ADİLE AYDA
(Edebi Hatıralar)
Abdülhak Hamit - Mehmet
Yahya Kema.I Yakup Kadri Ya.zıl Ahmet - Behçet KemaJ - Sa.bahattin Ali - Salih 7.eki Şükôfe Nihal Refik Hitit lsmitil H3.mi Abdülhak Sinasi Celi.I Sahir Halide Edip Cevat Fehmi Peyami Safa - Orhan Seyfi Ahmet Hamdi - Nihal AL-.ız Halide Nusret Emin
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
ANKARA 1984
-
ÖN S Ö Z Bu kitaba koyduğum "Böyk idiler yaşarken" adı okuyu cuya yanlış bir fikir verebüir. Onun için hemen belirtmeli yim ki, kitabın konusu "Edebi Portreler'' değil, "Edebi H<i tıralar"dır. Bir edebi portre çizmek ve konu olarak ek alınan
yazarın hem yüz, hem karakter çizgilerini tam olarak vermek bir çeşit çabayı, araştırmayı gerektirir. Edebi hatıralarını ya zan ise, araştırma yaınnaksızın, ne hatırlıyorsa onıu yazar. Di
ğer
taraftan, txlebi portrede portreyi çizen kalemin sahibi sah
ne dışında kalmağa mecburdur. Haibuki, edebi tür'lerden biri ni oluşturan "Hatıra", bir hikfrye niteliğinde olduğundan ve
drar 3
matik unsurlar taşıdığuıdan) hatıralarını anlatan yazar) o"lay ların gelişmesini yansıtabilmek için) sahne.de kendisine de gö rev verir. Çünkü hdtıra yazarı tanıttığı kimseyi onunla. ilişkileri sonucunda tanımıştır. ilişki olan yerde en az iki kişi bulunur.
Bir gerçek daha vard1T : Hatıra"lar bir çeşme gibi akarsa)
zaman aynen canlanır. " ... Suyun şu kadarını akıtayım şu kadarını alıkoyayım..." demek olmaz. "Aman, tevazıu'a aykı
gcçmi.J
•..
rı olmasın! Aman, övünür gibi yapmayım !" şeklinde kısıtla
yıcı ve sınır "layıcı düşünceler de kalemi kısırla.5tırır. Bu kitaptaki hdtıraların çoğu yarım yüzyu öncesine ait tir ... yarım yüz yıl öncesi 1ci, benim için dün gibi taze! Bunların
bir bölümü, 1915 ile 19�18 arasında "Hisar" derqisinde yayın lanmıştı. Kitaba aldığım
20
yazarı seçerken, bunların birinci sınıf
yazarwr -olmasına veya) hiç değilse, bir tarzın, bir ekolün tem silcisi bulunmasına özen gösterdim. Yoksa, çok iyi tanımış ol
duğum As af Halet Çelebi, E.vat Mahmut Karakurt gibi ikinci sınıf sayılabilecek yazar"ları da almış olsa idim, tanıtılanların sayısı otuza, belki kırka çıkardı. Görüle.ceği gibi, son fasıl kitabın adına çok şükür uyma maktadır. Çok şükür diyorum, çünkü değerli şair Halide Nus ret Zorlutuna, bütün canlılığıyle aramızdadır. Bu kitabın bazı sahifelerinde, rahmetli babamın gölgesi,
arka pldnda da olsa, sık sık
kendini göstermektedir. Sevgili
Şüküfe Niha"l'inki de ... Tanıttığım ünlü kimselerin çoğunu on lar sayesinde tanıdığım için, bu kaçınılmazdı. Kitaba konu olan yazarları nasıl
tanıdım.sa, öyle tanıttım, hepsini anlattım,
onlar hakkında ne biliyorsam, ne duydumsa.,
meziyetleri de, kusurlan da. .. Zannedersem, bu bizdeki gelenek lere ayk'"ırtdır. Bizde bir yazarın e8eri beğentlirse, göklere çıkarılır.
4:
kişiliği de
Bu arada, kitapta tanıttığım kimselerin kişiliğini vasıf
landırırken, milletsever olup olmadıkları üzerinde de durdum, ki bu bazılarınca edebiyata ideoloji karıştırdığım şeklinde yo
rumUınabilir. Fakat yirminci yüzyılın ikinci yarısında ideolo jinin kazandığı önem bakımından, hakkında hatıralarımı anUıt tığım yazarların milrı duygular açısından görüş ve davranışla rına işaret etmese idim, karakterlerindeki bir çizgi eksik kalır dı. Dante hakkındaki bir yazıda kendisinin "gelf" okluğunun zikredilmeden geçilmesi gibi •..
Çeşitli yazarlarla karşılaşmalıırımı anlatırken, pek tabii olarak, yılların akışını takip ettim. Bu bakımdan yirmi defa kendi hayatıma da değinmek mecburiyeti yüzünden, tekrarla ra düşmüş olabilirim. Kitabın bu ve ba..Jka kusurlarını ZUtfedip bağışlamalarını sayın okuyucularımdan dilerim. Adile
Ayda
5
ABDÜ L HAK
HAMİT
TAR H A N
Ab dülhak Hamit Çok mutluyum ki, 19 uncu yüzyıl yazarlarından sayılma sı gereken .Şair-i-8.zam'ın son yıllarına yetiştim. ve kendisiııi yakından görmek, az da olsa, konuşmalarını dinlemek fırsatını buldum. Gerçi Abdülhak Hamid'i ilk göriişüm uzaktan oldu. 1 Ka
sım 1931 günü idi. İlkbaharda seçimler yapılmıştı ve yeni mec Hsin açılışı olacaktı. Annemle ben dinleyici tribününde idik. Eski Meclis binasının dinleyici tribünü yanda değil, salonun arkasında bulunuyordu.
9
Her ülkede parlamenter gelenektir : Seçimlerden sonraki başsız Meclislerin ilk toplantısına en yaşlı üye başkanlık eder. Tribünde sağımda solumda "Abdülhak Hamit" diye fısıltı du yunca, dikkat kesildim. Boynunu ve sırtını dimdik tutan zarif
bir ihtiyar Başkanlık kürsüsünün basamaklarını çıkıyordu. Ben görmedim amma sonradan görenler söyledi : Basamakları çık mağa yarclım etmek için, ön sıradaki bir "mebus" yanına ko şup kolunu uzatmış, şair yardımı reddetmiş. Hesaba göre, Ab dülhak Hamit o zaman 19 yaşında idi. 1928'de milletvekili ol muştu. Yani üç yıllık meclis tecrübesi vardı. Onun için, çok tabii ve rahat bir şekilde kürsüde yerini aldı. Ancak : "Büyük Millet Meclisinin falanca devresinin ilk içtimaını açıyorum" dediği zaman, sesinde heyecan seziliyordu. Belki de, solunda ki yüksekçe balkondan her şeyi dikkatle takip eden "Gazi" nin bakışını üzerinde hissettiği için... Abdülhak Hamid'in Meclise, iki üç dakika da olsa, baş kanlık etmesi onu birinci plana çıkarmış ve o günlerde kendi sinden söz edilmesine vesile olmuştu. Kendi duyduklarıma an nemin ve babamın duydukları eklenince, şairin özel hayatım• dair bir şeyler öğrenmiş oldum. Söylenenler şunlardı : Şairle Lüsyen Hanım Maçka Palas'taki evlerinde göze batacak ka dar lüks hayat yaşıyorlarmış. Bu kadın bir edebi salon sahibi olmak iddiası ve bahanesi ile şairi yoluyormuş. Bu defa da, onu maddeten yıkacakmış. Yedi yıl Avrupa'da süründükten sonra süklüm püklüm geri dönen bu vefasız kadını affetmek le şair kendini cok kücük düsürrnüşmüş. Bu kadar küçük dü şen bir
adamın Şair-i-azam'Iığ·ı nerede
imiş?... Bu sözlerde
açıkça kendini gösteren bir çekememezlik vardı.
Ben
hisseder:
gibi oluyordum ki, bu çekememezlik bile, Abdülhak Hılmid'in büyüklüğüne bir delildi. .
.
.
Abdülhak Hamid'i ikinci görüşüm 1932 yılında oldu. Bu arada az kalsın Büyük Şairin gelini oluyordum .. Nasıl mı? istemesem de, sıkılsam da, şairle görüşmemin hikayesinden çı kan manayı belirtebilmek için, bunu anlatmak zorundayım. Ben o yıllarda, Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi idim. Sıra ar kadaşım, Şa.ir-i-azam'ın torunu, Tank
adlı
kibar bir çocuktu.
Bilindiği gibi, bir çok defalar evlenen şairin ancak Makber'i ilham eden Fatma Hanımdan çocuğu olmuştur. Tarık, şairin Hamide adlı kızının oğlu idi. Hukuka devam ettiği sırada, ayni zamanda Dışişlerinde memurdu. Yetişme bakımından aramızda bir yakınlık vardı. Çünkü o da bir Fransız lisesinden,
Sen
Jozef'ten mezundu. Samimi arkadaş oluşumuzun bir başka se bebi de şu idi : Tarık, benim Fransız okulundan bir arkada şımla evli idi. Büyük şairin bu torunu Dışişlerinde güzel bir kariyer yaptıktan ve Helsinki ile Lizbon Büyükelçiliklerinde bulunduktan sonra, genç yaşta vefat etti. Her ne ise, 1932 yılına .dönelim. O sıralarda Tank'ın, ken disi gibi Dışişleri memuru olan genç ve bekar bir akrabası varmış. Bir dış görevden yeni dönmüş olan bu yakın akrabası fazlaca içkiye düşkün olduğu için ailesi, evlenirse ıslah olur ümidi ile, kendisini başgöz etmeğe karar vermiş ve iyi aileden bir kız aramağa başlamışlar. Tank da, hanımının telkini ile, benim adımı öne sürmüş. Evlilik adayı günün birinde fakülteye çıkageldi. Tanıştırıldık. tyi numara almış olacağız ki, o gün den sonra genç adam sık sık fakülteye gelmeğe, hatta mektup yazma.ğa başladı. Çok geçmeden babamın Meclis'ten arkadaşı olan tanınmış bir zat araya girip, resmen 8.ilenin evlenme tek lifini bildirdi. Ancak teklifi yaparken, adam boş bulunup şöyle bir cümle eklemiş : "Abdülhak Hamit Bey bu işi çok istiyor. istiyor ki, oğlan yalnızlıktan, serserilikten kurtulsun". "Serse rilik" kelime.si bizi kuşkulandırdı ve, soruşturma neticesinde, olumsuz kararımızı verdik.
11
Işte o günlerde biz, İngiltere Büyükelçiliğine çaya davet edildik. O zamanlar henüz 6 ile 8 arasında geçen kokteyl-par tilerin modası çıkmamıştı, 5 ile 7 arasında olmak üzere, çay zi yafetleri verilirdi. Bu ziyafetlerde "ponç" adlı içki de ikram edilir, fakat esas olarak çay içilir ve tuzludan çok tatlı şey ler, çeşit çeşit pastalar yenirdi. Sefaret çaylarında orkestra da bulunur ve dans edilirdi. Annemin fransızcası zayıf olduğu için, öyle yerlere git mekten hoşlanmazdı. Bu sebeple, babam "dame" olarak, he men her zaman beni götürürdü. Davete gider gitmez, babamla ben, adetimiz üzere, ayrı gruplara karıştık. Bir aralık babamın Abdülhak Ha.mit Beyle bir köşede konuştuklarının farkına vardım. Şair, dil dökerce sine bir şeyler söylüyor, babam bir şey demeden dinliyordu. Sonra biri geldi, bir şey söyledi, dikkatimi başka tarafa çekti. Büfeye gittik. Bir iki defa dans ettim. O gruptan bu grupa geç tim. Böyle yerlerde grupların nasıl kurulup nasıl dağıldığı ma lfım. Bir aralık kendimi Şair-i-8.zam.'ın etrafında toplanmış grupta buluverdim. Bu ünlüler ünlüsü adaµıa bakakalmışım : Çizgili pantalon üzerine Jaketatay (Jacqette iı. taille) denilen arkası uzun ceket giymişti. Yaka.sının iliğinde beyaz karanfil vardı. Bunu ya evde takıp gelmişti veya o devirde bir çok er keklerin yaptıkları gibi, çiçek tarlası halindeki büfe masasın dan alıp yakasına iliştirmişti. Tek gözlüklü idi. Her halinden aristokratlık, kibarlık akıyordu. Diplomatik ziyafetlerin hava sına çok alışık bir insan haliyle, kesik kesik konuşuyor, şuna buna iltifatlar yağdırıyor, espriler yapıyordu. Ben de konuş malara bir iki defa kaWdım. Bu arada, Türkiye'ye yeni gelmiş Polonya Sefirinin büyük şairimizin kimliği hakkında bilgisi ol madığını ve kendisine hep "Monsieur le Depute" diye hitap et tiğini görünce, milli iftihar duygusu ile şöyle dedim : 12
- Savez-vous que Monsieur le depute est notre Victor Hugo ?
(Biliyormusunuz ki, Sayın milletvekili bizim Victor
Hugo'muzdur ?) Şıi.ir, hayret ve memnuniyetle yüzüme baktı. Benim sözle rim başkaları tarafından izahlara yol açmıştı. Şair, bunları gü .lümseyerek dinliyor, gözünün ucu ile de beni süzüyordu. Bir aralık kendisinin İngiliz Müsteşarının kulağına eğilip bir şey söylediğini gördüm. Bunun üzerine Müsteşar beni takdim etti : - Mademoiselle est la fille du Professeur Maksoud.i (Ha nımefendi Profesör Maksudi'nin kızıdır). Abdüllak Hamit Bey bir kötü haber almışcasına : - Quel Professeur Maksoudi ? (Hangi Profesör Maksu di ? ) diye feryad etti. Tabii bu bir soru değil, hayret ifadesi idi. Ben yavaşça gruptan ayrılırken, şairin bakındığını, arandığını gördüm. Ba bamı bulup da konuşmağa başladıkları zaman babam, çok lı1zumsuz olarak, beni gözleriyle yanına çağırdı. Yanlarına var dığıında şair babama şöyle diyordu : - Sadri Beyciğim, o iş yokmu, o iş, ben ondan va.z geç tim... Bilmiyordum... Varsın oğlan kendine başka kız bulsun... Ben bu inci gibi kızı yakınağa kıyamam. Bu cümleyi buraya yazarken, derin mahcubiyet duyuyo rum. Ne yapayım ki, aynen böyle söyledi.
Değiştirerek naklet
mem doğru olurum idi ? Olmazdı her halde ... Esasen burada önemli olan benim hakkımda şu veya bu sözün söylenmesi de ğil, Abdülhak H3.mid'in dürüstlüğü ve büyüklüğüdür. Çünkü vicdani bir düşünce ile 8.ile
menfaatini bir çırpıda feda edebi
len bir insan büyüktür.
. ..
13
Büyük Şairi üçüncü goruşum 1936 yılının sonbaharına rastlar. Bu arada ben Türk Edebiyatı ile ilgilenmeğe başlamış, Abdülhak Hamit hakkında bir şeyler okumuştum. Babamla Köprü'den Büyükada vapuruna biniyorduk. Hu susi mevkide yer kapalım diye acele yürürken, Birinci mev ki salonunun ön sıralarından birinde Abdülhak Hamit Beyi gö rüp durduk. Babam hemen şairin yanındaki boş yere oturdu. Ben de onların karşısındaki daracık bir yere sıkıştım. Unut tuğu için mi, yoksa öylesini münasip gördüğü için mi bilmi yorum, şair bana karşı hiç ilgi göstermedi. Bütün iltifat baba ma idi. Dediğine göre, Meclisteki bir konuşmasını çok beğen mişti. İki milletvekili İsmet Paşa - Hikmet Bayur çekişmesi gi bi Meclis dedikodularını tükettikten sonra, dünya ahvaline geç tiler. İspanya iç savaşı, Hitler'in politik başarıları, Sekizinci Edvard'ın maceraları, İngiliz dış politikası ... derken ikisinin de tanıdığı İngiliz şahsiyetlerine sıra geldi. İkisi de benim hiç adını duymadığım bir Lord Cromer'in medhini tutturdular... Hiç edebiyattan, şiir ve sanattan söz edilmediği halde, gittikçe sohbete şair hakim oluyor, babam hayran hayran dinliyordu. İngiliz demokrasisinden eski Atina demokrasisine geçildi. Hay ret
!
Bu şair bize Hukukta, Hukuk tarihi dersinde ezberletilen
şeylerin hepsini biliyordu. Fakat bilmek bir şey değil, bildik lerini biribirine bağlıyor, ilişkiler kuruyor, sonuçlar çıkarıyor du. Hatta şimdi anlıyorum ki, kehanetlerde bulunuyordu. "Hit ler Yahudileri eziyor amma kendisi Yahudi Bankaları altında ezilecektir" diyordu.
Sonra,
beklenmedik
karşılaşbrmalarda,
benzetmelerde bulunuyordu. Tarih bir denizdi. Olaylar med ve cezir kanununun hükmüne tabi idi. Batıdan Asya'ya gelen Bü yük Iskender'e ve arkasındaki insan dalgalarına Attila ve or duları Asya'nın cevabı idi. Ben . gözleri kamaşmış bir insan gibi dinliyordum. Şair ise, ilgi ile dinlenmekten memnundu. Sadece gözlerinin içi de-
14
ğil, sanki bütün yüzü parlıyordu. Bir zeka, bir deha kanatlan mış uçuyordu. Kafasının duruşunda, ellerinin hareketlerinde krallara yaraşır bir asalet vardı. ... Vapurun Büyükada iskelesine çarpması ile kendime gel dim. Yolcular ayağa kalkmağa başlamıştı. Bir buçuk saatin geçtiğini farketmemiştik bile. Vapurun sarsılmasiyle, herkes gibi, büyük şair de sarsıl dı. O zaman acaip bir şey oldu. Büyük şairin yüzüne bir biça relik, bir ızdırap ifadesi yayıldı. Sağında solunda 6astonunu aradı. Bulunca da, güç bela yerinden kalktı. Fikrin, ruhun sal tanatı sona ermiş, maddenin sefaleti başlamıştı. Seksen dört yıllık eskimiş vücut artık vazife görmek istemiyordu. Ayak larını sürüyerek, güçlükle. adım attığını görünce, babam bir koluna, ben bir koluna girdik. Bereket versin kendisini kar şılamağa gelenler vardı. Bir bitkin ihtiyarı, harabe halindeki "Şair-i-azam"ı onlara teslim ettik. İskeleden çıkınca, babamla ben bir müddet konuşmadan yürüdük. Tanık olduğumuz sahnenin, ruh ile madde arasındaki çelişkiyi gösteren manzaranın etkisinden kurtulamıyorduk. Hayli yürüdükten sonra, babam şöyle dedi : - Ben, Abdülhak Ha.mid'i sadece şiir zannediyordum. O ayni zamanda filim ve mütefekkirmiş.
