Abide Doğan - Aka Gündüz

Page 1

Abide DOĞAN

13

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 113



KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINLARI: 1045

••

••

AKA GUNDUZ Abide DOĞAN

TURK BÜYÜKLERİ D İZİSİ: 113


K ap ak D üzeni: Saim O N A N

ISBN 975-17-0370-0 © Kültür Bakanlığı, 1989 Onay: 16.2.1989 tarih ve 928.1-197 sayı. Birinci Baskı Baskı Sayısı: 15.000 Sevinç Matbaası - ANKARA


SÖ Z B A ŞI Edebiyat tarihimizde bazı şahsiyetler ön plâna çıkarken, bazıları- da çok eser vererek edebiyat dünyamızı uzun süre meşgul ettikleri halde nedense ikinci plânda kalma talihsiz­ liğine uğramışlardır. İşte Aka Gündüz bunlardan biridir. Hal­ buki o, bir şiir, yedi hikâye kitabı, on bir tiyatro eseri, yirmi üç roman ile değişik konularda altı eserin sahibidir. Üstelik eserle­ rinde ele alınan konular toplumu yakından ilgilendiren, bazıları acil çözüm bekleyen, üzerinde dikkatle durulması gereken sos­ yal yaralardır. Aka Gündüz akıa Türkçesi, samimî anlatımı ile sergilediği bu sosyal problemlere çoğu zaman çare bulma yolu­ na giderek ilginç teklifler öne sürmüştür. Eserleriyle bu top­ rağın yazarı olan, Türk insanımn yükselmesini ve aydınlan­ masını isteyen Aka Gündüz’ü anlatmaya çahşan bu kitabın amacı, onu Türk insanına biraz daha tamtmaktır. Kitap üç bölümden meydana gelmiştir. îlk bölümde Aka Gündüz, hayatı, edebî kişiliği ve eserleriyle tanıtılmıştır. Eser­ lerinin sayıca çok oluşu bu bölümün hacmini arttırmıştır. Bu du­ rumun, kitabın hacmini etkilememesi için, her eserden örnek alınamamıştır. Eserlerden alınan örneklerden oluşan İkinci Bölümü, bibliyografyaya ayrılan Üçüncü Bölüm takip etmiştir. Çalışmalarım boyunca daima desteklerini gördüğüm hoca­ larımla, aileme burada teşekkür ediyorum. Abide DOĞAN 15 Ağustos 1988



İÇİNDEKİLER Sözbaşı .................................................................... Kısaltmalar ...........................................................

V IX

BİRİNCÎ BÖLÜM A Aka Gündüz’ün Hayatı ...............................

1

B. Aka Gündüz’ün Edebî Kişiliği .....................

8

C. Aka Gündüz'ün Eserleri .............................

18

İKİNCİ BÖLÜM Eserlerinden Örnekler .......................................

112

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Bibliyografya ......................................................

184

VII



KISALTMALAR a.g.e. AnkA.Ü. Bas. c. Der. DTCF îst. Kit. Küt. Mat. S. s. Yay. Y.T.

Adı Geçen Eser Ankara Ankara Üniversitesi Basımevi Cilt Dergisi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İstanbul Kitabeyi Kütüphanesi Matbaası Sayı Sayfa Yayını/Yayınevi Yazılış Tarihi

IX



B İR ÎN C Î B Ö L Ü M Ar AKA GÜNDÜZİJN HAYATI Son devrin en velût hikâye ve romancılarından olan olan Aka Gündüz 1885 yılında Manastır’a bağlı Alasonya ile Katerina arasındaki bir dağ köyünde doğmuş, daha sonra- Selanik nüfusuna kaydettirilmiştir. Babası Rize'li Fincioğullan’ndan Binbaşı îbrahim Kadri Bey, annesi Sapanca'mn Kırkpınar köyünden Hüseyin Kur Bey'in kızı Melek Hanım’dır. Aka Gündüz çok küçük yaşta iken annesini kaybedince, ba­ bası Kadri Bey çocuk yalnız kalmasın diye bir Fransız mürebbiye tutmuştur. Böylece Aka Gündüz'ün çocukluk yılları da Serez’de mürebbiye ile babası arasında geçmiştir. Bir müla­ katta bugünlerini şöyle anlatır: "Yedi yaşımda iken bahçeleri çiçekli ve sulan berrak Serez'de idim. Babam henüz evlenme­ diği için anasızdım. Bir Fransız mürebbiyem vardı"”^. Bu mürebbiye onu öylesine etkiler ki, hayahmn ileriki yıllannda ve­ receği eserlerinde mürebbiyelerin genellikle olumsuz yönle­ rinden bahsedecektir. Aka Gündüz ilk tahsiline Serez’de başlamış, Selânik’te bitir­ miştir. On iki yaşına geldiğinde babası tekrar evlenmiş, bunun üzerine de mürebbiye evi terketmiştir. Böylece yapayalnız kalan Aka Gündüz Selanik'teki Askerî Rüştiye'ye başlar. Üvey annesi­ nin, onu çok sevdiğini söyleyerek okula göndermek istememesi üzerine evden kaçarak İstanbul'da bulunan amcalarının yanına sığınır. O zamanlar Abdülhamid'in yakın adamlarından biri olan amcasının yardımıyla Galatasaray’ın idâdî kısmına (1)

Yücebaş, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Aka Gündüz, H ayatı-H atıralarıEserieri, Isl.-1959, s:18.


yazılır. Bir süre sonra da babalan harpte olan asker çocuk­ larının kaydedildiği Eyüp'teki "Iplikhâne-i Askerî Sınıf-ı Mahsûsu"na leylî öğrenci olarak başlar. O zamanlar, asü adı Hüse­ yin Avnî iken Hüseyin Avni Paşa ile karışmaması için Enis Avni'ye çevrilir. Daha sonra da Aka Gündüz olur. Yazar, Enis Avni adının Aka Gündüz olarak değiştirilmesini zamanın ünlü muharriri Mecdi Sadrettin'in yaptığı bir mülâkatta anlatır: "...Selanik'te idim. Merhum Abdülkerim Paşa ile pek dost idim. Bir gün Olempos Palas'ta bana dedi ki: —Hazret, evlat! Sen bazı çok güzel şeyler yazıyorsun. Fakat herkes, hepimiz okuyoruz ve diyoruz ki; adam sen de bizim Enis Avni yazmış. Ve ağzınla kuş tutsan "bizim Enis yazmış" diye yazıların ehemmiyetini kaybediyor. Gel, kendine bir Arapça nâm-ı müsteâr bul, arkasına saklan, ondan sonra bana hayır dua et. îşte şimdi şu dakikada ona hem hayır dua ediyorum, hem gani gani rahmet diliyorum" Bu tavsiye üzerine Arapça yerine Türkçe bir isim alır ve o ta­ rihten sonraki yayın hayatında Aka Gündüz adını kullanır. Aynı günlerde Ömer Seyfeddin ile tanışır ve birlikte Edirne Askerî İdâdîsi’ne giderler. Sonra Kuleli'ye nakledilir. Aka Gündüz mezuniyetten sonra Harbiye'ye başlarsa da, ikinci sınıfta hastalanarak okuldan ayrılmak zorunda kalır. "Askerlikten çıkanimasının diğer bir sebebi de, üç bin talebesi bulunan mektepte bir hafiye teşkilâtı kuran bakkallara karşı, Ömer Seyfeddin ve bazı sınıfların ileri gelenleriyle birlikte, bir nümâyiş ve boykotaj yapılmasını temin etmesi idi. Bu hadise üzerine Mabeyn’den gelen adamların kurduğu Divanı Harb, evvelâ elebaşı Aka Gündüz'ün pranga edilerek hapsine karar verdi. Mahkeme esnasında nasıl cevap vereceğini, mektepte Baba Kasan lâkabıyla anılan bir yüzbaşı Aka Gündüz'e öğ(2)

Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s;22.


retmişti. Divanı Harb Reisi ona: "—^Seni mahvederiz!" Dediği zaman. Aka Gündüz, tereddütsüz şu cevabı verdi: "—Biz zâtı şahanenin evlâdlanyız ve onun ekmeğiyle bü­ yüyoruz." Beklenilmeyen bu cevap karşısında Divanı Harb Heyeti, Aka Gündüz'ün ayağındaki prangayı sökmeye ve onu serbest bırakmaya mecbur kalmışlardı" Ne şekilde olursa olsun askerlik hayatı sona eren Aka Gündüz, güzel sanatlar ve hukuk tahsili yapmak üzere Paris’e gider ve iki buçuk yıl sonra hiçbirini biteremeden yurda geri döner. Bu defa Hariciye Gümrüğü'ne tayin edilir. Ancak bu işte de fazla kalamaz. Memleket meseleleriyle yakından ilgilendiği için 1910’da Selânik’e sürülür, 31 Mart Olayı üzerine Hareket Ordusu’na katılarak İstanbul'a gelir. Hayatımn bundan sonraki kısmını yazmaya ayınr. Ancak, İstanbul'un müttefikler ta­ rafından işgali üzerine pek çok vatansever gibi o da İstanbul sokaklannda yakalanıp Malta'ya sürülür. Bu sürülüşün hikâ­ yesini kendisinden dinleyelim: "16 Mart... Kara gün...

.

O zaman ben Celâl Nuri Beyle ileri gazetesinde çalışıyor, Ercüment Ekrem Bey’le da Alay adında bir mizah gazetesi çıkarıyordum. Erkenden matbaaya geldim: Kızılca bir kıyamet... Ingiliz zabitleri, memurlar gelmişler, gazeteyi kapatıyorlar. —Bizim (Alay)ı da kapatacak mısınız? dedim. —Alayınız devam edebilir, dediler. Meclisi, imaret kapatır gibi kapatmışlar. Şehzâdebaşında (3)

Yücebaş, Hilmi, a.g.e. s. 3.


Ingilizler uyuyan askerlerimizi süngülemişler. Ortalık karman çorman... Tam bu sırada idi ki muharrir arkadaşlardan Osman Cemal Bey çıkageldi. Sapsan idi, beni bir kenara çekti, soluk soluğa: —Aman, dedi, seni arıyorlar. —Ben kahraman filan değilim, neye arasınlar? —Ben o kadar söylerim işte... Ağzımı aradılar, hem de şiddetli derdest emrinden bahsettiler. Ne olsa, insan beşer, daralınca şaşıyor. Sedat Nuri Bey'in cömertliği üzerinde. Yazılacak yazılara mahsûben bana birçok paralar verdi. Vakit de gecikti. Şimdi nereye gitmeli? Eve gitmek olmaz. Öyle uzun uzadıya akraba falan da yok ki gidip saklanayım. Cevizlikteki ablama gittim. Onun da beni aradıklarından haberi varmış. Tanıdıklarından bir sivil memur gelmiş, ona beni aradıklarını haber vermiş ve: —Burada saklanırsa şüphelenmezler, demiş. Eve girdim, birkaç gün orada kaldım. Fakat fazla durama­ dım. Canım sıkılmaya başladı. Hariçle temas ettim. Anadolu'ya kaçmaya karar verdim ve hazırlığa başladım. Hemen her şey yolunda gidiyordu. Bir de baktım ki ayağımda lostrin ayak­ kabılar... Bu potinlerle dağda, bayırda nasıl yürünür?... Bir spor potini alayım, dedim. Karaköy'e gittim. Potini ayağıma giydim, fakat bir buçuk liram noksan çıktı. îleri matbaasına geldim. Burada oturmanın manası var mı? Çıkıp gitsek... Hayır, adamın ayağına dolaştı mı dolaşır... —Bir çay içeyim, dedim, yukan çıktım. Âlâ...Lonca kurulmuş... Celâl Nuri'yi yakalamışlar... İsmail Müştak Bey şakalaştı: —Bu ne ihtiyatsızlık, pek o kadar görünme, kanşmam...


Çayım yanda kaldı. tçeriye suratsız bir adam girdi. Beni sordu, söyledim ve gali­ ba korkudan olacak, çişim geldi. Çıktım. Herif peşimde. Merdiven başında da kalpaklı iri bir adam bekliyordu. Matbaa müstahdemlerinden biri bu işaretle etrafın sarıl­ dığım anlattı. Merdiven başında aklıma geldi: —Nereye gidiyoruz, diye sordum. —Galatada Ingiliz Siyasi Dairesine! —Sen kimsin? —Memur. —^Türk müsün? —Nene lazım. —Öyle ise vesikam göstermeden seninle bir yere gitmem. —Cebren götürürüz. —Silah istimal ederim. Yalan... Pabuç alacak kadar ahmaklık ederim ama bunu ya­ pacak kadar budala değilim. Herif bana inandı, durakladı. Hüviyet cüzdanım çıkardı, gösterdi. Bunun üzerine yü­ rümeğe başladık" Bu şekilde yakalanan Aka Gündüz, Arapyan Hanı'na götü­ rülür, orada ifadesi alındıktan sonra ertesi günü Tophane Rıhtımı'ndan bir harp motoruyla Malta'ya yollanır. Fakat sürgün hayatı fazla sürmez. Yeni Türkiye Hükûmeti'nin teşebbüsüyle arkadaşlarıyla beraber kurtularak yurda döner. (4> Aka Gündüz , "Mütarekede MaJla'ya Nasıl sürüldük?" H afta, 29 Kasım 1934.


Millet Meclisi’ne mebus seçilerek 1932-1946 dönemi Ankara milletvekilliği göreviyle Meclis'e girer. Günlerini Ankara'da geçirmeye başlar. Oikmen ve Keçiören bağlarındaki köşklerin­ de bir yandan siyaset, bir yandan da yazı hayatını devam etti­ rir. Yaşı da ilerlemektedir. Önce kendisine inme gelir, sonra da kanser olduğu öğrenilir. Onun son günlerini, yakın dostu Ah­ met Muhip Dranas, ölümünden sonra Cumhuriyet'e yazdığı yazısında şöyle anlatır: "Aka'nın son zamanlarını pek iyi bilirim. Hayatın içinden tek tek çekip çıkardığı, hatta, kimisi hâlâ ve sâhiden sağ olduğu halde, romanlarının yüzlerce kahramanı, düşüştü hâlinde bile olsa, onun yanına, yalnızlığına uğrayansıdılar. Demek istiyo­ rum ki, artık yazamıyordu. Zaten sayılı olan dostlan gitgide azalmıştı. Gündeliğin kör akışı ününü, dolayısıyla ilgileri ve pa­ zarını götürmüştü. Fakat o Keçiören'in bir bağ evinde tek başı­ na gene doygun ve ergin yaşıyor, bir günden bir güne içinin aahğını kimseye duyurmuyor, çiğ şafak beyazlığındaki yüzünün nazlı gülümseyişleriyle karanlığını dağıtarak unutuşunu kendi elleri Ue tamamlıyordu. Gerçekten, bir günden bir güne Aka'nın kendinden, kendi­ siyle ilişik herhangi bir olaydan şikâyet ettiği görülmemiştir, değil şikâyet, bahsettiği bile... Sanki o boyunu aşkın kitaplan yazan o değildir, sanki parasızlık çeken o değildir, sanki ar­ kasında koskoca bir mazi bırakan o değildir, her gün ölüme git­ tiğini bilen o değil, unutulan o değil, yalnız kalmış olan o değU... Yalnızlık diyorum. Gömüldüğü gün, bundan beter bir yal­ nızlık olur muydu? diye düşündüğümü hatırlıyorum. Aka Gün­ düz, yaşarken bu saf yalnızlığı bile kuruntu etmemiştir. Ölüme son derece kayıtsızdı. Kanser olduğunu söyledikleri zaman gülümsüyordu ve daima gülümsedi. İnme indiği zaman da hep gülümsedi. Ölümden bu korkusuzluğu, bitişe, kedere bu ya­ bancılığı, bu yaratılış yahut ifade son döşeğinde gövdesi aylar-


ca önce öldüğü halde kafa ve gözlerle Aka'yı daha uzun zaman yaşatb. Vaktiyle, Dikmen'de oturduğu bağ evinin kuyusu civannda ihtiyar bir yılanla dost olmuş, bu güçten düşmüş sü­ rüngeni sofra artıklan ile bir süre beslemiştir. Aka ile o kadar alışmış hayvan, öyle de insanallaşmıştı ki bir zaman sonra bah­ çelerin haşan çocuklanndan bile kaçmaz ve onlara dokunmaz olmuştu. Olabilir ki Aka ölüme de böyle alıştı. Varlığının ka­ fasından aşağı artıklan ile ölümü, dolayısıyla hayatı, birkaç yıl beslediğini bilmiyor muyuz?" Herşeye rağmen, kimsenin yenemediği ölüme o dâ baş eğmiş ve 1958 yılı 6 kasımında perşembe gecesi, saat 3:45'te hayata gözlerini yummuştur.

(5)

Dranas, Ahmet Muhip, "Kaybettigiıniz M illî Deg^Ierim iz, Aka Gündüz", Cumhuriyet, 20.12.1958


B- AKA GÜNDÜZtIN EDEBÎ KİŞİLİĞİ Daha çok roman ve hikâyeleriyle tanıdığımız Aka Gündüz edebiyet âlemine şiirle girmiştir. 28 Mart 1901'de Mecmua-yı Edebiye’de yayınlanan ve "Penrvbe Gül" adınt taşıyan ilk şiirirü Askeri Sınıf-ı Mahsus'ta iken yazmış, burada tarih öğretmeni Hüseyin Haşim’in teşviklerini görmüştür. Bu sırada yazdığı şiirler aruzladır ve Edebiyat-ı Cedide karakteri arzeder. Amatörlüğü Mecmua-yı Edebiye, Malumat, Sabah,trtika, Te­ rakki, Servet, Çocuk Gazetesi, İzmir ve Selanik gazetelerinde geçmiştir. Onda ilk yazı yazma merakını doğuran iki olay vardır. Bun­ lar, onun yedi ve oniki yaşlanndald aşklanyla ilgilidir. Yedi yaşında iken evlerinin karşısındaki konağın yirmi yaşındaki güzel gizi Sayduş'a aşık olur ve bu aşkını bir gün hüsnü hat def­ terine yazar. Bu, ona göre yazı hayatının başlangıcıdır: "Yedi yaşında bir çocuk âşık olursa ve defterini "Ben güzel Sayduş’u seviyo-rum" cümlesi ile doldurursa o cümle üç yüz sayfalık ede­ bi bir eserdir. Ve onu yazan edebiyata intisap etmiştir" Oniki yaşına geldiğinde de Makedonya'da iki yaşındaki bir Bulgar kızını sever. Bu kızm onun üzerinde bir başka tesiri olur: "Beni milliyetçi eden bu güzel Bulgar kızıdır. Ben onun saye­ sinde milliyetçi bir muharrir, has Türkçe yazmaya uğraşan bir insan oldum" diyen yazar, ona tesir eden bu küçük kızla olan bir hatırasını anlatır: "Bir gün herkes çay kenarında toplanmış havaya bakı­ yordu. Sevgilimle beraber biz de gittik. Ne var? dedik. Gündüz havada bir yıldız görünüyor, dediler. Güzel Bulgar kızı ellerini (6)

8

Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s:18.


çrparak oh, oh; diye sevindi. Neye seviniyorsun, dedim? —Ben mi, dedi. Ne zaman güpegündüz havada bir yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin başına bir felaket gelir. Ona seviniyorum... O anda o yıldız bütün cüssesiyle, bütün ateşten savleti ile beynime indi, ve o saniyeden itibaren Osmanlılıktan Türklüğe avdet ettim" Oniki yaşındaki bir çocuktaki milliyetçilik duygusunun şiddeti, onu son derece etkiler ve o hırsla memleketi terkeder. Bu olayı bir mektubunda Ömer Se)^eddin'e de bildirir. Onun tavsiyesiyle bunu bir hikâye haline koyarak İrtika gazetesine gönderir. Fakat neşredilmez. Bu sonu olumsuz biten teşebbüsten sonra Sınıf-ı Mahsus'ta arkadaşlarıyla birlikte Fransızca kıraat kitaplarından ter­ cümeler yapmaya başlar. O günlerdeki hevesli çalışmalarını yine aynı röportaja verdiği cevaplardan öğrenelim: "Bendeki geveze cürete bak ki o sırada VVerther'i, Raphael'i okumak değil de tercümeye kalkışmıştım. Tabii'yaya kaldım. Esbak ablamın tiyatroya merakı vardı. Giderken bana bir çok piyesler bırakmıştı. Birisini adaptasyonun ne olduğunu bilme­ den nakle özendim. Bir yerde "suzişli mektubunuzu aldım" yazmışım. Ahmet "Sinop" o pasajı okudu. Ayol dedi, suzişli de­ mek, acıklı demektir. Halbuki o mektubun münderecatı baştan başa şen, şakrak.... Utandım, bir utandım ki... Bu vakıa da bendeki has Türkçe aşkını takviye etti" . Aka Gündüz'ün, onaltı yaşında iken ilk neşrettiği şiir aruzla yazılmıştır ve Edebiyat-ı Cedide tesirini taşımaktadır. Sade Türkçe yazmaya başlaması da Genç Kalemler'e girişi ile olur. îlk nesrini de onyedi yaşında. Sabah gazetesinde neş(7) (8)

Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s:19. Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s:20.


retmiştir. O zamanlar gazetede Hüseyin Cahit de vardır. Fikrî şahsiyetinin gelişmesinde onun büyük tesiri olduğunu şu cümlelerinde dile getirir: "Benim çocukça yazılarımı ve beni, zerre kadar incitmeyecek muntazaman derç ve hocam Mehmet AU Bey vasıtası ile daima teşçi elti. Ben hürriyeti ve edebiyatı Cahit'ten öğrendim" Aruz veznim Ömer Seyfeddin ile tanıştıktan ve Genç Ka* lemler'de yazmaya başladıktan sonra terkedip heceye geçer. Hece ile yazdığı şiirlerinin ilhamı Trablus ve Balkan harplerine aittir. Bozgundan bozguna giden milletin uğradığı felaketin ve acılarının dile getirildiği elli üç manzumeden meydana gelen kitabına "Bozgun" adını vermiştir. 1918'de yayınlanan Bozgun'dan önceki ilk matbû eseri 19irde çıkan ve Trablusgarp Harbi ile ilgüi hikâyelerden oluşan "Türk Kalbi"dir. Bunu da 1913 tarihli, Balkan Harbi hikâyeleriyle hitabelerden meydana gelen "Türkün Kitabı" takip etmiştir. Yunan, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal savaşlarını gören yazar, halkı teşvik edecek coşkun konuşmalar da yapmıştır. O, pek çok türde yazan bir yazar olduğu kadar, aynı zamanda iyi bir hatiptir. "10 Temmuz inkılâbında Taksim'de Balkan Harbi sıralannda Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa karşısında, şuurlu gençliği temsilen konuşmuştur. İhtiyar Sadrazam —93 Türk Rus Muharebesinin kahramam-Gazi Ahmet Muhtar Paşa, oğlu Mahmut Muhtar Paşa ile Darülfünun'daki harp lehine yapılan nümayişleri teskine çalı­ şırken (7 Ekim 1912 tarihinde) Aka Gündüz gençliğin tercümam olarak ak sakallı müşirin karşısına çıkıp haykıran ve ardında onbinlerce taraftar taşıyan İttihat ve Terkaki’nin heyecanlı ha­ tibi idi.

(9)

10

Es, Hikmet Feridun, Bugün D e Diyorlar

Remzi Kül., Ist-1932, s:204


Aka Gündüz, Meşrutiyet yıllarında hatiplik yaparken, diğer taraftan harp lehinde (Tanin)de millî yazılar neşrediyordu. 23 Ocak 1912'de yapılan (Babıâli) baskınında da rahmetli hatip (Ömer Naci) ile, sesleri kısılıncaya kadar milleti süreklemek için haykırmışlar ve muvaffak olmuşlardı" Onun hitabeleri savaş yıllarında halk üzerinde çok etkili olmuştur. Aka Gündüz, hatipliğinin yamnda iyi bir gazetecidir de. Elli yıla yaklaşan sanat hayatında pek çok gazete ve mecmuada çahşmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Mâlûmât, Çocuk Bahçesi, Zaman, Genç Kalemler, Hak ve Kadın, Tercüman-ı Hakikat, Tarih, CiKat, Hak Yolu, Bahçe, Karagöz, İleri, Alay, Guguk, Mücadele-i Milliye, Peyam-Sabah, Yenigün, Tan, Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye, Milliyet, Hayat Mecmuası, İzmir, Selanik ve Adana Vilayet gazeteleri, İrtika, Aşiyan, Türk Yurdu, Tercüman, Haber, Açıksöz, Gece Postası, Hizmet ve Ahenk. Bu gazete ve mecmualarda değişik isimler kullandığı da olmuştur. İzmir’de çıkan Hizmet ve Ahenk'te Muallim ve Avni, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin himayes,iyle çıkarılan "Kadın" mecmuasmdâki kadmlarla ilgili yazılarında Seniha Hikmet, edebî ve mizahî yazılarında Serkengebin Efendi imzalarını kul­ lanmıştır. Enis Avni, Enis Saffet isimleri de yazarın kullandığı diğer isimlerdir. Aka Gündüz pek çok yazan okumuş, tanımaya çalışmış, an­ cak hiçbirinin tesiri altında kalmamıştır. Hangi roman ve ro­ mancıyı sevdiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "... Bizimkilerden Halit Ziya’yı, Yakup Kadri’yi, Hüseyin Rahmi. Halit Ziya'da edebiyatın ardekoratifini buldum. Yakup Kadri’de Türk dilinin asaletini gördüm. Hüseyin Rahmi'de ken­ dimizi öğrendim. Fakat yazılarımda hiçbirinin tesiri yoktur. (10)

Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s: 32.

11


üçünü de bir insanın sevebileceği kadar severim. Ecnebiler arasında Balzak'ı, Zola'yı, Anatole France'ı, Bayron'ı, Musset'yi, Maupassant'ı, Henri Bemstein'i ve biraz da Moliere'i severim. Niçin biraz? Onu bilemem. Belki az oku­ duğumdan. îskandinavlardan çok okumadım. Fakat okuduk­ larım içinde "Lomanşane" "Gabriya" adlı roman üzerimde bü­ yük tesir bıraktı. Maxim Gorki ve Tolstoy işte iki engin atlas denizi... Gote ve Schiller'den pek az biliyorum ve başka Alman Edebiyatına hiç vâkıf değilim. Dil eksikliğinden. Maatteşekkür Dante'yi okudum. Ve maateessüf Danoacio'yu okuyamadım. Bugün İtalyan Edebiyatında kuvvetli bir kadın var, buldukça onu okuyorum. Edebiyat haricinde çok okuduklarım Bakunin, Koropotkin... Şarkta Hafız'ı, Kaani'yi, hatta Ubeyt Zakaniyi temaşa ettim. Bu yolda bana rahmetli Hüseyin Kani çok yardım etti. Araptan birşey bilmiyorum. Ve Hindin Tagore'ndan hiç ama hiçbir şey anlayamadığımı —ayıp olsa bile— itiraf ederim" Piyes, hikâye, şiir, roman gibi edebiyatın hemen her nevinde eser veren Aka Gündüz özellikle 1927’den sonraki roman ve hikâyeleriyle edebiyat dünyamızda haklı olarak kendine önemli bir yer hazıılamıştır. En tanınmış eserleri, İstiklâl Savaşı'ndan sonra yazdığı romanlarıdır. îsmail Habib Sevük'ün dediği gibi "O artık romancılıkta meşhurdur. Hem de Varna tavuğundan daha velût bir romancı"dır Sayılan yirmi üçü bulan ’İJU romanlannda geniş halk zümrelerinin ve her türlü ictimâî sar­ sıntılar yüzünden ıstırap çekenlerin hayatı. Aka Gündüz'ün mil­ let sevgisi ve hayal tecrübeleriyle birleşerek, kısa ve hararetli cümleleriyle hikâye edilmiştir" "Aka Gündüz’ün romanlannda; fazilet, riya, baştan çıkanl(11) (12) 03)

12

Yücebaş, Hilmi, a.g.e., s: 23-24 Sevük, İsmail Habib, Tazminattan beri Edebiyat Tarihi*!, Ist-1942, s: 373. Banarlı, N.Sami,.Re8İmUTürk Edebiyatı Tarihi» s; 1242,


mış kızlar, istemiye istemiye fena olmuş insanlar, keskin, aa, is­ yan ettirici, bazen ağlatia bir lisanla çarpışırlar. Onun romanlarındaki belli ba^ı tipler arasmda; havaî, zayıf ruhlu, akıllı, ciddî kadın ve erkekler, saf ve masum, sakin bir hayat yaşarken, yahut hayatta sığınacak bir yer bulmak için çır­ pınırken yoldan çıkarılan kızlar, iğfal edilen ev kadınlan, keyif verici muzır maddelerin tesiriyle harap olanlar, bunlardan başka bilhassa büyük inkılâpta çalışan kahramanlar, fedakârlar ve Türk büyüklüğünü ve faziletini temsil edenler vardır. Romanlanmn en kuvvetli tezlerini; fazilet ile ahlâksızlığın çarpışması teşkil eder. Bunun etrafmdaki tahlillerinde de mu­ vaffak olur. Fena itiyadlan teşri eder, hilekârlara, cahillere, se­ ciyesizlere sert ve barut gibi bir lisanla; zavalhlara, acizlere aayan, şefkat duyan bir ruhla hitap edCT" Onun hikâye ve romanlan geniş bir coğrafya sahasına sa­ hiptir. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere, batıdan doğuya, Kastamonu, Çankın'dan Toroslara kadar uzanan Anadolu, İran, Kuzey Afrika ve Avrupa'nın bazı şehirleri ile Malta, ro­ man konulannın geçtiği muhitlerdir. Vak’alar ise toplum hayatımızın aşağı yukarı yarım asırlık kısmından almmışhr. "Aka Gündüz'ün romanları ve hikâyeleri başh başına bir kıymeti haiz bulunmaktadır. Aka Gündüz'ün halkçı ruhu, bil­ hassa ıstırap çekenlere karşı acı duyan İnsanî kalbi, bu ge­ niş kadrolu mevzulann ifadesinde ekseriya dokunaklı bir lirizm çeşrüsi de vermektedir" Aka Gündüz yazdığı hikâyeleri yedi kitapta toplanmıştır. Bunlar Türk Kalbi (1911),Türkün Kitabı (1913), Hayattan Hi­ kâyeler (1928), Demirel (1930), Meçhul Asker (1930), Gazi'nin Gizli Ordusu (1930), Türk Duygusu (1941) adlı eserlerdir. (14)

Uraz, Mıırat, A ka Gündüz, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Eserlerinden Parçalar, Semih Lütfi Erdyes-Suhulet Kit., lst-1938, s: 6. (15) Yazar, Mehmet Behçet, "Edebiyatçılanmızı Tanıyahm, Aka Gündüz", .Ye» digün, c 14, s: 347,1939, s: 15.

13


Bu eserlerde yer alan hikayelerde savaş içindeki Türk toplumunun durumu, misafirperverliği, gelenek ve görenekleri, cephedeki askerle hasret çeken analarm karşılıklı duygulan, özlemleri, Türk olma gurur ve şuuru, Türk’ün kuvvetii olduğu inana yazann samimi üslubuyla dile getirilmiştir. Eserlerinde hikâyelerin yamnda şiirler, mektuplar da vardır. Bunlarda da konu hemen hemen aynıdır. Aka Gündüz'ün hikâyeleri estetik endişeden uzaktır. Amaa, halka okuma zevki aşılamak, taze dimağları ve aile ocaklarım mevzuları sefil ve tehlikeli olan pis tercemelerden korumak, geçmişin iyi ve kötü taraflarını, inkılâbın büyüklüğünü göster­ mektir. Zira o, edebiyatta, sanatta, hayatın bütün işlerinde hallüi faydalı olnwık fikrine inanmıştır. Edebî ölçülerin ikinci dere­ cede kalmasına aldırmadan, okuyamn, okuduğunun zevkim, tadmı duymasına daha fazla önem vermiştir. Bu düşünce, ona göre millî bir vazifedir. Onun hikâyelerini bu bakımdan Ömer Seyfeddin, Ahmet Hikmet, Refik Halit gibi yazarların hikâ­ yeleriyle karşılaştırmamak gerekir. Hikâyeler teknik ve tahkiye kusurlarına rağmen terdit bakı­ mından başarılıdır. Akıcı ve süsten uzak bir Türkçe ile yazılmış bu hikâyelerin zamanında çok ilgi gördüğü muhakkaktır. "tik hikâyelerinde çok samimi bir milliyetçi ve idealist olarak görülen Aka Gündüz, taşıdığı büyük gözlem kabiliyeti ile za­ manla kuvvetli bir realizme ve hatta natUralizme kaymıştır. Roman ve hikâyelerinde çok değişik karakterlere ve çevrelere rastlanır. Ancak olaylardan çok, karakterlere değer verdiği ve onları çok kuvvetli bir realizmle tasvir ettiği görülür. Gerek romanlan ve gerekse hikâyeleri teknik bir mükemmelliğe erişe­ medikleri gibi, konuşmaların çok canlı oluşlanna karşılık, za­ man zaman mizahlaşan üslûbunda bir özeniş de göze çarp­ maz" (16)

14

Akyüz, Kenan, M odem Türk Edebiyatanın Ana Çizgileri, A.Ü. Bas., 1979, s: 183.


Aka Gündüz'ün dikkati çeken bir yönü de 050ın yazarlığıdır. Yazdığı onbir oyunun adlan şunlardır: Muhterem Katil (1914), Yanm Türkler (1919), Köy Muallimi (1932), Yılmazların İkizler (1932), Beyaz Kahraman (1932), Yanm Osman (1933), Gazi Çocuklan îçin-1,2,3 (1933), Mavi Yıldırım (1934), O Bir Devirdi (1938). Bu eserlerin konulan gerçek hayattan alınmıştır ve inan­ dırıcı özelliklere sahiptir. Muhteşem Katil'de Kafkas Türkle­ rinden olan Doğan’m Ruslara karşı mücadelesi ve bu müca­ deleye ihanet ederek Ruslara hizmet veren kardeşini öldürmesi konu edilmiştir. Yarım Türklerde kocasını aldatan bir kadının ihaneti ile uzun süre Avrupa'da kaldığı için kendi değerlerini unutan insanlann içine düştükleri garip durumlar sergilen­ miştir. Köy Muallimi'nde idealist bir köy öğretmeninin köye ve köylüye ettiği hizmetler anlatılırken köylünün cehalet ve taas­ subun etkilerinden kurtanimasmda öğretmenlerin oynadığı rolün büyüklüğü vurgulanmaya çahşılmıştır. Yılmazlann İkizler'de hayatın güçlükleri karşısında yılmadan çalışan ikizkardeşlerin verdikleri mücadelelerle elde ettikleri başanlar or­ taya konularak ideal insan tipleri çizilmiştir. Beyaz Kahraman'da ise bir başka idealize edilmiş tiple karşılaşmz. Ömrünü millet hizmetine adamış altmış yaşındaki Profesör Türkoğlu Dayan'ın vatan ve millet sevgisi uğruna, hayatına malolacak büyük bir fedakârlığa katlanacak kadar kuvvetli olduğunu görürüz. Yanm Osman'da Cumhuriyet’in ilânı dolayısıyla köy­ lülerin, maziyi hatırlayarak yaptıklan kutlama şenlikleri konu edilirken, Türklerin hürriyetleri için yapamayacaklan şey yok­ tur, mesajı verilmek istenmiştir. Çocuklar için yazılmış üç ciltlik Gazi Çocuklan îçin adlı eserde de çocuklara yerli malı kullan­ ma ve tasarruf fikrini aşılama düşüncesi vardır. Mavi Yıldırım'da Türk milletinin azmi ve çalışkanlığına dikkat çekilerek istiklâl Mücâdelesi’ndeki zorluklar dile getirilmiştir. O Bir De­ virdi adlı eserde de yine Türklerin mücadeleci ve cesur insanlar

15


olduklan vurlgulanırken padişah taraftan cahil ve mutaassıp kişilerle yaptıkları mücadeleler ve kazandıkları başarılar or­ taya konmuştur. Eserlerin en önemli tezlerini romanlarında olduğu gibi, fa­ zilet ile ahlaksızlığın, iyilikle kötülüğün çarpışması teşkil eder. Fazilet ile iyiliğin galip geldiği bu eserlerin temel dayanağı sev­ gi ve merhamet duygulandır. Kahramanlar da bu teze uygun­ luk gösterirler. İyiler tamamen iyi, kötüler de tamamen kötü­ dür. O Bir Devirdi'deki Mehmet Yurdun iyi, Tomruk Hoca kötü; Mavi Yıldirım'daki Vural, Türköz, Ayşe ve Yalçın iyi. Fi­ niz kötü tiplerden birkaçıdır. Ancak, acıma duygusu ağır basan yazar, zaman zaman bazı kahramanlanna doğru yolu buldu­ rur, ya da cezasız bırakır. Mavi Yıldirım'daki Firuz cezaya çarptmlmazken, Yanm Osman'daki Mültezim ile kâtibi yaptıklan kötülüklerden sonra iyi görevlere getirilirler. Yanm Tüıkler'deki Süheylâ yaptıklanna pişman olarak tekrar koca­ sına döner. Yazarın bu davranışı, ahlâkçı tutumuna bağla­ nabilir. Eserlerindeki kahramanlar iki grupta incelenebilir. Birinci gruptakiler fedâkâr, vatanını ve milletini seven, hürriyet âşığı, istidattan ıvefret eden, Mustafa Kemal ve inkılâplarım destek­ leyen, Türk'lük idealini taşıyan, cesur kimselerdir. Bunlar, ya­ zarın idealizminin temsilcisidirler. Doğan, Öğretmen Ünlü, Günsel, Ozan, Mehmet Yurdun, Vural, Türköz, Ayşe, Yalçın bu ideal tiplerden bazılarıdır. İkinci gruptakiler de birinci grupta­ kilerin aksine Mastafa Kemal ve inkılâplarına muhalif, mevkii­ ni kullanarak saf ve masum halkı aldatan, din adamı hüviyetine bürünen yobaz kişilerdir ki, bunlar arasında Tomruk Hoca, Mültezim ile kâtibi. Finiz sayılabilir. Kişilerle isimler rasmda da bir münasebet vardır. Genellikle idealize edilmiş tiplere Türkçe isimler (Türkoğlu Dayan, Tür­ köz, Yurdun, Doğan, Yalçın v.b.) verilirken, olumsuz tiplere de yine tipe uygun isim (Tomruk Hoca, Kalpazan Hafız) verilmeye 16


dikkat edilmiştir. Realist bir görüşe sahip olan yazann ifade şekli de ona uy­ gun olarak süsten ve gereksiz teferruattan uzaktır.Cümleleri kısa, sözleri açıktır. Ancak o, teknik mükemmellikten ziyade teze önem veren bir yazardır. Hemen her eserinde belli bir sos­ yal meseleyi ele almış, bunun toplum ve insan üzerindeki yıkıcı tesirlerini göstermiş, tedavi çarelerine bakmıştır. Toplumu her yönden eğitme amacını güttüğü eserlerinde cehaleti ve batıl inançlan yermiş, yenilikleri benimsetmeye gayret etmiştir. Ölü­ mü dolayısıyle taziyetlerini ifade eden Rıfat Necdet Evrimer'in dediği gibi, "Aka Gündüz, roman ve hikâyeleriyle bu toprağın adamı, bu toprağın yazarı, insanm ve insanlığın dostu oldu­ ğunu gösterdi, tnsan ufkunun aydınlanması ve toplum haya­ tının yükselmesini istedi. Ölümü ile arkasında bir boşluk bırak­ tı" «7).

(17)

Evrimer, Rıfat Necdet, "Kaybettigiıniz Bir Değer", Son Posta, 26.12.1958.

17


C

AKA GÜNDÜZİJN ESERLERİ

ŞİİR KİTABI

BOZGUN: Millî ve Vatanî Şiirler, Kanaat Mat., Dersaadet-1334/1918,167s. Aka Gündüz doğup büyüdüğü Rumeli topraklannın Balkan harbinden sonra elden çıkmasını bir türlü hazmedemiyerek üzüntüsünü şiirlerinde gizlemiştir. Bozgundan bozguna giden milletin uğradığı felâketin ve acılannın dile getirildiği elli üç manzumeden meydana gelen kitabına da "Bozgun" adını ver­ miştir. Bozgun'da vatanın dağılmasına sebep olanlar suçlana­ rak, atalarımıza karşı sorumluluğumuzu yerine getiremediğimizden dolayı utanç duymamız gerektiği hususu vurgu­ lanmıştır. Eser dört bölümden meydana gelmiştir, tik bölümün şiirleri. Bozgun, Ah, Dertleşme: Gençlik Tereımümü, Seher Yıldızı, Re­ dif ve Hakikatin Rüyası'dır. İkinci Bölüm, "Birkaç Mersiye" başlığı altında toplanan beş şiirden meydana gelir. "Mukad­ desat" başlığı altında da on yedi şiir bulunmaktadır. Yirmi beş şiirden meydana gelen "Millî Türküler" bölümü, kitabın son bölümüdür. Şiirlerin hepsi hece vezniyle yazılmıştır. Edebî sanatlardan uzak, sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınan bu şiirlerde şair, bazen bir hatip gibi haykırarak hezimetin suçlulanndan hesap sorarken, bazen de derin derin düşünür, inler. Ama hiçbir za­ man ümidini kaybetmez. 18


TİYATRO ESERLERİ

MUHTEREM KATİL: Zarafet Mat., îst-1914, 84 s., 3 Perde. Vatanın kurtuluşu uğrunda kardeş katili olan bir kimsenin muhterem bir katil olacağı düşüncesinin verilmek istendiği eserde olaylar şöyle gelişir: Kafkasya’daki bir orman köyünün yiğidi olan Doğan, Bal­ kan muharebelerinden tanıdığı, aynı zamanda kızkardeşinin nişanlısı olan Can ile Kafkas ihtilâli ve kurtuluş günlerinin gel­ mesi hakkında konuşurlarken, bekledikleri çobanın gecikmesi üzerine telâşlanırlar. Çobanın gecikme sebebi, yolda Moskof karakolunu basmaya hazırlanan Yakup ve adamları tarafından çevrilmesidir. Yakup, onun Doğan'ın yanında çalıştığını öğ­ renince selâm göndermiş ve bir gün ziyaretine geleceğini söylemiştir. Onun selâmı Doğan için ümit kaynağı olur. Doğan'ın üvey kardeşi Şahin bir Rus subayıdır. Rus Generali­ nin Tiflis’e gitmesi münasebetiyle yolların emniyeti işi ile görevlidir. Etrafın Türk ihtilâlcileri tarafından sarıldığını öğrenince, geceyi Doğan'ın evinde geçirir. Doğan'ın arka­ daşlarının durumu öğrenmesi üzerine. Şahin, erkenden evi terketmek ister. Doğan’ın ona engel olmak istemesiyle aralannda tartışma çıkar. Doğan, kardeşine, herşeyden önce Türk oldu­ ğunu hatırlatarak ihanetten vazgeçmesini söyler. Şahin, gece­ leyin generalin köşkünün basılması için hazırlanmış planlan alıp kaçmak düşüncesiyle ikna olmuş gibi görünür. Ancak, Doğan’ın zamanında müdahalesiyle aralarında çıkan silahh çatışmada ölür. Bu olaydan sor\ra ninesi Doğan’a "Muhterem Katil" namını verir. Öte yandan Yakup ve arkadaşları köşkü basarlar. Doğan'ın yaralanarak öldüğü çarpışma, başarı ile sonuçlanır. Muhterem Katil oyunu zamamnda büyük ilgi görmüştür. E­

19


serin girişinde de belirtildiği gibi "Donanma Cemiyeti Heyet-; Temsiliyesi tarafmdan yirmi defadan ziyade vaz-ı sahne edil­ miş ve hepsinde mazhar-ı takdirat olmuştur". Oyunun dilinin anlaşılır olması, şahıs kadrosunda kusurlu bir durumun bulun­ maması, mekân çokluğu ve karışıklığmm görülmemesi gibi özellikler sahnede beğenilme ve anlaşılma şansını arttırdığı gibi, eseri başarılı da kılmıştır. YARIM TÜRKLER; Kanaat Mat., Ist-1919,112 s., 3 Perde Türk âdet ve geleneklerine bağlı, kültürlü bir insan olan Ce­ mil'in, uzun süre Avrupa'da kaldığından kendi değerlerini unutmuş, Avrupai yaşayışı benimsemiş kansı Süheylâ tarafından aldablmasınm konu edildiği eserde olaylar dizisi şöyledir: Cemil, babası Türk, annesi Atina’lı bir şantöz olan, çocuklu­ ğu Avrupa’da geçmiş Süheylâ ile evlenir. Onun Türk âdet ve geleneklerine bağlılığı, serbest yaşayışa alışmış olan kansı ile anlaşmalanna engel olur. Halbuki, o Süheylâ'yı kendine uydur­ mayı düşünmüş, aksi olunca da mutsuz olmuştur. Bu yüzden si­ nir krizleri geçirir. Kendisini tedavi eden Doktor Muvaffak ile karısının arasında bir ilişki vardır. Karısını hâlâ sevmekte oluşu, itibarına ve çocukluğuna düşkünlüğü ayrılmalannı güç­ leştirir. Süheylâ'mn pervasız davranışlan karşısında ne yapa­ cağım şaşırmıştır. Süheylâ o kadar rahattır ki, bu dav­ ranışlarını Cemil’in kızkardeşi Şefika ile eniştesi Safvet'in yanında da sürdürür. Hattâ doktora odasında randevu verir. Bu daveti duyan Safvet, Doktor Muvaffak ile görüşerek, ran­ devuya gitmemesi halinde Cemil'in Süheylâ'dan boşanması için yardım vadeder. Doktor ise Süheylâ ile evlenemeyeceğini, çünkü hem sütkardeşi hem de kendisinden büyük olduğunu söyler. Olanlar karşısında çok şaşıran ve sinirlenen Safvet, doktoru tokatlar. Cemil'i boşanmaya razı edemeyince karısını alıp köşkü terkeder. Randevu gecesi tekrar köşke gelir. Fakat,

20


yaptıklanna pişman olan Süheylâ'nın, doktoru odasına alma­ ması üzerine hayrete düşer. Hemen ortaya çıkarak, daha önce doktorun, hakkında düşündüklerini Süheylâ'ya anlatır. Foyası meydana çıkan doktor, silahına davranırsa da Safvet silahı* elinden almayı başarır. Süheylâ Safvet'ten özür diler. Bu sı­ rada gürûtüyü duyan Cemil gelir. Süheylâ ondan da özür di­ ler. Karısını çok seven Cemil, onun kendisine döndüğünü bir türlü inanamaz. Tazminat’tan beri eserlere konu edilen yanlış batılılaşma so­ nucu kendi değerlerini unutan insanların içine düştükleri du­ rumlar ve bunun Türk ailesi üzerindeki olumsuz etkileri sergile­ nirken sade bir dil kullanılmıştır. Ancak zaman zaman Fran­ sızca kelimelere de yer verilmiştir. Bu tutum, karakterleri daha iyi tanıtmak ve onlan hicvetmek amaa gütmektedir. Konu ile anafikir arasında bir uyum vardır. Bu tip insanlan tam olarak Türk saymaya imkân yoktur. Vak'amn kuruluşu ile kişilerin tanıtımı başarılıdır. Eser, gerek vermek istedikleri gerekse dönemin sosyal ve siyasî hayatını aksettirmesi bakımından önemlidir. KÖY MUALLİMİ: Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1932, I Perde. Cumhuriyetin ilk yıllannda Batakoba köyüne gelen idealist bir öğretmenin köylülere ettiği hizmetlerin anlatıldığı bu eserde, köylünün aydınlatılması ve kalkındırılmasında öğret­ menlerin oynadığı rol ve taşıdıkları sorumlulukların önemi vur­ gulanmıştır. Tiyatro tekniğine aldırış edilmeden yazümış ve üç beş uzun konuşmadan meydana gelmiş eserde öğretmen Ünlü bataklıkla çevrili —^bu yüzden köy bu adı almıştır— ve harap olan Ba­ takoba köyünde önemli işler başarır. Köyden bir heykeltraşla bir mühendisin yetiştirilmesine yardımcı olur. Köyün mimarisi­

21


ni modernleştirir. Köylüye ışık tutar. Köyün adını da Işıkoba'ya ^virir. Otuz yıl hiznvet verdiği bu Vöyde bazı geri kafalıların muhalefetine rağmen yine de çok sevilir. Bir perdelik eserde dil sade ve akıadır. Şahıs kadrosu ol> dukça kalabalıktır. Olaylar az ve zayıftır. Teknik açıdan pek başarılı olmayan bu eserde asıl önemli olan tezdir. YILMAZLARIN İKİZLER: Hakimiyet-i Milliye Mat., 1932, 55 s., 3 Perde. Hayatın güçlükleri karşısında azimle ve yılmadan çalışan insanların başanh olacakları düşüncesinin verilmeye çalışıldığı bu eserde, ikiz kardeş olan Günsel ile Özcan'm verdikleri müca­ deleler konu edilmiştir. Günsel ile Özcan ikiz kardeşlerdir. Babası Yılmazoğullanndan olduğundan "Yılmazların İkizler" olarak amlırlar. Ro­ matizmalı anneleri ile birlikte yaşayan ikizlerden Özcan lise son sınıf öğrencisi. Günsel de bir madamın atelyesinde şapkacıdır. Madamın, kendisini rakip görmesi ve iyi davranmaması üze­ rine atelyeden aynlan Günsel, bir süre iş arar. Özcan ise tabe­ lacı Ekrem Efendi'nin yanına kalfa olarak girer. İlk tabelasını kızkardeşinin kuracağı atelye için yazacaktır. Günsel günlerce iş arar ve eve eli boş döner. Ancak, ümidini kaybetmemiştir. Dinamik ve enerjiktir. Tek arzusu, madama yarınki Türk kızlannı göstermek olduğundan çok hırslıdır. Bir gün yabancı oyuncak ve eşya satan bir mağazaya iş için başvurur. Müşterilerine ve çalışanlarına kötü davranan, barda bir sevgilisi olan mağaza sahibi ona dUend muamelesi yapar. Buradan gururu incinmiş olarak ayrılır. Günsel'in hayal kırıklığına rağmen Özcan ümitlidir. Hayalinde Türk sahnelerinin en büyük sanatkarı olmak vardır. Bu amaçla Halkevi Tiyatro Müdürü ile görüşmüştür. Babasının arkadaşının oğluna da dil dersi vere­ cektir. Yine, babasının arkadaşı bir fabrika müdürüyle anla­

22


şarak, Günsel'in şapka atelyesi için malzeme alacakbr. Evi ipo> tek etmeye hazırdır. Baba dostu müdür, ona güvenir ve imza karşılığı mal vermeyi taahhüt eder. Evin bir odasını atelye ha­ line getirirler. Aradan on yıl geçer. Günsel meşhur bir modacı, Özcan da Cenevre Beynelmilel Edebiyat Cemiyeti’nin tiyatro ödülünü de kazanmış ünlü bir aktördür. Herkes onları konuşmaktadır. İnkılâpçı gençliğin hırs ve azminin neler yapabileceğini göstermişlerdir. On bir yıl içinde madam rekabete dayanamayıp gitmiş, Günsel evlenmiş, bir çocuğu olmuştur. Bir gün mağazaya sefil bir adam gelir. Bu, yıllar önce Günsel'e iş vermeyen mağaza sahibi Gaffarzade*dir. Şimdi iflas etmiş, Günsel'den iş istemektedir. Günsel onu Sivas şubesine hem ortak hem de aylıkçı olarak gönderecektir. Evinde misafir eder. Kendisini tamtmamaya gayret ederse de adam onu tanır, özür diler ve duygulanarak gençlere biıbirlerini sevmelerini öğütle­ yen bir nutuk verir. Eserde konu ile anafikir arasına sağlam bir bağlantı vardu*. Diğer eserlerinde olduğu gibi burada da dil akıa ve yapmacıksızdır. Şahıslar gerektiği kadar tanıtılmıştır. Teknik yönden da başarılı olan eserde tez yine ön plandadır, tnkılâbm geçlerini temsil eden Günsel ile Özcaıv yazann idealizmine uygun olarak, çalışkan, azimli ve hayatm güçlüklerine karşı yılmadan göğüs geren tipler olarak çizilmişlerdir. BEYAZ KAHRAMAN; Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1932, 34 s., 1 Perde. Vatan, millet sevgisinin kutsal olduğu fikrinin işlendiği bu eserde, altmış yaşındaki bir Türk doktorunun üım buluşu ve bunun hayatını nasü etkilediği anlatümıştır. Eserde olaylar dizisi şöyle gelişir: Halk Bakımevi'nde o gün farklı bir gün yaşanmaktadır. Herkes telaşlı ve sevinçlidir. Profesör Türkoğlu Dayan Bey'in

23


)ânni beş yıl önce bulduğu kanser tedavisinin joldönünnüdür. Bu, övünülecek bir durumdur. Dünya da onu ve şahsında Türk milletini kutlamaktadır. Beynelmilel Tıp Profesörleri Cemiyeti namına Profesör Gün Bey de kendisini ziyarete gelir. Türkoğlu ona yeni buluşundan sözeder. Yardıması Doktor Olcay Hanım'la yeni bir keşif yapmışlardır. Bu atomları eskiyen (yaş­ lanan) insana yeni bir hayat veren serumdur. Gün Bey he­ yecanlanarak haberi dünyaya duyurmak ister. Türkoğlu ise şimdilik erken olduğu inancındadır. Profesör yıllar önce vere­ min de tedavisini bulmuştur. Dünyamn her yerinden tebrik tel­ grafları gelir. Halk kliniğe akın eder. Profesör balkondan onla­ ra seslenir. Kendini yetiştiren milletine teşekkür eder. O gece bir yemeğe davetlidir. Ama, ondan önce laboratuvanna gide­ rek, daha önce Doktor Olcay'da deneyeceği son deneyini kendi üzerinde yapmaya karar verir. Ancak, ilaç aksi tesir yaparak ölümüne sebep olur. Ölmeden önce çevresindekilere vasiyette bulunarak laboratuvarda çalışmalarını ister. O, beyaz kahra­ mandır. Hayatına malolan bu deneyi, hem milletinin sesini dünyaya duyurmak, hem de insanlığa faydalı olmak için ger­ çekleştirmiştir. Eserdeki isimler de mânâlıdır: Türkoğlu Dayan, Gün Bey, Varol, Olcay. Eserin adı, kahramanlan, konusu ve ana dü­ şüncesi arasmda ilgi kurulmuş, şahıslar iyi tanıtılmış, dil sade­ liğini korumuştur. Yazann bir başka idealini yanatan bu eser de tezli eserler arasındadır. YARIM OSMAN: Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1933, 16 s. (Köy Piyesi) Hürriyetin insan hayatındaki öneminin vurgulandığı eser­ de, istibdaddan bunalımş köylülerin Cumhuriyetin ilânıyla ra­ hat nefes almaları ve geçmişteki sıkınhlan hatırlayarak yaptıklan şenlikler anlatılmıştır.

