorsa, söylenecek hiçbir şey yoktur; işte b u andan sonra söz biter, insanın dayanma gü cü tükenir. . . Başka b i r yerde . . . Kocasını o halde görünce neden he men eve girdi? Çünkü gizli bilgileri içeren bilgisayarı sakla ması gerekiyordu" denmişti. Sade, ülkesini seven, haberleri "
televizyon ve gazeteleri takip ederek öğrenen, izleyen her hangi bir birey için kuşkulu bir durum yaratılmaya, Necip'in adı etrafında spekülasyon yapılmaya çalışılıyordu. Gazete lerin köşelerinde herkes bir şeyler söylüyordu, tanımadan, belli ki Necip'in yazdıklarını hiç okumadan. Ben artık medyadan bize aktarılanları, inanarak izle miyorum. D eğil mi ki yaşadıklarımızdan sonra bir haber programında kızlarımızın isimleri Şaman kaynaklı isimler olarak açıklandı, Necip Şaman inancına sahip biri olarak tanıtıldı . .. Pes dedim. Tarih bilgisi ve bilincinden yoksun, donanımı yetersiz bir yığının, kitle iletişimi adına topluma yanlış bilgi aktardığı bir ülkede; ben kocamın adının adi bir skandala karıştırılmadığına şükredip, bu söylenenlerin za rarsız, katlanılabilir olduğunu düşünecek hale geld im. Tüm bunlarla karşılaşınca ne yapılır? Bizi incitmek bir yana hala tüm iddialara ve asılsız ifadelere karşı açılmış davalar ve Necip'in yazdıkları ile Necip yaşarken verilmiş yanıtlar ortada iken, bugün karşılığını veremeyeceği için hakkında kolaylıkla atıp tutuyorlar. Asıl acizlik ve zavallı lık budur herhalde. Vicdanlı olmanın, i nsan olmanın anla54
mını asla bilemeyecek, insana bahşedilen bu üstünlüğü hiç tadamayacak ahmaklar. . . Kocamın saçının teli etmeyen sü rüngenler. Ayrıca bir yerlerden beslenmeden yaşamanın öz gürlüğünü ve b u tür bir alın terinin onurunu da bilmiyorlar, bilme ihtimalleri de hiç yok . . . O nların alın teri başka yerler ve amaçlar için dökülüyor çünkü. Necip karakteri ile, kimli ği ile birçoklarına ne olamadıklarının ve ne olamayacakları nın, asla erişemeyecekleri yerlerin aynasını tutuyordu. Necip ölümden korkmadığı için sıradanlaştırmadan, değerini ve yaşamda var olmasının anlamını bilerek yaşa mını sürdürdü. Yaşam ı n zevk alınacak bir ödül olduğunu düşündü. Kaderini yaşamayı istedi, değiştirmek için zor lamadı. Bu yüzden güçlüydü. Yaşamdaki seçimlerine saygı duymamak, onu desteklememek mümkün değildi; ne ben ne de kızlar ona ayak bağı olduk. Biz birbirimizi sevmek için yan yana gelmiştik. O benim elimi hiç bırakmadı. Ben geride kalmadım. Birlikte yürümek ve mutlu olmak için birbirimizin değişmesini, gelişmesini izlerken (aman yanlış anlaşılmasın, karıştırılmasın, biz birileri gibi değişerek ge lişmedik; her ikisini ayrı ayrı gerçekleştirdik) birbirimizle gurur duyduk. Bunu evliliğimizin başarısı olarak algıladık. Biraz akıl, biraz sağduyu; ama en önemlisi saygımız, ih timamla bakıp büyüttüğümüz sevgimiz ve tabii ki zamanla birbirimizin beyin/akıl eşi olmamız bizim farklı pencere lerden aynı yere bakmamızı sağladı. Necip araştırarak yaz dıklarının, karşısına neler çıkaracağını bilerek, göze alarak yaşadı. Tüm bunlar arasında ben ve kızlarımız için daha uzun yaşamak adına, ölüm korkusu ile mutlu olduğu işi yapmak tan vazgeçse idi, hem N ecip hem de biz mutsuz olurduk. Kaldı ki, Necip'in gözlerindeki mutsuzluğu görerek yılla55
rımı onu nla geçirmektense, şimdi böyle yaşamayı tercih e derim. Her şeye razı olurdum ama Necip'in sevgiyle gü len gözlerinden, sıcacık sesinden vazgeçmeyi göze alamaz dım.
56
medcezir: mutluluktan güçsüzlüğe. . .
Ben daha gençken, yaşlılar
Allah'ın birer sınaması"
"Hayat bir sınav, acılar
derlerdi. Diyelim ki böyle, biz de
kızlarla bu sınavı aştık, aştığımızı anlamak için somut ka nıtlarımız neler, o da b elli değil ya ... Başarının sonunda, ucunda Necip olmadıktan sonra, sınavı geçmişim neyleye yim. Necip'in cenazesinden bir gün önce evimiz dayanıl maz bir hale gelince, kızları bir arkadaşım evine götürdü. Bütün gün dolup taşan ev, gece ve sabahın ilk ışıkları ile buz gibi ve bomboştu. Etrafımdaki insanları hiç anlamıyor dum, o n lar da beni. O günden beri zaman zaman aynı so ğukluğu vücudumda hissedip ürperiyorum. Boş boş bakarken, kapı çaldı, öyle isteksiz ve hissiz aç tım ki kapıyı . . . Karşımda, birkaç hafta önce evimizde eşiy le birlikte ağırladığımız, çok eski bir arkadaşım vardı. Be ni kırmadan ellerindeki zarfı almam için yalvardılar. O ka dar zariflerdi ki. o anı yaşamım boyunca unutamayacağım. Belli b elirsiz fısıltıyla
"Ben şimdi ne yapacağım!"
dedim.
Arkadaşım hiçbir şey söyleyemedi, beni rahatlatacak, te selli edecek cümle yoktu. Ben olsam ben de bulamazdım.
"Şengül, çocuklar için çok iyi olman lazım, kendini bırak ma ama içine de atma" dedi. Sonuncusunu yapmak zoru n da kaldım. İçime atmasam, ya birçok insanın üzerine saldı rıp boğazını sıkardım ya da aklımı kaybederdim. Dolayısı 57
ile benim atık deposu haline gelmem çevremizdekileri de rahatlatmış oldu. Buna rağmen bazıları agresif olmamdan, Necip'in vurulduğunu telefonla haber vermediğimden ya kınıp durdular. Anlamak mümkün değil. Aynı arkadaşım "Kızlara bir evcil hayvan al, eve farklı bir hava gelir, bu ağır his biraz dağılır, belki çocuklar oya lanır" dedi. "Evet, yapacağım bunu, mutlaka yapacağım" dedim. Şimdi düşününce yaptığımın tam da insana yakışan bir bencillik olduğunu düşünüyorum. Ama son yıllarda ev de birlikte yaşadığı mız Püskül'ü düşününce de, eğer göste recek ve paylaşacak sevgimiz varsa evde bizimle beraber bir canlının bulunmasının ne mükemmel bir duygu olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. G erçekte i nsanı tamamla dığını, hatta daha d a insa nlaştırdığını hem kızlarıma hem de kendime bakınca çok daha iyi anlıyorum. Bir yandan da acımızın katlanılabilirliğine sağladığı katkı için Tanrı'ya te şekkür ediyorum. Bu arada olayın hemen ertesinde kızların okulunu ara yıp yardım istedim.
"Çocuklara yardımcı olmaya çalışıyo rum ama etrafımız o kadar dolu ki, yetişemiyorum, lütfen bir rehber öğretmen bize yardım edebilir mi?" diye sordum. Öyle şanslıyım ki, çocuklarımın öğretmenleri ve rehber öğretmenimiz hemen çıkıp geldiler. Rehber öğretmeni miz, gencecik, kendisi de küçük yaşta aynı acıyı yaşayan biri, kızları bir hafta boyunca hiç yalnız bırakmadı. Mecbur muydu? Asla! O sadece duyarlı, koca yürekli biriydi. Benim kızlarımın da küçücük yürekleri, birden kocaman oldu. Öy le hassaslar ki, şimdi insanlar onları anlamasalar da, onlar insanları çok iyi anlayıp değerlendiriyorlar. Bizim yaşamı mızda kim, ne için var ya da var olmaya çalışıyor, hemen
anlıyorlar. İlk günlerden bugüne, elene elene, eteklerimize 58
tutunmuş insanları döke döke geld ik. G erçek can dostlar la beşinci yılı bitirmek üzereyiz. İçim ince ince sızlarken ayakta durup, hem boğazımda hem göğsü mün tam orta sında kocaman bir düğümle hiçbir zaman tam olarak yut kunamazken, yüzüme taktığım eğreti gülümseme ile yılları tamamladım. Bundan sonra da böyle gidecek . . . Sevdiğim adam, en yakın dostum, kızlarımın baba sı dünyayı terk etti. Öylece, vedalaşamadan, yanağına bir öpücük konduramadan, son bir kez sarılamadan ... Dünya alaşağı oldu. G eceleri uykuya direnmeye çalışsam da kop koyu karanlık bir uyku uyuyor, uyanınca da çok üşüyor dum. Şimdi
"O da mı böyle uyuyordu?"
diye düşünüyor
dum. Pencereden dışarı baktığımda hiçbir şey göremiyor dum. Uyanınca onun olmadığı bir yerde bulunduğumu an lamam için çok zaman geçmesi gerekiyordu. Sabahları olup biteni hatırlayamıyordum.
"Ne işim var bu buz gibi yerde"
diyordum kendi kendime. Soğuk hem de çok soğuk. Bir sa bah boynumun birden çok ağrıdığını hissettim. Başımı dik tutamayacak kadar çok. Ama başım çok dik olmalıydı. Ko nuşmak istemiyordum, hem de hiç. Ama bütün gün konuş mak ve görmek zorundaydım. Her şey kontrol altında ol malıydı. Yapılmasını istemediğim şeyler için yalvararak rica ettiğim en yakınlarım kameralar önüne çıkmak, eve gelen politikacılarla ko nuşmak için can attılar. Bazıları gelenlere teşrifatçılık yapmamı b eklediler, taziye dilemek için gelen lere
"hoş geldiniz" demeliymişim, ne ilginç.
Oysa ayakta du
ramayacak kadar halsizdim. Ama bayılmak istemiyordum. Çok güçlü olmalıydım. Necip'e bir zarar verilmemesi için hep ortalıkta olmalıydım. Etrafımızda duyarlı, gerçek dostlar var. Necip de ben de şanslıyız. Bu nlardan biri beni bir gün öyle üzdü ki. . . Da59
ha bir yılı doldurmamıştık, üstelik zorlu bir süreç sonun da Necip'in kabrini henüz tamamlatmıştık. Bu da ayrı bir acıdır ya ... Bu bizim densiz dost bana
"Şengül sen bu işleri tek başına yapamazsın, senin evlenmen lazım" dedi. Buyu run bakalım! O gün öyle kızdım ki anlatamam. Ama şimdi düşü nüyorum, kızamıyoru m. Çünkü zamanla şunu fark et tim, böyle şeyleri benim gözümle bakarak değil, kendi ya şam deneyimleri ile söylüyorlar. Bana özgü olan yaşam mü cadelemin farkında değiller. Hep söylüyorum, gö nül gözü olmayınca olmuyor. Yaşamı, hep yüzeyde yaşayanlar için her konuda konuşmak, yorum yapmak çok kolay. Kadınsan başka seçeneğin yok, üstelik benim aklım yok ya, akıl veren de çok . Bizim g i b i insanlara,
yaparız"
" .. . senin için şunu yaparız, bunu
demesin zaten kimse. Bunu hiçbir zaman isteme
dim ve istemiyorum da; ben böyle öneriler değil de, hep şunu duymak isterdim:
varız." Bana
"Biz buradayız, ne zaman istersen
bunu hissettirmek yeterli idi. Bunun için min
nettar olduğum pek çok kişi var; hasta yatağımda çorabı m ı ayaklarıma geçirecek, yemeğimi bir bebek gibi yedirecek, evimize yemek taşıyacak kadar candan sevgi verenler; kız larımın mezuniyet törenleri ya da önemli anlarını kaçırma yarak, arayarak, sık sık sorarak ya da ziyaret ederek, biz den hem maddi hem de manevi desteklerini, dostluklarını hiç çekmeyenler var. Güvenebileceğim insanların varlığı da bir ödül. Bunun değerini öyle iyi biEyorum ki. . . İsimlerini yazmak isterdim ama biliyorum ki onlar bunu istemiyorlar. Varlıklarının farkındalar, bu da bana yeter. Şimdi ne zaman istesem yanımdalar, çü nkü isteyeb ileceğime beni inandır dılar. Eğer isteyebileceğinize inanamazsanız, çevrenizdeki ler bunu size ne kadar ifade etseler de yetmez. Bu insanlar 60
taşıdıkları sıfatların içini dolduran insanlar. Oysa yaşamda öyle çok üstlendiğimiz görev ve rol var ki, hangi birinin içi ni doldu rmayı başarabiliyoruz, tartışılır. Bunu yapanlar ya şamda başarıyı yakalayanlar, yaşamı profesyonelce yaşayan lar. O nlara şükran duyuyorum. Tanrı herkese böyle dostlar hediye etmez. Gerçekten iyi ki varlar. Ayrıca benim yaşım da üniversite mezunu evlat sahibi olmak da büyük iş, bir kaç tane meslek sahibi çocuklarım da oldu bu arada. Buraya kadar kimsenin ismi geçmedi ama iki kişiden söz etmezsem içime sinmeyecek. Onları yazarsa m kimsenin kırılmayaca ğını da biliyorum. Umutsuzluğa kapıldığım, kendimi güç süz ve yorgun hissettiğim anlarda canım arkadaşım, dev rimlerin ve Cumhuriyet ruhunun en güzel örneği, dünya tatlısı Muazzez İlmiye Çığ hatırıma geliverir. B eni teselli edişi, benimle döktüğü gözyaşları ve en önemlisi beni an laması. Ankara'ya her gelişinde bize sarılmak için ç ırpını şı, özlemle yaptığımız telefon konuşmaları ve eşsiz dostlu ğu gözümün önünde b elirir. Bir anda, yılgın olma, vazgeç me hakkım olmadığını düşünürüm. Korkmak, kaçmak, terk etmek, hele de mutsuzluk hiç yok! Sevgili Muazzez İlmiye Çığ asırlık, kökleri genç çınar, o bu topraklardan güç ala rak dirençli oldu. Her konuşmamızda sesinin bana verdiği enerji, coşku umutsuzluğumu kovdu. Tüm bunları yazabil diysem, bunu biraz da onun varlığına borçluyum. Tanrı'dan görkemli 1 00. yaşını kutlamayı diliyorum. İkincisi ise, beni hiç görmeden, hiç tanışmadan ara yan ve dostluk kuran İstanbullu Muazzez anne. Ankara'ya bir toplantı için geldiğinde Anıtkabir ziyareti sırasında Necip'in,
"Ne kadar da benim anneme benziyorsunuz, bir likte yürüyelim ." diyerek koluna girdiği Muazzez anne. Be ..
ni ağlayarak telefonla aradı ve bizim ailemizin bir parça61
sı oldu. Arada bir kızlarımıza hazırladığı çeyizleri kargoyla gönderir. Bu da bir şanstır. Herkese kısmet olmaz hiç tanı madan birilerinin sevgisini kazanmak . . . B i r de Necip'in babası, kızlarımızın dedesi var. İlerle miş yaşı ile bu acıyı hak etmeyen, ailemizden dualarını ve iyi dileklerini esirgemeyen, Necip'ten konuşu rken, Kanij e ve Uyvar'a bakarken sesi hep titreyen büyüğümüz. Necip'in görmeyi çok istediği kızlarımızın yaşamdaki başarıları ve mutlulukları nı görmek için dedeleri her şeye rağmen yaşa ma inatla tutunup b ekliyor. Bu sevinci, oğlunun çabalarının boşa olmadığını görmenin huzurunu fazlası ile hak ediyor. Necip'i bu dünyaya kazandırdığı için de her şeyi hak edi yor. . . Yaşamımızda bir de böyle zamanlar i ç i n pusuya yatıp bekleyen ''şimdi tam zamanıdır, gör hesabını geçmişin, çı kar bütün kinini, fırsat bu fırsattır" diye düşünerek, karşı nıza çıkan, yaralı kalbinizle siz zaten zayıf düşmüşken kal leşçe kapınıza dayananlar var. Öyle zavallılar ki... O nların durumu benimkinden daha zor. Geçen yıllarda b en, Necip yanımdaymış gibi mutlu ol mayı öğrendim. İnsan hafızasını sıfırlayamadıktan sonra bu mutluluk o kadar gerçekçi olmasa da, yaşamı katlanılır kılmak için gerekli. Ayrıca amacım Nec ip'i unutmak değil; kendimi değiştirmek istiyorum. Çünkü unutmak mümkün değil. Ya sen, acaba sen beni hatırlıyor musun? Arada bir sesini duymayı o kadar çok istiyorum ki. Kulaklarımın için de o heyecan dolu
''seni çok seviyorum"
diyen sesini. Ben
senin sadece sesini duymaya bile razıyım. O gece olanları, Necip'i yerde boylu boyunca uzanmış ken hiç aklımdan çıkmayan o görüntü ile düşü ndükçe ne yapılırdı? Nasıl davranılırdı? Hepsi için içgüdülerime ku62
lak verdim. Kendimi dinledim ve bir de senin yerine koy dum kendimi. Sen beni uğurlarken neler yapardın, sen na sıl uğurlanmak isterdin? Hep aynı düşünce geçiyor hatı rımdan: bir filmi izliyor gibiyim. Orada yatan Necip mi? Necip'e bakarak sayıklayan ben miyim? Zaman duygusunun nasıl kaybedildiğini sonradan düşünü nce anladım. Necip'i uzun uzun kokladım. Hala o taptaze kokusu üzerindeydi. Ben daha sonraları giysilerini öyle çok ve öyle sık kokladım ki... Bir ay sürmedi kokusu uçup gitti. Ne yastığında ne de giysilerinde artık Necip kokusu kalmam ıştı. Sonraları ara da bir kullandığı kokularını eşyalarına, banyodaki havlula ra sıktım, uzun süre eşyalarını ortadan kaldıramadım, onu bırakamadım aslında ben. G önderemedim. Daima dimdik gördüğüm canımın yerde yatışına da yanamadım. Ona silahı nasıl doğrulttular, Necip nasıl yere düştü, gözümün önüne defalarca geldi. Bazen aynı, bazen farklı sahnelerle. Bunu düşünmekten kendimi alıkoyamı yordum. Yere düşmeden önce arabasının arka çamurluğuna değmişti, sonra yere uzanmıştı, belki de o nlar yere itmiş ti gaddarca . Çamurluk kan içindeydi. Arabasını emniyet ten teslim aldıktan sonra yıkatmaya kardeşimle birlikte git tik. Araba yıkanırken beklediğimiz odada televizyon açık tı, Nec ip'le ilgili bir haber vardı. Birbirimize göstermeden gözyaşı dökmüştük. Bugün ayn ı his boğazımı düğümlüyor. Elindeki dosyalar (gazetelerin
''derin dosyalar" diye
yazdık
ları araçlarımızıh kasko dosyaları idi!) yere saçıl ırken iki aracın arasında Necip nasıl öylece uzandı kaldı. Ne olacaktı şimdi, Necip'i böyle görüp, bu anı her sa niye kafamda taşıyarak yaşamı sürdürmenin ne olduğunu anlatamam ki. Her şeyi anlatabilirim ama bunu anlatamam. Bazen hiç olmamış gibi hissediyorum. En çok da odam63
da çalışırken ya da yemek hazırlarken Necip'in olmadığını u nutuyorum. Ama o kısacık u nutmanın ardından, canımı yakan sahneleri tekrar tekrar yaşıyorum. Küçüklerimin acı dolu şaşkın yüzleri, Necip'in yerdeki görü ntüsünün üzerine gelip yapışıyor. İçimde başka bir kadın her gün çılgınca ağlıyor, deri sini parçalayıp kanatıyor, saçını yoluyor. O kadını benden başka kimse fark etmiyor. . . Necip giderken ben dövü nme dim, ağlamadım, sadece gözlerimi hiç ayırmadan ona bak tım. Bana bakarken heyecanla kırpıştırdığı gözleri hafif aralıktı. Yüzünde huzurlu bir ifade vardı. Ona bakmaya do yamadım. Herkes koşuşturdu, bir ben hep ona bakıyordum. Artık olmayacağı zamanların ilk saatlerinde öylece baka kalmıştım . . . Onu karların üzerinden kaldırmaları için yal varırken her şeyi hissettiğini biliyordum. O rac ıkta sıcacık sesini, bakışlarını aklıma kazıdım. O benim canım, parıldayan yıldızım .... Bazen soruyorum, Necip'in yokluğuna dayanabileceğime hiç inanabilir miy dim diye. Bunu düşünmeyi bile istemezdim. Düşündüğüm de nefesim tıkanırdı. Yaşadığını bilerek uzaktaki birini sevmek çok daha ko lay.
''Ayrılık ölümden zor" diyenler,
sevdiklerini kaybetme
dikleri, sadece ayrı oldukları için böyle söylüyorlar. Ben Necip'ten ayrı kaldığımız zamanlarda böyle üzülmedim, canım bu kadar yanmadı. Sadece onu çok özledim. Yaşa yan, kanlı canlı birini özlemek, bir daha asla göremeyece ğimiz birini özlemekten öyle farklı ki. .. O uzakta iken ne zaman istesem sesini duyabildim, bana uzun uzun yazdığı için, ayrılığın biteceğini bildiğim için sadece onu özledim. Bu yokluğa katlandım. 64
Necip'in bir Birleşmiş Milletler Proj esi için Moldova'da görev yaptığı yıl Kanij e henüz dört yaşlarında idi. Ben kız larla Ankara'da kalmıştım ve Necip ilk beş ay Türkiye'ye hiç gelmeden çalışmış, bu arada birbirimizi henüz internet or talarda olmadığı için ya telefonla arayabilmiş ya da mektup yazmıştı k . Necip daha sık yazardı. Her mektubunda kızla ra küçük G agauz serçesinin
maceralarını anlatan masal
lar uydururdu. Ben de kızları uyutmadan önce bu masalları onlara okurdum. Bir gece yine ben masallardan birini bitir dikten sonra Kanij e öyle birden, durup dururken
bam keşke yaşasaydı"
'i'\nne ba
demişti. Küçüğüm babasının yoklu
ğunu ölüm gibi algılamıştı. Kanij e'ye bu anıyı çok sonraları anlattığımda; bana öyle bir acı ile baktı ki, oracıkta görün mez olmak istedim.