Evet, babam onun için "ayni zamanda" filim ve mütefek kirmiş, demişti..Şimdi düşünüyorum da, babamın yargısı doğ ru fakat eksikmiş. Şair, ayni zamanda bilgin ve düşünür de ğil, bilgin ve düşünür olduğu için büyük şairmiş. Hayatta iken bile "ş8.ir--i-azam" unvanını kazanmış olmasının sırrı da burada. Onun ''TB.rık", "Eşber" gibi dramları ne kadar geniş kili ttir ve tarihi bilgi yükü taşımaktadır ! Fakat Hamid'i büyük,
1!5
en büyük yapan özellik, zannedersem, dünya, hayat ve insanlı ğın tarihi hakkında kafa yormuş bir düşünür oluşudur. Ona ::;iirlerinde, piyeslerinde "Zafer veya hiç !" gibi beklenmedik, düşündürücü, ufuk açıcı sözler söyleten etken hayat karşısın
daki felsefi tavrıdır. Hamid'in felsefi görüşü zaman bakımın dan geniş olduğu gibi, mekan bakımmdan da geniştir. Bu adeta kosmik bir görüştür. Şair yerden göğe değil, bir kartal gibi gökten yere bakıyor . "Baladan sesler" duymak, Kainatın un surları ile, güneşle, yıldızlarla oynamak, göklerin sakinleri ile senli benli olmak onun için tabiidir. Bu satı rlar ı yazarken, nedense -her halde vaktiyle dik
katimi çektiği için veya akılda kalması kolay olduğu için şfı.iri n şu iki mısraı geliyor kalemimin ucuna :
"K1z, git, gelme bana, havaya kalbol, ""Jit bir melek ol, semaya kalbol ..."
16
il
M E H M ET
E MÄ° N
YU R DAK U L
Şair Mehmet Emin Bey Bu yazının başlığını "Mehmet Emin Yurd.akul" diye koy mak için kendimi çok zo:rladım, fakat yapamadım.. Sanki yü ce bir insana saygıda kusur edecek, hitırasını küçültecek, ru hunu incitecektim. "Bey" demem şüphesiz
dil alışkanlığından.
Ya şairliğini belirtmeğe ne llızum var, herkes bilmiyor mu ? diyeceksiniz. öyle amma, Milli ŞB.iri tanıdığım ve soyadlarının henüz bulunmadığı yıllarda başka ünlü Mehmet Emin'ler de vardı. "Şiir" gibi, "sosyolog'' gibi ekleme adlar soyadı yerine geçiyordu.
. 1 9
... Bir çok tanııınuş kimseler gibi, şair Mehmet ıEmin Beyi de babam sayesinde, babamın çevresinde tanıdım. Birbirlerini
pek sever ve sayarlardı. Fakat hayır. Aralarındaki yakınlık
sevmenin ve saymanın ötesinde ve üstünde bir şeydi. Karak ter, kafa, yetişme, tahsil, hayat görüşü, üslup, ifade bakımın
dan birbirinden tamamen ayrı olan bu iki insan arasındaki dost luk bağı Türk tarihinin derinliklerinden kökünü alan, birbirini kutsal görme derecesine varan bir karşılıklı duygu idi. Ba
bam için Şair Mehmet Emin Bey Osmanlı lmparatorluğu için de ilk defa Türklüğünü gururla haykırmış bir kahramandı, yani Türklük şuurunun sembolü idi. Şair için ise babam tarihteki sayısız Türk devletlerinden birinin Başkanlığını yapmış bir ta
rihi şahsiyet ve ayni zamanda uzak Türklüğün, Orta Asya'nın bir temsilcisi, bir elçisi idi. Şair Mehmet Emin Bey'i sık sık evimizde gördüğüm. yıl
lar 1927 ile 1931 arasındaki yıllardır. O yıllarda o da, babam da Türk Ocakları Ilim ve Hars Heyetinde üye idiler. Ayrıca Atatürk'ün sofrasında buluşurlardı. Şair o zamanlar Şebinka
rahisar mebusu, yani milletvekili idi. Ailesini Ankara'ya getir memişti. Aşağı yukarı bugünkü Stad Oteli'ni.n bulunduğu yer deki Belvü Palas Oteli'nde kalıyordu. Habrladığıma göre, ayın iki haftasını Ankara'da, iki haftasını 1stanbul1da geçiriyordu. Bize geldiği zamanlar, ilk yaptığı iş misafir odamızın en gö
rünür
yerinde asılı duran kendi resmine, memnun bir gülüm
seme ile bakmaktı. Resmin altında uzun, candan
ithafı
vardı.
Şair bir çok şiirlerinin müsveddelerini bizde okumuştur. Şiirlerini okurken bembeyaz ve biçimli bir sa.kalın çerçeveledi
ği,
çocuk teni kadar beyaz pembe olan nurlu yüzli biraz daha
aydınlanır, temiz, beıTak, saf bakışlı gözlerinde ulvi manalar
dolaşırdı. Koltukta dik vaziyette iyice yerleşip, başını hafifçe
yukarı kaldırdıktan sonra, bir eliyle şiirlerin yazılı olduğu ufak kağıtları tutarak, öteki eliyle de, şürin mini.sına veya tempo-
20
suna göre bir takım hareketler yaparak, kalın ve sevimli se siyle okumağa başlardı. Şiir arada bir, mısraların arasında du rarak, hafif bir şapırtı çıkaran dudak sesiyle etrafa bakar, kendisine bir şey söylenmiş gibi "Efendi.m ?" derdi. Babam şiirlerini övdüğü veya tarihi rolünü hatırlatbğı za man da şöyle cevap verirdi: "Her şeyi üstadıma borçluyum. üstadım, manevi pederim, rehberim Şeyh Cemalettin Efgani Hazretleri idi"... Ulakbaşı denilen birinin oğlu olup, Afganistan Türklerin den bulunduğu şüphesiz olan ve Ziya Gökalp'ten 30 yıl önce Türkçülüğün Esaslarını ortaya koyan bu Şeyhin, çok erken dünyaya gelmiş olmak yüzünden, çağdaşları tarafından anlaşıl mamış ve doğru şeyler söyleyerek sömürgecilerin ve hükümdar ların rş.hatını bozduğu için, dokuz köyden kovulmuş bir insan olduğu anlaşılıyordu. Babamın şiirden, gençliğinde yazdığı ünlü şiirlerini oku masını istediği de olurdu. Şair büyük bir zevk ve mutlulukla, kendisini Milli Şair yapmış olan mısraları, ezbere okurdu. Bu mısralar okunurken, estetik güzellikleri önemsiz, teknik usta lı.klan anlamsız bırakan bir epik ve milli heyecan rüzgirı oda da esmeğe başlardı : Ey milletim! Sen bundan tamam beş bin
yıl evvel
Altaylar'da yaşarken, Tanrı'n sana dedi ki "Ey Türk ırkı bu yerdetn Güneşlere süzülen lcartal gibi uç, yüksel! Senin her bir kuvveti ram edici ellerin Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak; Sana
Çin'in, /ran'ın, Ilind/in, Mısr'ın, her yerin
Er isteyen tahtları kollarını açacak"
21
Bir gün şfilr bize geldiğinde, ben de bir arkadaşıma git meğe hazırlanıyordum. Odamda süslenip püsleniyordum. Hiz metçi "Babanız sizi çağırıyor" diye haber getirdi. İçeri girdik, ş.8.irin elini öptük. Babam dedi ki : "Bak kızım, Mehmet ıEmin Bey çok kıymetli müsteşrik mektuplan getirmişler, fransızca olanları senin okumanı arzu buyuruyorlar. Gel, otur." Baktım, şairin elinde bir yığın eskimiş, sarannış zarf. Çabuk kurtula mayacağım... "Anneme bir şey söyleyim, geleyim" diye iki dakika ayrıldım ve (anneler her türlü güç durumlara çare bul mağa mecbur oldukları için) ne yapıp yapıp, muhakkak arka d�ıma haber yollamasını, gelemeyeceğimi bildirmesini söyle dim. Arkadaşımın telefonu olmadığı için ve hizmetçi de öyle iş leri beceremediğinden, zavallı annem komşuların bahçıvanını buldurup, onunla haber göndermeğe mecbur olmuş. Ne ise, ben geri gelince, ş8.ir memnuniyetle gülümsedi : "Gel kızım, gel, bak gavurlar ne kadirşinas adamlar! Benim için neler yazmışlar ! " dedi ve bana ilk zarfın içindeki mektu bu uzattı. Bu mektuplar 1900 da "Türkçe Şürler" çıktıktan son ra, bugünkü tabirle Türkologlar tarafından şaire gönderilmiş tebrik ve teşvik mektuplan idi. Bir kısım bilginler mektuplarını türkçe olarak yazmağa gayret etmişlerdi. Fakat o zamanki mil: letlerarası dil fransızca olduğu için, Alman, Macar, Rus Türko loglarının çoğunun mektuplan fransızca yazılı idi. �airin elin de her birinin tercümesi vardı. Daha önce bunların babama okunmuş olduğu bab amın halinden belli oluyordu. Fak.at şair o gün kendisine bir zevkli oyun, bir eğlence ikram etti. Her mektubu bana önce fransızca olarak okutuyor, sonra türkçeye Çevirtiyor, sonra da elindeki tercüme ile karşılaştırıyordu. Mem nun, mutlu idi. Ben, o zamanki kuş beyinii kafamla sabırsızla nıyor, lüzumsuz uzatmalara içimden kızıyordum. Düşünmüyor dum ki, milletinin duygularını, elemlerini dile getirmiş olan bu veliler gibi temiz ve asil insanın, her türlü maddi zevkten mah22
rum hayatında, o gün yaşadığı mutluluk dakikaları bütün bir ömrün mükafatı idi. Mektupları o zamanki acemiliğim.le türkçeye çevirdikçe, bir şeye hayret ediyordum : Bu, Batılı bilginlerin şairi övme leri değil, tayin edemediğim başka bir şeydi.. Sonunda, okuma lar ve çevirmeler bittikten sonra, babam içimdeki duyguyu ifa de eden şu cümleyi söyledi : "Bu adamlann hepsi Türk diline aşık". Şair Mehmet Emin Bey övülmekten, sevilmekten hoşlan dığı gibi, kendisi de kolay hayran olan, hayran olmağa, itimat etmeğe, güvenmeğe, sevmeğe ihtiyaç duyan bir insandı. Son suz hayranlık beslediği insanlardan biri de o zamanki Türk Ocak.lan Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey'di. Pek çok par lak sıfatları ve yüksek meziyetleri kendinde toplamış, milletve
killiği ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, daha sonra.ki yıllar da Büyükelçi olacak olan bu zat yakışıklı. erkek, parlak hatip ve idealist bir türkçü idi. Bir çok meselelerde, şairin kendi fik rini söylemesini herkesin beklediği zamanlar o söze şöyle baş lardı : "Hamdullah Suphi derki..." Bu onun alçak gönüllülüğü
nü gösterirdi. Şair olmaktan gurur duymakla beraber, bir dü şünür, bir politikacı olmak iddiasında hiç değildi. Millet Mec lisi'ndeki bir cevabı meşhurdur : Bir gün kürsüye çıkıp uzun uzun konu dışı konuşmağa başlayınca, etraftan bağırırlar : - Sadede gel, sadede (meselenin özüne) Şair istifini bozmadan, sakin ve tabii bir sesle şöyle ce vap verir: - Sadede benden sonra.ki arkadaş gelecek. 23
Şair bu temiZ' kalpliliği yüzündendir ki, Serbest Fırka fır tınasının kurbanlarından olmuştur. Bu fırtına Ankara'da değil, Yalova'da esti.
.
.
.
... 1930 da Yalova'da banyo tesisleri ve Termal Oteli yeni yapılmıştı. Gazi Paşa (henüz Atatürk değildi) o yazı Yalova'da geçiriyordu ve "Bir çeşit Akademi" diye nitelenmiş olan ünlü "Atatürk Sofrası" Yalova'da kuruluyordu. Babamın kolayca kütüphanelere gidip gelebilmesi için o sene Istanbul'da yazlığa çıkmamış, Taksim Meydanı'na yakın bir yer kiralamıştık. Fa kat babamın o sene çalışması pek mümkün olmadı. Çünkü sık sık Yalova'ya, sofraya çağrılıyordu. Bazen orada bir iki gün otelde kalmağa mecbur oluyordu. Yazın ortasına doğnı gazete lerde Serbest Fırka haberleri yer almağa başladı. Fakat babam Serbest Fırka'nın kuruluşunu ve gelişmesini Atatürk'ün sofra sında takip etmişti. Bir aralık bizlere bu konudaki kanaatini kısaca, şu cümle ile özetlemişti : "Gazi Paşa galiba İsmet Pa şa'yı devirmek istiyor." Babamın o zamanki bu kanaatinin ve ya hükmünün doğru olup olmadığı aslında bugün bile bilinme yen bir şeydir. Babam bir gün Yalova dönüşü dedi ki : "Fırka'ya Milli Şair de girdi."
17
yaşın toyluğu ile bu haberi
önemsemedim.
Zaten, gazetelerde politik haberleri okumaz, Aka Gündüz'ün fa lan tefrika romanl arını okurdum. Sonbaharda Ankara'ya döndük. Günlerden bir gün Meh met Emin Bey çıkageldi. Rüzgar gibi içeri girdikten sonra, ba bamla karşılaşınca, şöyle bağırdı: "Aşkolsun,
Sadri Bey, aşkol
sun. Sen bana bunu yapacak mı idin?" Sonra, babamın çalışma odasına girdiler. Ben içeri girmeğe cesaret edemedim. Şi.ir git tikten sonra annem de, ben de sorduk :
- Niye aşkolsun, diyor, ne olmuş? - Sormayın, dedi babam, şiir bana darılıyor, niçin Serbest Fırka'ya girmeme mani olmadın, diye. Ve bizlere yazın Yalova'da Gazi'nin sofrasında geçen, Ser best Fırka'nın tarihi bakımından önemli bir sahneyi anlattı : O
gece Gazi sofrada bulunan herkese, sıra ile, Fırka'ya girip girmeyeceğini sormuş. Kimine "Girecek misin?", kim.i ne "Girer misin?" diyormuş. Babamla şiir karşılıklı sıralarda, fakat masanın ayrı uçlarında oturuyorlarmış. Mehmet .Emin Bey'e sıra babamdan evvel gelmiş. Gazi "Girer misin ?" deyin ce "Emredersiniz Paşam" diye cevap vermiş. Babam da, ken disine sıra geldiği zaman; "Zatı-Devletlerinin Fırkasında kal mama müsaade buyurun" dem.iş. Çünkü o günlerde bazı şeyle rin kokusunu almağa başlaınış. Şimdi şiir babama diyormuş ki : "insan uzaktan bir işaret yapmaz mı ? Bana durumu belli etsen olmaz mı idi ?" Allahtan bunları gerçek dargınlık ve kırgınlıkla değil, üzüntüsünü paylaşmak. kabilinden söylemiş ve babam da: "Na sıl yapabilirdim ? Gazi ikide birde yüzüme bakıyordu" diyerek. şairi yatıştırmış ve her zamanki gibi dost ayrılmışlar. Serbest Fırka fırtınasından bir kaç ay sonra milletvekili seçimleri olacaktı. Şair seçildi mi, seçilmedi mi hatırlamıyorum. Fakat seçilmemekten büyük endişe duyduğunu, konuşmalann da hep bu konu üzerinde durduğunu anlatmışlardı. .
.
.
Atatürk'ün sofrasında geçen bir başka sahnenin ayrın tılarını da babam bana anlatmıştı: Serbest Fırka hikayesinden beş altı ay evvel, yani 1930 yılının başında, Atatürk sofrada Türk Ocak.ları'nın çalışma25
larına ilgi gösterir, daha doğrusu ilgi göstermekle söze baş lar ve sonra biraz sert bir sesle : - Ne yapar bu İlim ve Hars Heyeti? diye sorar. Etraftakiler
bir
azar tonu ile sorulmuş
bu soru karşı
sında şaşırırlar. Atatürk de şöyle devam eder : - Haydi diyelim ki, ilim mensupları tarihimizi araştırı yorlar. Ya Hars'ı temsil edenler? Onlar ne yapar? Gazi
bu soruyu bilhassa Mehmet Emin Bey'e
bakarak
sorar ve ısrarla : - Evet, ediplerimiz, şairlerimiz ne yapıyorlar? "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur", anladık. Fakat o zamandan be
ri koskoca bir istiklfil Harbi, bir Milli Mücadele geçirilmiş. Ha ni bunu mevzu yapan milli şairlerimizin milli şiirleri? Mehmet Emin Bey, bu sözler karşısında bayılacak gibi olur, dili tutulur ve cevap veremez. Fa:kat kendisini Milli rŞair'i korumakla görevli sayan Hamdullah Suphi Bey şöyle der : - Türk milletinin tstiklfil Mücadelesi başlıbaşına bir des tan mevzuudur. Destanlar ise uzun çalışmalarla meydana gelir.
Firdevsi Şehname'yi 30 yılda yazmıştır. Elbette Milli Şairimiz
Türk'ün Epopesi'ni yazmağa başlamıştır bile... Atatürk "öyle mi? der gibi şaire bakınca, o da şu sözleri söylemeğe mecbur olur : - Milli kahramanları terennüm etmek biz şairlerin vazi fesidir. Benim de en büyük emelim budur. Yeter ki, kalemim sizin yarattığınız harikaları anlatmağa layık olsun... Aslında, bu konuşmaların geçtiği geceden iki yıl önce Şair Mehmet ıEmin'in "Mustafa Kemal" diye uzun bir şiiri yayınlan mıştı. Ve şüphesiz imzalı olarak Gazi'ye takdim edilmişti. Ga zi bu şiiri, her halde, ya beğenmemiş, ya da yeterli bulmamış-
26
tı. üçüncü ihtimal de kendisi hakkındaki şiirin, İsmet Paşa'ya ithaf edilmiş olmasından hoşlanmayışı olabilir. Şair bunu, bel
ki de. her iki büyüğü memnun etmek düşüncesi ile yapmıştı amma yaptığı, Gazi açısından, bir gaftı. Halbuki şiirde adam
akıllı güzel mısralar vardı : Bu susmaz, bu yanık sese doğru sen Beklenen bir resul ruhuyle geldin. Bir siyah gecenin karamığırıdan Bir sabah yıldızı gibi yükseklin. Acaba Türkiye'nin kurtarıcısı bir Resule benzetilmeği ken di askeri şanı ile bağdaşmayan bir teşbih olarak mı görmüştü? Yoksa. şiirde Osmanlı Padişahların övülmesi Cumhuriyetin ku rucusuna yersiz gibi mi gelmişti? Yapılabilecek tahminlerin so nu yoktur. Mehmet Emin Bey Gazi'ye yazacağını vadettiği epope ile yıllarca uğraştı durdu. Rahmetli babamın evrakı arasında bulduğum ve 28 Hazi ran
1931
tarihini taşıyan bir mektubunda şfilr şunları yazıyor :
"Henüz epopeye başlamadım. Sizin neşredeceğiniz tarihi bek liyorum. Bu zamana kadar b�ka milletlerin epopelerini müta lea ve tetkikle uğraşıyorum ...