24


Yanm Osman, muhtar ve köylüler İhtiyar Odası'nda konu­ şurlar. Konu, tstiklâİ Mücadelesi, Mustafa Kemal'e güvenme ve destek verilmesidir. Yıllardır istibdat ve zulmün ezidliğiıvden inleyen köylü, padişah ve halifenin işgal kuvvetleriyle bir olup milletin namus ve can güvenliğini tehlikeye atacağım bilmektedir. Emine kadınla gelininin başına gelenler unutulacak gibi değildir. Artık, gerçekleri görmenin, Mustafa Kemal'e güvene­ rek destek vermenin zamanı gelmiştir. Hâl böyle iken, padişa­ hın temsilcisi olan Mültezim aşar yüzünden Yanm Osman ile tartışır ve onu jandarmaya şikâyet eder. Jandarma ile muhtar, Yanm Osman'm tarafım tuttuklanndan Mültezim ile kâtibini tutuklarlar. Bu arada Yüzbaşı Mehmet köye gelerek eli silah tu­ tatılan cepheye göndoir. Mültezim ile kâtibini de Türklükle­ rinin şuuruna vardınr. İstiklâl Mücadelesi'nin kazamiması üzerine Mültezim'e İstiklâl madalyası verilir. Kâtibi de nahiye müdürü olur. Yanm Osman da ölen muhtann yerine geçer. Cumhuriyet'in ilâm ile herkes rahat bir nefes alır. Köylülü ile öğretmen Cumhuriyet'in ilânım kutlamak için şenlikler düzen­ lerler. Bu şenlikte Yanm Osman bir nutuk verir. Bımdan böyle hem kendirün hem de milletinin bütünlendiğini bildiren nuücunu, on yıl sonra tekrar aym ya'de buluşmak ümidi taşıdığım söyleyerek bitirir. Yanm Osman, yazann diğer eserleri gibi tezli bir oyundur. Türklerin, hürriyetlerine kavuşmak ve onu korumak iç n gere­ ken her şeyi yapabilme azmine sahip olduklan fikri sanat kav­ gası güdülmeden verilmiştir. Kalabalık bir şahıs kadrosuna sa­ hip olan eserde mekân çokluğu da görülmez. Eserin girişinde de belirtildiği gibi, "Sahne ve dekor için kat'i kayıt yoktur. Mektep salonunda, kahvede, açıkta, tiyatroda, her yerde kolayca temsil edilebilmesi için sahne ve dekor seıbest bırakılmıştır. Yerin ka­ biliyetine ve eldeki vasıtalara göre yapılabilir".

25


GAZİ ÇOCUKLARI İÇİN: I- Ulus Bas., Ank-1933, 23 s. Sosyal faydaa prensibe sahip olan Aka Gündüz, çocuklara hitabeden üç cilt tutarında küçük piyesler yazmışbr. Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti tarafından basılan bu eserler, 3., 4. ve 5. Tasarruf ve Yerli Mallar Haftası'nda bütün Türk mektep­ lerinde oynanmak üzere yazılmıştır. Gazi çocuklarına yerli mah kullanmak ve tasarruf fikrini aşılamak gayesiyle kaleme alıı\^ eserlerde konu hemen hemen a)mıdır. Piyeslerin çoğu manzum­ dur ve hece vezni ile yazılmışlardu*. Çocukların aıüayabiieceği bir dilin kullamimış olması da yazarın ustalığım ve başarısını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Eserin birinci cildinde üç piyes vardır: MONOLOG: Gazi çocuğu olduğunu ve yerli malı kul­ landığını kurumlanarak hatırlatan bir çocuk, yerli malım Ummayan; tanımadığı için sevmeyen ve yabana mala hay­ ranlık duyan başka bir çocukla konuşur. Gazi çocuğu, ona ve diğerlerine tutumlu olmak ve yerli malı kullanmak konusımda tavsiyelerde bulunur. KUMPARA: Çankaya (Erkek) ve Özdilek (Kız) adlarındaki iki çocuğun kumbara ve para konusundaki düşüncelerinin an­ latıldığı bu küçük piyeste de tutumlu olmamn inşam mutlu edeceği fikri verilmek istenmiştir. MALLAR MEYDANDA: Bir perdelik eserde birkaç çocuk a* ralarında konuşurlar. Süslü çocuk, memleketinde ne yetiş­ tiğinden habersiz olduğundan yabana memleketlerden gelenle­ ri beğenir. Özünde duygu olmadığından kendini unutmuştur. Sade çocuk onun bu haline acu*. Fakat kabahat onda değil, ona birşey öğretmeyenlerdedir. O, kendi pasım silmeli, gözünü açp

26


Türk olduğunu bilerek yerli malı kullanmalıdır. Daha sonra meyveler kendilerini yabancı hayram çocuğa tanıtırlar. Süslü çocuk tadlanna baktıktan sonra onlan beğenir. Herşeyi öğrenmiştir. Gönlünü onlara verir. Bütün çocuklar onu aralarına alarak bir dostluk örneği meydana getirirler. GAZÎ ÇOCUKLARI İÇİN; II- Hakimiyet-i Milliye Bas., Ank1933,24 s. SATICI DEĞİL NAH KAFA: Bir çocuk kriz içindeki bir satiayla konuşur. Ona, isminden başlayarak dükkanında yeni­ likler yapması, eski miskinlik ve pisliğinden kurtulması gerek­ tiğini söyler. Fakat satıcı eski kafalı olduğundan yenilikleri an­ layacak durumda değildir. Çareyi çocuğu kovmakta bulur. Bu piyeste "Akıl yaşta değil baştadır" fikriyle beraber eski kafalılarm yenilikleri anlayacak kapasitede olmadıklan düşün­ cesi verilmeye çalışılmıştır. YEMİŞLERİN TÜRKÜSÜ: Yerli malı kullanmanın önemi­ nin belirtildiği bu piyeste ocuklar taş ve müzik eşliğinde ye­ mişleri tanıtla türküler söylerler. ŞIK ŞDC EDEN NEDİR? Kumbara ve para tasarrufu ile ilgili olan bu şiirde tutumlu insanlann her bakımdan kazançlı çıka­ cakları anlatılmıştır. Şiir üçlü ve dörtlü kıtalardan meydana gelmiştir. ARILAR: (Kız Çocuklar İçin Bir Perdelik Ojom) Anlann çalışkanlıkları ve aralarındaki dayanışmamn insan­ lara örnek olması gerektiği hususımdan yola çıkan yazar bu eserinde bir çocuğu, an şekline girmiş çocuklarla konuşturur. 27


önce tek olan an, "Birlikten kuvvet doğar" sözünü ispatlarcasma diğer anlan da çağırır. Balın methedildiği bu kısımda anlar kıza yerli malı kullanmayı öğütlerler. SATICILAR: Çocuklar meyve satarken, meyveler de yetiş­ tirildikleri yerlerle tanıtılmış olurlar. Yerli malı satan çocuklar, alıcıların kendilerini tercih etmelerini söylerler. Vatan toprak­ larının çok verimli olduğunu ve en güzel meyvenin yine bu top­ raklardan elde edildiğini hatırlatırlar. GAZİ ÇOCUKLARI İÇÎN: UI - Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1934. TÜRK ŞEKERİ: Toprak çocuk bakımsız ve çorak bir toprak olduğundan şikâyet ettiği bir sırada Gazi tarafından tohum (Şeker pancan tohumu), pulluk, çapaa ve sucu gönderilir. Her birini bir çocuğun temsil ettiği ziraat aletleri el ele vererek top­ rağı işlerler ve şeker pancan yetiştirirler. Sonra, mahsulü, yine her biri lokomotif ve vagon şekline girerek fabrikaya gö­ türürler. Çorak topraklann verimli hale getirilmesi için işlenip beslenmesi gerektiği düşüncesirün verilmek istendiği bu piyes iki perdeden meydana gelmiştir ve çocuklar için eğlenceli olduğu kadar faydalı bir oyundur. KÜMES OYUNU: Benzigül tembel ve müsrif bir kızdır. Çiftlikteki kümes hayvanlannı uykusunu bozduklan için sev­ mez ve onlara kötü davranır. Onun gözünde bu hayvanların hiçbir değeri ve yaran yoktur. Bir perdelik bu oyunda kümes hayvanlanmn BenzigüVün zannettiği gibi zararlı olmadıklan, aksine hem etinden hem de yumurtasından faydalanılan önemli bir besin kaynağı olduklan fikri üzerinde durulmuştur. Ço­ cuklar için faydah bir oyundur. 28


ÇİFTÇİLER: Türk çiftçisinin toprağına bağlı, çalışkan insan­ lar olduğu düşüncesinin verildiği bu oyun da çocuklar için fay­ dalıdır. EKONOMİK ALFABE: Bir çocuk, yerli mallannı alfabetik sıraya göre tanıtır. Yerli mallarımızın çokluğuna dikkat çekilen oyunun dili sade ve akıcıdır. Çocuklar için öğretici nitelikte bir oyundur. MAVİ YILDIRIM: Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1934, 85 s., 4 Perde Türk milletinin azim ve çalışkanlığının tekrarlandığı bu eserde Mavi Yddınm teşkilâtının İstiklâl Mücadelesi'ndeki yeri ve rolü üzerinde durulmuştur. Eserde olaylar şöyle gelişir: Doktor Tuncer ile Yalçın Türköz'ün evinde sohbet etmek­ teyken, Türköz’e evlilik teklifini tekrarlamak için Firuz gelir. Türköz onun teklifini sert bir dille geri çevirir. Zira Firuz mandaterliği savunmaktadır. Aralarında taVtışma çıkar. Yan oda­ dan Yalçm gelerek Firuz’u dışan atar. Firuz onlar için tehlike­ dir. Kizkardeşi Ayşe de aynı düşüncededir ve ağabeyini bu yüzden sevmez. Doktor, Yalçın, Türköz, Ayşe, Nuri ve Kaya birlikte olup gelecekteki Türk gençlerine rehber olacak bir teşkilât kurarlar. "Mavi Yıldırım" adını verdikleri bu teşkilât mensuplannın amaçlan Cumhuriyeti kurmaktır. Toplantı es­ nasında basıldıkları haberi gelir. Erkekler pencereden yan eve geçerken, kadınlar gelenler tarafından hakarete uğrarlar. Ka­ rakola götürülmek istenirlerken, Ayşe’nin ağabeyinin düşman orduları siyasi irtibat şefi olduğunun öğrenilmesiyle kurtulur­ lar. Bu üzücü olaydan sonra Türköz, Yalçın ve Tuncer Anka­ ra’ya gitmeye karar verirler. Yolda konakladıkları handa imam kıyafetindeki binbaşı ile tanışırlar. Binbaşının görevi Ankara'ya 29


geçmek isteyenlere engel olmaktır. îhtiyatkâr davranan Türköz ve arkadaşları binbaşı ile hancıya gerçek kimliklerini açıkla­ mazlar. Bunun üzerine şüpheci binbaşı nüfus cüzdanlanm göstermelerini isteyince gerçek kimlikleri ortaya çıkar. Binbaşı, hancı ve köylüler onların kendilerinden olduklannı öğrenince memnun olurlar. O arada Finiz yine ortaya çıkar. Türköz ve arkadaşlarmm yabancılara teslim edilmesi gerektiğini söyle­ yerek içinde kimliği yazılı bulunan mektubu da getirip imama verir, tmam onun istediğini yerine ^tiriyor gibi görünür. Ge­ rekli plan ve programlan da böylece elde eder. Bir süre sonra kardeşinin ihanetini haber vermek için hana Ayşe gelir. Finiz, onun bu hareketine çok kızar ve onu boğmak ister, tmam tekrar binbaşı küığına girerek Firuz'u tutuklar. Aldığı plan ve prog­ ramlan da Ankara'ya gönderir. Öte yanda halk köy meydanına toplanmıştır. Sakarya harbinin başladığı haberi gelir. Herkes görev başma gidecekken Onbaşı, Türköz’e, Firuz'u ne yapa­ cağını sorar. Türköz'ün isteği doğrultusunda Firuz köy meydanmda kendisinden ve Ayşe'den özür diler. Ancak Türköz onu affetmez ve ölmesini ister. Gerek binbaşının gerekse Yalçm'ın itirazlan üzerine Firuz affedilerek, Türklerin nasıl savaş­ tıklarım görmesi için düşman tarafına gönderilir. Böylece ölümden kurtulmuş olur. Eserde dil sâde, konu inandıncı, şahıslann tanıtımı başanlıdır. O BİR DEVİRDİ: (Halk Piyesi), Recep Ulusoğlu Bas., 1938, 92 s, 4 Perde. Cumhuriyetin on beşinci yıldönümü bayramı için yazılmış ve CHP tarafından bastınimış olan bu eserde, azimli ve müca­ deleci insanlarla padişah taraftarlan arasındaki mücadeleler konu edilmiştir. Evli ve üç çocuk babası olan Baş muallim Mehmet Yurdun

30


Bey bir toplanbda yaptığı konuşmada Tomruk Hoca meselesin* den bahsedince davetliler onun kim olduğunu merak ederler. Böylece Baş muallim Tomruk Hoca ile ilgili hatırasını anlatmak zorunda kalır. Milli Mücadele sırasmda okuldaki öğretmenler askere, iç çamaşırı dikilmesine önayak olurlar. Halka kumaş dağıtarak diktirirler. Kasabanın, cehaletinden, taassubundan dolayı "Tomruk” diye anılan müftüsü ise bu işlerden uzaktır ve baş­ öğretmenin karısına, kızı Ziba'yı dünürcü olarak gönderir. Kansı öleli üç yıl olmuş, bu arada iki kez evlenmiş, tekrar evlen­ mek istemektedir. Kadın da Ziba’yı kovar. Olanlardan habersiz olan öğretmenler müftüye da kumaş getirirler. Ancak, Millî Mücadele hareketine karşı olan müftü, yardımda bulunmak is­ temediğinden gelenleri de kovar. Öte yandan kocası cephede olan bir kadın, hocaya, zengin bir adamın kendisiyle evlenmek istediğini, bunım şeriate uygım olup olmadığını danışmaya ge­ lir. Kötü fikirli hoca kadını alıkoyar. Hocanın ferdî ve keyfî yaşamasına karşılık öğretmenler hızlı bir çahşma içindedirler. Bu arada sahneye bir piyes bile koyarlar. Piyeste başmuallimin, kansım üç talakla boşaması meselesini ciddiye alan müftü, polis göndertip başmuallimin evine girmesine mani olur. Olanlara bir anlam veremeyen öğretmenler gittikleri karakolda da dert­ lerini anlatamazlar. Başmuallimin eve zorla girmeye kalkması müftüye malzeme olur. Her yana haber göndererek memleketi yobazlar bastı yaygarasıyla eli silahlı herkesi başöğretmenin evini basmaya çağırır. O sırada Söğütlük'te Milliciler bekle­ mektedir. Başöğretmen ve arkadaşları Deribaş ve grubuna hücum ederek Deribaş'ın kafasını keserler. Başöğretmenin ka­ rısı Fatma, çocuklarıyla evden kaçarken bilmeyerek müftünün evine girer, istediğine kavuşan müftü mutludur. Fatma kurnaz davranarak onun isteklerine uyar gibi görünür. Gece yansı müftüyü bıçaklayarak evi ateşe verir. Olaydan sonra uzun süre ortadan kaybolur. Müftünün kızı Ziba'nm, dağlarda hovarda­

31


larla gezinirken kendisini görüp ihbar etmesi sonucu yakalana­ rak mahkemeye sevkedilir. Mahkeme esnasmda başmda baş> muallimin bulunduğu Milliciler köyü basarlar. Olaydan yaralı kurtulan müftü idam edilir. Fatma herkesi a^etmek niyetinde­ dir. Belki böylece hatalannı anlayacaklardır. Tomruk Hoca hikâyesi herkes tarafmdan ilgiyle dinlendik­ ten sonra Onuncu Yıl Marşı söylenir. Oldukça sade bir dille yazılmış olan eserde mekân ayarla­ ması ve şahıslann tanıtımı başarılıdır. Eserin ismiyle konu arasında sağlam bir münasebet vardır. Tomruk Hoca gibi yo­ bazlar geçmiş devirde kalmıştır. Konu inandına ve ilgi çeki­ cidir. Aka Gündüz 1909'da Meşrutiyet'in ilanından sonraki ser­ bestlikten yararlanarak "Aşk ve Istibdad" adlı ilk oyununu yaz­ mış, ancak tamamlayamamıştır. Bu oyun '’Selânik’te Eden Tiyatrosu'nda 2 Nisan 1325'te oy­ nanmış, oyunun baş kişisi Ali’yi yazar (öz adı Enis Avni) oy­ namıştır. Oyun bir dergide yayınlanmaya başlamış, ancak üçüncü perdenin ilk sahnesinde kesilmiştir." (Metin AND, Meşrutiyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Bilgi Basıinevi İş Bankası Yay., ANK. 1971., 191 s.)

32


HİKÂYE KİTAPLARI TÜRK KALBİ: Matbaa-i Hukukiye, lst-1327/1911,182 s. Aka Gündüz ilk hikâyelerini 'Türk Kalbi" adlı eserde top­ lamıştır. Eserde yer alan hikâyeler şunlardır: Türk Kalbi, Ültimatom, Haber, Trablusgarb, Bombardıman, Cennet Kapısı, Şukka-i Senaveri, iki Bayram, Kayıkçı, Okkeş Bin Mansur, Ali Fizani, Burak Reis, Yolda, Atanaş’ın Üç Günü (1., 2., 3. Gün), Yumurcak, Mahkemede, En Büyük Onayet. Türk Kalbi 1911 )alında yayınlandığı zaman çok ilgi uyan­ dırmış, Genç Kalemler ve Türk Yurdu dergilerinde eserden övgü ile sözedilmiştir. Günün olayları ve heyecanlannı yan­ sıtan bu hikâyelerde Türklük gurur ve şuuru (Türk Kalbi), Trab­ lusgarb Muharebeleri (Haber, Trablusgarb, Bombardıman, Cennet Kapısı, İki Bayram, Kayıkçı, Okkeş Bin Mansur, Ali Fizani), înebahtı Savaşı (Burak Reis), Osmanlı-Rus Savaşı (Yol­ da), Türklerin imparatorluğun son zamanlarında yavaş yavaş kaybedilen topraklarda maruz kaldıklan zulümler, komi­ tacılarla mücadeleleri, azınlıklara davranışları (Atanaş'm Üç Günü), son zamanlarda dejenere olmaya başlamış İstanbul sokaklannda meydana gelen çirkin hadiseler (Mahkemede) ele alınmıştır. Hikâyelerin çoğu klasik vak'a hikâyesi tertibinde, diyalogça zengin ve realisttir. Biri an hikâyesi (Ültimatom), ikisi durum (Trablusgarb ve En Büyük Cinayet) biri de mensur şiir kutbuna yaklaşan hikâyedir (îki Bayram). Bu eserde yer alan olaylar İstanbul, Sinop, Trabzon, Batum, Aydm, Baykal, Trablusgarb, Bingazi, înebahtı gibi mekanlarda ve 1911-1912 yıllan arasında geçmektedir. (Burak Reis adlı hi­ kâyede zaman 28 Temmuz 1499 olarak gösterilnûştir). Hikâyelerdeki şahıslar zenginlik göstermezler. Erkeklerin esas kahraman olarak abndığı bu hikâyelerdeki öteki şahıslar. 33


cepheden haber bekleyen gözü yaşh nineler, dedeler, analar, çocuklar ve bütün köy halkıdır. Burak Reis'in dışındaki şahıslar yazarın yaşadığı döneme aittirler. Bu insanların hemen hemen tek ideali, vatan ve millet sevgisinin yüce duygu olduğunu bile­ rek o duygunun verdiği güç ve kuvvetle savaş meydanını bay­ ram yeri olarak kabul edip savaşa şehit olmak üzere gitmektir. Savaştan kaçanların Türk kanı taşımadığına inanan bu insan­ lar, Türklük gurur ve şuurunun bilincindedirler. Kahramanların çok yönlü tanıtılmaması, sanat kaygısı duymadan yazan Aka Gündüz'ün, sosyal fayda prensibine bağlılık derecesini gös­ terir. Kahramanlann arasına karışarak onlar gibi düşünmek, olaylan onlarla beraber yaşamak, hissettiklerini hissetmeye çalışmak Aka Gündüz’ün dikkati çeken bir yönüdür. Bazen bir anayla dertleşir, bazen bir ninenin, bir köylünün cephedeki oğluna yazacağı mektubu yazıverir (İki Bayram adlı mensur şiirdeki gibi). Kahramanlanyla âdeta arkadaş olan, kendini giz­ lemek endişesi duymayan yazarın bu tutumunu samimiyetine bağlamak mümkündür. Hikâyelerin arasına yer yer konuyla ilgili şiirler serpiştiril­ miştir. Bu şiirlerde cephedeki askerlerin sevgililerine duydukla­ rı sevgi ve hasret duygulan ile çocuklara söylenen ninniler yer alır. Türk Kalbi, yazann yayınladığı ilk hikâye kitabı olması, içindeki hikâyelerin günün heyecanlarını terennüm etmesi, Türklerin kahramanlık, çalışkanlık gibi meziyetlerini dile getir­ mesi ve bütün bunları sade ve anlaşılır bir dille ebedîleştirmesi bakımından önem taşımaktadır. TÜRK'ÜN KİTABI: Selanik Mat., lst-1329/1913,231 s. Türk'e ait değerlerin anlatıldığı bu eserde otuz bir hikâye ve hitabe ile iki de şiir yer almaktadır. Barut Kokusu, Üçüncü

34


Yüzbaşı, Sulh Mürekkebi, Silah Başında, Bingazi'de Enver Bey’e, Ramazan Hoca, Ana Mektubu, Kırmızı Cevap, Rüzgarın Sim, İki Tarih, Acu Mehmet, Vatandaş, Fatih’e, İlk Top - Pat­ larken Arap'a, Meşhed-i Hüdavendigar, Mihrab Önünde, Mahkeme-i Kübra, Piç, Gerideki Bayrağım, İsyan, Rauf’a, Sulhün Ağzı, Hakikatin Hikâyesi, Gidenlere, Orduya Açık Mektup, Nerelerdesiniz?, Niçin Susuyorsunuz?, Galata, Büyük Padişahımıza Arza, Bir Damla Zehir Daha, Paşa Kadını hikâye ve hitabe; Ah ve Bozgun ise şiirdir. Bu hikâye ve hitabelerde de savaş içinde bulunan Türk aile­ sinin durumu, misafirperverliği, gelenek ve görenekleri an­ latılırken (Barut Kokusu ve Ramazan Hoca); sıla hasreti çeken cephedeki askerlerin ve ailelerinin zafere duyduklan özlem dile getirilmeye çalışılmıştır’ Cepheden köye, köyden cepheye gidip gelen mektuplarda hasret, endişe ve ked^Ie birlikte müjdeli ha­ berler de yer alır (Bingazi'de Enver Bey'e, Ana Mektubu, Kır­ mızı Cevap), Türk olma gururu (Silah Başında), Türk’ün kuv­ vetli olduğu inancı (Acu Mehmet), Birinci Murad'ın türbesinin bulunuğu topraklann elden çıkması (Meşhed-i Hüdavendigar) işlenen diğer konulardır. Yazar zaman zaman tarihin derinlik­ lerine inerek Fatih’in türbesine, Süleymaniye'nin mihrabına gider, dua eder. Şehit olmayı ister ve kendi kendini yargılar. (Fatih'e, Mihrab Önünde, Mahkeme-i Kübra). Bazen isyan duygusuna kapılır (İsyan), bazen de orduya bir mektup yazarak zafer diler (Orduya Açık Mektup). Yurtlarını terkedenlere geri dön (Gidenlere), "Rauf'a da Selanik'i kurtama çağrısı yapar. Yazan üzen en önemli husus da şair ve yazarların suskun­ luğudur. "Nerelerdesiniz? Niçin Susuyorsunuz?" ve "Bir Damla Zehir Daha" adlı yazılarında da onlara görevlerini hatırlatır. Onların hâlâ suskunluklarını devam ettirmelerine üzülür. Şairin üzüntüsü "Bozgun" ve "Ah!" adlı şiirlerde de devam eder. Savaştan mağlup olarak çıkan imparatorluğun toprak­ larının paylaşılması karşısında acz ve çaresizlik içinde hak-

35


sızhğa boyun eğm eye tahammülü yoktur. Bozgun’daki: "Ağla gözüm ağla! Hicran yaraşır Vatansız e r k ^ zindan yaraşır!" nakaratlarn ile "Ah!" şiirindeki: "A^a bülbül çok zehir var dilinde Türk kalmamış koca Urum ilinde" mısraları şairin hüsranını dile getirmektedir. Türk'ün Kitabı'ndaki hikâyelerin çoğu Türk Kalbi' ndekilerin aksine durum hikâyesidir ve hitabet kutbuna yaklaşır. Çehov tarzında, bir durum karşısında alman tavnn anlatıldığı bu hi­ kâyeler şunlardır: Silah Başında, Bingazi'de Enver Bey'e, Ana Mektubu, Vatandaş, Fatih’e, tik Top -Patlarken- Arap'a, Meşhed-i Hüdavendigar, Mihrab Önünde, Mahkeme-i Kübra, Gerideki Bayrağım, tsyan, Rauf a. Hakikatin Hikâyesi, Giden­ lere, Orduya Açık Mektup, Nerelerdesiniz? Niçin Susuyorsu­ nuz?, Büjrük Padişahıma Arza, Bir Damla Zehir Daha. Bunların dışında kalanlar klasik vak'a hikâyesi tertibinde ve diyalogça zengin ve realisttirler. Hikâyelerde mekan olarak İstanbul, Anadolu köyleri, Akde­ niz, Çankırı, Trablusgarb, Balkanlar, Ostraga Gölü Kıyıları, Kosova, Selanik, Bulgaristan kullanılmıştır. Hikâyelerdeki yer isimleri önceleri imparatorluk coğralyasma dahil iken zamanla elden çıkan, bu haliyle de yazan derin üzüntüye boğan yerler­ dir. Hikâye ve hitabelerin yazılış tarihi yazar tarafından gün, ay ve yıl olarak verilmiştir. Zaman ortalaması olarak 1911-1914 yılları arasında kaleme alınan bu eserler Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na katıldığı ve toprak kay­ bının yoğun olduğu döneme rastlar. Memleketin içinde bulun­ duğu durumla yazarm psikolojik durumu arasmdaki münasebet

36


an hikâyelerinin çok oluşunun göstergesi olarak düşünülebilir. Şahıs kadrosunda büyük bir değişiklik yoktur. Askerler, köylüler, analar, nineler, çocuklar bu hikâyelerin değişmez kahramanlandır. Yazann olay kahramanlan arasında yer aldığını Türk kalbi'ndeki hikâyelerde de görmüştük. Burada da yazar Fatih Türbesinde, Süleymaniye mihrabının önünde nefis mu­ hasebesi yapar, dua eder. Karadağ'da ilk top patiadığı zaman hissettiklerini dile getirir. Birinci Murad’m türbesinin bulun­ duğu toprakların kaybı üzerine üzülür. Akdeniz kıyılannda, in­ dirilen Türk bayrağını tekrar dikmeye yemin ederken zaman zaman da isyan duygusunu yenmeye çalışır. Yurtlarını terkedenlere seslenir, orduya açık bir mektup yazarak zafer dilekle­ rinde bulunur. Son olarak da olanlar karşısmda suskun kalan şair ve yazarlara seslenir. Bu durumda o, kimini toplamaya, kimini geri dönmeye, kimini de konuşturmaya çırpınan, hay­ kıran, çaresiz ve yorgun biridir. Türk'ün Kitabı da Türk Kalbi kadar ilgi ile okunmuş, Türk Yurdu ve Türk Sözü gibi dergilerde okuyuculara tavsiye edil­ miştir. HAYATTAN HİKÂYELER; İkdam Mat., îst-1928,180 s. Yazarın üçüncü kitabı olan Hayattan Hikâyeler'de on üç hikâye yer almaktadır. Bımİar sırasıyla. Katmerli Ahmet Efendi'nin Hikâyesi, Süikzade'nin Hikâyesi, Hatır îçin Öldürülenin Hikâyesi, Yürü Ya Kulumun Hikâyesi, Hafız Efendi’nin Mebus­ luk Hikâyesi, Almanak Bey'in Hikâyesi, Küçük Samiye Memurîrün Hikâyesi, Sinemacı Hayret Efendi’nin Hikâyesi, Se­ batsız Sabit Efendi'nin Hikâyesi, Sansar Ali'nin Hikâyesi, Peltezade Şapiroğrafın Hikâyesi, Gazetecilerin ve Gazeteci­ liğin Hikâyesi, Dertli Müstehliğin Kendi Hikâyesi'dir. Aka Gündüz Umûmî Harb'te tam dört sene iki ay on iki gün sürgün hayatı yaşamış, bu sırada Anadolu'yu dolaşarak pek çok

37


insan ve hayat tamnuşhr. îşte, bu kitaptaki hikâyelerin konu­ lan, eserin adından da anlaşılacağı gibi hayattan alınmışlardır. Kahramanlar da genellikle yaşayan kişilerdir. Yazar Katmerli Ahmet Efendi'yi Anadolu’da iken tanımıştır. Elli dört yaşında, bekâr ve kendi halinde bir arzuhalci olan Ahmet Efendi ile ya­ renlik eder. Onun dertlerini dinler, çare bulmaya gayret gös­ terir. Yazann tarudığı diğer biri Silikzade namındaki Ebhem Bey' dir. Kimse onun gerçek adını bilmez. Nüfusundaki bilgiler bile silinmiştir. Nereli ve kim olduğu meçhuldür. Yalnız içimizde yaşar. Bilinen bir şey varsa o da savaş yıllarında millet pe­ rişanken, onun rahat yaşamasıdır. Devlet kademelerinde ses­ sizce ilerleyen Silikzade dinamit kaçakçılığı ile de uğraşır. Vata­ na ve millete zararh olduğu halde onu kimsenin tanımaması gerçekten şaşırtiadır. Dünya yansa yanacak bir hasın yokmuş gibi davranır. Eğer dikkatli davranılmazsa, Silikzade'nin kötü­ lükleri mahşere kadar sürecektir. Yazar bu hikâyesinde, toplumda silik görünen bazı kişilerin gerçekte saman altından su yürüttüklerine dikkat çekerek, bun­ lara karşı dikkatli davranılması gerektiği üzerinde durmuştur. Sinemacı Hayret Efendi de yazann tanıdıklan arasındadır. Bu hikâyede Hayret Efendi’nin, mevkiini kullanarak karşısın­ dakini sömürmeye çalışan bir devlet memuruyla mücadelesini anlatır. Bir gün Hayret Efendi'nin sinemasına sivil memur olduğunu söyleyen bir adam gelir. Yamnda uzak-yakın yedi se­ kiz akrabasını da getirerek bilet almadan içeri girmek ister. Sinemacı bu isteğini reddeder. Sinirlenen memur sinemayı terkedince, ertesi günü sinemayı kapattınr. Sonra, sinemadaki filmin halkı devlete karşı isyana teşvik edici mahiyette olduğu gerçeği ortaya çıkar. Tetkik neticesinde filmin zararlı olmadığı anlaşılır ve beş gece sonra sinema tekrar açılır. Ama sinemacı zarara uğramıştır. Meseleyi Aka’ya anlatmasının sebebi de, kendisi ziyan etmiştir, hiç olmazsa, o, bundan bir hikâye mev­ 38


zuu çıkanrsa beş-on para alabilir, düşüncesidir. Gazetecilerin ve Gazeteciliğin Hikâyesi'nde gazetecilik mesleğinin sıkıntılarından ve o dönemdeki takiplerden kurtul­ mak isteyen gazeteci kan kocatun hayalleri anlatılır. Kan koca bir Anadolu köyüne yerleşerek, köyün her yönden kalkınmasına yardımcı olacaklardır. Tatlı hayallere dalmışken, jandarmanın getirdiği ajans haberlerini elden ele dolaştırmak yerine, küçük kağıtlara basarak halka dağıtmayı düşünürler. Farkında olma' dan yine gazete işine el atmışlardır. Gazete düşüncesi ile ikisi birden sıçrayarak tatlı hülyalarla dolu başlannı tavan arasımn kirişlerine aa acı çarptıkları zaman ^rçeğe dönüverirler. Almanak Bey'in Hikâyesi'nde de yazar, tanıdığı ilginç bir adama dikkat çeker. Kalburüstündekilere ait en teferruatlı bilgiyi toplamayı üstüne vazife almış —^bu yüzden ismi Almanak'tır— hafızası kuvvetli Almanak Bey, menfaatperest bir adamdır. îşi gücü dostluklar kurmak, daha sonra da bu dostlukları kendi işleri için kullanmaktır. Yaşayışı, hali, tavn ile enteresan olan bu adam, yazara da önce bir şampanya ısmarlar, sonra da ken­ di işini yaptırır. İşin sonunda da bir iftira atar. Yazar bunun hesabını sormak istediğinde de Almanak'ı bulamaz. Zira o, Pa­ ris’tedir. Cemiyetin içinden çıkan bu ilginç adamın tuzağına kendisi de düşmüştür. Almanak da Silikzade gibi toplum için zararlı ve dikkat edilmesi gereken insanlardandır. Bazılarını kısaca tamttığımız bu hikâyelerde mizah unsuru hemen hemen ön plandadır. Gerek hikâye kahramanlarının isimlerinde (Katmerli Ahmet Efendi, Silikzade, Hayret, Alma­ nak, Sansar Ali, Peltezade Şapiroğraf....) gerekse hikâye isim­ lerinde (Hatır tçin Öldürülenin Hikâyesi, Yürü Ya Kulumun Hi­ kâyesi, Sebatsız Sabit Efendi'nin Hikâyesi..) mizah kokusu vardır. Toplumun ve kişilerin aksayan yönlerini görüp göster­ mek, zaman zaman onlarla olay etmek yazarın alışkanlıkları arasındadır. Mizah ve hicvin insanı düşündürdüğü ve eğittiği fikrine sahip olan yazar için bu tarz, toplumun ve kişilerin kendi 39


kendilerini yargılamaları neticesinde doğruyu bulmaları bakı­ mından önemlidir. Hikâyelerdeki mekan daha önce de belirtildiği gibi yazarın sürgün hayatını geçirdiği Anadolu, zaman da Umûmî Harp yıllardır. Hayattan Hikâyeler, gerçek hayattan alındığı ve zaman za­ man toplumun aksayan yönlerine dikkat çekmesi açısından önemlidir. DEMÎREL-MEÇHUL ASKER-GAZÎ'NİN GÎZLİ ORDUSU: Ahmet Halit Kit., îst-1945,64 s.. Çocuk Kitapları Serisi: 14. Bu üç kitaptaki hikâyeler 1930 yıllarında yazılıp ayrı ayn neşredilmiştir. 1945 yılında da üç kitabın bir arada baskısı yapılmıştır. Demirci'de Birinci Cihan Harbi hatıralarını içeren beş hikâye; Meçhul Asker'de İstiklal Savaşı ile ilgili yirmi hi­ kâye; yine İstiklal Savaşı hatıralarının yer aldığı Gazi’nin GizU Ordusu adlı eserde de on hikâye bulunmaktadır. Bu hikâyeler­ den bazılan Türk duygusu adlı eserde de yer almıştır. Demirel'in Hikâyeleri’nde, bir Anadolu çocuğu olan Demirel'in saf bulunduğu için itildiği cephe gerisinde biraz zeka, bi­ raz da tesadüfün yardımıyla akla hayale gelmedik başarılan nasıl kazandığı anlatılmıştır. "Deınirerin Çifte Avı” adlı hikâ­ yede Demirel iki İngiliz askerini, "Yüzden Bir Eksik" adlı hikâ­ yede de doksan dokuz düşmanı esir eder. "Vistül'e Doğru" hi­ kâyesinde de Türk atlarının Vistül’den su içmelerini sağlar. "Makedonya Sucuğu" hikâyesinde de Makedonya sucuğu deni­ len kum ve çakıl dolu torbayla Fransız askerlerini esir eder. "İstanbul'un lşgali"nde de îngilizleri atlatarak Anadolu'ya kaçmayı başarır. Eserin ismi de mânâlıdır. Demirel, kuvvetli ve cesur Türk askerinin temsilcisidir. istiklal Savaşı hatıralanndan meydana gelen Meçhul As­ ker'de savaşan Türk toplumundan değişik manzaralar sergi­ 40


lenmiştir. Bir ev dolusu evladını şehit veren analarla, köy­ lülerin cephedeki askerine umulmadık yollardan sağlamaya ça­ lıştıkları destekler, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar bütün milletin Millî Mücadele'de kendilerine düşen görevi yerine getirirken gösterdikleri gayretler bu hikâyelerin esas konusunu teşkil eder. Bu hikâyelerin kahramanları da yine kahraman Türk in­ sanıdır. Aileden şehit vermekten bıktığı için iki öküzünü paşaya götürerek onlarla tayyare alınmasmı söyleyen Emine Bacı, askerini kurtarmak pahasına kendi canını feda eden San Dok­ tor, her türlü tehlikeye göğüs gererek tayyaresini kullanan, ne­ ticede bir düşman bombası ile ölen A.E.G. Behçet, asker çantasının pahalı ve yok olduğunu öğrenince üzülen ve okul çantasını askere veren bir çocuk, aldığı haberi her ne pahasına olursa olsun yerine getirme bilincini taşıyan ihtiyar Ahmet Ata, karlı bir kış günü evindeki yakacağı topal olmasına rağmen yürüyerek, binbir zahmetle savaşanlara götürmeye çalışan To­ pal Ayşe gibi adı bilinenlerin yanında; cepheye gönderdikleri çocuklannın ardından haber bekleyen, her şeyiyle Milli Mücadele’yi destekleyen Türk anası, ninesi, köylüsü, kısacası bütün Türk milleti, bu hikâyelerin gerçek kahramanlarıdır. Bu kahramanlar Gazi’nin Gizli Ordusu'nda da faaliyetlerini devam ettirirler. Gazi’ye gizli ordu hazırlamak maksadıyla öğrencilere talim yaptıran macuncu ile Zehra Abla, düşmamn yok edilmesi için yeni evinin yanmasını göze alan dul bir Türk kadını, görev sorumluluğu taşıyan on beş yaşındaki çoban Ali bu bölümdeki bilinen kahramanlardır. Bunlar, cephe gerisindeki Gazi’nin gizli ordularıdır. Hikâyelerin bilinen mekânları Bursa, Gaziantep ve Anafartalar’dır. Anadolu köyleri diğer hikâyelerde olduğu gibi vaz­ geçilmez mekânlarıdır. Zaman da istiklal Savaşı yıllandır. Bu kitaptaki hikâyeler Anafartalar’da Atatürk’ün saatinin

41


bir bomba isabetiyle parçalanmasının hikâyesi olan "Kınk Saa­ tin Hikâyesi" ile sona erer. Burada yazarm ilgi çekici bul­ duğumuz cümlesini aktaralım: "O saat parçalanmasaydı Tür­ kiye parçalanacaktı". TÜ R K DU YGUSU ; Akba Kit., Ank-1941, 51 s.. Aka Gündüz'ün Yurt Kitapları; 1. Aka Gündüz 1940'tan sonra "Yurt Kitapları" adı altında bir dizi kitap çıkarmaya karar vermiştir. 'Türk Duygusu" bunların ilkidir. Yazar eserin başında yurt kitapları konusunda şunları söylemiştir: "Ne yüksek perdeden, ne kısa perdeden ortaya atılmış hiçbir iddiam yok. Büyük kadirbilir milletime karşı haddini bilen ve ölünceye kadar bilecek olan bir vatandaşım. Maksadım sade­ dir, samimidir, şudur: 1. Köydeki çiftçiden şehirdeki yerli m ünevvere, okul çocuğundan kendilerini emekliye ayırmış yaşlıya kadar, hemen herkes okumak istiyor. Bu ihtiyacı bol bol önlemek gerektir. İsterse milyonda bir zerre bile olsa ben, payıma düşen milli vazifeyi görmek istedim. Bu bir. 2. Taze dimağlar ve aile ocakları için mevzuları sefil ve tehlikeli olan pis tercemelerin yerlerini artık yüzde elli eserler tutsun dedim. Edebi ölçüler ikinci derecede kalsın. Yeter ki okuyan, okuduğunun zevkini, tadını duyabilsin. Bu iki. 3. Bu kitaplarda geçmişin iyi kötü taraflarını; halin, iyiye doğruya, güzele gidişini; inkilabın büyüklüğünü göstermeye, birtakım bilgileri — okuyanı sıkmadan— sindirmeye çalıştım. Bu üç. 4. Ben edebiyatta, sanatta, hayatın bütün işlerinde halka faydalı olmak fikrine inanmışlardanım, tnanan, inandığını

42


görmeye çalışmalıdır. Bu dört. Kitaplarıma yukandaki fikirlere uygun başka yazılan da imzalar( ) ile alacağım; değertamr adamım, imzasızlar benimdir. Muvaffak olacak mıyım, olmayacak mıyım? Muvaffak olacağım! Çünkü ben bir öz halk çocuğuyum ve halk beni sever. Mu­ vaffak olmanın en büyük sırn ve sigortası budur. Halkın kaybetmediğim sevgisi ile dökeceğim ter, hayatımın ebedî mükafatı olacak" (s: 3-4). Yukarıda belirtildiği gibi bu kitapta hikâyelerin yanısıra şiirler, marşlar, türküler bulunmaktadır. Hikâye ve şiirlerden on dördü —aralarında Enver Behnan, Âşık Durali, Behçet Ke­ mal, Hıfzı Oğuz ve Ceyhun Atuf Kansu’nun bulunduğu— başka yazarlara aittir. Hikâyelerin on sekizi yeni, diğerleri de daha önce neşredilen Meçhul Asker ile Gazi'nin Gizli Ordusu adlı eserlerden alınmıştır. Bu hikâyelerdeki kahramanlar da diğer­ lerinde olduğu gibi Anadolu insanı, mekan da Anadolu köy­ leridir. Zaman İstiklal Savaşı yıllandır. Savaş halindeki Türk toplumunun duygu ve düşüncesinin yansıtıldığı bu eseri küçük bir antoloji gibi görmek de müm­ kündür. Aka Gündüz'ün basılı hikâye kitaplannm yanında üç tane de uzun hikâyesi vardır: K U R BA Ğ A C IK : 1919'da Cemiyet Kütüphanesi tarafından neşredilmiş, harf inkilabından sonra da bazı ufak değişiklik­ lerle ve Aysel adıyla yeniden basılmıştır. 1933'teki bu baskıyı 1942’de yapılan ikinci baskı takip etmiştir. Yazar, sürgün haya­ tından elde ettiği malzemelerden faydalandığı bu eserinde gerçek bir köy tablosu çizmeye çalışmıştır. Bu hakiki ve büyük hikâyede gözünü para hırsı bürümüş bir

43


ağanın kız» üe fakir bir köy delikanlısının arasında geçen aşk macerası konu edilmiştir. Olaylar dizisi Aysel romanından bah­ sedilirken daha geniş bir biçimde ele alındığından burada tek­ rarlanmayacaktır. ŞAHİN EFENDİ BOZLA ĞI: Türk Yurdu, Yıl, 20,. 2. Teşrin 1930, s; 34, c;5, Şahin Efendi adında, yaptığı kötülüklerle ün salmış bir zap­ tiye yüzbaşısının bozlaklara dahi konu olması yazan şaşırtır. Arkadaşlarıyla ava gittiği bir sırada Âşık Ali'nin sazından bu bozlağı dinler. Burada, Şahin Efendi'nin bir delikanlıyı pusu ile öldürmesi anlatıhr. İkinci bozlakta da yine Şahin Efendi bir genci ihbar ederek ölümüne sebep olur. Âşık Ali bir de kendisiyle ilgili bir bozlak okur. Ali, sevgilisi Gülkız'ı Şahin Efendi'nin sağkolu oJan Haşan Efe'ye kaptırır. Çıkan çatışmadan yaralı olarak kurtulur. Şahin Efendi imtiyazlı biridir. Yöneticiler de dahil herkes onun yaptığı kötülükleri bildiğinden hiç kimse ona müdahale edemez. Hem adliyede zabıta işlerine bakar, hem de hapishane müdürlüğü yapar. Azıh mahkumlara geceleri soygun yaptıra­ rak bir yandan da kesesini doldurur. Balkan Harbi’nden tekaüt olunca da İstanbul'a gidip rahat bir hayata kavuşur. Hem suçlu hem de güçlü olan Şahin Efendi'den hesap sormak kimsenin haddi değildir. Ama hakkında söylenen bozlaklar dilden dile dolaşır. Şahin Efendi bu noktada Katırcıoğlu’na benzer. İkisinin de cezaya çarptırılmaları beklenirken aksine son günlerinde daha da rahat ederler. BÎR UZUN KÖY ROM ANI; Türk Yurdu, Yıl; 20, s: 35, c: 5, 2 Teşrin 1930. Köylünün, toprak ağalan tarafından sömürülmesin! konu alan bu uzun hikâyede köy ağası Cafer Efendi zor durumdaki

44


köylülerin bankadan borç para almalarına yardımcı olur. Bu­ nun karşılığında ürünün onda birini alacaktır. Ancak, köylüler iyi mahsul alamadıklarından borcu ödeyemezler. Ağa, bu defa yine onda iki alarak borçlan ertelemeye söz verir. Fakat verdiği sözde durmaz ve para almaya gelen bankacıya, köylüden pa­ rayı almasını söyler. Bankacı da köylüyü sıkıştırınca, köylü zor durumda kalır ve ağanm bu defa da yardımlarına koşmasıyla borçlan ertelenir. Ağa bunun karşılığında iki sene tarlalan eke­ cektir. Köylüler ağaya olan borçlarını ödeyemeyince tarlalar el­ lerinden çıkmış olur.