"Anne çok küçükmüşüm ama hissetmi
şim galiba" dedi. Sık olmasa da zaman zaman Necip'le birlikte kay dettiğimiz görüntüleri izliyoruz . Bir seferinde Kanij e'yi, birlikte gittiğimiz tatillerden birinin görüntülerini i zler ken buldum. Küçücük bebeklerim, yeni değişen dişlerinin arası ndan durmaksızın bıcır bıcır konuşarak bir yandan Necip'e n efes almadan bir şeyler anlatıyo rlar, bir yandan da Necip'in kucağına zorla verdikleri kediyi o tuttuğu için rahat rahat seviyorlar. Öyle küçükler k i . . . Birden Kanij e'nin yüzüne bakınca ağladığını fark ettim. Sessiz, kımıldama dan, ağlayarak izliyordu. Benim baktığım ı görünce sarıl dı, ç ığlık atarak ağladık, bana derken,
'i'\nnem sesini bile özledim"
"Ben de canım, ben de" demekten başka söyleyecek
söz bulamadım. Traj ik bir ölümün etkisini ben de yaşamadan önce bi lemezdim. Güneş her zaman olduğu gibi doğsa da, batsa da bizim için uzun süredir dünya daha farklı. Zaman göl65
gelerle, ü zerimize çöken karanlıkla geçiyor. Üçümüzün de artık kocaman birer parçası yok. Eksildik, dibe vurduk. Ya şamın anlamı kayboldu. Kendimizi birdenbire acıya dayan ma, güçlü olma çabası içinde bulduk. Yaşama sevincinden uzak, ne son ne de başlangıç denebilecek bir yerdeydik. O zaman ben de ölmek istedim. Necip'le yeniden b iraraya ge lir miydik bilmiyorum ama, acım sonlanırdı. Yapamazdım ki, kızlarımı düşündükçe bunu hatırımdan geçirdiğim için bile ürktüm. Necip'in yokluğu ile yaşayabilmeyi, kızlarımı korumayı çabucak ö ğrenmeyi diledim. Bunu ne kadar is tesem de daha ilk a ndan başlayarak başarılı olamayacağımı da anladım. İlk birkaç gün evin içindeki o kalabalığa rağmen çok yalnızdım. Taziye için gelenleri karşılarken kısa bir süre için insanların neden geldiklerini unuttuğumu, konuşulan ları duymadığımı fark ettim. O sırada Necip'in Moldova'da birlikte çalıştığı, çok sevdiği bir arkadaşı ağlayarak içeriye girdi. Ağlaması bile içinde olduğumuz durumu hatırla ma m ı sağlamadı. Ben bir a n Necip arkamda duruyormuş gibi omzumun üzerinden, hatta biraz da gülümseyerek geriye dönüp,
"Necip bak, Meriç geldi" demek üzere
iken kendime
geldim. Biliyorum ki bu çok kısa bir zaman d ı; ama ben yine de olup biteni unutmuştum. İ nanılır gibi değildi yaşadıkla rımız. Aslında Necip'le karşılaşmamız, birbirimizi bulma mız ve birbirimizi çok sevmemiz de bazen inan ılacak gibi görünmüyordu. Necip yaşamımda bir vardı, bir yok oldu . . . Ben Necip'i ç o k sevdim. Bana ders anlatırken sevdim. Yıllarla arttı sevgim. Onunla buluşmamın ilk heyecanı ile son heyecanı arasında geçen zamanda öyle çok arttı ki sev gim. Ben sevgimi anlatmayı Necip'ten öğrendim ... Bir gün, onunla ilgili çektiğim acıyı anlatabileceğimi, hatta daha ha66
şa dönersek bütün yaşadıklarımızın olacağını bilseydim, her şeyi değiştirmek için kendi yaşamımdan vazgeçerdim. Şimdi düşünüyorum da aslında yaşamı nasıl bir acele ile geçiyoruz, sanki öğün atlar gibi ya da yemeği geçiştirerek karın doyurmak gibi. . . G e ç m işte yaşamla ilgili farkındalı ğımın şimdikinden daha a z olduğunu düşünmek içimi acı tıyor. Yaşamı benim için farklı değerlendirmek bu noktada başladı. Yaşamda nelerin insana özgü budalalıklar olduğu nu şimdi çok iyi biliyorum. N e büyük geç kalmışlık ... İ nsan ların ölümü ve yaşamı -çoğu zaman sadece yaşamı- anla maya çalışma biçimleri n i gerçekte kişisel özelliklerinin be lirlediğini düşünüyorum. Neyse ki öyle anlıyoruz hem ya şamı hem de ölümü. Keşke böyle bir ölümü yaşamadan, ka fam bu kadar karışıp, bu kadar acı çekmeden çok daha önce içgörülerimin yeterince bilincinde olsaydım. Bu kadar ayrıntılı düşününce, insan çektiği acının aza lacağına inanmıyor. Ama Nazım Hikmet bir şiirinde karısı na seslenerek, böyle olmadığını söylüyor, üstelik bana ka lırsa erkek egemen dünyanın kestirip atan önyargılı yakla şımı ile
" .. . yaşarsın gönlümün kızıl saçlı bacısı, en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı . " diyor. Yanılıyor. .
.
Birini kendinden çok sevmenin anlamını bilmiyor belki de. Beni kendinden çok seven birini hala kendimden çok sevi yorum. Bir zamanlar benim bursum nedeni ile Necip ve kızlar la birlikte gittiğimiz Amerika'dan, Necip kızları alıp okul ları açılırken dönmek zorunda kaldı. Ben daha sonra gele cektim. Orada tanıştığımız ve bir arkadaşımızın yakın dos tu olan Yemen kökenli bir Amerikalı onları ve beni Chica go havaalanına getirdi. Kızlarla ve Necip'le vedalaşmamızı gördü. Dönerken yolda bana
"Eşin mi kızlar mı önce geli-
67
yor?" diye
sordu. H iç düşünmeden
" Tabii ki Necip" demiş
tim. Biz birarada olmayınca canımız yanardı. Eminim ki bu soru Necip'e sorulsaydı o da
"Şengül" derdi.
Kızlarımız bi
zim için yaşamın en önemli değerleri idi. Ve biz birbirimizi bulduğumuz için varolmuşlardı. Necip kısa süreli seyahatlere gittiğinde, uyuyamaz, beklerdim. 18 Aralıktan sonra özellikle iki yıl uyuma güç lüğü yaşadım. Sabaha kadar saçma sapan televizyon prog ramları, trafik eğitimleri vs . izledim. Çoğunlukla okudum. Sonra bir gece uyumaya başladım ve bu kez de uyumayı na sıl b aşardığımı sorgulamaya, uyuduğum için suçluluk duy maya başladım. Necip gidince kızlarımla birbirimize tutunduk. Hafta larca çocuklarımla birbirimize sarılarak uyuduk, evden ta şınınca kendi yatakla rımızda uyumaya başladık. Hiç unut muyorum, ilk haftanın sonunda Kanije bana
evlenecek misin?" diye
"Anne yeniden
sordu. Öyle şaşırdım ki, ağlamamak
için kendimi sıktığımı hatırlıyorum. O zaman o n bir ya şındaydı, onun için babasının yokluğu nun yanında bu yeni bir korkuydu. Hemen anlattım, Necip'i ne kadar sevdiğimi. S evdiğimizin yanımızda olmamasının, ondan yazgeçmemi zi gerektirmediğini anlattım. S evginin insan ömrü gibi kısa olmadığını anlattım. Sevgi ölmüyor, ölümün sevgiyi, sevda yı öldürmeye gücü yetmiyor. Hatta, beraberliğin derinliğini de kutsayan bir yanı var. Dökülen gözyaşları ise acımızın, üzüntümüzün hatırlamanın birer yansıması. .. İ m renilerek geçen o n yedi yıldan sonra hiç eskime miştik, bizi tanıyanlar bilirler, ikimizin de çabası vardı, çok emek verdiğimiz bir evliliğimiz, sevgimiz vardı; ben hala bunun için çaba sarf ediyorum. Onu sevmekten hiç yorul madım, bıkmadım. Ben ondan hiç vazgeçmedim, vazgeç68
mem de. Onu görmediğim bir rüyam yok, bazen bu beni mutlu ediyor, bazen de -genellikle demek daha doğru- bu rüyaların ertesinde bütün günüm kötü geçiyor, Çünkü uya nıp da her şeyin rüya olduğunu fark etmek içimi sızlatıyor. Bende hiç geçmeyen iki şey var. " Şey" diyorum, çünkü ne ile, hangi kelime ile ifade edeceğimi bilmiyoru m. Bir ta nesi, göğüs kafesimin altında, yemek borusunun sonundaki tıkaç. Hiç açılmıyor. Bir de, kalbimin üzerindeki yanma his si. Bazen çok ağlıyorum. Ama ağladıkça o tıkaç iyice geniş liyor, kalbimdeki yanma yerleşiyor. Bütün bunları yazarken sık sık ·:
..
aslında insanlarla paylaşmalı mıyım?"
diye çok
düşündüm . Ama benim kızlarıma anlatmak için vakit kay betmemem gerekiyordu. Benim sevgili, temiz, iyi yürekli gerçek insanıma bunu borçluyum. Çünkü o yaşarken bana benimle ilgili hissettiklerini öyle güzel ifade ederdi ki. Ben de şimdi bunu yapmazsam kendimi hiçbir zaman bu sızı dan kurtaramayacağım. Kaybetme duygusu o kadar yoğun ve karşı konulamaz bir his ki, insan bu duyguyu her yere yanında taşıyarak yılla rını geçiriyor. Ben yaşamımı bununla tamamlayacağım. Her gece çocuklarım için sabah gözümü açabileyim diye Allah'a dua ederek uyuyorum. Sağlıklı olmak zorundayım. Ancak bu yoğun duygularla pek başarılı olamıyorum galiba.
69
Karşıyaka'da neler oldu ?
Necip gittiğinden beri aylardır her sabah gerçekle ve kaybetmekle yüzleşmeye çalışıyorum. Hoşça kal de meyi bir türlü beceremedim. Onu yolcu etmeye yanaşmıyorum. Üs telik çektiğim acı, yaşadıklarıma eklenenlerle, bunların so nuçları ile daha da derinleşiyor. Ama ben gördüm ki, bizim gibi yas içindeki insanları anlayanlar çok az. E n yakınları nız bile çektiğiniz acıyı göremiyor. B eklentileri çeşitlenerek hep sürüyor. Çocuklarınıza ve kendinize vereceğiniz şeyleri keşfetmen ize zaman bile tanımıyorlar. İ nsanların b eklenti si, hiçbir şey olmamış gibi davranmanız. Ne kızgınlığını zı, öfkenizi ve derin acınızı ne de üzüntünüzü gösterme nizi istemiyor kimse. Bu durumda acı, yaşam ın bir parçası, yanıbaşınızdaki kapı komşunuz oluveriyor; nerede ve nasıl yaşad ığınızın hiçbir önemi kalmıyor, tek gerçek, çekilen acı oluyor. Özlemekten, sevmekten hiç vazgeçilmiyor. Çektiğim acının nasırlaştığını, kaskatı olduğunu, giderek güçsüzlük hissimin artmasına neden olduğunu biliyorum. Bütün vü cudumla hissettiğim hiçlik, yokluk, kırıklık -adına ne der seniz deyin- zamanla insanın yüreğinin yerini alıyor. Her yere sürüklediğim, ellerimin arasında kollarımı kavuştura madan taşıdığım koca bir kaya parçasına dönüşen kalbimin attığını bile duymuyorum artık. 70
Dört yılda çeşitli şikayetlerle, belirtilerle farklı u zman lık alanları olan doktorlara gitmek zorunda kaldım. H içbiri de
. ..siz üzgünsünüz, bu belirtilerin kaynağı sizin yaşadık larınız" demek istemedi. Ta ki, bir gece acil servise götürü "
lünceye kadar. Sıradan bir akşamda arkadaşımla konuşur ken rahatsızlandım. Kendimi asla, hiçbir durumda kapıp koyuvermemişimdir. Ama o gece vücudumun bayılma tale bine karşı duramadım. Dört yıldır hem duygusal hem de fi ziksel çeşitli rahatsızlıklarla mücadele ediyordum. Her şey den önce çok güçsüzüm, sanki enerj i açığıma yol açan bir sızıntı, kaçak var vücudumda. Sürekli yorgunluk hissi sıra danlaştı artık. Yaşamımızın bundan sonrasında en önemli ve gerekli olan tek şey "sabır"; ama her an ve her konuda sabır. Derler ki, " Ölüm ölenindir, öldüğü ile kalır. Geride ka lanlar için yaşam, devam eder." Necip'ten sonra yaşam de vam edecekti ve etti de. Kavuşması olmayan bir ayrılığın acısı ile dört yıldır devam e diyor. Bir nesne, anlamsız bir "şey" gibi, üzerine kapatılan beton kapak ve toprağa, ora da bir avuç toprak da ben ekledim. Ellerim benim değildi o anda. Neden yaptığımı bile hatırlamıyorum. Hiç bu kadar mekanik, ruhsuz ve boş hissetmemiştim. Ne nefes aldığı mın, ne de yutkunduğu mun farkındaydım.
" yaşıyor, çıkartın" desem,
"Durun" desem,
mümkün mü? Toprağa teslimiye
te dur demek . . . Razıyım bu dönüşsüz ayrılığa. Seyahatleri sırasında uyumadan beklediğim Necip'i, yine bekliyorum . . . Aciz, cansız hissediyorum. B u z tutan toprağın altında o ne ler hissediyor? Kollarımı açıp, sımsıkı sarıldığım canım gö rünmez oldu. Gücüm tükendi. Onunla o donmuş toprak la ben de donmayı istedim. Ardıma baka baka mezarlıktan uzaklaştım. 71
Bir gün bu acı azalır mı? Kaya parçası hafifler mi? Ya da bize kalan, elimizdeki tek ve değerli olan varlığımız, anıla rımızı u nutur muyuz? Ben bütü n bu nları sorgularken, özel likle çocuklar için her şeye rağmen güçlü olmaya çalışmak ya da b öyle görünmek; ve Necip'le ilgili bazı işleri takip edip, yayın yapmak, günceli izlemek, çeşitli toplantılara ka tılmak için harcadığım çabanın, yasımın, matemimin önü ne geçmesi de beni şaşırttı, belki de bana biraz iyi geldi. . . Necip'in kabrini yaptırmak d a bu çabaların b i r parçası idi. Yaklaşık altı-yedi ay sürdü. İlk defin yapıldığında tam baş ucunda büyük bir çeşme vardı. Definden kısa süre son ra, donan borular patladı. G örüntü hiç iyi değildi. Çeşme, bırakın farklı bir kabir yapmayı, normal ölçülerde bir dü zenlemeye bile izin vermiyordu. Kalktım mezarlık müdür lüğüne gittim. Adam benim yüzüme bile bakmadan, beni başından savarak konuştu. Ben kadınım ya, yüzüme bakar sa günah olur, zihniyet bu. Şimdi en yaygın, güncel yakla şım. Bana "Çeşmenin hayrat olarak yaptırıldığını, sahipleri izin vermezse, yerinin değiştirilemeyeceğini" söyledi. Yine yanımızda olmaktan hiç bıkmayan biri var, o araştırdı, kim lere ait olduğunu buldu. G enç biri için yaptırılmıştı. Anne babası Almanya'da yaşıyordu. D efin işleri ile ilgilenen ki şi
"Bence hiçbir sakıncası yok, ailesi bana 'tamam yeri de ğişsin' derse hemen imzalı bir onay yazısı hazırlarım" de di. Bu arada rahmetli gencin Anka ra'da yaşayan ablasına ve eniştesine de ulaştı. Abla ve enişte
"annelerinin Almanya'da bulunduğunu ve hasta olduğunu, böyle bir şeyi annelerine sormadan olur diyemeyeceklerini" söylediler. Sonra da abla ve eniştenin annelerinden onay almalarını beklemeye baş ladık, yaklaşık beş ay sürdü. Abla bir Almanya seyahatinde konuyu annesine açamadı. Defalarca avukatımız ve sevgili 72
dostu muzun ricaları sonucunda enişteye uçak bileti veri lerek (anneden onay alınması için) Almanya'ya gitmesi ri ca edildi. Oysa bu aileye ben yazılı taahhütname vermiş tim. Çeşmeye hiçbir zarar vermeden, bütün masraflarını üstlenerek yerini değiştireceğimize dair. Her neyse, sonun da, sevgili m imarımız ve diğer iki can arkadaşımızla birlik te Necip'in kabrinin son şekline ve baş taşını Necip'in bo yu kadar yapmaya karar verdik. Bu arada Necip'in kabrinin Sevgili Kışlalı Hoca ile aynı sırada bulunması nedeni ile be nim yaptıracağım kabrin Kışlalı Hoca'nı n kabrinden daha ihtişamlı, diğerini gölgede bırakacak kadar gösterişli olma ması gerektiği konusunda da uyarılar aldım . . . Hiçbir ş e y kolaylıkla olmuyor. Şimdi daha d a zorlaş tı. Zaten kolay yaşam var mı? Ben duymadım. B elki başka ülkelerde, gezegenlerde vardır. Ama bizimki gibi bir ülke de, Muazzez İlmiye Çığ'ın deyişi ile
"Cumhuriyet devrim
lerinin hala tamamlanamadığı" Türkiye'de
yaşam çok zor,
hem de herkes için. Kolay olduğunu düşündüğümüz insan lar için de, çünkü onlar her sabah aynada kendi gözlerine bakıyorlar.
73
ucuz oyun ve amatör oyuncular
İlk günlerdeki yavaş, mekanik ve soğuk halim i nsan ların bir kısmının acımla çok iyi başa ç ıktığımı, bir kısmı nın duygularımı sakladığımı ya da şokta olduğumu düşün melerine neden oldu. 21 Aralık günü de benzer bir halim vardı. Nec ip'i uğurlayışımızın yoğun duyguları ile o günün sabahında yaşadıklarım beni çok yordu. Robot gibi hareket ediyordum. Çok yorulmama rağmen bunun bir yorgunluk olduğunu ifade edemiyor, ne yapmam gerektiğini bilmiyor dum. Sadece sabah erkenden günlerdir kapalı olan havanın birden güneş açtığını ve karların erimeye başladığını fark etmiştim. Titreyerek kalkıp kuaföre gittim. Saçlarım yıka nırken gözlerimden akan yaşlara engel olamadım. Saçımı yapan gence
... sakın abartmayın, düzgün görünsün yeter"
"
dedim. Eve dönüp yüzüme allık sürdüm, ağlamayacaktım, kimseyi sevindirmeyecektim. Cenaze gecesi Ankara Em niyet Müdürü'nün beni ve avukatı mızı çağırdığı, ne yapıldığını bugün bile hala anla yamadığım soruşturma sırasında akşam sekizde girdiğim binadan sabah sekizde çıktım. Traj ikomikti olup bitenler. İfade vermeden önce duvarlarına Portakalçiçeği Sokağı'nın çeşitli açılardan çekilmiş poster büyüklüğündeki resimleri nin asıldığı bir toplantı odasına alındım. Sinirden mi yok74
sa gerçekten komik olduğu için mi, öyle çok gülme ihtiyacı duydum ki. . . Hiçbir bilimselliği ve profesyonelliği olmayan tuhaf bir brifing aldık. Ne başı ne sonu ne de anlatılanlar arasında bir bağlantı vardı. Karşılaştıklarıma amatör bir ti yatro oyunu ya da ucuz bir Amerikan filmi olarak bakar sak katlanılabilirdi. Birinci sınıf bir oyun olmadığı o kadar açıktı ki. . . Üstelik birçoğu bu oyunun figüranları ve başrol oyuncusu olmadıklarının bile farkında değillerdi. Sadece bir s enaryonun sahnelendiğinin farkında olanlar ise, sanı yorum gönüllü olarak birtakım vaatlerle aktörlük yapmayı kabul etmişlerdi. Topla ntı salonunun diğer ucunda, evden aldıkları Ne c ip'in bilgisayarından diğer bilgisayara veri aktarılıyordu. Bilgisayar eve geldikten sonra bir daha işe yaramaz oldu. Artık nasıl didiklendiyse toparlayıncaya kadar bir arkadaşı mız akla karayı seçti. Buna rağmen tatm in edici bir şeylere ulaşılamayınca içinden ç ıkarılan bir fotoğraf bu suikastın üzerine bir başka soru işareti koymak amacı ile kullanılmış tı. Fotoğrafı ben ya da fotoğraftaki diğerleri basına verme diğine göre ortada tek bir olasılık kal ıyordu . . . Bütün gece ifade verdim. Fail bendim. Yakalandım ve gözaltın a alındım. G ecenin sonunda verdiğim ifadeyi oku yunca ifade verenin ben olmadığımı düşünmeye başladım. Çünkü ben kendim gibi pek çok şey anlattım, anlattıkla rım yaz ıya dökülürken memurun toparladığı cümlelere dö nüştü. Birden orada içimden adama
kendi ifademi kendim yazarım"
"Kalk çabuk şuradan,
demek geldi . . . Ancak öyle
yorulmuştum ki, bunun yerine önüme getirilen çayı içtim. Direnmed im,
"Bu cümleler benim değil"
desem bir geceyi
daha orada geçirecek gücümün olmadığını düşündüm. Bir ara Şube Müdürü odadan ç ıkınca uzu nca bir süredir elin75
de dosyaları ile beni dinleyen bir görevli yaklaşarak yavaş bir tonla elindeki dosyadan resmin altındaki yazıların üze rini kapatarak bir resim gösterdi.
muydu?" dedi.