"
Atatürk öldükten sonra, şair bu uğraşmasına son verdi. Yazdığı kadarını da "Ankara" başlığı altında yayınladı. Büyük Turan şairi
1944
yılının başında, Turancılara cani muamelesi
yapıldığını çok şükür görmeden vefat etti.
111
YA H YA
K E M AL
B E YATLI
Yahya Kemal Yahya Kemal ile 1947 sonbaharında tanıştım. Fakat daha önce de kendisini yakından ve şahsen tanıyor gibi idim. Çünkü babam onu bana bir çok defalar anlatmıştı. O ve babam yük sek öğrenim yıllarını beraber geçirmişler, teklifsiz ve samimi bir şekilde arkadaşlık etmişler. Yirminci yüzyıl başırun Birinci Dünya Savaşına kadar ge çen yıllarına "La belle epoque", güzel devir, demek adettir. tş te genç Yahya Kemal ile genç Sadri Maksudi bu güzel devri Paris gibi güzel bir şehirde birlikte geçirmişlerdir. Ne yazık ki, kronik bir şekilde meteliksiz olarak... 31
Bilindiği gibi, dört beş yüz yıl önce, Paris üniversitesin de öğretim 18.tince yapıldığından ve öğrenciler dersten sonra da latince konuşmağa devam ettiklerinden, onların yaşadığı ma halleye "Latin mahallesi" (Quartier latin) denmiştir. tşte Sor bon civarında bulunan fakat asıl canlılığını Sen Mişel bulvarı nın teraslı kahvelerinde görmek mümkün olan bu mahallede, Sciences Politiques öğrencisi olmakla beraber gözü edebi çev relerde olan genç şiir ile Hukuklu arkadaşı birbirlerine sık sık rastlarlannış. Babam o günleri şöyle anlatırdı: "Karşılaşınca paralı günlerimizde büyük hovardalık ya par, oradaki kahvelerden birine girer, uzun uzun sohbet eder dik. Züğürt zam.anlannuzda ise, dadıların ve sevgililerin bah çesi olan Luxembourg bahçesine gider, orada bedava vakit ge çirirdik. Fakat öyle günler olurdu ki, o karşıdan gelirken, da ha uzaktan elini kaldırıp : "Sadri, aklımda, sana beş frank oorcum var" diye seslenir ve yanım a uğramadan yürüyüp gi derdi. Ben de kendisine fena halde kızardım. Mizaçlanmız çok farklı idi. Ben param gelince haftalara, hatta günlere ayırır ve bir gün sonraki paraya dokunmazdım. O ise, paralanınca Simo ne'ları Yvonne'lan yemeğe davet eder, bir kaç gün lordlar gi bi yaşar, sonra da sağdan soldan borç ile geçinirdi. Bir sanat çı, bir şair için bu bohem mizacı tabii karşılamalı idim. Fakat o zam.anlar pek içerlerdim. O da bana arada sırada : "Ah, bu zek8.nla bir az da şair olsan !" derdi Çünkü bana bir iki şiiri ni okum.asına tahammül ettikten sonra: "Bırak şu şüri de doğru dürüst konuşalım>! derdim. Fakat tarih merakı, tarih sevgisi bizi birleştirirdi. Türklük tarihini ayni şekilde anlar, ayni şekilde yorumlardık. Okuduğumuz tarih kitaplannı bir birimize tavsiye eder, beğendiğimiz hocalara birbirimizi sürük lerdik: o beni Al bert Sorel'in, ben onu Halevy'nin derslerine... Sonra, takdir ettiğim bir tarafı da şu idi ki, müsbet şeylerin peşinde idi. Günlük politika ile uğraşmaz, Jöntürklere pek ka rışmazdı. Me�:c ..i.dyetten önceki o yıllarda, Paris'te tahsilde bu-
32
lw1an talebelerin yüzde doksanı Jöntürktü. Bunların tek düşün cesi yıkmak, devirmekti. Gözleri başka şey görmüyordu. Yah ya Kemal'in emeli ise yapmak, yaratmaktı". 1946 ile 1948 arasında, babam İstanbul Hukuk Fakültesin
de Profesör iken, Yahya Kemal de, Parkotelde, etrafına topladığı geniş çevre üzerinde edebi saltanatını sürmekte idi. Şairle Pro fesör şurada burada bazen karşılaşırlar, eski günleri anarlardı. Fakat aralarında ayrıca samimiyet ve yakınlık yoktu. Ben o yıl larda Istanbul Edebiyat Fakültesinde Fransız Edebiyatı doçenti olduğum halde, Türk edebiyatı ile ilgileniyordum. Şairin uzak tan büyük hayranlarındandım. Bulabildiğim şiirlerini okur, ede bi hayatını takip ederdim. O devirde Yahya Kemal az şiir ya zar, ve
her yeni şiiri bir edebi olay teşkil ederdi. Nitekim 1947
ilkbaharında bir dergide yayınlanan "Rintlerin akşamı" böyle oldu. Şiir elden ele gezdi, kopya edilip ceplerde saklandı, ezber lendi, yorumlandı. Ben de tuttum, bunu vesile ederek, o devirde çok okunan "Cumhuriyet" gazetesinde şairin kişiliği ve sanatı hakkında geniş bir etüd yayınladım. 2 Haziran 194 7 da çıkan bu yazıda şair üzerindeki etkileri de araştırıyordum. İşte bu yazı tanışmamıza, görüşmemize fırsat yarattı. Cum huriyet'in yazı işleri müdürü şairin bizim yazıya karşı bü yük ilgi gösterdiğini haber alarak, bundan gazete hesabına ya rarlanın.ağı, şairden benim için bir mülakat kopannağı düşün müş, ben de bu fikri memnuniyetle karşılamıştım. Bir takım gecikmelerden sonra, randevu 11 Ekim 1947 günü için alındı. Kararlaştırıldığı üzere, Beyoğlu'ndaki Büyük Kulübe git tim . • Şair beni büyük nezaketle karşıladı. Çok itinalı giyinmiş ti. Zarif giyinişi, zarif gülümseyişi ile çelişkili
olarak, duruşun
da ve hareketlerinde bir çeşit hantallık vardı. Çünkü hayli şiş mandı ve göbekli idi. Tuhaftır, büyük Soprano'lar
ve büyük
!53.İrler çok defa şişman olur... Fakat Yahya Kemal oturduktan ve hele konuşmağa başladıktan sonra ne şişmanlığı kaldı, ne
33
ne de hantallığı ... içinde binbir mananın parıldadığı yeşilimsi gözlerinden başka bir şey görmüyor, o konuştukça kuvvetli bir büyünün etkisi altına girdiğimi hissediyordum. Hoşbeşten sonra üstad: "Ne gibi sualler tesbit ettiniz, Adile Hanımefendi ?" diyerek bizzat görüşmeyi bir "edebi mü lakat" haline sokuverdi.
Mülakat iki buçuk saat
sürdü. Bu
iki buçuk saat zarfında şair sanat görüşlerini ve estetiğini önü me serdi. Karşımdaki bilgi, kültür, sanat timsali insanın önün de gözlerim kamaşmış, kendimden geçmiş gibi idim. Ancak bana hep "Adile Hanımefendi" diye hitap edişi be ni mahçup ve hatta rahatsız ediyordu. Nihayet
34
yaşında bir
genç kadındım ve "Adile Hanım" hitabına daha çok alışıktım. Bir de adımı ağzını doldurarak ve "a" yı uzatarak "Aaadile Ha nımefendi" diye adeta zevkle telaffuz etmesi vardı ki. bunW1 sebebini çok sonra öğrenecektim: meğer anneannesinin adı da Adile imiş. Şair odaya girip çıkan garsona çay ısmarlayıp da, çayla birlikte gelen bisküvilerden ilk lokmasını ağzına götürdüğü za man, sözünden çok kendisine dikkat ettim. Çünkü bana demiş lerdi ki: "Yemek yemesi çok çirkindir. Dudaklarını şapırdata rak yer ve ağzından yemek fışkırır" diye... Hayır, öyle bir şey yoktu. Demek ki, dikkat edince olmuyormuş. Şairden ayrılacağım sırada, cevaplan
daktilo edildikten
sonra, bir kere görmek istediğini bildirdi. Böylece ertesi günü için sözleştik ve
24
saat ara ile ikinci görüşme oldu. Bu ikinci
görüşmede bir gün evvelki resmiyet yoktu. Şair beni kırk yıl lık ahbapmışız gibi karşıladı. Yazdıklarımdan, yani kendi ce vaplarından son derece memnun kaldı ve aynen şöyle dedi : - Tıpatıp benim fikirlerim ve asıl garibi, benim ifadem! Elbette ! O zamanki genç hafızam şairin sözlerini bir
gibi zaptetmişti... Tıpatıp kendi fikirleri
34.
idi
teyp
de, dört gün sonra,
ertesi sabah mülakat gazetede çıkacakken, Cumhuriyet gazete sinin idarehanesindeki o acayip sahne, iki eli havada çıkage len şairin mülakatın basılmaması için israrlı ricaları, lüzumsuz yalvarmaları neyin nesi idi ? Buna hiç bir zaman mana vereme dim. Başka deyimle, 16 Ekim 1947 akşamı, Cumhuriyet'in yazı işleri odasında, bir sürü başka insanın ortasında, bir üçüncü görüşme de oldu aramızda.. .. Şu kadar ki, "İstirham ederim, ba sılmasın" diye bana ve Yazı işleri Müdürüne yüzlerce defa tek rarlıyarak, hep o konuştu. Benim söylediklerim : "Estağfurul lah, eın:redin ! " den ibaret ·kaldı (1) .
Yalıya Kemal ile asıl samimi, candan, yakınlaştıncı gö rüşmemiz dört yıl sonra Paris'te oldu. O gün bana ruhunu, kal bini, dertlerini ve geçmişinden bazı yaprakları açtL Ben Fransız şairi Mallarım� hakkında yazmakta olduğum kitap için incelemelerde bulunmak üzere, üniversiteden izin ala rak Paris'e gelmi,ştim. Yahya Kemal ile son görüştüğüm.den beri geçen dört yıl içinde Türkiye'nin hayatında da, şB.irin hayatın da da önemli olaylar, değişiklikler olmuştu. Cumhuriyet Halk Partisinin de, Ismet Paşa'nın da uzun süren saltanatı sona er miş, Demokrat Parti iktidara gelmişti. Halk Partisi döneminin son yıllarında, Yahya Kemal'in büyük hayranı Necmeddin Sa dak Dışişleri Bakanı olunca, beş yıldan beri emekli bulunan şaire Karaçi Büyükelçiliği teklif edilmişti. Şair de teklifi kabul etmiş, yeni kurulan Pakistan devletine Türkiye'nin ilk büyük elçisi olarak gitmişti. Ancak ülkenin iklimine alışamayarak ve İstanbul hasretine dayanamayarak, bir yıl sonra tekrar emek(1) Söz konusu mülAkatın metni bu kltabın sonunda verilmiştir.
35
li olmak için Bakanlığa başvurmuştu. 1951 de iki yıldan beri yeniden emekli bulunuyordu. Ben Yahya Kemal'in Paris'te bulunduğunu Büyükelçili ğimiz çevresinden öğrenmiş, oteline telefon etmiştim. önce yi ne mülakat isteyeceğimi zannetti, biraz soğuk karşılık verdi. Hoş, ben biraz yüz bulsam, yeni bir mülakat istemeğe hazır dun. Çünkü, dört yıl önce : "Mülakat basılma.sın !" diye rica ve israr ederken : "Yenisini, daha iyisini yaparız" demişti. Fa kat Paris'te üstadı sıkmak istemedim. Sırf sohbet etmek için görüşmek istediğimi söyledim, ki bunu sahiden istiyor, bunun zevkli bir şey olacağını biliyordum. iki yakın dost gibi, Champs-Elysees bulvarının bir kah vesinde buluştuk. Şundan bundan konuştuktan sonra, uzun uzun Paris'te geçirdiği gençlik yıllarını anlattı. Fak.at gençlik ha yatının dekoru Champs-Elysees değil, Kartiye Laten idi, Seine nehrinin sağ kıyısı değil, sol kıyısı, Rive Gauche idi. Şrur Pa ris'in elli yıl önceki halini ayrıntıları ile anlattı, edebiyatçı der neklerinden, şrur toplantılarından söz etti. Belli idi ki hayatı nın en mutlu, en unutulmaz yıllarını Paris'te geçirmişti. Be nim de çocukluğumun 1923 ile 1925 arasındaki yılları Paris'te geçtiği için, eski Paris'i az çok biliyordum. Paris'in göbeğinde, Paris'i iyi bilen birine Paris'ten bahsetmek şrurin hoşuna gidi yordu. Ben muhatabım kuşkulanmasın diye soru sormam.ağa dik kat ediyordum. Böylece, onun konuşması zaman zaman bir mo nolog halini alıyordu. Ş8.iri dinlerken, Paris hatıraları arasında bir kadın göl gesinin de geçmesini bekliyordum.. Geçmedi. Belli idi ki, Pa ris'te iken tanıdığı hiç bir kadını ciddiye almamış, hiç bir Fran sız kadını hatıralarında ve şürlerinde iz bırakmamış. 36
Hatıralar faslı bitince dertler faslı başladı. En samimi dos ta açılır gibi sağlığından şikayet etti. Zaten o yüzden Paris'e gelmişti. Kapalı bir şekilde para sıkıntısı içinde olduğunu da belli etti. Karamsardı. Kendi şöhretinden, edebi mevkiinden bile tam emin değildi. Veyahut bu konuda, İngilizlerin dediği gibi "fishing for compliment" (Kompliman avı) yapıyordu. Te selli edilmeğe, tebrik edilmeğe, övülmeğe ihtiyacı vardı. Ben de bunu, içimden gelerek, en samimi ifadelerle, bol bol yaptım. Arada sırada : - öyle mi, Adile Hanımefendi? diyordu. Veyahut geniş, candan bir gülüşle karşılık veriyordu. Gül düğü zaman dilinin ucu da bir az gözüküyordu. Ondaki bu teslimiyet dolu, masum gülüşün aynini Atatürk'te gördüğümü hatırlıyorum. Dehfiları başka alanlarda tecelli etse bile, büyük adamların benzeyen tarafları mı oluyor nedir? ... Vedalaştığımız zaman elimi uzun zaman bırakmadı : - Ne güzel konuştuk, ne güzel dertleştik! dedi. ...Ben Yahya Kemal'in kişiliğinin büyüsünden uzun zaman kurtulamadım. Vefatından sonra da, onun hatırasını saklayan hangi şehre, hangi ülkeye gittiınse, her fırsatta onun hayalini aradım. tspanya'da Büyükelçilik kavasını konuşturarak, iki gün şairle Madrid sokaklarında dolaştım. Yugoslavya'da, Belgrat' tan üsküb'e giderek, onun evini, okulunu, koşup oynadığı so kakları arayıp buldum ve hayalen aile muhitine de girdim. Bü tün bunları "Yahya Kema11in fikir ve şiir dünyası" adlı kita bımda anlattım. Şiirlerinin üzerimdeki büyüsü ise, yıllar geçtikçe artmıştır. Nedense beni en çok etkileyen mısraları şunlardır : 37
"...Ayılıp neş'eni yükseltici sarhoş"fluktan, " Yilma korkuınç uçurum zannedilen boşluktan. " Duy tabiatte bir az sen de ildh okluğunu, " Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu. " Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar ... .. insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar."
88
iV YA K UP K A D R Ä° KAR A O S M A N OGL U
Yakup Kadri Yakup Kadri'yi de, İlim ve Hars Heyeti üyesi sıfatiyle, ba bamın arkadaşı olarak tanıdım. Ayni zamanda bilmem nerenin milletvekili idi. Şair Mehmet Emin Bey, Hamdullah Suphi Bey gibi Ocakçılar bizim evde buluştukları zaman, ağızlanndan şu cümle eksik olmazdı : "Zavallı Yakup !" Ya acele hastaneye kal dırılımştı, ya da muayene için Avrupa'ya gönderilmişti : Ata türk tarafından ve Atatürk hesabına ... Bir rivayete göre akci ğerinde sekiz "kavite" vardı, bir rivayete göre de akciğerinin her iki tarafı tamamen çürümüştü. Romancı iyileşip ortalara çıktığı zamanlar, ben kendisine genç yaşta hayata veda edecek
41
bir ölüm mahkumu nazariyle bakıyordum. Halbuki, "Zavallı Ya kup" diyenlerin hepsinden en az yirmi yıl fazla ya.şadı. Yakup Kadri hakkındaki ilk hatıralarıma bu kronik sıh hatsizlikten başka, bir de "Kadro" meselesi karışıyor. Roman cının kayınbiraderi Burhan Belge ve arkadaşları, Yakup Kad ri'yi de aralarına alarak, 1930 dan sonra "Kadro" adlı bir dergi çıkarmağa başlamışlardı. Dergi bugünkü deyimle "solcu" bir dergi idi ve herkes Yakup Kadri'nin bu işe karışmasına şa şıyordu. Atatürk'ün bu dergiye çok sinirlendiği de söyleniyor du. Atatürk'ün Yakup Kadri'yi çok sevdiği bilindiği için de şöyle deniyordu : "Aralarında Yakup olmasa, dergi çoktan ka panmıştı". Nihayet, 1934 de Atatürk'ün sabrı tükendi ve "Kad ro" kapatıldı. Gerçi romancı "Zoraki diplomat"ın başında dip lomat oluşuna dair kendine göre bir takım açıklamalar yapar. Fakat işin içyüzünü bilenler şöyle diyorlardı : "Gazi mecmuayı kapatmakla iktifa etmedi. Çıkaranları çil yavrusu gibi dağıttı. Yakub' a da Sefirlik şeklinde piyango isabet etti. Amma kim ne derse desin, bu bal gibi sürgündür... " . . . Benim Yakup Kadri'yi yakından t anım.ağa ve kendisiy le sabah akşam konuşmağa fırsat buluşum bu olaylardan bir iki yıl evvel oldu. O yıl ( 1932 veya 1933) , yazı Büyükadada, Yat kulüpte geçiriyorduk. Yakup Kadri ile eşi Leman Hanımefendi de Yatkulüp Otelinde idiler. Yemek saatlerinde, salonda, bahçe de kendileriyle karşılaşıyor, sel8.mlaşıyor, konuşuyorduk. Bir gün bir masanın etrafında, dört beş kişilik bir grubun içinde, yine beraberdik. Fakat romancı konuşmalara katılmı yordu. Sandalyasını bir az geriye çekmiş, ayak ayak üstüne at mış, başını tipik bir hareketi ile yukarı kaldırmış, etrafa bakı yordu. Bej keten elbisesinin içine kravatsız olarak koyu laci vert bir gömlek giymişti. Şimdikiler buna gülerler ama, o za manlar kravatsızlık da, koyu renk gömlek de sosyalistlik, top lumculuk alameti idi.