45


DİĞER ESERLERİ GAZt MUHTAR PAŞA HAZRETLERİNE AÇIK MEKTUP: Zenginler Cetveli; 1, Matbaa-i Amedi, 1332/1916,14 s. Aka Gündüz Muhtar Paşa'yı sevmez ve yaptığı yolsuzluk­ ları bu mektupta anlatır. Paşa ile daha önce karşılaşnuş, hatta paşa yanındakilere: —O Aka mıdır, kaka mıdır, çapkını ne vakit asacaksınız? diyerek lakabıyla alay etmiştir. Yazar ise onunla hesaplaş­ madıkça ölmeyeceğini, düşündüklerini yazacağım, kütüpha­ nelere dağılmasını sağlayarak tarihe geçirmek istediğini de açıkça ifade etmiştir. EBU HATIRAT SA İT PAŞA HAZRETLERİNE AÇIK MEK­ TUP: Zenginler Cetveli: 2, Matbaa-İ Amedi, 1332/1916,13 s. Sait Paşa da Muhtar Paşa gibi mevkiinin sağladığı imtiyaz­ ları kullanarak zengin olan, servetinin hesabını bilmeyen, vur­ dumduymaz ve sorumsuz biridir. İdarecilerin haksız kazanç­ larında milletin hakkı olduğuna inanarak hakkım aramaya kal­ kan Aka, paşaya sorumluluklarını örneklerle hatırlatır, davranışlanm eleştirir. KATIRCIOĞLU AVCI SULTAN M EHM ET DEVRİNDE: Cem'i Küt., Ist-1332/1916 Sada-yı Millet Mat., 60 s. Padişahın yeni ve acemi, vüzeranın kayıtsız ve ümmi ol­ duğu, o diyardaki halkın zevk ve safada bulunduğu bir sırada Katırcıoğlu namında bir eşkiya çıkarak halka zulmeder. Ken­ dine karşı gelenleri, haraç vermeyenleri öldürür. Halk onu şikâyet edecek yer bulamaz. Karacaören köyünü yakıp )nkar. Esma gelini kocasını öldürdükten sonra kaçırır. Yeniçeri ordu­

46


sunun üzerine gelmekte oluşuna aldırmadan keyfi hareketlerini sürdürürken, İstanbul eğlenmekte, padişah da atmaca peşinde koşmaktadır. Ahmet Paşa Kaürcıoğlu ile mücadeleye kararhdır. Anadolu’ya gelir. Katırcıoğlu'nun adamlarından bir grubu yener. Ancak, Katırcıoğlu asker arasına fitne sokarak askerin desteğini sağlar ve Ahmet Paşa'yı esir alır. Paşa soyulur, vücuduna tükürülür, pislik atılır. Geç de olsa vaziyeti anlayan Paşa çırılçıplak vaziyette beygirine bindirilerek İstanbul sınınna kadar uğurlanacakken, Katırcıoğlu’nun müdahalesiyle gözleri oyularak öldürülür. Katırcıoğlu çocuk yapmadığı için Esma'yı da öldürür. Dehşetini her yana saçmaya devam eder. Haya­ linde İstanbul’a giderek kendini affettirmek vardır. Hatırlı bir ağadan İstanbul ile arasında aracı olup affettirilmeyi rica eder. Aksi halde herşeyi yakacağını söyleyerek ağayı tehdit eder. Ağa İstanbul'a bir ariza yazar. Cevap gelinceye kadar Katırcıoğlu çiftlikte bekler. Olumlu cevap üzerine İstanbul'a gider. Büyük bir kalabalık tarafından karşılanır. Padişahın yanındadır, eğlence ve ikram boldur. Tek masrafı olan ziyafetlerdeki bah­ şiş bile on« çok gelir. Sakin bir ömür sürmek için padişahtan Sancak Beyliği ister. İsteği üzerine Yenişehir'e yollanır. Burada da zulmü kat kat devam eder. CAN DAMARLARIMIZA DAİR İKİNCİ TETKİK: Kırk Mil­ yon Liramızı Çalıyorlar. Milli ve İktisadi Tetkikler, Ank-1341/ 1925, Yenigün Mat., 14 s. Anadolu'yu dolaşmaktan zevk alan Aka Gündüz, zaman za­ man Zonguldak-Ereğli kömür havzasına ziyaretlerde bulunmuş ve Türk madencilerinin karşı karşıya kaldıkları feci kazaları şahsi tetkikleri neticesinde görmüştür. Bunları, başkalarına da duyurmak için yayınlamaya karar vermiştir. Bu yazıda kömür havzasının durumu başlangıcından itiba­ ren ele alınarak, yabancı şirketlerin yaptıkları yolsuzluklar göz

47


önüne serilmiştir. Osmanlı Devleti bir yabana şirketle Zongul­ dak limanım inşa etmesi için 1308 tarihinde bir anlaşma yapmış, ancak şirket işi geciktirerek sonunda bizim aleyhimize olan bir itilafname imzalamanuzı zorunlu kılmıştır. Bu yüzden devlet milyonlarca lira zarar etmiş, üstelik yabancı sermaye önemli bir iktisadi teşekkülümüzü ele geçirmiştir. Tren yolunun işletilmesi mesele olurken köylülerin çektikleri sıkıntılar gittikçe artmıştır. Mütareke devrinde de fenalıklar devam etmiş, Fransızlar bu­ rada hükümete ait yüz küsur bin ton kömürü gasp ederek her tonunu yirmi beş liraya satmışlardır. Hükümetten harp zararı talebinde bulunarak, bunu zarar karşılığı olarak göster­ mişlerdir. Halbuki devletin de onlardan alacağı vardır. Bu işe boyun eğmemesi lazımken, sesini çıkarmayan devlete haklarını hatırlatmak vazifedir. Devletin, üzerinde titizlikle durması ge­ reken başka hususlar da vardır. Şirket, hükümete daha ucuz kömür satacağını itilafnamede belirtmesine rağmen piyasa fi­ yatının üstünde satmaya devam etmektedir. Bu sahtekar şirket keyfi davranışlarını ne zamana kadar sürdürecektir? Cumhu­ riyet Türkiyesi'nde sonunun geleceği mutlaktır. Ve yazarın da o günün yakın olduğuna dair kuvvetli itimadı vardır. ÇOCUK KİTABI: Resimli Ay Mat., tst-1928, 64 s. Aka Gündüz'ün, çocukları eğitici-öğretici ve milli şuur uyandırıcı şiirlerinin yer aldığı bu kitapta yirmi beş şiir, çocuklar arasında oynanacak nıanzum "Oyunlar" ve "Koyun Kuzu Oyu­ nu" bulunmaktadır. Şiirlerinin dili çocukların anlayabileceği niteliktedir. Eğlendirici ve çocuklar için faydah olan bu eser harf devrimi sırasında, yeni harflerle basılm ıştır. İçindeki şiirlerden bazılannın adlan şunlardır: Gazi, Ben miyim? Adım Ne? Türk, Haksızlık, Tem izlik, Nüfusa Yazılalım, Sakarya

48


YAZI KİTABI: ResimU Ay Mat., tst-1929, 80 s. Kitap harflerini yeni öğrenen halka daha iyi yazmaları ga­ yesiyle kaleme alınmış bu kitapta, noktalama ve imlâ kaideleri­ nin yanında yazıyı güzelleştirmek için tekrar tekrar yazılması istenen alıştırma metinleri bulunmaktadır. Cümle ile ilgili bil­ giler, büyük harflerin kullanılış yerleri ve rakamlardan başka, faydalı olur düşüncesiyle mektup zarflarının üstlerinin yazılı­ şına dair örneklerle birkaç mektup örneği de vardır. Harf inkı­ labından sonra bu mânâda bir esere ihtiyaç olacağı düşünü­ lürse, Yazı Ki-tabı’nın, önemli bir boşluğu doldurarak halka faydalı olduğu itücâr edilemez.

49


ROMANLARI BU TOPRAĞIN KIZLARI a. Sokak Kızı; Masume on altı yaşındayken, babasını Umûmi harpte, annesini de Mütareke'de kaybetmiş, büyük ablasıyla eniştesinin yanına sığınmış masum ve saf bir kızdır. Büyük eniştesinin yanında kaldığı sıralarda bir yandan koleje devam eder, öte yandan karşı komşularının oğlu Cemil ile pencereden pencereye gizli gizli anlaşır, Cemil ona "hayat arkadaşlığı” tek­ lif eder. Eniştesinin "başının çaresine baksın, hatta kazansın, bize de getirsin" gibi sözleri üzerine hayatta bir akasya ayağına bile dayanma hakkı olmayıp desteksiz kalan Masume, Cemil'in teklifini severek kabul eder. Cemil ise evlenme vadiyle Masume'nin namus ve iffetini zedeleyici davranışta bulunur. Ailesi kızı almak istemez. Üstelik Cemil öteden beri Kuyumcuzâde'lerin kızıyla sözlüdür. Babası, oğlunun Masume’yle ilişkisi olmadığını iddia ederken, annesi inkâr etmeyip, kendilerine uy­ gun bir kız vasfı taşımadığını belirtir. Büyük enişte meseleyi dava konusu yapar. Hakim ve doktor davayı Masume’nin aley­ hine sonuçlandırırlar. Ailesi tarafından da reddedilen Masume'nin himayesiz kaldığından sokaklara düşer. Bundan son­ raki hayatını sokaklarda ve randevu evlerinde sürdürmek zorunda bırakıhr. b. Salon kızı: İstanbul'un Sarıgüzel semtinde fakir bir ailenin bir kızlan vardır. Bu kız önce annesini, sonra da babasını kay­ beder. Babasının isteğiyle yaşlıca bir esnafın üçüncü kansı olur. Gerek yaş farkı, gerekse bazı anlaşm azhklar sonucu, yeni doğan kızlan Fahriye'nin kırkına gününde kocasıyla aynlırlar. Kadın, komşusunun yardımıyla bir paşanın torununa süt nineliğine gider. Zamanla, çevresinin de uygun görmesi üzerine.

50


kızını köşkün ahbaplarından Mes'ude Hanım-efendi’ye evlatlık vererek, paşanın sır kâtibi Salih Efendi ile evlenmeye karar ve­ rir. M es'ude Hanımefendi bir paşa karısıdır, zengindir ve çocuğa iyi bir hayat temin eder görünmektedir. Aym zamanda seviyesi düşük bir kadındır. Ahlâk ve namus değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan İrfan Paşa, karısının gayri ahlâki hareketlerine tahammül edemeyip, Fahriye'nin çarşafa girdiği gün intihar eder. Malından karısına hiçbir şey bırakmaz. Sadece Fahriye için bir miktar para ayırır. Mes'ude Hanımefendi'nin trajedisi esas o zaman başlar. Köşk satıldığı için en kısa zamanda terketmeleri gerekmektedir. Mes’ude Hanımefendi kızını da alarak kendi gibi ahlâkı düşük bir kadın olan Prenses İşvekâr Hamm’a sığınır. Bu sıralarda paşadan Fahriye'ye kalan paralar harcan­ maktadır. Derken, büyük savaş başlar. Mesude Hanımefendi eskiden olduğu gibi salonlannı sosyeteye açar ve seçkin misa­ firlerini çevresine toplar. Fahriye’yi de burada "İstanbul'un in­ cisi" olarak tanıör. Annesi kızımn ahlâkını yavaş yavaş sömür­ mekte, zekasıra işletmektedir. Fahriye de annesirûn ağma takıl­ mıştır ve onun emrinden dışarı çıkamaz. Gün gelir İngiliz Generali'ne takdim edilir, gün gelir, Alman Subayı'yla beraber olur. O artık salonlann Venüs adayıdıı;. Bir gün paralan biter. Evlerinin, Anadolu'daki başkaldırıcılann uğrak yeri olduğu ih­ bar edilince Fahriye'nin parasıyla İzmir’e giderler. Bir yalı kira­ layıp, ağlarını kurarlar. Fahriye bu arada Nurettin adında bi­ riyle tanışıp gerçek dost olur. Bir süre sonra da Prenses Işvekâr'dan davet alıp Fas’a hareket ederler. Fahriye, orada da güzel bir sermaye olur. Seneler sonra İstanbul’a döndükle­ rinde Cumhuriyet’in birinci yılını kutlama törenleriyle karşıla­ şırlar. Bu defa Şişli'de bir ev tutarlar. Fahriye burada Ahmet adında biriyle tanışır ve ona metresi olmayı teklif eder. Tek isteği bu hayattan ve Mes'ude Hammefendi'den kurtulmaktır. Bu amaçla Ahmet'le Ankara’ya kaçarlar. Mes'ude Hanımefendi bütün aramalara rağmen kızını bulamaz. Fahriye ise gerçek

51


ana>babasım aramaya başlar. c. K endi Kendisinin K ızı: Sara Valipaşanm torunu olarak, bir konakta dünyaya gelir. Altı aylıkken babası ölünce, annesi bir başkasıyla evlenip konaktan ayrılır. Sara halasının eline kalır. Halası ve halazâdelerinin yanında hakeret görür, sevil­ mez, üstelik miras payı da halasının elinde bitip tükenir. Evin içinde çekilmez bir hale gelir. Birgün ona acıyan mahalleden biri, elinden tutup İstanbul Mektupçu’su Sabur Bey'e götürür, o da kızı bir yatılı mektebe yazdırır. Sara beşinci sınıftayken okul kapatıhr. Gideceği bir yeri olmadığından çok üzülür. Bu arada liseli bir genç ile aralannda hissî bir bağ kurulur. Yatılı öğrenciler başka bir okula nakledilirler. Bu defa okulun paralı olması problem teşkil eder. Parası olmadığı için fakirler yurdu­ na gönderilir. Yurdun isminden incindiği için gitmek istemez ve her türlü zorluğa rağmen halasını tercih eder. Arkadaşlarına seri not tutarak para kazamr, kitap ve defter masrafım bu yolla çıkarmaya gayret eder. Okulu bu şartlarla bitirir ve Şişli Yetim Okulu'na hastabakıcı olur. Burada müdürü tarafından rahatsız edilir, kendisine yüz vermediği için yine müdür tarafından işinden kovulur. Hemen Umum Müdür Alaattin Bey'e gidip bir iş ister. A ynca müdürün işten atılmasım da sağlar. Alaattin Bey'in yardımıyla Şadırvan Yetim Okulu’nda işe başlar ve üç ay çalışır. Bu arada lisedeyken tanıştığı ve şimdi tıbbiyeye devam etmekte olan Kâmil ile de nişanlanırlar. İleriye dönük planlar yapmaktayken, işinden atılan eski müdür. Umum Müdürü'nün görevinden ayrılmasıyla Sara’dan intikam almaya kalkışır. Çahştığı yere imzasız bir mektup gönderir ve Sara'yı işten attırır. Bir süre Kâmil'in iş bulduğu Çocuk Hastanesi'nde çalışır. Kâmil’in mezun olmasıyla ikisi de nakillerini Memleket tfestanesi'ne yaptırarak, yakında da bir ev tutup beraber otur­ maya başlarlar. Mutlu bir hayatın başlangıcındayken. Sara apandistten ameliyat olmak için hastaneye yatar. Kâmil onun

52


ziyaretini ihmal eder, derken aralarındaki ilişki birdenbire kopuverir. Tekrar iş bulmak derdi vardır. Nihayet bir hastanede hemşirelik yapmaya başlar. Orada kimsesiz olduğunu ve kendi­ sini çok sevdiğini söyleyen bir hasta ile nikahlanıp Mersin'e yerleşir. Önceleri herşey yolunda giderken, zamanla kocası işinden olur, içmeye başlar, sonunda herşeyi satıp savup İstanbul’a gelirler. Yine Sabur Bey’in yardımıyla Sara, bir mat­ baada iş bulur. Evine bakmaya başlar. Kocası kaldırıldığı Cer­ rahpaşa Hastanesi'nde içki yüzünden ölür. Sara yine hayatın bütün tehlikelerine karşı yapayalnızdır. Zira, matbaanın zengin müşterilerinden olan Mim Kaf adında biri kendisini rahatsız et­ mektedir. Ondan kurtulmak için sözünü geçirebileceğini sandığı "Teyze" adında birine gider. Bu defa, bir randevu evi sahibi olan Teyze'nin ağına kendi ayağıyla düşmüştür. Kendisini ev­ latlık almaya karar veren Teyze, Sara'yı önce Mim K afa sonra da matbaanın yılışık muhasebecisine peşkeş çeker. Bu evden kurtulmak için, tanıdığı bir doktorun yardımıyla bir ilin hasta­ nesine hemşire olarak tayin olunur. Burada da rahat bırakıl­ maz. Zengin ve kültürlü olduğu söylenen bir genç onunla evlen­ mek isteyip de reddedilince, kızın kovulmasına sebep olan bir mektup gönderir, işin iç yüzünü anlayan Sara, hastaneyi terkedip İstanbul’a geri döner. Ancak aynı adam onu bırakmaz ve evlenmek için çok ısrar edince Sara dayanamayıp onunla ev­ lenm eye razı olur. Sonradan memlekette karısı olduğunu öğrenmesi ve geçmişinin evdekiler tarafından sıksık tekrarlan­ ması sonucunda evi terkeder. Bunca tecrübeden sonra bugün artık, o herkesten intikam almaya çalışan bir insan olmuştur. Hayatını ıstıraplı mâceralar içinde sürüklemeye devam etmek­ tedir. ç. Bu Toprağm Kızı, "Bir Sorgu Hakimi'nin Defterinden”: Bir sorgu hakimi, otopsi raporunda otuz-otuzbeş yaşla­ rındaki bir kadının, mahallesinin polis komiser muavinini öl­ 53


dürmüş olduğunu okumaktadır. Az sonra içeri alman samğm davranışları da hakimde bir şüphe uyandınr ve kadının geçmişini öğrenmeye çalışır. Adının Nazlı olduğunu söyleyen suçlu kadm otuz-kırk yılda ilk defa kendisini dinleyecek birini bulmanın sevinci ile hayatını anlatmaya başlar: Nazlı, Be­ şiktaş’ta Serencebey civarında aşı boyah küçük bir konakta kay­ makam kızı olarak dünyaya gelmiştir, iyi tahsil ve terbiye görmüştür. Bir gün Yenimahalle’den inerken üniformalı genç bir adamın kendisine bakmakta olduğunu görür, üstelik genç adam onu eve kadar da takip eder. Ertesi günü, bohçaahk eden Tekirdağ'Iı bir Ermeni kadım kıza, sucuğa sarılmış kâğıda yazılı bir mektup getirir. M ektuplar tekrarlanır ve delikanlı kızla tanışmak, konuşmak istediğini belirtir. Bir arkadaşının da aracılığıyla Beyoğlu’ndaki bir modistrada buluşurlar. Orada, mektupları yazanın o sırmah üniformalı başkomiser olmadığını öğrenir. Zira, onun ardından içeri Fehmi Paşa hazretleri girer. Bir kadeh konyakla biraz kaymakh çikolatadan sonra kız kendi­ ni bambaşka bir dekorda bulur. Iş işten geçmiştir. Üç gün sonra eve döner ve bir süre kimseyle görüşmez. Bu arada babası, kızının baştan çıktığına dâir bir mektup alır ve kızını reddeder. Kız dadısıyla birlikte evden ayrılıp, dadının evine yerleşir. O komiserle paşayı öldürmeye karar verir, dadının kocasımn tabancasım alıp, doğruca modistranın önüne gider. Beklerken, oraya gelmekte olan bir genç kızı da kurtarır. Karşıdan komiser ve ardından paşa hazretleri görünür. Tabancayı paşaya dayar, fakat tabancada mermi olmadığı için ateş almaz, aksine kız ya­ kayı ele verir, önce hapishaneye sonra hastaneye gönderilir. Doktor Avni Bey'Ie dost olurlar. Bu arada Fehmi Paşa ve komi­ seri İstanbul’dan sürülürler. Bunun üzerine Doktor onu manevî kızı olarak himayesine alır ve uygun bir yerde ev bulur. Dadı ev işlerine giderken. Nazlı da yün örer. Böylece geçinip giderler­ ken, Avni Bey’in aracılığıyla Babıâli Dışişleri Kalem'inde şifre çözücü bir memurla evlenir ve bir kızı olur. Hürriyetin ilânı do­

54


layısıyla yapılan şenlikleri seyretmek üzere şehre inerler. Tören esnasında, komiserin genç kadına selam vermesi ve kocasmın da bunun hesabını sormak istemesi üzerine çıkan tartışma, ko­ miserin yaygarasıyla adamın vatan haini olarak tartaklanması ve tutuklanmasına yol açar. Bingazi’ye sürgün gönderilen şifre memuru, bu duruma tahammül edemeyip kendini öldürür. Nazh için yeni bir hayat başlar. Birgün komiser muavini, ken­ dine ziyafet isteyen bir pusula verir. O da pusulayı dilekçe ile Emniyet Umum Müdürlüğü'ne gönderirse de bir sonuç alamaz, hatta suçlu bulunur. Muavin onu yine rahat bırakmaz. Evini gözetletir. Suyu kontrole gelen terkos memurunu zampara sa­ yarak eve baskın yaptınr, memurun aleyhine sözler söylemesi ile tekrar tutuklanır ve İstanbul'da oturması yasaklanarak Ana­ dolu’ya gönderilir. Dadısı ve kızı İstanbul'da kahr.Bir kazaya vanr. Orada da bir muavin vardır ama diğer memurlar ken­ dine iyi davranır, imamın evine yollanır. İmamın ablası kızın parasını da ahr. Bu arada birkaç kişinin saldınlanna karşı ko­ yar. Sonunda muavin tarafından tekme tokat dövülür. îmarrun evinden kaçarak bilmeden ceza hakiminin evine sığınır. Aile ona iyi davranır ve himayesine alır. Başk^ bir kasabadaki dos­ tunun yanına yollar, orada da şımank ve henüz küçük.bir çocuk olan Hacıağazâde ile karşılaşır. Bir muavin burada da karşısına çıkar. Fakat kaymakam tarafından korunmakta olduğundan biraz rahat nefes alır. Ailelerle görüşür, yanında kaldığı aile ile köydeki çiftliklerine giderler. Bir gece ay ışığında çeşmeye kadar giderken Hacıağazâde ve beş arkadaşı kadını yakalayıp dağa kaldırırlar, ve kendisinden istifadeye kalkışır­ lar. Üç-dört gün sonra Jandarmalardan korkan hovardalar kaçarak kadını ortada bırakırlar. Olay dava konusu olur. Nazh onun bunun sözleriyle suçu kabullenmek zorunda kalır. Güya, kendi isteğiyle gitmiştir. Dâvâdan vazgeçmesi için evvelden teklif edilip, sonradan ödenmiş olan para da eline geçmez. Onu himâyesine alan bir bey, dâvâdan vazgeçirttiği gibi, sermâye

55


olarak da kullanır. Nazlı, artık bu hayata iyid alışmıştır. Üstelik paralılarla kaçamak yapar, bir başkasının metresi olur ve kazandıklannı kızına yollar. Bu arada kerhaneye gönderilir. Artık mesleğinin ehli olmuştur. Komiser muavinliğinden çıkan bir adamın evlenmek vadiyle kızını berbâd ettiğini, kızın buna da­ yanamayarak kendini öldürdüğünü haber alır almaz, ondört yıldır içinde bir arzu olarak kalan muavin öldürme isteği can­ lanır ve haberi verenin gırtlağına yapışır, bir sıçra)aşta öldürür. Olayın yankısı sürer. Mahkeme onu deli sayarak müşahadeye gerek görür. Sorgu hakimi de olayla yakından ilgilenmektedir. Onu kurtanr. Ancak kadın veremdir. Hakim sonunda onunla evlenir. DİKMEN YILDIZI Yıldız, Denizli'li bir hanımla, îzm ir’li Kamil Bey'in tek kızlarıdır. Aynı zamanda tayyare yüzbaşısı Murat Bey'in de nişanlısıdır. Murat gizli bir görevi, gereğince ifâ edebilmek için şehit olduğu haberini verdirir. Bu haber üzerine Yıldız, uzun ve hummalı bir dönem geçirerek aklî dengesini kaybeder. Birgün kucağında bebeği ile evden kaçarak adliyeye gelir ve ihbarda bulunur. Ona göre, ailesi, çok sevdiği nişanlısı ile ondan doğan ikiz çocuklarından birini boğdurmuş, şimdi de İkincisini ara­ maktadır. Buna sebep de Ankara'da iyi bir mevki sahibi olan Kâmil Bey'in, kızının gayr-i meşru çocuk doğurmasını namus meselesi sayıp rezâlete tahammül edememesidir. Üstelik Kâmil Bey, kızını yeğeni Nedim Bey'le evlendirmek istemektedir. Bu evliliğin gerçekleşm esi için ikinci bebeğin de ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yıldız, işte böyle bir ortamdan kur­ tulmak ve cinayeti haber vermek için savcılığa başvurmuştur. Yıldız'ı dikkatle dinleyen savcı dehşet içinde kalır. Kâmil Bey ve ailesinin takip edilmesini emreder. Öte yandan Kâmil Bey de polise başvurmuş, kızını aramaktadır. Savcılığa gelir ve olayı başka türlü anlatır. Bebeğin taştan yapılmış olduğunu yeni 56


öğrenen savcı inanamaz. Zira, Yıldız, konuşurken arasıra kalkıp bebeğine süt bile vermiştir. Onun hasta olduğunu düşünemez. Yıldız'dan gayet düzgün bir şekilde İzmir’i nasıl terkettiklerini, annesiyle beraber ıssız bir mağarada on dört çocuk ve kadını rmsıl idare ettiklerini, işgal günlerinin acılarını dinlemiştir. Zihni bu düşüncelerle karmakarışık olan savcı. Kâmil Bey'in ikna edici sözleriyle yatışır ve Yıldız’m hasta olduğunu kabulle­ nir. Bu durumda yapılacak iş, kızı sağlığına kavuşturmak için çalışmaktır. Savcı, doktor. Kâmil Bey ve Eğerleri işbirliği yapıp Yıldız'ı tekrar eski sağlığına kavuşturmayı planlarlar. Yıldız, Murat'ın köyünden getirtilen babası ve askeri Ahmet Çavuş ile Ecevit ve İnebolu dolaylarına hava değişikliğine gönderilir. Bu­ ralarda, Murat'ın babası Osman Bey'le, Ahmet Çavuş'un ilgi­ leri ve şefkat dolu sözleri, yollarda karşılaşhğı köylü kadmlann her türlü zorluğa katlanıp, üstelik kocalannın cephede şehit düşmelerini bile vatan aşkı olarak nitelendiren şahsiyetleri ve m aneviyatlan karşısında gün gün kendine gelir. Önce ço­ cuğunun taştan olduğuna inanır. Bu arada savcının gönderdiği mektup da etkili olur. Murat’ın boğdurulmayıp şehit edildiğini, şehitliğin şerefli bir olay olduğunu yavaş da olsa anlamaya başlar. İyileştiğini hisseder hissetmez Ankara’ya dönerler. Za­ fere de çok birşey kalmamıştır. Ankara’da Murat'ın ölmediğini öğrenince Osman Bey’le hemen Murat'ı görmek için İzmir’e hareket ederler. Başkumandanın onlara bir süprizi vardır. Murat’m düğün davetiyelerini hazırlatmıştır. Hatta Murat da iç odada onları beklemektedir. Yıldız, geç de olsa M urat’ına kavuşur. TAN K-TANGO Tango nâmıyla anılan Bihter bir paşanın kızıdır. Annesi öldükten, babası emekli olduktan bir süre sonra babasıyla Pa­

57


ris’e gitmiş, harp çıkınca geri dönmüştür, iyi bir tahsil terbiye görmüştür. Türlcçe, Fransızca ve Almancayı çok iyi bilmekte­ dir. Babasının ölümünden sonra yalnız kalınca, m eşhur bir tâcirin evinde insaniyet nâmına bir ay bannır. Bu ev iyi niyetli insanların bulunduğu bir yer değildir. O sebeple birkaç hafta sonra Bihter paçavra yığını haline getirilip sokağa bırakılır. Bir akşam üstü Çiftesaraylar yangın yerinde bir miralay çocuğu olan kimsesiz Ali ile karşılaşır. O günden sonra kader birliği edip beraber olurlar. Ali Tango'yu sevmekte ve herkesten kıskanmaktadır. Birgün yine bir kıskançhk yüzünden kızı döver. O civarda bir şantiyede çalışmakta olan Ömer adında bir mühendis ilaç getirir ve kız Halim Baba'mn kulübesinde tedavi edilir. O günden itibaren Ömer de Bihter'e karşı bir ilgi duy­ maya başlar ve Halim Baha'dan hayatına dair bilgi edinir. Kıza acır, tedaviye, bakıma ihtiyacı olduğunu düşünür. Ömer hayat­ ta bir annesi olan zengin bir ailenin tek oğludur. Bihter'le ev­ lenmek ister. Bir gün Halim Baba’mn kulübesine gelen Ali, Bihter'i eve götürmeye zorlar. Kızın karşı koymaya çalışması ile bir tartışma çıkar ve kız tekrar dayak yer. Bu kez Ömer yine kızı kurtarır ve Ali ile kavga ederler. Kavga esnasında Halim Baba ile Bihter yaralanırlar. Ömer sonunda onları evine götürür. Yaralılar doktor kontrolüyle kısa zamanda iyileşirler. O günlerde konakta Ömer'in paşa dayısıyla iki kızı misafirdir. Kızlar Bihter'le çok iyi anlaştıkları halde, Bihter içinde bulun­ duğu ortamdan sıkılır ve orada kalmak istemez. Öte yandan Ali, Bihter gittiği günden beri konağın bahçesindeki taflanların arasında onu görebilmek için sabahlamaktadır. Bir gece Ömer Ali'yi yakalayıp eve getirir. Bihter'i terketmesini söyler. Ali kızı görmek, Onver göstermemek için ısrar ederken, Bihter gelir ve önce her ikisine de rest çeker. Sonra da Tank'a karşı, Ömer’i sevdiğini belirtir. Tank yenik bir şekilde konağı terketmek zo­ runda kalır. Öte yandan dayı kızı Suzan, Ömer'in gerçekten Nazan'ı sevdiğini Bihter'e söyler. Bihter de bunu Ömer’e iletir.

58


Ömer ise herşeye rağmen kendisini sevdiğim itiraf eder. Bihter'i her haliyle kabul etmiştir.Her ikisi de son derece mutludur. Sessiz bir nikah töreniyle evlenirler. Nikahtan beş altı saat son­ ra Bihter hastalanır. Doktor bir teşhis koyamaz. Bihter gerçekte hasta değildir. Sadece ruhu harekete alışık olduğundan içinde bulunduğu ortamdan sıkılmıştır ve hadise aramaktadır. Nihayet aradığını bulur. Evde ufak bir tâdilat ya­ parak sofayı ve bazı odaları fabrika haline koyar. Burada kim­ sesiz, viranelerden gelen Türk kadın ve kızlan iş öğrenerek barınacaktır. Halim Baba’da kimsesizlerin yardımcısı ve ba­ basıdır. Hatta küçük fabrika İsmet Paşa'ya mektup yazıp asker­ lerin ihtiyaçlarını örüp göndermeyi teklif eder. Teklifleri kabul edilir ve fabrika hızla çalışmaya başlar. Fabrikamn bir eczanesi, bakkalı, doktoru. Mektep Sandığı, Katip Sandığı ve Dünya Bu Sandığı vardır. Kimsesizlere yemek verilir. Evi olmayanlar ge­ celeri üst katta yatarlar. Çamaşırlarını kendileri sırayla yıkar­ lar. Defterleri de Chner tanzim etmektedir. Birgün Nazan'la Suzan fabrikayı gezerler. Bihter'le alay edip Ömer'e acıdık­ larım ifade edip giderler. Bihter bu hakarete çok üzülür. Birgün fabrikayı bir gazeteci ziyaret eder. Bihter'den çalışmalar hakkında bilgi alır. Kimsesizler arasında Selime adında bir kız vardır. Bu kız Tank Ali ile nişanjıdır ve Bihter'e aras!Ta kendinden bahseder. Tank Ali adını duyan Bihter kızla daha yakından ilgilenir. Öğrendiklerine göre, Ali kendini bir gün tramvayın altına, bir gün denize atmıştır. Sehme'yle nişanlı olduğu halde. Tango adında bir kızı sevdiğini itiraf etmiş, kendisini de kardeş gibi gördüğünü söylemiştir. Mahalleli dedikoduya başlamıştır. Bir an önce evlenmeleri için de baskı yapmaktadırlar. Selime de son derece üzgündür. Selime’yle Bihter konuşurlarken üç me­ mur, gelir ve icra ihbarını verirler. Bunlardan biri Bihter'i çok seven Polis Ahmet'tir. Bihter memurlara karşı kendini savunur­ sa da uzun süre karşı koyamayıp fabrikanın kapandığını

59


kadınlara bildirir. Kadınlar ve çocuklar arasında bir inilti başlar. İki öksüzüyle ortada kalan bir kadın elindeki makasla memurlara saldırır. Bihter başka b ir kapıdan memurları kaçırtır. Ortalık karışır. Az sonra Müdüri Umumi, polis ve ec­ nebi polisler gelip evi kuşatırlar. Olayı haber alan Ömer’de yetişir ve duruma el koyar. Ecnebilerin bu işe karışmamaları gerektiğini söylerse de karşısındakiler! ikna edemez. Ecnebilere ecnebilerle karşı koymak gerektiğini anlar ve düşüncesine uy­ gun olm adığı halde, sadece m ecbur ettikleri için Salih'e fısıldayıp ecnebi polis ve müfettiş çağırhr. Herkes şaşınr. Gelen müfettiş, burasının devlet himayesinde olduğunu söyler ve he­ men terketmelerini, bir daha rahatsız etmemelerini ötekilere tenbih eder. Olay yatıştıktan sonra, Ömer yaptıklanna ve olan­ lara üzülür. Bir daha kendisini üzecek şeylere mecbur etmeme­ sini sert bir dille Bihter'e ihtar eder. Şüphesiz Bihter de olanla­ ra üzülmüştür. Halim Baba'yla durumu konuşurlar ve baraka­ larını hatırlayıp hıçkırırlar. Bir gün rüzgânn getirdiği bir mek­ tup onu daha da üzer. Paşa dayıdan hemşiresine bir mektup ge­ lir, hemşire buna çok sinirlenir ve mektubu kırıştırıp atar. Buruşuk kâğıt, rüzgânn tesiriyle uçar, taraçada oturan Bihter'in eline geçer. Bihter kâğıdı açar, okur hiçbir şey düşünemez olur. Zira, mektupta Bihter'in iyi bir insan olmadığı, bir an ev­ vel evden uzaklaştırılması. Halim Baba ile Davos'a gönderil­ mesi, bunun aile şerefi olduğu yazılıdır. Bihter gibi Ömer de üzgündür. Zira, o olaydan sonra orada bulunan Polis Ahmet'in gerektiği gibi görevini yapmadığından sürgüne gönderildiğini, ailesinin yalnız kaldığını henüz duymuştur. Halbuki Bihter olayın ertesi günü bunu öğrenmiş, Ahmet'in ailesini himayesine almış, çocuğunu fabrikanın mektebine vermiş, karısıyla nine­ sine de aylık bağlatmıştır. Böylece vicdan borcunu ödediğini sanmaktadır. Halbuki Ömer bunları az bulur. Yuvanın kendile­ ri yüzünden yıkıldığına üzülür. Bihter de sonunda hatasını ka­ bul eder. Aynı gün hanımefendi buruşuk mektubu arar, Bih-

60


ter'de olduğunu öğrenir. Mektup herkesin yanında okunur. Ömer'le annesi yalnız kalınca durumu mütala edip dayıyı haksız bulurlar. Bihter'i suçlamazlar. Bilakis yardımcı olmayı düşünürler. Dayıya bir mektup yazıp ilişkiyi kesmeye karar ve­ rirler. Hanımefendi, Ömer'e, Bihter'le tatile gitmelerini teklif eder. Ömer de Nis'e gitmeyi plânlamaktadır. Fabrikayı Halim Baba ile Hanımefendi bakacaktır. Bihter geceleri hıçkırdığı hal­ de o gece yemekte son derece şık ve neşelidir. Keman çalar, ha­ reketleri diğerlerini şaşırtır, karışık düşünceler içinde bırakır. Yemekten sonra herkes odasına çekildiğinde Ömer Bihter'in odasından gelen bir hıçkırık sesi duyar, hemen koşar. Bihter sayıklamaktadır. Ömer'i sevdiğini, Ah'nin ona dokunmamasını söyler. Biraz konuşurlar, ikisi de son derece mesuttur. Ama Bih­ ter arasıra Tank’ı düşünür. Hatta Selime’ye de bu yüzden çok ilgi gösterir. Bu ilgi dayının kızlanm tedirgen eder, dedikodular da Ömer’i sinirlendirir. Dul Kadınları Himaye Balosu'nda ve katıldıkları diğer toplantılarda bu kızlar Bihter'i rezil etmeye gayret gösterirler. Kötü kadın olduğunu etraftakilere yayarlar. Bazıları dedikodulara aldırış etmezler. Bunlardan biri kayma­ kamın karısı, diğeri Nedime Hammefendi'dir. Bihter bunlarla arkadaşlığını ilerletir, üçü bir olup zaman zaman yoksul kadınları dolaşıp yardım ederler. Zamanlarınm büyük kısmmı kimsesiz kadınları ziyarete ayırırlar. Gittikleri viranelerde Bih­ ter, Tank hakkında bilgi edinmeyi de ihmal etmez. Viranelere gittikleri bir gün Bihter öksürür, mendilinde kan lekesi vardır. Ama ağlayamaz. Kayınvalidesi bu olayı Nedime Hanımefendi'den haber alır. Doktorla birlik olup bir plân hazırlarlar. Ömer'le Bihter'i Nis'e ve İskenderiye'ye göndereceklerdir. Ama Ömer’in ansızın Ankara seyahati ortaya çıkar, Bihter de onunla gitmek ister. Vapurla İstanbul’dan ayrılırlar. Inebolu-Kastamonu-Çankırı yoluyla Ankara’ya ulaşacaklardır. Yolda kağ­ nılarla cepheye silah taşıyan köylü kadınlarını görürler. Değişik manzaralarla karşılaşırlar. Bihter için Anadolu seyahati bir

61


değişiklik olmuştur. Ankara'ya geldiklerinde bir otele yerle­ şirler. Ömer Erkani Harbiye'de, Bihter de bir hastahanede görev alır. Bu arada Selime Bihter’e daima yazar. Ali'nin tu­ tuklandığını, nereye götürüldüğünün bilinmediğini bildirir. Birgün hastaneye bir yaralı gelir, ameliyat edilir. Bu Ali'dir. Bihter onu görünce fenalaşır. Gece gündüz başmdan ayrılmaz. Ayıldığında başucunda Bihter’i görünce şaşırır. Ona son günlerini bu günlere nasıl geldiğini anlatır. Arkadaşlarıyla çok sarhoş oldukları bir gece azınlıkların eğlendikleri bir evin önünde onlara hakaret etmiş, sonra da tutuklanmışlardır. Bir fırsatım bulup kaçmış, kağnılarla Anadolu'ya geçmiş, cephede savaşmış, yaralanmış, hastahaneye gelmiştir. Tam o sırada hastanenin yakınında bir bomba patlar. Her yer toz duman içinde kalır. Onlar da dumanlar içinde kaybolurlar. İK t SÜNGÜ ARASINDA Merhum Süleyman Bey'in kızı olan Fatihli Emine, küçük yaşta ana-babasmı kaybetmiş, dadısı ve ağabeyinin yanında büyümüştür. Bir siyâsi olay sebebiyle ağabeyinin Trablusgarp'a sürülmesi neticesinde dadıya inme iner ve bir süre sonra da semtlerindeki yetkili bir beyin yardımıyla yaşlı dadı Darûlaceze’ye yatırılır. O sırada onbeş yaşında olan Emine de sokak ortasında kalır, sığınacak yeri yoktur. İste bu sırada, hatırına ağabeyinin gazeteden arkadaşı, aynı zamanda da gazetenin sahibi olan beye gidip kendisine emin bir yer bulmasını rica et­ mek gelir. Gazetenin sahibi olan bey, Emine'nin isteğini olumlu karşılar ve çocuklarına mürebbiyelik yapmasını teklif eder. Emine aynı günün akşam üstü konağa yerleşir. Aradan zaman geçer. Beyfendinin, Emine'yi fazla kayırması, hanımefendinin kıskançlık duygularının kabarm asına hatta evde sık sık gürültülerin kopmasına sebebiyet verir. Beyfendinin ağırlığı olayı yatıştırmakta kâfi gibi görünürse de, uşaklar ve dadılar da dahil olmak üzere bütün konak halkı Emine'ye karşı cephe 62


alırlar. Beyfendinin bir gün uzun bir seyahata çıkması, Emine'nin hayatında yeni bir dönüm noktası olur. Beyfendi seya­ hatteyken hanımefendinin bir çift küpesiyle bir yüzüğü kaybo­ lur. Polis müdahalesine rağmen bulamaz. Neticede, polis en kıdemli kalfa ile en kıdemsiz olan Emine'yi karakola götürür. Burada tekrar üstü aranır. Elindeki çantanın içindeki yırtıktan bir küpe teki, şemsiyenin bir yerinden de yüzük çıkınca Emine'nin söyleyecek birşeyi kalmaz. Karşısında inandıracağı kimse yoktur. Önce imamın evine, sonra da hapishaneye gönderilir. Mahkemede itiraz etmeksizin suçu kabullenir. Onyedi yaşındayken hapishane hayatını öğrenir. Onu en çok üzen iki süngülünün arasında sokakta yürümeye mecbur bırakılması, yürürken de hakaret ve yalan yanlış sözler duymasıdır. Mah­ kemeden çıkınca serbest bırakılmak için polis dairesinde ikamet adresi istenir. İkam etgâh yeri vardır, ancak senedi ol­ madığından bir tanıdık gereklidir. Mahallesine yine süngülerle gönderilir. Evinde kiracılar vardır. Çıkmadıkları gibi, bir odasında oturmasına da müsâde etmez, üstelik para da ver­ mezler. Emine çaresiz muhtarın evine sığınır. Kötü kader bura­ da da peşini bırakmaz. Muhtarın karısının Haberleşme Kalemi'nde memur olan yeğeni Ahmet, arasıra evi ziyareti sırasında Emine'yi rahatsız etmeye başlar. O da bir gün kendini korumak amacıyla duvardaki küflü kamayı alıp bileklerine saldırır ve el­ lerini keser. Ahmet doğruca polise gider. Emine'nin saatini çaldığını, üzerini ararken de kamayı çektiğini söyler. Emine suçu reddetmeyip tekrar hapse atılır. Zira onun için hapiste ol­ mak, dışarıda olm aktan daha iyidir. Çıktığında, dışarıda barınacak bir yeri olmadığından yalandan tünel başında yan­ kesiciliğe kalkışıp, kendini zorla yakalatarak içeri girer. Süresi dolup çıkarken, bu defa hapishane müdürünün kafasına testi ile vurur. Tekrar tutuklanır. Mahkemede de suçu kabullenmek için elinden geleni yapar. Fakat bir avukat, onun bu işi yaparken aklî dengesinin yerinde olm adığını, dolayısıyla bir doktor

63


müşahedesine ihtiyaç bulunduğunu söyleyip mahkemeyi oyalar ve kızı bir hastaneye yatırtır. Emine deli olmadığına emindir ve hastanede kalmak istemez. Ancak doktor ve hastabakıcılann iyi muameleleri sayesinde tedavi etkisini göstermeye başlar. Dok­ tor zaman zaman, sıkmadan kızın hayatına dair bazı sualler sorar, çok korktuğu süngü imajının temeline inmeye çahşır. Hapishaneye dönme isteğinin gereksizliğini, insanın kendisinin bir evi olmasının daha iyi olacağı fikrini ona aşılar, hatta bir zamanlar kendisi gibi olan İhsan Bey’i ona örnek gösterir. Yanında başkâtip olarak çahşan İhsan Bey'le evlendirip onu hayata ve topluma kazandırmak ister. İhsan da aynı fikirdedir. Emine'ye yeni bir nüfus çıkartılır. Yeni doğmuş manasına gelen Nevzâd adım alır. Nikah kıyılır. Avukat, başhemşire ve doktor tarafından yeni evliler, Selanik'e yepyeni bir hayata uğurlanır. ÇAPKIN K E Çapkın Kız daha çok küçük yaşlarda anne ve babasını kay­ beder ve halasının yanında büyür. Gerekli tahsil ve terbiyeyi görür. Hareketlerinde çok serbesttir. Bir ara değişikhk olsun diye Ankara'daki halazâdesine misafir olur. Eğlenir, gezer. Vaktinin bir kısmını da Ankara'da yaptıklarını İstanbul'daki candan dostu Cicim Ali’ye yazmakla geçirir. Ankara'da kendi­ sine refakat eden Hayret Bey, onu bir an olsun yalmz bırakmaz. Hayret Bey'in Çapkın Kız'a olan bağhlığı aralarında otuzbeş yaş fark olmasına rağmen pek çok dedikoduya sebebiyet verir. Çapkın Kız'ın serbest davranışları çevresinde kendisiyle ilgile­ neceklerin sayısını arttırır. Ama o, kimseye pabuç bırakacak cinsten değildir. Evlenmeyi düşünmemektedir. Cevat Bey'in nişanlanma, genç mülâzım İhsan Bey'in evlenme tekliflerine "hayır" der. Ama bir süre sonra Ihsan Bey'in teklifini değer­ lendirdiğinde iş işten çoktan geçmiş olur. Zira İhsan Bey nişan­ lanmıştır. Çapkın Kız'ın çapkınlık ünvanı sadece yüzeydedir. Aksine namusuna çok düşkündür. Erkek gibidir. Ankara'da bir 64


eğlence esnasında kendine dikkâtle bakan delikanlıya, kalkıp "ne bakıyorsun" diyecek kadar cesaretlidir. Sonradan bu köy çocuğuyla dost olurlar. Kız kardeşiyle de görüşmek ister. İstanbul’a döndüğünde sözünde duran Mehmet^ kızkardeşini alıp Çapkın Kız’ı ziyarete gelir. Gezerler, eğlenirler. Bir süre içinde birbirlerine karşı birşeyler hissettiklerini farkederler. Mehmet köy çocuğu olduğunun bilincindedir. Çapkın Kız’ın çevresine ayak uyduramayacağını düşünür. Gururu aşkına mâni olur. Köyüne dönüp gider. Kısa bir süre sonra Çapkın Kız’ın halası hastalanır ve aniden de ölür. Yapayalnız kalan Çapkın kız, etraftan gelen dedikodu ve aşk mektuplarının önüne geçebilmek için evlenmeye karar verir, ama evleneceği kişi belli değildir. Önce Hayret Bey’e sonra Cicim Ali'ye teklif eder. İkisinden de red cevabı alınca vaktiyle ona teklifte bulu­ nan ve hâlâ cevap bekleyen M ükerrem Bey’e gider. Ancak gerçek olmadığı halde, annesi ve ablasından onun nişanlı olduğunu öğrenince olumsuz cevap vermeye geldiğini bildirip geri döner. Her kapının kapandığını görünce, reddedilişin se­ bebini öğrenmek üzere Hayret Bey’e başvurur. Hatta onu ölümle bile tehdit eder. Çok zor durumda kalan Hayret Bey, rühayet yıllarca sakladığı bir gerçeği açıklamak zorunda kalır. Buna göre; Hayret Bey gençliğinde baba dostu eski vezirlerden birinin yardımıyla bir işe girmiş. Onunla öyle yakınmışlar ki vezirin genç ve güzel karısıyla bir süre sonra aralarında bir ilişki başlamış. Vezirin ölümünden sonra evlenmişler. Bir çocukları olmuş. Bu arada kadın ölmüş. Bıraktığı vasiyetna­ mede çocuğunun adının Çapkın olmasını ve kocasının bir daha evlenmemesini belirtmiş, işte Hayret Bey bu vaziyetnamenin şartlarım yerine getirdiği için böyle davranmaktadır. Hayret Bey'in babası olduğunu öğrenen Çapkın Kız, şaşkm bir halde evden dışarı fırlar ve karanlıklarda kaybolur.

65


YALDE Amca kızlan olan Eligül ile Gülören Dikmen Yıldızı'mn ko­ cası Murat’ın da sınıf arkadaşı olan yüzbaşı Umur'u sevmekte­ dirler. Umur, Eligül ile ilgilenmekte, Gülören ikinci plânda kal­ maktadır. Eligül, annesinin sultanın teyzesinin kızı olmasından dolayı asilzadelik kuruntusu içindedir. Süvari kaymakamı mer­ hum Ahmet Bey'in kızı olan Gülören ise Eligül'e nazaran daha mütevazidir ve Umur'u daha iyi anlar. Bu arada otuz yaşlannda. Damat Ferid'in ecnebilerle arasındaki münasebeti tesise memur olan Müfehham adında biri Ehgül'e aşık olur. Fakat Eligül Müfehham'ı kabul etmez. Bu arada Umur Millî Müca­ dele ile ilgili olarak Bursa'ya gitmek mecburiyetindedir. Eligül ile Gülören de onunla beraber gideceklerdir. Halbuki Müfeh­ ham, Eligül'ün gitmesine mâni olması için, Gülören'e giderek, yalandan bir hastalık uydurup bir hafta geç gideceğini, Eligül'ün de kendisine arkadaş olarak kalmasının uygun ola­ cağını Umur'a söyleyerek iknâ etmesini ister. Zaten Umur'a âşık olan Gülören, Umur'u Eligül’den uzaklaştırmak için bu plânı tatbike razı olur. M üfehham daha sonra Eligül'ü göndermeyecek, Gülören yalnız gidecektir. Umur da bu işe râzıdır. Eligül ise fikri kabul eder görünür. Umur’un gideceği bir gece Eligül bulunduğu yere gider. Birlikte Bursa'ya kaçacaklardır. Eligül'ü takip eden Müfehham, o evde yaka­ lanır. Uzun bir sorgu sualden sonra niyetinin kötü olmadığı anlaşılarak serbest bırakılır. Eligül'le Umur sandala binerek ev­ den ayrılırlar. Müfehham, herşeyden habersiz olan Gülören'i telefonla arayıp durumu haber verir. Gülören çok üzülür. Bir müddet sonra o da İstanbul'dan ayrılır. Bursa-Balıkesir ci­ varında dolaşır. Umur ve Eligül'e rast gelir. Eligül'ün ailesi kızlarını aramaktadır. Gülören'in tavsiyesi üzerine Ankara’ya gidip Eligül'e haber göndermişlerdir. Bu sebeple Umur'la Eligül Ankara’ya hareket ederler. Bir süre sonra da Gülören Ankara'ya gider. Fakat Ankara'da fazla kalamaz. Kayseri'de

66


bir öğretmenlik görevi bulur. Umur da Eskişehir-Salihli dolaylarma gider. M üfehham, Gülören’in sırdaşıdır. M ektup­ laşırlar. O da Ankara'dadır. Artık eski casusluk görevini bırak­ mış, dürüst, vatanına hizmet eden bir insan olmuştur. Gülören Kayseri'de öğrencileriyle mutludur. Ancak arasıra Eligül'ün yazdığı mektuplar canını sıkar. Onları Müfehham'a postalar. Derken birdenbire Ankara'ya döner. Bu arada Umur da gele­ cek, EligüI'Ie evlenecektir. Fakat herşey düşündüğü gibi olmaz. Umur, yüzünde bir yara iziyle dönmüştür. Bir ayağı da sakatlanmıştır. Asilzadelik kuruntusu içinde olduğundan, milliyetçilik ve vatanseverlik gibi duyguları çevresinden alan, sonradan edindiği ve lüks saydığı bu duyguların köklü olmaması yü­ zünden gerçek hüviyetine bürünüveren Eligül, Umur'un dış güzelliğini sevdiği için ondan vazgeçmekte tereddüt bile göstermez. Terk edildiğine üzülen Umur, Müfehham'ın kaldığı odaya yerleşir. Daha sonra da Dikmen’de bir bağ köşkü ahp iruivâya çekilir. Onu her zaman ciddi seven ve kötü günlerinde gerçek dostu olan Gülören, bu halinde onu yalnız bırakmak istemez ve gidip, kendisini çok sevdiğini söyler. Umur ise açındığı hissine kapılarak onun bu teklifini cevapsız bırakır. Tekrar reddedilen Gülören için Ankara bir mânâ ifade etmez ve bir öğretmenlik işi bularak Erzurum’a gitmeye hazırlanır. Öte yandan herşeyi bilen Müfehham, Umur’a gerçekleri anlatmış, Gülören'in sadâkatinin sahte olmadığı konusunda ikna etmiş ve istasyona yolcu etmeye getirmiştir. Bu defa, gururu yıkılan Gülören, Umur'u dinlemez ve tren hareket eder. Çaresiz ve büyük bir yıkım içinde olan Umur'u istasyonda EJigül beklemek­ tedir. Eligül, hatâsını anlamış, saklandığı yaldızının altından çıkarak, bu defa gerçek mânâda Um ur’a destek olmayı düşünmüş ve ona koşmuştur. Bunda konuştuğu Gazi'nin de büyük rolü vardır. Müfehham'la ikisini zorla arabaya bindirip evlerine götürür. Fakat herşeye rağmen Umur Eligül'ü affet­ mez ve evini terkeder.