Ben aniden
"Gördüklerinizden biri bu heyecanlanarak "Evet oydu" diye
bağırdım. O sırada Şube Müdürü içeri girdi ve görevli ya nımdan hızla uzaklaşarak yerine oturdu. Sabah saatlerinde beni bodrum katında bir yere teşhis için götürdüler. Diğer odayı görebildiğimiz camın arkasında Şub e Müdürü, Anka ra E mniyet Müdürü, ben, avukatımız ve bir-iki memur da ha vardı. Bizlerin görülmediği tarafta ise dört kişi. Bu dört kişiden hiçbiri, olay sabahı gördüklerime b enzemediği gi bi, bir de aralarına ben ifade verirken odaya çay ve meyve getiren görevlilerden biri de karışmıştı. Öyle sinirlenerek tepki gösterdim ki, içimden bu insanların hepsine saldırıp, canlarını acıtıp oradan çıkmak geldi. Tabii ki bunun yeri ne
"Benimle alay mı ediyorsunuz!" diye sorabildim sadece. Yanıt olarak "normal bir prosedür olduğu" söylendi. Oysa bence rezillikti... Benim kocam böyle bir ülkede tabii ki öldürülürdü. Ni ye şaşırıyorum ki? Bugün tam da dört yılın sonunda ortalıktan toz duman çekilmişken şunu söyleyebilirim ki, Necip üç kuruşluk bir güç ve çıkar savaşı için öldürülmüştür. Kimin ya da kimle rin çıkarı için, bunu bilmiyorum. Ben sadece ucundan çok da sıkı sıkıya tuttuğum bir tutam mutluluğu kaybettim. Bir çokları için burun kıvrılabilecek bir şey olabilir. Ama be nim için yaşamın ta kendisi idi. Orada harcadığım zaman için öyle pişmanım ki. Tüm bu çabalarım yetmemiş olacak, bir gün dönemin "geçici başbakanı" tarafından Başbakanlığa çağırıldım. Nedense gittim, buna d a pişmanım. Orada düşürüldüğüm durum76
dan dolayı hala midem bulanıyor. " G eçici Başbakan"la kı sa bir görüşme yaptık . Kendisi bana "olayı araştırdıklarını, gereken yerlerle toplantılar yaptıklarını, hatta bazı görev lilerin telefon görüşmelerini incelediklerini ve Almanya'ya gittiklerini" söyledi. Daha sonra da odaya Ankara Emniyet Müdürü girdi. "Geçici Başbakan"ın huzurunda birkaç ge ce verdiğim ifade ile yetinmeyen Ankara Emniyet Müdü rü esas duruşla selamını verdikten sonra,
''suikastın aydın lanabilmesi için benim daha fazla yardımımın gerektiğini" söyledi. Hatta canım Necip'in evdeki dört metrekarelik "ça lışma odasından başka bir yerde ofisinin olup olmadığını" sordu ve "en ufak bir kağıt parçasının bile olayı çözmekte önemli olduğunu" hatırlattı. Ben de içimden ''yuh" dedim. Yü züne ise, "bana bunları sormak için Geçici Başbakan'ın huzuruna gelmemizin gerekmediğini, ifade verdiğim za manlarda da bunları sorabileceğini " söyledim. Orada bu ...
lunmamın ne işe yaradığını hala anlamış değilim. Ama "Ge çici Başbakan"ın etrafındaki çömezlerin o günlerde armut suyunu sevdikleri gibi bir bilgiye hemen sahip oluverdim. Az şey mi! Bir de Başbakanlık resmi mekanının dekoras yo nunun etkileyici ve şık olduğunu fark ettim. Bu açıdan Batı'dan geri kalmadığımıza da sevindim!
77
başka "ofis" de nereden çıktı ?
G e rçekten de bu görüşme beni başka türlü üzdü. Necip öldürülmüştü, bunu değiştirmeyi ne çok isterdim. Ama o gün yaşadığım incinmeyi, düşürüldüğüm durumu değiştir mekten öte hiç yaşamayabilirdim . Bu benim hatamdı tabii ki, üstelik şaşkınlığım, kızgınlığım, aslında ne çok kırıldığı mı fark etmem birkaç gün sürdü. Karşılaştığım durumun, bendeki etkisi sonradan ortaya ç ıktı. Kendimi aptal yerine konmuş hissettim. Oysa böyle bir görüşme için çağrıldığı ma sevinmeliydim. D evleti temsil eden kişiler ve kurumlar neyin derdindeydi -ya da belki de peşinde demeliyim- ben neyin derdindeydim ... Necip'in kanının yerde kalmayacağı nı duymak, hatta soruşturmada ulaşılan yeni bilgilerin be nimle paylaşılacağı beklentisi içinde kaygı dolu, daha çok tedirgin ama yine de iyimser olmaya çalışarak gittiğim Baş bakanlıkta, aslında hiç olmadığını bile bile çaresizce umut arıyordum. Ama onlar bana Necip'in başka bir çalışma ofi sinin olup olmadığını soruyorlardı. Ne hazindir ki, ben ora dan acı acı gülümseyerek ve bir de teşekkür ederek ayrıl dım. Eh insanoğlu, denize düşen . . . Şöyle söylemişti "G eçici Başbakan":
"Eşinizin ailesini de, sizin ailenizi de gördüm. Anadolu insanları, gayet mü tevazı insanlar." Sözleri biraz şaşkınlık içeriyordu. Ben de kendisine Necip'in Kırım Türkü bir aileden geldiğini ve ai78
leleri m i z i n gerçek birer Tü rk ailesi olduklarını, Necip'in ise vatansever bir Türkçü olduğunu kısaca anlattım. Bundan kısa süre sonra da cemaat gazetelerinden bi rinde kendi adı ile, başka bir gazetede ise takma isimle ya zan bir köşe yazarı Necip için ilginç bir yorum yazdı. Di yordu ki: '. .. kendisini
tanıyanlar çok iyi bir insan olduğu nu söylüyorlar, üstelik de babası medrese mezunu imiş . . ." '
Ben bu yorumu okuduğumda, o görüşmedeki hayret içeren cümlelerin bu tür bir altyazısı olduğunu düşünmeye, bu ko şullar altında bu ülkede çocuklarımı nasıl güvenle yetiştire bileceğimi, Necip'in öldürülmesini ve daha birçok şeyi içim daha fazla burkularak düşünmeye başladım. Zaten bundan sonra d a güven, en yabancı olduğum ve bir daha hissede meyeceğim bir duygu oldu. Birilerine göre Necip yaşamamalıydı. Bu ülkede insan öldürtmek çok kolay olduğu için bunda bir sorun yoktu. O ysa bunları böyle algılayabilmek, Türkiye'nin kolaylıkla insan öldürülebilen/öldürtülebilen bir ülke olmasını kabul lenmek b u c inayetlerin hiç bitmeyeceği anlamına geliyor. Üstelik ben, p ek çok kişi ve bu tür cinayetlerin gerçekleş memesi için sorumluluğu olanların da çok iyi bildikleri gibi olup bitenin farkında olarak böyle düşü nüyorum. En acısı, bu bizi i nsan olmaktan uzaklaştıran bir durum. Ben bili yorum, b e ni çağıranlar biliyor ve herkes b iliyor. Necip de biliyordu . . . Failleri hiç bulunamayan cinayetler ülkesi. Bu nu hiçbir zaman anlayamayacağım. Susturulamayan insanı öldür, kimin kararı, ne uğruna ya da hangi çıkar için, bu nu anlayamıyorum. Ama üzerinde çalıştığı dosyalara ulaşıl mak istenmesini anlayabiliyorum, üstelik bir de beni "ayağa çağırarak" ve bu görüşmeyi gizli tutma m istenerek. İlginç, tuhaf, garip, saçma vs. artık nasıl ifade edilirse, söylenecek 79
söz bulmak mümkün değil ki. . . Bu görüşmeden sonra ken di kendime sürekli
"Bundan sonra ne olacak?"
diyordum.
Belli ki ortada olayla ilgili olarak ne benim, ne Necip'in ne de ailelerimizin bu andan itibaren artık güvenebileceğimiz, kapısını çalabileceğimiz hiç kimse ve hiçbir kurum olma yacaktı. Bunu oracıkta anlamıştım, artık Necip de biz de yapayalnızdık! . . Birbirimize sımsıkı tutunarak, yaşam ı ve birbirimizi çok severek birlikte olduğumuz günler bitmişti işte. Bir ge cede her şey yok olmuştu. Kendimi çocuklarımın yaşama sevinçlerini kaybetmemeleri için dağılan düzenimizi topar lamaya zorladım. Ama düzen tutturmak, eğer eskisinin ye rini alması gereken bir düzen içinse, dünyan ı n e n zor işi. Ne de çabuk her şey eski oluvermişti, Necip'li günlerimiz artık yoktu. Daha önceleri hatırıma gelmeyen pek çok dü şünce ile yaşamı her geçen gün enerj imin tükenmemesini dileyerek sırtladığım b u günlerde, artık daha güçlü ve daha az zarar görebilecek biri olduğumu düşünmeye başladım. Çocuklarımın yetişkin olma zamanlarına yetişememekten ya da kızlarımın sağlığı ile ilgili olabileceklerden deliler gi b i korkuyorum. Ölümden gayrı her şeye bir çözüm bulunur da, ölümün geri dönüşü yok. Kızlarım için gözüm arkada kalmamalı. Necip'in de aynı duygular için de son nefesini verdiğinden eminim. Necip bu anlamda rahat olsun diye öyle çok çaba sarf ediyorum ki, bu benim için neredeyse bir saplantıya dönüştü. Necip'in ardından yaşam hiç tanımadı ğım ve hayal bile edemeyeceğim bambaşka bir sorumluluk lar dizis i haline geldi. Bu günlerde ergenlikten hızla yetişkinliğe geçerlerken yanlarında kişiliklerini kabul ettirebilecekleri, b azen de ka fa tutabilecekleri babaları nın olmayışı benim canımı böyle80
sine acıtırken, Necip huzurla son nefesini vereb ilmiş midir? Bu mümkün mü? Derginin birine geçen yaz verdiğim bir röportajda Necip'in yaşamını seçmek zorunda kaldığımı ima eden bir soru soruldu. Ben de "Necip'in yaşamını değil, Necip'le bir likte olmayı" seçtiğimi anlattım. Bunun " bir tesadüf olma dığına inandığımı" söyledim. Sonra da söz döndü dolaştı çocuklara geldi. "Kızlarımızın da bizim seçtiğimiz yaşamı sürdürmek zorunda kaldıklarını düşünüp düşünmediğimi" sordular. Ben de bunun '. ..kızlarımızın sekiz on tane kızı olan bir aşiret ağasının çocukları olarak bir yaşam müca delesi verme ya da Başkan Bush'un kızları olmanın onur suzluğu ile bir yaşam sürdürmek zorunda kalma olasılıkla rı kadar" olduğunu anlatmaya çalıştım. Hangi çocuk yaşa '
mını seçebilir ki. . . Necip'in aslında içinde neler olduğu, hatta ısrarla baş ka bir tane daha olup olmadığı merak edilen o dört met rekarelik odası, kızların evde en sevdikleri yerdi. Olay ge cesi kimliği belirsiz kişilerin girmek istedikleri, benimse emniyete götürülürken evdeki dostlarımıza kimseyi içeri ye almamalarını rica ettiğim ve sonradan düşününce bunu planlayarak değil bir refleksle yaptığımı anladığım o odaya, Necip çalışırken akıllarına eser kızların ikisi birden dalıve rirlerdi. Necip kızlar odaya girdiklerinde eğer acelesi yoksa, birini omuzlarına birini d izine alır, onların her sordukla rına sabırla, aklı ·karışsa da cevap verir, bu arada parmak ları klavyeye dokunmaya, yazmaya devam ederdi. Ondaki bu tahammülü anlayamaz, her seferinde
sun bunları" gibi
"Sen şımartıyor
son derece klişe bir anne tarzı ile araları
na karışırd ım. Ortamın ciddiyetini bir anda alt üst ederdik. Biz imle uzun süre şakalaşır, sohbet eder, kızların her gece 81
yaptıkları
"Hadi bu
gece
bizi
sen
yatır baba"
çekiştirmesi
ile odadan ç ıkar, onlara iyi geceler d iler ve tekrar çalışmaya devam ederdi. Evde olduğu akşamlarda çalışıyor olsa bile işini bırakıp kızları mutlaka o yatırırdı. Bu hiç değişmezdi. Çalışma odasının pencereleri genellikle araçların park edil mesi için kullanılan apartmanımızın yan tarafındaki açık alana bakardı. Olayı soruşturan ikinci savcı -herhalde artık bu hassas (!) suikastın bir savcısı bile yoktur- iki kat aşa ğıda kot bir daire olan evimizin, farklı plakalı araçlar tara fından b u açık alandan izlendiğini söylediğinde aklıma ilk gelen de bu oldu. Gerçekten de bizi izlemek için özel bir çaba sarf etmek gerekmediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Her gün aynı şeyleri yapıyorduk. Sabahları çocukları iki miz birden el sallayarak uğurluyor, ya birlikte çıkıp o açık alanda vedalaşarak arabalarımıza binip işlerimize gidiyor duk ya da birimiz diğerini mutlaka pencereden selamlaya rak uğurluyorduk. Akşamları da genellikle aynı saatlerde evde oluyor, yemekten sonra herkes işine koyuluyordu. Her cuma öğlen yemeği ni birlikte yemek için özen gösterirdik. Bizim kaçamak saatlerimizdi bu yemekler. Yemekte konuş makta n zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz, alelacele akşam evde görüşmek üzere işlerimize dönerdik. Çok düzenli bir yaşamımız vardı ve galiba tüm olumsuzluklara rağmen biz mutlu olmayı çok iyi biliyorduk. Konuşacaklarımızı hiç bi tiremezdik. G ü n içinde üç-dört kez telefonlaşırdık, bazen de birbirimize mesaj yollardık. Yaşam biçimimiz bizi izle yenlerin işlerini sanıyorum çok kolaylaştırmıştır. Çalışma odasının pencerelerindeki perdeleri genellik le hiç kapatmadığı, bazen p enceresini açıp odayı havalan dırdığı için Necip kaç saat bilgisayar başındadır, ne zaman telefonla konuşur, ne zaman odadan mutfağa ya da başka 82
odalara geçer, görülebilirdi. Necip'in sabahlara kadar çalış tığını izlemek aslında sıkıcı olmuştur herhalde. Nec ip'in başka bir çalışma ofisi hiçbir zaman olmadı. Ama, şimdi gerçeği (!) buradan açıklamakta yarar var. As lında o çok merak edilen diğer ofisi de arabasıydı. Hiçbir zaman ü n iversitede bir akademisyene yaraşır çalışma or tamını
bulamadığı için ders saatlerini beklerken, Fen ya
da Tıp Fakültesi kampüslerinde sınav kağıtlarını ve notla rını okuyarak zaman geçirdiği arabası Necip'in o çok me rak edilen diğer ofisi idi. Üstelik arabasında zannedildiği gibi bir diz üstü bilgisayarı da yoktu. S oruşturma b enzeri(!) durumda ilk savcının bana yönelttiği "Eşinizin bir diz üstü bilgisayarı olduğu söyleniyor, var mıydı?" sorusuna verdi ğim cevapta olduğu gibi "arabasında diz üstü bilgisayarı yoktu ama genellikle ders aralarında arabasında oturmak zorunda kaldığı için üşümesin diye ona aldığım bir diz üs tü battaniyesi vardı." Bu cevaptan sonra ilk savcı son dere ce sinirlenerek kendisi ile alay ettiğimi düşünmüş ve bana bağırmaya başlamıştı. Tabii ki ben de gereken karşılığı ver diğimden ifadem alınırken kavga etmiştik. Oysa söyledikle rim gerçekti. . . Necip, o küçücük darmadağınık odasında h e r zaman aradığını bulurdu. G erçekte o dağınıklığın içinde çok iyi bir düzen vardı. Ama öldürüldükten sonra iddia edildiği gibi
'. . .benim
'
bile kodlarını çözemeyeceğim şifrelerle" falan
dos
yalamazdı elindeki dokümanları. Ya da birilerinin söyledi ği gibi '. ..eline '
tutuşturulan belgeleri
(artık nasıl belgeler
se bunlar, benden daha iyi biliyorlar, kendi ellerine sıklıkla tutuşturuluyor herhalde)
safça biraraya getirmek" gibi
bir
çalışma biçimi hiç olmadı. Akademik bir araştırma siste matiği neyi gerektiriyorsa ve araştırma yapan diğer akade83
misyenlerin de bildiği gibi çalışırdı. Üstelik yazdığı kitaplar sadece
Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası, Köstebek
tü
ründe kitaplar ya da Tü rkiye'deki şeriatçı, bölücü örgütlen meler ve malum cemaatle, Türkiye'nin günceli ve siyasetle ilişkili makaleler değildi. Ciddi bir belgesel ve sözlü tarih araştırmacısı idi. Çok sayıda eski Tü rkçe, Rusça ve İngiliz ce belge, literatür ve mikrofilm üzerinde çalışıyor, gittiği her yerden, özellikle Rusya'daki Türk toplukları konusunda sözlü tarih çalışmalarına kaynak oluşturabilecek görüşme lerini arşivliyordu. Bunlar sadece emekle ya da araştırmacı olarak yapılabilecek işler değildi. Ş imdi düşünüyorum da ne kadar sabırla ve büyük bir hevesle çalışıyordu. Ama hepsinden önemlisi özünde Necip çalışmaya aşıktı, çalışmazsa onun için yaşamanın anlamı olmazdı.
Köstebek kitabını yazarken bir yandan da G aspıra
lı İsmail Bey'in yaşamını anlatan bir kitap taslağının çalış malarını sürdürüyor, d iğer yandan Tü rkiye'deki irticai ör gütlerin eğitim faaliyetleri üzerinde bir kitap oluşturmaya yetecek kadar materyali toparlamaya ve düzenlemeye çalı şıyordu. Yanısıra davetli olduğu çeşitli toplantılarda yapa cağı konuşmalarını hazırlıyordu. Bu arada çok sayıda rad yo ve televizyon programına katılıyor, gazete ve dergilerle re röportajlar veriyordu. H içbir zaman -sempozyum ya da kongre değilse- elinde yazılı bir metinle toplantılara gitti ğini görmedim. O günkü konu ile ilgili birkaç başlık ç ıka rır ve konuşmalarını o başlıklara göre yapardı. Eş zamanlı olarak birkaç dosya üzerinde çalışabilirdi, ki pek çoğumuz bilimsel çalışmalarımızı zaten böyle yürütürü z . Elindekile ri bazen bulamadığında ya da bıraktığı yeri hatırlayamadı ğında birlikte arardık. Çoğu zaman kendisi bulurdu ve eğer ben bulursam, hemen iltifat eder 84
"Şengül sen olmasan ben
ne yapardım" der, abartır dururdu.