. Gözlerini benim tarafa çevirdiği bir andan yararlanarak, şöyle bir soru sordum : - Yazdığınız yeni bir eser varnıı, efendim ? Hayretle yüzüme baktı. Damdan düşer gibi sorduğum bu soruyu bir az yersiz bulmuş gibi : - Tabii, hazırladığım bazı şeyler var, diye kısa bir vapla yetinerek, tekrar etrafı seyre daldı.
�
Dikkat ettim, hiç bir belirli şeye veya şahsa bakmıyordu. Sanki daha ötelerde, uzaklarda olan bir şeyi seyrediyordu. Bel ki de, her ünlü yazarı okuyucularına bağlayan görünmez telleri takip ederek, uzaklarda o meçhul dostlariyle buluşuyordu ve "Burada, bu otelde beni kim anlar ?" diye düşündüğü için, et rafındakilere bu kadar yabancı bakışlarla bakıyordu. Ben aldığım soğuk karşılıktan yılmadım. Edebiyat merak lısı pozundaki genç kız şıman.klığı ile, ikinci, üçüncü fırsatta yi ne kendi aklımca pek önemli edebi sorular sormağa devam et tim. Nihayet, gülümseyerek, bir küçük çocuğun anlamsız soru larına karşılık verir gibi cevaplar vermeğe başladı. Ne sorula rımı, ne de cevaplarım şimdi iyice hatırlayamıyorum. Hakika ten çocuk denecek kadar genç yaşta idim. Sorularım belki de gülünçtü.
1937 de, "Cemiyeti Akvama Müzaheret Cemiyetleri Birli ği" denilen acaip milletlerarası kwı.ıluşun kongresi Çekoslovak ya'mn Bratislava şehrinde toplandı. Kongreye Türkiye'den gi den 7 temsilciden biri babamdı ve sırf gezdirmek, görgü sa hibi yapmak için beni beraberinde götürdü. Şimdi düşünüyo rum da, ne para kıymeti bilmez, müsrif bir baba imiş ! Amma ne de iyi etmiş ! Bu yolculuk sırasında ve bu yolculuk sayesin de memleketimizin bir çok ünlü kimseleri ile tanışbm. lı.,akat şimdilik bunları geçelim ... 43
· Bir hafta kadar süren
Bratislava Kongresi
dağıldıktan
sonra, babam ülkenin başkentine, yani Prag'a uğramağa ka rar verdi. Bu kararına başlıca sebep eski arkadaşı Yakup Kad ri'nin o sırada Prag Büyükelçisi bulunması idi. Prag'a vardığımızın ertesi sabahı babam nedense, belki ikram hazırlıklarına meydan vermemek için, Sefarete randevu suz gitmeğe karar verdi. Kapıyı açan Kavasa Sefiri ziyarete geldiğimizi söylediğimiz zaman : "Sefir sabahlan ziyaretçi ka� bul etmez" cevabını aldık. Babamın isran üzerine Büyükelçilik müsteşarı kapıya geldi : "Kavas haklı, Sefir Bey öğleye kadar edebiyattan b3.şka şeyle uğraşmaz, ziyaretçi de kabul etmez. Sefaret işleriyle öğleden sonra meşgul olurlar" dedi. Bununla beraber, babam sıfatını tanıtınca : "Kartınızı verin, bir kere kendilerine sorayım" dedi. Tabii derhal kabul edildik ve Sefir Beyin çalışmakta olduğu yere, yani Sefaretin bahçesine götü rüldük. Eşi yazı geçirmek için Türkiye'ye
gitmiş
olan Sayın
Büyükelçi bizi büyük samimiyetle karşıladı. Beni görünce : "Oo, ne kadar değişmişsiniz ! " dedi ve bir hanıma yapılması 3.det olan komplimanlarda bulundu . Benim de, görünüş bakımından, zannedersem, o zaman en iyi yıllarımdı. Bir saat kadar görüş tükten sonra, ertesi gün için öğle yemeğine davetli olarak ay rıldık. Fakat yemekten önce Sefir Bey bize bir Ortaçağ şato sunu gezdirecekti. ,Ertesi gün, şatoyu gezdikten sonra, Sefir Bey yemekte bi ze kendisinin zarif ev sahibi cephesini gösterdi . Çeşitli konular
üzerinde konuşuluyordu. Babam konuşmayı siyasi tarafa sürük lemeğe çalışıyor, ben edebi tarafa çekiyordum. Söylemeğe hacet yoktur ki, ben babamı kolayca yendim : yemeğin başındaki Türkiye'nin Prag Büyükelçisi, yemeğin sonuna doğru, yerini romancı Yakup Kadri'ye bıraktı. Sofradan kalktığımız sırada çekine çekine yazmak.ta oldu ğu "Bir sürgün" romanından bize bir iki sahife okumasını ri-
44
ca ettim. Belki de diplomatik hayatın etkisiyle pek kompli mancı kesilmişti :
- Sizin gibi "charmante" bir dinleyicim olduktan sonra ... �eklinde cevap verdi. Bahçede, bir kaç basamakla çıkılan ve çardaklı bir yerde. küçük bir masanın etrafında yer aldık. Romancı dedi ki :
- Yazın vaktim burada geç iyor Bu köşeyi çok seviyo yorum. Bu son romanımın büyük kısmını burada yazdım. .
Kahvelerimiz geldikten sonra okum ağa başladı. Başlangıç la, bir angaryaya katlanır gibi hali olan babamın ilgisi birden bire Paris'ten, Paris'teki Türk kolonisinin hayatından bahse den kısma gelince, uyanıverdi. Gençliğini Paris'te geçi rdiği için, romandaki bir çok şahısların gerçek hüviyetini teşhis ede bil iyordu. Bu suretle, babamla romancı arasında benim katıla madığım canlı bir diyalog başladı. Ahmet Rıza Beyden, Paris' le yaşayan bir Türk ressamından, Türklerin rağbet ettikleri kahvelerden, bu kahvelerin müdavimlerinden bahsediyorlardı. -
Romancı dedi ki : - Bu romanı uzun yıllardan beri yazmağı tasarlıyordum. Nedense, Türkiye'de iken yapamadım. Burada, yabancı bir mem lekette, başka bir yabancı memleketteki hatıralarıma daha iyi dalabiliyorum.
dum.
Bu romanda hep hatıralarınızı
mı
anlattınız ? diye sor-
Evet, fakat, tabii değiştirerek, mevzua uydurarak. Ma
mafih bazıları da vardır ki, aynen olmuştur. Mesela, baştaki o karınca sahnesi. Bu aynen b öyl e oldu. tzmir'de, intihar ede cek derecede meyus bir halde bir kahvede otururken, bir ka nnca bana enerji dersi verdi.
Ve, daha ziyade bana bakarak devam etti : - Zaten ben bütün romanlarımı hatıralanmla yazdım. Gördüklerimin ve duydukl arımın bAtırasL Ben muhayyilesi za yıf bir insanım. öyle zannediyorum ki, bende en kuvvetli olan taraf duygu hafızasıdır. Duymuş, yaşamış olduğum hisleri çok iyi hatırlarım ve işte eserlerimde hep onları anlatırım. - Fakat kadın kahramanlarınızın hislerini tahlil ederken de mi, şahsi hatıralarınızdan istifade edersiniz? Muhayyilenin payı yok mudur ? Biraz düşündü. - Evet. Fakat tanıdığım ve ruhuna nüfuz ettiğimi zan nettiğim kimselerin hatırası, yani, yine h8.tıralar burada bü yük rol oynar. Mamafih hayır ... şahsi duygularımın da rolü vardır. Mesela, "Kiralık Konak" taki Seniha bir az benim
.
- Flaubert'in "Madam Bovary, c'est moi" dediği gibi mi ? Güldü. Ve saat ilerlemiş olduğu için kalktık. O akşam, otel de, zengin bir kaynaktan hazine toplamış gibi, konuştuklarımı zı itina ile not ettim. Uzun yıllar romancıyı görmedim. 1956 başında, kendisinin emekliye ayrılıp lstanbul'a yerleşmiş bulunduğu sırada, adre sini, o günlerde sık sık görüştüğüm Abdülhak Şinasi'den öğre nerek, bir müddet önce yayınla.nm.ı.ş bulunan "Le drame inte rieur de Mallarme" adlı fra.nsızca kitabımı üstada gönderdim. Yine Abdülhak Şinasi'den öğrendim ki, kitabımı fevkal8.de be ğenmiş ve benimle görüşmek istiyor. Bir gün randevu alıp, Topağacı'ndaki evine gittim.
Fakat
her
sanatçıda
görülen
"egosantrik" mizaç, yani kendisini merkez yapma eğilimi neti cesi olarak, önce, benim kitabımdan değil, bir saate yakın onun bir kitabından bahsettik ; lsviçre'de Sefir bulunduğu sırada yaz mış olduğu "Atatürk" kitabından. Ve şu vesile ile: Benim , ki
46
tap yayınlandığı sırada yazmış olduğum bir tenkit yazısı vesi lesi ile. Neden sonra benim kitabıma sıra geldi. Tahlillerimi, fran sızcaının pürüzsüzlüğünü falan övdükten sonra, dedi ki : - Ben de bu kitap hakkında Ulus'ta bir yazı yazacağım ve kitabı tanıtacağım. Kendisi o sıralarda, Ulus'un Başyazarı bulunuyordu .
... O günden sonra ben Ulus gazetesinin
en sadık okurla
rından biri oldum : Fakat günler, haftalar geçtiği halde, bekle diğim yazı çıkmıyordu. Bir gün meseleyi Abdülhak Şinasi'ye aç tım. Çok geçmeden muamma'nın çözümünü getirdi. Yakup Kad
ri demiş ki : "Arkadaşlarla görüştüm. Meğer bizim Parti Adile Ayda'yı hiç tutmuyormuş. Sen de takdir edersin ki, azizim, Ulus'un Başyazarı olarak, benim bir siyasi hüviyetim var. Adile Ayda'ya karşı bütün takdir ve sevgime rağmen, bu hüviyeti me halel getiremem". Bunları burada, hiç bir kırgınlık duymadan kaydetmekten maksadım, her şeyden evvel edebiyatçı ve sanatçı olarak ta rihimime ad bırakacak olan bu kalem sahibinin, hayatının be lirli bir devresinde politikayı ne kadar ciddiye almış olduğunu göstermektir.
1958 den
sonra, bu sefer ben diplomat oldum. Ve uzun yıl
lar romancı ile karşılaşmadık.
1963
ile
1967
arasında, Merkez
hizmetimi yaptığım sırada, günün birinde evimin bulunduğu Tu nalı Hilmi Caddesindeki bir ecza.nede kendisine rastladım . Bir yakınını görmüş gibi sevindi . Kendisinin de ayni caddede otur duğunu söyleyerek, evini tarif etti ve muhakkak bekleyeceğini HÖyledi. Fakat o yıllar benim çok faal olduğum, Dışişlerindeki va zifemin yüklü olduğu yıllardı. Bütün arınıma rağmen, bir tür lü vakit bulup gidemedim.
4:7
Seneler geçti. 1973 yılının Aralık başında, bir Pastanede, romancının eşi Leman Hanıfefendiye rastladım. "Nasıllar ?" di ye sordum. "Her gün bir az daha çöküyor. Yaş sekseni geçti" dedi. Ve ilave etti : "Aranmaktan çok hoşlanıyor. Gelirseniz pek memnun olacak. Muhakkak gelin." 23 Aralıkta gittim. Hakikaten çökmüştü. Fakat bakışları canlı idi. Belki yüzü küçülmüş ve benzi solmuş olduğu için, ko caman siyah gözleri daha kocaman ve daha siyah görünüyor du. Maalesef, ben geleli onbeş dakika geçmiş geçmemişti ki, samimi ahbapları olan bir Hanımefendi çıkageldi. Konuşma lar, tabii, ona göre ayarlandı. Ben de, bir kaç gün sonra tek· rar geleceğimi söyleyerek, erkence ayrıldım. tki gün sonra İs met Paşa vefat etti ve onun hakkında konuşanlar arasında,
26
Aralık akşamı, televizyonda Yakup Kadri'yi de seyrettik. Ara dan Yılbaşı geçti ve 1974 yılına girdik. 8 Ocak günü için, bu defa ciddi ve usulüne uygun mülakat yapacağımı söyleyerek, tekrar randevu aldım. Ve not tutmak üzere, Boğaziçi üniversi tesi Edebiyat Bölümünden mezun olan kızım Gönül'ü de be raberimde götürdüm. Yaptığımız mülakat, o sıralardaki bazı meşguliyetlerim ve araya giren seyahatler sebebiyle bir az geç yayınlandı. "Türk Edebiyatı" dergisinin Ağustos sayısında çı kan bu mülakat ile Prag'da yapmış olduğumuz görüşme arasın da dikkati çeken şu fark vardır ki, nisbeten genç veya olgun yaşta iken, sanatında hatıraların önemli yer tuttuğunu söyleyen sanatçı, seksenini geçtikten sonra, muhayyilesine daha büyük ·rol verir gibi görünmektedir. Acaba neden ? Bu suale edebiyat tarihçileri veya psikologlar belki cevap bulabilirler. Y ayınlanan mülakatte kaydetmediğim aşağıdaki hususla rı da, Yakup Kadri hakkındaki bu hatıralarıma . eklemek iste
rim : 8 Ocak 1974 günii görüşmemiz sona erip, ayağa kalktığı mız zaman,
fu:; ta.da şöyle dedim :
- İngilizlerin tabiri ile "off the record" olmak üzere, size edebi olmayan iki sual sormak istiyorum. : biri siyasi, diğeri felsefi. Siyasi sualim şu : Siz İsmet Paşa'ya o kadar bağlı iken, neden kendisine darılıp, birden her şeyi bıraktınız. İsmet Paşa yeni toprağa verildiği için, bir az irkildi, son ra şöyle dedi : - Söyleyim. Bunda gizlenecek ta.raf yok. Zaten yazdım Ye neşrettim : İsmet P� etrafına, kendisine layık olmayan bir çevre topladı : Doktorlar, moktorla.r... Toy toy delikanlılar. Bu adamların fikir ve mütaleası kırk yıllık bizlerin mütaleasın dan daha kıymetli olmağa başladı. İsmet Paşa büyük adamdı. Fakat adam seçmesini bilmiyordu. Bu konuda daha fazla konuşacakb. Fakat ben, herkesi faz la ayakta tutmamak için sözünü kestim : - Felsefi sualim de şu : Ruhun bekasına inanıyor musu nuz ? Yani, öldüğümüz zaman, ne olacağız ? Nereye gideceğiz ?
Hayretle Yüzüme baktı. Hayreti bir az uzun sürdüğü için, Leman Hanım cevap vermeğe kalkınca, onu susturarak, şöyle dedi : - Bu sualinize bir yerde okuduğum cümle ile cevap ve receğim : öldükten sonra nereye mi gideceğiz ? Doğmadan ev vel nerede idi isek, oraya. . . Bunu söylerken, derin hüzünle karışık bir gillti.mseme var dı dudaklarında... Kendisi için çok aktüel bir konudan bahset tiğimizin farkında idi, elbette. Nitekim, bir sene bile geçmeden, aramızdan ayrılacakb. Bu müstesna insan, bu müstesna ruh, şimdi her nerede ise, Allah rahmet eylesin. ( 1 ) ( ı ) Yakup Kadri ile yapılan edebi.
görilflnenin
metn i kii.abın sonundadır.
49
v
FAZIL
AHMET
AYKAÃ&#x2021;
Fazıl Ahmet Aykaç Benim gençliğimde, soyadı kanunu çıktıktan sonra da, ta nınmış kimselerin soy adlan pek kullanılmadığı halde, nedense, hici-ı üstadı Fazıl Ahmed'in adı soyadı ile birlikte söylenirdi. Fazıl Ahmet Aykaç'ı yukarıda sözünü ettiğim ve Yakup Kadri'yi Prag'da ziyaret etmemize vesile olan Bratislava Kong resi sırasında tanıdım. Kongreyi tertip edenler tarafından Türk heyetinin üyeleri ve refakatçileri ayni otele yerleştirilmişti. Kongre bir az da "eğlenen" cinsten olduğu için, başka delegas yonlarda, hemen hemen eşini getirmeyen yok gibi idi. Bizim kinde ise, yalnız Profesör Mazhar Nedim Göknil'in eşi vardı. 53
Bir de babama refakatçi olarak takılıp gelen ben . Delegeleri mize gelince, üniversiteyi temsil eden Profesör Cemil Bilse! ile Profesör Göknil'den başka, Parlamento temsilcisi olarak, ha tırladığıma göre,
be§
milletvekili vardı : Besim Ömer Paşa, Maz
har Müfit özdeş, Matbaacı thsan
( soyadım unuttum) , Fazıl
Ahmet Aykaç ve babam Sadri Maksudi Arsal. tlk akşam, otelin holünde delegelerimizle tanışbrıldığım zaman, Fazıl Ahmet Bey üzerimde hiç de iyi bir etki yapmadı.
Saçları dökülmüş, çipil gözlü, kepçe kulaklı bir adamdı. üste lik "R" harfini, Fransızlara mahsus bir şek.ilde "ğ" telaffuz ediyordu : "Müşeğğef oldum efendim, müşeğğef oldum... " Ayn ca lüzumlu lüzumsuz, münasebetli münasebetsiz gülmesi siniri me dokunmuştu. "Cemiyet-i-Akvam'a müzaheret cemiyetleri Birliği" Kong resinin açıldığı akşam Bratislava Belediye Başkanının verdiği ziyafete gittik. Sayısız milletlerin delegeleri arasında tanınmış siyaset adamları, ünlü yazarlar, şöhretli bilginler vardı. Hepsi de düzgün veya kafa göz yararak fr�sızca konuşuyordu. O dö nemde henüz ingilizce diplomatik
dil düzeyine yükselmemişti.