67


BEN

ö l d ü r m e d im

- KOKAİN

Ankara’da ilkban n açıldığı günlerde oraya İdil adında güzel bir kadın devam etrnekte ve bütün erkekler bu kadınla ilgilen­ mektedir. Aka Gündüz de bu barın müdâvimlerindendir ve İdil onun da dikkatini çekm ektedir. Idil'le bir gün Dikm en bağlarındaki bir köşkte karşılaşırlar. Aka bir tavşan vurmuştur. İdil tavşanı alır, onunla mâzi arasmda ilgi kurar. Aka zaman geçince onun ne demek istediğini anlar. İdil, yıllar önce Pangaltı'da karşılaştığı aile dostlarından birinin kızıdır. Şimdi bir şirkette çalışmakta, bir otelde de Ahmet Bey isminde biriyle kal­ maktadır. Yanlarında şirket temsilcilerinden bir de Fransız vardır. Ahmet Bey’e ettiği hizmet ve bunun karşı oteldekiler ta­ rafından seyredilerek "canlı sinema” olarak nitelendirilmesi, epeyce dedikoduya sebep olur. Ayrıca, Idil’in casus olduğu düşüncesi de Aka'ya kadar gelmiştir. Durumu haber veren ar­ kadaşı bu işi vatan-millet meselesi sayarak, bu kadınla evlen­ mesi gerektiğini kendisine söyler. Gerçi o da kadından hoşlanmaktâdır. Fakat o sıralarda kızının biriyle nişanlanmak üzere olması, kendisinin şimdilik evlenmesinin iyi olmayacağı düşüncesinde olması, Aka'nın plânını gerçekleştirmesine mâni olmaktadır. Arkadaşının bu işi vazife olarak nitelendirmesi üzerine kadına münâsip bir zamanda evlenme teklif eder. Idil'den red cevabı alır. Öte yandan, Aka'da Idil'in nasıl câsus olduğu düşüncesi vardır. Onun hayatını öğrenmek ister. Bunu da, ancak kıza kokain çektirmekle başaracağını düşünür. İdil birkaç kez kokaine itiraz etmiştir. Kendisi içmediği gibi Aka'nın da içmesine müsâde etmez. Hatta bir defasmda evi terkeder. Birkaç gün hiç uğramaz. Ortak arkadaşlarından karı kocayı gönderip Aka'ya kokain çekmemesi için ricada bulundurur. Ne­ ticede barışırlar ve Aka ona kokain çektirmeyi başarır. İdil de anlatmaya başlar. Önce anne ve babasının bir yangında kül olduğundan, ken­ disini teyzesinin yetiştirdiğinden sözeder. Daha sonra ka-

68


fasında çizdiği roman krokisini anlatmaya çalışır. Ali Bey adında, yaşı elliyi bulan, dürüst, sigaradan başka sefahati, bekârlıktan başka kabahati olmayan bir adam vardır. Zamanla çevrenin ısrarlarına dayanamayıp evlenir. Bir kızı olur. Ali Bey’in yetiştirmelerinden bir kalem müdürü İrfan Bey vardır ki, eve en sık gelenlerdendir. İrfan Bey, Ali Bey'in karısını kışkırtarak onun mebus olmasını ister. Ali Bey önce reddeder. Sonra kansmı kırmamak için kalkıp Selanik'e gider. İrfan'ı da onlara tavsiye eder. Günü gelince Ali Bey yerine İrfan Bey me­ bus olur. Ali Bey listeye almmamıştır. Ayrıca bir liman imtiyaz meselesinden zanlı bulunarak tevkif edilir. Mehterhaneye ahlır. İrfan Bey velinimetini ziyaret eder. Öte yandan hanımefendiy­ le aralarında bazı ilişkiler olur. Ali Bey Abdülhamid’in değişme­ si sonucu çıkan umumî aftan yararlanarak çıkar, irfan yüksel­ dikçe yükselir. Ali Bey'i de şirketlerden birine memur yazdınr. 31 Mart'tan onbeş gün sonra "mürtecilerle ülfeti tahakkuk ettiğinden nâşi" Ali Bey Sinop'a sürülür. îrfan da bu günlerde hanımefendiyi daha sık ziyaret eder. Nihayet birgün îrfan Bey hanımefendiden bıkar. Ali Bey'i eve döndürmek için uğraşır ve sonunda Ali Bey evine gelir. Bir süre sonra da vatan haini zanm ile Bodrum'da kalebentliğe mahkûm eçiilır. Yine bir umumî af ilânıyla senesine varmadan Ali Bey Bodrum’dan döner. Vapur­ da, birkaç kişinin kendi hakkmda söylediklerini işitir. İrfan karısıyla üç yıldır sevişiyormuş. Ali Bey bunun üzerine saçlarını çeke çeke ağlar. Kimseye birşey belli etmez. Bir ilânla îrfan'ın eve ne zaman geleceğini öğrenir. İrfan'a da telefon edip aynı saatte eve davet eder. Birkaç doktora uğrayıp uyku ilacı aldık­ tan sonra eve döner. Ertesi sabah Bursa'ya gitmek üzere evden çıkarken çocuk peşini bırakmaz.Bu vesile ile onu ahp teyzesine bırakır, tekrar eve gelir. Karısına îrfan’ın geleceğini, masayı hazırlamasını tembih eder. Kadın yakalanmadığına şükrederek içkileri hazırlar. Ali Bey bu arada kadının yokluğunu kollayarak içkilere uyku ilacı koyar. İrfan gelince içmeye başlarlar. Vakit ilerleyince hizmetçileri Marika, îrfan ve karısı en derin uyku­ larına dalarlar. Ali Bey üç teneke benzini dökerek evi ateşe verir 69


ve kendisini dışarıya atar. Yanan İrfan Bey'i herkes Ali Bey sanır. Ali Bey kendini unutturmak için hüviyetini değiştirip İstanbul'dan aynlır. Kızı Idil'i önceden teyzesine bırakmış oldu­ ğundan İdil bu kadının elinde yetişir. Bir ecnebi mektebinde Fransızca ve İngilizce öğrenir. Ancak teyzesi onu sokak kadını yapmak ister. İdil sonunda evlenerek teyzesinden kurtulur. Çok zengin olan kocasıyla Paris'e gider. Adam kızı satmak amacıyla oraya götürmüştür. İdil Paris'te ondan kurtulmak için Piyer Loti’ye başvurur. Bir sonuç alamaz. Yunan konsolosluğuna giderek önceden tanıdığı bir ailenin yeğeni olarak kendini tanıtır. Onlann yanına gitmek için himaye alır. Selânik'te ba­ basıyla karşılaşır. Ali Bey, "Ahmet" adını almıştır. Birlikte İstanbul’a, oradan da Ankara’ya gelirler. îdil orada babasıyla barlara gider, bir otelde kalır. Bu arada Aka ile taruşır. İdil bir zamanlar kokain kullanmış, sonradan terketmiştir. O gece çek­ tiği fazla gehr ve fenalaşarak hastaneye kaldırılır. Aka, Paris' teki Ahmet Bey'e telgraf çeker. Ahmet bey geldiğinde, kızının kokain kullanmasının hayatına malolacağını bildiğinden intihâr etmiş olabileceğine ihtim âl verir. Gerçekte îdil kokainden ölmüştür. Aka buna kendinin sebep olduğunu düşünerek derin­ den üzülür. ONLARIN ROMANI Çankırı'da bir handa Kastamonu Defterdarı İstanbul’dan gelecek olan karısı Gülöz'ü beklemektedir. Gülöz gelir ve bir gece handa kalır. Kocasını hiç de ümit ettiği gibi bulmaz. Def­ terdar bir sıkıntı içindedir. Nihayet zorla da olsa derdini an­ latır. Gülöz'ü bırakmış ve H aa Reşit Efendi adında zengin biri­ nin kızıyla evlenmiş, boşanma kâğıdını da Gülöz'e gönder­ miştir. Gülöz mektubu almadan hareket ettiğinden hiçbir şeyden haberi yoktur~<^ Birden bire burada dul kaldığını öğ­ renince fenalaşır ve defterdan aşağılayıcı sözler söylemekten çekinmez. Kendisini niçin boşadığım öğrenmek ister. Defterdar sorulara mantıklı cevap bulamadığından odadan çıkıp gider. 70


Gülöz handa yalnız kalınca ne yapacağını düşünmeye başlar. Daha İstanbul'dan ayrılalı beş gün olmuştur. Birdenbire dönüşünün, üstelik boşanıruş olduğunun çevrede yaratacağı dedikodu ve meseleyi düşünür. Geçmiş gözünün önüne gelir: Annesini ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, büyükbabasının hi­ mayesinde büyümüş. Kız Lisesi’nde okumuştur. O sıralarda yine büyükbabasınm yardımıyla büyüyüp, eline ekmek verilmiş olan bu adamla sırf büyükbabasının arzusunu yerine getirmek için evlenmiştir. Kendisine bu kadar yardımı ve emeği olan bu adamın torunundan sebepsiz ayrılmaya kalkan kocasını bir türlü anlayamaz. O sırada kapı vurulur, içeriye yaşlı bir kadın girer. Bu kadın yandaki odada hasta oğluyla birlikte oturmak­ tadır. Gülöz'le kocasının arasında geçen herşeyi öğrendiğini ve kendisine pek çok acıdığını söyler. Ayrıca ilginç bir teklifte bulu­ nur. Veremli oğlunu tebdili hava için Çerkesbeli’ne götü­ recektir. Eğer kabul ederse, Gülöz’ü de can yoldaş olarak yan­ larına almak istemektedir. GülÖz teklifi etraflıca düşünür, hancıya ve han hizmetçisine sorar, onların iyi insan olduklarını öğrenince beraber gitmeye karar verir. İstanbul’a dadısına mektup yazar ve her işi yoluna koyup, birkaç parça eşya ile Çerkesbeli'ne gelmesini tembih eder. Ertesi sabah hep beraber yola çıkarlar. Anadolu'nun eşsiz manzarah dağlarından ve ovalarından geçerek Çerkesbeli'ne varırlar. Köylülerin yardı­ mıyla çadırlarını kurarlar, yanlanna köyden Mehmet isminde bir hizmetçi de verilir. Herşey yolunda gitmektedir. Ahmet’in de günden güne iyi olduğu görülür. Gülöz, dağ çocuğu Meh­ met'le sevişmeye başlar. Dadısını karşılamak için Osman Pehli­ van ve Mehmet ile Yabanabad'a giderlerken Mehmet’in de on­ dan hoşlandığı belli olur. Ahmet'in izni bitmek üzere oldu­ ğundan bir dost tavsiyesiyle Ankara'da iş bulmak için Gülöz'ün isteğiyle yanlanna Mehmet'i de alarak yola çıkarlar. Fakat Ah­ met de Gülöz'ü sevdiğinden yolda bir bahane bularak Meh­ met'i savar. Ankara'ya gelince Gülöz'e aşkını itiraf eder. Bu

71


defa ikisi arasında gittikçe ilerleyecek olan bir sevgi başlar. Bu durum, anne ile dadıyı memnun eder. Ahmet tekrar hastalamr. Gülöz bir doktorla görüşür. Doktorun tavsiyesine uyarak Ke­ çiören' de bir köşke taşınırlar. Ahmet ciddi bir tedaviye başlar. Biraz iyileşir gibi olur, bu defa Gülöz’ün Ahmet'in yanında oluşu hastalığı yeniden başlatır. Bunun üzerine doktor, bir dok­ tor arkadaşını tavsiye ederek orüan İstanbul'a yollar. Evi Keçi­ ören'den Hacıbayram'a naklederek Ankara'dan aynhrlar. Doktor hemen Ahmet'i hastaneye alır. Bir süre sonra onlara Büyükada'yı tavsiye eder. Gülöz para işini halletmek için evle­ riyle dükkanlarını rehine koyarak para tedarik eder. Ahmet yavaş yavaş iyileşmeye başlar. Bu arada Gülöz hamile oldu­ ğunu anlar ve Ahm et'e de bildirir. Ahmet duruma biraz üzülünce çocuğu aldırmak zorunda kalır. Ahmet iyileşince An­ kara'ya dönerler. Gülöz'ün tanıdıkları vasıtasıyla Ahmet İstiklâl Mahkemesi'ne kâtip olur. Bir süre sonra da başkâtip olarak Çorum'a gönderilir. Dönüşte evlenmeyi kararlaştır­ mışlardır. Aradan bir süre geçer. Ahmet'ten bir haber alamaz­ lar. Neden sonra gelen bir mektupta Ahmet, annesinin memle­ ketlerine gidip, neleri varsa satmasını istemektedir. Annesi tâlimâta uyarak memleketine gider. Ancak, ondan da hiç haber çıkmaz. İyice merakta kalan Gülöz, Ahmet'in tekrar hasta ola­ bileceğinden endişelenir. Doğruca Ahmet'in yamna gider. Evde hizmetçi kızı bulur. Olup biteni öğrenmek için can atarken, hiz­ metçi annesinin komşuya gittiğini söyleyip çağırnnaya gidince Gülöz etrafa göz atar ve masanın üzerinde bir davetiye paketi bulur. Ahmet oramn zenginlerinden birinin kızıyla nikahlanmıştır. Birden bütün mazi gözlerinin önüne gelir ve olduğu yere yığılıverir. Yazar bu romanın burada bitmediğini, üçüncü fasıl­ da başka bir konudan bahsederek romanı tamamlayacağını bil­ dirir.

72


BİR VARMIŞ BÎR YOKMUŞ Evvel zamanda, iki genç varmış. Birincisinin adı Haşan, İkincisinin adı Hüseyin'dir. Hüseyin annesini lohusa iken kay­ betmiştir. Sütkardeşler onsekiz yaşma geldiklerinde babala­ rının yüksek mevkileri sayesinde de Tanzimatı Hayriye Teşkilatı'ndan birine çırak olurlar. Birbirini çok seven bu süt kardeşler aynı gün evlenirler. Bir süre sonra Ali ile Veli adında çocukları olur. Zaman geçer, Hüseyin Bey Magosa Zindam'na atılır. Orada ölür. Haşan Bey de Konya'ya sürülür. Hüseyin’in kansı Konya'da Hasan'ın yanında ölünce. Haşan, oğlu Veli ile kalır. Haşan bey iki çocuğu da çok iyi yetiştirmeye gayret eder. Ancak Veli, kendini bu evde yalnız ve tufeyli hisseder. Haşan Bey Veli'yi daha zeki bulur ve onunla daha çok ilgilenmeye başlar. Ancak Veli Rum eli'ye bir kaymakamlık göreviyle sürülür. Haşan Bey çocuğunun başının yenilmesinden korkar, birşey yapamaz. Ali Konya’da kalır. Haşan Bey Ali'nin oğlu Nadir'e iyi bakar. Özel dersler aldınr. Ebuziya Tevfik de çocuğun adını Ender olarak değiştirir. Gün geçer. Veli Bey siyasi işlerden dolayı kaymakamlıktan Trablusgarb'a sürülür. Haşan Bey ve Ali çok üzülürler. Haşan Bey İstanbul'daki konağın yansını satarak Veli’ye para göndermeyi planlar. Konak satılır. Ama parayı Veli’ye ulaştırmak meseledir. Ali işi üzerine alır. İzm ir’e gider. Güç belâ Italyan Konsoloshanesi'ne varır. Veli’nin kardeşi olduğunu ve ona para göndermek istediğini açıkça söyler. Ertesi gün verilen cevap müspettir ve parayı oraya bırakır, çıkarken yakalanıp pasaport karakoluna gö­ türülür, sorgu sual edilir. Üç buçuk ayda yaya olarak Diyar­ bakır'a sürgün gider. Derken Hürriyet ilân edilir. Ali Bey Ziya Gökalp'in vasıtasıyla siyasete katılmış olur. Veli’nin de Recep Paşa ile İstanbul’a gittiğini haber alınca, doğru İstanbul’a gi­ der. Ali Bey'i her yerde baş yapmak isterlerse de kabul etmez. Mektep müdürlüğüne devam eder. Oğlunun Avrupa'ya gön­ derilmesini sağlar. Ender Avrupa’ya okumaya gider. Veli vatan

73


ve siyaset işleriyle meşgul olduğundan eve uğramaz, kansını ve kızmı ihmal eder. Yaşlı baba Haşan Bey yeni devirde istemeye istemeye ısrarlara dayanamayarak Ayan azası olur. Her husus­ ta Veli’yi Ali'den üstün tutar. Onu tavsiye eder ve Veh mebus olur. Böylece ilişkileri de kopmaya başlar. Veli her fırsatta ve her yerde Ali'yi şikâyet eder. Veli Bey Büyükada'da köşkte, Ali Bey de Sofular'da otururlar. Veli nâzır da olur. Ali Bey karşı olduğu bazı şeyleri bazı yerlerde açıktan açığa söylediği için müdürlükten çıkanlır. Doğru Veli'ye gidip yardım ister. Veli il­ gilenmez bile. Tartışıp ajo-ılırlar ve uzun süre görüşmezler. Av­ rupa'daki oğlunun da tahsisatı kesilir. Ali bey babadan kalma tüm mirasını da satıp oğluna gönderir. Oğluna önce verilen parayı da ödemek zorunda bırakılır. Evini dağıtır. Kansı ile yaşamaya başlar. Mahmut Şevket Paşa'nın ölümüyle ortalık karışıktır. Ali bey de şüpheli görünerek içeri atılır. Ebuzziya ta­ rafından hapisten çıkanlır. Daha fazla başlarına belâ gelmeden karısıyla Paris'e oğullarının yanına gidip, bir süre burada kalırlar. Ender Almancasım ilerletmek için Almanya'ya gitmek ister. Orada Darülfûnun'a girer. K an koca bir süre sonra Pa­ ris'ten Almanya'ya gitmek isterler ama bu sırada dünya savaşı patlar. Çocuklarının yanına gitm eleri zorlaştığından, önce Londra'ya oradan Hollanda'ya geçerler. Harp günlerinin sıkın­ tılarıyla karşılaşarak zorla Ainnanya’ya gelirler. Ender'i asker olduğu için göremezler. Memlekete dönmek ihtiyacı artar. Bir ara sükûnet olur. Balkanlar yolu açılır ve Almanya'dan bir trene binerek İstanbul'a hareket ederler. Yolda zabitler ta­ rafından Ali Bey tutuklanır. Karısını komşularına gönderir. Bütün malına ve parasına el konduğundan kansma ancak elli altın verilir. Avrupa'da dolaşması şüphe arzettiğinden tutuk­ lanmıştır, üstelik casuslukla da suçlamr. Ali Bey bütün bunların Veli'den geldiğini hisseder ve mahkemede de açıkça söyler. Suçlu bulunmadığı halde havadan sudan sebeplerle Bodrum’a kalebent olarak sürülür. Karısı ise el kapılarında parasız

74


sürünmektedir. Ender Almanya’dan amcasına bir mektup yazar ve babasının yakasım bırakmasım söyler. Yirmi gün sonra da Ender Alman hükümeti tarafından Alman mültecilerle birlik olduğu iddiasıyla tutuklanır. Ali Bey'in kansı eski dost evlerinde barınamaz hale gelir, herkes tarafından Veli Bey'e müracaat etmesi tavsiye olunur. Veli’nin köşküne giden kadın, kalbi daha da yaralanarak geri döner, etrafındakilere yalan söyleyerek Veli Bey'in Ali Bey'i kurtarmayı vadettiği bildirir. İntihar etmeyi bile göze alır ama oğlunu hatırlar, vazgeçer. Bir süre daha el evinde yaşarken b ir gün kocasının ölüm haberiyle yıkılır, gözlerini açtığında kendini Dârülaceze’de bulur. Bu arada En­ der Almanya'dan gelir. Eski tamdıklanndan birinin evine gidip ailesini sorar. Annesinin de babası gibi kan kusa kusa öldüğünü öğrenir. İntikam hırsıyla doludur. Ancak mantıklı düşünüp vaz­ geçer. Süleyman N azif in çıkardığı gazetenin tahrir heyetinde görev alır. ÜÇ KIZIN HİKÂYESİ Dürer, Betigül ve Filik okul arkadaşlandır. Bunlardan Dürer, dürüst, çalışkan, aile hayatı dengeli bir kızdır. Annesi, babası Muammer Bey kızlarına karşı son* derece anlayışlı dav­ ranmakta, böylece mutlu ve ideal bir aile tablosu sergilenmek­ tedirler. Betigül ise biraz havaî, eğlenceye düşkün, dersleri faz­ la ciddiye almayan, başıboş tavırları olan biridir. Onun aile yapısı Dürer'inkinden farklıdır. Babası Osman Bey nizamcı ve merasimci bir adamdır. "Vecibei Devran"a göre hareket eder, menfaatlerini daima ilk plânda tutar. Annesi ise vurdum duy­ maz bir kadındır ve işi gücü gezmektir. Bu iki arkadaşa sonra­ dan katılan Filik ise onlardan daha farklı bir aile ortamından gelmektedir. Cahil ve son derece mutaassıp olan ana babanın, kızlarını okula gönderme sebebi, devrin şartlarına uygun olmak ve mürteci sayılmamaktadır. Kızlarının her hareketine şüpheli gözle bakmakta, çok kötü davranmaktadırlar. Öyle ki Filik, he75


men her yapbğının günah olup olmadığını belirlemeye çalışmak alışkanlığını kazanmıştır. Arkadaşlannın ailevî hayatlarını da öğrenen Filik, kendisini onlarla daim a m ukayese eder ve canından bıkar hale gelir. Böyle bir sırada, Betigül onu etkisine alır, sinemalara alıştırır, erkeklerle arkadaşhk etmesine vasıta olur. Filik, artist kartpostalları almak, sinemaya gitmek için ge­ rektiği zaman annesinden ve babasından para bile çalar. Bu arada Ercan adında bir genci sever ve onunla arabaya binerek gezmeyp çıkar. Betigül de Muzaffer adında biriyle tamşır, fakat Muzaffer’in Filik'ten hoşlandığım sezince fena bir tuzak kurar. Bir dizi yalan ve oyunla, Filik'in Cebeci kırmda Muzaffer'le konuşurken annesi tarafından yakalanmasını sağlayarak, kızın aile hayatının kökünden yıkılmasına sebep olur. Üstelik Er­ can’la Muzaffer karşılaşmış, kavga sonunda Muzaffer ölmüş, Ercan da hapishaneye gitmiştir. Bu olaylara üzülen Filik, bir süre sonra babasım kaybeder, annesi de mirasından mahrum etmek için kızını eve almaz. Sokakta kalan Filik, teyzesinin evine sığınır, burada da teyzesinin oğlunun tecavüzüne uğrayarak tamamen bir batağa saplanır. Sonunda bir adamın metresi olur. Barlarda kötü bir hayat sürmeye başlar. Bir gün Betigül’e uğradığında, herşeyin Betigül tarafından yapıldığım öğrenince ona karşı intikam hissi duymaya başlar. Bir gün onu alışveriş m aksadıyla yanına alıp, bara devam edenlerin dükkanlarmda dolaştınp, teşhir eder. Dedikodusunu her yerde yapar. Halbuki herşeyden habersiz olan Beti, bir şirkette kâtip olarak çalışmaktadır. Aynca Filik’in düşdüğü kötü durumdan kendini sorumlu tutmakta ve büyük bir vicdan azabı duymak­ tadır . Filik’in yaygaralarım duyan Osman Bey, kızım sıkıştınr ve onun "başladığı işi bitirmesini" haykırır. Çok zor durumda olan Beti intihara teşebbüs eder, başarılı olamaz ve doktor m üdahalesiyle kurtarılır. Evden ayrılm aya ve babasının dediğini yapm aya kararlıdır. F ilik ’ten, B eti’nin suçsuz olduğunu öğren Osman Bey eve geldiğinde kızının evi terket-

76


miş olduğunu görür. Beti, İstanbul'a gider, bir iş bulur, ancak, babasının verdiği sözü tutmak için AU Bey adında biriyle yaşamaya karar verir. Ali Bey Beti'yi sever ve evlenmek niye­ tindedir. Aynca, tecrübeleriyle onun göründüğü gibi profesyo­ nel olmadığım anlar. Hatta Beti'nin hatıra defteri de onun düşüncesinde haklı olduğunu ispat eder. Defterde Beti Ali Bey’i sevdiğini de yazmıştır. Böylece, Filik'le Beti'ye benzemeyip, çok önceden mutlu bir aile yuvası kuran Dürer'in de yardımıyla Beti, Ali Beyle evlenir, kötü yola düşmekten kurtulur. ÜVEY ANA Ankara'nın Karataş köyünde doğup büyüyen Lâle ve ikiz kardeşi Gül, küçük yaşta anne ve babasım kaybetmiş, sokak ortasmda kimsesiz kalmışlardır. Birgün, iyi yürekli, merhametli bir insan olan şoför Lobut Ağabey tarafından evlatlık edinilip bir yuva sahibi olurlar. Lobut ağabey, yaşlı ablası ve metresi Pakize ile yaşamaktadır. Aile de çocukları benimser ve en iyi şekilde bakarlar. Bir süre sonra Gül veremden ölür. Lâle ise İsmet Paşa Enstitüsü'nü başarıyla bitirip mürebbiye olur. Öte yandan Ankara sosyetesinin gözdelerinden olan Emin Bey, kızı için yabancı bir mürebbiye tutmuştur. Matmazel Diyan Türk düşmamdır. Bibi’ye k öylü lai sevdirmemiş, daima kötülemiştir. Emin Bey'in kansı hastadır. Mürebbiye, kadının bir an önce ölmesini istemektedir. Bunun için onu kurandere oturtur. Zira, onun ölümüyle yerini alacaktır. Daha sonra kızı ortadan kaldıracak, mirasa konacak, Ankara Palas’taki sevgilisi Alfons ile memleketine kaçacaktır. Bu arada Hanımefendi ölür. Emin Bey de matmazele iyice tutulmuştur. Ancak bir dostu, mürebbiyenin plânlarını Emin Bey’e anlatır. Emin Bey de bir baskın sonucu mürebbiyeyi sevgilisi ile yakalar ve evden kovar. Başka bir mürebbiye almak için gazeteye ilân verir. Bunun üzerine birgün Keçiören'deki Selvili Köşk'e Lobut'un kızı Lâle başvurur. Çevresinin itirazlarına rağmen şöför kızını evine alan Emin 77


Bey'in endişelerini kısa bir zaman sonra yok eder. Zira, Lâle çok iyi bir insandır. Üstelik kızı Bibi de ona çok alışmış, onunla evde yepyeni bir hayata başlamıştır. Herkes çok mutludur. Emin Bey Lâle ile evlenmeye bile kalkışır. Lâle, Bibi’yi ölmüş kardeşi Gül'e benzettiğinden, ondan ayrılmamak için Emin Bey'le evlenmeye razı olur. Bibi de annesi gibi veremdir. Lâle kızla çok ilgilenir, hatta Doktor Ergun'la tanışıp birlikte Bibi’yi tedaviye başlarlar. Avrupa seyahatine bile Bibi için çıkılır. Ailenin mutluluklannı hazmedemeyen kötü niyetli dostlar, dedikodularını yoğunlaştınrlar. Bunlara sebep de bazılarının Emin Bey'i yakınlarıyla evlendirmek isteyişleridir. Ama evdeki hesap çarşıya uyma­ mıştır. Öte yandan Bibi'nin zihnine "Üvey Ana" fikrini yerleştir­ meye gayret ederler. Lâle tüm benliğiyle kızı iyileştirmeye çalışmış, Avrupa'dan dahi kızın sıhhatiyle ilgili olarak doktorla mektuplaşmıştır. Emin Bey'in kötü niyetli dostları Lâle ile dok­ tor arasında bir münasebet olduğu dedikodusunu yayarlar. Söylenenler bir bakıma doğrudur. Emin Bey ihban aldığında gerçekten de Lâle'yi doktorun muayenehanesinden çıkarken görür ve çılgına döner. Lâle'den konuyu gizleyeceğini umduğu halde, aksi davranış görür. Lâle artık Bibi'nin kesin olarak iyi­ leştiğini doktordan öğrenmek ister. Bunun için doktorun, "Lâle! Bibi o kadar iyileşmiştir ki ben onunla tereddüt etmeden evlen­ mek isterim" demesi gerekmektedir. Doktor, Bibi’yi daha ilk gördüğü andan itibaren sevmiştir. Memnuniyetle teklifi kabul eder. Bibi de Lâle'nin bu konuyu açmasına memnundur. Zira, o da doktordan hoşlanmıştır. Bibi'den "olur" cevabını alan Lâle, doğru telefona koşup mutlu haberi müphem kelimelerle dokto­ ra verir. Yan odadaki Emin Bey'in kuşkusu bunun üzerine daha da artar. Lâle'nin peşinden doktorun yazıhanesine koşar. He­ men içeri girmeyip, hizmetçi kıza kahve ısmarlayarak, fırsattan istifade içeride geçen konuşmaları dinler. Lâle ile doktor birbir­ lerine duyduklan minnettarlığı bildirmektedir. Emin Bey bazı kelimeleri duymaz. Sadece doktorun "öperim" dediğini duyar.

78


Gerçekten öpülen ellerdir. Aniden içeriye girer. Bu sırada Lâle doktorun alnından öpmek üzeredir. Emin Bey öfkelenip, düşündüklerini haykırır. Aldatıldığına hükmeder. Zira gözüyle görüp, eliyle tutmuştur. Lâle bayılır. Doktor kendilerini müda­ faaya çalışır. Emin Bey dinlemeyip derhal eve gider ve az sonra gelen şoför Osman'la Lâle'yi eve almaz. Şoför Osman, kötü bir insanın bindiği arabanın da bu namuslu eve girmesini doğru ol­ madığını söyleyerek üzerine benzin döküp arabayı yakar. Olup bitenleri perde arkasından izleyen Emin Bey'e inme gelir. Has­ taneye yatınlır. Lâle doğruca Lobut Ağabey'e gider. Emin Bey eve gelir gelmez Lobut'a telefon ederek kızının ihanetini an­ latmış olduğundan, Lobut kızını iyi karşılamaz. Evinden kovar. Eski bir dostuna giden Lâle, orada da barınamaz. Şoför Os­ man'ın evinde bir gece misafir kahr. Ertesi gün, altınlarını rehin bırakıp kuyumcudan biraz para alarak Küçük Göl'deki çoban Mehmet'e gitmeyi düşünür. Mehmet’in eskiden beri ona gönlü vardır. Fakat şimdi kapıyı açan Mehmet'in eşidir. İkiz çocukları olmuştur. Birinin adı Gül, diğerininki Lâle'dir. Lâle, o akşam orada kalmayı düşünerek, geldiği taksi şoförüyle Osman'a ve onun eliyle Bibi'ye mektup yazıp gönderir. Fakat bir süre sonra gelen posta arabasıyla şehre döner. Etimesgut istasyonundan İstanbul'a bilet alır. İstanbul'da gidecek bir yeri olmadığından bir otele yerleşir. Durumu sağlama almak için müdürle görüşür. Kendinden şüphelenmemeleri için hasta olduğunu, doktora geldiğini, ken­ disinden bir iki doktor ismi almak istediğini söyler. Bu arada da devamlı olarak iş aramakla meşguldür. Matbaaya çocuk serisi yazmayı teklif eder. Reddedilir. Otuz lira maaşla teklif edilen mankenliği de sakıncalı bularak kendi kabul etmez. Bu sırada otelde bir aşk mektubu alır. Artık otelde de kalamayacaktır. Necibe Hanım adında bir kadının tek odasına yerleşir. Gün­ düzleri iş aramak, gecelerini yazmakla geçirir. Mangalı da ol­ madığından geceleri soğukta oturmak zorunda kalır. Birgün bir

79


fabrika müdürünün iki çocuğuna bakmak için mürebbiye olarak Sivas'a gider. Bir yıla yakm bir süreyi, çok iyi bir aile ortamı içinde geçirir. Birgün aniden hastalanıp doktora gider ve mua­ yene şeklinden kendisinin verem olduğunu doktora söyler. Bu haliyle sağlıklı bir ailenin içinde kalmak istemez. Ev sahipleri bunu mazeret olarak görmedikleri halde, o bu düşüncede de­ ğildir. Birikmiş paralarını alarak tekrar İstanbul'a Necibe tey­ zenin yanına döner. îstanbul’daki adı Fatma'dır. Bir gece man­ galdan zehirlenir. Toplanan komşulara, önce doktor istemedi­ ğini söylediği halde, intihar zannedilmemesi için sonradan ka­ rar verip doktor çağırmaya razı olur. Hastaneye kaldınhr. İki gün sonra taburcu olur. Lâle verem olduğunu doktora söyleyip kalmak ister. Fakat yer yoktur. Nihayet muhtardan kimsesiz olduğuna dair bir belge alır ve bir sanatoryuma başvurur. Ora­ da da yer yoktur. Ancak iyi kalpli müdür, ona Toroslar'da arka­ daşlarının bir sanatorjoımu olduğunu ve onlara yazacağını vadeder. Gelen cevapta Lâle kabul edilir ve Antalya’ya hareket eder. Öte yandan, bir insan döküntüsü haline gelen Emin Bey'in evde oda değiştirmesi gerekmiştir. En uygun olanı da Lâle'nin odasıdır. Oraya hiç dokunulmamıştır. Temizlenirken tomar to­ mar bağlanmış kâğıtlar Emin Bey’in eline geçer. Bunlar, gezi boyunca gelen tavsiyeli mektuplar, reçetelerdir. Emin Bey geç te olsa hatasını anlar. Bibi zaten Lâle'ye inanmaktadır. Emin Bey aileyi toplar, Lobut'a gider, durumu açıklar. Herkes sefer­ ber olup Lâle’yi aramaktadır. Bibi ile Doktor Ergun Bey arasıra haberleşmektedir. Lâle'nin Antalya'da olduğunu öğrenen Ergun, haberi Bibi'ye de verir. Bütün aile Lâle'rvin bulunduğu hastaneye gelir. Götürmek isterler. Doktor bırakmaz. Lâle son olarak Emin Bey'den, Bibi ile Ergun'u evlendirmesini rica eder ve kendini sevenler arasında can verir.

80


AYSEL Yuva Köyü'nün H aa Nazif adında bir ağası, onun da Aysel adında onbeş yaşında bir kızı vardır. O gün harmanın son günü olduğu için geleneksel ziyafet H aa Nazif tarafından verilecek­ tir. Hazırlıklar yapılır. Aysel de son defa dövene binmek için ba­ basından izin alıp harmana gider. Harmanı o gün babasının işi çıktığı için oğlu Ali sürmektedir. Ali, günahsız nâmıyla anılan babasının biricik oğludur ve köyde tek okuma yazma bilen olduğundan kasabada Çavuş Kâtiplik yapmaktadır. Aysel dö­ vene biner, aklından da Ali’yi geçirir. Ali de Aysel'i sevmektedir. Fakat’onun kendisini sevip sevmediği merak eder. Aslında ikisi de birbirini seviyorlardır. Akşam olunca ziyafet verilir. Ali ile Aysel birbirlerini gözlemektedirler. Bir ara, Ali, Aysel’in arka­ daşı Ayşe ile koybolur. Aysel onları takip eder. Sonunda, dere kenarında onların konuştuğunu görür, üzülür. Konuşmalan dinledikten ve Ayşe ile karşılaştıktan sonra işi anlar. Ali, Ayşe'yi değil, kendisini sevmektedir. Ayşe de Ali'nin kardeşi Hamza ile kaçmak için Ali’yi vasıta olarak kullanmaktadır. Ertesi günü Hamza ile Ayşe’nin köyden kaçtığı duyulur. O geceden sonra Ali ile Aysel gizli gizli konuşmaya başlarlar. Hacı Nazif bu işten şüphelendiği için Aysel’i kontrol altına alır, karakol çavuşuyla konuşur, işe bir çare bulmasını söyler. Hatta Aysel’i kendisine vereceğini bile vadeder. Bunun üzerine çavuş Ali'yi işten kovar. Ali hastalanır. Aysel gizlice Ali’yi ziyerete gelir. Annesiyle ko­ nuşur, eve dönerken çavuşa rastlar. Çavuş durumu sezmiştir. Kızı sıkıştırır. Kız korkup eve kaçar. Ertesi günü Çavuş kansını gönderip Aysel’i kendine istetir. Hacı Nazif kızını vermeyince Çavuşla tekrar arası açılır. Bu işe kızan Çavuş da Ali'yi işe alır ve bu defa aralan çok iyi olur. H aa Nazif yine bir oyun oynar. Çavuşu köyden sürdürüp, yeğeni Sadık Çavuş'u getirtir. Sadık Çavuş'un ilk işi de Ali’yi işten atmak olur. Ali ile Aysel bir gün gizlice kaçmayı plânlarlar. Giritli Köyü’nün dönemecinde buluşacaklardır. Bunu haber alan Ali'nin babası daha kötü olay­

81


lara meydan vermemek için işe engel olmak ister. Ali’yi eve gönderir; az sonra gelen Aysel'e de yalan söyleyerek Ali'den vazgeçirmeye çalışır. Aysel perişan bir halde, sabahm erken saatinde geri döner. Hacı Nazif kızı görür ve sorguya çeker. Kız şaşırıp, yalan söylediği meydana çıkınca Hacı Nazif doğruca Sadık Çavuş'a gider. Sadık'la beraber Ali'nin evinin önünde ba­ basını bulup döverler. Ali buna çok üzülür. Vaktiyle eski kayma­ kamın kendisine bıraktığı mektubu da alıp yeni ka3onakama gi­ der. Mektupta Ali'nin iyi bir çocuk olduğu, himaye edilmesi ri­ cası yer almaktadır. Yeni ka)mıakam Ali'ye yardımcı olur. Sadık Çavuş'u gönderip yerine eski çavuşu getirtir. Bayramın birinci günü de Ali'nin o bölgeye sekizyüz kuruş aylıkla Salgın Kâtibi olduğu haberi gelir. Bunun üzerine Çavuş bu defa Aysel'i Ali'ye ister. Hacı Nazif razı olmadığı gibi, ertesi günü kaymakama gidip bir itirafda bulunur. Çavuş'la Ali'nin karısını dövdükle­ rini ve kadının beş aylık çocuk düşürdüğünü söyler. Ebe ve dok­ tor da itirafın doğruluğunu tastik ederler. Çavuş, Ali ve babası hapse atıhr. Olayı duyan Aysel dayanamayıp, kaymakama an­ nesinin çocuk düşürmediğini, babasının bir kurbağanın derisini yüzerek, çocuk diye kendisini aldattığım söyler. Buna sebep de Ali’yle birbirlerini sevmeleri, babasının da bu işe razı ol­ mayışıdır. Kaymakam herşeyi anlamıştır. Hapistekileri çıkartır. Herkesi biraraya getirip gerçeği açıklar ve Ali ile Aysel'in nikah­ larının yarın evinde layılacağını bildirir. Hacı Nazif çaresiz, kısmet böyleymiş diyerek bu fikre katılır. AŞKIN TEMİZİ Erden dört yıl önce tıp tahsili yapm ak için kasabadan ayrılmış, bunca yıl aradan sonra ilk defa evine dönmüştür. Bir süre önce babasını kaybetmiş. Annesi Hafız Ana ile yalnız kalmıştır. Teyzesinin kızı Güner ile de beşikten sözlüdür. Ancak, bu gelişinde Güner'in Babası Hacı Zeynullah Efendi, kızını akrabalanndan bir mesuba vermeye niyet ettiğinden Erden'e yüz 82


vermez. Bu arada kasabada başka olaylar gelişir. Çevrede hırsız namıyla tanınan kadı, bu kasabaya gelir. Halka zulme­ der, bedavadan ürettiklerini almak ister. Birgün de Deli Osman admda bir kasapla et yüzünden tartışırlar. Adı üstünde Deli Osman onu döver ve dükkanından dışan atar. Bu hareketi bek­ lemeyen Kadı neye uğradığını şaşırır ve ne yapacağını dü­ şünürken, tam bu sırada Hacı Zeynullah Efendi çıkagelir. Kızını Erden’den kurtarma amacında olan Hacı, işi şahsilikten çıkanp siyasî hüviyete büründürerek, Osman Efendi'ye akıl verenin Erden olduğunu Kadı'ran kafasına koyar. Gerçekte Erden, gel­ diğinden beri Osman'la konuşmamıştır bile. Bunu bilemeyen Kadı, H a a ’ya inanır ve tammadığı halde Erden’e muhalif olur. Erden bu olaylar cereyan ettiği sırada çiftliktedir, oradan da vaktiyle babasıyla kankardeş olmuş Türkmen kabile reisi Gülbeküm'ü ziyarete gitmiştir. Eve geldiğinde annesini Hacı'ya kız istemeye gönderirse de, kadın yine eli boş döner. Birgün Erden kahvedeyken. Kaymakamla Kadı çıkagelir ve tanıştırılırlar. Kadı Erden'e düşman olduğu için ters cevaplar verir, sorduğu sorulan da Erden cevapsız bırakır. Bu soğuk savaş herkesin dikkatini çeker, t^ tta daha sonra Kadı bile, bunun neden böyle olduğuna şaşar. Zamanla işin içyüzü meydana çıkar. Erden, kadı ile arasımn açılmasında en büyük rolün eniştesi tarafından oynandığım anlayınca oldukça sinirlenir ve bunun nedenini an­ lamaya çalışır. O arada da Hacı'nm akrabalarından Emiş adın­ daki bir kızın Erden'e âşık olduğu dilden dile dolaşmaktadır. Bütün işlerin ters gitmesinden ötürü epeyce cam sıkılan Erden, bir sabah yüzbaşıyla şubenin bahçesinde otururlarken kadı ile kaymakam da oraya gelir ve aralarında çok sert tartışma olur, ikisi de baştan beri birbirlerini niye sevmediklerini düşünürler. Erden eve gittikten sonra iki jandarma gelir ve kendisini komi­ ser muavinin çağırdığını haber verir. Mesele kadının şikâye­ tiyle ilgilidir. Erden komiser muavinine sert çıkar ve daha sonra anlaşıp, kurdukları plân üzerine muavin Kadı’yla görüşüp olayı

83


düzeltir. Böylece mesele bitmiş olur. Erden yine de içindeki sıkmtıyı atamaz. Akima arkadaşı ve yakm dostu Doktor Fahri Çan'a yazmak gelir. Çevresinde gördüğü, üzüldüğü olaylarla. Doktor Vasil'in başarılarından bahseder. Mektupla oyalanıp can sıkıntısım biraz giderirken, Mebus Dünbelekzâde Cebbar’m kasabaya geleceğini öğrenince tekrar sinirlenir. Öte yandan kızlar arasında Erden - Emiş münasebeti olduğu söylentisi ya­ yılır. Buna üzülen Güner, bir ses çıkarmayıp, doğruyu öğren­ mek için Erden’le konuşmayı uygun bulur. Böylece gerçeği öğrenir. Erden’in yakm dostu Ali'nin de evlenmesi çevrenin on­ lar üzerindeki baskısını artırır. Dostlan bir olup kızı istemeye giderler. Aynı anda bir grup da mebus ile konuşur, aksilik eden mebusu yüzbaşı rezil eder. Mebus evine kapanır, hasta olur. Öte yandan Hacı, mebusla konuşamadığı için diğerlerini oya­ lar ve bir fırsatını bulup mebusa koşar, vaziyeti anlatır. Bunca rezaletten sonra kızdan vazgeçen m ebus Hacı'nın konuş­ masıyla bu defa inat için evlenmeye karar verir. Kızı alıp, ertesi günü kız çıkmadığını söyleyerek boşayacaktır. Bu karardan sonra Kadı ile birlik olup biri vilâyete, diğeri dahiliye Nezareti'ne iki mektup yazar, olayları çarpıtarak bildirir. Öte yandan. Hacı kızın kaçma ihtimaline karşı, tedbir olsun diye, karısını boşayacağını yüzüne karşı söylerken, dışarıdan sesleri duyan Güner bayılır. Doktor aranır. Başkasının aracılığıyla haberi alan Erden, Hacı’nın eve girme itirazına rağmen koşar gelir ve kızı ayıltmaya çalışır. Bu olay herkesi telaşlandırır. Kızın hasta­ lanması, Hacı’yı biraz düşünmeye sevkeder. Bir vicdan muha­ sebesi yapar. Geçmişteki yoksulluğunu, Erden’in babasımn ken­ disine nasıl yardım ettiğini, buna karşılık kendisinin Erden’e neler yaptığım bir bir düşünür. Bu arada Mebus'u bir yaralı ku­ duz köpeğin ısırdığı haberi gelir. Kasabada Fatma Bacı adında biri köpeğin salyalı dilini kesip, yaranın üzerine bağlayarak ilk müdahaleyi yapmıştır. Olayı geç de olsa duyan Erden, derhal Mebus'a gider ve yapılan işin teklikeli olduğunu, mutlaka

84


İstanbul'a götürülmesi gerektiğini önemle belirtir. Mebus ise olaya başka mânâ vererek her ne pahasma olursa olsun, bir yere gitmeme karan alır. Üstelik, Erden aleyhine İstanbul'a bir de telgraf çeker. Kısa bir süre sonra tevkif yazısı gelir. Ama ha­ ber, kadıya ulaşm adan önce binbaşı aracılığıyla Erden ta­ rafından öğrenilir. Hemen o gece yüzbaşı. Erden ve seyisleri Bekir vilâyete yollanırlar. Telgrafı alan kadı, Erden’i aratır, bu­ lamayınca da firar etti diye vilâyete telgraf çeker. Halbuki Er­ den çoktan vilâyete gitmiş, gerekli kişilere derdini anlatmıştır. İşin gönül meselesi olduğu açıkça anlaşıldıktan sonra vali, kadıdan delil ister. Haksız bulunan kadı, azledilir. Çevresinde kimse kalmamıştır. Hatta, çok yakın bir zamanda can dostu olan mebus bile yalnızlığını paylaşmaz. Doğruca, olayı haber almadığından emin olduğu Hacı'ya koşar. Erden'le barış­ masını, hatta hemen bir mektup yazmasını söyler. Az önce Gülbeküm’le de konuştuktan sonra iyice muztarip olan Hacı, kadının bu davranışına bir mânâ veremez ve fazla düşün­ meden bir mektup yazar. Erden'in de iyi olduğu haberi gelir. Güner, yüzbaşının karısından olayları teferruatıyla haber aldığı halde yine de endişelidir. Bu arada kasabada mebusun kuduzunun geçmesi için tarpı gerektiğinden o gün caddenin or­ tasına bir çardak kurulur. Hayvanlar dahil herkes buradan geçer. Fatma Bacı gerekli duaları okur, yapılması gerekeni ya­ par. Mebus, artık iyileşmekte olduğu inancındadır. Çünkü tarpı tedavinin en son merhalesidir. Bundan psikolojik olarak etkile­ nen mebus Hacı’yı iftara çağırıp işin biran önce bitirilmesini bile söyler. Hacı, her zamanki gibi temkinli davranıp kurnaz ve oyalayıa cevaplar verir. Kızı Erden'e vermeye kararlıdır. Erden beraat edip kasabaya dönünce nikahları kıyılır. Öte yandan me­ bus kudurmuştur. Herkes oraya koşar. Her türlü yardım çağ­ rılarına rağmen Erden, hiçbirşey yapılamayacağım anlamıştır ve iftiraya uğramamak için müderrisin, kardeşini vilâyete götürmesine ses çıkarmaz. Mebus, daha yolda iken, bir bağ damında kudurarak can verir. 85