Hal böyle olunca ne da
ğınıklığına, ne de beni çalıştırmasına kızabilirdim. G özleri ni kısarak gülümser, iltifatlar yağdırırdı. Necip için adice, haince ve acımasızca
macı"
''derin araştır
dediler. Bu öyle haksız, öyle yakışıksız ve Nec ip'in
kimliği üzerinde öyle kuşku yaratmayı hedefleyen bir ta nı mlama idi ki, hatırıma geldikçe içim acıyla yanıyor. Bir i nsanın ülkesini sevmesi ve bu sevginin sorumluluğu ile du yarlı olması, yazması ve konuşması Türkiye'de "derin" ol makla eş anlamlı bulunuyor. Ah! Bu arsız, ikiyüzlü, satılık, yanar döner köşe başı starları; şunu bilin ki artık bu ülke deki insanları uyutmanız mümkün değil. Necip pırıl pırıl zekası, adı gibi temiz kişiliği, akademik donanımı ve ga zetecilik eğitiminin zenginleştirdiği potansiyeli ile yazdığı her satırı o küçücük odada sevgiyle, bizimle paylaşarak or taya koydu. Parlak camlı, fildişi kulelerden bakınca
"olsa ol
sa bu adam derindir" diyebildiler, gazeteci kimliğinden hiç söz etmediler. uüç otuz paraya bu konular üzerinde çalışı lır mı?" diye düşündüler herhalde. Çünkü ne dolarla alınan maaşlar var ortada, ne de mevki. Kimse ona sen bunları yaz demedi. O nda hem mesleki hem de aydın sorumluluğu var dı. Yazık ki, ben ona "derin" diyenlerin bile, bunu bile bile yazdıklarını ve yorumladıklarını, özellikle böyle yaptıkları nı düşünüyorum. Keşke bilinçsizce Necip'i böyle tanımla salardı. B u tanımı, bir manuplasyon amacı ile yaptılar. İş te bu yüzden aSll Türkiye'de "derin" olan onlar. Artık bunu herkes biliyor. Üstelik ulusal da değiller. Satıla satıla ulusal isimleri bile kalmadı. Acınacak kadar zavallı durumdalar. Necip çalışkandı, asla yorulmazdı. Sabahlara kadar ça lışır, uyur, tekrar devam ederdi. O çok merak edilen küçü cük odada öyle çok çalıştı ki... O nun için çalışma saati yok85
tu . Aralıksız iki gün uyumadan yazdığını hatırlıyorum. Çay tutkunu idi, yemekten sonra mutlaka çayını içer, ilerleyen saatlerde b e nden kahve isterdi. Çok seri ve temiz bir Türk çe ile konuşurdu. Yazarken de hızlıydı. Ben bazen '. . .Necip '
kullanma şu eski kelimeleri" dediğimde, bana, " Türkçe böy le fakirleşti, sen bari söyleme" diye yakınırdı. Yine de yaz dıklarını oku mamı ister, bazılarını sadeleştirmek gerektiği ni söyled iğimde
"İstediğin gibi düzelt"
derdi. Bu alışveriş,
benim için ne kadar önemliymiş. Şimdi öyle arıyorum ki, yazdıklarımı okusa, ben onun cümlelerine karışsam, ikna etmeye çalışsam, birlikte yeni bir konuyu ele almanın heye canını paylaşsak . . . Zamanla özlem artıyor, acı kızgınlığa dönüşüyor. Üzün tü ise, bir süre sonra yerini kayıtsızlığa bırakıyor. Ama kız gın olma hali
hiç geçmiyor. Ş imdilerde hep kızgın, öfkeli
olmamı n dermansızlığa yol açtığını düşünüyorum. Kendi mi sürekli çok yorgun hissetmemin nedeni de bu galiba. Olaydan sonra evden taşınırken, Necip'in odasına hiç do kunamadım. Her şeyi olduğu gibi bıraktım. Tam iki yıl o odaya giremedim. Sonra bir gün eve gittiğimde, bomboş, gerçekten de ölüm sezsizliği içindeki evde, tek başına bı raktığımız o odaya girecek gücü kendimde bulmak zorunda olduğumu anladım. Odanın duvarları nemden patlamıştı. Boyalar dökülüyordu. Kitaplar, dosyalar toz içindeydi, du varlardaki çerçeveler yerinden kaymıştı. Birden '. . .haksızlık '
bu"
dedim kendi kendime. Duvarlara ve odadaki her şeye
bakarken, aslında o odanın bir zamanlar Necip'i, yaşamı nı ne kadar iyi yansıttığını düşündüm. Tıpkı o anda oda ya bakan herhangi birinin o danın sahibinin artık yaşama dığını anlayabileceği kadar iyi. A nnesi ve babası, kızlar ve ben vardık resimlerde. Bir de yaşamı boyunca inandığı, sa86
vunduğu ve anlattığı iki insan; Gaspıralı İsmail B ey ve Ata türk. Yüzlerce sıkış tıkış kitap, dosya ve internetten indirdi ği çıktıların dosyaları, gazete küpurları vs. Toz içinde öyle terk edilmiş duruyorlardı ki... Artık odayı boşaltmalıydım. Elime aldığım her kağıt bir şeyleri çağrıştırıyordu. Odasını boşalttığımızda Necip gerçekten ölmüştü. G iysilerinin bir kısmını dağıtıp, bir kısmını da kızlar için sakladığımda ve artık hiç Necip kokmadıklarını fark ettiğimde de böyle his setmiştim. O yoktu ... Necip b u küçücük odada en son yazdığı ve bir türlü yayımlatamadığı, daha doğrusu yayımlanması istenmeyen, korkulan kitabı (sonradan yayımlandı, belki ölmesi yayım lanmasını kolaylaştırdı, hiç bilmiyorum)
Köstebek'te
şöyle
diyordu:
''. ..sizler bu satırları okuduğunuzda, eminim ki hakkım da bugüne kadar açılmış yüzmilyarlarca liralık mane vi tazminat davalarına yenileri eklenecektir. Her za man olduğu gibi kimi siyasiler devreye girerek Üniver site Rektörünü hakkımda yasal işlem yapmaya zorla yacaktır. Tehditler ve hakaretler hız kesmeyecek, aileme de yönelecektir. Gelen duyumlara göre, Emniyet ve Mİ T bünyesinde gerektiğinde aleyhimde kullanılmak üzere dezenformasyon çalışmaları kapsamında olumsuz bil gi notları ve dosyalar hazırlanmıştır. (Necip için PKK militanı olarak seksenli yılların başında Ankara'da tu tuklandığına dair uydurma Anadolu Aj ansı çıkışlı bir haber gazetede yayımlanmış ve ard ından açtığımız tazminat davasını kazanmıştık. Ancak bu haber hala bir İnternet sitesinde yayımlanmaya devam etmekte dir.)
Telefonlarım dinlenmeye devam edecektir. Büyük 87
bir olasılıkla, hakkımda imzalı imzasız suç duyuruları yapılacak, TBMM'de aleyhimde soru önergeleri verile cek, bütün bunları dikkate alan savcılık belki de evim de arama yapacaktır. En azından İçişleri Bakanlığını ya da Emniyet güçlerini tahkir ve tezyiften veya hiç il gisiz bir iftira ile hakkımda Ağır Ceza Mahkemesin de ya da DGM'de dava açılacaktır. (Böyle olmam ıştır ama Necip, Otopsi Yayınları'ndan çıkan Alman Vakıf ları ve Bergama Dosyası kitabını tamamladıktan sonra eve kitabın gelir vergisi ile ilgili Maliye Bakanlığından soruşturma gelmiş, böylece rahatsız edilmiştir. Ayrıca telefonla ve e-posta ile gelen tehditleri bu rada saymı yorum bile.)
Halen İzmir, Ankara, Burhaniye gibi mer kezlerde yürüyen davalara, yurdun farklı yerlerinde açılacak davalar da eklenince, maddi-manevi darbe nin yanısıra mücadeleye zaman yetiştirememe gibi bir durum da ortaya çıkacaktır. Sonuçta ödeyemediğim tazminat hükümlerinden dolayı evime haciz gelecektir. (Bu nların olması bir yana Necip öldürüldükten sonra bile bazıları yasal varisler olarak bana ve kızlarıma da va açmayı sürdürmüşle r, kimileri de kazandığımız da
vaların tazminatlarını ödememek için bizleri rahatsız etmişlerdir.)
Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, di yorsanız, Atatürk'ün manevi mirasçısı olarak evet de ğer, diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!.. "
Tüm bu saydıklarının arasına, aslında böyle olacağını hep beklediği ve bildiği ölümünü eklemeyi ya u nuttu ya da yazmak istemedi, bunu hiç öğrenemeyeceğim. Ancak bu88
nun bir gün başına geleceğini bildiğini biliyoru m. Birbiri mize hiçbir zaman açıkça söyleyemediğimiz ama hep kork tuğumuz gerçeği, o b ekleyerek yaşadı.
89
başka ölümler de var hep hatırlatan
En yakınımızdaki insa n ı kaybedinceye kadar, ölümün aslında yaşamdan daha gerçek olduğunu galiba anlayamı yoruz. Bir gün, çok yakın olmasak da bizi anladığını, sıklık la aklından geçirdiğini ve içtenlikle düşündüğünü bildiğim bir dostumuz, on üç yaşındaki kızını saçma sapan, aptalca gerçekleşen bir trafik kazasından sonra, üç hafta süren ko manın ardından kaybetti. Öyle üzüldüm ki. . . O güzel çocuk için her gün gözümü açtığımda dua ettim. Yeniden dünyaya dönsün diye. Ama olmadı. Yavrucuk, direnci kırıldı ve gitti. O çok iyi bildiğim duyguyu keskin bir biçimde o gün yeni den hissettim. Cenazeye gittim, beklerken taş zeminde Kocatepe'nin her zamanki bildik görüntüleri içinde bird e n kendime yi ne uzaktan bakan biri oldum. Mevsime göre oldukça yakı cı olan Ekim ayının güneşi altında yerimden hiç kıpırdaya madan 21 Aralık günü titrediğim gibi titremeye ve boş boş bakmaya başladım. Üstelik Necip'in bir arkadaşının
''ayak larımı hissetmiyorum" dediğimde oracıkta koşarak alıp gel
diği kalın botların ayaklarımı yeniden hissetmem için yet mediğini de hatırladım . . . Ne kadar istemesem de ben oraya her gidişimde, o günkü gibi hiç hareket edemiyorum, ayak larım buz kesiyor. . . 90
Küçücük güzel kız giderken annesi
... küçük kızımı babasına bırakabilsem, peşinden giderdim. Kimbilir nere ye gidiyor yalnız başına .." d iyordu. Bana aktaran başka bir "
.
dostumu dinlerken insanların, kayıpları ile ilgili benzer : tepkileri gösterdiklerini fark ettim. Benim sorduğum çok fazla soru var. Bizi bırakıp gidenlerin, bedenlerinin soğu masını, nefes almamalarını, kalplerinin atmayışını anlıyo rum da; duygularının, hafızalarının, anılarının, yaşadıkla rının nereye gittiğini, neler olduğunu bir türlü anlayamıyo rum. Benim anlamayı, cevabını bilmeyi istediğim tek soru bu. Ya da Attila İlhan'ın dediği gibi gerçekten de elektrikler mi kesiliyor! Bu ne acımasız bir düzen, sistem ya da her ne ise . . . Artık gerçekten de karanlıktan korkuyorum. Eskisi gi bi bütün ışıkları kapatarak uyuyamıyorum. Karanlık bana ölümü, kayb edişimi hatırlatıyor. Bir de kıştan nefret edi yorum. İliklerime işleyen Aralık soğuğu silinsin, yok olsun, bir daha yaşanmasın istiyorum. Onu yerde yatarken görmeden önce telefondaki yorgun ve kısılmış sesi hep hatırımda. Bütün bunlar bunca yeni ve hala ilk andaki kadar beynimin içinde iken, gözümü kapattı ğımda, araba kullanırken, derste, evde, her yerde her saniye sesi, yüzü ve yerde yatarkenki görüntüsü zihnimden hiç si linmezken; ellerimin arasından kayıp gitme hissi ile başa çı kamıyorum. Benimle konuşurken bazen insanlar
tazelemek istemem . " .
.
...acınızı
"
diyorlar. Bu acı hiç küflenip, eskimi
yor ki... Sanki benimle birlikte yaşayan başka bir varlık. Ben nefes aldığım sürece ilk günkü gibi yaşayacak. Ben, onu çok kötü bir biçimde kaybettim. Ölümün şek line özenilir mi? Ben özendim. Necip'i bir hastane odasında başarısız bir tedavinin sonunda ya da bir kazada kaybetme yi tercih ederdim. Ama bir başka açıdan, Necip'in gözü ile 91
bakınca onun böyle öleceğini bildiğini biliyorum. Bu ölüm onun için makbul bir ölüm. Çünkü hiç korkmadı ölümden, böyle ölmekten de ... Bazen
du"
"yerine ben ölseydim neler olur
diye düşünüyorum, hatta beni baş başa bırakıp gitti
ği sorunları, kızlarım hariç insanları, bu dünyayı, tüm çir kinlikleri, bu tuhaf Tü rkiye'yi ve bütün olanları düşününce içten içe ona kızıyorum. S onra haksızlık ettiğimi düşünüp kendime kızıyorum. Çaresizlik, acı çekmek, üstelik acı çe kerek yaşamı sürdürmeye çalışmak, her sabah onun yoklu ğuna uyanmak . . . S evdiğini kaybetmek üzüntülerin, ıstırapların en deri ni. Kaybetme ile gelen yasın, kederin önceden karşılaşma yı b eklemediğimiz o kadar çok yüzü var ki... İnsanın yaşa mı nı, bedenini, duygularını, her şeyini etkiliyor. Üstelik bir gün başınıza böyle bir olayın geleceğini bilmek, sevdiğiniz insanla bütün bunları konuşmuş, neler yapılabileceğinin öngörüsü ile kendinizi buna hazırlamış olsanız bile. Böyle bir şey için hazır olunamaz. Olunsa olunsa b elki biraz da ha soğukkanlı olunabilir. Ama ardından biraz zaman geçin ce hissedilenler, yaşanan başkalaşım, birbirlerin i tetikleyen pek çok başka olay başa ç ıkılacak gibi değiller.
92
Kanije ve Uyvar için
Şimdi dört yerine üç kişiyiz. Ama bizimle olduğunu bi liyoruz . Temellerini Necip'le attığımız, sımsıkı dayanışarak ilgilendiğimiz, anneliği de babalığı da paylaşarak yaptığı mız çocuklarımız adına, daima dileğim Nec ip'in yokluğun da da mutlu olabilmeyi başarmaları. Başlangıçta karakter lerini şekillendiren koşullar ve Necip'in katkısı bugün farklı biçimde yaşamlarına yansıyor. O nların çok genç olmaları beni hem heyecanlandırıyor, hem de ürkütüyor. Tanrı kar şılarına mutlu, kendisiyle yaşamla barışık, kalp gözü olan vicda nlı i nsanlar çıkarsın diye dua ediyorum. Bir de seçim lerinde yardımcı olabilecek bir yaşam algısı geliştirmele rinde destek olmaya çalışıyorum. Biliyorum ki, kızlarımız yaşamda karşılaştıkları her şeyle mücadele edebilirler, pes etmezler. Tıpkı babalarının yokluğunda etmedikleri gibi... Yeter ki Necip'i hiç unutması nlar. Duygusal ve sosyal olarak donanımlı iki kızımızın var lığı ile yaşama enerjisi buluyorum. Eminim ki ilerleyen yıl larda b u donanimları katlanarak artacak. Çünkü onların vicdanları var. Kalp gözleri iyi görüyor. Eğer vicdan ve kalp gözü birlikte ise, yaşanılan her mutlu ya da acı durum biz leri zenginleştirir. Necip'in ardından tükenmek ya da acıyla yok olmak yerine, Kanij e'nin ve Uyvar'ın yaşları ilerledikçe bu kayba kendilerini geliştiren bir deneyim olarak bakma93
yı öğrenebileceklerine inanıyorum. Bu tür ölümlerin ardın dan Türkiye'de yaşanılanları, yazılanları, yapılan yayınları hatırladıkça, gördükçe kızlarımızın acınası kalabalıktan her zaman çok önde olacaklarını biliyorum. Ama bu acınası ço ğunluk varken bu ülkede mutlu ve sağlıklı olup olamaya caklarını merak ediyorum, kaygı duyuyorum. Başlangıçta sık sık yaşadığımız tepki p atla maları, ye rini sessiz bir kedere bıraktı. Bazen bu sessizlik endişe ve riyor. Artık olayla ilgili eskisi kadar sık da konuşmuyoruz. Bir süredir, ortadan ikiye bölünmeden önce, biz tamken, çektiğimiz acının benzerini yaşayan birilerinin yanında sü rekli bulunmak ve dinlemek ister miydim, diye soruyorum kendime. Bu sorunun yanıtını dürüstçe veremediğimi gö rünce de insanları sıkmamaya çalışarak birarada olmamız gerektiğini anladım. Umarım geç kalmamışımdır. İnsanla rın sevinçlerini daha kolay paylaşıyorum. Artık acı istemi yorum yaşamımda. B elki de olup bitenler acıyı algılamamı farklılaştırdı. Üçümüz de çok mutlu olduğumuz zamanlar da, bir ayağı olmayan, bir gözü görmeyen mutluluklar ya şadığımızı biliyoruz . Ama birbirimize bunu hiç hissettir miyoruz . Kederli bir yolculuk bizimkisi. Arada bir uğradı ğımız, sınırlı, kısa süren mutlu duygulanımlarımızın değe rini iyi b iliyoruz . Öfkeyle, acıyla başlayan yolculuğumuz, şimdi derin ve hiç eksilmeyen, giderilemeyecek bir özlemle sürüyor. Doğum günlerimiz, evlenme yıldönümümüz, yeni yıl ve bayram günleri birer kabusa dönüşüyor. Yokluğa, ek sikliğe dayanmak bir savaşa dönüşüyor. Bugünleri en hafif hasarla atlatmak için neler denemiyoruz ki. . . Dayanma gü cümüz konusunda şaşkınız. Ben kızlarıma şaşıyorum, onlar da bana. 94
G e çmişten farklı korkularımız var. Ben hastalanmak tan, çocuklarımın yaşamından yolun yarısında çıkmaktan, kızlarımın geleceğinden, muhtaç olmaktan, kızlarımı üz mekten, birbirimize bağlılığımızın sarsıl masından korku yorum. Onlar da yalnızlıktan, evden dışarıda olanın saati geldiğinde eve dönememesinden . . . Necip'le karşılaştığım z a m a n
"Bu adamla evlenmeli yim" dediğim anda, "Bir gün onsuz onu severek yaşayacağı mı bilseydim yine de 'aynı şeyi diler miydim?" diye kendime sorduğumda "Evet" diyorum. Ben Necip'le onurlandırılma yı, koşulsuz sevilmeyi, sonsuz güveni ve sadakati, şefkati, güçlü olmayı ama güçlü olurken o ölçüde kırılgan olmayı yaşadım. Basitlikler, bayağılıklar, küçük hesaplar hiç gör medim. Asil ruhlu bir adamla ruhumu kaynaştırma şansını yakaladım. Bazen tek bir insan gibi düşündüğümüzü, dav randığımızı hatırladıkça bütün bunlar yaşanmamalıydı di yorum. Birbirimizin yaptıklarının nedenini, neler istediği mizi anlatmadan bilirdik. Kanij e'nin küçücük, şimdilerde çok özlediğim bebeklik döneminde, bir gün öğle saatlerin de alışveriş yaparken Kanij e için beğendiğim ama üzerin de görmeden almak istemediğim bir giysiyi, akşam eve dö nerken Nec ip'in alıp gelmesi ile yaşadığım şaşkınlığı unu tamam. Aramızda birebir olmayan, kendiliğinden gelişmiş bir iş bölümü anlayışı vardı. Kim neye zamanı uygunsa, erkek kadın işi demez, yapardı. Birbirimizin öfkelerini, yanlışları nı, saçmalıklarını, eksikliklerini bile paylaştık. Haksız oldu ğumuzu bilsek bile birbirimizden yana olurduk. Birbirimizi çok iyi tanıyorduk, birbirimiz için üretmenin, mutlu etme nin anlamının sevgi olduğunu, böyle olduğunda sevginin azalmadığını biliyorduk. O benim sohbet etmeyi çok sevdi95
ğim, en iyi arkadaşımdı. Daima ihtiyacım olduğunda sorgu lamadan yanımda oldu. Beni en iyi anlayandı, bütün hata larımla, zayıflıklarımla kabul e dendi. Beni en çok sevendi, güldürendi, koruyandı, yol arkadaşımdı, her şeyimdi... Bu türden ölümlerin ardından başkaları ne yaptı bile mem. Ama ben yokluk hissinin yaşamı zorlaştırdığını öğ rendim. Uykuya dalmanı n, b u gerçekle her yeni güne uyan manın, sesini kulaklarımda duymaya çalışmanın, ne den li işkence olduğunu biliyorum artık. Kısacık uykularımda Necip'i gördüğüm rüyalarımdan uyandığımda, sadece rü ya olduğunu anlayıncaya kadar geçen sürenin bile insanı mutlu etmeye yettiğini anladım. G iysilerindeki, yastığında ki Necip kokusu uçtu gitti. Kalsın istedim ama şimdi de polanmış giysi kokusu var hepsinde. Ceplerinde bulduğum kullanıl mış mendilleri bile atamadım. G iysilerindeki leke ler için verdiğim mücadeleden hiç yorulmazdım. Yemek ye meyi çok seven canım, her seyahat dönüşünde,
bak ben yine ne yaptım, kirlendi" derdi.
"
. . . Şengül
Yolculuk sırasında
daracık bir alanda bir şeyler atıştırmaya çalışırken, bir zey tin tanesinin nasıl uçarak gömlek cebine dalış yaptığını an latırke n, yüzüne takındığı muzip, çocuk suçluluğu ifadesini görüp, parıldayan gözlerine bakınca, gülerek
"Hallederiz"
derdim. Canım Necip, hayranlıkla sevilen bir baba ve çok sevi len bir eş, üç insanın yaşamında en önemli değer ve vazge çilmez olmanın ne anlama geldiğini bilerek yaşamdan ay rıldı. Necip, böyle düşününce bizim gibi şanslı. Bunu hiç bilmeden yaşama veda etseydi, çok büyük talihsizlik olur du. Bizim içinse vicdan azabı. İ nsan birini bu kadar sevince onu SO'inde ya da 90'ında da kaybetse erkendir. Ben Necip'i çok sevdim. Şimdi başka türlü bir sevgiyle daha da çok se96
viyorum. Onu yokluğunda farklı sevmeyi öğrendim. Onu sevmek hiçbir zaman zor olmadı ki... Necip'e bağlanmak çok kolaydı. Bunun için yaydığı güven duygusu ve ışıltı ye terli idi... Nec ip'siz ilk yazımızda, dostlarımızla çıktığımız uzun ca bir tatilden eve döndüğümüzde, telesekreterdeki kayıt kasetinin dolduğunu fark ettik. Kasetin diğer tarafını çe virip taktım. Birden telesekreterden Necip'in sesi duyuldu. Diyordu ki: . . .Şengülcüğüm, canım Kanijem, canım Uyva rım, burada elektrikler sık kesiliyor. Sizi akşam tekrar ara yamayabilirim. Sesinizi duymak istedim. Sizi çok özledim ve çok seviyorum. Canlarım benim. Yeniden aramaya ça lışacağım. " O anda üçümüz de olduğumuz yere yığılıp, ne "
yaptığımızı bilmeden, kendimize hakim olmadan uzun sü re birbirimize sarılıp ağladık. Bu bir tesadüf müydü? Yoksa bir mesaj mı? Bunu sorgulamadım bile. Önce ne olduğu nu uzun süre üçümüz de anlayamadık. Kendime gelmeye çalışırken hatırladım. Necip'in sekiz yıl önce görev yaptığı Moldova'dan bizi aradığında bıraktığı mesaj dı. Yıllarca si linmeden kalmıştı. Duyamadığımız son sözler belki de bun lard ı. Bize vedasıydı onun. O kaseti saklıyorum. Bir daha dinlemeye hiç cesaret edemedik. Birinin gerçekten ölmesi, yok olması için her şeyini unutmak gerekir. Ben tırnak ucundan saç tellerine kadar hala onu h issediyorum. Bizim için kokusu, gülüşü, somurt ması, bize seslenişi hala çok yakın, yanı başımızda. Birbi rimize Necip'le ilgili anlatacağımız, hatırlatacağımız yaşa dıklarımız var elimizde, aklımızda . Öyleyse hala bizimle ve yaşıyor... Hadi bakalım bütün bunları da yok edin. Ama gücünüz yetmez, anılarımızı, Necip'in izlerini, onu hiç yüz yüze gelmeden sevenlerinin sevgilerini de yok etmeye . . .
97
ölen öldüğü ile mi kalır?