Baktım, F3.zıl Ahmet Beyin telaffuz kusuru meziyet oluver mişti. Aynca, fransızcası akıcı idi. Delegasyonumuz adına ba yağı iftihar ettim. tık günden. itibaren 8.det olmuştu : Bizim Heyet üyeleri sa bah kahvaltısından ve öğle yemeğinden sonra, Kongre binası na giden otobüsün geliş saatine kadar holde toplanır, dinlenir, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda
Besim Ömer Paşayı bir ke
recik görebildim. Kongre süresince odasından çıkmadı, yanı Kongreye kaWamadı . Arkadaşları kendisini yokluyor ve
ara
larında endişe ile konuşuyorlardı. Gençken insan öyle ta.Sasızdır ki, şimdi bana : "Rahatsız lığı ne idi ?" diye soracak olsanız, cevap veremem.
Çünkü ne
merak ettim, ne de önemsedim. Hatta belki şöyle düşünmü-
şümdür : "ıŞu ihtiyarlar yokmu, ikide birde hastayım masta yım diye insanın neşesini kaçırmadan duramazlar" . ... Tanımak, tanışmak kelimelerinin çok geniş ve elastiki anlamlan varclır. Bazen on yıl boyunca sadece selamlaştığınız bir kimse için "Tanıyorum" dersiniz de, aslında, onun hakkın da isminden başka bir bilginiz olmaz. Bazen de trende, vapurda, bir hastanede, bir otelde, bir kaç saat veya bir kaç gün, de vamlı surette görüştüğünüz ve konuştuğunuz kimseleri, en ya kın akrabanız kadar iyi tanırsınız. On gün kaldığımız Bratisla va'da ben babamın Kongre arkadaşlarını böyle tanımağa fırsat buldum. Hol sohbetlerinde, en güzel hikaye anlatan Mazhar Mü fit Bey, en çok hatırası olan Ihsan Bey, en çok a.rapça atasözü
bilen Profesör Cemil Bilsel, sükutun altından olduğunu unut mayan Profesör Mazhar Nedim, en bilgin olan babamdı. Fa kat aralarında en ince ve keskin zeka sahibi de Fazıl Ahmet Beydi. Zekası sanki katmerli idi : Konuşurken, karşısındaki nin sualine mantıki cevaplar vermekle beraber, bu sualin sorulmasındaki psikolojik sebebi hemen kavrar, beklenen ce vabı anlar, aynca muhatabının sosyal hüviyetini ve geçmişi ni de göz önünde tutarak, cevabında bunlara da belli belirsiz imalarda bulunurdu. Ayni zamanda, bu konuşmayı hafızasının teypine alır ve gelecekte bundan nasıl bir netice veya komik un sur çıkaracağını o anda tayin ederdi. Bir pot kırması, karşı sındakinin düşmanını övmesi veya dostunu yermesi, safça bir şey söylemesi mümkün değildi. Çünkü şuuru ve zekası her an tetikte idi. Ezberinde pek çok şiir vardı. O zamanki tabire göre, "mah fuzatı" genişti. En çok Fuzuli'den, Nefi'den, Şeyh Galip'ten be yitlerle konuşmalarını süslerdi. Diyordum ki : "Eh, eski za man adamıdır, eskilerin bilgi yükü bunlardır". Fakat, günün 55
birinde H3.fız'dan, Saadi'den, farsça olarak, uzun uzun şiirler okuyunca şaşmıştım. Fazıl Ahmet Beyin bulunmadığı bir gün, Serveti Fünun devrinin mühim adamı İhsan Bey şöyle demi�ti : - Fazıl Ahmed'in hayatı edebiyesi topu topu üç dörL yıl sürmüştür. Meşrutiyet yıllarında onun hicivlerini neşreden ga zete ve mecmualar kapışılıyordu. Şiirlerini hangi mecmua bas sa, hemen duyulur, o mecmuanın satışı artardı. Dört beş sene sonra üstad şiirlerini "Divançei Fazıl" diye bir kitap halinde bastırdı. Fakat kitap hiç rağbet görmedi. Çünki hicivlerin mev zuu olan vak'alar ve hicvettiği şahsiyetler ehemıniyetlerini kay betmiş, unutulmuş gitmişti. Şimdi kendisi meşhur amma, şiir-. !erini ne bilen var, ne okuyan ... Ben bu sözleri İhsan Beyin kıskançlığına, çekememezliği ne vermiştim. Çünkü Fazıl Ahmet Beyi iyice beğenmeğe baş lamıştım. Bugün siyasi üslupta moda olan bir tabiri kullana rak diyebilirim ki, hayranlığım "tırmanma" halinde gelişiyor du. Artık çipil gözleri, kepçe kulakları bana şirin gözüküyordu. tık günler, holde, babamın yanında yer aldığım halde, Fazıl Ah met Beye doğru kaymağa başlamıştım. Şark edebiyatını bu kadar iyi bilen bu insan bir az da Garp edebiyatından haberdar olsa ne kadar fevkalade olurdu ! diye düşündüğüm bir gün, Victor Hugo'nun "Oceano Nox" şiiri ni söylemeğe başlamaz mı? "O combien de marins, combien de capitaines.. . " Bir Fransız lisesinden mezun olduğunu o gün öğrenmiştim. Artık Fazıl Ahmet Beyle grup konuşmalarından ayrılarak, ikili konuşmalara başlamıştık. Tertip edilen gezintilerde, ziya fetlerde hemen yanıma gelirdi. öteki delegeler takılmağa başlamışlardı : 56
- Yahu sen Hanımefendiyi inhisarın altına aldın. Babam da bunun izahını yapardı : - Bunlar edebiyatçı. Onların konuştuğuna bizim aklımız ermez. Hakikaten, edebiyatın ve bilhassa
Fransız
edebiyatının,
Fransız şiirinin teknik alaıtlanna dalmağa başlamıştık. Bana, o zamanlar pek az bildiğim Sembolist şiirin püf noktalarını an latıyor, şiirlerini ancak antolojilerde gördüğüm Henri de Reg nier'den parçalar okuyordu. Fransız edebiyatını bir çok Fransız edebiyatı profesörlerimizden daha iyi biliyordu. Bir gün, Albert Samain'in bir şiirini çok duygulu bir şekil de okuduğu sırada, dedim ki : Siz niçin hiciv nev'ini seçtiniz ? Niçin lirik şiir yazmadınız ? Bu suratla mı ? dedi. - Istağfurullah. Ne münasebeti var? Anlayamadım . Etrafına bakındı. Kulak verenler vardı. - Anlatması güç. Başka zaman anlatırım, dedi. O gün Kongre sona ermişti. Akşam veda ziyafeti vardı. Bir bakıma bu ziyafette Fazıl Ahmet Beye yakalanıp, vakit ziyan etmek işime gelmiyordu. Bir hafta içinde yabancı delege ler ve eşleri arasında ahbaplar edinmiştim. Konuşacağım, ve dalaşacağım kimseler çoktu. Fakat üstadın bana, başkalarından gizli olarak söyleyeceklerini de merak ediyordum. Ne imiş o bü yük sır ? ... Tabii, akşam beni görür görmez, yanıma geldi. ;Eliyle kalabalığı göstererek dedi ki :
57
- Küçük bir kalabalıkta ne kadar mahsur ve esir iseniz, böyle büyük bir kalabalıkta o nisbette hür ve serbestsiniz. Bir çölde imişsiniz gibi, haşhaşa konuşabilirsiniz. Başbaşa olmağa benim can attığını yoktu aslında. Bir an evvel ne söyleyecekse söylesin de, büsbütün hür ve serbest ka layını, istiyordum. Bir müddet benim sualimi tekrarlamamı bekledi. Ben bir şey demeyince : - Niçin lirik şür yazmadığımı soruyordunuz. Yazdım. Hem fransızca, hem türkçe. Çok gençken. Lisenin son sınıfında falan. Bazıları adamakıllı güzeldi de. Fakat hepsini yırttım at tım. - Niçin ? - Niçin mi ? Hiç düşündünüz mü, lirik şiir nedir, diye ? Lirik şiirlerin yüzde doksanı aşk dilenmekten başka bir şey de ğil. .. Lirik şairler ne yapar ? Şiirlerinin çoğunda bir kadına aşk larını ilan ederler. Aşkını ilan etmek, aşk beklemektir : sevil mek istiyorum, sevilmek istiyorum, diye bağırmak gibi bir şey. tşte ben bunu gülünç buluyorum. Dünyada en korktuğum şey de gülünç olmak. - Çünkü ömrünüz başkalarını gülünç bulmakla geçiyor. - Belki de bunun için. - Fakat yazık ! Romantik şürleri öyle anlayarak, öyle hissederek söylüyorsunuz ki, kendiniz çok güzellerini yazabilir diniz. O sırada birinin beni uzaktan selamıamasından istifade ede rek, Fazıl Ahmet Bey'den aynldım. O akşam bir daha konuş
madık. 58
Gece geç yattığım için olacak, sabah uyuyakalmışım ve vedalaşmalara katılamadım. · Çünkü Kongre de, bizim Heyet de dağılıyordu. Bir grup doğrudan doğruya Türkiye'ye dönüyor, Fazıl Ahmet Beyin dahil olduğu grup Viyana'ya gidiyordu. Babamla ben Prag'a uğrayıp, Ankara'ya öyle dönecektik. Fazıl Ahmet Beyle son konuşmamız sırasında, ziyafetin, kalabalığın, sağdan soldan sel3.m.larm, gülümseyişlerin, bakış ların verdiği heyecan sebebiyle, kendisini yarını dikkatle dinle miştim. Söyledikleri üzerinde de hiç durmamıştım. Bratislava' dan Prag'a giderken trende geçirdiğimiz boş saatler zarfında, bu sözlere mana vermeğe çalıştım. Normal mi idi gülünç ol maktan bu kadar korkmak ? Şüphesiz ki, hayır. Bu bir komp leks neticesi idi. Kendi fikri ve manevi varlığının değerini bi len, fakat kişiliğine sadece bu yönden paha biçilmeyeceğinden kuşkulanan, çok onurlu bir kimsenin duyduğu kompleks ... Ankara'ya dönünce, seyahatin bilançosunu yaptığımda, ka rar verdim ki, kazançlarımdan biri Bratislava'da Fazıl Ahmet Beyi tanımak, diğeri Prag'da Ya.kup Kadri Beyle konuşmak ol muştur. Merakımı tatmin için, Milli Eğitim'deki tanıdıklarım va sıtasiyle, kütüphanelerden "Divançei Fazıl"ı arattırdım buldur dum. Ne kadar haklı imiş thsan Bey ! Bu hicivnamelerin hepsi saman alevi, sabun köpüğü gibi şeylerdi, yani kalıcılıktan yok sun mısralar : "Lütfi Fikri Beyi ger görse idi lro:riimiz, "Sahni kavga içinde olluyorken cevval, "Bu ne ferycul, deyu elbette kalırdı mebhut, Hem be4estan senasın.da olurdu dellal... •• . Kozmidi Efendi dam bir an, "Ta içinden etti efgan.••" ..
Bugün Llıtfi Fikri'den, Kozınidi Efendi'den kime ne ? Bu mısralardaki espriyi ve bu dili anlayan kim ? F8.zıl Ahmet ka59
dar zeki ve onun kadar kültürlü olmayan Yakup Kadri'nin ro manları, yer yüzünde Türkler kaldıkça okunacak, yani yaşaya caktır. Fazıl Ahmed'in şiirleri ise, yıllar, devirler geçtikçe da ha çok mana ve değer kaybedecek, daha çok ölecektir. Acaba bü tün mizahçıların, geçici konulara eğilenlerin kaderi bu mudur?
Ankara'ya dönüşümüzden onbeş yirmi gün sonra, bir gün babam dedi ki : - Bu Pazar Fazıl Ahmet geliyor. Mecliste görüşmüşler, sözleşmişler. üstad geldi, bana iki hediye ile : biri Albert Samain'in "Le Chariot d'or" adlı şiir kitabı, diğeri kendisine ait bir eser : Fa.zıı Ahmet ( ! ) . Misafirimiz babamın ziyaretine gelmiş sayıldığından, ben konuşmalara az katıldım, konuşmaktan çok dinlemeği tercih ettim. tki milletvekili önce çaydan, kahveden, uykudan, uyku suzluktan, sinir ve uyku iliçlarından bahsettiler. Daha sonra, siyasi dedikodulara geçtiler. Daha çok Atatürk - İnönü ilişkileri üzerinde duruldu. O sırada bu ilişkiler krizli bir aşamada idi. Fazıl Ahmet Bey gittikten sonra, getirdiği her iki kitabı karıştırdım. Albert Samain'in bir iki şiirini büyük zevkle oku duktan sonra : "Niçin edebiyat tarihinde, bu şaire daha büyük yer verilmiyor ?" diye düşündüm. öteki kitaba gelince, 1934 de basılmış olan bu kitapta, günün dili ile yazılmış bir iki nazım ve nesir dışında, yine Divançei-Fazıl'daki şiirlerle karşılaştım. Yani 1912 de bile eski sayılmış dille ve bazıları azeri şivesiyle yazılmış şiirlerle : "HayU ıslahat sözü mesm.u'dur ama bilmezem, "Hepsi Hallacyan Eferul,ikô,ri bir hülya mıdı'f?" Bunlar Fa.zıı Ahıned'i yaşatacak şeyler değildi. Bir az psi kolojiden haberi olan bir insan için, yazarın bunun farkında 60
olduğu, buna karşı var gücü ile tepkide bulunduğu ne kadar belli idi, kitabın her halinden ! Bir kere anormal boyundan, ya ni, büyüklüğünden .. Sonra, adından : Yazarı n adı ile kitabın adı
nın ayni oluşunu ilk defa göriiyordum. Ve nihayet, iç kapak
tan sonraki, kulakları kamufle eden kocaman profil resimden..
.
Sanki eser sahibinin şuuraltı : "Ben yok değilim. Ben varım ! " diye bağırıyordu. Babam uğurlarken : "Yine buyurun, sık sık bekleriz" dedi ği halde, Fazıl Ahmet Bey bir daha gelmedi. Kendisine
1938
başında Haşet Kitabev'inde rastladım. O zam.anlar bu kitabevi
A.nkara'nın merkezi olan ınus meydanında idi ve yabancı ya yın sa.tan başka kitapçı olmadığı için aydın Ankaralıların bu luşma yeri gibi idi. - Hiç buyurm.adınız, dedim. - Oradaki gibi olmuyor. Hem üçlü konuşmak konuşmak değil ki, dedi. Sonra ilave etti : - Keşke bir Kongre daha olsa da, beraber yolculuk etsek ! . . . Kongreler de, yolculuklar da oldu amma , ba.şkalan için. Yılın sonunda Atatürk'ü kaybettik. Atatürk'ün ölümünden son
raki tek partili seçimde, Atatürk'.ün adamı sayılan ne kadar milletvekili varsa, İsmet Paşa tarafından aday listelerinden çı karıldı : bu arada babam da,
F8.zıl Ahmet Bey de... üstad temel
li tstanbul'a yerleşti ve bir daha Ankara'ya ayak basmadı. F8.zıl Ahmet Bey benim için Amerikan dergilerinin "unfor gettable" dedikleri tipte unutulmayacak bir insandır. Onun dışında, Şark ve Garp kültürlerini şahsında bu kadar ahenkli bir şekilde birleştiren iki insan tanıdım : biri Yahya Kemal, di
ğeri Paris'teki Şark Dilleri Mektebi müdürü, ihtiyar dostum
Henri Masse.
61
VI
BEHÇET
KEMAL
ÇAGLAR
Behçet Kemal Behçet Kemal ile ahbaplığımız romantik bir şekilde baş lar . i933 yılında, babam, Atatürk'ün Sofrasına davetli olduğu .
bir
.
günün ertesi sabahı, benim : "Nasıl geçti ?" sualime şöyle
cevap verdi : - Gazi yeni bir eğlence mevzuu bulmuş : bir çocuk ... on
sekiz yaşında falan... Ismarlama şiir yazıyor. Gazi mevzu veri
yor, b i r de müddet tayin ediyor : on dakika, onbeş dakika. Ço
cuk uzun bir şiir yazıp getiriyor. Hani hesap makinası olan ha� rika çocuklar vardır ya, bu da şiir mak.inası ...
65
... Bir kaç hafta sonra, tstanbul'a giden babamı geçirme ğe, istasyona gitmiştim. Kompartmanda trenin kalkışını bek liyorduk. Birdenbire babam pencereden sarkıp biri ile konuş mağa başladı. Konuşmanın uzadığını ve trenin kalkmasına beş dakika kaldığını görünce, ben usulca trenden inip, babamın pen�eresi hizasına, onunla konuşan şahsın arka.sına gelip dur C1um. Derken, tren hareket etti. Babamın gözleri beni önce koruı:ıartmanda, sonra peronda aradı. Ben : "tyi yolculuklar, baba ! " diye seslendim. önümdeki adam bana doğru döndü. İstasyonda herkes ha reket etmiş olan trene bakarken, o, ağzı açık, bana bakıyordu. Babamla konuşmalarını kısmen dinlediğim için, bu genç adamın şiir makinası harika çocuk olduğunu anlamıştım. Şaş kın bakışmaya son vermek için dedim ki : - Siz . Gazinin beğendiği genç şiir... ..
- ... Behçet Kemal, diye kendi tamamladı. Peronun boşalmağa başladığını görüp, ayrılmak için dav randığım zaman : - Bir dakika, dedi, size yeni çıkan şiir kitabımı vermek istiyorum. Nerede, ne zaman görebilirim? Dört beş ay evvel, Dışişleri giriş imtihanını kazanıp Ha riciye memuru olmuştum.
- Ben Hariciye Vekaletinde çalışıyorum. Oraya göndere bilirsiniz, dedim. Kitabı göndermedi, kendi geldi. Hem de, hemen ertesi sa bah. O devirde, evrak defterini Fatin Rüştü Zorlu ile nöbetle şe tuttuğumuz Birinci Siyasi Dairede stajiyer memurdum. llk kadın memur olduğum için en korktuğum şey dedikodu idi. Hademe : "Sizi biri görmek istiyor'' deyince, koridora çıktım.
Geniş bir gülümseme ile bana kitabı uzattı. Kapağına göz at
tım : "Burda bir kalp çarpıyor". Koridordan gelip geçenin be
ni Bakanlık dışından genç bir adamla konuşur görmesi beni
sıktığı için, teşekkür edip, "Gidebilirsiniz" manasına elimi uzat tun.