ÇAPRAZ DELİKANLI Yazar, "Çapraz delikanlı" adında bir roman yazm ıştır. Yakında da romanın tefrikasına başlanacaktır. Fakat üç hanım okuyucudan aldığı mektuplar romanın tefrikasından vazgeç­ mesi için kendisini uyarmaktadır. Fakat herşeye rağmen ertesi günü tefrikaya başlanır. Kadınlar arasında "Çapraz Delikanlı" namıyla anılan Okan bir dairede çalışmaktadır. Betigül, Fatoş, Çilekten, Muallâ ve daktilo Pervin, Okan'ın hayranlarındandır. Fakat Okan onlara hiç karşılık vermez, çok gururlu davranır. Okan’ın durumu er­ kekler arasında da merak ve dedikodu konusu olur. Öte yandan yazar bir suikaste uğrar. Köpeği Aluş birgün ev­ vel hediye olarak gönderilen çikolatalardan yiyip zehirlenir. Köpeğin ölümüne sebep olan çikolataları kimin gönderdiğini bir türlü öğrenemez. Buna rağmen tefrikayı kesmez. Okan hergün etrafta kendinden sözettirmeye devam eder. Toplantılardan birine Kredi Bankası'mn müdürüyle gelir, kızıy­ la dans eder. Yine herkesin dikkatleri üzerinde toplamr. Bir baş­ ka gece bir baloya yanında çok güzel ve genç bir kadınla gelir. Bu defa kadının kimliği merak edilir. Kadın da çok mağrurdur. Kendisine yapılan dans tekliflerini Okan'dan başkasıyla edeme­ yeceğini bildirerek reddeder. Bu kez erkekler kadınla yakından ilgilenirler. Okan onu kimseyle tanıştırmaz. Ancak, salondan çıkarken Nerime Hanım genç kadınla tanışmak ister. Adının Aykız olduğu bu şekilde öğrenilir. Fakat kim olduğu hâlâ gizli­ dir. Herkes onun, Okan'ın metresi olduğu hükmünde birleşir. Okan'la Aykız’ın en yakın dostlan, hattâ onlan evlerinde ziya­ ret eden tek kişi daktilo Pervin’dir. Her ikisi de Pervin'e iyi dav­ ranırlar. Pervin aynca Okan’ın hoşuna da gitmektedir. Öte yandan romamn tefrika edilmesi sırasında yazar ikinci bir olayla karşılaşır. Arkadaşlanyla av partisine gittikleri bir­ gün, dönüşte onlan kaybeder. Tek başına Kalaba yolunda yü­

86


rürken arkadan kendisine bir silah âtılır. İkincisi de ağaca isabet eder. Bu defa kendisi ateş eder ve ağaca saplananı alır. O ara­ da birinin koşmakta olduğunu görür, peşine düşer ve yakalar. Bu bir kadındır. Onunla konuşunca, imzasız mektupları ve ze­ hirli çikolatayı gönderenin o olduğunu anlar. îyi bir dost ol­ maya karar vererek ayrılırlar. Daha sonra yazar Karagöz ga­ zetesinin bir teklifini değerlendirerek İstanbul'a gider. Orada yarım kalan romamn müsvettelerini yazmaya devam eder. Bir başka gece, başka bir akşam eğlencesinde Okan ve Aykız kendilerine ayrılan masaya oturur oturmaz yandaki masalar birdenbire boşalıverir. Hiç biri onlarla beraber oturmak isteme­ diklerini garsona bildirirler. Bu olay Okan'ı çok üzer. Fakat aldırış etmez gibi görünmeye çalışır. O geceyi yeni bann üç ar­ tist kızı ve meşhur dansör zenci Tomas'la geçirirler. Çok iyi eğlenirler. Fakat ertesi gün çevrenin dedikodusu, iftirası öyle artar ki, müessese vekili Okan’la görüşmek zorunda kalır. Bi­ raz nasihat verir. Bunun üzerine Okan eve gelir, vekile bir mektup yazıp, Pervin’den onu vekile vermesini rica ederek Aykız'la kenti terkeder. Mektupta Okan’ın hayatı yazılıdır. Okan ve Aykız küçük yaşta anne ve babalarım kaybet­ mişlerdir. Aile dostlarından olan teyze nan^nda bir kadın bun­ larla ilgilenir ve yeğenleri ile nişanlar. Müjgan Okan'la, Kerim de o zamanlar adı Faika olan Aykız’la nişanlıdır. Bu arada Okan Avrupa’ya gider. Kerim Faika'yı ihmal eder. Müjgan'ın bir planıyla, Kerim'i aramaya giden Faika bir randevu evinde yakalanarak tevkif edilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Faika izini kaybettirmek için Toroslar'daki köyüne gidip bir tanıdıklarının yanına yerleşir. Avrupa'dan dönen Okan, kardeşinin durumunu öğrenince ondan nefret eder, görüşmek bile istemez. İstanbul’a dönerken, yolda kendine mektup bıraktığı vekille karşılaşır. Birlikte Ankara’ya giderler. Okan orada müdür olur. Bir süre sonra Faika’dan aldığı acıklı mektup üzerine dayanamayıp onu yamna getirtir. Mesele bun­

87


dan ibarettir. Mektubu okuyanlar gerçeği öğrendikten sonra mahcup olurlar. Öte yandan Okan daktilo kızı Pervin'le evlenir. Dikmen Yıldızı’nın evinde yapılacak olan kutlama gecesine yazar da da­ vetlidir. Fakat gidemez. Bir hediye göndermek ister. En güzel hediye de Kalaba yolunda kendine atılan iki çift kurşunu küpe yapması için yine sahibine, Pervin'e göndermektir. C)yle yapar. ZEKERÎYA SOFRASI Seyahatte olan büyük sanayi müteahhidi Bay Alpagot'un eşi Birsen Hanım kocasının yokluğundan yararlanarak bir gece evinde Zekeriya Sofrası tertip eder. Sofrayı Bayan Cansever yönetmektedir. Birsen Hanım'm beş hanım arkadaşı ile Bayan Cansever’in Mösyö Dö Şovalef, Rasfeddan ve Mennan Kı­ ranta adında üç erkek arkadaşı sofradaki yerlerini alırlar. Lam­ balar söndürülür. Ayin başlar, dualar edilir. Niyet mumlarının yakılacağı anda bir tabanca patlar. Bayan Cansever masanın üstüne yıkılır. Cansever'in ardından Mösyö Dö Şovalef yere, Rasfeddan sofranın üstüne düşer. Ses üzerine hizmetçi Düriye koşar gelir, lâmbaları yakar. Herkes pürtelâş, katilin kim olduğunu araştırmaktadır. Polis gelir. Uşaklar da dahil herkes katilin peşine düşer. Ancak kimseyi bulamazlar. Birsen Hanım başta olmak üzere hanım arkadaşları olayı kocalarının duyması halinde ne olacağını düşünürlerken, polis kimlik tespiti yapar ve hanımları evlerine gönderir. Bir süre sonra evden ayrılan polis, evin karşısında ağaçların arasında bir adam görür, onu katil zannedip karakola götürür. Bu adam muharrir Mecdi Sadrettin Bey'dir. Olayı duymuş, araştırmaya gelmiştir. Parlak bir röportajla gazetesini yükseltmek, böylece iyi bir mevki sahibi olmak amacındadır. Kendi çapında araştırmaya girişir. Polisle de işbirliği yapar. Mecdi, hizmetçisine, Birsen'in hanım arka­ daşlarından biri süsü verdirerek telefon ettirir, bazı şeyler

88


öğrenir. Bir defasında telefona'Düriye'nin çıkıp, "katil kim" so­ rusuna karşılık telefonu kapatması Mecdi’de şühhe uyandırır ve onu doktorun muayenehanesine çağırtır. Mecdi, Düriye'yi görür görmez, onun İrfan Paşa'nın kızı Maviş olduğunu ha­ tırlar. Düriye'ye gerçek kimliği, yani Maviş olduğu söylenince heyecanlarur, oradan kaçmak ister. Fakat yere düşer, bir daha kalkamaz. Hastaneye kaldırılır. İkinci derecede verem teşhisi konur. Aynca nüzül de gelmiştir. İyileşme ihtimali yoktur. Mecdi, birkaç kez hastanede Düriye'yi ziyaret eder, iyileşemeye­ ceğini hemşireden kati olarak öğrendikten sonra, Maviş'in du­ rumunu merak etmeye başlar. Küçüklüğünde irfan paşalara sık sık gelmiş, Maviş'e hayran olmuştur. Bu derece yakından tamdığı, iyi bir aileye mensup kızın bu hale düşmesi onu iyice meraklandırır. Bir ara bu işin peşini bırakmaya karar verirse de, sonradan ipucu bulmak amacıyla Düriye'nin eşyalarını araştırma sevdasına düşer. Nitekim, tahkikatı sonunda bir hatıra defteri bulur. Düriye hatıra defterinde günlük yaptığı işleri yazmıştır. Hayatına ait hemen herşey bu defterdedir. Deftere göre: Fatma Dürrünnisa o zamanın gözde paşalarından İrfan Paşa'nın biricik kızıdır. Dam Dö Sion'da okumuştur. Annesini kaybettikten sonra babasıyla köşklerinde yapayalnız kalır. Birgün mahallelerindeki Haneşka adında bir prensese zamanın padişahın kızının geleceğini duyarak gider. Bu vesile ile pren­ sesle tanışan Fatma, daha sonra prensesin kuracağı bir Zekeriya Sofrası'na davet alır. Arkadaşı Çalıkuşu Feride de bu sof­ raya katılır. Herşey normal gitmektedir. Masanın üzerinde kırk tabak vardır ve içleri kuruyemişle doludur. Şamdanlarda misa­ firlerin sayısı kadar ispermeçet mumu dikilidir. Perdeler iniktir, yerde üç seccade serilidir. Lambalar söner, ayin başlar. Dualar­ dan sonra kuru yemişler yenilir ve misafirler dağılır. O geceden sonraki gecelerde kurulan sofra ilkinden oldukça farklıdır. Bu defa erkekler de sofrada bulunacaklardır. Maviş birkaç erkekle

89


tanışır. Rasfeddan (Sudan zenginlerinden, zenci), Arap Fettah ve M.Dö Şovalef adındaki bu erkekler Maviş'le çok ilgilenirler. Asıl adı Fatma Dürrünnisa olup, gözlerinin rengine istinâden Maviş adını alan Fatma, Mustafa adında bir gençle sevişmektedir. Ahmet Râsim Bey'in de aracılığıyla babası bu ev­ liliğe razı olur. Sevincinden ne yapacağını bilemeyen Fatma, nişanlanacağı gece, Mustafa'yı da Prenses Haneşka'nın evine, Zekeriya Sofrası'nı göstermeye götürür. Fakat o geceki sofra hazırlığı diğerlerinden oldukça farklıdır. Birçok kadın, erkek ve caz takımı vardır. Sofrada içkiler, mezeler bulunmaktadır, içeri girer girmez kadınlar Mustafa’nın çevresine toplanırlar. Er­ kekler de Maviş'i çepeçevre sararlar. Özellikle Sövalef Maviş’in canını sıkacak davranışlarda bulunur. Maviş oradan ka­ çıp gitmeyi planlarsa da Sövalef’in tehdidi ve Rasfeddan'ın yatıştıria ve yardım vadeden sözleri üzerine kalmak zorunda bırakılır. Rasfeddan Maviş'e iyi davranır. Şövalefin fazla sar­ hoş olması halinde kaçmasının mümkün olabileceğini ve ancak o zaman kendisine yardım edebileceğini söyler. Maviş bunun üzerine Şövalefle Zekeriya Sofrası'nın bulunduğu salonu gi­ der ve mütemâdiyen ona içki sunar. Mustafa ile konuşamaz olmuşlardır. Şövalef iyice azıtmıştır. Oynayanlara katılması ve umumi havaya uyması için Maviş'i zorlar. İyice sıkalan Maviş, Şövalefin yüzüne bir tokat atar. Öte yandan Mustafa da ken­ dini tutamayıp Ş ö v alefin üzerine atılır. M asadan aldığı bıçakla, araya giren prensesi omzundan yaralar. Maviş de Şövalefin elinden çekm ekte olduğu tabancayı alır. Olay üzerine eve yabancı polisler baskın yapar, Mustafa’yı suçlu bu­ lup götürürler. Maviş perişan bir halde, daha önceden kendisi için hazırlanan yatak odasına Rasfeddan'ın yardımıyla gider. Sabah kalktığında berbad bir vaziyetle olduğunu görerek sokağa fırlar. Bu defa Türk polisleri tarafmdan yakalanarak karakola götürülür. Rasfeddan haberi alıp Maviş'i kurtarır. Eve gitmesine yardım eder. Maviş eve gelince babasının çok

90


ağır hasta olduğunu, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle kendini karşılayan hizmetçilerin vaziyetinden anlar. Az sonra babası ölür. Ölümünün sebebi de kızını bir gece önce başına ge­ lenleri gazeteden öğrenmiş olmasıdır. Maviş bir darbe daha yemiştir. Artık iyiden iyiye yapayalnız kalmıştır. Birkaç gün sonra eve ziyarete gelen Rasfeddan, onu kandırır, vekâletini bir avukata verdirerek İstanbul’dan ayrılmaya iknâ eder. Vapurla İstanbul'u terkederler. Malta’ya uğrarlar. Oradan başka bir is­ keleye çıkıp, Rasfeddan’ın tanıdığı bir zengine misafir olurlar. Buradaki Emir çok nüfûzlu bir adamdır. Hasta bir kansı vardır. Rasfeddan aracılığıyla Maviş'i kendisiyle evlenmek üzere ge­ tirtmiştir. Rasfeddan'ı başka bir iş için Adisababa'ya gönderir. Maviş Rasfeddan’ın zengin, itibarlı, nüfûzlu adamlara güzel kadın tedârik etmekle geçinen beynelmilel bir tâcir olduğunu öğrenince çok şaşınr ve üzülür. Çaresiz bir şekilde Emir'le düz­ me bir plân çerçevesinde nikâhlanır. Bir yandan da kaçma çareleri düşünür. Buradaki en yakın arkadaşı kontestir. Kon­ tes, Maviş'e kaçma çareleri araştırır. Nihayet Lizbon’dan bir general yâverini göndererek Maviş’i aldırır. Polis müdürü güyâ gizlice Maviş'i gemiye bindirir. Maviş Lizbon'a gider ve bir pansiyona yerleşir. Bu defa yâver Dön Tapto, Maviş'in para çantasını alarak ortadan kaybolur. Patras'lı bir kız bütün ger­ çeği Maviş’e anlatır. Bu durumda. Maviş büyük bir kârla Emir tarafından pansiyon sahibine satılmıştır. Aradan seneler geçer Maviş bir süre Paris’te ve Avrupa’nın bazı şehirlerinde bulunur. Birgün İskenderiye'de Çin generali Wan-Tik-Sun’la karşılaşıp Çin’e giderken Port Sait’te general­ den gezmek için izin ve de yüzelli dolar alarak trene biner, Kahire'ye gelir. Bu defa İstanbul'a pasaport çıkartarak onaltı yıl önce ayrıldığı memleketine dönmek üzere tekrar gemiye biner. Mahallesine geldiğinde herşeyi değişmiş bulur. Rasfeddan ta­ rafından verilen sahte bir vekâletle evi yıkılm ış, tanıdığı hiçkimse kalmamıştır. Bir ara dadısının kızında misafir kalır.

91


Kadın dul olduğu için ona daha fazla yük olmak istemez. Ev işini de bahane ederek Ankara'ya Aka Gündüz'e misafir olur. Aradan uzun bir zam an geçm esine rağmen, bu defa Haneşka'ya evinde hizmetçi olarak çahştığı Birsen Hamm'da rastlar. Yine Zekeriya Sofrası kurulacaktır. Maviş yıllar sonra aynı sofrayı kendi elleriyle hazırlamak talihsizliğine uğramıştır. Az sonra Şövalef ve Rasfeddan'ın geldiğini görünce dayana­ maz ve rezâlet vadeden sofrayı görmemek için bayılıp hasta­ neye gitmek ister. Bunun için çantasından ilaç almaya git­ tiğinde, bir tabanca bulur. Hanımını bu durumdan kurtarmak ve yılların öcünü almak için tabancayı kapıp âyin başlayınca odaya girer ve Haneşka'yı, Rasfeddan'ı, Şövalef i öldürür. Maviş'in hatıraları burada biter. Polis müdürü ile Mecdi Bey katilin kim olduğunu öğrenmişlerdir. Müteessir bir şekilde ne yapacaklarını düşünürlerken, az önce gelen Düriye'nin ölüm haberi üzerine defteri sobaya atıp yakarlar. ODUN KOKUSUNDAKİ HİCRAN Fatma Beyazit'te Şam hasın döşeli, eski bir evde Maliye Mümeyyizleri'nden Nuri Efendi’nin kızı olarak dünyaya gelir. Annesi lohusa iken ölünce, halası ile babasının elinde büyür. Sultanî’yi bitirir. Onsekiz yaşına geldiğinde babasının isteğiyle kırk yaşında, zengin ve ağırbaşlı Emin Efendi kaptanla evlenir. Emin Efendi zengin biridir ve vaktiyle Fatma yüzünden satılan evi kurtararak babasına geri verir. Zaten evlilik de biraz bu işle ilgilidir. Fatma genç yaşta eve kapanır, evin işlerini görür, arasıra da konnşularla görüşür. Böylece günleri, aylan geçirir. Derken babası ölür. Köşkte işlere yardım eden Emin Efendi'nin akrabalarından Mustafa adında bir genç vardır. Arasıra Fat­ ma'ya roman da getirir. Zeytin, yağ ve palamut ticaretiyle meşgul olan Emin Bey birgün ticaret için uzun bir seyahate çıkar ve Fatma'nın yanına Mustafa ile bir besleme kız bırakır.

92


Fakat küçük kız Fatma'yı dinlemez ve evden ayrılır. Fatma ise günlerini bahçedeki çiçekleri sulamak ve roman okumakla geçirir. Birgün işlerini bitirip otururken bir yamk kokusu duyar ve endişeye kapılır. Odaları dolaşır, dışarıya çıkar, koku şiddetlenir. Ahıra doğru koşar. Bu odun kokusudur, üstelik du­ man da çıkm aktadır. M ustafa'nın oda kapısı dum anın ötesindedir. Kapıyı açtığında dehşet içinde kalır. Ortada bir mangal, üzerinde bir gaz tenekesi ve banyoya hazırlandığı anlaşılan çıplak bir erkekle karşılaşır. Kaçmak ister. Fakat Mustafa onu yakalar, bir mücadele başlar. Fatma bayıhr ve gerisini hatırlam az. M ustafa Fatm a’yı odasına götürür, yanından aynimaz. Herşeyi bilerek yapmıştır. Emin Efendi'nin evde olmadığı bir buçuk ay zarfında Mustafa ile Fatma yiyip içip eğlenirler, boğuşurlar. Emin Efendi döndüğünde vaziyeti anlar. Fatma'nın ısrarlarına dayanamayarak öldürmeye kal­ karsa da sonradan vazgeçip boşar. Mustafa'yla evden uzaklaştınr. Mustafa onu Demirkapı civarında bir eve götürür. Bir daha görüşmezler. Demirkapı'da kafasına vurula vurula ku­ m an öğrenir. Kazandığını dostu garson Nuri elinden alır. Beyoğlu'nda gezinirken Zeyi Bey adında kibar biri ile tanışıp metresi olur. Böylece Nuri'den ve dayağından kurtulur. Fakat Zeki Bey'in teyzesiyle anlaşamayıp, Taşralı bir beyin üçüncü karısı olmayı kabul ederek Zeki Bey'i terkeder. Yakın bir vilâyete gider. Fakat orada da fazla kalamaz. Kaza, köy derken dağ hovardalarımn eline düşer. Zaman geçer. Kader rüzgarı onu hiç bilip tanımadığı Bursa’ya atar. Gazetede gördüğü bir ilân ile Çekirge'de Prenses Şekibe Hanımefendi'nin yanına kâtibe olarak girer. Bu prenses, şim diki ortağı Enfes Hanımefendi'dir. Onunla iyi anlaşırlar. Bu arada adı Hicran olur. Hicran'la Enfes hırsızlık ve kumarda ortaktırlar. Bundan başka hiçbir ortak yönleri yoktur. Enfes Hanımefendi Hicran’a göre oldukça güzel bir kadındır. Her gittiği yerde değişik adlar alır. Kendini ağır satar. Hicran'ın ise daha zavallı bir durumu

93


vardır. Bundan böyle hayatını bu şekilde devam ettirecektir. Kazandığı parayı üçe taksim etm ektedir. Birini kendine ayırmakta, diğerini başkalanna savurmakta, ötekini de sakla­ maktadır. GİDEEIAYAK

Vurgun Haydamak zamanın ünlü muharriri ve romancısı­ dır. Dağcılık Klübü'nün her kış verdiği geleneksel balolardan birinde bir kadın dikkatini çeker ve hemen oracıkta onu sev­ diğini hisseder. Eski dostu Bayan Dallı aracılığıyla kadınla ta­ nışma fırsah bulur. Adının Meli olduğunu öğrendiği bu kadına her geçen gün daha da bağlanmaktadır. Meli'nin derdi de İs­ tanbul’un imarıyla ilgili bazı planlarında. Vurgun Bey'in nüfûsundan yararlanmaktır. Bu sebeple ona yaklaşır ve or­ taklık teklif eder. Ama o bunu kabul etmez. Kadından istediği sadece hissî bir ilişkidir. Bu arada iki tane imzalı mektup alır. Perihan Soydangel adındaki mektup sahibi yirmisinden yukan olduğu halde, kendini onsekizinde göstererek, onunla evlenmek isteğini yazmaktadır, ikinci mektup da Nazh adında onsekiz yaşmda bir kıza aittir ve kendisine hocam diye hitap eden bu kız da arkadaşının ablasıyla onu evlendirmek niyetindedir. Mu­ harrir her ikisine de nezâketen cevap verir. Ama Nazlı'yı daha sonra tanıştığında, çok beğenir, hatta onun yanında huzur ve mutluluk duyduğunu-söyler. Bir gün de Perihan Soydangel ken­ disini rahatsız eder. Birkaç gün evinde kalır. Bay Vurgun Peri­ han'ı zorla defeder ve Meli’nin peşine düşer. Meli’yle bir defa da köylü Fakir Çocukları Koruma Derneği'nin yemeğinde karşılaşır. Her defasında Meli işten. Vurgun aşktan bahseder ve bir türlü anlaşamazlar. Bu arada Vurgun'un pek çok dostu vardır. Eve uğrayıp ihtiyaçları olan parayı alıp giderler. Canı oldukça sıkılan ve yalnızlığa ihtiyacı olan Vurgun bir yazlığa taşınır. Perihan onu orada yalnız bırakmaz ve bir mevsimlik misafirleri olur. Sonunda ondan hamile olduğunu söyleyip ifti­ 94


ra etmek ister, ama Vurgun onu bu defa ebediyyen kovar. Bir ara İstanbul'a döndüğünde Meli'nin, Lehli dostuyla Avrupa’ya gitmek üzere olduğunu öğrenir ve farkettirmemeye çalışarak uğurlamaya gider. Hakkında çok çeşitli dedikodular duymak­ tadır. Bazılan onun iyi, çoğu da kötü olduğunu söylemektedir. Vurgun, Meli'nin hizmetçisi Eleni'yle ilişki kurup bazı gerçekleri öğrenmeye çalışır. Bu arada Nazlı'nın, arkadaşının ablasıyla tamşbrma ısrarına dayanamayarak onlara yemeğe gider. Önce salona Özlü adında güzel bir kız girer. Anne ve babası onun Nazlı'nın küçüğü olduğunu, kardeş yerine arkadaş gibi olduklanm söyleyince Vurgun durumu anlar. Aldatıldığını düşünerek Nazlı’yla hafif yollu tartıştıktan sonra evden ayrılır. Kızın mek­ tubuna ve telgraflanna olumsuz cevap verir. Hizmetçisi Madam'm ölümü ile iyice yalnız kalınca evini ve eşyalarım satar ve bir pansiyona yerleşir. Artık yaşlanmaya başlamıştır. Bir ara hastalamr ve hastaneye kaldırılır. Bir hemşire, onu hastabakıcı kızlarla ügili romamm çok beğendiği ve onu bu yüzden çok sev­ diği için parasım ödeyerek birinci sımf bir odaya yerleştirir ve bakımı üe yakından ilgilenir. Kısa sürede iyileşen Vurgun Hay­ damak tekrar pansiyonuna döner. Bir piyango kazandığım ilân ederek, dostlarını etrafma toplar. Kısa süre eğlenmiş olur. Bir gün tesadüfen Perihan. Soydangel’i pencereden görür. Bir plânla onun yukarı gelmesini sağlar. Birlikte balık lokantasına giderler. Perihan evlenmiştir. Yanındaki kocasına Vurgun'u "dayım" diye tamtır. Vurgun, yalmzhğı daha da hisseder. Peri­ han bile evlenmiştir. Kendisi bunca yılını boşuna geçirmiştir. Zaten Haydamak adı da kendine uymaktadır, işsiz, güçsüz, ruhsuz, kimsesiz, perişan dolaşan yani serserinin medenisi de­ mek olan Haydamak ile kendi arasında benzerlik vardır. Bir gün sokakta yürürken önünde eski roblu ve şapkalı bir kadına iki serserinin musallat olduğunu görür. Kadın onlarla sahildeki lokantaya girer. Vurgun da onları takip eder, yakınlanndaki bir masaya oturur. Bir ara masasına gelen kadınla

95


yalnızlığını paylaşmak ister. Kadın yandaki kadının Meli olduğunu söyler ve yan masaya lâf atar. Arada bir tatsızlık olur. Vurgun lokantanın sahibi ve garsonlarını iyi tarudığından, garsona fısıldayıp polis gelmesini sağlar. Polis hepsini götü­ rürken Vurgun sadece bayanı işaret eder ve baylar kalır. Meğer Meli kokain meselesinden aranmaktaymış. Bu, bir vesile olur. Vurgun daha sonra Meli’yi ziyaret eder. Fakat gururuna çok düşkün olan Meli, yıllar önce, Avrupa'dan dönünce herşeyini kaybedip kendisinden yardım istemeye geldiğinde. Vurgun u, kendi evinde, bar kızlarının yanında kendini rezil edip kov­ duğunu unutmamıştır ve artık ondan gelecek hiçbir şeyi kabul etmemeye kararlıdır. Bilâkis, gidecek yeri olmadığından bütün suçlan kabullenip hapishanede kalmak istemektedir. Fakat herşey istediği gibi olmaz ve suçsuz bulunur. Duruşmada bulunan Vurgun, Meli’yi takip edip evine çağırır. Ama o, bu teklifleri reddedip, bir randevucunun evinde çamaşırcılık işi arar. Vur­ gun onun izini kaybeder. Neden sonra aklına Nazlı gelir. Gö­ rüşmeyeli beri Nazlı annesini kaybetmiştir. Van Üniversitesi’ nde yabancı dil öğretmeni olmuştur. Vurgun evlerine gider, Nazlı’ya telgraf çeker. Nazlı’nın cevabı da ”hocama gidiyorum’’ dur. Artık yalnızlığını çok eski dostu Nazlı ile paylaşacaktır. MEZAR KAZICILARI Kentin zenginlerinin ve hatırı sayılır kişilerinin gömüldüğü Beyler Mezarlığı’nda otuzdokuz yıldan beri baş kazıcı olarak vazife yapan Sarı Dede altmış beş yaşındadır ve iki tane de kansı vardır. Küçüklükten beri alıp yetiştirdiği yamağı Hasan’ı da yanından ayırmaz. Haşan, çevresinde Sarı Dede'ye olan sadâkati ve dürüstlüğü ile tanınmıştır. Sarı Dede yaşına rağ­ men içki içer, zina eder, oruç tutmaz, üstelik bazı usülsüz işler yapar. İşini bilen biri olduğu için işlerin kesat olduğu bir zaman­ da bile iki ayrı evi idare edebilecek iş çıkarır. Ölüleri mezara yerleştirdikten sonra altlarındaki tahtaları alıp marangoza sat­ %


mak, ziyarete gelenlerin ölüleri için getirdikleri çelenkleri top­ layarak tekrar çiçekçiye götürüp parasını almak en çok yaptığı işler arasındadır. Haşan da ağasına bu konularda yardım eder. San Dede yanmda bir evlat gibi büyüttüğü Hasan’ı çok sever. Arasıra da her iki evine hanımlara yardım etmesi için gönderir. Bunlardan önce dedenin ikinci ve genç olan kansı Hasan'a göz koyar. Onun en zayıf yerini, paraya olan düşkünlüğünü anlaya­ rak bu yolla kolayca avucuna alır. îlk anda bir sarı altın verir. Haşan ise birgün "Bodrum Bar"ın önünden geçerken merak edip içeriye girer ve küçük yengenin altınıyla o sırada pahalı ve gözde bir artist olan Esnaf Yıldızı Minnoş’la konuşmayı başanr. Minnoş'a âşık olur. Minnoş ise onu biraz toy bularak alaya alır. Fakat zamanla sevmeye başlar. M etresi olduğu Zımba Tahsin adında bir kabadayı tarafından sırf Hasan’a olan sevgisini itiraf etti diye öldürülür. Haşan olayı teferruatıyla öğ­ rendiğinde, Minnoş'un kendisine âşık olduğu için gurur, aynca, metres olduğu halde kendini evlenmemiş olarak tamttığı için de üzüntü duyar. Doğruca hastane imamına giderek başkası ta­ rafından verildiğini söylediği parayı imama uzatır ve kendinin görevli bulunduğu mezarlığa gömmesini ister. Her gece ay ışığında Minnoş'unu ziyaret eder, konu>ur, hatta onunla evlendiğirü bile sanarak kendini onun kocası gibi görür ve her türlü tehlikeden korumaya karar verir. Öyle ki, imamdan ve ağa­ sından duyduğu m ezar yaratıklannm ona zarar vermesini önlemek için elinde silahı mezarın başında bekler. Minnoş'un çevresinden ayrılmamak için, kendisini uzun süredir ziyaret et­ mediği küçük yengenin tehdidiyle karşılaşır .Yenge onu ağadan uzaklaştırmak istediğini söyleyince, istemeye istemeye de olsa onunla beraber olmayı kabul eder. San Dede ise genç kansının mutsuz görünüşünü kendisinin ihmaline bağlar ve eski karısına giderek bir kavga çıkanr; böylece kansını terkeder. Bir süre önce Haşan tarafından da unutulun Büyük y e n ^ , kasabaya iş aramaya gider ve kaymakamın evinde hizmetçiliğe başlar. Ti-

97


folu bir askere bakar. Tifo mikrobunu şehre yaymaya giderken, girişte jandarmalar tarafmdan yakalanmak üzereyken, kendini yakmdaki kör bir kuyuya atar ve Ölür. Öte yandan San Dede genç karışma döndüğünde evde Hasan'ı bulunca oracığa yığılır. Doktor gelir, iyileşir, kimseye birşey belli etmez. Ama bir gece Hasan'ı baklavaların arasına ve konyağın içine afyon karıştırarak, yedirip içirdikten sonra iyice bayıltır, boynundan iple boğar ve az önce kendi eliyle kazdırdığı mezarın içine ata­ rak üzerine toprakla örter. Böylece intikamını almış olur. YAYIAKI2I Yayla Kızı Petek, savaş yıllarında hayatını kaybeden cesur asker yaylalı Mehmet Çavuş’un biricik kızıdır. Mehmet Çavuş öldükten sonra yalmz kalan ana-kız başka bir köyde bir ahır sekisinde oturmaya başlarlar. Kadın hasta, çocuk küçüktür. Pe­ tek hasta anası için ne yapacağıra düşünürken, bir gün köyden geçen gelinalıa konvoyunda bulunan bir beyden para ister. Be­ yefendi onu dilenci sanıp defeder. Bu hareket kızı içlendirir. Annesine baktırmak için para kazanmak fikriyle köyünden kaçar ve binbir türlü zorluklarla Ankara'ya kadar gelir, tik gel­ diği gün bir beyden dayak yiyip karakolluk olur. Polis kızı sor­ guya çekerken, dışarıdan efendi kılıklı biri gelip kızın suçsuz olduğunu ispat eder. Dışarıdaki halk da doktor olan bu adam­ dan cesaret alarak kızı destekler. Bu adam kimsesiz çocukların korunduğu bir müessesede doktordur. Kızın berelerini tedavi eder. Yaşı büyük olduğu için müesseseye alamaz. Ama onu Nuri Bey adında bir bakkala evlatlık verir. Nuri bey ve kansı Nefise Hanım kıza çok iyi bakmaktadırlar. Üstelik komşu kızı Benzigül'den de ders aldınrlar. Benzigül, annesiyle birlikte abla­ sının yanında oturmaktadır. Ablasının hırçınlığı yüzünden hu­ zursuzdur. Petek bu evde Hanımefendi'nin alafrangalığına uy­ gun olarak Şermin adını alır. Buradaki rahatı, beyefendinin iflas ettiğini duyan karısı Nefise Hanım'm evi terketmesiyle 98


bozulur ve Petek önceleri geçici gittiği Benzigül'ün ablası Peri­ han Hanım'ın evinde karın tokluğuna işlere bakar. Tek dostu Benzigül ona yine ders vermeye devam eder. Benzigül, sonun­ da evden kurtulmak için bir binbaşı ile kaçar. Petek yalnız kalır. Bir gün kazara elinden kor dolu mangalı düşürünce, Perihan Hanım'dan yediği dayak yetmiyormuş gibi polise şikâyet edilir. Polis gelinceye kadar kapatıldığı ahırdan bir yolunu bulup kaçar ve geceyi sokaklarda geçirir. Bir barın penceresinden içeri seyrederken, garsonlar tarafından dayak atılır, ancak oraya gelen bir kadm üç erkek zenginin vasıtasıyla kurtulur. Bunlar kızı içeri götürüp kamını doyururlar. Bu sırada barda önceden babasıyla anasından öğrendiği oyunlardan oynayıp para ka­ zanır. Kazandığını da onu oracıkta evlât ediniveren bestekâr üstad Baha Bey aracılığıyla annesine yollar. Halbuki annesi, vaktiyle Ankara’ya ilk geldiği anda onu himaye eden doktor ta­ rafından Ankara’ya getirilip tedavi ettirilmiş, aylar önce de ölmüştür. Cebeci Mezarlığı'nda yatmaktadır. Baha Bey köyden aldığı m ektuptan öğrendiği ölüm haberini bir dostuyla konuşurken kız duyar ve çok üzülür. Petek artık bann bir kö­ şesinde Baha Bey'le kalmakta, bar kızlan tarafından da çok se­ vilmektedir. Hele Nihal adındaki bar kızımn Petek'e daha çok düşkünlüğü vardır. Hatta bir süre sonra*Nihal’in odasında kal­ maya başlar. Nihal ona ablalık eder ve bar kızı olmaması için tavsiyelerde bulunur. Petek bir yandan müzik dersleri alırken, öte yandan oyunlarıyla seyircileri eğlendirir. Nihal abla Diyar­ bakır'a, Baha Bey Bursa’ya gitmek zorunda kalınca. Petek de Samuel Bensuan adında bir Yahudi ile İstanbul'a gider. Samuel bir Yahudidir. îlk şapkayı, ilk hazır kadın mantosunu ve ilk si­ nema gişelerinde artist resmi satma işini yapanlardandır. Tica­ reti iyi bildiği için kızı artist yapacak, böylece çok para kazana­ caktır. Nitekim dediğini yapar. Petek bir film çevirir. Adı duyu­ lur, onunla çalışmak ve anlaşmak isteyenler sıraya girerler. Hatta Avrupa'ya bile gider. Amerika’da film çevirmek üzere

99


yapılan yüzbinlerce dolarlık teklifleri vatan sevgisi ağır bas­ tığından reddeder ve Cumhuriyet’in onuncu yılında Ankara'ya döner. Köyündeki Çerçi Sarı Emin’le evlenip köyüne yerleşmeyi plânlar. BEBEK Doktor Ferhat Bey İstanbul'da tıbbiyeyi bitirdikten sonra Paris’e gidip Pastör Enstitüsü'nde ihtisas yapmıştır. Vaktiyle babası ile uzun süre İran'da kaldığından içinde İran'ın edebi­ yatına ve insanlarına karşı bir sevgi beslemektedir. Paris dö­ nüşü baba dostlarının ısrarlarına rağmen, çok etkisi altında kaldığı sihir ülkesine dönmeye karar verir. Tahran’da elçilik doktoru olarak görevlendirilir. Orada yıllar önce baba dostu olan Hayatütdele'nin yeğeninin kasnnda ikâmet eder. Evin bi­ ricik kızı olan Şirin’e âşık olur ve devletin bazı şartlarına uyma­ makla beraber kızla evlenir. Evliliklerinin ilk yıllarında bir be­ bekleri olur, ancak o günlerde güney illerinde bir salgın hasta­ lık sebebiyle İstanbul tarafından göreve yollanır. Bu bir tertip­ tir. Sarayın kurallarına âykın hareket ettiği gerekçesiyle im­ paratorluk sınırlannda tevkifi kolay olsun diye böyle bir yola başvurulmuştur. Önce Trablusgarp’a sürülür. O d a n d a Fizan'a gönderilir ve kaçmaması için zindana atılır. Recep Paşa bir ara rapor ile kendisini hapisten çıkarırsa da sarayın hemen haber alması üzerine tekrar içeri atılır. Evinden ayrılalı dokuz yıl olmuştur. Yazdığı mektuplar gönderilmeyip dosyasına kon­ muştur. Bu arada kurtuluş çaresi olarak Recep Paşa'ya mek­ tuplar yazarak kısaca hayatını anlatır ve suçsuz olduğunu ispat eder. Recep Paşa onu Trablusgarp'a çağırır. Aym gün Meşru­ tiyetin ilânı haberi gelir. Bu arada İran'da da Meşrutiyet ih­ tilâli çıkmış ve olayda parmağı var sanılan kayınbabası sıfatında olan Hayatütdele ailesi ile birlikte yok edilmiştir. Karısının öldüğünü öğrenen Ferhat Bey, bebeği merak eder. Recep Paşa harbiye nâzın olarak İstanbul'a gelince yerini Fer­

100


hat'a bırakır. Ancak bir süre soıu'a paşanın ölüm haberi duyu­ lur. Abdülhamit’in bir suikastına kurban gitmiştir. Öte yandan üstüste gelen felâketler, 31 Mart tsyanı, Trablusgarp Muhare­ besi, İstanbul'un perişan hali. Doktor Ferhat'ı bir makina ad­ ama döndürmüştür. Tam o anda M illî M üdafaa Cemiyeti Umumî Reisi Müşir Deli Fuat Paşa doktora çıkışarak, uzun müddet istirahat etmesini emreder. Uzun istirahat sonucu Dr. Ferhat sürmenajdan kurtulur. Umumî Harp patladığında dok­ torun sıhhî vaziyeti iyi olmadığından ihtimasla Güney İllerini Teftiş Heyeti'nde görevlendirilir. Dört uzun harp yıllannı böylece halkla içiçe geçirir. Bu arada daim a bebeğini düşünm ek-tedir. Tek arzusu Ankara'da bir Kasr-ı Ferhat yaptırm aktır. Plânını çizer, eşyalarım bile düşünür. Harp sırasında m addî sıkıntı çeken halkın kıymetli, babayadigâri eşyalarının yok pahasına satıldığı Sandal Bedesteni'ni dolaşırken garip bir olayla karşılaşır. İran’daki papağanları bu­ rada satılmaktadır. Onu hemen almak ister. Ancak sahibini o anda bulmak mümkün olmadığmdan bir gün bekler. Papağanı nereden aldığını merak edip sorunca sahibi kızar ve satmaya­ cağını söyler. Fakat Fer-hat sonunda satıcıdan papağanı ahr. O sırada yeni tuttuğu ve fakir hastalan bedava muayene ettiği eve yerleştirir. Halk kendisini çok sevmektedir. Karşı komşu ana-kızı da tedavi eder ve kızı evlât edinir, veremden kurtanr. Bu arada bir gazete haberi karısından şüphelendiği için evlâdını boğan bir babadan söz etmektedir. Ferhat, arkadaşı Dr. Vahit Bey’in dâvetiyle te-sâdüfen bu eve gider. Kadını ha­ staneye kaldırır. Fakat nezâ-rette olan kocayı görür görmez tanır. Bu uzun zamandır ara-dığı ancak bir türlü izini bula­ madığı papağanın sahibi Kör Behzat’tır. Doktorlar ve ec­ zacının şahitlikleri ile Behzat hapsolmaktan kurtulur. Aslında Behzat karısını çok sevmektedir. İran'da nişanlanmışlardır. Kendisi savaş dolayısıyla İran'dan ayrılınca henüz nikahlanmadıkları eşi, yıllar sonra araya sora Behzat'ı İstanbul'da bul­

101


muş, ilk çocuklan vaktinten evvel doğduğu için ölmüş, bu da aym akibete uğramış. Doktor Vahit'in ellerinde can vermiş, Behzat parasızlıktan çocuğu gömdüremeyince de üç-dört gün gazete kâğıdına sanlı bebeğin kokması üzerine gizlice evinin bahçesine kendisi gömmüştür. Buna mahkeme de inanmakla beraber, halk hâlâ ona katil baba gözüyle bakm akta olduğundan Behzat buna dayanamaz. Başından geçenleri bir gün doktora anlatır ve doktorun, karısının babası olduğu or­ taya çıkar. îkisi de kederlidir. Veremli Bebek hastanede iyi bir tedavi altındayken Behzat çıldınr ve bir süre sonra ölür. Doktor, bu felâketi kızma nasıl haber vereceğini düşünür. Bu arada onun plânlarını tatbikte en iyi yardım ası Zeynep İdil Hamm’dır. Doktor düşünürken, doktorun ilgisizliğinden yakınan evlatlığı, bir gün hastaneye gidip, Bebek'e kocasımn öldüğünü haber ve­ rir. Kendisi de doktora bir mektup bırakarak başka biriyle ev­ lendiğini bildirir. Bebek olayı öğrendiğinde çok üzülür, öte yan­ dan Ferhat'ın öz babası olduğunu öğrenince çok mutlu olur. Üzüntü ve mutluluğu bir arada yaşayan baba-kız sonunda bir­ birlerine kavuşurlar. Ama aralarında Şirin yoktur. BİR ŞOFÖRÜN GİZLİ DEFTERİ Aksaray'lı Erol, dürüst, çalışkan, namuslu ve yardımsever bir şofördür. Ana ve babası ile kızkardeşini geçindirmek için gayretli çalışmaktadır. Öte yandan, kapı karşı komşusu Ekrem Paşa’nın kızı ve aym zamanda da kızkardeşi Temiz'in arkadaşı olan Çiler'i sevmektedir. Sosyal durumlannın ayn olduğunun farkındadır ve bunun bir sakıncası olup olmadığım, eğer yoksa kendisiyle evlenmek istediğini Çiler'e bir mektupla bildirir. Gözü çok yükseklerde olan Çiler, onu kabul etmediği gibi, mek­ tubu da babasına gösterir ve Erol karakola çekilip müdür ta­ rafından ikaz edilir. Aşkına mesleğinin mani olduğunu anlayan Erol, bir yolunu bulup yanında şoför olarak çalıştığı beyin de yardımıyla ufak bir ticaret işine girerse de Çiler’in düşüncesini 102


değiştirmeyi başaramaz. Dışarıda pek çok kadın tammış ve türlü sebeblerle bunlarla beraber olmuştur. İstanbul'un gece hayatını da yakından tanır. Hanımefendi kılığındaki kadınların gerçekte ne olduklarım, kimin nerede oturduğunu, beyefendi geçinenlerin aslında ne olduklanm, düşmekte ve düşmüş olan kadınları çok görür. N ihayet askerliği gelir ve bir süre İstanbul'dan uzaklaşmak zorunda kalır. Anadolu'nun değişik yerlerinde Millî Mücadele’ye katılır. Bu vesileyle de halkı ve şartlan daha ijâ tanımış olur. Cepheden cepheye koşar. Asker­ liği süresinde kızkardeşinden gelen mektuplanmn hiçbirinde Çiler’den bahsedilmemektedir. Çiler ise babasının ölümünden sonra annesiyle başka bir semte taşınmış, sosyete ile görüşmeye başlamıştır. Bir ara İstanbul'a gelen Erol, Çiler'in durumunu yakından izler ve düşmekte olduğunu öğrenir öğrenmez, eski beyinin evinde tesâdüf süsü verilmiş bir yemekte karşılaşıp ken­ di durumu hakkında endişeye düştüğünü, içinde bulunduğu or­ tamdan kurtulmak isterse yardım edeceğini söyler. Ancak Çiler onu küçük gördüğü için sözlerine itibar etmez» Zaman Erol'u hakh çıkarır ve neden sonra Çiler'e "Paşa Kızı Çilek" adıyla Büyükada'da Nizam yolundaki süslü köşkte isteyerek rastlar. Çiler durumundan çok utanır, çok da sarhoştur. Erol sabah er­ kenden arkadaşına parayı bırakarak evden ayrılır. Çiler parayı reddeder ve bir daha onu görmek istemediğini de arkadaşına bildirir. İnceliğinin mükâfatını bu şekilde almayı düşünmeyen Erol, buna çok kızar ve başka bir plânla Çiler'le beraber olmayı başarır. Çiler kendine geldiği zaman yanındakinin asıl beraber olmak istediği kişi yerine onun şoförü olduğunu görünce son derece hiddetlenir. Erol da bir daha onunla görüşmemek şar­ tıyla orayı terkeder. Artık yolları iyice ayrılmıştır. Erol Anado­ lu'da bir müteahhitlik işi bulur. Bir ara Bursa'da bir kızla nişanlanır. Evlenmesine yakın, kızın bir sevgilisi olduğunu, an­ nesinin ikisini ayırdığını öğrenir. Doğruca eski sevgiliye gidip vaziyeti anlatır ve onlann evlenmelerini sağlar. Ancak ileride

103


kızın, üç ay sonra annesi tarafından yuvasının yıkılıp kötü yola düştüğünü öğrenecektir. İstanbul'a tekrar döner. Daha önce kızkardeşini bir şoförle evlendirmiş ve Çiler adını verdikleri bir de yeğeni olmuştur. Paşa kızı Çiler ise iyice düşmüştür. Paris Mahallesi'ne gitmekten Kör Emine vasıtasıyla kurtulmuştur. Çevresine epeyce borç yapmış, üstüne başma bakacak hali kal­ mamıştır. Erol ona gizliden gizliye yardım etmektedir. Bir gün ortaya zengin bir bey çıkar, bütün borçlarını öder. Üstelik ev­ lenmek de ister. Evdekilerin hepsi buna çok sevinir. Bir süre sonra bu adamın, babasından intikam almak için kıza frengi hastalığı bulaştırıp ortadan kaybolduğu öğrenilir. Çiler çaresiz bir şekilde durumu Erol’a bildirmeye karar verir. O arada eski bir tanıdığı vasıtasıyla, polislerin kendini alıp muayeneye götü­ receğini öğrenir. Erol'un da yardımıyla başka bir eve yerleşir ve bir doktorda tedaviye başlar. Erol yüzyüze gelmeden ona yar­ dım etmekledir. Doktor masraflarını peşin öder, ev kirası ve harçlık bırakıp tekrar işine döner. Çiler durumunu mektupla Erol'a bildirecektir. Bir gün Erol, isteği üzerine Çiler’i İstan­ bul'dan uzaklaştırmak için Bursa’ya bir arkadaşının yanına gönderir. Erol'un kızkardeşi olarak burada bir süre kalan Çiler, bir gün kendisinden intikam alan adama tesadüf eder ve ora­ dan ayrılmak istediğini yazar. Erol gelir. Adamı bulmak için bir araba tutup şehri dolaşırlar.'Sonunda onu görürler ve Çiler arabayla eve döner. Erol da adamı yakından izlemeye başlar. Başkasıyla konuşurken gece oniki civarında randevusu olduğunu öğrenip o saatte orada olup onu öldürür. Kimse kati­ li bulamaz. Ertesi günü Ç ilerle Toroslar'a hareket ederler. Orada kaldıkları süre içinde Çiler'in daha da iyileşmiş olduğu görülür. Çiler bundan sonra nereye gideceğini düşünürken, Erol teklifini yeniler. Çiler de sıkılarak kabul eder. Ankara'ya yerleşip nikâh yaparlar. Yalnız tedavi hâlâ devam etmekte olduğundan Çiler sık sık İstanbul’a gidip gelir. İstanbul'da komşuları hanımefendi aracılığıyla başkalarıyla tanışır, ko­

104


kaine alışır. Burada Nedim Bey adında biri Çiler’le ilgilenir, mektuplar yazar. Ara ara Erol’a da ihtar m ektuplan gelir ve Erol bu yüzden sürekli olarak bunların yazanlann kimliğini düşünür. Zihni karmakanşık olduğu o günlerde doktordan da ilginç bir haber alır. Doktor, Çiler'in eşyalan arasında farklı bir şey bulursa kendisine getirmesini istemektedir. Uzun aramalar­ dan sonra çok gizli bir yerde kokain şişelerini bulup hemen İstanbul’a gider. Fatih'te Temiz'in kayınvalidesinin evinde kal­ makta olan Çiler'in odasında da mektuplar bulur ve tarhşırlar, sonra tekrar uzlaşıp Ankara'ya dönerler. Artık çok mutludurlar. Hatta bir ara Erol'un işi İzmir’e nakledilir. Birlikte giderler, güzel günler geçirirler. Ama bunlar da çok sürmez. Çiler aniden Ankara'ya gitmek için ısrar eder. Erol karşı koyamaz. Kızkardeşine mektup yazarak Ankara'ya gitmesini tembih eder. Az sonra ani aldığı haber üzerine kendi de gitmeye mecbur olur ve Çiler'in çooık düşürdüğünü öğrenir. İstanbul'dan doktoru ge­ tirtir. Doktor onu İstanbul'a götürür ve bir süre tedavi eder. Erol onu beklerken, o tanıştığı bir hammefendi ile Ankara'ya döneceği yerde Eskişehir ve İzmir yoluyla Rodos'a geçer. Erol uzun araştırmalardan sonra izini bulur ve Rodos'ta bir tiyatro­ da karşılaşırlar. Çiler onu bir kez daha atlatır. Saat onda otele geleceğim söyleyip, bu vakitten istifade ederek İtalya’ya geçer. Erol boşu boşuna beklemiştir. O hırsla arkadaşının da tavsiye­ siyle hemen İstanbul'a hareket eder. Kendini iyice bırakır. Bir dost bulur. Sonradan bu kadının, Çiler'i kaçıran kadının kızkardeşi olduğunu öğrenir ve onlar hakkında kadından bilgi alır. Çiler Avrupa’da tiyatro artisti olmuştur. Bir süre sonra işleri bozulunca yurda geri dönmek zorunda kalırlar. Ankara'da bir daire tutup çalışmalarına burada devam ederler. Bu haber üzerine Erol da Ankara'ya gelir, günlerce evin çevresinde dola­ şır ve bir gece Çiler'in odasına girer. Amacı onu öldürmektir. Aksine Çiler de ölmek istemektedir. Belediyenin köpekleri ze­ hirlemekte kullandığı kapsüllerden bulmuştur ve onun yanmda

105


bunlan yutar. Erol kendisi de öldürmek am aayla geldiği halde onun ölümüne dayanamayıp etraftan yardım ister. Öteki oda­ dan hanımefendiyle dostu çıkıp gelirler ve adam Erol'u yaralar. Hastaneye kaldırılır. İyileştiğini hissedince kızkadeşinin ko­ casının da yardımıyla hastaneden kaçar. Aka Gündüz'ün evine sığınır. Elindeki defterleri bırakır. O uyurken Aka Gündüz on­ ları okur ve onu otuzyedi gün evinde saklar. Polis tarafından aranmakta olan Erol, evden aynlarak ortadan kaybolur. SANSAROS Doğduğu günden beri, müthiş bir afacan olduğu için arkadaşlan tarafından Sansar Osman denilen, ancak ismin daha sonra küçülüp büzülmesiyle Sansaros olan Osman, küçük yaşlarda anasız ve babasız kalır. Babası bir haksızlığa kurban gidince, dağa çıkar. Annesi de bulunduklan köyün savaş sı­ rasında bombardımana tutulması ile başka yere göç ederken Kop D ağlan’nda ölür ve kafile tarafından yol kenarında bırakılır, işte Osman, ailesini bu şartlarda kaybedince, mer­ hametli bir ihtiyar olan ve kendisine sahip çıkan Salih Usta’nın eline kalır. Salih Usta onu her türlü tehlikeden kurtarır, fakat kendisi bir yere çağrıldığı ve biraz geç döndüğü için çocuğun hancı tarafından bir subay aracılığıyla Darüleytam'a verilmiş olduğunu öğrenir. Sansaros'u son defa Kovan adı verilen bu yuvada gördükten sonra içi biraz tedirgin olduğu halde çocuğu orada bırakmak zorunda kalır. Sansaros kovanda ilk önceleri aptal bulunarak arkadaşları ve hocaları tarafından sevilmez. Bir ara okulda bir düğme oyu­ nu oynanır. Sansaros da bu oyuna başlar. Ancak, kalkık yakalı mubasınn oğlunun onun düğme çaldığını söylemesi ve herkesin buna inanm ası, Sansaros'un hayatının dönüm noktasını oluşturur. Bundan sonra artık ona kimse inanmaz. Adı hırsıza çıkmıştır. Kimin birşeyi kaybolsa suçlusu Sansaros sanılır, ağır

106


cezalara çarptırılır. Çocuklar kendisiyle konuşup oynamazlar. Bu bile onun için çok büyük bir cezadır. Bir kır gezintisinde başka bir okulun öğrencisinin verdiği iki elma yüzünden yine çaldı diye tavanarasına kapatılır. Sansaros aptal ve sıska görünüşüne rağmen zekidir. Bura­ dan kendisinin kurtarılması için bir kâğıt yazıp dışarı atar. Kâğıtta bulanın onu diğer okul müdürüne vermesi ve onun da kendisinin suçsuz olduğunu müdürlerine anlatması yazılıdır. Müdür, yanına Millî Eğitim Müdürü’nü de alarak Darüleytam Müdürü’ne gider, gerçeği anlatır ve Sansaros kurtulur. Millî Eğitim Müdürü çocuğun yerini görmek isteyince, bir mubasır acele Sansaros’un yerini değiştirir ve yanlış ifade verdirir. Bu sözler şüphe uyandırmakla beraber devrin bazı şartları olayları örtbas etmeye zorlar. Sansaros bu okulda kaldığı sürece çok zor günler geçirir, rahat değildir, dayak yer, hırsızlıkla suçlanıp çeşitli cezalara marûz bırakılır. Hırsızlığa karşı öyle alıştınlmıştır ki, ilk defa dddî olarak müdürün yeni lastiğinin tekini çalıp tuvaletin kuburuna atar. Yine pek çok çamaşırın düğ­ mesini kopanp kubura atar. Hiçbir şey bulamazsa yemekha­ neden bir tahta kaşık, bir teneke tuzluk aşınp kuburlara atar. Artık bu işin tiryakisi olmuş, işi azıtn:uştır. Derslerini de ihmal eder. Bu gitgide tembelliğe dönüşür. Bir gün rüyasında olduğu gibi gerçekten uçmaya karar verir, düşer, başı kanar ve durumu ciddî olduğu için hastaneye kaldınlır. Nöbet baygınlığı içinde yaptığı hırsızlıkları sayıp döktüğünü müdür işitir ve iyi oldu­ ğunda ona iyi bir ceza vermeyi plânlar. Sansaros bu cezayı duy­ duğu zaman okuldan kaçmaya karar verir bir gece müdürün bulunduğu kısımdaki tuvaletin penceresinden dışarı atlar. Dışarıda onu bambaşka bir hayat beklemektedir. Önüne gelen köylerden birinde bir kahveciye kapılanır. Boğaz tokluğuna çalışır. Bir zaptiye memurunun da kışkırtmasıyla malmüdürüne evlathk gider. Malmüdürünün adının bazı yolsuzluklara karışması onu tedirgin eder ve ev sahibi kadının elmas ve

107


altınlannı çalarak şehre doğru yollanır. Bir askerin arabasına biner ve altınlan minderin arasına sıkıştırır. Şehirde kalabi­ leceği bir yer yoktur. Cami evindeki tabutlatın içinde geceler. Yanında köylerden birinde tanıdığı ve Haklı adını koyduğu köpeği vardır. Bu arada, onu ilk olarak Darüleytam'a yazdıran subayla karşılaşır. Subay onu tanır ve iyi bir insan olması için yanına alır. Himaye eder. Ancak genç subay, muharebede kay­ bettiği bir bacağını tedavi için Viyana'ya gidince, subayın anasıyla kalır. Yaşh kadın çocuğu b ir yere yerleştirm eye çabalar. Sonunda husûsî b ir m ektebe verir. Burası Bursa bölgesinde MiUî Mücadelecilerin uğrağı olduğu için, mektebe yapılan ansız baskında Sansaros da yakalanır. Sorgu suale çekilir. İki Yunan zabiti tarafından suçsuz bulunarak, üstelik eline beş drahmi verilerek serbest bırakıhr. Sansaros birkaç gün sonra yine sebebsiz tutuklanır. Eskişehir'e gönderilirse de yolda bir yolunu bulup kaçar. K ann tokluğuna bir çavuşun çobanına yamaklık eder. Yine bir hırsızlık meselesi ortaya çıkar. Patronu birşey demediği halde Sansaros bunu gururuna yediremez ve köyü terkeder. Bir gün kendisi gibi kimsesiz olan, kendisinden yaşça büyük Emine admda bir kızla karşılaşır. Onu korur. Bir ev tutar. Emine sıtmalanır. Ona yiyecek içecek temin eder. Sonun­ da da Emine'yi anlaştığı birisiyle evlendirir. Kendisi de araara kendinden çok büyük olan, karakolda tanıştığı ilki Yenge adında bir kadına gider. Arbk hırsızlık etmemeye de karar ver­ m iştir. Zira, bir hırsızhk olsa polis ilk önce Sansaros'u götürmektedir. İşte herşeyden el etek çektiği bir anda Kısmî Ad­ liye Reisi'nin de aracılığıyla Ankara Oteli'nde garsonluğa başlar. Burada olduğu süre içinde biraz rahat yüzü görür. An­ cak Otel sahibinin ölümüyle tekrar sokaklara düşer. Bodrum Palas M eyhanesi'nde vestiyere bakm aya başlar. Yine eski alışkanlığı olan düğme koparmadan vazgeçemez. Düğmeleri farkında olmadan koparır ve kendisiyle mücadele ettiği bir anda ağzı burnu kan içindeyken müşteriler tarafından görülür.