Necip bırakıp, terk edip, vazgeçip gitmedi. Birileri Tanrının yardımı ve Türkiye içindeki bazı ellerin yollarını açmasıyla Necip'in canına kıydılar... Necip öldürüleceğini bilerek ve ölmek istemeyerek gitti, hiç korkmadan. Çünkü Necip kendisini tehdit eden, yüreğine korku salmaya çalı şan, sürekli kendisine,
"Seni öldüreceğiz" diyenlere ya da çe
şitli biçimlerde öldürüleceği mesajını gönderenlere; kendisi ile ilgili
"Müstakbel Mİ T Müsteşarı"
gibi yalan yanlış, çe
şitli dedikoduları yayan en yakınındaki, sofrasını paylaşıp, dost görünen insanlara yaşamının yönetimini devretme yi hiçbir zaman düşünmedi. Risk aldı. Aldığı riskin saldığı korku ile hiç ilgilenmedi, bu ülkede topyekun herkesi etki leyecek tehlikenin boyutları onu daha çok ilgilendiriyordu. Bu bilince, öngörüye sahip olmayan insanlar şöyle dediler:
"Sana mı kaldı ülkenin çıkarlarını korumak, devletin gü venlik güçleri varken!.." O ysa bilmiyorlar ki o güvenlik güç lerinin bir kısmı ne için çalışıyor. Başka ülkelerin Türkiye içindeki masum sivil toplum etkinliklerinin bir tehdit oluş turmadığına, bazı sivil cemaatlerin(!) - sivil cemaat ne de mekse artık- İran, Suudi Arabistan ve Suriye dışında Türki ye için Zimbabwe'de bile çaba sarfettiklerine dair, raporlar yazıyorlar. Takdirlerini, bağlılıklarını en üst dü zeyde bildi riyorlar. İçerde ve d ışarda birbirlerine benzer amaçlara hiz98
met eden grupların kanaat önderleri aracılığı ile saldırgan ve ölümüne bir sadakatle, üstelik de sesleri en çok ç ıkanlar olarak bütün toplu mu etkilemeye çalışıyorlar. Ayrıca bütün bunlarla bu raporları hazırlayan kuruınların çalışanlarının deşifre edilmek korkusu ile Necip'i öldürdükleri söylenti lerini düşününce işin içinde derin çetelerin var olduğunu düşünmek de kolaylaşıyor. Şimdi bütün bunlar birer söylenti; ancak ortalıkta dola şıp duruyor. Bu söylentilere basit bir İnternet araştırması ile ben bile ulaşabilmişsem, bu cinayeti soruşturmakla - par don soruşturmamakla- görevli kamu çalışanlarının fazlası ile önlerine çıkmış olması gerekmez mi? Üstelik Necip'in bilgisayarındaki tüm tehdit mesajlarına ulaştıktan sonra, soruşturma için p ek çok delil elde etmiş olmaları gerekmez mi? Türkiye'de çocuk pornosonu yayan server'ları yakala mak için böcek yazılımını geliştiren ilgili kamu kurumları, kocama gelen
" ...çok yakınındayım, seni her gün görüyorum, bir gün kafana sıkacağım .. . " türünden tehdit e - postalarının kaynağına erişemezler mi? Bunu yapmak yerine Necip'e ait e-posta kutusundaki bir fotoğrafı basınla paylaşarak olayı başka bir tarafa yönlendirmeye, toplumda Nec ip'in şaibeli bir isim olduğuna ilişkin bir kanı oluşturmaya çalışıyorlar. Buyurun size başka türlü bir 3 0 1 . madde. Yazdıklarını, söy lediklerini beğenmeyince öldürerek susturma; 30 1 . mad denin bizim göremediğimiz alt yazısı galiba ya da orman kanunlarından biri. İşte size Türkiye'den fikir ve konuşma özgürlüğü manzaraları. Bu yüzden mahkemelere gidip ge lenler diyorlar ki; "Korkarım bu madde giderek Türkiye'de bir linç kültürüne dönüşmek üzere . . ." Ah canım benim, sen daha ne gördün ki, yakınıyorsu n. Linç kültürünü geçeli çok oldu, senin haberin yok. Türkiye'de 99
"Ben ülkemi seviyorum,
yabancılar, tarikatlar, şeriatçı terör bunu bunu yapıyor, ben Kemalistim, Atatürk devrimlerinden yanayım . . " gibi fikir .
leri olan insanlar yıllardır ya bombalanarak ya bir kaza gi b i gösterilerek öldürülüyorlar. O zaman ne AB gözlemci s i geliyor, ne insan hakları savunucuları, ne de başkaları . . . Çünkü Türkiye'de yaşama hakkı bazı i nsanlar için savunul maya değer. . . Uyanın artık, Türkiye'de belirl i bir kesime yö nelik bir öldürerek yok etme kültürü var. Üstelik öldürmek de yetmiyor, geride kalanlara eziyet ederek, bir çeşit şiddet uygulama ve öleni gidebilecekleri en son noktaya kadar bir karalama kültürü de var. Bunlardan söz ederken insanın hatırına, "Sen biliyorsan bunları Necip Hablemitoğlu da biliyordu herhalde. Yazma saydı, konuşmasaydı, ne yapalım yani. O da herkes gibi gö rüp görmezden gelseydi, duyup kulaklarını kapasaydı, her kes gibi köşeyi dönme düzeninin bir parçası olsaydı. ." gibi .
bir tepki ile karşılaşma ihtimali de gelmiyor değil. Ama ge nelden farklı olmak cesaret ister. Düzenin bir parçası olmak ise öyle kolaydır ki. Hele bir de korkutulmuşsanız. Bunla rı bilerek kaybettiğim Necip, bu hiç değişmeyen dünyaya, kirli, çekilmez, yorucu, insan kemiren ama terk edemeye ceğim Türkiye'ye hepsinden öte insanlara bakışımı değiş tirdi. Bir arkadaşımız bana,
"Necip bey şehit oldu. Sizi öbür tarafta cehennem ateşinden koruyup cennete götürecek. Çok önemli . ." dedi. Herhalde göbek atmalıyım, kocam sayesinde .
ailece cehennem ateşinden kurtulduk. Belki de acımı azalt mak için söylüyordu ama beni öfkelendirip üzmekten başka yarar sağlamadı. Zamanla insanlara kız mamayı, benden ap tal görünmemi bekleyenlere aptalı oynamayı, hak edenlere gerekenleri söylemeyi, hakkımızı savunurken çocuklarımın geleceğini ve kocamın adını düşünmeyi bir yaşam biçimi 100
haline dönüştürdüm. Değişiyordum, değişirken de çok yo ruluyordum. Bu değişime gönüllü olsam belki de bu kadar yorulmazdım. Necip'in ölümlerden ölüm beğenip, seçip öldüğünü ben biliyorum. Cesaretinin, göze almanın ona bu tür bir ölüm getireceğinin farkındaydı. Şimdi düşünüyorum da nasıl öleceğini bilerek yaşarken Necip, bunun burukluğunu hiç yansıtmadı. Hele engel olmaya hiç çalışmadı. Hatta sui kastten bir hafta kadar önce
" ...artık koruma istemesi gerek
tiğini" söylediğimde yüzüme acıyla gülümseyerek baktı. Yıl lardır kendisine koruma vermeyenler olaydan hemen sonra bana ve çocuklara koruma tahsis ettiler. O zaman Necip'in neden böyle korunmanın korunma olmadığını düşündüğü nü anladım. Ölmek hakkını Necip b öyle kullandı. İnsanın, nasıl yaşamak için varsa, ölmek için de hakkı var. Ama öl dürmek hakkı yok. Necip, ne ölmekten ne de zamansız ölümün geliş biçi minden korktu. Tek yaptığı, kendi gibi olup, hilesiz, yalın, dürüstçe, sevgi dolu yaşamak, yaşamın her anının tadına varmak, her durumdan ders alarak olgunlaşmak oldu. Yaşa mayı bildiği, anladığı kadar, ölümü de biliyordu. G eride bir bizi, bir sevgisini ve hem bizi hem de çevresini mutlu ede bilmesini sağlayan yaşam felsefesini bıraktı. Necip'i, yaşamda en içtenlikle kendimi, aklımı paylaş tığım i nsanı kayb etmenin, ona olan sevgimi daha da de rinleştirdiğini yıllar geçtikçe anlıyorum. G örüldüğü üzere, hala yazılıp söylendiği gibi Necip'in ölümü
derin. . ."
" her bakımdan
Ee, öldürülen kişi derin(!) olunca, suikastı planla
yanların amaçları, kimlikleri de derin oluyor. Nedenleri ve sonuçları üzerinde derinlemesine düşünülebiliyor. Ama bir türlü soruşturma derinleştirilemiyor. İş soruşturmaya ge101
lince sığ sular güvenli, ne köpekbalıkları, ne de vurgun ye yip yerinden olmak var! Yaşasın Türk devleti, Türk hukuku ve adaleti! İşte böyle birini kaybedince, üzüntü nüz öyle de rin oluyor ki, varlığınız bu dünyada kalmaya devam ettiği sürece sevginiz daha da artıyor. O yok; ama kalbimizde, ak lımızda, ruhumuzda bizimle. Burada güvenli sığ sularda yapılan soruşturmadan bir örnek aktarmadan geçmek olmaz tabii ki. Soruşturmanın, gidenin gittiği, kaçanın kaçtığı ya da kaçmaya tenezzül bi le etmediği boşa harcanan ilk zamanlarından kısa bir sü re sonra yine Terörle Mücadelede şubesinde idim. Necip'in olay akşamı eve gelmeden önce alışveriş yaptığı yerdeki gü venlik kameralarını n kayıtları bana izletildi. Necip olarak teşhis ettikleri kişinin zaten net olmayan görüntüsünden çok emin değillerdi. Kayıtlara göre Necip'in alışveriş yap tığı saatlerde kasada biri vardı ve o kişiyi Necip sanmış lardı. B an a ısrarla ısrarla
"Bu Necip Hoca" deyip durdular. Ben de "Hayır değil" derken, görüntüleri bir süre daha izle
mek istedim. İlk teşhis ettikleri kişi ile benim görüntülerde Necip'i teşhis etmem arasında geçen süre yaklaşık bir saat ti ve Necip'in alışveriş merkezinde bulunduğu saate uymu yordu. Anlaşıldı ki, alışveriş merkezinin kamera kayıtları yaz saati uygulamasında kalmıştı, değiştirme yapılmamıştı. Bütün bunlara bakınca bir tür " Truman Show" izlediğimi, b u ülkede insanların yaşamları un ufak olmadan nasıl ayak ta kalabildiklerini düşünmeye başladım . . . Bu tür acılar insanın bakış açısını, sesinin tonunu, yü zündeki ifadeyi, algılarını, yargılarını değiştiriyor. Bu belki olgunlaşmak belki de çaresizce kabul etmenin sonucu. Bel ki de mecbur kalıyoruz böyle olmaya. Acımın en u marsız anında gözyaşlarımı tutamazken, hatırlad ığım Necip'le do102
lu anılarla dudaklarıma aniden gelen gülüşlere de şaşırıyo rum. Kendiliğinden gelen hüzünlü mutluluk ... Ağlaya-güle deli deli acımı yaşıyorum. Buna bir de Necip ile ilgili her an bir yerlerde karşıma ç ıkan, başkalarının gurur veren anıları eklenince, ani iniş ve ç ıkışları olan bir yaşamı sürdürmeye de alışıyor insan. O zaman yaşama tutunmak da kolaylaşı yor. Hele bir de iki tane gencecik, size tutunan yeryüzü me leği ile yaşıyorsanız . . . İnanıyorum k i , yas süreci insanların değişiminde bir köprü. Ö ncelikle içimize açılan, bizi içimize götüren, ken dimizi keşfetmemizi kolaylaştırarak, ölümle, yaşamla ilgili korkularımızla, ayrılıkla, yalnızlıkla bizi yüzleştiren bir yol. İ nsan kendi gücünü ya d a güçsüzlüğünü saklamadan kendi ne itiraf edebiliyor... B u acı bata ç ıka yaşanmıyor. Bir gün çok zor bir zamanda, Necip'in ufacık bir kağıda bana yazdığı tarihi olmayan bir notu buldum, hem de hiç um madığım bir yerde, kendi dosyalarımın arasından çık tı: '. .. Şengülcüğüm seni ve '
kızlarımı çok seviyorum.. ." Arada
bir bu nota göz atıyorum (yalan söyledim, her gün uyanın ca okuyorum). Bazı sabahlar gözlerim yaşla dolarken, bazı sabahlar gülümseyerek güne devam ediyorum. Bizim onu sevdiğimiz kadar o da bizi seviyor biliyorum. Bizim için de ğişen sadece bu sevginin ifade edilme ve yaşanma biçimi o kadar. Biz Necip'i hiç unutmuyoruz, her nerede ise, bizi sevmekten hiç ama hiç vazgeçmeyeceğini biliyoru z . Eski sinden daha da çok seviyoruz; biz vazgeçmeyeceğiz . B ize öğretilenlerin ötesinde ölüme dair başka şeyler ol malı. Ve tabii yaşama dair de. Öyleyse hiç sorgulamak iste miyorum artık. Çünkü yanıtlar bizde değil. Bu, insanoğlu nun sınırlı aklı ile bulamayacağı, çözemeyeceği kadar kar maşık. Sözün özü, N ecip'in acısı, kaybı bizi böyle etkiledi. 103
Bir de başka türlü mücadeleler var yaşamda. İnsanlarla sür dürülen. Çünkü toplumun duygusal ve sosyal zekası, kimlik gelişimi güdük bırakıldığından, gülünç ama insanlık adına içimizi burkan olaylar yaşıyoruz. Kimileri dostluk adı altında yanımızda olup,
cip Bey'le de böyle çalışırdık" diyerek
''. ..e biz Ne
ailemizle ilişkilerinin
mesleki olduğunu birden yüzümüze vuruveriyorlar. Sanki Necip hala yaşıyormuş, ben ve kızlar da Necip'in tavsiyesi ile bu mesleki(!) ilişkiyi başlatmışız gibi... Ya da Necip'in ya kınında olup, bizi hiç arayıp sormayan biri, geçirdiği hasta lığın ardından bana,
''Az kalsın ölecektim, kim dost kim de ğil hastanede yatarken anladım, bu yaşta başıma böyle bir hastalık geldi" derken, içimden "Olsun, yaşıyorsun ya, sen ona bak, fazla konuşma, doktorun ne diyorsa yap yaşa, ya kındığın şeye bak. . ." d iyorum öfkeyle; yüzüne ise: '. . .ya çok haklısın." Bir de sosyal çıkar peşinde olup, adınızın sağlaya '
cağı yararı hesaplayarak yaklaşanlar var. Çok iyi bilinen bir sivil toplum örgütünde, mesleğine bakarsak saygın ve ente lektüel olduğunu düşüneceğimiz biri başkanlığa aday olun ca, o güne kadar aradan geçen yıllarda hiç söylemediği şu sözler ağzından dökülüverdi: '. ..Şengül
Hanım sizin ya da çocukların bir şeye ihtiyacı olursa, elimden ne gelirse . . ." Ben '
de en salak yüz ifademle gülerek naz ikçe teşekkür ettim. Oysa o anda bir tokat atmak ya da ağzıma geleni sayıp dök mek daha rahatlatıcıdır. Ama sosyalleşme biçimimiz, etik kurallar buna engel olur. Çünkü arkamdan söylenecekler ortadadır ve nitekim söylenmiştir de: '. . .Kadın '
ce delirdi, normal değil bu kadın!" Hem
kocası ölün
kadınsınız hem de
söylenmesi gerekeni söyleyip yapılması gerekeni yapıyorsu nuz. Hiç de iyi referans değil bunlar! 104
Bir de Necip'in kendisi ile arasında geçen olaylar hak kında bilgim olup olmadığını araştıranlar vardı. Bunlardan biri bir akşam beni eşi ile yemeğe çağırdı, ailece zaten gö rüştüğümüz insanlardı. Bütün akşam kıvrandıktan sonra, bana, kendince aralarındaki konuşmayı bilip bilmediğimi sordu. Bildiğim halde hiçbir fikrim olmadığını söyledim. Öyle rahatladı ki, bir daha bizi ne aradı ne de sordu. Ar tık her yerde, Necip'le yakınlığını kendi belirlediği, yazdığı senaryo ile anlatabilirdi. Bu örnekler öyle çok ki, benim ve çocuklarımın adına, yani bize yardım olsun diye Necip'in kitaplarını belirl i kurumlara satmaya çalışanlar, hatta bun dan kazanç sağlayanlar, Necip'in adı üzerinden pazarlıklar yapıp, her yıl sadece
"Necip'i anmak için ne yapıyorsunuz"
d iye sorup, dünyanın bir ucuna gittikleri halde, anma top lantılarına katılmamak için hep bir mazereti olanlar, Necip ölmeden önce;
"Necip Mİ T Müsteşarı olacaktı" söylentisini
yayanlar. . . Ne acıdır ki, bu insanların birçoğu Necip'in ya kınında olan i nsanlardı. Şimdi hiçbiri ortalarda yok. Asla sevmediği kocamın adı ile bir yerlerde kendine yer açmaya çalışan aile yakınları ... Ya da kocama yaşarken hakaret eden ama bugün Necip'in yazdıklarını kaynak göstermekten çe kinmeyen, doğru düzgün Türkçesi bile olmayan arsız kö şe yazarları, akademisyenler. Birbirlerinden hiçbir farkları yok. Hepsi de aynı tornanın yonttuğu tipler. G eçmişin me zar soygunculuğunun 2 1 . yüzyıl görünümü . . . Kimisi de b eni uzun süre arayıp sormamasının nede ni olarak,
"Belki bizi de izlerler diye korktuk" açıklamasını
yüzüme karşı söyledi. Ayrıca insanların garip davranışla rından her ne olursa olsun rahatsız olduğumu ifade etti ğimde ben yanlış anlayan oluyordum. Üstüne üstlük suç lanıyordum. Hele de
''sahipsiz bir ev hayvanıymışım gibi" 105
-ki, kişisel olarak bir an bile hiç böyle düşünmediğim halde bu bakış açısı ile- yaşam biçimimize müdahale etmekten, evimize girip çıkanlara kadar karışmaktan ve fikir yürüt mekten çekinmeyerek üzerime gelinmesi, bunu yapanların çeşitliliği de şaşırtıcı idi. Ayrıca bir taleple gitmek istediğimi düşünerek rande vu vermek, görüşmek istemeyen insanlar... Çok iyi tanıyıp da göz göze gelmemek için kalabalık içinde benden vebalı gibi kaçanlar... Bütün bunlarla karşılaşınca, bugün elimde ki az sayıda kara gün dostlarının değerini hiçbir şeyle ölçe meyeceğimi de rahatlıkla söyleyebiliyorum. Önce kendime, sonra onlara iyice yakınlaşıp, yeniden şekillendirdiğim, dü zenlediğim, allayıp pulladığım bir yaşamı sürdürmeye ko yuldum. Çünkü benim ve kızlarımın kalbi hala atıyor, hala nefes alıyoruz. Güneşin doğuşunu görüyoruz . Tek bir fark la: sadece biraz daha yorgun ama daha bilinçli, fakat asla değiştiremediğiniz bir vicdan ve azalmayan bir yurt sevgisi ile yaşıyoruz. Şimdi düşünüyorum da, asla konuşacaklarımızı bitire mediğimiz sohbetlerimizi, haftada bir gün yaptığımız öğle yemeği kaçamaklarımızı, bir yerlerde sözleşm işsek, o n yedi yılda hala bitmeyen bir heyecanla birbirimizi bekleyişimi zi, karşılaştığımızda hemen sarılıp birbirimizi öpüşümüzü, gün içinde birbirim izi ve kızlarımızı özleyişimizi, her şeyi, sevgiyle hatırlıyorum. Necip'in eş, sevgili, baba oluşu ile il gili tek bir kötü anı yok. Hatırladıkça içim sevgi dolarak, sızlayarak ağlıyorum. Bende bıraktığı, onarılmayan kötü a nılarla değil, onu sevgiyle anımsıyoru m. Kokusu, sesi, ne fes alıp verişi o kadar gerçek ki . . . O nunla eskiden, Ankara'yı bilenler hatırlarlar, Malte pe'nin Tandoğan meyda nına daha yakın olan tarafında, Sa106
nayi Bakanlığı binasında kurulan kitap fuarında çarpışarak karşılaşma mızla başlayan ve benim üniversitede öğrencisi olmamla gelişen bu hikaye bana kalırsa bitmedi. Bizim kur duğumuz aile ve aramızdaki bağ; Kanij e ve Uyvar'la, onla rın geleceği, yaşamdaki duruşları, kızlarımızın yaşayacak ları ile devam edecek. Bizi bir gün yeryüzünde hatırlayan tek bir insan kalmayıncaya dek . . .
107
yalnız bırakılmak...