Yüzünde gülümseme
kaybıo.ldu.
Başını uzatarak, aralık
oıraktığım kapıdan içeri baktı. Duvar boyunca sıralanmış ma saları ve memurlan görünce, başını geri çekti. - Sizi başka nerede görebilirim ? - Bir yerde tesadüf ederiz, elbet. Yutkundu ve boynu bükük gitti. Yerime oturunca, kitabı açtım. lç kapakta şöyle bir it haf : "Türklük için çarpan bu kalbi ilk defa tek birine vere rek". Gözlerime inanamayarak, bir daha, bir daha okudum. Bu çocuk deli
mi
ne ? lstasyondaki iki dakikalık konuşmadan son
ra, bu kadar... Nihayet, omuz silkip, kitabı karıştırmağa baş ladım : Memleket tasvirleri, aşk şiirleri ve Atatürk'ü tanrılaş nran mısralar :
"işte dizüstü geldim, gözlerim dolu dolu"
"Rab kulu o"lsun eller, bizler Gazinin kulu ..." İthafta olduğu gibi, burada da ölçüyü kaçırmış, diye dü şünürken, şekli ve ritmi ile hoşuma giden bir şiirle karşılaşı yorum : "Nazım Hikmet'e davetiye"
"Ey çenesi çevik "'Koca Bolşevik, "Şimdi asıl yalancı "Ve bize yabancı "Bir put olan seni "Bu sefer de ben kırmak için
"Bu ta.rma
11cızaca.ğım ..."
Sonraları "devrimcidir" diye Behçet Kemal'i kendilerin den sayan ilericilerin bu şiirden haberi yoktu, her halde ...
. . . 1933 yazını, her zaman olduğu gibi, ailece 1stanbul' da geçirip, Ekim ortalarında Ankara'ya döndük. Başkent Cum huriyetin Onuncu Yılını kutlamağa hazırlanıyordu. Gazetele ri n yazdığına göre, 29 Ekim töreninde, bir de Onuncu Yıl mar şı söylenecekti. Bugünkü Konservatuar olan o zamanki Musi ki Muallim Mektebinin müdürü, Viyolonist Zeki Bey marşı bestelemiş.
Güftesine
gelince... Bakın,
burada
bir
parante.z
açmak mecburiyetindeyim : Gökte uçak
yolcularını
rahatsız eden
hava
boşlukları
olurya, onun gibi geçmişi hatırlayan insanda da, bazen bir ta rilıle, bazen bir isimle ilgili h8.fıza boşlukları olur. Bugün ba na diyorlar ki, Onuncu Yıl marşını Behçet Kemal ile Faruk Na
fiz
nıiiŞtereken yazmışlardır. öyle ise, bende Faruk Nafiz'in
adı ile ilgili bir hafıza boşluğu var : Çünkü ben, hafızamın ba na sunduğu filmde Onuncu Yıl marşını, Atatürk'ün emriyle,
Behçet Kemal tarafından yazılmış olarak görüyorum. Filmin diğe1· kısımları
da, Behçet
Kemal'in "O bende ömür boyu"
::;iiri de, marşın güftesinde Faruk Nafiz'in zarif şiir üslubu nun bulunmayışı da, beni
hatıralarımı aynen aktannağa teş
vik ediyor. ... Parantezi kapatıp, bıraktığımız yerden devam edelim :
29 Ekim 1933 günü çok dolu bir gün. Sa:bah geçit resmi var. Mebus ailelerine mahsus tribündeyiz. Ve Gazi Paşanın meş
htır Onuncu Yıl nutkunu dinliyoruz : "..•
Asla :_:;i.iplıem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inki-
68
şafiy"le atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır . Ne mutlu Türküm diyene!" .
.
Gazinin nutkundan sonra askerlerin ve öğrencilerin Onuncu Yıl marşını söyleyerek önümüzden geçişini seyrediyoruz :
Çıktık açık alınla on yilda her sava.,cıtan On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan Biz dinley�nlere, geride bırakılmış on yıl çok uzun bir za man gibi geliyor... öğleden sonra Ankara'nın ikinci Yüksek Okulu olan Yük sek Ziraat Mektebinin açılış töreni var. Başkentin ilk yüksek okulu, bilindiği gibi, Ankara Hukuk Mektebidir. Yüksek Ziraat Mektebinin açılış töreninde başka ülkeler den gelmiş konuklar da var. Fakat asıl akşam Ankara Palas'ta verilecek Cumhuriyet Balosunu sabırsızlıkla bekliyoruz . Çünkü Gazi Paşayı aramız da göreceğiz . . . . Onuncu
Yıl balosunu,
ba�ka
yerde uzun
uzun
anlattığım
için, burada ayrıntıları geçiyorum... Balonun başındayız. .. Bir c:ok tanıdık ve dostla selamlaştıktan sonra, genç şairi selam layıp elimi uzattığım zaman, kendisini" bir az sarhoş halde buluyorum : henüz büfe açılmamış olmasına rağmen... Sarhoş, kalabalıktan, aydınlıktan, etrafındaki şıklıktan, marş için teb riklerden, günün adamı olmaktan . . . Bir yandan tebrikleri ka
bul ederken, bir yandan da salonun ortasında dans edenlere, gözleri kamaşmış halde bakıyor. Genç şairi üçüncü görüşüm. Fakat istasyonun karanlığın Lla ve Dışişleri koridorunun loşluğunda yüzünü iyice göreme
mişim. Bu, temiz bir Anadolu çocuğunun yüzü. Her şeye şa
:�an, her şeye inanan, her şeye hayran kalan bir yüz. Cil8.lan m ış
gibi parlayan ve bakışı ile her şeye, herkese uzun zaman
69
yapışıp kalan siyah gözlerinde ve hep aralık duran dudakların da devamlı, mutlu bir gülümseme... Bu yüz ve bu yüzdeki ifa de, şiirin hayatının sonuna kadar değişmeyecektir. . .
yaz
Benim de kendisini tebrik ettiğim sırada, yanımızdan
be
saçlı, güzel kafalı Viyolonist Zeki Bey geçiyor. Gülerek
ve etraftaki başkalarına da hitap ederek :
- Ayol, marşı biz besteliyoruz. Sonra da, bu küçük bey
bir iki kelimeyi bir araya getirdi diye, bütün tebrikler ona ! diyor ve uzaklaşıyor. Behçet Kem.al başını sallayarak : - Bu
adam
yok mu, diyor, bilseniz ne korkunç adam !
Az kalsın beni öldürecekti .
- Nasıl ? - Gaziden emir çıkarttırmış, beraber çalışmamız gere kiyor, diye. Ne beraber çalışması ? Bütün mesele benim şiiri mi
berbad
etmek. Ne imiş ? Güfte besteye uymalı imiş. tnat
mı inat. Beş on yerde değişiklik yaptırdı. Şiirim kuşa dön· dil . Gazi Paşanın hatırı olmasa. . . Ben başka dostları sel8.ınlamak için, tebriklerimi tekrarlayarak, ayrılmak istediğim zaman , istasyonda yaptığı gibi : - Bir dakika, dedi. - Efendim ? - Sizinle dansetmek istiyorum. - Peki edelim.
Tam piste yaklaştığımız sırada : - Fak.at ben dans bilmiyorum. Güler misiniz, ağlar mısınız ?
70
- Dans da bir şey
mi, diyorum, fokstrot ise hızlı, tango
ise yavaş adımlarla yürüyeceksiniz. Hepsi o kadar. - Yürüyelim, öyle ise. .. . Yürüdü. Amma, ikide birde ayağıma basarak. Vücu dunda da hiç
mi hiç çeviklik yok.
- Hayatımda ilk defa dansediyonı:gı. . ... Ve romantik, mübalağalı , lüzumsuz 18.flara başlıyor
:
- Sizi orada, istasyonda, binienbire görünce. . .
... Bilmiyor ki b u türlü sözler bir kadının bir erkeği cid diye almaması için birebirdir. Çünkü bunlar bir kadında güven
hissinin doğmasını engeller. Söylediklerine sadece gülüyorum. Bir aralık,
mevzuu de
ğiştirmek ve bir az da ayağımı kurtann ak için, şöyle diyorum : - Siz beş on dakikada, istenen mevzuda şiir yazabiliyor muşsunuz. Benim için de yazar mısıruz ? - Derhal , diyor ve orkestranın susmasını bile bekleme den, beni pistin ortasında yüzüstü bırakarak, salonun bir kö
�.'esine çekiliyor. Pistten ayrılıp, sağdan soldan sel8.mlayanlara, seslenenle rn cevap verinceye kadar, şiir önüme dikilmiş, bana bir kağıt
par�ası uzatıyor :
- Oniki dakika �ti. Size onbeş mısra getiriyorum. Baktım. Sahiden onbeş mısra. Daha doğrusu
eski harflerle
yazılmış dört başı mamur bir şiir. Başlığı da "tık Dans". Oku duktan sonra gülüyorum ve teşekkür etmekle yetinerek kağıdı çantamın içine atıyorum.
71
Yarım yüzyıl boyunca modası geçmiş bir balo çantası için de durmuş olan şiirin işte klişesi :
� ',) � r ' ' 1 • ....:;,,.,... u .>J f ,.T_- v,. '1...# �
-
ıııııı
. . u u,. � ,-�J c)J.I' -
\
- '
, � .J- � � � - .. .. �/r--'� , �� --.J..J ,.__. -
....
'
- ..
.
r-
o� � �, ; , �· -\. y\s u. � .. '
72
..,
- -
Bugi.i.nkü
harflerle
:
iLK DANS
Böyle safjefle sarar sarmaşık bir fidanı; Kalp böyle dolaştırır ilk defa akan kanı. .. Ruhumu yıkam akta musiki çağlayanı! O saç'lar, ildhların kakülleri yüzümde; Yeni bir bahar açtı yarı solmuş güzümde "Anamı buldum." diyor şimdi kalp öksüzüm de
•.
Bir bahar sayacağım sert geçse de bu
kışı :
Bir nisan yağmurudur tekrarlama alkışı Ve bahar güneşidir o gözlerin bakışı.
.•
iki ruh bir tek sazın iki teU gibidir,
Ve hislerim en çılgın bir raksın sahibiıür.
·
Yer ya göklerin üstü, ya denizin dibidir.
O kadar hafiflemiş ve o kadar dol!uyum; Varsın bir genç kız ol�un, gözleri başka renkte, Mustafa Kemalini bu lmuş Anadoluyum. B. Kemal
Evet, ş ıpsevdiliği ile tanınmış Behçet Kemal yirmi dört ya :;; ı nın coşkunluğu ve şüphes iz balo atmosferinin
etkisi ile
o
ge
ce bana hayrandı veya hayran olduğunu zannediyordu. Ben,
sosyeteye alışık, iltifatlara, komplimanlara önem vermeyen yir mi yaşında
bir genç kızdım. Şairlikte başarısı ne olursa ol
sun, k ar şı mdaki
köy delikanlısı bana sadece gülme arzusu ve
riyordu. "tık Dans" şiirindeki bazı mısralar genç kız gururu mu
okşamıştı tabii. Fakat onuncu mısrada benim hesabıma da
konuşmasına
içerlediğimi iyice hatırlıyorum. 73
Şiir bu şiirini, bildiğime göre, hiç bir yerde yayınlamadı . Belki kendisinde metni olmadığı için. Belki de son iki mısrada
ki çılgınca teşbihten dolayı AUrtürk'ten çekindiği için... 1933 yılına dönelim : yıl sonuna doğru, babamın da çağrıl mış olduğu bir akşam, Atatürk'ün Sofrasında sade ve sade Behçet Kemal'in bahsi
edilmiş.
Atatürk
evvela,
bu
çocukta
bir kabiliyet bulunduğunu herkese tasdik ettirmiş. Sonra da,
bu kabiliyeti değerlendirmek, geliştirmek için ne yapalım ? di ye herkesin fikrini almış. Yıl 1933. Atatürk'ün "muasır me deniyet seviyesine yükselmek" ülküsünü ilan ettiği yıl. Orta
daki mesele şu : Behçet Kemal'in şiirleri muasır medeniyet se viyesine uygun mu ? Uygun olması için ne yapmalı ? Herkes. ağız birliği ile ; "Kültürünü arttırmalı, Avrupaya göndermel i " diye cevap vermiş. Amma nereye ? Burada fikirler ayrılmış. Ekseriyet Fransa'yı, Paris'i münasip görmüşken Ruşen Eşref veya Falih Rıfkı, tam olarak hatırlayamıyorum, fikir ortaya atmış. Demiş ki :
değişik
bir
- Yüz yıldan beri Fransız kültüründen bir şeyler um duk. Bir tane bile milletlerarası yazar yetiştiremedik. Bir az
da lngiliz kültürünü denemeliyiz. Belki Türk'ün ruhu ile bir leşince, daha iyi neticeler verir. Atatürk bu fikri pek beğenmiş : - Tamam, demiş, İngiliz kültürünü deneyelim. biliyetli
da
çocuklar
Böyle
ka
elimize geçerse, Almanya'ya Avusturya'ya
göndeririz. Bunlar Türk'ün ruhunu Garb'ın tekniği ile ifa
de etsinler, bizi dünyaya tanıtsınlar... Böylece Behçet Kemal
hükfımet
hesabına
Cambridge'e
gönderildi. Herkesçe orada bir kaç sene kalacağı düşünüldü.
Şiirin ,
oraya varınca ilk işi, Varlık'ta, İngiltere aleyhinde
bir şiir yayınlamak oldu. Genel manası şu idi : Buranın ne 74
Şekspir'inden bir şey anladım, ne de dişlek kadınlarından... Ah memleketim, vah memleketim !
Bu şiiri okuyunca, Sofrada konuşulanları d a bildiğim için, fena halde kızdım : Be çocuk, seni ta oralara kadar, Şekspir'i anlayasın, anlam.ağa gayret edesin diye yolladılar. Utan ! Bir yandan Gazi'yi tanrılaştırarak, kendisine tapıyorsun, bir yan
dan da en büyük ihaneti yapıyorsun ! Bu kızgınlıkla kalemi elime alıp, Behçet Kemal'in adını hiç anmadan, Adile Maksudi imzası ile bir yazı yazıyor ve Varlığa gönderiyorum. Varlık'ta çıkan ilk değilse de, ikinci ve ya üçüncü yazım. Neler dediğimi tahmin etmek kolay. Bir kaç ay sonra duyuldu ki, şair Atatürk'e mektup üstü ne mektup yazarak, Türkiye'ye dönmek için müsaade istiyor
muş. ıEn nihayet döndü de. tngiltere'de topu topu bir buçuk sene kalmıştı. Meğer orada boş durmamış, Attila diye bir pi yes yazmış. Faruk Naiiz'in "Akın"ı, Yaşar Nabi'nin "Mete"si serisinden olan bu piyeste şöyle mısralar var :
"Dünya yaratılmıştır Türkün yüzü suyuna". Acaba bu mübalağalar yüzünden midir ki. Behcet Kema'i, edebiyatımızın en koyu milli ve hatta dini şiirlerini yazmış olmasına rağmen, milliyetçi çevreler tarafından, bir az da hak sız olarak , hiç bir zaman benimsenmemiştir?
... Varlık'taki şiiri yüzünden de, tngiltere'den za.mahsız dö nüşü yüzünden de, şaire kızgın olduğumdan, karşılaştığımız
za
man, kendisine yüz vermemeğe kararlı idim. Fakat, düğün mü idi, tören mi idi, kalabalık bir yerde karşılaştığımızda, o kadar suçsuz ve sorumsuz, o kadar da içten ve candan bir gülümseme ile bana doğru geldi ki, ben de gülümsemekten kendimi alam.a dım.
75
Fakat öfkem geçmemişti. Hıncımı başka türlü aldım : O günlerde, her hafta okuduğum "Nouvelles litteraires"in eleşti
ıicisi Edmond Jaloux'dan da kuvvet alarak, şiirlerine ve şairli ğine yüklendim : - Siz çabuk şiir yazmağı marifet zannediyorsunuz. Hal buki asıl marifet yavaş yazmak, yani bir d aha bir daha üs tünden geçmektir. Sonra, kaleminizin ucundan dökülen her mıs
raı kutsal
sayıyorsunuz.
li. Sizde gerçekten güzel
Halbuki kötü mısraları atmasını bilme mısralar da var. Fakat ikinci kafiyenin
hatırı için gelişi güzel yazılıvermiş boş mısralar dolu. Boş, ilhamsız, şiirsiz. Şiirlerinizi bunlardan ayıklansanız, o zaman hakiki şair olursunuz.
Ben çok ciddi ve heyecanlı konuşuyordum. Bu sefer o gü lümsemekle yetiniyordu. Temiz kalbi ile insanı yenen, çaresiz, silah.sız bırakan bu çocuğu, her halde, Atatürk de affetmeden edemedi. Daha az sofrasına davet etmekle beraber, Halk.evle
ri müfettişi tayin ettirdi. Atatürk'ün ölümünden sonra, İsmet Paşa şairi miiletvekili yaptı. O yıllarda, şairliğinin yaıunda, bir de hatipliği gelişmişti. Belirli olaylar, milli b ayramlar, milli matemler münasebetiyle, nefis irticali konuşmalar yapıyordu. Türkiye devletinin resmi hatibi olarak, 1923 ile 1931 arasında, Hamdullah Suphi'nin ifa ettiği rolü Behçet Kemal devralmış tı.
O zamanlar düşünmüşümdür : Hatip deyip geçmemeli. �a
tiplik öyle bir sanattır ki, bir takım meziyetler, zeka, hafıza, bilgi ister. Behçet Kemal Çağlar ismet Pa.şa'yı sevmezdi. tçinderi. pa zarlıklı olmak nedir -bilmeyen bu tek katlı, yekpare ruhlu şair
İsmet Paşa'yı anlayamazdı. Etrafındaki siyas! oyunlara ve be ğenmediği icraata taJ1amınül edemeyip, 1948 de, kendi şahsı ile ilgili olmayan sebeplerle, bir milliyetçi, bir idealist olarak, Halk Partisinden ayrıldı.