108


Bir daha nveyhaneye gitmez. Bu defa kendisini çok sevdiğini çok sonradan farkettiği Emine ablasma gider ve onu da sevgisin­ den haberdar eder. Bir süre sonra Emine ablanın kocasmm ani­ den eve gelmesi üzerine orada yakalanmamak için Emine ab­ lasma "hırsız var" dedirterek ortadan kaybolur. Bir daha görünmemek üzere karanlıklara dalar. BİR KIZIN MASAU Karadeniz'i! fakir bir aile olan Veysel Usta ailesi, sırf kızlanm okutmak amacıyla İstanbul'a gelmiş ve Fatih'in yangın yerlerinde eski ve dökük bir eve yerleşmişlerdir. Biricik kızlan îlki, fakülteye devam etmektedir. Bulunduklan mahallenin ten­ ha olm ası, llki'nin yolda rahat gidip gelm esini zorlaştır­ maktadır. Bir gün fırından dönerken bir taksi önünü keser ve sarhoş iki kişi sarkıntılık eder. O sırada ünlü bir muharrir olan Ali Dalgalan da taksi kazasına uğrayan dizini son defa mua­ yene ettirmiş, Fatih'e doğru yavaş yavaş yürümeye karar ver­ miştir. Yolda da bu olayla karşılaşır ve kızı müdafaa ederken, sarhoşların saldırısına uğrar ve bastonu yardımıyla tehlikeyi atlatır. O anda ikinci adam da yaralanır. Ali önce şaşırır, sonra onun kendisine saldırmakta olduğunu gören llki'nin babasımn attığı bir kesici ile yaralandığını öğrenir. Veysel Usta Ali'yi evine davet edip yaplıklanndan ötürü teşekkür eder. Ali Dalga­ lan Veysel Usta ailesini manevî bir aile kabul eder ve her ihti­ male karşı llki'nin yanında savunucu alet taşıması tavsiyesinde bulunur. Ali Dalgalan bu olaydan kısa bir süre sonra bir iş do­ layısıyla Avrupa'ya gitmek zorunda kalır. Bıraktığı mektupta yine ayru tavsiyeyi tekrarlamıştır. Bir gün yine îlki, aynı yerde yine aynı kişiler tarafından kaçırılmak istenir. Mütecavizler bıçak ve kamayla îlki'ye saldırınca, İlki, yanındaki tabanca ile belki imdat gelir diye havaya ateş eder. O sırada biri tabancayı almak isterken, kaza ile kurşun havaya değil, saldırgana saplamr. Taksi şoförü de diğerinin başına İngiliz anahtarı ile vurup 109


bayıltır. Koma sesine koşan zabıta llki'yi tutuklar, llki'nin katil olabileceğine kimse inanmak istemez. Hocaları ve arkadaşları çok değerli avukatları tutarlar. Bu arada yaşlı baba kederinden ölür. Anne de hastadır. Birkaç mahkeme sonunda, şahitlerin doğru bilgi vermeleri ve llki'nin lehinde tanıklık etmeleri ile İlki kurtulur. Annesi ile yeniden hayata başlarlar. Yaşlı annesinin yaptığı el işlerini satarak birkaç kuruş kazanacaklardır. Ama elişleriyle Kadıköyü'nde bir dikiş atelyesine rast gelir. İçeriye girdiğinde çocukluk arkadaşı olan Ülker’in orada şef olduğunu öğrenir ve çok şaşırır. Ülker, teyze dediği atölyenin şefi kadınla meseleyi görüşür ve tiki de kısa bir süre sonra orada işe başlar. Annesini de civarda tutulan bir eve yerleştirir. Herşey yoluna girmiştir. Ancak bir gün teyzenin Refik adında bir yeğeni çıkagelir. Refik Ilki'yle evlenmek ister. Bu arada aralarında ol­ dukça yakınlık olur. Evlenmek üzere herşey hazırken, Refik or­ tadan kaybolur. İlki onu aramak üzere memleketi sandığı Adana’ya gider, fakat bulamaz. Aldatıldığını anlar. Bunun, oğlunu öldürdüğü adamın tuzağı olduğunu anlamakta gecikmez. O günlerde bir gazetede Refik'in kendisini aldattığını, bu nedenle ondan davacı olduğunu bildiren bir dilekçenin kendi adına adliyeye verilmiş olduğunu görür. Aksini belirten bir dilekçe ile adliyeye başvurduktan sonra, bir zamanlar kendisine epeyce yardımı olmuş olan, baba dostu zabıta memuru beye gider ve durumu anlatır. Bu adamın yardımıyla izini kaybettirmek için başka bir mahalleye yerleşir. Zabıtanın yaptığı araştırma so­ nunda Refik'in vaktiyle oğlunu öldürdüğü adamın yeğeni olduğu, evlenme işinin de llki'ye kurulmuş bir tuzaktan başka bir şey olmadığı, dilekçeyi verenin de bir zamanlar Refik'i çok seven, fakat onun îlki'ye olan ilgisini sezen amca kızı olduğu ortaya çıkar. Refik aynca amcasının kızını da yüzüstü bırak­ mıştır. İlki artık izini kaybettirmiş olmamn verdiği mutlulukla, baba dostunun bulduğu işten kazandığıyla evini geçindirir ve hasta annesini tedavi ettirir. Bu arada Avrupa'dan dönen Ali

110


Dalgalan llki’yi arar bulur ve durumuna çok üzülür. Ortada himâyesiz bırakmamak için evlenme teklifinde bulunur. Evle­ nirler. îkiz çocukları olur. İlki annesini ve ikiz çocuklarını kısa bir süre sonra kaybeder. Ali Dalgalan da hastalanır. Veremdir. Tedavi ettirecek paraları olmadığından, evin eşyalarını bile sa­ tarlar. Hatta çocukları için aldıkları araba dahi satışa çıka­ rılmıştır. tiki'nin arayıp da bulamadığı ünlü verem Mütehassısı Doktor Ali Didin bir hastasına hediye etmek için bu arabaya talip olur. Eve geldiğinde bir öksürük sesi işitip Dalgalan'ın odasına girer. Evde hiçbir şey olmadığım görünce hemen Ali'yi tedavisine alır. Ayrıca îlki'yi de muayene eder. Ali veremden kurtulamayıp ölünce, doktor, kızı yanına sekreter olarak ahr. tiki, hastalarını her gün yoklar ve onlarla çok ilgilenir. Bir gün kendisi için adliyeye dilekçe veren intikamcı babanın zavallı kızına hastanede rastlar. Kız llki’yi tanımadığı için kısaca hayat hikâyesini anlattıktan sonra, kendisinin, babasının îlki adındaki bir kıza yaptıklarının kurbanı olduğunu belirtir. Ertesi günü İlki, onun ölüm haberini alır. Hayattan ümidini kestiği bir anda dok­ torun evlenme teklifine çaresiz "evet” der. Yeniden mutlu ol­ maya çalışır. Yine ikiz çocukları olur. Fakat, bu defa hastalığı mutluluğunu engeller. Çocuklarının doğumundan ondört ay sonra, tutulduğu veremden kurtulamayarak çok sıkıntı çektiği dünyaya gözlerim kapar.

111


ÎK İN C Î B Ö L Ü M E S E R L E R İN D E N Ö RN EKLER BOZGUN Müslümanı, Türk'ü düşman sürümüş "Albndağ" üstüne duman bürümüş Ruhlarla melekler ufka yürümüş; Başım çevirip bakan kalmamış, Tann korkusunu duyan kalmamış: Ağla, gözüm, ağlaî Hicran yaraşır. Vatansız erkeğe, zindan yaraşır! "Halk güneşi"midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? "Sen misin sen misin ey garip vatan" tilere satılmış ırzın, yaşmağın. Harap edilmiş hep otağın, bağın. Ağla, gözüm, ağlaî Hicran yaraşır, Erkeksiz vatana düşman yaraşır! Ey öksüz ocağımî Zavallı anal Kıydılar mı sana? Kıymadan cana... Kara mı sürüldü eski bir şana? Rabbin mekânına sanem asılmış. 112


Bembeyaz aimna neler yazılmış! Ağla, gözüm, ağla, figan yaraşır Kaygısız imana hüsran yaraşır! Ne ettiler sana, ne oldu bana Kulağımı verdim urulan çana Bir gariplik geldi çöktü her yana; Islâm diyarında Kar'ân ağlıyor, Kur'an'ı başında. Turan ağhyor. Ağla, gözüm, ağla! figan yaraşır, Bülbülsüz bağına hazan yaraşır! Rumeli tutuştu, vatan dağıldı —Türk kuzularına altın ağıldı— Can memelerinden kanlar sağıldı Kucağını açıp saran nerede Ertuğrul'un oğlu Osman nerede?. Ağla, gözüm, ağla, hicran yaraşır, Goncesiz bülbüle figan yaraşır! Utan ey Türkoğlu, halinden utan: Bunu mu diledi senden Kayıhan? Böyle mi emretti ulu yaradan? Hüdavendigân soran yok mudur? Fatih türbesine varan yok mudur? 113


Ağla, gözüm, ağla! hicran yaraşır. Kurumuş sineye al kan yaraşır!. Mâbedler değişnniş, atıirmş kitap! Ne hanümân kalmjş, ne de bir ahbap! Cebr ile katılmış zenızeme şarap? Kalmamış duyan, ağlayan, ölen Her tarafı sarmış sevinen, gülen. Ağla, gözüm, ağla! figan yaraşır. Kör olası göze tuğyan yaraşır! Akan sulardan kanlar çağlıyor. Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor. Çoluk, çocuk, gelin, civan ağlıyor. Düşman bayrağını yırtan ararım. Namus ocağını kuran aranm. Ağla, gözüm, ağla! figan yaraşır, imansız cihana tufan yaraşır!

18 K an u n -ı San i 1328

(Bozgun, Millî ve Vatanî Şiirler, BCanaat Mat., Dersaadet -1 3 3 4 ,1 6 7 s.)

114


B İR G Ü N L Ü K İŞ İM

Erken yatanm, erken kalkarım Bir yumurtayı sütle çalkarım Kızarmış ekmek, biraz da peynir Aman efendim! Ne güzel yenir. Erken kalkınca, karnım dojoınca Çantaya kitap, kalem koyunca îster yaz olsun, ister kara kış Haydi mektebe! Tıpış da tıpış! Elif, be, te, se, cimdallı köse! Girmiyor artık bu o günkü derse. Şimdi efendim, dersler medenî Hoca seçiyor gayret edeni. Mektepten başka gitmem bir yere Maşallahım var, hem kırk bir kere! Kimse duymasın! Ayda dört akşam Sinema payı! Onsuz yapamam. (Çocuk K itabı, Resimli Ay Mat., îst-1928, s: 32-33)

115


YILMAZLARIN ik i z l e r CELSE: 2 — GÜNSEL GİRER—

Anne Özcan Günsel Anne Özcan Günsel Anne Günsel

Özcan Günsel

Anne Günsel

Özcan Anne Günsel

116

Bu vakte kadar neredeydin kızım? Vay hoş geldin kardeş! Hoş bulduk kardeş! Nasıl, iş bulabildin mi? Ondan haber ver. Buradan çıkar çıkmaz altı mağazaya başvurdum, iş vermediler. İnsaf mı kalmamış ne? Hayır! Anne öyle söyleme. Hepsi de samimi dav­ randılar, ne yapsırüar ki bana göre iş yoktu. Ye­ dinci mağaza olarak şu meşhur Abdulgaffar2âde’ye gittim . Adamcağız tip mi tip! (Güler) Aramızda küçük bir hadise geçti. Terbiyesizlik mi etti. Huyudur. Buna benzer ne kadar kelimeler varsa hepsinden ayrı ayrı birer parça etti. Fakat pek büyük bir de iyilik etti. İş mi verdi. Hayır, hayat dersi verdi. Onun verdiği ders beni hayatta mutlaka muvaffak edecektir. Neyse sonra anlatırım. Oradan birkaç fabrikaya gittim. Yok, yok yok... Derken gözüme bir lokantanın ca­ mındaki ilan ilişti. Hemen o sırada yapıştırı­ yorlardı. Bedava yemek ilanı mı? Dur canım! Bırak kızı anlatsın. Bu, Fatma Hanımın işlettiği lokanta idi. Hani şu meşhur (gözlüklü Fatma Hanımın lokantası) ilan­


Özcan Günsel Özcan Günsel

Anne Günsel

Özcan Günsel

Özcan Anne Özcan

Günsel

Özcan

Anne Özcan

da yazıyordu ki... Bize yalnız öğle yemeklerinde iki saat çalışmak için başgarsonluk edecek bir Hanım lazımdır. Şapkacılıktan oraya mı? Girdim içeri. Garson kızlara sordum. Beni Fatma Hanımın yanına götürdüler. Görüştük, anlaştık. Sen ne vakit kız garson mektebine gittin? Ne vakit garsonbaşı oldun? Fatma Hanım da öyle dedi. Ama ben bir şart koştum: Üç gün deneyin, yapamazsam almayın dedim, Fatma Hanımın hoşuna gitti, peki dedi. Gündelik verecek mi? Hayır, fakat işin yolunu düşündüm, garsonbaşılığı yapamasam bile garsonluğu pek iyi yaptığımı görecek, beni çıkarmayacak. Vay şeytan vay! Oradan çıkınca başka yerlere de uğradım, bir yerde küçük bir iş buldum, ama lokantayı ütleyeceğim. (Tercih: Ütlemek) Ben senden akıllı çıktım , ben de ne yaptığımı söyleyim. Sofraya oturun da yemekte konuşursunuz. tki laf canım! senin ardmdan ben de çıktım, kendi kendime: "Ey Özcan Beyfendi Hazretleri! dedim, sen bugün için ve yarın için kendine işler bulup hazırlam alısın. Maluma, haziranda liseyi ağız tadı ile bitireceksin." Şöyle bir dikildim. Ne tuhaf! Özcan! Sende aktörlüğe öyle bir becergenlik var ki. Çok akıllısın derim de annenden başka kimse inanmaz! hele dur, lafım ı bitireyim , karnım zil çalıyor. Öyleyse gevezelik etmeden bitir. îki laf ettim yahu!

117


Günsel Özcan

Günsel Özcan Anne Özcan Günsel Özcan

Günsel Özcan Günsel Özcan

Günsel

118

Üçüncüyü de söyle. Doğruca halkevine gittim. Halkevi tiyatro mektebi müdürünü buldum . K endim i namzet talebe yazdırdım. Mektebi bitirir bitirmez tam talebe ola­ cağım. Oh, ne iyi, ne iyi! demek sanatkâr olacaksın? Hem de Türk sahnesinin en ünlü bir sanatkân! Kolay mı? Anne! Sen bu işleri hâlâ anlayamadm gitti. Ha­ yatta zor şey yoktur yahu! Yaşa Özcan, dilemek olmaktır. Lafa tutma da bitireyim! Hani babamı çok seven bir Mümeyyiz Beyler vardı, o şimdi umum müdürdür. Oğlu ilk mektebi bitirdi, bu yıl bize gelecek. Hemen gittim: "Müdür Bey!" dedim, ben filanın oğluyum, sizin oğlunuz bu yıl liseye girecek... ey sonra? dedi, "Ona şimdiden lisan dersi verirsem bana kaç para verirsiniz?" dedim. "Ne münasebet?" dedi. "Müna­ sebet şu ki oğlunuz bu derse muhtaçtır, benim de iş bulmaya ihtiyaam var, iki başlı kâr" dedim. Güldü. Ben de güldüm. O dedi ben dedim. Anlaştık. Ayda on iki liraya ağızdan kontrat yaptık. Yarın derse başlıyoruz. O da epey halden anlayan takımdanmış. Dedi ki: "Biz aylığı peşin alırız, usûlü bozma­ yalım, ben de sizin on iki liranızı her ayın bu günü peşin vereyim." Çıkardı on iki lira verdi. Yansını bana ver. Aç gözlülük yok! On tanesirü armeme verdim. Birini sana ayırdım, öbürü de bana kaldı. Şey... Lafa tutmayım yahu! İki söz söyleyeceğim. Bu işi bi­ tirince kafamın ense tarafını, nah işte şurasını, şöyle bir kaşıdım. Sınıf arkadaşım Altan'ın babası aklıma geldi, babası bir kumaş ve süsleme fabri­ kasının müdürüdür. Tanırım...


Özcan

Anne Özcan

Sus be adam, iki laf ediyorum, kesmesene! İşte ona gittim . Ona tıpkı bu biçim bir reverans büküverdim, kim olduğumu anlattım. "Bizim yer­ den yapma üç odalı bir evimiz vardır, dedim. Bu­ nun sokak tarafındaki odasından sokağa bir kapı açacağız. Kızkardeşim zorlu şapkacıdır, burasını tezgâh haline koyacağız. Ama paramız yok. Bu evi sizin fabrikaya ipotek edelim, bize para vermeyin, kardeşime şapkacılık için ne gibi şeyler lazımsa onlan kredi ile verin." Şöyle bir düşündü. "Annen, kardeşin razı olur mu?" dedi. "Bizim evde, öyle anne, kardeş diye ayn ayn in­ sanlar yoktur, bizim evde üç kişi vardır ki bir tek kişi gibi yaşarlar. Biz hava, su gibi bıçakla kesil­ meyen, tek parça bir aileyiz." dedim. "Aferin!" dedi, "Teşekkür ederiz" dedim. Amma... "Buyur" dedim. "Bu iş benim elimde değil, bir saat sonra idare meclisi toplanacak onlara sorayım, bir buçuk saat sonra gel" dedi. "Gelirim" dedim. Bu da dedi dedimle bitti. İdare meclisi de aferin demiş, ben de onlara mersinin Türkçe'si neyse onu dedim. Evin ipotek edilmesini istemiyorlar. Satın mı istiyorlar? Biz baba ocağını haraç mezat eden evlatlardan değiliz!

(Yılmazların İkizler, Hakimiyet-i Milliye M a t, lst-1932, s. 2938)

119


S İN E M A C I H A Y R E T E F E N D İ’N İN H İK A Y E S İ

SinemacJ Hayret Efcndi’yi tanır mısınız? Beis yok. Tanı­ mamış olmakla beraber tanırsınız. Çünkü sinemacı Murtaza Efendi'ye, sinemacı Murtaza Efendi sinemacı Hayret Efendi’ ye, sinemacı Apostol Efendi’ye ve sincmacı Apostol Efendi, sinemacı Mirzahi Efendi'ye tıpkı tıpkına benzer? İddiamı biraz daha vuzuhlandırayım: Şişman, lop yanaklı, katmer gerdanlı, tepesi biraz çıplak, ince veya kalınca altın kordon, müstağni ve belirsiz derece mağrur bir zat. îşte Hayret Efendi de Murtaza Efendi de, Girye Apostol de Sinyor Mirzahi de hep bu kalıptandır. Yani kazananlar kalıbından... Zaten aynı tipte üç çeşit vardır: Sinemacılar, balık pazarcılar, gazete patronları. Sözüm de yalan yok. Sinem acıları yukarıdaki satırlarda gördünüz. Göreceksiniz ki eksiğim var yalanım yok. Gazete patronları her gün gözünüzün Önünde, şöyle bir hatırlayınız. Gülü bundan fazla tarife ne hacet var ne zarar... ihtar vaki olmadan sadede geleyim: İşte bu Hayret Efendi bir gün karşıma dikildi; Yanakları pancar, şakaklan ter içinde. Nefes nefese bir dikiliş. O zaman harb-i Umûmî ye ha girdik ha gireceğiz... Ümmet-i kâinatın kulakları kirişte ve sinirleri son mandalda gerildi. — Hayır olsun sinemacı Hayret Efendi? dedim, yine bir telâşın, kederin var gibi... —Sorma dostum! Olmasa gelir miydim? Aferin sinemacı Hayret Efendi! İşte doğrucasmı söylemişti. Malum ya bu göbekli, altın köstekli tipler işleri düşmeyince adama selam bile vermezler, hatta adamın verdiği selamı bile kazancı yok diye almazlar. —Söyle bakalım sinemacı Hayret Efendi!

120


— Beş gündür sinemamı kapadılar. — Kolera filan mı zuhur etti? — Şeytan kulağma kurşun! —Gayr-ı ahlâki bir film mi gösterdin? —Ben mi? Hay benim kulağıma kurşun! —O halde?... — Anlatayım dinle: Hani son zamanlarda meşhur bir Garp edibinin bir şaheserini sinemaya çektiler, canım hani bütün dünya matbuatı halkın hukuk ve hayatını müdafaa eden ve halk edebiyatının bir şaheseri dediği film yok mu? tşte onu bir çok masrafla getirtebildim. Bir çok yerlerden tebrikler, takdirler aldım. Fakat üçüncü gecesi kapılanmı gümbedek kapadılar. — Bir yanlışlık olmasın. — Anlatayım da dinle! Hikâye içinde hikâye. Bundan altı gece evvel sinema bu film için hınca hınç idi. Kapıya bir zat ile beş-aUı kadın, çocuk geldiler. —Bize mevki-i mahsusta bir yer. Ama yanyana olsun! — Başüstüne efendim. Biletleriniz? —Ne bileti! Bilet milet yok. —Nasıl olur efendim? — Basbayağı olur işte! — Basbayağı olmak da olduğu da malum. — Ben sivil memurum. — O takdirde iş değişir. Zat-ı âliniz için bir iyi koltuk hazırdır. — Ya bunlara? —Bunlar kim? — Bu nasıl sual! Bu benim annem. Şu kadın validemin ortan­ ca gelini. Öteki bacanağımın dayısının küçük damadının büyük

121


oğlu. Sağdaki bizim mümeyyizin hanımının görümcesinin kızı. Hepsini sayayım mı? Çabuk bize yer! — Efendim, zat-ı âlinize mahsus dâima yerlerimiz vardır. Fakat taallukât-ı m uhterem eler! için sinemamızın hacmi istiâbısı müsâid değildir. İnşallah teâii Ok Meydanı'nı sinema haline ifrağa muvaffak olursak herhalde emr-i âlinize birkaç yüz aded kadifeli koltuk kapatırız efendim. — Demek şimdi bedava giremeyiz? — İmkânı yok efendim. Ziyan ederiz. — Demek bu kadarcık şeye siz ziyan namı veriyorsunuz? —Tabü efendim. On para on paradır. —Demek daha başka ziyanlara.... — Lafımı bitirmeden sürü sepet hepsini toplayınca gitti. Er­ tesi günü de kapatıldık. Bu da hikâye içindeki hikâyenin hikâyesi. Bunu da anlatayım da dinle: Sebebi mebebi şu imiş. Bu film halkı saltanat-ı ebed-i müddet'i Osmaniye’ye karşı isyana teşvik edici bir mevzu imiş, hukuk-ı mukaddese saltanatı dahi ü ta'rizden ve sekûn halkı bâdire-i tegâfülden siyanet için bi't-tetkik neticesi hakkında mütehassıslarının raporu tanzim olununcaya kadar idareten sedd ü bendine karar verilmiş idüğünden.... — Etme Hayret Efendi! — Eden ben değilim kuzum. Bana ettiler edeceklerini. —Sonra ne oldu? — Ne olacak. Beş gün zarfında tetkik olundu. Hatta pek iyi ve ufak bir film olduğu anlaşıldı, m ea’t-takdir yeni baştan vuzu'-ı perde edilmesine müsaade buyuruldu. — İyi ya, daha ne şikâyet ediyorsunuz? — Doğru. Arşını üç otuz paraya makale yazanlar daha ne olacağını takdir edemezler. Daha ne olsun birader!... Beş gece

122


en aşağı beşer yüz liradan iki bin beş yüz lira zarar. Beş gecenin yüz liradan film kirası etti mi beş yüz lira? Girdisi çıktısı beş yüz daha. İşte sana bir tahtada üç bin beş yüz lira zarar! — Bunları söylemedin mi? — Söyledim. Memurun vazife-i ubudiyeti bu imiş. Binaena­ leyh kabahati yokmuş. Şayet kani olmazsa imişim mahkemeler açıkmış, Saye-i Şahane'de mahkemelere gidebilmek yed-i ih­ tiyarımda imişim. —Demek ikame-i da'vi ettin? — Biliyorsun ki biz sinemacılar, balık pazarcılar, gazeteciler çürük tahtaya basmayız. Derhal en meşhur avukatlara müra­ caat ettim. Üç bin beş yüz liranın üzerine bir yüz daha ekleyerek müşavere ettim. Avukatlar mütefekkan dediler ki; Zarar ve zi­ yan davası ikame etmek doğru olabilir, davayı da kazanabilir­ siniz. Temyiz de tasdik edebilir, kaza-yı mahkeme haline de ge­ lebilir ve nihayet icraya verebilirsiniz, icra takip edebilir. Me­ mur olduğu için aylığın rabii kesilebilir. Aylığı dört yüz kuruş ol­ duğuna nazaran mah-be-mah muntazaman yüz kuruş tahsil edebilirsiniz. Avukatların bir nefeste sıraladıkları bu fiil-i iktidârî zincirinin son halkasında durdum düşündüm. Dört yüz kuruş maaşın ayda yüz kuruşu kesilecek üç bin altı yüz lirayı üç bin altı yüz ayda tahsil edeceğim. Üç bin altı yüz taksim on iki, haric-i kısmet ne çıkar? Üç yüz mü? Demek ben üç yüz senede bu parayı tahsil ile tehvin-i zarar edeceğim!!! — Mersi Avukat Beyler! dedim. Sizin fi'l-i iktidarınız ne olursa olsun bundan benim fi’lim son derece gayr-ı iktidârîdir. Binâenaleyh bu işten vazgeçiyorum. —Öyleyse bana ne diye gelin? —Saika-i insaniyetle azizim, saika-i insaniyetle! Ben bu ka­ dar ziyan ettim, bari sen bir hikâye mevzuu çıkarırsın da beş on para alırsın. (Hayattan Hikâyeler, İkdam Mat., İst-1928, s; 124-130)

m


D E M İR E L -M E Ç H U L A S K E R -G A Z İ'N İN G İZ L İ O R D U S tJN D A N

ÖKÜZDEN TAYYARE Emine bacı bütün işini gücünü sermişti. Gözlerini havadan ayırmaz olmuştu. Göklere böyle dalgın dalgın, içini çeke çeke baktığı zamanlar kendi kendine düşünürdü. Demek Tayyare dedikleri şey göklerde karakuş gibi uçar, içi barut dolu gülleler atar ve Türk dehkanhlarını öldürürdü. Emine bacı bu işe bir akıl erdiremiyordu. Önüne gelene: —Hey oğul! Nasıl olur bu? derdi. Göklerde yalnız kuşlar, bulutlar, rüzgârlar uçar. Geceleri de yıldızlar falan parıldar. Koskoca alâmet, hem içine insanları, dolu gülleleri ahp da hiç uçabilir mi? Fakat bu akıl erdiremediği şeyin var olduğuna dört defa inanmıştı. Cepheye gönderdiği iki oğlu, bir güveyi, bir de torunu düşman tayyarelerinin hücumlarına uğramışlar, dördü de ölmüşlerdi. Hele torununa çok yanmıştı. Ne güzel, ne aslan yapılı, çiçek yürekli delikanlı idi. Gözyaşlannı içine akıtıyordu. Artık tahammülü kalmamıştı. Bir gün ocak başında tarhana pişiren geline seslendi: —Kız! Bir sen kaldın bir ben. Dört öküz bizim nejâmize, iki tanesi çoktur bile. —Nideceksin ana gı? —Ne mi edeceğim? Şimdi görürsün. Dört öküzün ikisini ahırdan çıkardı; bir iple boynuzlanndan

124


biribirine bağladı. Değneği aldı ve öküzleri şehire doğru dah etti. Gelin kapının önünde durmuştu; sordu: — Satacak mısın onları? Emine b a a cevap vermedi. Şehire geldi, tik rastladığına sor­ du: — Kumandan paşa nerede oturur? Tarif ettiler. Öküzleri kumandanlığın kapısına bağladı, içeri girdi ve paşayı görmek istediğini söyledi. Kumandanın karşısına çıkınca: —Hay paşam! dedi, bu ölümden bıktım artık. Biraz da yaşayalım olmaz mı? —Elbette bacı nine; elbette artık ferahla yaşayacağız. —Öyle ise iki öküz getirdim, al onları. — İki öküzü ben ne yapayım bacı? —^Ne mi yapacaksın? Tayyare yap. —Öküzden Tayyare olur mu bacı? — Olmazsa, sat, parası ile bir tayyare al uçur. — Tayyare pahalıdır, iki öküz parası |Ie alınmaz. Emine bacı bir dakika düşündü, başını kaldırdı ve dedi ki: — Öyle ise benim gibi evlât kaybetmiş çok Türk ninesi, Türk babası var, onlar da bir şeyler versinler, benim öküzlerin pa­ rasına kat; bir tayyare al... Bunu yapsa yapsa bir ev dolusu evlâdını şehit veren Türk bacısı yapar.

(Dem irel-M eçhul Asker— Gazi'nin G izli Ordusu—Devrim Hikâyeleri- Ahmet Halit Kit., Ist-1945, s: 26-27)

125


D E M ÎR E L — M E Ç H U L A S K E R — G A Z Î'N İN O R D U S U ’N D A N

İSTİKLÂL SAVAŞI HÂTIRALARI KIRIK SAATtN HÎKÂYESÎ

24 Ağustos 331 Anafartalar: Türk tarihinde parçalanmış bir cep saati vardır ki ebediyyen işlemektedir. Bu saat parçalanmadan evvel mavi gözlü, sarı saçlı, tunç çehreli ve kırmızı yakalı narin bir zabitin cebinde idi. Saatin tıkırtısı, üstünde durduğu kalbin çarpıntısı ile efsaneler konuşuyordu. Denizler alev halinde kaynıyor, topraklardan ce­ hennemler fışkırıyor ve göklerden ölümler yağıyordu. Sağlam saat başını dayadığı dostuna diyordu ki: — Ey kalp! Mensup olduğun milletin ve doğduğun toprağın mukadderatını dakika dakika sayıyorum. Kalp, derin bir inşirahla çarparak cevap verdi: — Saat! Kudretsiz saat! O milletle o toprağın mukkadderatı asırlarla sayılır, dikkat et, sonra seni parçalarım! Devirler ve dehirler ifade eden küçük saat korktu, sustu. Za­ man durdu. Alevli mavi denizin dehşeti, alevli mavi gözlerin bebeklerinde eridi. Cehennemli toprağın tozları tunç yüzde si­ lindi. Ölümler Kiçner ordularından istimdat ederek narin zabi­ tin dudaklarında tebessüm oldu. C onkbayın gürüldeye, gürüldeye zafer cöngünü çaldı. Düşman zamanı uzatmak ve süngüsünü tam yerine sapla126


mak istiyordu. Conkbayın, mermi sağnakları ve yılmaz salvolariyle kaynaşıyordu. Sağlam, minimini saat; sağlam büyük kalbe sordu: —Komşum! Bana ebediyeti sayacak bir yer verir misin. Emret, zaferin uğurunda parça parça, kurban olayım. San saçlı narin zabitin çelik kalbi gülümsedi: —Yerini tarihlere ver. O saysın artık, çünkü zaman geldi. O an bir mermi parçası Türk'ün talisizliklerini noktalayan saate çarptı. Saat param parça kurban oldu ve altındaki kalp niha­ yetsiz bir hayat ve istikbal ufkuna doğru çarpmağa başladı. O saat parçalanmasaydı, Türk ve Türkiye parçalanacaktı. O kalp kaldı ve içinden yeni, ebedî Türk varlığı doğdu. Yani Atatürk’ün Anafartalar'da kırılan saati Türk'ün fena talihini kapadı ve kurtulan kalbi iyi taliin ufuklannı halketti. Şimdi bu ufuklara doğru ve onunla beraber yürüyorken o günü derin bir heyecanla yadediyoruz.

(Demirel—^Meçhul Asker— Gazi'nin Ordusu, DevrimHikâyeleri, A. Halit Kit., îst-1945, s: 64)

127


B U T O P R A Ğ IN K IZ L A R IN D A N

Hayatın her kalıbına girdim, çıktım. Herkes benden lezzet ve intikam aldı. Her uzanan el başımda yumruklaştı. Her açılan dudak "kahpe" dedi. Kendi kendisinin kızı, arhk tastamam ken­ di kendisinin kızı olacak... Evet, buna karar verdim. Artık dişe diş, göze göz! Artık boğucu gaz gibi, geçtiğim yerlerde sıra sıra insan sereceğim... Kimsesiz. Türk kızlarını desteksiz, koruyucusuz bırakmanın cezasını vereceğim . Her dişim de bir başka zehir, her tırnağımda bir başka felâket, her sözümde bir başka yangın; öyle dolaşacağım ... K im sesiz kızlara, kendi kendisinin kızlarına, Türk k ızların a ibret, ders oluncaya kadar yürüyeceğim. Şimdi hep, bile bile, istiye, istiye, özene özene orospuyum. Merhametsizce orospuyum. Benden, benim bu hikâyemden bir iffet, bir fazilet doğuncaya kadar orospuluk edeceğim. Bir kahpe olacağım ki, her hareketim, genç kız vic­ danlarında bir alev olsun! Benden ders alsınlar ve hayatta çelikleşsinler!... Oldum bile... Şimdi dört tane âşığım var. Dördü de birbiri­ nin arkadaşı! dördü de gece gündüz beraber. Ben kocamdan kaçıyorum. Kaçarken görümcemin burnuna gülüyorum ve so­ kaklarda geçen fazilet satıcısı beylere tükürür gibi bakıyorum. Dört aşıkımdan biri; Vedat, Çiftlik sahibi. Beni seviyor. Ben de onu sever görünüyorum. Mümkün olduğu kadar aldata­ cağım. — Sakın ötekiler çakmasın! Dediğim vakit, beni daha çok seviyor. Ben hiç sevmiyorum. Niçin seveyim? Ne münasebet! Hem evli. Evli olmasa bana ne?

128


Bu kadar yaradan sonra kalbimde yer mi kalır? Beni paçavraya çeviren insanları sevmek! Ben budala değilim, artık akıllandım. Yalnız. Vedat'ın ocağını bozacağım! Mesele, gaye bu. Öteki aşığım, çok delikâinlı, çok toy. Adı; İrfan. Mühendis. Onu o hale getiriyorum ki, inşallah intihar eder de anası, babası kan ağlar.Ben intihar ettiğim zaman en faziletli, en değerli in­ sanlar: Kahbeliğin sonu! dediler. İrfan da benim için can verir­ ken ben dc: "Kahbeliğimin başlangıcı" diye için için güleceğim. İrfan'ı Vedat'a, Vedat’ı jrfan'a kıskandırıyorum. Ayrı ayrı, ikisi de kendilerini sevdiğimi sanıyorlar. Hayır! Asla! Ben şimdi kendimi bile sevmiyorum. Kocama gizli gizli, yazısı değiş­ tirilmiş mektuplar gönderiyorum: Karın fuhuş deryasına daldı, diye... Geceleri dikkat ediyorum, üzüntüsünden rüyalarında bile kıvranıyor. Kıvran, kıvran! Kendi kendisinin kızına acımıyan adam.' Kıvran, lezzetimi kemiren hayvan) Üçüncü aşıkım hayvan gibi bir insan... Beni tükenmez bir şeftali dondurması gibi kaşık kaşık emmek istiyor. Fakat ben lezzetimin bir zerresini ondan esirgiyorum. Tâ, yanıbaşında büyük dekoltemle oturuyorum. Bütün kokumu, bütün sesimi içiyor, mest oluyor, gözlerime bakıyor, ona kara göz bebekle­ rimde bin ümit veriyorum. Sokulur sokulmaz, atmaca görmüş bir kanarya ürkekliği ile kaçıyorum. Beni kıskanıyor, fakat söylemiyor. Sade îrfan'la sebepli sebepsiz kavgalar çıkarıyor. Vedat’ı benden uzaklaştırmak için fazilet öğütleri veriyor Onun da kulağına fısıldıyorum: —Sakm ötekiler bilmesin. Ben seni seviyorum! Sevmek! Beni orospu eden insanları sevmek! Onlar o kadar birbirine benzerler ki... Dördüncü aşıkım; Muallâ. Sâkin, ağırbaşlı görünen bir genç. O diğerlerine hiçbir şey sezdirmemek istiyor. Hattâ bana bile... Fakat ben anlıyorum. Asıl biten o. Biri tutuşuyor, birisi 129


çıldırıyor; biri lezzetimin ateşiyle eriyor ve Muallâ bitiyor. D ördünü birb irin e kattım . D ört yüzünü birbirin e çarpacağım. Dört binini birbirine ateşle barut edeceğim ve son­ ra bu yalaza, bu patlayış içinde ben biteceğim. Ben artık yalnızca ve tam kendi kendimin kızıyım! Dördünün de gözü önünde; bir saatlik, teklifli misafirleriyle kucaklaşıyorum ve içlerine damlayan ateşi üflüyorum... Teyzenin Mim Kaf'ına iki oyun oynadım. İki defa evle­ neceğini haber aldım ve n işanlılarına hem fotoğrafım ı gönderdim, hem adresimi verdim, hem: "Ben onun metresiyim" dedim, iki düğünü de bozdum. Fakat bu suretle iki mâsum Türk kızmı kurtardım. Geçenlerde irfan bana ültimatom verdi: —Ya ben, ya ötekiler! —Sen, hep sen! Dedim ve içimden güldüm. Gülmediğim günler, komşunun hizmetçisiyle trfan'a ip>ekli mendil, çiçek gönderiyorum, sonra da alay ediyorum. Ondan sonra Vedat, kolumu sarstı: —Ya onlar, ya ben! — Ah sevgili! dedim; hep sen, hep sen! Altın dişli ağzı kulaklarına kadar yayıldı. Çiftlikteyken sevda mektupları gönderirdim, inandı!!.. Ben de kahkahalar savur­ dum Üçüncüsüne, hiçbir zaman elde edemeyeceği lezzet vaatle­ rine devam ediyorum. Muallâ, bu İşlerin farkında, fakat izzetinefisine yediremiyor. Diyemiyor ki: —Kadın! Sen içimize bir âfet gibi girdin. Girdim zahir! Hepsi benden sevgi bekliyor! Neye karşı? Bu 130


toprağın bir kızım daha, kendi kendisinin kızı ve çamurun kızı yapanlara karşı mı? Sağımızdaki komşu, bir felsefe öğretmeni. Karşımızda bir Yeşilay âzası oturuyor. Filozofun bütün felsefesini çamura bu­ lamağa başladım. Her uzaktan gülümseyişim onu bayağılaştırabilir. Yeşilaycı, derdimden ayyaş oldu. Oh olsun! Aşk, aşk, aşk! Hepsi bunu istiyor. Bu bizde vardır. Fakat ne karşılıg' vereceğiz? Bize bir aile yuvası mı temin ettiler? Bizi va­ tan kızı mı saydılar? Artık Kâmil'e bile garezim var. Kinden bir kadın oldum. Kendi kendisinin kızına, kinden kız diyebilirsiniz! Taş kesildim. Canavarlaştım. Fikirlerimde karanlıklar dalga­ lanıyor. Sinirlerim engerekleşti. —Yaz yazar! Yaz ki, benim sevgim size değil. Yaz ki, bu ga­ ripleşen, karanlıklaşan, engerekleşen yaratığın benliğinde tükenmez bir sevgi var. Öyle bir sevgi ki, Okyanus enginlerin­ den engin... Bu sevgiyi ben masum Türk kızlarına saçıyorum. Kendi kendisinin kızı, bu toprağın kızlarını seviyor. Kendi hayatını onlara vakfetti. Böyle pervasız bir heyecanla kendi hayatım, kendi diliyle onlara anlatıyor. Fuhşun ateşiyle onlara, bütün kızlara bir namus ve saygı ışığı olacağım. Kızlar! Bana benzemiyen kızlar! Bir gün öldüğümü işitir­ seniz, mezarımı temiz kalblerinizde arayımz. Ben oradayım. Ve ben o kalblerde yattıkça rahat olunuz kızlar; hiçbiriniz bana dönmezsiniz. Her öğütün yüzüne tükürünüz ve kalbleriniz be­ nim macerama türbe olsun! O zaman kurtulursunuz kızlar! Bu erkek yokluğu içinde var olunuz kızlar! Ben bu yollarda kafilesini kaybetmiş bir göçmen perişanlığı ile kimbilir daha kaç dağ, kaç görçek aşacağım. Sizin yollannız, nine, baba ocaklarınız içinde dolaşsın... Rüyalarınızda sesler işitirseniz, biliniz ki, onlar benim feryadımdır, hepinize: Sakı131


mnızl Sakıranız! diyor. Kendi kendisinin kızı, kimseye yalvarmadı, her felâkete göğüs gerdi. Fakat size yalvanyor, yorgun dizlerini yerlere koyarak, bi­ leklere dolanmış saçlannı dizlerinize dökerek, kirli ellerini kalblerinize uzatarak yalvarıyor: — Sakınınız! Sakınınız!...

(Bu Toprağın Kızları, "Kendi Kendisinin Kızı", Toker Yay., Ist-1974, 5. Bsk., s: 158-162)

DİKMEN YILDIZI’NDAN KARANLIK MAĞARANIN YILDIZI H er gün köylüler sıra ile yiyeceğim izi getirmeğe baş­ lamışlardı. İhtiyaçlarımızın hücrâ bir dağ köyünden tedarik edilebilen kısımlarını temin ediyorlardı. Ne temiz ne güçlü in­ sanlardı. Düşmandan haber alıyorduk.