Dünyada doğru yaşamak kadar,
"soylu bir ölüm"
de
önemlidir. N e c i p kanımca, a d ı g i b i doğru, dürüst, temiz ve asil bir yaşam sürdürmüş ve öyle de ölmüştü r. Önemsedi ği ve temsil ettiği değerler uğruna ölmüştür. Yoksa bazı larının ifade ettiği gibi ya da
"ideallerinin kurbanı"
''pisi pisine" ölmem iştir.
olmamıştır;
Kaldı ki, b öyle tanımlamalar
Necip'in dışında tamamen tanımlayanların yaşam anlayışı nı yansıtmaktadır. Bir başkasının ölümünü değerlendirmek çok kolaydır. Bunu yapanlar kimi ölümlerin yüceltilebilirli ğinin farkında değillerdir. Ayrıca herkesin kendi ölümüne özgü 'an "ın, o kişinin yaşamının bütün öyküsünden ayrı, farklı, bambaşka olduğunu da bilmemektedirler. Bazen düşünüyorum, Necip o kısacık ölüm anında, dünyayı kendi olmadan düşünebilmiş midir diye. Etrafın daki bütün insanları, çok sevdiği ülkesini, yaşanacakları . . . Belki fırsatı olmam ıştır diye b e n bütün olup biteni anlatıyo rum ona. Necip öldüğünde bizim için, ülkesi için çabaları, istekleri sona erse de; dilekleri, düşünceleri, sözlerle uçsa da yazdıkları ile kalmıştır. Bilinmez, hatta bu dilekler belki bir gün gerçekleşir. Ben, kızlarım, öğrencileri ve ona inanan, onu örnek alan pek çok kişi bunun için çalışıyoruz. Ülkeme gelince, bugünden yorum yapmak çok zor. Necip'in ülkesi ile ilgili dilekleri, belki de ütopyası gerçekleşir mi? Bekleyip 108
görürüz ya da bizden sonrakiler görürler. Böyle bakınca Ne cip ölmüştür ama yaşamdan dışarıda, ayrı değildir. Olayın olduğu günün sabahı evimizi, Nec ip'i izleyen leri gördüm. Bunu fark etm işken, izleme yapılan arabanın plakasını alarak gün içinde Necip'e vermeyi unutmuşsam, gümbür gümbür gelen ölümü görememişim, hissedememi şimdir. Bunun için uzun süre öyle vicdan azabı çektim ki. . . Necip yaşarken birçok kesim tarafından yalnız bıra kıldı, desteklenmedi. Cenazesinde de öğrencilerinin deste ği yeterdi. Yaşarken yalnız bırakanların orada işi olamaz dı. Ama beyinleri inceliklere, insanlığa kapalı, düz mantık sahibi zihniyet uzun süredir Türkiye'de egemen.
cak, biri gider, biri gelir"
"Ne ola
deniyor. Hatta bir aşağılık insan
müsveddesi var ki, o Tü rkiye'de yaşamıyor. Necip ölmeden önce şöyle yazmıştı İnternet sitesinde: (Neci p'i kastederek)
''Mezarlıklar senin gibi/erle dolu, kendine dikkat et! .. " Evet
Necip yaşarken yalnız bırakıldı. Tıpkı bizim bugün yalnız bırakıldığımız gibi. Onun gibi düşünmeyenler, kitaplarında anlattığı gruplar ve insanlar tarafından sürekli henüz yaz madıkları ve yaz ma ihtimali için hedef gösterildi. İşin kötü yanı, etrafında, yakınında olanlar, ''Aman hocam çok cesur ca konuşuyorsunuz, başınıza bir şey gelmesin" derken, bu nun altında "Sen önden gidiyorsun nasıl olsa'; "Eh bu ülke öyle böyle biraz daha idare eder mutlaka" şeklinde düşün celerin yatmasıydı. Birileri bizim yerimize konuşuyor, an latıyor diye sevinildi. Aman kimsenin başı belaya girme sindi! Bugün ülkenin geldiği noktada Necip'in yazdıklarını okuyanlar farkındalar, söylediği ve yazdığı her şey bir bir gerçekleşti. Bu kadar olumsuzluğun, yalnızlığın içinde gerçek can dostları da var. Onları çok sık göremesem de, konuşamasam 109
da, ne zaman ihtiyacım olursa oradalar. O nlar kendilerini biliyorlar ve iyi ki varlar. Ayrıca içim sevinç dolarak, okur ken mutlu olup, gözyaşlarıma engel olamadığım öyle güzel yorumlar, Necip için yapılmış web siteleri var ki internette. Tan ımadığım insanlarla sanal ortamda konuşuyorum. Biz leri, Necip'i daha yakından tanımak, iyi olup olmadığımızı bilmek istiyorlar. Yardım edebilecekleri her konuda hazır olduklarını söylemeye çalışıyorlar. İlgi gösteriyorlar. Böyle anlarda mutlu oluyorum, gururlanıyorum. Yalnız olmadığı mızı bilmek bizim için çok önemli. Çünkü gücümüz, diren cimiz böyle artıyor. Ama, uzun yıllar yalnız bırakılan Necip, ölünce sahip lenenlerin bir bir ortaya çıktığını görse çok şaşırırdı. Bunun için üzülse bile dert etmeyen Necip, bir gün bu tür bir sal dırı ile karşılaşırsa nasıl uğurlanmak istediğini anlatmıştı, biz bunları istemesek de konuşabilmiştik. Çünkü,
ğer veriyoruz, korunmanız, yaşamanız gerek. . ."
"Size de
denmemiş
ti. Aksine, Necip'in bir gün öldürüleceğini düşünmesi sağ lanmaya, bizim bu korkumuz her fırsatta b eslenmeye çalı şılmıştı. Hem çalışmalarının konularını oluşturan gruplar (Alman vakıfları, şeriatçı gruplar vs .), hem de bazı kurum lar tarafından ... Bir ülkenin aydın, entelektüel, kalbi ülke sevgisi ile çarpan bir yurttaşı dışardan gelebilecek tehditler için tamam da, kendi ülkes inin diğer yurttaşlarından koru nacak; ne utanç veren bir gerçek! Bütün bunlar ortada iken, tabi i ki Necip'in cenazesi Hablemitoğlu ailesine aitti. Defin biçimi de bizi ilgilendiriyordu. Ne bir kurum ve kuruluş, ne de toplumsal bir örgütle adının anılmasına gerek vardı. Katılım toplumsal refleksle gerçekleşmeliydi. Alkış, slogan ve gürültü istemiyorduk. Necip dualarla uğurlan mayı isti yordu biliyorum. 1 10
Yaşarken yazdıkları ile ilgilenmeyenlerin, cansız bede nine sahip çıkmalarına izin verseydim, kalan ömrümde kendime saygı duymadan, Necip'in sevgisine ihanet etmiş olarak yaşamam gerekirdi. Benim sorumluluğum Nec ip'in istekleri doğrultusunda hareket etmekti. Ama ben bunu in sanlara anlatmak için çok çaba sarfettim, acımın içinde in sanların beni anlamaları için yalvarmak zorunda kaldım. Hal böyle iken, onaylamasa bile kimse kararıma saygı göste reme d i ve baskılar başladı. Sanki cenazemiz değil de, düğü nümüz vardı; nerede yapılacağı konusunda inat ed ip, kapris yapıyordum.
''.Acı çeken bir kadın zaten aklı selim düşüne mez, doğru karar veremeyecek durumda" dediler, sanırım.
Yani aç ıkça mahallenin komşu kadını muamelesi ile karşı karşıyaydım. İkimizin de üyesi olduğumuz bir siyasal par ti, yakından tanıdığımız m illetvekillerini araya koyup ce nazeyi üstlenmek istedi. Yıllarca binlerce öğrencisine Ata türk devrimlerini anlattığı ü niversite, Alman vakıfları ile ilgili kitabı ç ıktıktan ve Necip çok sayıda televizyon, rad yo vb. programına katıldıktan sonra ona programlara katı lırken ü n iversiteden izin almasını ya da üniversitenin adı nı kullanmamasını isteyen resmi bir yazı gönderdi. Yazıyı bana gösterirken; ... Şengül merak ediyorum, etnik ayrım cılık, bölücülük yapan, bunları destekleyen araştırmalara yayınlara imza atıp toplantılara katılan öğretim üyelerine de böyle bir yazı gitmiş midir?" dediğini içim burkularak "
hatırlıyorum. Ünivers itenin de bir tören yapmas ını isteme dim. Bunun nedenlerini anlatmaya çalışırken -ç ırpınırken demeliyim- bugün nasıl bir vicdani rahatlıkla bana küsül düğünü, karşılaşılınca göz göze gelmekten kaçıldığını, b i r hatır d a h i sorulmadığını merak ediyorum, anlayamıyorum. Herhalde benim aklım bütün bunlara hiçbir zaman yeterin ce yetmeyecek! lll
Necip'in çalıştığı kurumdan defalarca atılmasına, hak kında soruşturmalar açılmasına neden olan, idari sicilini bozan bir uluslararas ı ilişkiler profesörü, şimdilerde İstan bul sosyetesinde boy gösteriyor. Necip öldürülünce, tele,.. vizyonlara çıkıp
"İyi arkadaşımdı"
dedi. Yıllarca bizi tanı
mamazlıktan gelip, bir dönem bakanlık yapan ve Necip'le akrabalığını gizleyen sözde aile dostu ekranlara çıkıp Necip'i anlatmaya kalktı. Daha nerelerde kimler neler söy ledi Allah bilir. Arada bir o günlerde önemli rol oynayan bi lerinin bazen yeni s enaryolarda da karşımıza ç ıktığı oluyor. Ben şaşırmıyorum, çünkü oyun uzun vadeli. Van 100. Yıl Üniversitesi'nde olup bitenlerle ilgili basına yansıyan de meçleri olan biri; Necip öldürülmeden hemen önce ve he men sonra yakınımızda olup aldığı bilgileri mutlaka birile rine aktarırken, geçici başbakan adayı ile de Necip'i tanış tırmaya kalkmıştı. Aradan geçen zamanda görevini tamam ladığı için o nu bir daha hiç görmedik. Bunlar gibi o kadar çok kişi ve olay var k i . . . Necip'in üçüncü ö l ü m yıldönümüne rastlayan günler de telefo nla yaptığım bir röportaj internette de yayı mlan dı. Haberi görünce arkasına yazılan yorumlara ilişti gözüm. Bir tanesinde diyor ki;
...aslında biliyor (beni kast e derek) kimlerin yaptığını ama kabul etmek istemiyor. . . " G erçekten "
de doğru, biliyorum. Ama anladıklarını ve söylemek iste diklerini değil. Onların derin devlet dediği, benimse iç ve dış destekli pespaye bir derin çete olarak tanımladığım in sanlar yaptı. Kabul etmemek ne demek, ne haddime beyler! Çoktan kabul ettik. Eğer varsa cehennem ateşi bu insanları kucaklasın. Başka ne söyleyebilirim ki... Bir gün beni üzen başka bir olay daha yaşadım. Avru pa'daki Atatürkçü Düşünce D erneklerinden birinin ricası 1 12
ile Tü rkiye'de iyi bilinen ve çalışmaları nedeni ile sıklıkla çeşitli programlara katılan emekli bir paşayı derneğin dave tini iletmek için aradı m . B enimle ilk defa konuşuyordu. Hal hatır soran ben oldum, karşılığını vermedi. Aramamdan ra hatsız olmuştu. Sesindeki tonlamadan tedirginliği belliydi, korkmuştu. Bana,
"güvenliği nedeni ile katılamayacağını"
söyledi. Mazeretine değil ama bana başsağlığı bile dileme den telefonu kapatmasına çok şaşırdım. Düşündükçe hala üzülürüm aradığıma. Bugüne kadar çeşitli zorluklarla ve özveri ile anma toplantıları yaptık. Türkiye'de ve yurtd ışında duyarlılık la Necip'i anmak iç i n çok sayıda anma etkinliğine davetli olarak katıldım, ödüller aldım. G ittiğim her yerde Necip'i anlattım. Ayaklarım tutmayıncaya, gözüm görmeyinceye, ölünceye kadar da anlatacağım.
1 13
düşünceler. . . insanlar. . .
Türkiye, günlük yaşamı insan öğütme üzerine ku rul muş bir ülke. Hastanede, okulda, yolda , alışverişte, bir ka mu kuruluşunda, her yerde ufalanarak yaşıyoruz . Hele bir de Necip gibi sabırla yazan, anlatan bir mücadele insanı iseniz, bu öğütülmeden payınızı fazlasıyla alırsınız. Bu ba zen iki kurşundur, bazen arabanıza konulan bir bomba ya da adınızın karıştırıldığı çirkin bir skandal... Aslında bir filmi bir haberi izlerken tanıklık ettiğimiz ölüm ne kadar tanıdık da olsa gerçekten karşılaşılınca ka bul edilemiyor. Şimdi gözümün önünden gitmeyen, aklım dan hiç ç ıkmayan o anı düşü ndükçe aynı ürpertiyi, titre meyi ve çaresizliği hissederken, hiçbir ölüm haberini ya da herhangi bir kurgusal ölümü duyarsızlıkla izleyemiyoru m. Anlatılanları acı çekmeden dinleyemiyorum. Toplumda yaşanan çatışmalar, fikir ayrılıkları vs. için bir çözüm yo lu olarak birinin öldürülmesine karar vermek, sokak orta sında cinayet işlemek, azmettirmek Türkiye'de sıradanlaştı. Üstelik Necip, buna davetiye çıkarmış, bir anlamda ölümü kendisi seçmiş ya da hak etmiş biri olarak anlatıldı. Kimbi lir, Türkiye'nin gerçekleri ile düşünülünce bu mantıklı ge lebilir. Peki yaşama hakkına, evrensel ahlaka ya da inanç sistemlerine göre bakacak olursak nasıl yorumlanabilir di ye düşünürken; birden hatırıma 250 YTL karşılığında adam 1 14
öldürmeyi kabul eden insanların var olduğu bir ülkede ya şadığım geldi. O zaman da yaşama hakkı ya da evrensel ah lakın Türkiye için ne kadar ayakları yere basmayan kavram lar olduğunu hatırladım. Bunu bilen pek çok güç için Necip gibi insanları bu topraklarda konuşamaz, yazamaz ve yaşa yamaz hale getirmek çocuk oyuncağı. Bu düşünceler arasında Necip'i yeniden gözümün önü ne getirdim. Güzel yüzü, tertem i z gözleri, kocaman kalbi ile aslında ne denli özgür olduğunu geçirdim aklımdan. O, ölüme ilişkin var olan bütün kaygılarla yüzleşmeyi başar mıştı. Ölümü kabul etmişti. Bu yüzden özgürdü . Pek ço ğumuzun yaptığı gibi yaşamını ölümden kaçınmak üzerine kurmamıştı. Ona verilen zamanı, yaşamı, var olmakla iliş kili bütün sorumluluklarını yerine getirerek değerlendirdi ğinin de farkındaydı. Yaşamı ne kadar coşkulu ise, ölüme dair yaklaşımı d a o kadar açık oldu. Bazen, hatta sıkça, bu korkumu tekrarladığımda bir gün ölümün olabileceğini, bundan kaçmanın mümkün olmadığını, sesindeki metanet le bana a n latırdı. Böyle ölmeyi belki de çok istedi. Ancak geride kalan bizler için böyle ölümü taşımak, bu ölümün açtığı yara ile yaşamak açıklanamaz. Dediğim gibi, keşke Necip kadar özgür olabilsek. Hiçbir özgürlük koşulsuz de ğilken yeryüzünde, bedeli ölüm oluyordu bazen. Ben bunu anlayabilirim. Ama Kanij e ve Uyvar'a bunu anlatmak, an lamalarını beklemek haksızlık gibi. . . Eğer doğru yanlıştan daha değerli ise, iyiliğin bir ödülü varsa anlayabilirler belki de. Ya da eğer böyleyse, "Babamız neden yok, neden özlemle yaşamak zorundayız?" diye sorabilirler de . . . Ben önceleri Necip'i kaybetmekten korkarken, şimdi kızlarım kendi ayakları üzerinde durabilene kadar yaşayabi lecek m iyim kaygısını duyuyorum. Kanije ve Uyvar'ın kor1 15
kusu ise, hem beni hem de birbirlerini kaybetmek. Biz artık korkularla yaşıyoruz. Yaşamda algıladığımız korkular, teh ditler başkalarınınkinden çok farklı. Sık sık dua ediyoru m. İlahi güce inanıyorum. Ama Necip benden daha inançlı idi. Her ne kadar sık sık aldığı tehdit e-postaları içi nde
köpek, laik devletin köpeği . .
.
''ateist
" gibi nitelemeler olsa da . . . Or
talıkta dindarmetre ya da dindar ölçerlerle dolaşan insan lar var artık. Kim ne kadar inançlı ne kadar ina nçsız, ölçü yorlar! Etrafımız böyle özel ( !} insanlarla dolu. Hiç yorum dahi yapmak istemediğim ilginç bir durum yaşadım bu ko nuda. Olayın olduğu günlerde, Necip'in incelemeye alınan arabasını ve eşyalarını teslim alırken, olayı araştıran ekipte yer alan biri bana,
"Hocanın arabasından enam-ı şerif çık tı. Hayret ettim, bize onu başka türlü anlatmışlardı" dedi. O anda öylesine şaşırdım ve k ızdım ki. Ne sanıyordu bun lar bizi! Yazık, her konuda toplum şekilden öteye geçmeyi başaramıyor. İnancın hala bireysel olduğunu anlayamıyor insanlar. Oysa dinin fan kulübü olmaz, üye listesi yapamaz sınız. G e çenlerde eşi ile ayrılma noktasına gelen bir arkada
şım bana,
"Keşke benim de yanımdaki erkek çok sevdiğim biri olsaydı, evliliğimi böyle sürdürmektense, senin gibi hiç olmazsa beraber olabildiğimiz yıllar için 'iyi geçti, mutluy duk' diyebilmeyi isterdim" dedi. Bu beni çok üzdü. İ nsanla rın benim önüme koydukları bu tür teselliler daha da canı mı acıtıyor. G eçen güzel yıllar için şükretmek ve yetinmek. Ne diyeyim, kim istemez ki sevdiği ile yaşlanmayı. .. Aynı arkadaşım, birbirini seven, özen gösteren ç iftlerin yanında, mutlu bir evlilik ortamında üzüldüğünü, buna da yanamayıp, orayı terk etmek istediğini anlattı. Ben de birbi rine hakaret eden, birbirini üzen ç iftlere dayanamıyoru m. 1 16
Bazen eşleri birbirini iğnelerken, atışırken gördüğümde sımsıkı sarılmak varken birbirlerine nasıl olup da taham mül edemediklerini anlayamadığımı yüzlerine karşı haykı rarak söylemek istiyorum. Ben insanların aşklarını, sevgile rini kaybetmelerini de anlayam ıyoru m. İnsanların kalbinde aklında olan bu duygular çoğaltılabilir. Çoğaltmak elimiz de, üstelik sevdiklerimiz yanımızda olmasa bile. Birini kaybetmek, onu yaşamımızdan silmez, çıkarmaz ya da yaşamımızdaki etkisini azaltmaz. Ben Necip'i gözü mü açar açmaz düşünmeye başlıyorum. Gün içinde eğer bi ri ile onun hakkında bir kez konuşmazsam rahat etmiyo rum. H iç kimse ile konuşmasam bile kendi kendime ona mesajlar iletiyorum, içimden konuşuyorum. Yaptığımın ne kadar sağlıklı olduğu nu b ilmiyorum. Hatta her zamanki gi bi deli olduğumu düşünenler bile olabilir. Umurumda de ğil. Necip'in yanımda olmaması, onu sevmeme, onunla ko nuşmama, onunla yaşadıklarımı hatırlamama ya da bugün olsa ne söyleyip, neler yapacağını yorumlamama engel de ğil. Ben onu hissediyorum. Yaşamımın ayrılmaz bir parçası Necip. Değerli bir eşyasını bile kaybetmekten korkan ve ön lem almaya çalışan insan için, çok kısa süre önce konuşan, gülen, hareket eden, yiyip içen, pek çok anıyı, anı paylaştığı sevdiğini cansız yerde uzanmış görme düşüncesi; bir daha elini tutamama, sesini duyup nefesini h issedememe olasılı ğı bile beni korkuturken, ben onu neredeyse kendi ellerimle cenaze arabasına koydum. Arkasından öylece bomboş ba karak . . . Bugün anlıyorum k i , b e n i m korkum ölüm korkusu de ğilm iş. Ben "yok"tan korkmuşum. Necip'in yokluğundan korkmuşum. Bunu ye nmek mümkün değil. Var olduğunu 1 17
düşünmeye çalıştıkça yokluğu daha da içimi acıtıyor, da ha keskinleşiyor. B enim ölüm kaygım aslında sevdiklerimin yokluğuymuş. Bunu anladığımda çok şaşırdım. O da aynı şeyleri hissetmiş midir, bizi özlüyor mudur, öyle bilmek is terdi m k i . . . Ben inanıyorum ki, gerçekte ne kadar acı çekti ğimizin o kadar da önemi yok . İçimizde bir yerlerde acıdan çok daha güçlü olan bir şey var. O da e n kötü traj ediyi ya şamış olsa bile insanın yaşama devam etme ve kendi öykü sünü a nlatma isteği. Yeryüzündeki iyilikler bizi kötülükten koruyamadı. Hele Necip'in iyilikleri bu kötülüklerin kalkanı olamadı. Açıkçası hiç anlayamamışımdır. Derler ya, olumsuz düşün celer olumsuz olayları çeker. Biz, kızlar ve ben, Nec ip'i kay bedebileceğimizi düşündük, düşünmemiz sağla ndı. Bu du rumda nedeni biz m iyiz? Ama biz iyilikleri, olumlu her şeyi daha fazla düşündük. Neden en kötüsü oldu? Bu bakış açısı doğru ise, ben bu sorunun yanıtını bulamıyorum. Necip'le yarınlarımız çoktan tükendi. Bu bizim yaşamı mızı belki de çekilmez kılmalıydı. Ama yarına dair, Necip'le hala ortak amaçlarımız var. Kızlarımız var. Necip'in canın dan çok sevdiği kızlarımız. Kızlarımızı bu ülkenin onurlu köklerine, uygar yaşam geleneklerine uygun bağımsız birer birey olarak yetiştirme amacımız hala var. Kızlarımızın güç lü, onurlu, kendi ayakları üzerinde güvenle durabilen birer birey olmaları için birbirimize verdiğimiz söz var. Benim yaşamı sürdürme sorumluluğum var. Necip yaşamın kıyı sında durup izleyenlerden olmadı. Benim de olmaya hak kım yok. Hatta Necip yaşamı öyle sevdi, öyle adam gibi ya şadı ki, ölüme de onuru ve bu temiz vicdanıyla gitti. Necip'i öldürmeye karar veren ve azmettirenlerle, tetiği çekenlerin kirli ruhları ve karanlık kalpleri bunlara öyle yabancı ki... 1 18
Necip'in ölümü üzerine yazmak Necip'i yerde gördü ğümde çektiğim acı kadar acı veriyor. Şimdi o anı aklımdan çıkarmaya da, Necip'i geri getirmeye de gücüm yok; olma yacak da. Ama ben yazarken Necip hep yanı baş ımda, sı caklığını, nazik ve temiz kalbini, kalbimin i ç inde hissediyo rum ve hep orada olacak. Kocaman elleri, gövdesi ve bütün bir dünyayı sevmeye yetecek kadar büyük kalbi ile benimle her yere geliyor ya da beni her yere götürüyor. Benimki s i imkansız aşk gibi olmadı. Ben Nec ip'i görür görmez çok sevdim, söylediğine göre o da öyle. O benim canım, ben ne fes aldıkça o can bulacak. Dünyayı kızlarımızın gözleri ile görüp kulakları ile duyacak. O bizi çok sevdi. Necip'in bi ze olan sevgisini "çok" kelimesi açıklamaya yetmez. Ben de kızlar da karşılık beklemeden insan insana yaşamanın tadı nı ve sırrını Necip'le keşfettik. Bize keşfetmeyi öğretti, artık ne kızların ne de benim, keşif yolculuğumuzdan geri dönüş var. Hepsi bir yana benim can yarımın tek bilmediği ve asla öğrenemeyeceği kötülük ve riyayı algılamaktı. Çünkü kötü lüğü, hainliği sezemeyecek kadar iyi idi...