76
Asıl güzeli,
ondan evvel de,
ondan
sonra da, hiç bir milletvekilinin yapamadığı jesti yaparak, Par ti sayesinde elde etmiş olduğu milletvekilliğinden de istifa etti. işte Türk mertliği ! dedim kendi kendime. Behçet Kemal milletvekilliğinden ayrıldıktan sonra, lstan bul'a yerleşti. Aradaki yıllar içinde benim de hayatımda değ·i şiklikler olmuştu.
if
Evlenmiştim. Vaz em Istanbul'da idi . Bir
gün karşılaştığımızda : - Başkaları için güzel yazılar yazıyorsur..u z, dedi. - Bilirsiniz, tenkid yazısı sene içinde çıkmış bir eser hakkında yazılır. Siz çoktan beri şiir kitabı yayınlamadınız. - Sonra, dedi, ikinci kafiye .. boş mısralar ... Biliyor mu .
sunuz ki, denedim, dediğinizi yapmağı. Fa.kat olmuyor. Bir mıs raı çekip çıkardım mı idi, şangırr diye bütün bina çöküyor.
Behçet Kemal tstanbul'a geldikten bir müddet sonra, de dikodu çevrelerinde iddia edildi ki şair tanınmış bir gazeteci nin hanımı ile arkadaşlık etmekte. Dedikoduyu seven ve sö zünü szkınmayan Nizamettin Nazif bir gün, bir grupta dedi
ki : - Tahmin. edilmez amma, Behçet Kemal kadınlarla son derece çekingen ve beceriksizdir. Onun için, şimdiye kadar hep adi kadınlarla, hizmetçi takımı ile düşüp kalktı. tık defa, hele şükür, bir Hanımefendinin eline geçti. Bütün bunlar doğru mu idi,
değil mi idi, bilemiyorum.
Şurası muhkaka.k ki, 1950 yıllarında, Behçet Kemal kendisine. veya bir başkası ona, çeki düzen verdi. Artık kravatını çarpık değil, düz ve ortada, paltosunun yakasını ensesine iyice otur muş halde görmeğe başladık. Şair köylülükten sıyrılıyor, şehir l i leşiyordu. "Şadırvan" adlı lüks edebi dergiyi çıkarması da o
yıllara rastlar. .
.
.
77
Zaman geçti. Küçükler büyüdü, büyükler yaşlandı. 1957 yılında babamı kaybettik. Baktım, cenazeye Behçet Kemal de gelmiş. Cenaze namazı kılınıp mezarlığa vardığımızda, kard.e �jmle eniştem şairden mezarın başında bir kaç kelime söyleme sini rica etmişler. Ve şfilr orada öyle uzun, öyle güzel bir ko nuşma yaptı ki, dinleyenlerin hiç biri unutamıyor, unutamaz. Bu aziz dost nereden edinmişti babamın hayatı hakkındaki o bil gileri ? Ben Holla...-ıda'da iken 1960 1htil8.li oldu. Milli Birlikçiler şairi Kurucu Meclis üyesi yapWar. Sonradan müşterek dostlar dan öğrendiğime göre, bununla pek iftihar edermiş. Ancak, Ku rucu Meclis dağıldıktan sonra, politik tekliflerin hepsini red dedip, tstanbul'daki hayatına döndü. 1963 veya
1964 de, bugünkü Boğaziçi üniversitesi olan o
zamanki Robert Kolej'e devam eden kızım Gönül bir gün dedi ki
:
"Anne , bugün tuhaf bir şey oldu. Türk edebiyatı hocamız
Behçet Kemal Beye koridorda rastladığım zaman bana : - Kızım, sizin anneniz. babanız kim? diye sordu.
Söyleyince de : - Tamam... demek Adile Hanımın kızısınız . Uzaktan otuz ..
yıl geriye dönüverdim
:
ayni boy, ayni yürüyüş, dedi"
... 1966 da, Behçet Kemal nihayet bir şür kitabı yayınladı :
"Benden içeri". O günlerde Dışişlerinde oldukça önemli bir gö revim vardı ve vaktimin yarısı dış seyahatlerde geçiyordu. Onun
için "Benden içeri"yi çok sonra görebildim. Şiir kitabın arka� sına kendi hayat hikayesini yazmış. Şöyle başlıyor : "1908 de, Eroncan'da, Tepecik köyünde doğdum. Babam
Kayaeri'nin Bünyan Çağlayanı kıyısında yerleşmiş Büıiingüz 78
isimli Türkmen oymağındandır. Anam Balıkesirli Çepni Yörük lerinden kolağası Ahmet Ağa'nın kızı ... "
Şair şiirlerinden de söz ediyor. Diyor ki : "Benden içeri'ye girmeyenleri benim şiirim saymamaları okuyucularımdan en is rarlı dileğimdir" Neden acaba? Bu bir çeşit ayıklama mı idi ? Kitaptaki şiirlerin çoğu gençliğine ait, bilinen şiirler. Ben �:alısen olgunluk, ayılmışlık dönemine ait şu mısralarını tercih
ediyorum :
"Tarihlere ün salmış bir u'IN.stan olmanın "Kabartırdı göğsümü bir zamanlar kıvancı. "Şimdi ise, uyuşuk, az gelişmiş kalmanın "Kızartıyor yüzümü kahrolası utancı .•." . .. 1967 de Roma'ya atanmıştım ve yolculuk hazırlığında idim. Bir gün Kızılay civarında yürürken, bir araba kaldırıma yanaştı ve bir ses "Buyurun" dedi. Baktım : Direksiyonda is met Paşa'nın damadı gazeteci Metin Toker. Çok şaştım. Ger <;� İstanbul üniversitesinden öğrencimdir amma Metin Toker öyle hocaya saygı gösterecek takımdan değil... Yanında oturana p;öz atınca işi anladım : Behçet Kemal istemişti durup beni al malarını. Bindim. Sıhhiye'den dolaşıp Mithat Paşa caddesine, TRT'ye gideceklermiş. O günlerde Behçet Kemal TRT Yöne tim Kurulu üyesi idi.
Buluşmuş eski dostlar gibi şundan bundan söz ettik. Eh, t anışalı hemen hemen kırk yıl olmuştu. O altmışında, ben alt mışına merdiven dayamış... Bir aralık, bilmem hangi münase
betle, Metin Toker'e bakarak ve başını sallayarak, dedi ki : - Ah ah, bilmezsin, biz
ne
çok koştuk Adile Hanımın pe
!;ünden. Amma hiç bir zaman yüz vermedi bize ...
Şair bunu şaka tonu ile söylemişti. Ben ise, kendisi i l e bu karşılaşmanın son karşılaşma olacağını sezdiğimden mi ne dir, elimi omuzunun üzerine koyarak, ebediyet kadar ciddi bir tonla : - Behçet Bey, söyleyin, dedim, eğer vaktiyle sizin dedi ğiniz �anada size yüz vermiş olsa idim, şu andaki güzel dostlu ğumuz olurmu idi ? ... Metin Toker,
gözlerini
kilde dudaklarını büzüyordu.
80
yosyuvarlak açmış, tipik bir şe
v11
S A B A H ATT İ N A L İ
81
Sabahattin Ali Sabahattin.
dir. Fak<t�
A li
ile ilgili hatıram belki edebi nitelikte değil
çevre ve çağ faktörlerini de göz önünde tutarak yo
rumlamasını bilenler için, zannedersem bu hatıranın Sabahat ! in Ali'nin hayatına, edebi ve gayri edebi faaliyetine ve hatta
iilümüne ışık tutan tarafları vardır.
Sabahattin Ali ile ne gibi şartlar içinde tanıştığımızı an
latmak ve bu tanışmanın dekonın11 çizebilmek için, kendime ait ailevi ayrınWara girmek ve yine babamdan söz oetmek zo
rnndayım : Efendim, babam gençlik ve öğrenim ytllannı mad
di sıkıntı ve mahrumiyet içinde geçirmiş olmarun reakHiyonu
ile olsa gerek, olgun yaşında, yukarıda da belirttiğim gibi, eli açık bir insandı. Ailesinin hiç bir şeyden yoksun olmasını is temezdi. Özellikle, çok varliklı bir ailede doğup büyümüş olan an.nemin rahat ve istirahatine önem verir, onun yaz aylarında ev idaresi ile, hizmetçilerle uğraşmayıp, tam olarak dinlenme sini anu ederdi. Uzun sözün kısası, biz yaz aylarını ailece Ada'nın, Moda.'nın lüks otellerinde geçirirdik. Üç dönem millet vekilliği yapmış olan babamdan, bu sebeple, apartımanlar kal madı, fakat gençliğimden bir yığın hatıra kaldı. 1931 yazıru Modada, o zaman Moda burnunun Deniz Kulü bü tarafındaki kıyısında bulunan Moda Palas otelinde geçiri
yorduk. O zamanki Moda şimdiki ·gibi, gürültülü patırdılı, vızır vızır arabaların geçtiği yer değildi. Moda Burnundan araba ların geçmesi yasaktı. O zamanlar Ada vapurları Modaya uğradığı için iskele bi nası canlı idi. Hele sabah ondwki gidiş vapuru i!ı>. akşam altı daki dönüş vapuru islrekye ve bütün Modaya ağır başlı, telaş sız bir hayat katardı.
Moda Palas'ın, onun yanındaki Mano Palas'm ve onun yanındaki Apergis pansiyonunun pencerelerinden Kalamış ko yunun ötesinde görülen manzara şimdiki gibi beton yığınından ibaret değil, yeşillikler arasında beya.zlıklardı. Yani, geniş bahçel-er içinde köşkler... Ne diyordum? Evet, Moda Palas ... Moda Palas'ta yemek ler öğlen d�anda, bahçede yenirdi. Her ailenin belirli masası vardı. Bizim masanın hemen yanındaki masa genç bir karı ko ca ile üç dört yaşlarında küçük kızdan ibaret bir ailey� ayrıl mıştJ. Kfo;ük kı7. şirin mi şirindi. Ben küçük çocul:lara bayılır dım. Onlar da beni severdi. Yarumızdaki kiiçük kız da bana cilveli cilveli bakar, o baktıkça ben ona göz kırpardım. Bazen bizim :rn?.saya y:;.klaşacak gibi olur, ben yakalamak isteyince , utanma numaraları yaparak annesinin kucağına sığınırdı. Kü· 84
çtik. kızla göz flörtüm.üz bir kaç gün sürdü. Sonra, pek tabii ola
rak, annesi ile karşılıklı gülümsedik ve konuştuk. Ben küçü ğün yaşını ve adını sordum . Adı yanılmıyorsam Filiz'di.
Filiz'in
babası "pi.n.Cie-nez" denilen cinsten çerçevesiz göz
lük takan, orta boylu bir adamdı. Şimdi hesap ediyorum da, o zaman ancak ve ancak yirmi beş yaşında imiş. Halbuki ba na. otuz n.ltı otuz yedi yaşlarında bir adam hissini verirdi. Çün kü çok ciddi ve hatta çatık kaşlı idi. Bize ilk günler soğuk bir selam ·verip geçerdi. Fakat benim ve annemin karısı ve çocu ğu ile samimiyetimizi görüp, nihayet bir az yüz vermeğe mec ,
bm oldu. Otel müşterilerinin hepsi hali vakti yerinde kimselerdi. A
ralarında yabancı diplomatlar, zengin işadamları vardı. Ben, nedense,
gün
Filiz'in
babasını
bir
yağ tüccarı
farzediyordwn.
Beyfendi ne iş yapar, diy�. "Alınan C'a öğretmenidir" diye cevap verdi. Doğrusu şaştım. Öğret men maaşı ile böyle bir yerde.. Zamanla öğretmen Beyin adını Bir
hanımına sordum,
da öğrendik : Sabahattin Ali imiş. Bu ad bana hiç bir şey ifade etmiyordu. Çünkü Sabahattin Ali henüz Sabahattin Ali değil
di. O yılJarda dünya sa.kin, daha doğrusu tasasız
bir dönem
:�nnekte idi. Yirminci yüzyılın başındaki yıllara na&l. "Gü
zel devir" deniyorsa, •bugün Avrupa
edebiyatında iki dünya
( Les annees fol les) denir : Çarleston, Fokstrot ve Tango yıllan . . "cafe-chan Lant" lar dönemi... Yalnız Almanya Avrupanın çılgın hayatına savaşı arasındaki yıllara. da "Çılgın yıllar"
.
katılamıyordu. Yenilgi
memnuniyetsizliği,
memnuniyet.sizlik
ıle komüi'Lizm eğilimini doğurmuştu. Bazı komşu memleketler hu eğilimi ve akımı finanse :etmekte idi. Hitler henüz görünür de yoktu Tür.kiye, Cumhuriyet devrinin altın çağını yaşıyordu.. De �il soygun, cinayet veya anarşi, gazetelerde bir hırsızlık ola-
85
yına bile rastlanmazdı. Asayiş o kadar mükemmeldi. Vatandaş.
devJ.ete, memur imire saygılı idi Bu düzeni yıkmak veya sars
mak için sağda solda tohumlar ekilmekte olduğundan haber
sizdik. Sabahattin Ali Beyin Hanımına bir gün sormuştum : - B-:"'yefendi almancayı nerede öğrenmişler ? Alman
o
kulunda mı ? - Hayır, Almanyada. Almanyadan döneli bi r sene falan oluyor. - Ya
Bir
gün Hamdullah Suphi Beyle Ruşen Eşref Bey baba
ma misafir geldiler. Akşam yemeğine k alacaklardı. Yemekten evvelki saatlerde, herkes, deniz kenarında, otellere mahsUB kı sımda şezlonglarda dinlenirdi. Ben, çok defa yaptığım gibi, ba b amın misafirlerinin meclisine sokulmuştum, daha doğrusu yanlarında oturup sessizce dinliyordum. Bir aralık Ruşen Eş
ref edebiyat dünya.sını hep eskilerin işgal ettiğinden, yeni
bir
değerin, yeni bir kalemin yetişmediğinden söz ıetti. Hamdullah Bey de dedi
ki :
--.Mamafih, gençler arasında bazı kıymetli
kalemler de
yok değilmiş. Bana Sabahattin Ali diye bir gençten bahsetti ler. Hikiyeleri pek güzel, pek orijinalm.iş.
Ben a.Wdım : - Almanca öğretmeni değilmi ? Almanyada okumuş... - Evet, evet. - O burada, bu otelde
kalıyor.
- Ya ? ... Bu değerli genci tanımak isterdim. Tanıştırabilirn:ıi.sinİ3 kızım ?
86
Etrafa göz gezdirdim.. Baıktım , solda, uzakta bir Sabahattin Bey hanımı ile birlikte çay içiyor.
- Tabit, diye cevap verdim Hamdullah
yerde
Suphi Beye , şi m
di hemen getiririm.
... Düşünüyorum da, Hamdullah Suphi Beyin o zamanki saflığı �im saflığımla yarış halinde imiş. Ne ideoloji denen seyden, :ıe dünyada ve Türkiye'de, resmi hayatı n gerisin de olup bitenlerden, ne de memleket için hazırlanan gekcekten baberdarmışız.
Koş;ı koşa gittim. Müjde verir gibi :
- Sabahattin
sizi meşhur bir adamla dedim.
Bey,
ğım . gelin, bekliyor,
tanıştıraca
-- Kimmiş bu meşhur adam ? eski Maarif Vekili. Sizi kendimeğer yazı da yazarmışsınız.
- Hamdullah Suphi Bey, methetmişler ... Siz
sine
Sabahattin Ali'nin yüzü. nedense , kıpkırmızı oldu. Elinin tersi ile yaptığı bir hareketle boş çay bardağını devirdi ve ay nen şu sözleri söyledi :
- Ben öyle heriflerle tanışmam. Afallamıştım. Karısına baktım . Kansı da kocasına
baka
-ak : Sabahattin, ne
yapıyorsun ? dedi.
- istemem tanışmak. Bu dununda ısrar etmemek ve Hamdullah Suphi Bey'e gi dip
lik.,
:
''Tanışmak istemiyor" demek vardı, değil mi ? Fakat genç
sa.flıl� . gaflet,
cahillik ve yenilgiye alışık olmamak beni ıs
rara sevketti : 87
- Sizi beğeniyor amma, beğendiği için istiyor Hem beo müşkül mevkide kalacağım. Şimdi getirir, tanıştırınm, de .
dim. Bwıları söylerk en medet umuyordum.
O
da
,
Hanımına. bakıyor
,
gözlerimle
kocasının tutumunu anlamıyordu
ondan
:
- Haydi, Sabahçı.ğım, tanışmaktan ne çıkar �
Ben, katmerli saflığımı devam ettirerek :
- İyi
adamdır, vall.a.hi fena adam değildir .
Nihay�t,
..
Filiz'in an�esi
yerinden kalktı ve
kocasının
ko
lundan tutarak :
- Sabahattin, ayıt-ediyorsun, bir sel8.ml a , iki dakika kal,
gel dedi.
Hanımının bu ısrarına dayanamadı. Kaşını çatarak yerin
den kalktı ve benimle yan ' yana yü:rümeğe başladı. Ben, şata fatlı bir şekilde tanıştırma merasimini ifa ettim :
-Almanca öğretmeni, yazar Sabahattin Ali Bey. . . Tlirko Hc>i.si Hamdull ah Suphi Bey.. . Ruşen Eşref Bey. .. ba
cakları
bam . . .
Sabahattin Ali hiç bir şey söylemeden ilk ikisine elini u
zattı,
babamı başı ile sel8.m.ladı.
Hamdullah
Suphi Bey ise, he
men mem nuniyetinden, duyduğu sitayişlerden başlayarak,
u
zun - bir nutuk çekmeğe b�ladı. Sabahattin Ali kendisine söy lenenleri dinlemiyor, etraftaki insanlara ve otel ile sahil ara sındaki yoldan geçenlere ürkek ürkek bakıyordu Birdenbire. Ham dullah Suphi'nin nutkunun tam ortasında : .
- Müsaadenizle, dedi ve koşarcasına uzaklaştı.
Hant.iullah Suphi, Ruşen Eşref, bab am i?&Şkınlıktan do
nakaldıla!'. Ben ise, pek o kadar şaşmadım.
88
Ruşen Eşref :
- Garip genç , dedi. Hamdullah Suphi : - Almanya'da okuyanlarda görülüyor
böyle
gariplik
ler... Babam :
- Bugün Almanya'da çok kesif fikir mücadelesi ve pro paganda harbi var. Bilhassa kabiliyetli gençleri her iki taraf oltasına takmağa çalışıyor, dedi. Ben ne babamın söylediklerini anlayat-ildim, ne de Filiz'in babasının tutumuna bir mana verebildim. Esasen, onsekiz yaşın tasasızlığı ile, bütün bunları anlamayışıma da önem vermedim.