Mağaraya kapandığımız gecenin sabahına doğru düşman süvarileri ileriye geçmiş. Ertesi günü piyade, topçu kıt'alan görünmüş. Yeni cephe birkaç saatlik mesafede imiş. Top sesleri geliyormuş. Biz ve yakmımızdaki köy, düşmanın tam gerisinde idik. Dört, beş gün böyle geçti. Tam öğle vakitleri yüksek kaya yarığının dibinde toplanıyor, bu sayede bir saat kadar güneşleniyorduk. Bereket versin ki mağara büyüktü. Yoksa çocuklan nasıl biteceği bilinmeyen bir zaman için burada hap­

132


setmek imkânsız olacaktı. Birtakım oyunlar, eğlenceler icat ediyordum. Büyükler bile can sıkıntılarını ve daha doğrusu kor­ ku ile karışık üzüntülerini yatıştırm ak için bu eğlencelere katılmağa mecbur olmuşlardı. Dış girişi taşla örmüştük. Gelen köylüye, çalılarla kapatarak, orada bir Örgü olduğunu gizlettik. Beşinci güne kadar Önemli bir olay olmadı. Geceleri herkes uyuduktan sonra battaniyem i alır, yarığın dibine serer ve arkaüstü yatardım, iki metre genişliğinde ve on beş metre yüksekliği olan bu yarığın sekiz on metre uzunluğunda da bir seması vardı. Küreleri kaphyan sonsuz gün bu düzensiz dik­ dörtgen içinde toplanmış gibiydi. Yıldızların doğuşu, geçişi ve gurubu ne kadar belli olurdu. Lâcivert gök parçası nefîs, pullu bir şalı andırıyordu. Ka­ ranlık mağaranm yıldızı, karanlık gecelerin yıldızlariyle neler konuşuyordu? Gördüğüm yıldızlan siperlerinden onlar da görüyorlardı. Göğün yıldızlariîe mağaranın yıldızı arasındaki uzaklıkta daima bir hayal. Muradın hayali dolaşırdı. Bazı kü­ çük bir bulut parçası, dikdörtgenin kenarından görünür gö­ rünmez, yüreğim oynardı, zannedersem ki, bu Muradın başıdır ve nerede ise göklerden eskisi gibi bana inecek. Fakat kabili var mıydı bunun? O hasretten, ben topraktan birer mağarada değil miydik? Bazı bir rüzgâr, mağaranın girintili, çıkıntılı yerlerinde dolaşırdı. O zaman da babamın kalın sesi kulağıma gelirdi. Mağarayı, mağaradan daha derin ve karanlık bir sessizlik kap­ layınca nefesler duyuluyordu. Bir kadın kocasını, bir çocuk ba­ basını, bir genç kız bilmediğim bir ismi sayıklardı. On altı kalbin acısı uyku zamanı son dereceyi bulurdu. Gündüzleri nasıl olsa vakit geçiriyorduk. Uyku... ah o mağara devrinin uykuları. Gündüz içlerde saklanan emeller, rüyalarda taşardı. Hattâ bir küçük, gündüzleri de uyumağa başladı. Şaka et­ tim: —Küçük, ne kadar uykucusun! Senin adını uyku abla koya­ cağım. 133


Küçük, aşağıdan yukanya, çenemden gözlerime bakarak ce­ vap verdi: — Masus uyuyorum Yıldız abla. —Masus uyunur mu ninem? —Her uykuda babam geliyor, beni öpüyor da onun için uyu­ yorum. Bir mağaranın rüyalarında baba öpüşü bekliyon bu içli, hisli küçüğü bağrıma bastım ve sezdirmeden lepiska saçlarını göz yaşlarımla ıslattım. Bu cevabından sonra her uyuyuşunda etrafdakilere gürültü etmemelerini rica ederdim. Sabahları peynir ekmeklerimizi yerken birbirimize rüyalarımızı anlatırdık. Kimi İzmir'e dönmüşüz... diye başlar, kimi ağabeyim şehit ol­ mamış da Aydın'da imişiz... diye başlar, kimi, ne bileyim? Herkes, hepimiz kalp acılarımız rüyalarımızda nasıl dindir­ diğimizi söylerdik. Onuncu günü mağara penceresinden dışa­ rıya bakan bir küçük, koşarak haber verdi: — Bir uçak sesi var. Bütün kadınlar telâş etti. Kumandanları sıfatiyle önce ben başımı uzattım: — Murat! diye haykırdım. Arkadakilerin hepsi heyecan içindeydi. Gördüğümü yüksek sesle söylüyordum: — Murat! Müjde Tayyaresinin arkasında uzun bir kordelâ var. —Demek vaziyetleri iyi. Hepimiz sevinçle çırpındık. Annem dedi ki: —Köylü gelince yorgan asmasını söyliyelim. Akşam üzerine doğru köylü geldi. Rengi uçuk ve yükü ağırdı. —Ah küçük hanım; dedi. Sorma Köyümüzü bastılar. Nedim Beyin, dün çetesiyle geçtiğini haber alm ışlar. Hepimizi dövdüler. Köyde, beş asker bıraktılar. Belki birkaç gün geleme­

134


yiz. Size fazla ekmek getirdim. Diğer azığı da öteki getirecek. Nideceğiz bilmem ki... Köylünün bu haberine zihnim bulandı. İyi ki mağaradakiler duymamıştı. —Ehemmiyeti yok, dedim. Sen kimseye bir şey söyleme. Ne vakit mümkün olursa o yakit gelirsiniz. Fakat ertesi günü kimse gelmedi! On üçüncü, on beşinci günü de kimse gelmedi! Ekmeksiz ve katıksız kaldık! Son parçalan küçüklere verdik ve yirmi dört saat açlığa ta­ hammül ettik. Feci bir duruma düşmüştük. Annem kulağıma eğildi: —Ne yapacağız Yüdız? —Elbette bir çaresini buluruz. —Ormanlarda yo! da bilmeyiz ki, çıkıp köye gidelim. Köyün ne tarafta olduğunu bilmiyor musun? — FJayır. —Facia. i

—Elbette facia. Fakat bilsek de çıkamayız. Bir görülsek bit­ tiğimiz gündür. —Peki, ne yapacağız? Onu söyle! — Dört beş okka kahve şekerimiz var. Kim almışsa, telâşla heybenin birine koyuvermiş. Ondan istifade ederiz. Şeker kuv­ vettir. Günde dörder, beşer payederiz. Sen azık müdürü olur­ sun, ben de pay müdürü... Annem gülümsedi: — Faciayı da tatlılaştırıyorsun Yıldız. — Asıl marifeti, zevki orada değil mi anne? Faciayı mutlaka facia mı kabul edeceğiz? Peki eski bir telâkki olmaz mı anne-

135


çiğimi Mademki bir acıdır, ne yapıp, yapmalı mutlaka tatlılaştırmalı. Şeker, on alh dakikada kana karışırmış. Bundan isti­ fade edeceğiz. O gün, herkesin kendine göre, şeker dağıttık. Baktım, hoş! Açlıktan şikâyet yok. Âlâ! Beş okka şekeri tam on gün idare et­ tik. Fakat bu on gün içinde de epeyce üzüldük, kalblerde sakla­ nan ıstıraplar, endişeler dışanya vurdu. Gözlerin etrafında de­ vamlı bir kırmızılık belirdi. Yavaş yavaş bir çökme, bir renksizlik başladı. Şeker bizi nihayet iki üç gün daha yaşatabilirdi. Çocukların mızırganmalan, akıbetin fecaatini bildiren korkunç seslerdi. Büyüklerin endeşileri, gözyaşları artık saklanamaz bir hale gel­ mişti. Vefakâr köylülerin bizi ansızın bırakmalannda mühim bir sebep olmalıydı. Belki bütün köyü arkaya sürmüşlerdi. Belki de ormanlar içinde kalan küçük köyün başına kıhç üşürdüler. Etrafı gözetleyen annem, ses çıkarmadan bana işaret etti, yanına koştum, yine sessiz bir hareketle sağ elinin şahadet par­ mağını oynattı. Bundan "silâhı getir" demek istediğini anladım. Fakat nasıl getireceğim ? Çoluk çocuk göreceklerdi. Belki mağaranın içinde anî bir panik başlardı. Yattığım köşeye gi­ derken hep bunları düşünüyordum. Silâhı çektim, peştemalın altında mümkün olduğu kadar göstermemeğe çalışarak anne­ min yanına döndüm. Başımı sallıyarak ne var? diye sordum. Tümsekten eğilerek dedi ki: —Şekerimiz ancak yarın öğleye kadar yetişir. Halbuki bak... Burada daha üç günlük yiyecek duruyor. Koltuğunun altından dışarıya baktım ve bakar bakmaz tüylerim diken diken oldu. Annemin vurmak istediği, bir dişi karaca idi. Tahminim çıktı. Silâh kundağının taşa çarpmasından hâsıl olan madenî sesi işittiler ve heyecanla titreşerek, ya

136


nımıza sokuldular. Dışardan Bir tehlikenin geldiğini sanmış­ lardı. Çocuklar, yumruklarım ağızlarına tıkıyarak, sessiz seda­ sız ağlamağa başladılar. Kadınlar telâş ve korku içinde bir şey söyliyemeden bakışıyorlardı. Nihayet annem mekanizma kolu­ nu açtı kapatı. Namluya bir kurşun yerleşmişti. Artık nişan alıp atmaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Asıl tehlikeyi kimse bil­ miyordu. Ya civarda düşman varsa, ya ormanların içinde fazla akis yapacak silâh sesi uzaklardan duyulursa... Bittiğimiz gün­ dü. Çocuklar, hattâ büyükler: (Atma, atma!) diye yalvarmağa başladılar. O zaman annem, ömrümde görmediğim çetin bir bakışla arkasına baktı ve mırıldandı: — Atmıyayım amma, yarın hepiniz aç kalırsınız! Bu tehdit, her korkunç tehdidin üstünde bir tesir yaptı. "Atmıyayım amma, yarın açsınız" cümlesi hepsinin kalbine birer ok acısile saplandı. Bütün gözler döndü. Bir kadın sordu: — Atarsak çocuklar aç kalmayacak mı? — Hayır. — Niye, kime atacaksın? Ben derhal -heyecanı yatıştırır ümidiyle- cevap verdim: — Dişi bir karacaya atacak...

Karaca, elli, altmış adım ileride durmuş, güzel gözleriyle etrafı gözetliyor, sanki bir şeyler arıyordu. Bir küçük çocuk ko­ luma asılarak sordu: — Dişi mi dedin Yıldız abla? —Evet, dişi, tavlı bir karaca. —Yanında yavrusu var mı? —Yok. Bir başka çocuk o kadar yalvardı ki: —Atma teyze! Belki yavrusunu arıyor. —Ya açlık?

137


Diye annem sapsan, inledi. — Biz aç kalırız teyze, tek, yavrusunu ariyan güzel karacayı öldürme! Bütün mağarayı derin bir sessizlik kapladı ve bu sessizliğin içinde yere düşen bir silâhın sesi şakırdadı. Tüfek annemin elin­ den düştü ve başını kayaya dayıyan annemle bütün mağaralılarm gözlerinden yaşlar boşaldı. —Gökler! Gökler! diye içten içe sızlandım. Gökler! Bize bir haber veriniz!... Baktığım zaman dişi karaca yamndaki yavrusile sıçrayarak ormana daldı. O zaman göklerden beklediğimiz bir ses yerine, ormanların içinde keskin keskin yüzlerce silâh sadaları duyduk. Titredik. O kadar sert, o kadar sık sesler ki, bir aralık kulak­ larımızın içinde vızıldamaya başladı. Mağaranın ince, uzun yolları, aksi fazlalaştırdıkça heyecanımız artıyordu. Her dakika bir asırdan uzundu. Annem bir daha kulak kabarttı ve sonsuz bir titreme ile; —İnsan sesleri, yakınlaşan insan sesleri! Gözler fırladı, nefesler durdu, avuçlanmın içi eriyen bir buz kütlesine döndü. însan sesleri mi? O halde bilindik, sezildik, bu­ raya geliyorlar! Bu düşünce, en küçükten en büyüğe kadar her kalbi hançerliye hançerliye acıttı. Yerdeki silâhı kaptım, anne­ min kolunu çekince aşağı aldım, derhal yerine geçtim. —Ses yok! diye haykırdım. Ses yok. Üç yüz kurşunumuz var. Çocuklar! Annelerinize cesaret veriniz. —Anne! Anne! Diye bütün çocuklar, zayıflamış boyunlarına sarıldılar. Elimi kabzaya attım. Şimdi silâh sesleri azalmış, haykıran insan ses­ leri çoğalmıştı. Tam o sırada gökten de sesler geldi. Bir an oldu ki çıldırıyorum sandım, ormanın çok alçağından Murad’ın tay­ yaresi geçti ve arkasında bir değil, uzun iki kordelâ dalga­

138


lanıyordu! Bir kordelâ iyiliğe alâmetti, demek büsbütün... Demeğe kalmadan sesler yaklaştı, silâh sesleri büsbütün ke­ sildi ve gelen seslere kulak veren m ağaralılar bir okyanus fırtınası gibi çıldırdı: — Türkçe! Türkçe! Türkçe!... Gelen sesler anlaşılıyordu. Türkçe idi. Felâketlerin ortasın­ da, ölümün göbeğinde işitilen Türkçe b iı sesin ne İlâhi ses oldu­ ğunu bilir misiniz? Bin bir tanrısal sesin üstünde dolaşan bu sesi ben işittim. Bu sesi, ölümleri öldüren bir gururla dinledim: — MamatI Bu taraftan! — Haşan efe, biraz sağa! — Osman, koş! — Bu taraftaydı efe! Demek bizi anyorlardı. Demek o ses Türk'ün sesi ve seslerin en kurtarıcısı, en hayat vericisiydi. — Yıkalım! Diye haykırdım ve takatsiz insanlar, bir günde örülen du­ varı bir buçuk dakikadan az bir zamanda dümdüz ettiler. Hepimiz bir mitralyoz ağzından çıkan mermiler gibi dışarıya fırladık. Hep birden: — Efe! Efe! Efe! — Hohoyl... Dan! Dan!... Bir ses ve iki kurşun cevap verdi. Ben de iki kurşunla yol gösterdim. Bir kaç dakika sonra her ağacın arkasından, her ka­ yanın köşesinden efeler, askerler, zeybekler çıktı... Mağaranın yirmi altı uzun asra bedel olan yirmi altı gününden sonra kurtulmuştuk.Çifte kordelâlı tayyare, başımızın üstünde daireler çiziyordu. (Dikmen Yıldızı, Toker Yay., tst-1974,4.bsk., s: 43-50) 139


ÎKÎ SÜNGÜ ARASINDAT)AN

—BAHÇE

k a n e p e s in d e

BİR HtKÂYE—

Etrafı yüksek duvarlı bahçede kimseler yoktu. Civardaki caminin birkaç güvercini susuz havuzun kenannda dolaşıyor, bir kadın hademe çeşmeden su dolduruyordu. Bir sigara daha sardı. Nasıl oldu da birdenbire kadınlar hapishanesi aklına gel­ di. — Yazık! Diye düşündü. Zavallı Acar Ayşe'nin gözlerini çıkaracaktım. Esrar sarhoşu olmasaydı bana o hareketi yapa­ mazdı ya.. Sonra şimdiki halinden utandı. Ya oradakiler bu temiz bahçeyi, bu gülümseyen insanları görmüş olsalardı ne diyeceklerdi, m utlaka Emine'ye kırıla­ caklardı: —Kestane kabuğundan çıkmış gibi bembeyaz dolaşacağına, biraz da bizi, zindandakileri düşün! Demiyecekler miydi? Fakat düşünüyordu işte. —^Emine hanım! dün gece rahat ettiniz mi? Arkasına baktı, bunu soran müdür beyi gördü. Şaşırdı, ke­ keledi: Çok rahat ettim efendim. Eğer bir hırsız ve şirret kızı müşahade böyle i ^ , ben size bütün hapishanedekileri getire­ yim. —Kabil olsa... Fakat biliniz ki bu sizin gibi üstünler için böyledir. 140


— Ben neden üstün oluyormuşum. Fatihli hırsız Emine'nin onlardan ne farkı var? —^Şu farkı var ki. Fatihli Emine hanım hırsız, fena bir kız değildir. Fatihli Emine hanım hayatın bir takım karşı koyulmaz darbelerine uğramıştır. Fatihli Emine hanımın içinde üstü ka­ pak bir hayat ve fazilet cevheri vardır. Bunun için üstündür, apayrıdır ve bunun için Emine hanım suçlu değildir. —^Ne biliyorsunuz? Bin bir müspet suçtan sonra bu, pek an­ lamsız bir iyi niyet olmaz mı? — Olurdu. O zaman ki. Emine hanımdaki iç cevheri bulunmasaydı. —Böyle bir cevherden haberdar değilim. —Onu birlikte meydana çıkarabiliriz. —O zaman ben de hapishaneden sokaklara çıkmış olurum ki bu, artık hiç işime gelmiyor Doktor bey. —Bu hak sizin değildir kızım. Sizin hayatta hatıralarınız var, sevgileriniz var, görevleriniz var ve nihayet hak sahibi bir insanlığınız var. —Eğer bir çift süngü olmasa. —Bu konuya da geleceğiz. Fakat işe çekirdekten başlayalım, şimdi söyleyiniz bana, o cevheri çıkaralım mı? —Susuşunuzdaki razı oluşu hissediyorum. O halde derhal başlayabiliriz. İlerde uygun bir zamanda müşahedelerimizi, muayenelerimizi yapanz, ona henüz vakit var. Şu kanapeye oturalım. Ha şöyle! durun, tabakanızı cebinize koyunuz, size ben sigara vereyim... Yaktınız mı? Güzel... Şimdi gelelim işimize, söyleyiniz bana, siz kimsiniz ve kimin nesisiniz? —^Ben bu dünyada süngünün kızıyım. — Bırakınız onları. Farzediniz ki karşınızdaki babanızdır ve

141


size kızım, diyor, bakalım hafızan kuvvetli mi? Anlat bana çocukluğunu... Doktor sustu, kızın göz bebeklerine bakıyordu. Uzun süre böyle bakıştılar. Bir aralık Emine’nin kumral kirpikleri düştü, elleri yana sarktı ve içten bir sesle: —Ben mi? Diye başladı. Ben m ülkiye kaymakamlığından emekli Süleyman beyin kızı imişim. Babamı tanımıyorum. Ben bir aylık iken vefat etmiş. Annemi hayal meyal hatırlıyorum. Beni biraz şişmanlatınız, çehreme b ir tatlılık veriniz, işte bu an­ nem olur. Ben bir dadı ile onbeş yaşında bir ağabeyin elinde büyüdüm. Hem size bunların ne lüzumu vardı. Doktor bey? Siz mahkemenin istediği şeyleri yapınız da, zamanında bu­ radan çıkıp arkadaşlarımın yanına gideyim. — Evet kızım, bir dadı ile onbeş yaşında bir ağabeyin eline kaldmız. Tabiî dadımz size bir anne gibi bakardı. —Hayır, annem ağabeyimdi, dadım da ikimizin beybabası. Hatta ağabeyim dadı yerine beybaba derdi. Çünkü evimizi o çekip, çevirir, kırık dökük ne kalmışsa o idare ederdi. Lâkin ra­ hat, fakat ne de olsa biraz buruk bir hayat yaşıyorduk. Bir hayat ki bugünküne benzer bir zerresi yok. Ben hapisaneyi değil, mah­ kemeyi dadımın masallarında bile istemiyorum. Doktor gözlerine baka baka anlamamazlıktan: —Ağabeyiniz ne yapıyordu? —Ben on yaşıma geldiğim zaman o epeyce tanınmış bir mu­ harrir ve gazeteci olmuştu. —Adı Salih miydi? — Evet. —Trablusgarb'a sürülen. —^Yavaş söyleyiniz! Evet. —Ağabeyinizle dört senelik bir arkadaşlığımız var. Fakat

142


görüşmezdik, yalnız kalp ve göz arkadaşlığı. —O halde yeter. Benden başka birşey istemeyiniz. Bu kadar bilmek beni bilmek demektir. —Aksine, bu kadar bilmek iç cevheri bulmağa daha çok ya­ rayacaktır. Emine daldı. Bir sigara daha yakb, ruhen yorulmuştu. Dok­ tor belli etmeden profiline ve profilinde her an belirsiz hareket eden ince çizgilere bakarak susuyordu. Bu susuş ve gözlem bir iki dakika sürdü. Doktor bu sessizliği, ayaklanmn bir hareke­ tiyle bozdu. Emine bu hareketle hafif bir uyanma hissetti. Zifirli parmaklarının arasındaki sigaramn külünü önce avucuna, son­ ra yere dökerek kendi kendine söylenir gibi tekrar başladı: — Ağabeyim benim annemdi, sonra hocam oldu, sonra veli­ nimetim... En sonra ilk ve son hayat dayanağım. Fakat o an­ nem öldü artık. O hoca gizliliklere göçtü. O dayanağım yıkıldı. Yaz geceleri kısa ney çalardı ve bahçemizdeki bülbülleri çıldırtırdı. Kış geceleri yazardık, okurduk, gülerdik ve dadımız ikimize baka baka ağlardı. Ne evimizin içinde, ne oturduğumuz sokakta, ne de sürdüğümüz hayatta bir tek süngü bile yoktu. Biz ömre ve birbirimize gönül ipleriyle bağlanmıştık. Dinliyor mu­ sunuz? Fatihli hırsız Emine, katil Emine, sürtük Emine size ez­ berden roman okuyor. Ne sandımz ya? Ben o kadar cahil miyim? Vaktile billur köşk, Arap üzengi okunurmuş, şimdi de Fa­ tihli Em ine size Salih Süleym an beyle Süleym anın kızı Emine'nin masalım söylüyor. — Eğer bu bir masalsa... —Ey, masalsa ne olacak. —Hiç, anormal bir şey olmaz, hayat bütün masal demek olur. O halde masalınıza devam. —Sakızım! Ben sakız çiğnemezsem dürüst konuşamam. Ne yapayım? Sivri sakallı reislerle, gözlükleri kordonlu savcılar

143


beni böyle alıştırdı. Onlar sakızlı, gıcırlı lâf isterler. Size söylediğim sakızsız sözlerden bir şey anlamazlar. Çünkü bu sözler kanun maddesinin ilgili fıkrasına uymaz. Kah kah kah kah! Siz onları, insanları, süngüleri bilseniz... Ah şu duvarlar­ dan çıkıp onların arasına bir girseniz, işte o zaman... Doktor derhal gülümseyerek sözünü kesti: — tşte o zaman dünyanın tepesine "genel müşahede evi" levhasım yapıştınnm değil mi? Emine memnun bir kahkaha attı: —^Ne iyi anladınız doktor bey, —^Kızım! Görüyorsun ki anlıyorum. Anlayanın anlayandan gizlisi, kaçınması yoktur. —Öyle amma,beni de arka arkaya mahkûm olmuş bir sabı­ kalı olarak anlıyorsunuz. Bu da mes'eledir. —Sana suçlu diyebilmek için dünyanın tepesine yapıştıra­ cağımız o levhanm öte yüzüne de "Bu çamur ve çirkef yuvarlağı genel hapishanedir" cümlesini yazdırmak lâzım gelir. Eğer kara kitap suçluyu anlayabilmiş, asıl suçlunun kim olduğunu değer­ lendirebilecek niteliğe sahip olabilseydi seni ilm in ve müşa­ hedenin kitabına havale etmezdi. —Ne diyordum? Evet, şimdi sakızım olsaydı, şakır şakır çiğneyerek daha hatipçe başınızı ağrıtırdım. Biz bu rahat hayahmızı bulutsuz, fırtınasız görüyorduk. Muharrirlik galiba her yerde ve her zaman korkunç, bahtsız bir meslek. Eğer biraz geçineceğimiz olmasaydı, eğer dadımın ida­ resi, tertipliliği imdadımıza yetişmeseydi yedi seneden beri değil, belki ağabeyimin hayata atıldığı günden itibaren paçavralaşırdık. Muharrir olmak çok tehlikeli doktor bey... Onlar tıpkı şeker kamışına benziyor, ne kadar dişli, avurdu pek yaratık varsa ısırıyor, lezzetini emiyor ve sonra posasını süprüntü küfesine

144


fırlatıveriyor. Mahalle arasında çakmakla petrol satmak, eski fese leblebi değişmek, meşhur muharrir olmaktan çok daha iyi imiş. Doktor Bey. O zamanlar ben Jül Verni okurdum, ağabeyim bana Zolâ’ dan sahifeler tercüme eder, uzun kış geceleri hayat ahştırm alan yapardık. Küçük avucuyla alnını oğuşturdu, sıktı, gözlerini yumdu ve elini dizinin üstüne bırakarak devam etti: —^Nihayet bir akşam, ağabeyimin yerine bir kara haber gel­ di: Hayır, eksik söyledim: Evimize ağabeyimin yerine bir yanm kara haber geldi ve dadım sonunu tamamladı. Ağabeyimi he­ men o günü, sabahleyin, işine giderken tutmuşlar ve akşam üstü Trablus'a hareket edecek vapura bindirm işler. Acele çamaşır istiyordu. Evimizde hiç siyasetten konuşulmadığı için... Korku ile çevresine bakındı. —^Yoksa burüan söylemeyim mi? — Aksine sö y l^ n iz . Çekinmeyiniz. —Evet, öyle şeyler konuşulmadığı için Trablus'a gönderil­ menin anlamım pek anlayamadım. Acaba dedim önemli bir olay vardır da gazetesi onu mu gönderiyor. Fakat dadım, sofanın ortasına şarkadak düşüp bayılınca, Trablus'a gidişin ne olduğunu derhal anladım. Ne çare ki o gece yansı ağabeyim Marmara'yı aştı ve doktorlar dadıma yukandan aşağı inme indiğini söylediler. Koca bir ev, onbeş yaşında bir kız, felç inmiş ihtiyar bir dadı, sonra gece, sonra hayat, sonra yarından sonra gelecek ya­ rınlar. Göğsümle gırtlağımın birleştiği yere çelikten bir yuvarlak tıkandı, parmaklarım içeri doğru kaskatı büküldü ve günlerce komşuların ortasında hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim, fakat

145


ağlayamadım. Budalaya dönmüştüm. Semtimizde yetkili bir bey vardı. Bize iyilik etti ve kayırdı. Eli ayağı tutmaz, dili söylemez, kimseyi tanımaz dadımı Darül'acezeye yatırdık. Her gece bir komşu bana geldi, kaldı, nezaket sırasım savdı. Sonra ben her gece bir komşuya gittim kaldım, nezaket ve tahümmüllerini tadında bıraktım. Baktım ki bunun çıkar yolu yok... Ne yapmab, yarabbi ne yapmalı diye sabahlara kadar çırpındım ve inledim. Nihayet bir gün bütün-cesaretimi top­ ladım. Çarşaflanınca sokağa çıktım. îlk rastladığım bir komşu kadm yolumu kesti ve boğazı patlayasıca bir hayırhahlıkla dedi ki: —Aman kızım! Ele güne karşı böyle yapa yalnız nereye gi­ diyorsun? Felâkete uğrayalı şurada onbeş yirmi gün olmadı. Adın kötüye çıkar. Neme lâzım söylemedi olmasın da... Yine sen bilirsin ya... Kahrol yezit kan! Ben kimsesizliğimi hayatımı korumak için başımın çaresini aramağa gidiyorum, senin aklına gelen fırsat düşkünü zanparalarla beraber yerin dibine batımzî Kahrol hayat! Kimsesiz bir kızın elinden tutacağına, orospu olmağa gidi­ yorsun diye dört taraftna çirkef saçıyorsun! Sonra adamın omuzlarına bir çift süngü musallat ediyor­ lar... Sonra ben suçlu, insanlar suçsuz!... Doktor bu ani buhranı yatıştırmaya uğraşmadı. Geçici seyrini tamamlamasını bekledi. Bir dakika susuş... Bi­ raz sık teneffüs... Bir kaç öksürük... Avuçlarda biraz ter... Emine açıldı. Ve doktor kocakarıyı işitmemiş göründü; —Çarşaflanıp nereye gittiniz? — Gazetenin sahibine... Başka kimse aklıma gelmedi. Ağa­ beyim her zaman onu öğerdi... 146


Doğruca matbaaya gittim. Beni o güne kadar kimse tanımı^ yordu. Gazetenin sahibi beni bir saat sonra lütfen kabul etti ve kim olduğumu öğrenir öğrenmez özür diledi. Estafurullah di­ yecek halim yoktu. Hemen gaye olan konuya girdim, durumu­ mu anlattım. — Ben ne yapabilirim hanım kızım? Dedi. —Beni ya bir öğretmenliğe, yahut beni iyi bir aile içine yerleştiriniz, dedim. Çocuklu kibar bir ailede pek iyi hazırlayıcı dersler verebilirim. Uzun uzun düşündü ve: Pek âlâ, dedi. Yann geliniz. Size kesin bir cevap veririm, ben bugün gereken kişilerle bir defa konuşayım. O g ^ e y i ümit ve dinlenme ile geçirdim. Ertesi günü gittim. Beni aynı iyi kalplilikle kabul etti, sivri sakalını karıştırarak; —Biz evde düşündük, dedi. Doktor alıştığı üzere hiç bir şey duymamıştı. Hatta su iste­ diğini bile. — Hadi kızım! Dedi. İçeri girelim, sıcak bastı. Limonata söylemiştim, yapmışlarsa birer bardak içeriz. Eğer başka bir şey istersen baş hemşireye söyle, derhal sağlar. Şu bunaltıcı sıcağı olmasa temmuz ayı ne iyi aydır, meyva ayı... Kalktılar, ağır ağır yürüdüler. Başkâtip bir memura bir şeyler emrediyordu. Müdür, Emine'ye yavaşça Başkâtibi gös­ terdi! —^Ne çalışkan, ne iyi genç! Pırlanta gibi. — Baş hemşire nasıl? — Melekten farkı yok. —Muavininiz olan zat. —O genç mi? O genç yannm en değerli profesörlerinden bi­ risi olacak. İftihar ederim.

147


—Ya aşçı başı? —Çok saf, temiz becerikli adam. —Ya bahçıvan? — Kendi işiyle, gücüyle meşgul zavallı. —^Ya ben doktor bey? — Hayatın en iyi, en masum...

—^Kah, kah kah kah! —İnanmadınız mı? Üzüldüm.

(İki Süngü Arasında, Toker Yay., lst-1974, s: 42-51)

148


AYSEL'DEN CİNAYET ÜSTÜNE CİNAYET!! Kaymakam bütün şiddetile haykınyordu. —Günahsız nusın, günahlı mısın nesin be herif! Yaptığınız bir cinayet değil iki cinayet. Birisi bir kadıncağızı şu hale getir­ mek, İkincisi de oğluna edilen emniyeti suistimal. Ben oğluna bunu yapsm mı dedim. Günahsızın Veli titriyordu. Gözlerinden sicim gibi yaş dökülüyordu. Kansı da titriyor ve söz söylemeye çalışıyordu. Kaynnakam köpürmüş kükremişti: — Sus! Sanki sen yokmuşım değil mi? Sen de vurmuşsun. Candarma çavuşu, bir pat etti: — Beyim! Müsaade buyur. — Müsaade mi? Başka çocukları düşüresin diye mi? — Aman beyim, ben Müslimanım. — Bu iş Müsliman işi değil. Bunu canavarlar bile yapmaz. Kumandana dönerek ilâve etti: — Ali geldi mi, Ali? İş asıl onda. Bunları hapsetmeli. Fakat asıl kabahatli, asıl cani... O sırada Ali içeriye girdi, kajmıakam görür görmez, ayağa kalktı. Ali’jd parçalamak istiyordu.

149


—Ben sana bunu mu yapasın dedim: Ali şaşırmış, alıklaşmıştı. Gerçi yolda ona çatpat haber ver­ mişlerdi amma, işin esasını bilmiyordu. Şimdi öğrenince benzi kül gibi oldu, dudakları morardı. Alnından soğuk ter akmağa başladı. Kesik, zaif, titreyen bir sesle: —Ben bir şey yapmadım. Diyebildi. —Sen yapmadın amma, yaptırdın. (Amma, yaptırdın) bu cümle Ali'nin beynini altüst etti. Acaba kendisi yok iken çavuş hiddetine galip gelemedi de, babası ile birlik olup bu işi yapmış olmasınlar. Bu vak'a cereyan ederken, Hacı Nazif kaymakanun sağmda duruyor ve mahzun mahzun vak’ayı seyrediyordu. Ali'nin ba­ bası bir aralık cesarete gelir gibi oldu: —Beyim, dedi. Madem ki nizam var... —Elbette var. Elbette canilere adalet verecek nizam var. —Öyle ise... —Söyle bakayım. —Niçin bağırıyorsun? —^Vay! Artık her şey bitmişti. Ali işin vahametini anladı. Zaten kalbi şüphe içinde kıvranıyordu. Babasının nihayet böyle yapacağını keşfeder gibi olmuştu. Daha altı ay evvel, bir gece, ah eski ha­ lim olsa dememiş miydi. Demek kendi yokluğu başlarına bu felâketi getirmişti. Kendisi köyde olsa idi, mutlaka mani olurdu. Bunları düşünürken, odanın tavanı dönüp dönüp başına yıkılıyor, dizleri çözülüyor ve boğazı kuruyordu. Babası, tekrar kaymakamın sözünü kesti: —Beyim! gözünü seveyim! Kurbanın olayım! Kazânı belânı alayım! İnanma bunlara. — Hâlâ inkâr ediyorsun.

150


—Beyim! Paşam! Bu herif hayırlı değildir. Onun hacılığına bakma. — Bak şimdi ona da tecavüz ediyorsun. Peki! Doktora, ebe­ ye, berber Osman ağaya ne diyelim. Doktor olsa idi, yüzüne söylerdi. — Belki ama, bizim suçumuz yok ki. — Yok mu? Yok mu? Be cahil adam! Kadının karnındaki çocuktan ne istiyorsun? Kadı Arapça bir şeyler okudu ve mana verdi. Bu fiilin dünyada en büyük şenaatlerden olduğunu ispat etti. Ve bütün kabahati Ali'ye yükletti. Çünkü o mektep medrese görmüştü. Eğer o mâni olmak isteseydi bu olmazdı. Müslümanlar da bir müminden mahrum kalmazdı. Ya, kadın da vefât ederse. O halde bir mümine daha zayi olacaktı. Şeriatçe olsa idi, üçünün de, hattâ anasının da katli lâzim gelirdi. Kanun nihayet on beş sene... Ali müşkül mevkide kalmışh. Oldu oldu ne yapılabilir? Fa­ kat burada bir iş vardı. Böyle hükümet ortasında, halkın gözü önünde rezil rüsva olmaktansa, işi kısa kesmek daha mu­ vafıktı. Tali bu. Alnının kara yazısı... —Beyim, dedi. Böyle bir şeyim olup olmadığım bilmiyorum. Fakat mademki olmuş, mademki ben yapmışım diyorlar. Ne yapalım? Fenalık cezasız kalmaz. Bize ne yapacaksanız nizam­ ca yapınız da adalet yerirü bulsun. Kaymakam, bir kat daha köpürdü: —Senden akıl danışmıyorum, nankör çocuk! Komiser Efen­ di! — Efendi Beyim! — Bunların evrakı müddei umumiliğe verildi mi? — Şimdi vereceğim efendim. Berber Osman ağa rapora par­ mak basmış? Halbuki istinaf müddei umumiliği m u tla k mühür

151


olmazsa evrakı kabul etmiyor. Berber Osman mührü bulmağa gitti. —Evet beşer sene yatınız da... Damlarda sürününüz de an­ larsınız! Çavuş ses çıkarmıyordu, yüzü bembeyazdı. Günahsız tit­ riyor, gözlerinin yaşı durmuyordu. Ali zihnen perişandı, ne söyliyeceğini ne yapacağını bilmiyordu; günahsız ıslak sakallannı iki avucuna alarak: — Beyim, dedi. Bu yaşa geldim, başıma böyle bir iş gelmedi. Elbette mahkeme yalnız dünyada olmaz. Bunun ahreti de var. — Haydi, bunlan şimdi, ayrı ayrı damlara tıkın... Demek cehalet, hırs, sui terbiye zavallı Anadolu'nun üç ocağım daha söndürecekti. Kaymakamın kalbi bu düşünce ile burkuluyordu. Kadı fenalara, cahillere, canilere, dinsizlere lânet ediyordu. Candarmalar, maznunları dışarı çıkarırken, çavuş son defa kaymakama döndü: —^Beyim, dedi. Allah şahittir ki bizim kabahatimiz yok.

—Ben de şahidim! Bu ince, titrek, korkak bir sesti. Hepsi o tarafa baktılar. Kapının önünde balmumundan bir heyüla duruyordu. Gözleri dikilmiş, başı çökmüş, parmakları takallüs elm iş, şaşkın bir heyülâ... —Aysel! Bu da Ali'nin feryadı idi. İşte Ali’nin mevcudiyetine vurulan en müthiş darbe! Demek bizzat Aysel de babasının, çavuşun ci­ nayetine şahit oluyordu. Fakat nereden çıktı? Kadının evinden nasıl geldi?

152


— Kim bu kız Aysel, gözleri dönmüş, balmumu kesilmiş ayni dehşet ve tavırla cevap verdi: —^Aysel! — Aysel mi? — Hacı N azifin kızı... Sahne garip, müthiş ve muammalı idi. Herkes olduğu yerde mıhlanmış kalmıştı. — Ne istiyorsun kızım? —Şahitlik edeceğim! îspatlık edeceğim! —Hacet yok. Hepsini öğrendik. Sonra mahkemeye gidersin. Aysel sağ elini kaldırdı, Ali'ye doğru uzattı, şahadet parmağı ile işaret etti: —Kabahat bunda değil. Sonra sırası ile çavuşu, Ali'nin babasını anasım işaret etti: —Bunda da değil, bunda da değil, bunda da değil... —^Ya kimde? —Ben hepsini biliyorum. —Biliyor isen söyle. —Kabahat bunda... Ortalığın korkunç sükûtu içinde babasını işaret etti. Sonra ilâve etti? — Daha doğrusu kurbağacıkta... O esnada büyük odanın içinde zaif, fakat kesik kesik bir kah­ kaha aksetti. Aysel gülüyordu. Herkes şaşırm ış, herkes mütedehhişti. Kaymakam bir anda kendini topladı. Tehlikeyi hissetmişti. Bu gülüş p>ek korkunç, pek mühlik bir gülüştü. Ye­ rinden fırladı, bir yıldırım gibi Aysel’in yamna koştu ve bütün kuvvetile, kızın sapsarı yanaklarını şamarlamağa başladı. Bir

153


taraftan şamarlıyarak diğer taraftan: Su! Su! Diye bağırıyordu. Su su yetiştiriniz! Hükümetin içerisi alt üst olmuştu. Su geldi. Kaymakam evinden kolonya, eter, p>ortatif ilâç çantasında ne varsa getirt­ mişti. Odayı boşaltarak Aysel'i kanepenin üzerine yatırttı. Başını ıslattı, eter koklattı, bileklerini uğuşturdu, ve uyutmak için beş on damla içirdi... Yanm saat sonra Aysel, pencereleri açılmış odamn, kanepesi üzerinde sakin sakin uyurken maznunlar damla. Hacı Nazif komiserin odasında ağlaşıp bekleşiyorlardı. Aysel geç vakte ka­ dar, yatsıdan çok sonraya kadar öylece uyudu. Kaymakamın hemşiresi- çünkü karısı yoktu- kızın yanında bekliyordu. Aysel saat ikiye doğru gözlerini açınca nerede olduğunu anlıyamadı. Yanında güler yüzlü, sevimli bir taze kadın duruyor, arasıra saçlannı okşıyordu: —Sen kimsin? —^Yabana değil kızım. —^Ben neredeyim? —^Yabancı yerde değilsin kızım. Kaymakama haber verdiler. Kaymakam talimat verdi. Heyecaru tekrar etmemek için kendisini hekim diye gösterdi: — Kız sen hastalandın. Sana hekim getirdim. —Olur teyze. Dudaklarında minnetdar ve saf bir tebessüm belirdi. —İçeri gelsin mi? —Olur teyze. Kaymakam içeri girdi. Aysel, kımıldadı. Utandı, yüzünü ka­ pamak istedi, ve yanındaki kaymakamın hemşiresine: — Bu hekim değil, kaymakam bu, dedi. Demek tanıyordu. Kaymakam işitti dikkat etti, heyecan yoktu. Gülerek, korkut­

154


mayarak yaklaştı: — Ben de hekim gibiyim kızım. Sen hasta oldun, ben sana ilâç verdim Aysel utancından bir şey söylemiyordu. Kaymakam, kıza da çok emniyet ve sükûnet vermek için: —^Yanındaki hamm da, dedi. Berûm kızkardeşimdir. Annen hasta olduğu için... — Benim annem hasta değil ki... —^Nasıl hasta değil? — Değil işte. — Başına kaza geldiğini bilmiyor musun? — Kaza gelmedi ki. — Söylediklerinden bir şey anlamıyorum. Çavuş ile Ali’nin babası... Aysel sözü ikmal ettirmeden: —Onların kabahati yok. Hiç hiç yok. Kaymakam, yeni buhrandan korktu. Biraz sustu. Hemşire­ sine işaret etti. O isticvaba başladı: —O halde kabahat kimde kızım? — Kurbağacıkta. —Kurbağacık da ne demek? — Bilmez misin işte... Şey... Kurbağacık işte... Atlar. Dere kenannda atlar teyze. Kaymakam gene endişeli bir nazarla Aysel’e baktı. Fakat Aysel bu sefer daha sakindi. Etrafına bakıyordu: —Bir şey mi istiyorsun kızım. — Burada sizden başka kimse yok mu? —Hayır, üçümüz.

155


— Babam, nenem?... — Hayır, hayır. —^Ali'ye birşey yapmıyacak mısınız? Kaymakamla hemşiresi gözgöze geldiler. (Ali'ye) dediği vakit Aysel'in gözlerinden sanki iki alev çıkmıştı. Kaymakam şüphelendi, gülerek: —Sen Ali’yi ne tanıyorsun? Aysel gözlerini yere indirdi. Kaymakamın hemşiresi güldü. İş anlaşılmıştı. Aysel’i yalandan temin etti. — Ali’ye ne yaparız ki. Ben yalvarırım onu bırakırlar. — Yalvarmak istemez ki, kabahati yok. Kabahat kurba­ ğacıkta. Bu sefer kaymakam bir iskemle alıp Aysel'in karşısına geçti: —Bana hepsini anlatırsan seni Ali’ye ahveririm. Aysel kıpkırmızı kesildi, başını, kaymakamın hemşiresinin omuzlarının arkasına sakladı. Sonra oradan kanapenin arka­ lığı ile, mahammiyesinin omuzları arasından yavaş yavaş kesik kesik, anlatmağa başladı: —Ali beni istedi. Babam vermedi. Çavuş, köylü ağalar hep Ali için istediler ama gene... Aysel bütün macerasını anlattı. Ve bayram günü ne döndü­ ğünü, neler olduğunu, ayni vaziyet, ayni ses, ayni heyecan ile söylemeğe başladı: — Hani, ninem şey, ayda bir defa çamaşır yıkarlar. îşte onu yıkamak günü geldi. Babam bırakmadı. Urubasını bile çıkar­ mağa bırakmadı. Dereye gitti, yosunlar içinden bir kurbağacık na şu kadar, yumruk kadar, bir kurbağacık, getirdi. Sakal bıçağı ile derisini yüzdü, olmadı, bir tarafı koptu, gitti bir daha getirdi. Böylece dört beş kurbağacık kesti yüzdü. Sonra... Şey. Bilmem hangisi iyi çıktı. Bir çatlak çanak altı, içine örümcek, toz falan

156


döktü, gümen bir piliç kesip... Üzerine şey yapü, kanını döktü... Sonra... Hani kurbağacık yok mu kurbağacık... îşte o yüzülmüş kurbağaağı atıverdi... — Ey... y! Sonra! —^Sonra da, şey dürttü öldü. Kaymakam da hemşiresi de alıklaşmışlardı. Bu hayret ve sükût bir müddet devam etti. Aysel sükûtu bozdu: — Ninem de kabahat yok. Ben Allahtan korkanm dedi. Ba­ bam üç katlı boşanm. Mutlaka dediğimi yapacaksın, dedi, ister­ sen git bak, Kadı'nm evinde, yaslağıda manti açıyor. Kadı iste­ miş de akşama, ballı gözleme ile yiyeceklermiş. Mahammiyesi sordu: — Fakat sebebi ne imiş? — Ali şimdi büyük yere geçti ya. Hani Ali, tanırsın. Salgın kâtibi. Dokuz köye buyuran Ali... İşte onu herkes seviyor, kay­ makam da arkalıyor. Babam bir türlü kurtulamıyacağını anladı da, bari dama attırayım, hem Aysel'i vermiyeyim, hem köyde adım önülsün... —Peki fakat sen bunu nereden haber aldın? i — Kadının karısı, hükümette gözcü koydu. Kaymakamın odasında ne dönerse; anama haber verecekti. Ben de kapı ar­ kasından dinledim. Ali'yi de getirmişler deyiverince... Aysel gene kıpkırmızı oldu. Fakat heyecanım zaptedemiyordu: — Bahçe kapısından kaçtım. Hükümete çıktım. Burayı sor­ dum. Kapıda dinledim. Sonra bilmem... îşte... Hasta mı oldum ne oldum? Kaymakam odanın içinde bir aşağı bir yukarı gezinerek düşünüyordu. Bir aralık zile bastı, Mehmet kapıdan başını uzattı:

157


—^Komisere söyle, kapı önüne ^ İsin . Kendisi de dışan çıktı. Komiser gelince yavaş sesle dedi ki: — Hacı Nazif'i sabaha kadar bırakma tahkikat diye bir şey uydur. Mümkün olduğu kadar ihtilat ettirme. Kızım sorarsa, iyi oldu, Kadı'mn evine gönderdik diye söyle, candarma kumandamna da söyle: Mevkuflara hüsnü muamele etsin. Komiser gitti. Kaymakam odaya girdi. Aysel'e sordu: —Kızım, bu akşam, bu teyzenle beraber bizim evde kalır mısm? —Babamdan korkarım. — Babana söyledim. Peki dedi hem yann Ali çıkınca seni bi­ zim evde görse daha keyflenir. —Olur. Ve kaymakam, hem şiresi, A ysel, önde odacı Mehmet hükümetten çıktılar.

(Aysel, Semih Lütfi-Suhulet Küt., lst-1933, s: 120-132)

158

i


B İ R Ş O F Ö R Ü N G İZ L İ D E F T E R İ'N D E N

"Erol, "Beni gözlerinin önünde bir defa daha yerin dibine geçirmek, istemediğini anladım. Sen ne ölçülemez derece büyük insansm Erol! Komşuluk devirlerinin hatıralan bana, bugünkü hayatım­ dan ve bu dakikadaki vaziyetimden daha müthiş azap oluyor. Senin bu büyüklüğün bana sonsuz bir cesaret verdi. Mademki müsaade ettin ve yazsın dedi, işte yazıyorum: Ben Nuriye teyzenin delâletile büyük bir badireden, Paris mahallesinden kurtuldum. Yine onun delâletile öteye beriye çok borç yaptım. Şimdi bir alacaklı çemberi içinde esirim. Bundan iki ay evvel bir gece Nuriye teyzeye bir bey geldi. Bütün evdekileri şaşırtacak bir intihapla beni yanına oturttu. Evet, evin içinde en son intihaba bile lâyık olmıyan yalnız ben vardım. Bunu beyin biraz sarhoşluğuna,hükmettim. O gece sabaha kadar eğlendi ve bana birçok paralar verdi. Ertesi akşam yine geldi. Yine birçok masraf etti. Epeyce zengine benziyordu. Bir hafta geçmedi ki teyzeye beni sevdiğini ve dai­ ma benimle kalacağını bildirdi. Yalnız bir şartla, bütün ayhğımı ödiyecek ve yalnız ona münhasır olacağım. Bütün kızlar, alacaklılar, Nuriye teyze sevindiler. Kızlar; —Ah, dediler, başına bir devlet kuşu kondu, sakın kaçırma. Sen hepimizden iyi yürekli bir kızsın. Alacaklılar: —Biraz idare et de herifi çabuk temizle, borçlanndan kurtu­ lursun. tcabederse yeniden kredi açanz, dediler.

159

A


Emine teyze: — Kız! dedi, her gelişinde bir şey uydur. Yetim bir kardeşim var, hasta anam şöyle oldu, ablam çocuk düşürdü, diye para çekmiye bak. Muavin nasihat verdi: —Ulan kaltak! iyi bir kalantura düştün, ayağını, aklını denk al da bir daha kömürcülerle, acemlerle hırlaşmıya vesile verme. Tam bir ay, Erol, tam bir titiz, densiz, şımarık ve midesi fena halde kokan bu adamın eğlertce esiri oldum. Bu hakikatiarı apaçık konuşmayı ahlâk tefecileri meneder1er. Fakat biz konuşalım Erol; insanlık bu hakikatiarı bilmelidir. Hiç olmazsa sen bil. Sen bil ki okurken beni ayıplamak, benden istikrah etmek aklıma gelmez. Bir gece huysuzluk etti. Ertesi akşam beni dövmiye kalkıştı. Ve son gece içti, içti, içti. Her vakit bana da içirirken, o gece içirmedi, hattâ içmemi menetti. Ben ayık, o sarhoş... hem zom sarhoş... Sabaha karşı bir huysuzluk çıkardı. Kalktı, giyindi, fesini, bastonunu aldı. Ben hayretle bakıyordum. Birdenbire ve ilk defa bana şunu söyledi. —Sen Ekrem Paşanın kızı Çilek değil misin? — Hayır. Bana Paşa kızı Çilek derler. Babam paşa değildi. Ben pek küçükken ölmüş. Adım da Çilek değildir. Asıl adım Fat­ m a'dır. Fakat herkes Paşakızı Çilek derler. Fakat bir aydır böyle bir söz söylememiştin. —Çünkü bir ayın geçmesini bekliyordum. — Şimdi ne münasebet. Keskin bir kahkaha savurarak: —Ben seni çok zamandır arıyordum: —İşte bir aydır beraberiz ya!