1 19
ölüm, yaşam, duygular, duygular. . .
H e r insanda var o l a n en güçlü arzu uzun yaşama isteği. Bizi ürküten ve korku veren tek şey yaşamın bilinmeyen bir zamanda ve yerde sona ereceğini düşünmek. Yaşamın bu dayanılmaz gerçeği ile bu kadar yakından karşılaştığımdan beri, bir ölüm haberi aldığımda, dinlediğimde, ölümden ka çabilmenin ya da ölüme karşı koyabilmenin mümkün ol masını diliyorum. Oysa insanlar, benim ve pek çok insanın yaptığı gibi ya ölümü kabulle niyor ya da kabullenmiş gi b i davranıyorlar. Sanki programlanmış gibi. Ya kabullene meseydik ... Olabilecekleri tahmin etmek güç olmasa gerek. Necip tüm sıcaklığı ile yaşamımın içinde iken hiç bunla rı düşünmeye ihtiyaç duymamıştım. Böyle acıları, ölümleri anlamak için mutlak yaşamalı mıdır insan? .. Necip'i kay betmek kendimi çok daha iyi tanımamı, ifade edebilmemi sağladı. Ne büyük, ne ağır bir bedel. . . Yeryüzünde her gün binlerce insan aynı acıları yaşıyor. Anlamak, paylaşmak için benzerini yaşamak ne tuhaf, hem bencilce hem de ne kadar insana özgü. İnsan böyle . . . Ölümün -belki de ölü msüzlüğün demeliyim- sırrı nı çözen bir gruptan söz ediliyor. Dünyada böyle farklı bir insan grubunun yaşadığına ben de inanıyorum.
nım, uçurmuş bu kadın"
"Hadi ca
d enebilir. Ama buna ilişkin ciddi
izler var. Özellikle İngiltere'de gizli bir laboratuvardan hah120
sediliyor. Ayrıca transhumanizm yani yaklaşık insan ötesi denen bir akım da bunun işaretlerini ortaya koyuyor. Bu teknoloj iden, gelişmelerden kimler yararlanabilecekler? Bi zim için yanıtlaması hem kolay hem zor. Her neyse, zengin ve dünyayı sömüren ülkelerin sahip olabildiği her şey bi zim çenemizi yormaktan başka bir işe yaramıyor. Herhal de dünyada herkesin yaşamasını isteyecek değiller. Ne iyi kalpli olurlardı o zaman. Ama biliyorum ki, insanlar yer yüzünde bir gün canlı kalmayı, ölmemeyi başarsalar da, bu maddi bir ölümsüzlük olacaktır. Oysa Necip gibi, bütün di ğer Türk aydınları gibi, hele de başkaları tarafından ölümü ne karar verilenler gibi, bu ülkeyi yoktan var eden her birey çoktan ölü msüzlüğe ulaştılar. Böyle düşündüğüm için beni aptallıkla yargılayanlar olabilir. Olsun ... Biliyorum ki, bu güne değin sonlanmayan Türk aydınlanma devriminin bir parçası olmayı başarabilmek, tarihteki yerini almak, Cum huriyetimizin var olma mücadelesine iz düşmek herkese göre değil. Zaten olmamalı da . . . Ölümün, itiraf etmeliyim k i , anlatamayacağım kadar korkuttuğu ben, ölüme m eydan okuyan bir adamla yaşa dım. Hala da onunla yaşıyorum. Ölüm korkuma gelince, ar tık yalnızca çocuklarımın bensiz kalmaları ya da kızlarımın ayakları üzerinde, güçlü ve bağımsız durabildiklerini göre memek olasılığı beni korkutuyor. Eğer kızlarım olmasaydı. .. Nec ip'ten sonra yaşananlar çok farklı olurdu zaten. Necip'le birlikte geçen yıllarda hemen her konuşmasını dinlemeye ve toplantılara katılmaya gayret ettim. Yanında olmak beni de onu da mutlu ediyordu. İ lginçtir, onu dinleyenler, yaz dıklarını okuyanlar tıpkı bir kanser hastası ya da başka bir ölü'mcül hastalığı varmış gibi Necip'e ölümle karşı karşıya olduğunu hep söylediler. Bunu kimi zaman açıkça yaptılar, kimi zaman da ima ile. Ölüm keşke sağır olsaydı. . . 121
Önceleri Necip'i kaybedişimiz hakkında düşünme fır satı bulamamak için kendimi tamamen günlük işlere ver meye çalıştığımı, sürekli kendimi meşgul ettiğimi fark et tim. Ama diğer yandan bulduğum her fırsatta da onu an latmaya, bir yerlere gitmeye, toplantılara yetişmeye çalışı yordum. Aman yazıları çıksın, çalışmaları n ı toparlayayım telaşı ile aslında hep Necip'i yaşıyordum. Bir de baktım ki, böylece kaybımı bastırmaya, Necip'in yokluğunu etkisizleş tirmeye çalışıyorum. Başarı ise sıfır. Çünkü her saniye ak lımda ayn ı görüntü ve içimde aynı ürperti var; Necip başı mı çevirdiğim her yerde kanlar içinde uyur gibi yerde ya tıyor. Bu bir travma mı? Yoksa içimdeki kinin her an daha da büyümesini besleyen bir şey mi? Ayırt etsem ne olur, et mesem ne olur! G erek yok ki... Travma desem çözümü yok, oysa diğeri sanıyoru m beni ayakta tutuyor. Bazen hatta sık sık ileriye dönük plan yaparken -gerç i bu ndan vazgeçeli çok oldu- anlık yaşamanın önemini bili yorum artık, çoğu kez ölümü hiç düşünmeyişimizin de as lında yine bir inkarın sonucu olduğuna i nanıyorum. Uzun süredir bunun konuşmalarıma yansıdığının da farkında yım. Necip'ten bahsederken "di"li geçmişle cümleler kur muyorum. Evin her yerine, üniversitedeki çalışma odama, başucuma, gözümün baktığı her yere resimlerini koydum. Yüzünü görmezsem, sıcaklığını ve kokusunu hatırlayama maktan ölümden korktuğum kadar korkuyorum. Yaşam, Necip'in yaşamı; ölüm, Nec ip'in ölümü. Ya acı sı ve yokluğu? O da bizim payımız. H iç kimse tek başına değil, Necip de yalnızca Necip olarak tek başına yaşama dı. Necip, onu düşünenler, duygularını, düşüncelerini pay laşanlar, sevenler ile birlikte yaşadı. Necip'le ben, kızları, ailesi, yakınları, dostları, öğrencileri, yazdıkları ve anlattık ları ile ilgili herkes yaşadı ve Necip hala onların, hepimizin 122
düşüncelerinde, düşlerinde yaşıyor. Necip, içinde dünyayı taşıdı; ölüm geldiğinde, öldüğünde içindeki dünya son bul du. Ve bize biz imle geçirdiği zamanları, kurduğu ilişkileri, dostlukları, düşmanlıkları ile kendi dünyasını bıraktı. Ya şamı sonlandı; ama Necip bitmedi. Kurduğu dünya ile he pimizin geçmişine, Türkiye'nin geçmişine iz düştü, damga vurdu, üstelik şehitler arasına karışarak . Herkes ve her şey ölüm karşısında eşit. Ya öldürül mek? .. Bunda da eşit miyiz? Özünde ölüm bizim yaşamı mıza Necip'i hedefleyen suikastle girdi. Ben biliyorum ki, ölüm hep yaşamın içinde, ölüm yaşama dahil, yaşam da ölü me. Böyle bakınca, ölümü anlamak, yaşamın içinde olduğu nu kabul etmek kolay. Ama öldürülmek . . . Bunu anlamıyo rum. Ölüm öylece gelince, bilindik sözler kolayca hatırına geliyor insanın.
"Ölüm yok olmak değil. Başka bir dünya ile tanışır insan. Ölüm bu dünyadan başka bir dünyaya göç etmektir. " Yani bir anlamda, Necip başka bir yere taşın ..
dı. Biz göremedikten sonra bunun neresi yok olmak değil? Ama yine de a nlamaya çalışıyorum. Ve yeryüzünde bir tek insanın bile hatırlayamayacağı ana kadar Necip'in var ola cağını düşünüyorum. Ne kadar sürer belli değil, Necip'in ömründen uzun olacağı kesin bu sürenin. Kaç nesil sonra unutulacak kimbilir. Necip zamana ve mekana sığdıramadığı aklını, öngö rülerini, mutluluklarını, hele de sevgilerini kırk sekiz yıllık ömründe sanki yüzyılmışçasına yaşadı. Ama yeter mi? Ba na yetmedi, Necip'e de yetmediğinden eminim. Öyle dolu, öyle kocaman bir kalbi vardı ki, içindekiler yıllarla bitecek gibi değildi. Bazen canımı acıtarak ağlamayı, günlerce oturup geç mişin anılarına tutsak olmayı, boş boş hiç kımıldamadan 123
saatlerce oturmayı istediğimde; Necip'in cansız gölgesini hep yanımda taşıyan ben, yaşamaktan başka seçenek olma dığını biliyorum. Ama yine de vücudumun direniş noktala rının tek tek kırıldığı o soğuk akşamda yerde küçülüp küçü lüp yok olsaydım diyorum. Orada ikiye bölündüğümde ke nara çekilen ben, "yaşayan benden" bunları istiyor. Yaşayan ben inatla hayır diyor. Ölüm belki de bazılarının söylediği gibi, anıların tü kendiği andır. Hatırlamak ya da unutmak bize kalmış. Ben unutmadım, unutmayacağım da . . . İki kurşun, üstelik biri sigorta için. Kısacık bir an. Az öncesi ve biraz sonrası olan bir an. Bir bakmışsın mutlu, dolu dolu, anlamlı, coşkulu bir yaşam; sonrasında geceye inen ağır hüzün, içime çörekle nen sessizlik; ama anlatılmaz bir öfke ile. Ben Necip'in gidi şine ağıtımı yazdım, yasımı önce kendime anlattı m. Ben ne olanları inkar etmeye, ne de abartmaya çalıştım. Ama hep kendimi ve pek çok insanı suçladım. Üstelik olup bitenler arasında bağlantılar kurup, söylenen sözleri, gelen tehditle ri bir bir düşünerek . . . Ansızın pırıl pırıl günlerimizin kapkara, karabasan do lu gecelere dönüşmes ine, renklerin gidişine alışmaya çalış tım. Teslim oldum olanlara, yaşadığımız kasvete, çaresiz liğe. Burnumun direğinin genzimi yakıp bütün vücuduma yayılan sızısı dayanılır gibi değil. Ateş, önce kapımıza düş tü, oradan evimize yayıldı. Kör, sağır ve dilsiz bir vurgun bu ölüm. Acımı azaltmaya hiçbir gü.,: yetmez. Sevdiğimin ölümü, en güçsüz olduğum an. Dokunsalar kırılıp, ufalanı rım artık. D uyduğum her ölüm haberinde Necip'in gidişi nin, benimse seyredişimin her saniyesini hatırlarım. Hepi mize göre ölüm ölümdür. Ama öldürülmek ölüm müdür? Öldürülmek, ölüm değil; dini, ırkı, milliyeti ne olursa olsun 124
insanın i nsanı öldürmesi ölüm değil. Necip öldürüleceğini anladığı anda ne düşündü? O güzel aklından ve yüreğinden geçenleri bilmeyi o kadar çok istiyorum ki . . . Necip'in ya şamı sevdiğini, yaşamdan kopmak istemediğini biliyoru m. Ama ölümü öldürülerek karşılamanın ne olduğunu anla mak ister miyim? N e ben ne de ailemizden bir başkası, tetiği çeken iblis ve tetiği çektiren aşağılık yaratıklar karşımıza çıksa öldüre meyiz. Cana kıyamayız . Biz insanız, hala Necip'le yaşıyo ruz. İ nsan olmaktan asla vazgeç meyeceğ iz. Necip, eminim ki öldürüleceğini anladığında başı, gözü, ensesi değil, önce yüreği kanayarak gitti. Önce yüreği yandı, bizimki gib i . . . Dört y ı l geçti. Kaç y ı l daha geçecek bilmiyorum. Yok olur mu yokluğu canımın? Eskir mi sevgisi, sevgimiz, acı mız? .. Sevgilerini eskitmeyerek, büyüterek zamana direnen Nec ip'le, geçmişime çok iyi bakıyoru m. G eçmişimizi kol layıp gözetiyorum. H ızla içine çekildiğim, yetişemediğim zamana, onu yaşatmaktan vazgeçmeyerek direniyorum. Ve biliyorum ki, önümdeki yolda bana ait olan süreyi bilme sem de, nefes nefese kalsam da onun varlığı ile yokluğu ara sındaki mesafeyi kısaltmak benim elimde. B elki ben de başka türlü çözmüşümdür yaşa mın sır rını, ölümle savaşamamanın ez ikliği ile ... Dünyada var ol mak; yaşama iz düşmek cesaret ister, ciddi bir iştir. Necip varlığının anlamının, yaptıkları, yazdıkları ve yazmayı, an latmayı istedikleri olduğunu biliyordu. Dünyada var olma nın nedenini ve sonucunu bilmek, ne büyük ayrıcalık. Pek çoğumuz için çetrefilli bir şey olan "yaşamın anlamını" Ne cip kolayca bulmuştu. B u yüzdendi arada bir durup soluk almayı bilmesi, değerli ile değers izi kolaylıkla ayırt etmesi, hırslarının olmaması. Aklı ile kalbinin uyumuna hayranım. 125
Necip, yaşamdan korkarak, yaşamın sorumlulukların dan kaçarak b inlerce kez ölmektense bir kez ölmeyi seçti. Ama can evinden vurulmayı, öldürülmeyi ister miydi? Dünya döndükçe Necip yokmuş, kime ne! Kim anlar sadece bize ait bu kaybı? Yaşayıp da hiç yaşamamış gibi bi rinin yok olması. . . Bu yoklukla yaşamaya gücüm yetecek mi? İçim, yaşadığım, çalıştığım, dolaştığım mekanlar da raldıkça daraldı. Mutluluğumuz ellerimizin arasından hızla kayıp gitti.
126
sonsöz. ..
Son nefesini verirken elini tutup ona güç verememe nin, gözünün taa içine bakıp bir kez ve sonsuza dek onu ne kadar sevdiğimi söyleyememenin acısı ile tükenmek, ken dimi yiyip bitirmek yerine, yaşadıklarımın beni bir gün da ha güçlü kılmasını umut ediyorum. Necip gitti gideli o artık yokmuş gibi hiç yaşamadım. Yokluğunu, hiçlik olarak his setmemek için direndim. Yokluğuna alıştım, u zaklarda bir yerde var olduğunu düşünerek yokluğuna alışmanın unut mak olmadığını öğrendim. Onun u nutursam hiç varolma mış olacağını b iliyorum. D ünya tersine dönmediği sürece ben Necip'i ne unuturum ne de yaşatmaktan vazgeçerim. Ölüm Necip'le yan yana getirilemeyecek kadar yakışıksız. Sevgisiyle, sıcacık gülüşü ile benim yanımda, beynime sinen kokusu ile, aklıma kazınan
"Seni seviyorum Şengül" derken
sesindeki şefkati ile hissederek uyanıyorum sabahları. İşe, alışverişe, her yere birlikte gidebiliyoruz. Ben öyle şanslı bir kadınım ki, yıllarca aşkımı kaybetmediğim bir adamla yaşa manın mutluluğunun ne anlama geldiğini b iliyorum. Şimdi ve sonra da onu sevmenin mutluluğu ile yaşayacağım. Bu bir şanstır, bir kadın olarak, hele de cinsiyetinin erkek ol duğuna inandığım bu dünyada var olma mücadelesini aşk la, çok severek ve çok sevilmenin ne olduğunu bilerek sür dürmek için güç verir, direnme, dik durma çabası ile huzur 127
bulur insan. Bunun için de şanslıyım. Hala sevebildiğim ve kocama aşık olduğum için şanslıyım. Bu mutluluğu birara d a iken yaşamayı başaramayanlara ise öyle kızıyorum ki, koskoca bir yaşamı böyle ıskalama hakkı kimin var ki? Bir gün başımıza gelenlere, bundan da öte canımın yokluğuna alışırsam beraberliğimize bir nokta koymuş olur muyu m ? Bunun yerine yarım olmanın sancıları ile yaşama yı tercih ederim. Unutmasam d a gerçek değişir mi? Unut mamak bir başkaldırı ya da inkar değil. Aslında ben gerçeği kabul ediyorum. Ama yasımı bitirirsem Necip'in yokluğuna kayıtsızlığı başlatmış olur muyum? Ben bitirmezsem, hiç kimse kayıtsız kalamaz belki de . . . İşte bazen gerçek acizlik b u diye düşünüyorum. Kabullenerek yaşamak, yası dindir mek daha güçlülerin elinde demek daha doğru sanırım. Bazen Necip'i ve yaşadıklarımızı o kadar çok düşünü yorum ki, ölümün kendi varoluşlarımıza bir tehdit olduğu nu hatırlayamayacak kadar yaşamı ve yaşamın içindeki en eşit gerçek olduğunu unutuyorum, gerçeklikten uzaklaşı yorum. Ama bu o kadar kısa sürüyor ki, dalıp gitmelerimin her geriye dönüşünde kapkara, kocaman gerçek önümde pervasızca beni bekliyor. Çoğu zaman milyarlarca insanın yaşam alanı olan bu gezegende, gerçek bir insan olmanın ne denli keyifli olduğunu, isteyerek ya da elinde olmadan dünyadan geçip gidenlerin ne kadar çok olduğunu düşünü yorum. Sahiden de insan gerçekten böyle bir seçim yapacak kadar bilinçsiz olabilir mi? Ya da her birimize yazılmış ka der oyununu sahnelemek için mi buradayız? Kim karar ver mekted ir? Yaşamlarımızın kontrolü bizim ellerimizde de ğilse, var olmamızın anlamı kalır mı? Sorular, sorular. . . U z u n b i r yaşamın ardından gelen ölüm kuşkusuz do ğanın kuralları ile çelişmez. Bu durumda biri kaybedilince 128
geride kalanlar genellikle
"Sırası gelen gidiyor" derler.