160


—Sen sahiden Ekrem Paşa’nın kızı Çilek'sin. —Öyle olsa da ne çıkar? —Ne çıkacak, intikamım çıkar! —Benden mi? Ben neyim ki benden intikam alacaksın? — Hayır, senden değil, babandan. O, cehennem mekân olası babandan intikam aldım. — Anlayamadım. Ölmüş birisine bu hakaret... — Onu ben bilirim. Ondan intikam almıya muyaffak ola­ madım, fakat kızım, nur topu gibi büyüttüğü kızını Kör Nu­ riye'nin evinde bir ay koynuma aldım, paçavra gibi kullandım ve nihayet en büyük intikamımı aldım. — Bunlardan hiçbir şey anlamıyorum. —Yakında anlarsın! — Ben sana ne yaptım? Benden intikam almak... Fakat bu hayat benden intikam almış. Ben bir posadan başka neyim ki? — Ekrem Paşa'nın kızısın. Bu, bana yeter, artar bile... Gene çılgın bir sarhoş kahkahası atarak: —Sağlıkla kal Ekrem Paşa'nın biricik kız! Dedi ve çıkıp gitti. Böyle sarhoşlan çok gördüğümden ses çıkarmadım. Yalnız vicdansızın babam için söyledikleri gücüme gitti. Babamın inti­ kamını benimle yatakta bulunmasında anyan bu bedbaht mahlûktan nefret bile edemedim. O kadar küçülmüş ki... Erol! insanlar hayattan daha çok zalim olmazlarsa hayat in­ sanları daima bu zengin sarhoşa döndürür. İzzeti nefis kalmamıştı ki bu adamın sözleri beni yüre­ ğimden incitsin. Nihayet bunu bir şımarık zenginin kötü sar­ hoşluğuna hamledip sustum. Kimseye bir şey söylemedim. Şimdi bende orospuluk izzeti nefsi vardı. Bu izzeti nefis de başka bir şeydir. Teyzeye ve kızlara diyemedim ki kalantor 161


müşterim beni terkedip gitti. Bizce bu en büyük haraket ve na­ mussuzluktur. Profesyonel mesleğinüzin izzeti nefsi bizi söyle­ mekten meneder. Sözlerim e tahammül ederek okuyabiliyorsun değil mi? Okuyamıyorsan bırak, on dakika sonra okumaya devam et. Bütün bir ay içinde hakikî adını, samnı, işini gücünü bilme­ diğimiz bu adam gittikten bir buçuk gün sonra bir öğle üzeri bi­ zim hastane kâtiplerinden Ali Efendi nefes nefese geldi. Ali Efendi'yi tamrsın, bizim eski evin arkasında oturan bir şoför Süleyman Efendi vardı, işte onun oğlu. Arasıra gelir. Çiler abla nasılsın, Allah kurtarsın der giderdi. Fakat bu sefer gelişi büsbütün başkaydı. Hemen beni buldu. Bir oda köşesine çekti ve: —^Sana bir şey söyliyeceğim ama, hiç telâşa düşme, dedi. —Ne söyliyeceksin Ali Efendi. — Bizim Başmüfettişe senin için bir imzasız bir ihpamame göndermişler, o da polis vasıtasile sertabipliğe havale etmiş. —Neynrüş o ihbarname? — Güya sende frengi varmış, ihparnameyi yazan yaka­ lanmış. inanmazlarsa gidip muayene etsinlermiş. Neredeyse seni muayeneye çağıracaklar. Polis gelecek. Buradan sıvış­ mana bak. Bu herhalde yeni bir düşmanlıktır. Bunu haber vermiye geldim. Ali'yi tammasam, çıldırdığıma hükmedeceğim. Fakat çocuk o tarzda söylüyordu ki, bu felâkete sanki kendisi uğramış... Gülümsedim. Merak etme, dedim. Bende bir şey yok. —^Yok, mok bilmem Çiler abla. Ben işte haber veriyorum. Ne yapacaksan yap, başının çaresine bak. Bence hemen hususî bir mütehassıs doktora git. —^Kime gideyim? — Al şu adresi. Ona git. iyi adam ve iyi doktordur. 162


Çocuk müsterih olsun diye peki, dedim. O da iyi bir iş yapmışlara mahsus kalb istirahatile çıktı, gitti. Beni müthiş bir merak ve endişe aldı. Bu düşmanlığı yapan kimdir? Kim olursa olsun, müthiş bir düşmanlık. îkindi üzeri memurlar kapıya da­ yandılar. Evin hiçbir şeyden haberi yok. Ben vaziyeti bildiğim için hemen hazırlandım. Bahçe kapısından arka bostana geç­ tim, oradan hendekleri atlıyarak tramvay caddesine çıktım. Ev­ de ne olduğunu, ne geçtiğini tabiî bilmiyordum. Fakat Ali'nin ifadesi doğru çıkmıştı. Verdiği adrese gittim. Hiçbir şey söyle­ medim, yalnız: — Doktor Bey! dedim. Kocam biraz huysuzdur, son günlerde kendisinden şüpheleniyorum, beni bir muayene ediniz. —^Neden şüpheleniyorsunuz? Açıkça izah ettim. Sorduğu şeyler bende vardı. Ben büsbü­ tün endişelendim. Uzun bir muayene... Uzun bir mikroskop... Uzun bir elektrik ziyası altında tetkik... Doktor ayağa kalkh. Müteessirdi. Elini omuzuma koydu ve: — Camm kızım! dedi. Kocanız hakikaten biraz huysuz bir beymiş. Fakat endişe etmeyiniz. Fen herşeyin kolayını bul­ muştur. Yalnız tavsiyelerine riayet etmek şartiyle. — Demek hakikat? —Hakikate tahammül etmek 5oiksek bir fazilettir. Ben ağlamıya başladım. Doktor teselli etti: — Gözyaşı zaaf verir. Siz zaaftan kaçmalısınız!... —^Şimdi ne yapacağım?... —Hemen tedaviye başhyacağız. Kurtarma hücumu dedikle­ ri şiddetli bir tedavi ile hastalığa hücum edeceğiz, iki ay kadar sürer; sonra iki ay istirahat... İkinci devre tedavisi. Herhalde metîn oluruz. Yalnız söyleyiniz, beyiniz de gelsin ki, iki taraflı bir kurtarış yapalım. Hangi bey? Hangi bey? Hangi aile? Hangi saadet? 163


Erol! Şimde sana bakarken -velev hayalen olsun- öğle vakti güneşe bakar gibi oluyorum. Gözlerim kamaşıyor, başım dö­ nüyor. Niçin o kadar yüksek ve parlaksın Erol? Sana kadar çıkacak kuvvetim kalmadı, fakat senin, bana kadar inecek cesaretin vardır. Bunu da benden esirgeme bunu da. Bunu da derken ömründe benden daha neler esirgemediğini hatırlıyorum. Bana birisi sokak süprüntüsü diye haykırsa belki maziden kalma bir fazilet kırıntısı ile biraz kızarırım. Kaltak sıfatı tabiî adım oldu. Mühimsemiyorum. Fakat birisi de kula­ ğıma (Erol’un) nankörü diye fısıldasa yerin dibine geçeceğime eminim. Ya bunu sen söylesen, ne olur o zaman? Fakat söy­ lemek değil, hattâ aklına bile getirmiyeceğini bilirim, uzun za­ manlar ve tecrübelerden sonra öğrendim, neye yarar ki, geç kaldım. Erol, ben insanlann arasında allıklı, düzgünlü bir fahişe damgasile dolaşıyorum, bir de burunsuz, kulaksız, sessiz gez­ dirme benif Bütün pisliklerimle bıktığım ocağına düştüm Erol!.

(Bir Şoförün Gizli Defteri, Remzi Kit., Güven Basımevi, îst1943, 304 s., s: 173-177)).

164


S A N S A R O S ’T A N SEL

Parlak bir kış sabahı. Güneş ılık, gök mavi. Deniz yemyeşil ile mor karışık. Arkadaki dağlar, yamaçlar, kıyılar ve damlar bembeyaz. Gerçekte boydan boya bir gümüş yol. Ve üstünde tane tane, kara noktalar. Virgüle, noktalı virgüle, ince helezona benzeyen noktalar. Ve kıyıya toplanan halkın gözleri, bu noktalarda benizler uçuk, dudaklar kül, yürekler helecanlı. Jandarmalar gidip geliyorlar. Bir polis, kadınlara bir şeyler anlatıyor. Çocuklar, analarının arkalanna gizlenmiş, burun­ larım yandan uzatmış, karşıki noktalara bakıyorlar. Kaymakam bey, yanında Müddeiumumi ile tahrirat kâtibi, telgrafhaneye giriyorlar. Birkaç mahalle muhtarı ile askerlik devri geçmiş ihtiyar, kapılan vurup evlerin içlerine bir şeyler sesleniyorlar. Katır, eşek, beygir. Ne varsa hepsi yedeklenmiş; şuraya bu­ raya götürülüp getiriliyorlar. Arlık saklamağa lüzum yok. Kaymakam telgrafhanenin penceresinden başını uzatıp so­ kaktaki jandarma komutanına emir veriyor: —Nihayet bir saat içinde kasaba boşalacak. EKişman ancak o zaman bom bardım an menziline girmiş olacak. En önde çocuklar, hastalar, ihtiyarlar. Arkada sağlamlar. Bütün hay­ vanlar, bu hastalarla ihtiyarlara, çocuklaradır. Hiç kimse ağır, havaleli eşya götüremez. Bir yorgan, bir battaniye ve nekadar taşıyabilirse o kadar ekmek. Ceplerine yedek mısır doldursun­ lar.

165


Telgrafhanenin penceresinden sarkan redingotlu kayma­ kam bey, bunlan güzel, tane tane söyledi ama, penceredeki he­ sap dağ yoluna uymadı. Genç jandarma komutanı, harp cephesine gittiği için yerine bu eski zaptiye m eşininden emekli sakallı ihtiyar kalmıştı. Sakallı komutan, kaymakamdan aldıklarının yarısını takım komutanına ciro etti. Göçkün ve geçkin sakallı takım komutanı da aldığının yansından azını muhtara geçti. Kamburlan çıkmış muhtarlar da aldıklanmn yüzde birini halka dağıttılar. Ve bir paniktir başladı. Panik, başlamaz da ne olur? Daha dün sabah, alaca aydınlıkta mahalle camiine sabah namazına gidenler gözlerile gördüler: Kaymakamın hanımı; giyinmiş, kuşanmış, sannmış sarmalanmış, bir katırda. Kayna­ nası çifte yorgana bürünmüş, bir katırda. Çocuğu bir katırda. Beslemesi, bir katırda. Bavullan, sandıklan, Denizli horozu ile iki tavuğu bir katırda. Ve her katınn başında, kuyruğunda iki üç kişi. Dağ yolunu tutmuş, çekip gitmişlerdi. Demek, bombardıman olacağını dünden biliyormuş. Öyleydi de neye halka dünden haber vermemişlerdi? Osmanlı devrinin hikmeti hükümeti! Ve o hikmetten sual olunmazdı da ondan. Kaymakamın evi, Denizli horozuna kadar katırlanır. Ceza Reisi'nin evi mangal maşasına kadar beygirlenir. Tahrirat kâ­ tibinin, Müddeiumuminin evi abdestane süpürgesine kadar eşeklenir de ötede parası ve arkası olanlar durur mu? Kaymakamın pencereden it ite, it de kuyruğuna sisteminde buyurduğu buyunığu işiten paralı ve arkalı kimseler yallah! deyince yürümeğe başladılar. Kala kala kimsesiz çocuklar, fu­ kara ihtiyarlar, erkeksiz hastalar kaldı. Bereket versin, bıçakçı ihtiyar Salih ustanın topal beygirine. Ziver ustanın çocukluk ve

166


mahalle arkadaşı olan bu koca ihtiyar, beygirini yakalayınca Sansaros'un kapısına dayandı. Beygirin soluna henüz öğü­ tülmemiş bir mısır torbası sardı. Sağına bir küfe bağladı, küfe­ nin içine kaim bir yorgan koydu, Sansaros’u içine oturtup yor­ gam başına çekli. Beygirin üstüne de Sansaros’un anası ve çocukluk arkadaşmm kızı Gülbeniz’i bindirdi. Her yanım sardı. —Dağı aşacağız da! Üşüme iyi sann! —Kaplan Reis??? Sıska kadımn bu yanm sorusu Salih ustamn içini sızlattı. —Meraklanma. Ferman çıktı. Dağdakiler, muharebeye git­ mek için teslim olurlarsa affolunacak. Senin reis de bu hafta teslim olmuş, cepheye gitmiş. Ben yerinden işittim. Amma çabuk ol. —^Yenge, neye binecek? —Sen, ona kanşma! Bizimki daha, benden dinç. Biz ikimiz yaya gideceğiz. Sizi yedekleyeceğiz. —Nereye gideceğiz? — Bilmem! Hele bir donanma ateşinden kurtulalım. Dağın üst yakasım aşahm. —Erzurum’a mı? —Erzurum, bizde değil ki... —Erzincaft'a mı? —Eğer bizde ise oraya.

—Değilse?!. Buna cevap vermeğe meydan kalmadı. Bir keskin gürültü kasabayı sarstı. İlk gülleler, deniz kenanndaki ağaçlı kayahklara çarpmıştı. Bir gülle, çarşımn ortasına düştü. Salih ustamn dörk kişilik kervam, yan sokaklardan, dağ yo­ lunu tutmağa bakıyordu. Birdenbire bir evin kapısı açıldı. Genç bir kadm, içi bomboş 167


bir tahta beşik uzatıp haykırdı: — Bunu da beygire sann. Yavrumu kurtarahm. — Gelin! Bunun içinde çocuk yok! —^Yok mu? Çocuğum ne oldu ya?!! Altı aylık çocuğunu oda kapısının eşiğinde unutmuş da çocuk, diye boş beşiği kapınca sokağa uğramış. Bir başka kadın, bir pencereden sarkıp yalvardı: — Aman! Malım, mülküm size emanet. Alın bunu küfeye koyun. Ben de şimdi geliyorum. Pencereden para, eşya torbası, diye uzattığı şey, bir çocuk oturağı idi. Bir topal kadın, Salih ustayı durdurdu. Bir oda kapısı kanadı uzattı. — Bunu, beygirin bir yaruna sar. —^Ne olacak bu?!. Bugünkü kış havası iyi ama, dağa çıkınca değişir. Dağı geçemezsiniz. O vakit beygire bağlar, kızak gibi kullanırsınız. —^Sen geliyor musun? — Gözümü Bingazi'de kaybettim . Bacağım Balkanlarda kaldı. Bu seferde Karadenizin kenannda can vereyim. Eğer çıkacak bir canım varsa... Pis bir koku bütün havayı doldurmuştu. Zırhlılann yüksek feveranlı güllelerinden çıkan gazlar, in­ sanı nefes alamaz bir hale getiriyordu. Biraz hızlandılar, de­ reye girdiler ve yokuşu tırmanmağa başladılar. Bombardıman, bütün şiddetini almıştı. Daha doğrusu bu, bir harp değildi. Donanmanın topçusu, bir bahar manevrasında atış idmanı yapıyordu. İhtiyar Salih Usta, arkada, kansı önde ve beygirin yulan elinde. Nefes nefese yamacın doruğuna çıktılar. Orada bir dizi kaya ve bir sürü kuru ağaç vardı ve şöyle 168


bir meydanlık... Yüzlerce çoluk çocuk, genç ihtiyar bu meydanlığı bir mahşer komprimesi haline getirmişti. Ağlayan, konuşan, bağıran, su­ san, düşünen. Bir kadın, çıldırmışcasma koşuyor ve yürekler paralıyordu: îki yaşmdaki çocuğunu mutfağa kilitlemiş ve orada unutmuştu. Bu tepeden bakınca, güllelerin en çok kendi mahallesinde dumanlar çıkardığmı görüyordu. Hava güzeldi. Güneş ıhktı amma, kar yol aldıkça kalınla­ şıyordu. Katırlar, beygirler dizlerine kadar batıyorlardı. Topalın verdiği kapı kanadım kızak ettiler. Salih usta, mısır torbasım yastık yaptı. Bir yorgan serdi. Nöbet ateşleri içinde yanan Gülbeniz'i yatırdı. Koynuna da Sansaros'u verdi. Öteki iki yorganla örttü. Topal beygir, hafifleyince kar üstünde daha kolay yürümeğe başladı. Bomboş bir köye geldiler. Bomboş köyde bir kötürümden başka kimsecikler yoktu. Yüzlerce kişi, olduğu gibi bırakılan köy evlerine dağıldı. Kötürümün gözleri fırlamış, dili tutulmuş, boyuna iki kolu ile bir şey kucaklıyordu. Bilmeyen, bir sevgili evlât samrdı. Halbuki kötürüm, üç dört okka mısır ekmeği kucaklamıştı. Elinden al­ masınlar diye korkuyordu. Denizden bombardıman edenler, karadan da ilerliyorlardı... — Eğer böyle olmasaydı, yüzlerce kişi, bu boş köyde kalacak­ lardı. Gece bir fırtına başladı. Seherle beraber bir kadın çığlığı koptu. Bir kadın doğurmuş \e iki erkek donmuştu. Salih usta gibi aklı başında olanlar, kervam yürüttüler. Ve ölüleri köyün yamndaki uçurumdan attılar.

169


Bir ıslık sesi. Bir hava sarsıntısı, ve bir uğultu. Sonra bir kar dumanı. Herkes haykırdı. Çığ... Bereket versin, çığ beş altı yüz m etre arkalarından düşmüştü. Önlerine düşseydi, birkaç yüz kişi —çığdan değil — soğuktan ölürdü. Bir, insanlı köye geldiler. Köy, gelenleri iyi karşıladı. Fakat gelenler, gördüklerini, işittiklerini anlatınca iş değişti. Burada da panik başladı. Zaten çok zor yo! alan kafileye seksen, doksan kişi daha katildi. Nereye gidiyorlardı? Kim bilir? Eğer Erzincan düşmemişse... Erzincan’a bir varabilseler... Döküntü vere vere ilerliyorlar. Bir gün geldi ki herkes ürperdi. Gün görmüş, ölümler atlatnuş Salih ustanın bile saçları dim dik oldu. Kafilenin bir günlük ekmeği kalmıştı! Hadi, bir gün de aç yürüsünler diyelim. Ondan sonra ne olacak? Ne olacaksa oldu. Sansaros'un veremli anasını yolun bir kenanna bıraktılar. Kann içine olsun gömecek vakitleri yoktu. Dört veya beş gün sonra da Salih ustanın karısı dondu, katıhverdi. Salih usta, aşağı yukarı ferahlamıştı. Kızağa geçti, Sansaros’u bacaklarının arasına aldı ve yollandı. Artık kimseye bakmıyordu. Salih usta, sağdı ama, bütün duygulan donmuştu. Tahtadan, kauçuktan bir adam gibi. Bütün dileği, Sansaros'u istilâ görm em iş bir kasabaya ulaştırmaktı. Ondan sonra ölebilirdi. Sansaros çocuk da makinalaşrmştı. Nereye çekersen oraya gidiyor, ne dersen onu yapıyordu. Yalnız bir defa sorabildi: —Anamı yolun kenanna niçin bırakhnız?

170


Salih usta, cevap verdi: — Uyandırmamak için. Sansaros, anasının çok geceler uyumadığını bildiği için bu cevaptan memnun oldu. —^Ya uyanınca bize nasıl yetişecek? Salih usta, bunu da hiç düşünmeden bir cevap verdi: —Arkadan şimendiferle gelecek, ona binip bize kavuşacak! —Şimendifer nedir? — Kendi kendine giden sıcak araba! —İçinde ekmek var mı? — Hem de buğday ekmeği! — Buğday ekmeği nedir? — Mısır ekmeğinden yumuşak! —^Bizde hiç biri kalmadı. — Kamın çok mu acıktı? — Zarar yok. Anam şimendiferle gelecek ya, dediğin ekmek­ ten bana da getirir. Salih ustanın diğer dişleri olsaydı, gıcırtısını Sansaros bile işitecekti. —^Sahh amuca! Benim çok uykum var. Dizini biraz uzatsana. Salih usta, gözlerini açtı: Çok mu uykun var?! —^Ya. Çok... Çok... Salih usta, ateşe oturmuş gibi kızağın üstünde sıçradı ve Sansaros'un sıska suratına bir şamar aşketti: — Sakın uyuma! Uyursan seni boğarım. Öldürürüm! Parçalanm! Uyumayacaksın.

171


Salih usta, bir vahşiye dönmüştü. Sansaros'u donmaktan kurtarmak için ne yapacağmı şaşırmıştı. Uğuyor, tartakhyor, şamarlıyor, dövüyor; uyutmamağa, dondunrvamağa çalışıyor­ du. Bu uluma da ne? Kulak kabarttı. Ve ihtiyar, binbir hendek atlamış Salih usta, işte şimdi ömründe ilk defa korktu. Bembeyaz, dalgalı ovalarda kurtlar uluyorlardı. Kar, Orta Anadolu ve kurt! İhtiyarlamış gözlerini, dört yanında gezdirdi. Birdenbire ir­ kildi. Bir sürü görünmez kurdun ulumalanndan tüyleri diken diken olan adam tatlı tatlı gülümsemeğe başladı. Uzaktan tüten dumanlar görmüştü. îster şehir olsun, ister köy, dumanlan tüten bir yere yaklaşmışlardı. Fakat kuTtlann ulumaları, gittikçe yaklaşıyordu. Salih usta, biliyordu ki facialar uzaklarda değil, köy, kasaba yakınlarında daha çok olur. Topal beygir direniyor. Salih usta, bel kayışım bütün hıziyle vurduğu halde bana mısın bile demiyor. Sansaros, sordu: — Beygiri niçin dövüyorsun? — Kurtlar geliyor. — Kurtlar gelirse ne yaparsın? —Tutar tutar, sana gocuk yaparım! —Uykum var! Şak! Şak! Şak! Tokat, masaj, tartaklama!

172


Beyaz kar sahasının ortasında görünmeyen beyaz minare­ nin çinko külahı artık göründü. —Aman topal beygir, yürü! Sana istediğin kadar arpa yedi­ receğim, yürü! Yavrum topal beygir! Gözünü seve}am aslanım, yürü! Küçük Sansaros, Salih amcanın delirdiğine hükmetti ve korkmağa başladı. Korku, uykusunu kaçırdı. Derken... Uzaktan köy sanılan şehre girdiler. Topal beygire de birdenbire güç, can, heves geldi. Karlı so­ kaklarda âdeta küheylânlaştı. İlk hanın koca kapısından daldılar. H ana, elinde bir yanmış çıra ile kapıdan seslendi: —Kimdir, o? Yolcu mu? —Yolcu, yolcu, çabuk gel, istediğin kadar para! Çıra ışığı çoklaştı. —Geliyorum, ağam! Hancı, yamağı, yamağının yamağı seğirttiler. Salih usta, ilk önce şunu sordu? —Ahırlar nerede? — Nah, şurada. —Gübre var mı, ahırlarda? — İstediğin kadar. — Çabuk! Bana bir kürek getirin. Bu hayvanı, ahıra sakla. Arpa kaç kuruşa olursa olsun, beş okka arpa asm. Saman da doldurun yaslaya. Gösterilen küreği bir eline, sıska Sansaros'u bir koltuğuna kapınca gösterilen ahıra doğru hızla yürüdü. Arkaya da seslen­ di: — Arkamdan çıra getiriniz!

173


Ahmn içinde, Sansaros'u yere bıraktı, bir tokat attı: — Sakın uyuma! Sonra at gübresi yığınını kürekle eşmeğe başladı. Bir delik açtı. Gübre deliğinden ağır kokulu bir duman çıkmağa başladı. Sansaros'a bir şamar daha yapıştırdıktan ve (Uyuma!) dedikten sonra çırçıplak soydu. O ağır kokulu duman çıkan deliğe soktu. Yalnız kafasını dışarıda bıraktı, iyice örttü. Başucuna oturdu. —Hancı! dedi. Bana bir çay! İhtiyar Salih ustanın alrundan boncuk boncuk terler sızıyor­ du. Sansaros'u at gübresine gömerek donmaktan kurtarmıştı. Bu talihine çok seviniyordu. Hancının tabakasından bir sigara sanp tüttürdü. Şeker bulunmadığı için bir kaşık bal kanştınlmış çayı hüpürdeterek içti. Arada bir Sansaros'un çukur yanak­ larına gittikçe yumuşayan şamarlar atıyor ve biteviye: — Uyuma! Diyordu. Bir aralık, Sansaros'u dinledi. Yokladı ve uyu­ mağa bıraktı. H ana ikide bir geliyor: —Odaya gel, ağa! diyordu. — Hayır. Sonra. Hele çocuğu kurtaralım. Birbiri üstüne belki beş altı çay içti. Sonra hancıya sordu: —Tavuk var mı? — Vardı ama. Alaman zabitleri geçerken hepsini aldılar. — Koyun var mı? Et istiyorum, et. —^Nasıl et? —Nasıl olursa olsun. Et olsun da. Çocuk iki gündür bir şey yemedi. Uyanınca sıcak sıcak suyunu vereceğim. —Hiç bir şey yok, ağam. —^Süt de yok mu?

174


— İnekleri, nakliye koluna altılar. Koyunlan sürüp götür­ düler. Ne kaldı ki? Salih usta, ensesini kaşıdı: —Benim geldiğim topal beygir var ya. —^Var, ağam. —İşte onu hemen kesin, yüzün, derisi, herşeyi sizin olsun. Şöyle bir okka kadar kaba eti ile kemiğinden ayınn. Bir tence­ reye koyun, kaynatm. Suyunu çocuğa içireceğim. Hancının birinci yamağı: —^Yazık olur, hayvana? —^Ne yapalım? Çocuk kurtulsun. —At eti yerine eşek eti olmaz mı? —Niçin olmasın. Benim aradığım sıcak et suyudur. — Hani demek istediğim şudur: Bir beygir pahalıdır. Benim bir eşeğim var, daha ucuzdur. —Kes, onu! Hadi kes! Kaç para ise vereceğim; beygirimi de üste caba veririm. H ananın ikinci yamağı, bu işi hanın* kahvesinde oturanlara güle güle anlattı. Çocuk, işi kavrayamadığı için tuhaf buluyor­ du. Yamak çocuğu dinleyen bir geçici subay kalktı. —Çocuk! dedi. Beni o ihtiyann bulunduğu ahıra götür. Ahıra gittiler. Genç subay, Salih ustaya: — Ağa, dedi. Çocuğun için et suyu arıyormuşsun. Beygiri, eşeği kesmeye lüzum yok. Ben sana bir küçük kutu vereyim. İçinde altı tana küçücük parça vardır. Bir tanesini bir çorba tası kaynar suya koyunca... — Ah, beyim! Ben onu bilirim. O, et suyu hülâsasıdır. Asker­ liğimde bizim yüzbaşı beyde çok gördüm. —Bu çocuk, senin mi?

175


—^Hayır! Bu memleketin. Genç subay, düşündü. İhtiyar bıçakçı sustu. Hancı, ocağın yanında iki döşek serdi. Salih usta ile Sansaros gece yansına yakın döşeklerine girdiler. Ve Sansaros, bir bardak et suyu içti. Beş dakika sonra kustu. Genç subay, bir bar­ dak daha içirdi. Bu sefer, et suyunu midesi çıkarmadı. Sansaros, kurtulmuştu. Ertesi gün, ikindiye kadar uyudular. Uyandıkları vakit, yanlarına âbani sanklı bir adam geldi. — Ağa, dedi. Senin burada bir topal beygirin varmış, bana satar mısın, onu? —Satarım . Bir şehirde idi, beygiri başından savmak istiyordu. —Ne istersin, topal beygirine? —Ver, otuz kâğıt —Yahu! Hiç bir işe yaramayan bir topal beygire otuz kâğıt istenir mi? —Hakkın var. Beygirim zayıftır, topaldır, hiç bir işe yara­ maz. Ama ben de sorayım. Böyle bir beygiri ne diye satın almak istiyorsun. Alma. Ben beygirim satılıktır diye tellâl çıkarmadım ki... —^Peki, sen bilirsin. Akşam üstüne doğru beygiri. Tekâlifi Harbiye komisyonu parasız gelip aldı. Ve hava karannca. Topal beygiri, âbani sarıklı adamın adamı yularından tutup efendisinin evine götürdü. Daha ertesj sabah da Salih ustanın başına bir polis geldi:

176


—Kimsin? Nesin? Necisin? Nereden geliyorsun? Niçin gel­ din? Bu çocuk kimin? Askerlik vesikan var mı? Gel, karakola! Salih usta a a yememişti ki karm ağnsm. Karakola gitmek için handan çıkarken, hancı bu bol para veren müşterinin kulağına eğildi. —Hep dünkü beygir meselesi. Dedi. Salih usta, hana dönmedi. Sansaros, bilmediği bir şehrin, bilmediği bir han köşesinde, yapayalnız kaldı. Bir gün, iki gün, beş gün... Fakat hancı, fazlasına dayanamazdı. Her taraftan gelen panik muhacirleri, sel gibi akıyordu. Sansaros gibi kimsesizlerin sayısı belli değildi. Hancı, sık sık gidip gelen subaylardan biri­ sine rica etti: —Bu çocuk, fena çocuk değil ama neredeyse bana yük olu­ yor. Elinden bir iş gelse, hadi diyelim, ahınn bir köşesinde yat, ye, iç, hamn işlerine yardım et. Halbuki daha bacak kadar. Beni bundan kurtar beyim. Subay, çalıştı, uğraştı. Valiye iltimas buldu. Ve o sırada yeni açılan Yetimlerevi'ne Sansaros’u yerleştirdi. Küçük Sansaros, iki ölümden ve bir sefaletten kurtulmuştu. Aradan birkaç gün geçti. Salih usta, bitkin, ezgin bir halde hanm kapısında göründü. Hancılar, şaşarak sordular: —Hayır ola, ağa? — Hiç dedi. Devletin nakliye işleri varmış, beni bir köprü tamirine angaryaya gönderdiler. Orada çalıştırdılar. Ama ne­ lerden, nelerden sonra... Hancı ve oradakiler, bu son cümlenin ne demek olduğunu bi­ liyorlardı. Biliyorlardı ki ihtiyar adam, binbir sorguya çekilmiş, varsa parası sızdırılmış, arada bir hakarete uğratılmış ve iş

177


örtbas edilsin için angaryaya gönderilmiş. Koynundaki kâğıt paralan, hep almışlardı. Yalnız iki çorabmın tabanına diktiği sekiz on altını bulamamışlardı. İlk sorgusu şu oldu: —Bizim küçük, nerede? H ana, kurumlu kurumlu cevap verdi: —O şimdi ömründe görmediği rahatlığa kavuştu. Ömründe görmediği rahatlık... Bunun bir mânası da öldüye gelirdi, içi titreyerek hancının gözlerine baktı. —Sen, gelmedin. Belki de hiç gelmeyecektin, dedim. Yal­ vardım. Onu kovana koydular. —Kovan mı? Kovan da ne? —Gidip görürsen anlarsın. Kovan demek, küçük insanlann arı gibi doldurulduklan bina demek. Ona, askerler kovan di­ yorlar. Asıl adı, Yetimevi'dir. Cephelerde ölenlerin çocukları, muhacirliğe düşüp kimsesiz kalanlar, oraya yerleştirilir.

(Sansaros, İnkılâp Kit., lst-1945,173 s., s: 62-70)

178


B İR K IZ IN M ASAU TSfDA N

ÎKÎNCİ KURŞUN Bir akşam üstü annesi ev aramaktan henüz dönmemiş. Ba­ bası birdenbire ağırlaştı. İlki eczaneye koştu. İğne yapmak için bir kutu asetilkolin aldı. Nefes nefese dönüyordu. Geçenlerdeki vak’anın tam olduğu yerde bir taksi duruyor. Önüne gelir gel­ mez arabanın arkasından iki kişi çıkıverdi. Yolunu kestiler. Ba­ kar bakmaz tanıdı. Yine o tombalakla o zayıf. Bir şey söylemeğe meydan kalmadı. —Şimdi yakalandm. Artık elimden kurtulamazsın. O tüysüz suratlıyı çağırda da seni kurtarsın! yürü bakalım! Bir an şaşınp kalan İlki, kendine gelip adımım atarken za­ yıfın sol eli, kendi sol bileğirü yakaladı. Tombalak da sol kolunu uzattı. O zaman gördü ki sağ elinde kocaman bir kama parla­ maktadır. Zayıfın sol elinde de bir açık sustalı! —İmdat! diye haykırdı. Tombalağın tokatı ağzının üstünde şakladı. —Bırakın beni, fena olur, imdat! Taksinin biteviye ötmeğe başlayan koması llki'nin feryadını boğuyor. — Her kuşun eti yenmez! Derken kamanın ucu göğsüne dayandı ve sürüklemeğe başladılar. Bütün kuvvetini toplayan ilki can havliyle silkindi ve bileğini cılızdan kurtarıp iki adım geriye fırladı, cebindeki küçük tabancayı çekince havaya ateşledi. Sesi daha kolay duyulur da imdat gelir diye. Taksinin koması sustu. İçinden başka birisiyle şoför fırladı. Bunu gören ilki ikinci defa ateş etti. Fakat tomba­ lağın kolu olanca hızı ile kızın silâhlı bileğine vurdu. Ne çare ki tabanca bir daha patlamıştı. İkinci kurşun da havaya gidecek-

179


ken gitmedi. Darbenin tesiriyle kızın eli aşağıya düşerken pat­ ladı ve ikinci kurşun tombalağın gırtlağını delerek ensesinden çıktL Tombalak gık demeden yere yuvarlandı. O sırada şoförün elindeki büyük İngiliz anahtarı sıskanın başma indi. Suştahsı elinden düştü ve olduğu yere çöktü. Hiç bir şey anlamayan tiki bu sefer silâhım arabadan fırlayıp gelene doğrulturken şoförün teskin narası işitildi: — Aman! Atma kardeşim! Sana imdada geliyoruz. Bu sesin tesiri görüldü. Sapsan İlki elini indirdi. Arabadan atlayan, yerdeki tombalağın başını şöylece kaldırdıktan sonra mınldandı: —Cezasmı bulmuş! —Durma. Bir iki el daha havaya at da çabuk yetişsinler. İki silâh sesi daha duyuldu. Öteki adam: —Çok kom a etmiştik ama kimse gelmedi. Duyulmadı mı ne? Uzaktan ayak sesleri duyuluyordu: —Gel şu basamağa otur bayan, dedi. Benzin çok uçmuş. Ah, su da yok ki! Nuri, haykır, şu karşıdaki bostancılara, bir yudum su getirsinler. Artık benim sesim çıkmıyor. Bostanamn kansı işitti. Su dolu bir maşrabayı kapınca kocasiyle koşarak gelmeğe başladılar. Ne olur ne olmaz diye elinde­ ki çapayı bırakmamıştı. Birkaç kişi ile polisler yetiştiler. Orası gittikçe kalabalıklaş­ mağa başladı. îlki arabanın basamağına oturmuş, tabanca elinde, heykel gibi hareketsiz. Konuşmak istediği besbelli, fakat dili tutulmuş gibi. Akşam ezanına doğru her muamele bitti. Ölüyü morga, ya­ ralıyı hastahaneye, ötekileri de îlki ile beraber adalete gö-

180


türdüler. Ertesi sabah bir kızılca kıyamettir koptu. Her gazete bir türlü yazıyordu. Fakat hepsi de bir yanlışa saplanmışlardı. Başlıklar hemen hemen aynı idi: 'Tabancalı güzel kadın!" Kiminin kız, kiminin kadın dediği katil sevgilisi ile eğlen­ meğe giderken, rakipleri yollarım kesmişler. Maktül, şoför ve Nuri adındaki kafadarlan hücum etm işler. Şoför anahtarla kızın sevgilisinin başına vurup yıkınca bunu gören kadın her za­ man yanında taşıdığı söylenen tabancasını çekince rakibi öldürmüş. Bir boğuşma olmuş. Bu arada silâh birkaç defa yine patlamışsa da çok şükür başka bir kaza olmamış. Bir rivayete göre de ötede beride hovardalarla gezip tozmağa alışan katil fakülteli imiş. Geçen sene bu yüzden fakülteden de koyul­ muşmuş. Fakülte büyük bir hiddet ve heyecanla kanştı. Fakat katilin îlki olduğu anlaşılınca hiddet, hayrete ve teessüre döndü. Fakültesinde ortaokul, liseden beri sınıf ve okul arkadaşları vardı. Bir yıldan fazladır da muntazaman, aksatmadan dersle­ rine devam ediyordu. Bütün hayatını bilenler donakalmışlardı. Bu nasıl olur? Nihayet oy birliği ile şu hüküm verildi: ilki fakir ve dürüst bir kızdır, bugüne kadar en ufak bir aykınlığı değil de aykırılık denebilecek bir yanlışlığı görülmemiştir. Umumî bir sempati kazanmıştır ve fakülte onurJa iftihar eder. Bu hükmün sonu şu oldu: Bütün yönetim kurulları toplansınlar, müzakere etsinler. Bir heyet seçip tiki'ye göndersinler. İşin içyüzünü ağzından dinle­ sinler. Sonra İstanbul'un en meşhur ceza avukatlarını tutup müdafaa etsiıüer. Bütün masrafı herkes paylaşsın. Bu karar tebliğ edilince kız, erkek, hemen hepsinin gözleri yaşlarla dolmuştu. Tevkifhaneye giden heyet bir balmumu külçesiyle karşılaştı.


Bütün teselli sözlerini anlamıyor gibi bakıyordu. Bir an oldu ki şakaklariyle burnunun iki yanından iki ter taneleri inmeğe başladı. Birkaç defa yuücundu. İki elinin ince sivri parmaklannı birbirine kenetledi. Ve zar zor dili açıldı. — Size birkaç §ey soracağım. —^Ne istersen sor îlki. —^Fakültem benim için ne düşünüyor? —Çok iyi şeyler düşünüyor. —^Fakültem benim için ne hüküm verdi? —^Sen dünyanın en temiz, en saf, en masum kızısın İlki. Balmumu yüzüne birdenbire hafif bir pembelik ve soluk dalgalanna belli belirsiz bir tebessüm geldi. A yn ay n gözlerine baktı, söylenenlerin sam im iliğine, gerçekliğine inanınca yanmdaki bardaktan bir yudum su içerek: — Peki, dedi, bana bu yeter. Bundan başka birşey istemi­ yorum. Bu benim için binbir bCTaetten daha mühimdir. Ona herşeyi, her konuşulanı, her tasavvuru, her karan an­ lattılar. Gittikçe kendine gelen îlki, titrek bir sesle: — Şimdi, dedi, esas soruya gelelim. — Sor, ne istersen sor. — Babam ne yapıyor. O neyse ne, hastadır, gelemiyeceği tabiîdir. Fakat bunca gündür annem gelmedi. Birbirlerine bakıştılar. Birşey söyleyemediler. içlerinden biri güzel bir yalan buldu: —O suç bizdedir. Önce evini bilmiyorduk. Sonra düştüğü­ müz telâş ve teessür bize hiçbirşey düşündürmedi. Fakat bura­ dan çıkar çıkmaz ilk işimiz o olsun İlki. Nihayet zar zor kekelediler: — Sen daha eczahaneye giderken son bir kriz babacığını alıp götürmüş. Anneciğin sokaktan gelince bu hali görmüş. Bu yet­ 182


mezmiş gibi senin başına gelenleri de işitince düşüp bayılmış. Şimdi yatıyor. Uzak yakın bir iki komşu başucunda. Babana ge­ lince, onun cenazesini de birkaç komşu ile biz arkadaşların omuzlanmızda Edimekapı mezarlığına götürdük. Başucuna da bir işaret koyduk. —^Üstüne "tlki'nin babası" diye yazaydınız. — Kalplerimizin bir olduğuna bir ispat daha; yazdık, öylece yazdık Uki. — Bunca gündür taş kesildim. Artık beni bırakıp gidiniz de kendi başıma biraz ağlayayım. Kalktılar. Başkanlan dedi ki: —Biliyorsun tabiî. Mahkemen önümüzdeki perşembe günü. Orada seni bir çelikten îlki gön rek isteriz. —Ne hüzünlü günmüş. Babam perşembe günü öldü. Ben perşennbe günü öldürdüm. Muhakeme perşembe günü. Belki de perşembe günü ipe çekileceğim!

(Bir K ızın M asalı, Çağlayan Yay., lst-1945, s: 19-23)

183


L Alca Gündüz'ün Kendi Eserleri (Kronolojîk-Basım tarihine göre)

Şiirleri: Bozgun, Kanaat Mat., D ersaadeH 334/l9l8,167 s.

Tiyatro Eserleri: Muhterem Katil, Zarafet Mat., lst-1914,84 s., 3 Perde. Yanm Türkler, Kanaat Mat., İst-1919,112 s., 3 Perde. Köy MuaUımi, Hakimiyet-i Mi31iye Mat., Ank-1932,1 Perde. YUmazlann İkizler, Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1932,1 Perde B ^ a z Kahraman, Hakimiyel-i Milliye Mat., Ank-1932,34 s., 1 Perde. Yanm Osman (Köy Piyesi), Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1933, 16 s. 3 Perde. Gazi ^ c u k la n lçin-1, Ulus Basımevi, Ank-1933,23 s. Gazi Çocuklan lçin-2, Hakimiyet-i Milliye Basm\evi, Ark-1933,24 s. Gazi Çocuklan İçin -3, Hakimiyet-i Milliye Mat., Ank-1934. Mavi Yiidınm, Hakimiyet-i Milliye MaL, Ank-1934,85 s., 4 Perde. O B il Devirdi, Recep Ulıasogju Basımevi, 1938,92 s. Afk ve İstibdat, Kadm Der., No: 110, Sayı: 23, Ekim 1324-1325/1908-1909. (Ta­ mamlanmamış)

Romanları: Bu Toprağm Kızlan, 1. Bsk: İstanbul Halk Küt., Ank-1927,229 s. 2. Bsk: Semih LütfiMat., Ist-1935,154 s. 3. Bsk:SemihLütfiKitabevi. lst-1942, 176 s. 4. Bsk: Semih Lütfi Kitabevi. İst-1945,186 s. 5. Bsk: Toker Yay., lst-1974,232 s.

184


Dikmen Yıldızı 1. Bsk: IsM928. 2. Bsk: Semih Lütfü Kitabevi, lst-1940, 214 s. 3. Bsk: Semih Lütfü Kitabevi, Isl-1943, 212 s. 4. Bsk; Toker Yay., lst-1974,269 s. Odun Kolcusu (Hicran'un ilk basımı), Ist-1928. Tank'Tango, Gündogdu Mat., Ist-1928,301 s. tki Süngü Aıasmda 1. Bsk: Ist-1929. 2. Bsfc Toker Yay., Ist-1974,118 s. Çapkın Kız, Muallim Ahmet Haiit Küt., Burhan Cahit Mat., Ist-1930, 256 s. Yaldız, (Aka Gündüz-Enis Avni), Hüsnü Tabiat Mat., lst-1930, 183 s., (Yazıhş Tarihi: Ank., 30 Kanun-ı Evvel 1929). Ben Öldürmedim-Kokain, Semih Lütti Kitabevi, Suhulet Küt., Akşam Mat., İst1933, (Y.T: Dikmen, Mart-1931) Onlann Romanı, Semih Lütfi-Suhulet Küt., Ist-1933, 220 s.,(Y.T:l. Teşrin 932, Ankara-Dikmen). Üç Kızın Hikâyesi (Nemide Ali'yle Bo'aber), 1. Bsk: lst-1933,2. Bsk: Semih Lütfi Kit., Güven Bas., Ist-1943. Üvey Ana 1. Bsk: Hakimiyet-i Milliye Bas., Ank-1933,221 s. 2. Bsk: İnkılâp Kit., lst-1939,223 s. 3. Bsk: İnkılâp Kit., îst-1940,206 s. (Y.T; Ankara-Keçiören-1932). Aysel 1. Bsk: Semih Lütfi-Suhulet Küt., Ist-1933,135 s. 2. Bsk: Semih Lütfi Kit., Ist-1942,114 s. Not: Bu romanm konusu, yazarın 1335/î919’da Cemiyet Kütüphanesi tarahndan neşredilen ICurbağaak" adlı 195 sahifelik hikâyesiyle hemen he­ men aynıdır. Afkm Temizi, Tan Mat., Ist-1937,30 s., (Y.T:Malta-Biledk, 1918/1919 Tan Ga­ zetesinde "Adsız Roman" adıyla neşredilmiştir).

185


Çapraz Delikanlv 1. Bsk: İSM 938.

2. Bsk: Semih Lütfl Kit, Ist-1944. Zekeriyya Sofrası, 1. Bsk: Ist-1938,216 s. 2. Bsk: Semih Lütfi Kit., Ist-1944,215 s, (Y.T: Ankara-1927). Odun KoVtusundaki Hicratv îst-1938, 3. Bsk; sOTtih Lütfi Erdyes Kit., Güven Bas., îst-1942. 4. Bsk: Ist-1968. Giderayak,KanaatKit., Ist-1939,304 s,(Y .T :9 3 8 A.G.). Mezar K azıalan, inkılâp Kit., Ist-1939, s: 152., (Y.T: Dikmen, EylüI-1932). Yayla Ktzt 1. Bsk: inkılâp k it, Ist'l940,168 s. 2. Bsk; Ist-1945, s; 160., (Y.T; Romanın 73. sahifesinde 14 Meırt 1933 kaydı vardır). Bebek, Remzi Kit., Ist-1941,144 s. Bir Şoföı‘un GİzIt Defteri, 1. Bsk: Remzi Kit., Ist-1943,304 s. 2. Bsk: Remzi Kit., Ist-1946, (Y.T: Dikmen, Mayıs-1930, Ankara). Sansaros, inkılâp Kit., Ist-1945, 173 s. (Y.T: Mayıs-1934, Dikmen). Bir Kızın Masalı, Çağlayan Yay., Ist-1945,198 s. Eger Aşk...^, inkılâp Kit., lst-1946,110 s.

Hikâye Kitaptan: Türk Kalbi, Matbaa-i Hukukiye, Ist-1327/1911,182 s. TürkHin Kitabı, Selânik Mat., Ist-1329/1913,231 s. Kuıbağank, (Hakikî ve Millî Büyük Hîkaye), Cemiyet Küt., Ist-1919. Hayattan Hil^yeler, ikdam Mat., Ist-1928,180 s. Demirel-Meçhul Asker-^azi'nin Gizli Ordusu, Ahmet Halit Kit., Ist-1945,64. s. Çocuk Kitapları Serisi: 14. Türk Duygusu, Akba Kit., Ank-1941,151 s.. Aka Gündüz’ün Yurt IGtaplan: 1.

186


D iğer Eserleri: Gazi Muhtar Paşa Hazretlerine Açık Mektup, Zenginler Cetveli: 1, Matbaa-i Âme(^ 1332/1916,14 s. Ebu Hatırat Sait Paşa Hazretlerine Açık Mektup, Zenginler Cetveli; 2, Matbaai Âmedî, 1332/1916,13 s. Katırcıoğlu A va Sultan Mehmet Devrinde, Cem'i Küt., Sada-yı Millet Mat., Ist-1332/1916,160s. Candamarlanmıza Dair tk in d Tetidk: Kırk Müyon Liramızı Çahyorlarl, Milü ve İktisâdi Tetkikler, Ankara-1341/1925,14 s. Yeni Gün Mat. Çocuk kitabı. Resimli Ay Mat., Ist-1928, s; 64. Yazı Kitabı, Resimli Ay Mat., tst-1929, s; 80.

2. Hakkında Yazılanlar: a. Kitaplaı: ERCUN Saadettin Nüzhet, Aka Gündüz, Hayatı ve Eserleri, Ülkü Basımevi, Ist-1937. NAZİF Şahap, Aka G û n d ^ , Hayatı ve Eserleri, 1937. URAZ Murat, Aka Gündüz, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Eserlerinden Parçalar, Semih LütfI Erdyes Suhulet Kit., Ist-1938, Son Devrin Meşhur Şair ve Edipleri Serisi: 5. YÜCEBAŞ Hilmi, Bütün Cepheler ile Aka Gündüz, Hayatı-Hatıralan^Eserleri, Ahmet Halit Yaşaroglu Kâğıtçılık T.L.Ş., lst-1959.

b. Makale ve Yazılan ACAROĞLU Türker, "Aka Gündüz", Ozanlar ve Yazarlar, 2. Bsk: As Bas., !st1967.3. Bsk: Ist-1981,21 s. ADiL Fikret, "Aka Gündüz" Yeni tstanbul, 12.11.1958. AKYUZ Kenan, "Aka Gündüz", Modem Türk Edebiyatmm Ana Çizgileri, DTCF yay., Ank-1979,3. Bsk., s: 182-183.

187


ALTAN Çetin, TCarplç, Aka Gündüz, Nurettin Hoca", T a j, 22.11.1958. AND Metin, "Muhterem Katil", Meşrutiyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Bilgi Bas., İş Bankası Yay., Ank-1971,222-( ) 223 s. ANDAK Sdmi, "Aka Gündüz Vefat Etti", Cumhuriyet^ 8 Kasun 1958. BANARLIN. Sami, "Aka Gündüz", Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, s: 1241'1242. EX)ĞAN Abide, "Aka Gündüz"ün Romanlarında Sosyal Meseleler", Türk Kültürü/Şubat-1988, sayı: 298, s; iD â-lll. DRANAS Ahmet Muhip, "Aka Gündüz'e Dair", Cumhuriyet, 20 Arahk 1958. DRANAS Ahmet Muhip, "Aka Gündüz'e Dair”, D o st c; 3 ,1 6 s, Ocak-1959. ES Hikmet Feridun, "Aka Gündüz Diyor Ki", Akşam, 10.2.939. ES Hikmet Feridun, Buğun De Diyorlar ki.... Remzi Küt., Ist-1932, s: 202-204. EVRIMER Necdet, "Kaybettiğimiz Bir Değer", Son Posta, 26.12.1958, HÜSEYİN Rahmi, "Kurbağacık Hakkında", llerî, 13 Kanun-ı Sani, 1920. KAFU Kadircan, "Aka Gündüz", Tercüman, 8.12.1958. KURDAKUL Şükran, "Aka Gündüz", Düşün ve Edebiyatımızda Şairler ve Ya* zarlar Sözlüğü, Ist'1983, s: 30. KOCATÜRK Vasfi Mahir, "Aka Gündüz", Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yay., Ank-1964,8l4s. MECDI Sadrettin, "Aka'yı Herkes Tanır Ama Hayatını...", Yeni Kitap, S«\e: 2, 13 s, Yü: 1932. MECDI Sadrettin, Sevdiklerimiz, Ist-'1929,55-57 s. M. Nenni, "Aşk ve İstibdat", Kadm Der., No; 30,25 Mayıs 1^5/1909. ÖZCAN Mustafa, "Aka Gündüz’ün Az Bilinen Bir Eseri: Yarım Türkler, M illî Kültür, Eylüİ-1987, s: 58,89-94 s. OZKIRIMU Atilla, "Aka Gündüz", Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, c: 1 68 a SAFA Peyami, "Aka Gündüz", M illiyet 9 Kasım 1958. SEVENGIL Refik Ahmet, "Aka Gündüz Kendi Eserini Oynuyor", Meşrutiyet Tiyatrosu, Milli Eğitim Bas., İst -1968,175 s. UCURCAN Sema, "Aka Gündüz" Türk D ili, Temmuz-1987, s: 487, ^ -4 4 s. URAZ Murat, "Aka Gündüz”, Şair ve Ediplerin Hayatı, Resim li-C^t Yay., îst1969, s: 12-13. ÜNLÜ Mahir-Ö. Özcan,, "Aka Gündüz", 20. Yüzyıl Türk Edbiyatı, inkılâp Kit., lst-1988, s: 122-124.

188


YAKAR Aytekin, "Dikmen Yıldızı", Türk Romanında M illi Mücadele, A.Ü. Basımevi, 1983, s: 130. YAZAR Mehmet Behçet, "Aka Gündüz", Yedigün, c: 14, s: 347,1939. Y ^ T E M Ali Canip, 'Türk’ün Kitabı İçin", Türk Yurdu, c IV, No: 46, s: 771. YÜCEL Hasan-Âli, "Sisler Karşısmda", Cumhuriyet, s: 8.12. .958. Türk Dili Roman Özel Sayısı, s: 154, Temmuz-1964.

189


-V

-rı,a “

Asıl adı Hüseyin Avni iken, Hüseyin Avni Paşa ile karışmaması için Enis Avni’ye çevrilen Aka Gündüz, ede­ biyatımızın hararetli yazarlarındandır. Toplumun mesele­ leriyle yakından ilgilenmeyi yüce bir görev sayan Aka Gündüz, eserleriyle edebiyat tarihimizi yarım yüzyıl gibi uzun bir zaman meşgul etmiştir. İleriye, Batı’ya dönük biri olarak, haksızlık ve adaletsizliklere karşı çıkmış, zavallılan ve düşkünleri hor gören, ezen insanları sert bir dille eleştirmiştir. Bu kitap. Aka Gündüz’ü hayatı, edebî kişiliği, eser­ leri ve eserlerinden verilen örneklerle daha iyi tanıtmayı amaçlamaktadır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.