Ama
bir gün yok olacaksak eğer bu döngüde ne işimiz var? Top rakla gökyüzü arasında var olmanın bedeli neden yok ol mak? Yok olacağımızı bilseydik yine de doğmak ister miy dik? Sırası gelerek ya da gelmeden ölen, ölürke n neler his setmiştir, aklından neler geçmiştir, o da ölümü sırasının gelmesi olarak düşünmüş müdür acaba? Yaşamına son ver meyi seçenler bile, o i nce ç izgiden atladıktan sonra
ölmeseydim"
mi yoksa
"İyi ki yapmışım"
"Keşke
mı demektedirler,
hangisi? Kendi kendime bütün bu soruların yanıtlarını bil sek ne olurdu dediğimde, birbiri ardından sıralanan yeni sorularla başım dönüyor. Bildiğim tek gerçeklik bu soru ların yanıtlarını asla bulma olasılığımızın olmadığı ve bir gün her insanın karşılaşacağı bu sonu, belki de başlangıcı, önceden b ilmediğimiz zamanı gelinceye dek yaşayacak ol mamam ızdır. Necip'in emekle, göz nuru ile dokuduğu yaşamı, pırıl pırıl aklı, bu dünyadan sırasız gitti. Masal gibi, son satırına ölüm düşünce bitti. Benim mi, Necip'in masalı mı bilmi yorum. Ne yaşamı ne ölümü biz seçtik. Ne aciz varlıklarız. Doğumla ölüm arasındaki mahkumlar gibi. Ya iyiyiz ya kö tü, çeşit çeşit insan, çeşit çeşit yaşam . . . Necip sevdiği renk lerle yaşadı, renklerin tonlarına kendisi karar verdi. Renk cümbüşüydü yaşamı. İnandığı gibi sevgi dolu, huzurlu kal bini herkese açarak yaşadı. Yanındakilerin ellerini sımsıkı tutup kendi renklerinin içine katarak uçurdu. İdeallerinin, aklının ve vicdanının kendisine sunduğu serüve n i geri çe virmedi. Buna saygı duymaktan başka n e yapılır ki... Burada tuhaf olan, Necip'in böyle bir ölümü bekliyor ve zamanını da üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyor olma sıdır. Tıpkı kendisinden öncekilerin bekledikleri, bildikleri 129
gibi. Necip ölmek istemiyordu; bu, ölüm korkusundan de ğil, biz imle olamayacağındandı. Bu yüzden arabasının kontağını yüz metre uzaktan açabileceği düzeneği kullanıyordu. Bu yüzden dolu dolu yaşıyordu, bu yüzden kimseyi kırmıyordu. O, hep aynı gü ler yüzü ve sevgi dolu kalb i ile anılmak istiyordu. Tam da istediği gibi oldu. Bana kalırsa ölmek isteyeceği gibi öldü, uğurlanmak istediği gibi de uğurlandı. Necip b elki doksan yaşına kadar hep çalışarak, ürete rek, sevgi dolu, hoşgörülü yüreğini daha da büyüterek yaşa yabilirdi. Ama ölümü yine de sıradan olmazdı. Neyi sıradan oldu ki... Onun yaşamında belki de en sıradan olan b endim. Sayesinde yaşamı profesyonelce sürdürme bilinci kazan manın dışında, sıradan olmamayı öğrendim. S ıradan olma manın getirdiği yalnızlığın, gerçekte yalnızlık olmadığını, tersine kendini çoğaltmak olduğunu Nec � p'le öğrendim. Bana gelince, Necip'in yaşamına sanrım tek ve en iyi katkım, onda zaten var olan gelişmeye hazır kadın duyarlı lığının neredeyse Necip'i akılcı bir feministe dönüştürmüş olmasıdır. Necip eşitlik ve adalet anlayışını evliliğine yan sıtmayı başarmış, Türkiye'de son derece nadir rastlanan bir erkek türü idi. Sıcak, samimi, en önemlisi beni asla haksız olduğumu b ilse dahi yarı yolda bırakmayacak denli güveni lir ama o ölçüde saygın, güçlü ve cesur. Ardından bunları söyleyebilmek benim açımdan ayrı bir mutluluk. Bana diğer yaşamda da aynı güveni vereceği n i bilerek sabırla buradaki işlerimi, sorumluluklarımı yeri ne getirmeye çalışıyoru m. Başım sıkıştığında Necip'in sev gisinden ve verdiği güven duygusundan güç alıyorum. Ben yaşıyorum, kızlarımla eğlenip, ağlaşıp, dertleşip yine de yaşıyorum ve onu da yaşatıyorum. Biliyorum ki, o 130
bizsiz mutlu olamaz. Eminim bizi ya izliyor ya da b i z var mışız gibi yapıyor. Tıpkı bizim gibi, tıpkı böyle yaşayan baş kaları gibi. Nec ip'le ilgili bütün duygularımı yazarken gözlerim den inen sağanaklara engel olmam mümkün değildi. Zaten engellemeyi de iste medim. Ağlarken daha çok yazdım. Yaz dıkça hafifledim. Sırtımdaki demirden kambur yavaş yavaş küçüldü. Bazen böyle hissettiğim için Necip'i mi anlatıyo rum, yoksa bunu b encilce kendim için mi yapıyorum diye sormaktan da kendim i alamadım. Artık sorularımın yanıt larının peşine düşmekten çoktan vazgeçtim. Hepsi ardı ar dına sıralanıp, birbirine eklenip gidiyor. Beş yılı aşmak üze re olan zamanda sorduğum sorularla ya cevap anahtarları hiç olmayan yas tutanların soru bankası olabilirdim ya da ölümü sorgulamak adlı birkaç eser(!) döktürebilirdim. Ama sadece kendi deneyimimi anlatırsam, başkaları için de bir ses olabilirim. Bu ülkede kaybetme acısı ile başa çıkmaya çalışan o kadar çok geride kalan var ki... Ölüm sürdükçe yaşam, yaşam sürdükçe de ölüm sü rüyor. Sanki bir mevsimden diğerine geçiş, birinin diğeri nin yerine gelmesi gibi bir döngü. Belki de bu yüzden her doğum için toplanıp coşkuyla yaptığımız her kutlamada ve her ölüm için taziye sırasında lezzetli yiyecekler, tatlılar ik ram etmemiz de bu döngüyü beslemek için içgüdüsel ola rak yerine getirdiklerimiz. Necip'in gidişi ile evimize gelen yüzlerce insana yiyecek ikram edilmesine izin vermediğim için eleşti rilmemin nedenini de bu döngünün beslenmesini zayıflatacağım kaygısı olarak görüyorum. Bazıları farkında olmadan bunun için bana kızdılar. Oysa ben şöyle düşün müştüm: eğer gönderilen yiyecekleri, tatlıları, tuzluları ge lenlere ikram etseydim,
"Necip öldü, hadi hep birlikte yen131
sin içilsin"
demiş olacaktım. Ben günlerce aç kalmalıydım,
hiç b eslenmesem de olurdu. Keşke yaşamımı böyle sürdü reb ilseydim. Ya da böyle yas tutmaya hakkım olsaydı. Bili yorum ki, bu da olup bitene, Necip'in gidişine boyun eğmek olurdu. Ben Necip adına, kızlarımın güvenliği, mutluluğu ve gözlerindeki ışığın solmaması adına yaşamda savaşma yı seçtim. Yalnız olsaydım her şeyi oluruna bırakıp sürük lenmek, savrulmak, sonuçta yok olmak umurumda olmazdı belki de. Hele hele Necip'i kimlerin öldürmüş olabileceği konusunda deliler gibi konuşarak, rahatsız etmek, ağzıma geleni söylemek ne de kolay olurdu. Necip'in ölmesine ka rar verenler ne iyi bir hedef seçtiler, bizim gibi geride ka lanlar varken onların sırtı ve popoları hep sağlam. Üste lik kendileri sayesinde değil, bu güvenceyi geride kalanlar la sağlıyorlar. Acınılası, zavallı bir güven. Ne "ironik" değil mi? Zamane dilinde herkesin kullandığı bu lafı p ek de yerli yerinde kullandım baksanıza. Oysa başından beri okudu ğunuz her şey, bu kendini bilmezler ülkesinde Necip'i kay betme biçimimiz, ardından yaşananlar, bana kalırsa gerçek ten de i ronik, traj ikomik. Kendimi ait hissettiğim ama sür günde biri gibi, bazen bir azınlık gibi yaşadığım ülkemde gördüğüm, duyduğum, tanıklık ettiğim her şey içimi hep biraz daha kanırtarak acı veriyor. Üstelik bu hiç sonlanma yacak biliyorum. Tanrı'nın her zaman adil davranmadığını düşünmü şümdür. İnsanlar yaşarken hak ettikleri iyilikleri ve kötü lükleri bulamıyorlar. Necip'in ölümü, uzun sağlıklı bir ya şamın ardından olsaydı, benim için kabul edilebilirdi. Ama öldürülmesini hiçbir zaman kabul edemeyeceğim. Ve bili yorum ki benim gibi düşünen pek çok insan var. Keşke tersi olsaydı. G e rçekten ilahi adaleti Tanrı bize gösterseydi. Keş132
ke intikam nasıl alınır bilseydim. Ama ne ben ne de çocuk larım bundan haberliyiz. Biz değil can almayı, can yakmayı bile beceremeyiz ki. Bilseydik, biz olur muyduk? Nedendir bilmem, Necip'i kaybetmeseydim belki de ölümü hiçbir za man bu kadar çok düşünmeyecek, bu kadar çok sorgulama yacaktım. Ben ölümü, bırakın bilmeyi, anladım. Anlamakla kalmadım, Necip yerde yatarken ben ölümü gördüm, ilikle rime kadar çaresizce, umutsuzca hissettim. Ölümü eğer ben böyle gördüysem, başkalarını öldü renler ölümü görmeye nasıl dayanabiliyorlar? Hele bir de bunu sürekli yapıyorlarsa, birilerini öldürere k yaşamlarını nasıl sürdürebiliyorlar? Ölüm mü, ölmek mi, yoksa öldü rülmek mi korkutucudur? Tüm bu sözcükleri öyle sıklık la duyuyoruz ki... Yazıldıkları, söylendikleri gibi kolay mı hepsi de? Öldürülen ya d a öldüren olmak tesadüf müdür? Asla. Necip ve diğerlerini düşündüğümde öldürülen olma nın da öldüren olmanın da tesadüf olmadığını, her iki taraf için de bir seçim olduğunu biliyorum. Ama Türkiye gibi bir insan öğütme ülkesinde, öldürülen için bunun, yaşamdaki duruşunun sonucu, kader olarak yaşanan, istem dışı gelişen bir seçim olduğunu düşünüyorum. Ben ölümü de, öldürmeyi de gördüm ve öldürmekten, daha fazla korktum. Bir insanın nefes alışına son vermek, akan kana seyirci olmak tanımlana mayacak bir şey. Düş sel olarak bile.
"Uğrunda öldürecek olmak" kadar "uğrunda
ölen olmak" ü rkütmüyor
beni. Öldürülmeyi, canımın canı
nın alındığı yerde gördüm. Bir insanı öldürmenin ne oldu ğunu anladım. o ana kadar öldürmeyi tanımlayabilirdim, bilebilirdim. Ama artık öldüren olmayı Necip yerde yatar ken anladım. Tetiği çekerken elinin titremediği b elli de, sa dece vurup uzaklaşmış mıdır? Yoksa canımı itip kakıp aşa133
ğılamış mıdır? Bunları düşü nürken tek bir şey için, hiç acı çekmemiş olması, bir göz kırpması kadar kısa sürmüş ol ması için dualar ettim . G özü arkada kalmadan son nefesini vermiş, hiç acı çekmemiş olmasını diliyorum. Vicdanı olmadan doğanların katil olması kolaydır her halde. Bunu bilmeyi, anlamayı hiç istemiyorum. Değer yar gıları, hele de vicdan işin içine girince insanın öldürülme ve öldü rmeye yüklediği a nlamlar değişiyor. Yerde yatan Necip'e bakınca, öldürmenin meşruluğunun, bir bilinç hali olarak nasıl gelişebildiğini anlamak imkansızlaşıyor. Bir de şunu düşünüyorum. Necip'i öldüren(ler) ve buna karar ve renler, böylece kendilerine ve kendileri gibi olanlara yaşam alanı yaratmışlardır ya d a varlıklarını korumuşlardır. Bu açıdan haklılardır. Necip'i öldürerek, kendileri için zaman ve mekanı genişletmişlerdir. Bu açıdan başarılıdırlar da. Bu başarı kirlidir, kanlıdır. Onlar için bunun önem taşımadığı n ı düşünüyorum. Necip'in yurtseverliğinden kaynaklanan bir sorumluluk anlayış ı ve tehdit algısı vardı. Bu tehdit algı sını insanlara aktarmak içi yazdı, konuştu, derslerini anlattı. Bunun için bilerek bedenini ortaya koydu. Necip kendisini tehdit olarak algılayanlar tarafından öldürüldü. Necip için bir eşitsizlik, adaletsizlik gün gibi ortada iken, Tanrı'nın adil davrandığından nasıl söz edebilirim ya da buna nasıl inanabilirim? Üstelik b u eşitsizlik Necip'i bizden almışsa. Kanımca öldürmeyi beni msemeyen hiçbir egemen güç, ki buna Ta nrı da dahildir, n e varlığını ne de gücünü koruyabi lir. Ben Tanrı'yı suçlamasaydım ve eğer Necip kadar iyi bir inanan olmayı başarsaydım, Necip'in, birilerinin gücünün sürmesi için öldürüldüğü gerçeğinin üzerinin örtülmesine ortak olurdum. Necip'in ölümünü hafifletirdim. Necip'in ölümü çok ağır.
" Tanrı böyle istedi" dersem, 1 34
Necip'in müca-
delesine ihanet ederim, hep a nlattığı kutsalı ideoloj ik örtü olarak kullananları meşrulaştırırım. Necip öldürüldü, öl medi. Kutsal ya da ilahi ne dersek diyelim, böyle bir adalet olsaydı Necip sadece ölürdü, öldürülmezdi. Bu noktada ne yirmi birinci yüzyıl, ne modernlik ya da post- modernlik, ne AB, yapısal uyum için kriterler ve ne de insan hakları. Türkiye'de kim yaşayacak kim ölecek birileri karar verirken, bunların hepsi birer palavraya; Türk insa nının seksenli yılların öncesinde birbirini kırıp geçmesini sağlayan yapay ayrımlar gibi, bu küreselleşme çağında şim di de böyle kırılıp dökülelim diye ellere tutuşturulan birer elma şekerine dönüşüyor. O rtalıkta seçilen aktörlerin dışın da görünmeyen, ancak asıl gücü ellerinde bulunduranlar, yaşam ımızın içeriğinden, gündemimize ve ne zaman ölece ğimize kadar yaşamlarımızın yönetimini ellerinde tutuyor lar. Ki, buna ülkemizi yönettiğini sananların da dahil oldu ğunu düşü nüyorum. Kendilerini efendi, buyuran, toplumu ve toplumu oluşturan insanlarla birlikte tüm unsurları köle olarak görmek bu düzenin, sistemin işleyişi için gerekli. İç savaşlar başlatmaktan büyük suikastlere, insan öldürmeye kadar uzanan bir çalışma a nlayışı ile kendilerini yaratan ye rine koyan birileri var. Bu durumda tabii ki, ne benim ne de başkalarının feryatları, yolları bu yapay tanrılar kapatmış ken hem birbirimize, hem toplumumuza hem de bütün ev rene kadar ulaşamaz . . . Sanal ortamda web siteleri, televiz yonlar, gazeteler, yayınevleri, yollar, sokaklar, tüm toplumu yaşatacak kurumlar, iktidarlar, gazeteciler, akademisyenler çoğu nlukla bunların güdümünde. Necip bu kuşatma altın da öldürülüyor. Bir bakıyorsunuz hemen ertesinde, ziller takılıp, kınalar hazırlanarak kutlama yapılıyor. Bazılarının sorunları bir bir çözülüyor, bazılarının tamamen ortadan 135
kalkıyor. Bir yerlerde
rıldı" mesaj ı
"Necip Hablemitoğlu'nun kalemi kı
binlerce kez yazılarak İnternet sitelerinde ya
yılıyor. Soru mlulara ulaşılamıyor, soru önergelerine verilen yanıtlarda olduğu gibi; çünkü ortada ne bir görgü tanığı, ne bir delil, ne de cinayeti üstlenen birileri var. Yani işlenen cinayet adi bir suç olmaktan öteye geçemiyor. G eçmişin hataları bu kez yapılmıyor. İçinde yaşamaya mahkum edil diğimiz bu sistemde önemli olan, sorun yaratan yurtsever, cesur ve gözüpek duruşu, kimliği ortadan kaldırmak. Yok sa Danıştay saldırılarında olduğu gibi, pekala da istenilen sloganların atılması, bir failin gönüllü olarak yakalanması sağlanabilirdi... N e olduğu apaçık ortada. Necip yazdıklarından, top luma sunduğu kimliğinden, yaydığı ışıktan ve en önemlisi cesaretinden, daha sonraki yazma ihtimallerinden rahatsız olup korkanlar tarafından öldürüldü. Yaşam ve ölümle yüz yüze iken gösterilecek en zor tavrın cesaret olduğunu bil meyenler Necip'in katilleri. Necip'te hem yaşamak hem de ölmek için var olan cesaretin, aydınlık yaymanın ve insan olmanın anlamını bilmeyenler tarafından n e bir mücadele için, ne kafa karışıklığı ile, n e şaşkınlıkla; sadece pespaye, ucuz, geçici ç ıkarlar için soğukkanlı bir c inayetle öldürül dü. Üstelik belli ki, bu ani bir kararla da gerçekleşmedi. Evi mizin etrafında sıklıkla farklı araçlar içinde gördüğü müz ve benim 1 8 Aralık Çarşamba sabahı gördüğüm i nsanlar da bunun için oradaydılar. Bunların bilinmesi gerekiyor. Bili nirse geleceğimiz, çocuklarımız, kendimiz için, varlığımızı sürdürmek için çaba sarfetmemizin ne denli ö nemli oldu ğunu daha da iyi anlayabiliri z . Bireysel çabaların, toplum ların geleceği için büyük yatırımların temelini oluşturdu ğunu görebiliriz. Ve hepsinden öte, ülkemizin varlığı ile eş136
güdümlü kaderlerimizin, yaşamlarımızın başkalarının eline bırakılamayacak kadar bize ait kal ması için mücadele etme nin gerekliliğini de gelecek nesillere anlatabiliriz. Ben isterdim ki, bu ölüm geç gelseydi bize. Necip daha görmeden sevdiği, birlikte olma hayalleri kurduğu torunla rını görebilseyd i . .. Kızlarının başarıları ile gururlu sevinç gözyaşları dökebilseydi. Eğer bunlar için zamanım varsa hepsini Necip için de yapacağım; ama paylaşamamak çok acı . .. Benim isyan ı m da buna. Bu adaletsizlikle kalbim, zih nim yanıp kavrulurken isyan etmemek mümkün mü? Bu noktada sevindiğim, beni rahatlatan tek bir şey var:
"Ölüm er ya da geç iyi ki herkes için var, iyi ki ölüm var!" Çünkü öldüren de, öldürten de bir gün ölecek. Ama Nec ip'ten hemen sonra ama yıllar sonra. O lsun, ölecek ya .. . Eğer varsa ardından sevdiklerinin yürekleri yanacak ya .. . Yandıkça kömürleşip yeniden tutuşacak ya . . . Tıpkı bizim sürekli yanmamız gibi. Bu da benim avuntum işte. Ne ilahi adalet, ne öteki dünya, hepsi anlamsız. Tek ve eşit gerçeklik nefes alıp vermenin bitişi. Ben bunun için mutluyum. Bitirirken, bütün bunları yazmayı, anlatmayı isteme min bir nedenini daha anladım. Ben Necip'e veda edeme dim. Sımsıkı sarılıp gözünün içine bakıp
Allah'a emanet ol"
"Güle güle git,
diyemedim. Şimdi ona veda ediyorum.
Sevgiyle, özlemle sürecek ayrılık zamanının vedası. . . G ü l e güle canım, yaşam yoldaşım, parlak yıldızım, in sanım. Elini tekrar tutmak için geleceğim. Işıklar içinde hu zurla , mutlulukla bekle beni. Yarım bıraktığın tek şey sevgi dolu birlikteliğimiz. Seni seviyorum . . . B ekle beni...
137
Necip Hablemitoğlu, kız kardeşleri Emel (Küçükdoğan) ve Efser (Koçakoğlu) ile, 1961.
Ortaokul öğrencisi,
1967.
Ankara, 1984.
Nikah Salonu, Ankara,
14 Temmuz 1986.
Ankara, 1987.
Manavgat, 1987.
Anıtkabir'de Kanije ve babası,
10 Kasım 1993.
Moldova, 1995.
Kanije ile, Chicago/ABD, 1997.
Necip Hablemitoğlu, kızları Kanije ve Uyvar ile Anıtkabir'de,
29 Ekim 1996.
Ürgüp gezisi, 1997.
Uyvar'ın doğum günü, Indianapolis/ABD, 1997.
Annesi Saffet, babası Adem Hablemitoğlu ile, 1 998.
Bir panelde, 1 998.
Kanije ve Uyvar ile Amasra gezisinde, 1998.
Bodrum tatili, 1998.
Necip ve Kanije HablemitoÄ&#x;lu, SarÄąyer, 1999.
Tatil mutluluÄ&#x;u, Bodrum,
1999.
2000 MartÄąnda Antalya'da.
Necip Hablemitoğlu, Fen Fakültesi'nde ders sonrası öğrencileriyle.
Metin Aydoğan ile bir söyleşide, Avusturya, Mayıs 2001 .
Viyana, Mayıs 200 1 .
Babası Adem Hablemitoğlu ile Çanakkale'de, Ağustos 200 1 .
Samsun 19 Mayıs Üniversitesi, 200 1 .
Ankara, 2001.
Sรถyleล ilerde, Ankara, 2001.
Ankara Ăœniversitesi'nde bir toplantÄą, Haziran 2002.
BaĹ&#x;ak Balosu, Ocak 2002.
Prof.Dr. Şengül HABLEMİTOGLU 2 5 Eylül 1 965 tarihinde Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Ankara' da
tamamladı .
1 98 6
y ı l ı nda Ankara
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ev Ekonomisi Yüksekokulu'ndan mezun oldu. "Farklı Sosyo-Ekonomik Düzeydeki Yaşlı Kadın ların Ekonomiye Yönelik Tutumları ve Tüketim Davranışları " konusundaki tezi ile 1 989 yılında yüksek lisansını tamamladı. "Kırsal A ilede Kadının İş Modelleri ve Kararlara Katılımı " konusundaki araştırması ile 1 996 yılında doktor unvanını aldı. 1 997 yılında Türkiye Bilimler Akademisi Sosyal Bilimlerde Doktora Sonrası Yurtdışı Araştırma Bursu ile gittiği
ABD'de
Purdue
Üniversitesi
Kadın
Çalı şmaları
Programı'nda misafir öğretim üyesi olarak araştırmalar yaptı. 1 998'de Üniversite Doçenti, 2005 yılında Profesör unvanını aldı. Halen Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksekoku lu'nda
M üdür
Yardımc ı s ı ,
Aile
ve
Tüketi ci
B i l i m l eri
Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Hablemit oğlu'nun temel bilim alanına ilişkin çalışmalarının yanı sıra kadın çalışmaları, tüketici ve aile çalışmaları ile yaşlı sorunları konularında
ulusal
ve
u l uslararası
b i l i ms e l
dergilerde
yayımlanmış makale ve araştırmaları bulunmakta, ana bilim dalı
kapsamında
yönetmektedir.
yüksek
l i sans
ve
Ayrıca çok
sayıda
ulusal
doktora ve
tezlerini
uluslararası
konferans, panel, kongre ve sempozyumlara katılmış, kitaplar yayım lamıştır. Eşi Dr. Necip HABLEMİTOÔLU ile birlikte yazdıkları Şefika Gaspıralı ve Rusya 'da Türk Kadın Hareketi,
Küreselleşme: Düşlerden Gerçeklere, Toplumsal Cinsiyet Yazıları: Kadınlara Dair Birkaç Söz yayımlanmış kitaplarından bazılarıdır.
Hablemitoğlu üniversitede Kadın ve Gelişme Modelleri, Küreselleşme ve A ile, A ile ve Tüketici Bilimlerinde Modernizm ve Postmodernizm Tartışmaları, Sağlıklı Konut ve Optimum Çevre ile Birey ve Çevre Etkileşimi yüksek lisans ve doktora derslerini vermektedir. Necip Hablemitoğlu'nun eşi, Kanije ve Uyvar'ın annesidir.