Şu kadar ki, 1931 den sonra, Sabahattin Ali'nin her çıkan eserini füıp okudum. 1H35 de «Değirmen», 1936 da «Kağnı>, 1937 de "Ses" ve "Kuyucaklı Yusuf", 1940 da "!çim.izdeki Şey tan", 1943 de "Yeni Dünya" ... ve saire ... Bu arada yazarın hap se girip çıktığını duyuyorduk. Bilindiği gibi, Sabahattin Ali Edebiyat tarihimizin bir fas lını teşkil eden «Güdümlü edebiyat» ın nesirdeki ilk büyük tem silcisidir. Nasıl ki Nazım Hikmet angaje şürin piridir. Yukarıda anlattıklarım gösteriyor ki, biz, babalarımız , amcalarımız uyurken, «güdümcfiler:ı> çoktan şuurlu bir tutum takınmışlar ve belirli, işlenmiş bir program çizmişlermi.ş. Bu programın edebi etiketi «sosyal gerçekçilik» idi. Sabahattin Ali'nin üslubunu, sanatını, veliıtluğwıu beğe niyor, fakat eserlerinde sinsice Ahmed'i Mehmed'e Ali'yi Ve li'ye düşman eden kışkırtıcılığına kızıyordum. Nihayet, daya namayıp, 1947 sonunda «Sırça Köşk» ün yayınlarunası münaı sebetiyle, «Edebiyata ihanet» başlıklı bir yazı yazdım ( 1 Mart 1948) . Bu yazıda şöyle diyordum : 89
"Gümrüklerde eroin kaçakçılığına alet olan mücevherler gi.bi, "Sırça Köşk" kitabın ın edebi zarfı da siyasi ve içtimai .fiki r kaçakçılığına yar<lım eden bir vasıtadan başka bir şey de ğUdir "Sırça Köşk " yazarının içtimai telakkilerinin mahiyeti veya siyasi temayüllerinin istikameti bizi alakadar etmez. Biz sırf edebi bakımdan şı� hazin müşahadeyi yapmak mecburiye ..•
tindeyiz ki, edebiyatımızın değerli hikayeci ve romancıların dan biri olan Sabahattin Ali, edebiyata ve
sanata vefas1zlık
göstermekte ve ha.tta, edebiyatı edebiyat dışı maksatlara cilet etmek
suretiyle,
ona ihanet etmektedir.
Bir sanatk<irm. sana etmesinden
tına ihanet etmesi, bir rahibin ma.buduruı ihanet
daha hazin bir şeydir..." 1966 da veya 1967 de, Dışişleri Kültür
işlerine baktığım
sırada, Ffüz'in. babasını hatrrlamama şöyle bir vesile oldu : Bir Büyükelç5Jiğimiz, telif ve tercüme hakkı
olarruk,
Sabahattin
Ali'nin varisleri adına Merkez Bankasına yirmi bin lira yatırıl dığını bildiriyor ve ilgililere duyurulmasını rica ediyordu. Bu, karıştırdım : Daha önce de, ayni memleketten, buna yakın meblaglar gönderilmiş ... l1ık tanıştığımız zaman yağ tüccarı �annettiğim yazar gözümün o zaman için yüklü bir para idi. Dosyayı
önüne geldi ve «sosyal gerçek�iliğin» yağ ticaretinden daha . az
karlı olmadığını düşündüm.
90
v111
SALİH ZEKİ AKTAY
91
Salih Zeki Yine Moda'da, deniz manzaraları ile çevrili olarak geçen bir yaz mevsimi idi. Senesini hatırlamıyorum. 1935 ile 1937
a
rası ol duğunu biliyorum, sadece. O sene Apergis Aile Pans iyo nunda kalıyorduk.
Pa�iyonda kalanlar arasında bir de Osman Bey ad ında uzun boylu, gençce bir adam vardı. Zannedersem, sonraları Milli Eğitim müfettişliği yaptı. İşte bu Osman Beye, her ak ,
şam, saat beşe doğru edebiyatçı dostları gelirdi : Yedi Meş'ale cilerden
Sabri
That (0 zaman soyadı Ander
idi ) , Salih
Aktay ve hatırlamadığım başıkaları. Kırmızı salonun bir
Zeki köşe93
sinde topl anır , konuşur, tartışırlardı. Akşam yemeği s aa ti ge
lince , kalkıp giderlerdi.
Bi.ziııı ve şahsen benim, OsmaJı Beyle sel8.mlaşmaktan ba;; ka samimiyetimiz yoktu. Öyle olduğu halde, bi r akşam, ben sa
lonun bir başka köşesinde, her gün yaptığımız sandal gezintisi
için annem le kardeşimin hazırlanıp inmesini beklerken, Osman Beyin b eni arkadaşlarına takdim edeceği tuttu. öyle sezdim ki,
aralarındaki birinin telkini veya isteği üzerine... Ben, herkesin
elini sıktıkta n sonra, yanlarında fazla kalmayıp, dışarıda bek lemeği tercih ettırn.
Osman Bey, bir hafta veya on gün kalıp, pansiyondall ay rıldı. Om•n tanıştırdığı başka kimselere bir daha rastlamadı ğım halde, bütün Mühürdarlılar gibi, her akşam Moda burnunu
bir kere d ol aşan Salih Zeki ile se'amlaşmağ·a devam ettim. Bu beyaz saçlı, kibar tipli ve güler yüzlti ad am bana sempatik ge l iyo rdu.
Bir gün Kadıköyü vapurunun Hususi Mevkiinin alt salo
nunda, ya rum da boş yer görüp, şair geldi oturdu. Bu yirmi
dakikalık ilk görüşmemizde , havadan sudan konuştuk. Esasen
ş airin şunu bunu sel8.mlamaktan, benimle konuşmağa pek vak ti kalmıyordu. Amma da ahbabı
vardı
bu adamın ! Şunu da be
lirtmeliyim ki, o zamanlar Kadıköyü vapurunun Hususi Kama
rasında
bugünkü kokteyl
p artilerinin havası
vardı. Herkes,
muh akk ak, bir tanıdığına rastlar ve çayını . yudumlarken. soh
bet ederdi
Daha so nraki görüşmemiz
yine vapurda
oldu, fakat, bu
öe.fer, l!ususi Mevkün güverte kısmında . Vapur çok kalabalık tı. Ben, J-er bulmak için bakınırken,
yurun, Küçük orada. oturan
na
Hanım»
şair ayağa kalktı
ve : <:Bu
diyerek , yanında yer gösterdi. Bir de.
bir adamı « Edebiyat öğretmeni falancai' diye ba
takdim etti. Salih Zeki Bey,
·kısaca hatırımı
sorduktan scn
ra, ben wkmuşum gibi, arkadaşı ila ko nuşm ağa. devam etti :
- l!�vet azizim, benim «Persefon» u anlamadılar. Cahildir zaten bizim münekkitler. Ne tarih bilirler, ne de edebiyat ta rihi ... Dünya edebiyatı demek istiyorum... Ne imiş ? Ben Yunaıı hayraru jm.işim. Değil efendim ! Anlamıyorlar
ki.
mitoloj i Yu
nanın malı olmaktan çıkmış, insanlığa mal olmuştur. «Hwna
nites» demezler mi, Yunan medeniyetine dayanan
kültüre ? . . .
Almanların bUyü.k. şairi Goethe n e yapıyor ? Tutuyor «İfigenya>> diye bir piyes yazıyor. tfigenya nedir ? Yunan Mitolojisinin bir faslı . . . Halbuki, Jermenlerin kendi mitolojileri var. Votan'lan.
Motanları falan. Niçin o mitleri kullanmıyor ? Çünkü cihanşü mul olmamıştır. Hem bizimkiler zannediyor ki, mitoloji dindir,
yani Yunanlıların dini. Ne münasebet ? Mitoloji dünyanın, ha
yatın felsefi izahıdır. Mitolojik vak'alar sembollerdir, mitlerdir. Bu mitlerin en mühimi de « Persefon» mitidir... Ben, eşya yerine konmaktan bıktığım için mi, ukalfilığını tuttuğu iı:in mi ne, 18.fa karışmak. ihtiyacını duydum
:;;ı ...
- �onbaharla ilk bahar miti . . . tabiatın ölüp tekrar dirili değil mi, efendim ? Oturduğu yerde, yüz seksen derece bana
h ayretle baktı ve arkadaşına : -Bak, gördün mü ? Haıumefendi biliyor
dönüp, yüzfune işte,
dedi.
Bir .mda Küçük Hanımlıktan Hanımefendiliğe terfi ediver miştik. Maale&"ef, şairin nezdindeki yeni mevkiimizden fayda !anmak mümkün olmadı. Çünkü Köprüye gelmiştik.
Bu karşılaşmadan bir kaç gün dük. Çünkü Ekim gelmişti.
sonra da, Ankara.ya dön
Ertesi sene yazlığa Moda'ya değil, Büyükada'ya gittik. Bü
tün kışı Ankara'da geçirdikten sonra., vitrinleri görmek, alış veriş yapmak için Beyoğluna inmeden olmuyordu. Ankara, bir kadın
için,
O
devirde
modayı takip etmek, üst baş edinmek
imkinlan bakımından kısır idi.
95
Bir gün bir arkadaşımla. beraber terziye gitmek için, Le
bon pasta.nesinde buluşmak üzere sözleşmiştik. Ben, vapur
sa
ati dola.yısiyle hayli erken gelmiştim. Belli etmeden etrafım
dakileri
seyrederek bekliyordum. Bir aralık, pastanenin kapı
Rl açıldı \'e Salih
Zeki
başını uzattı.
Birini arar gibi, bütün ma
salara baktıktan sonra, çekilip gidecekti ki, beni gördü ve he
men içeri giıjp yanıma geldi : - Nerelerdesiniz yahu, Hanımefendi ? Şiirlerimi götürmüş tüm pansiyona, sizi bulamadım. Bu sene de üç kere aradım. Bunları söylerken ayakta durduğu için,
oturmasını rica
ettim. Arkadaşım gelinceye kadar konuştuk. Bana geçen sene kina en başka. gözle baıkıyordu. Bir sürü iltifat y ağ dır dı
.
&lki
arada geçen yıl için.de gelişmiş, serpilmiştim. Şiir kıtabını gön
adre.simi riinmez, kalktı gitti.
dermek için
aldı. Ve arkadaşım kapıda görünür gö
Bir iki gün sonra, şür kitabı geldi : «Pınar» adlı küçücük bir kitap. Kanştırmağa bile vakit bulamadan veya lüzum gör meden, bir kenara attım.
O
sıralarda hayatımda kafi derece<le
şiir vardı . Dikkat ettiyseniz, insan kendisi roman yaşarken, ne roman okumak, ne de sinemaya gitme k ihtiyacını duyar. Hele
şür
okumak hiç canı istemez. Böylece her yaz, tstanbul'a geldikçe, şurada burada Sa
lih Zeki
Beye rastlar, her . defasında bana s empati veya takdi
rinin arttığını hissederdim. Görüşmemizin ilk beş on dakika
sında beni iltifatlara boğardı. Tabii, o zamanlar, şimdiki gibi, bir ihtiyar ve şişman kadın değildim.
Uzwı
boylu olduğum için
de, endamımın güzel olduğunu zannederlerdi. Bundan olsa gerek, Salih Zeki Beyin
bıktırırcasına
dolayı
tekrarladığı hir
kompliman vardı. Derdi ki : - Siz nesiniz, biliyor musunuz ? v�nüs vücudu üzerine turtulmuş Minerva kafası . . .
96
o
Sık sık da Yunan Mitolojisi konusuna dönerdi. - Bu semboller heyeti mecmuası benimsenmedikçe edebiyatımız asla muasır bir edebiyat olamayacaktır, derdi. - Haklısınız, efendim. Ben nezaketen böyle söyledikçe şair coşardı - Siz beni anlıyorsunuz, Adile Hanım. Anlamıyor, arka daşlar. Bana ne diyorlar, biliyormusunuz ? "Senin
Jüpiter adi
zamparanın biridir. Bir gün altın yağmuru olur, bir kadını ge be bırakır, ertesi gün öküz olup başka bir kadına
saldırır".
Anlamıyorlar, efendim. Anlamıyorlar ki, bütün bunlar sembo liktir, hayatın izahıdır, tefsiridir . Esasen Jüpiter ilah da değil dir, bir ifade vasıtasıdır. Onun maceralarının manası aslında kadın psikolojisinin tahlili, kadın ruhunun izahıdır, başka bir �ey değildir. Kadını erkekte ne cezbeder ? Sırasına göre servet, para, altın. Bir çok kadınlar paranın cazibesine dayanamaz. İş
te Jüpiter de altın yağmuru olup Danae'nin kalbini fetheder. . . Bazı kadınlar da servet değil, kudret karşısında kendinden ge çer. Fiziki kudret sembolü olduğu için, Jüpiter boğa kılığına girerek Europa'nın aşkını kazanır. - Haklısınız, efendim. Kadın kısmının gençlik yıllarında öyle bir devir vardır ki, Pn önemli iş herkese sevimli göıiinmek, hoşa gitmek, beğenil
mektir. Bunun için de, her kese gülümseyecek, herkese hak ve receksiniz. Bu belki de biyolojik bir kanunun neticesi veya be l i rtisidir. Fakat ben Salih Zeki'ye hak verirken az çok samimi idim. Lise tahsilimin de etkisiyle, kültür a lanında Batının ilgisini çe kebilmek için Yunan kültüıiinü tanımak 18.zım olduğuna ina nıyordliın.
1944 den itibaren, ben tstanbulda daimi olarak oturmağa başladıktan sonra, Salih Zeki evime geldi, çocuklarımı okşadı.
97
Bir sürü eserini de getirmişti : Persefon, Asya Şarkıları, De ğişişler, Hallac-ı-Mansur. Bu son eseri hakkında, daha doğru su Hallac-ı-Man.sur'un şahsiyeti ve kaderi hakkında tasavvuf uzmanı, tanınmış Fransız bilgini Massignon'un bir mektubu nu da cehind·en çıkarıp okudu. "Pınar" daki şiirleri beğenip beğenmediğimi sorduğu za man, müphem bir "güzel" kelimesi ile cevap verdiğimden, ha yallere kapılmayıp, şöyle bir ricada bulwıdu : okumasanız bile, hiç olmazsa Hallac-ı-Man sur'u karıştırın, okuyun. Bu esere çok kendimden verdim. -Başkalarını
Ayrılırken israrla evine çağırdı, "fütaplarımı görmenızl muhakkak istiyorum" dedi. Ve evinin yolunu uzun uzun tarif etti - . . . işte orada sola sapıyorsunuz. Mühürdar karakolunu görünce bir daha sola.. Bir gün gittim. Çok sevindi. Fakat... Doğrusu itiraf etmeğe utanıyorum : Kitaplarının hiç biri bir tek sahifesini okuı:r.adım. O sıralarda eleştih yazı ları yaymlamağa haşlamıştım ve eleştiriciliğin kuralları icabı yalnız o yıl yayınlanmış eserlerle ilgileniyordum. Okumam ge reken çok kitap vardı. Çünkü prensip edinmiştim : Bir yazarın bir eserinden söz etmeden önce, daha önce yazdığı bütün eser lerini okumuş olmam şarttı.
nin
Hem Salih Zeki de ciddiye alınmazdı ya... O bana hayran olmağa, beni medhetmeğe memlll' bir ihtiyarcıktı.. Açıkcası beni şımartmıştı. Şımarmıştım. okumadım amma , bir isteğini yeriJ?-e getirdim. Bir gün telefon etti, hal hatır sordu ve büyük bir ricası olduğu nu söyledi : Kadıköyünün Hacı Bekir Pastanesinde her Cumar tesi bir kaç şair ve edebiyatçı toplanırlarmış. İçlerinde yazılaKitaplarını
98
rı.mı okuyanlar ve beni ta.rumak isteyenler varmış. Salih Zeki de bunu sağlamayı vadet�.
- Ne olur, bu Cumartesi gelin. Gelirseniz. beni
şahsen
minnettar edersiniz, dedi.
Gittim. Şimdi hiç birinin adını hatırlamadığım beş altı kişi ile tanıştım. Yarım saat kadar kalıp ayrıldım. 1956 dan sonra Salih Zeki'yi -bir daha görmedim. 1963 ilk baharında, Belgrad Büyülrelçiliğimizde Müsteşar bulunduğum 'Sırada, şairden uzun bir mektup aldım. Çok karamsardı. Bir hastalık veya kriz geçirdiği anlaşılıyordu. Ölümü beklediğini yazıyordu. Bir de, uzunlamasına ortadan bölünmüş eseri cedid kağıtları üzerine, eski harflerle yazılmış, bir sürii yayınlanma mış şiirini göndermişti. «Nasılsa bunlar neşredilmeyecek, iyi si mi sizde dursun» diyordu.
Memlekette geçirdiğim 1963 - 1967 yılları arasındaki dö nemde Büyükada'da geçen bir yaz dışında, tstanbul'da pek kal madığım için, şaire hiç rastlamadım. 1971 başında, Romada Maslahatgüzar iken, gazetelerde ölüm haberini okudum. İçim bir tuhaf oldu. Her halde şuur altunda birikmiş suçluluk duyguları şuurumun düzeyine fışkır mıştı. Hatırladım ki, başka bir kitabın sahifeleri arasına sıkı şarak, Romaya yanlışlıkla gelmiş olan «Pınar» ı, bir tarafa koymuştum. Arayıp buldum ve okum.ağa başladım. Aman Ya rabbi ! Meğer benim ihtiyar dostum gerçek bir şairmiş. Bu ne şiiriyet, hu ne akıcılık ! Bu ne yoğun mısralar. . . beklenmedik, yeni ve t--esur teşbihler ! "Mor benekler düşerken hava zerrelerinden, Hasretlerin ahengi yükselirken derinden, Şafakları bekleyen merm erlerin nuruna, Solup solup değişen renklerin süruruna, Ruhun ebedi hicran beldesinden bakacak,
99
Açılmayan bahçene al Uileler akacak.
O zaman ben uzakta, tıpkı bir ildh gibi, A teşten dünyalara akseden bir ah gibi, Kızıl nurlar içinde çalkanıp söneceğim, Güneş gibi açılıp, göklere döneceğim." Aynı senenin sonunda, memlekete dönünce, «Hiç olmazsa Hallacı - Mansuru okuyun»deyişi hatırıma geldi ve piyesi ara yıp buldum. Okumağa başlayınca, hayret, hayranlık, esef, mah cubiyet ve vicdan azabı altında ezildim. O beyaz saçlı, güler
yüzlü ihtiyarcığın ne kadar derin bir manevi dünyası varmış ! Apollon
ve
Bakküs hayranı
diye bilinen bu adamın
islami
ilimlere, �eriat ve tasavvufa vukufu ne kadar geniş, n�
kadar
derinmiş ! Hem Hallacı - Mansur edebiyatımızın gerçek eksiği olan fikir unsurunu da taşıyan bir eser. Abdülhak Hamidin facialarını, Paul Claudel'in dramlarını andırıyor yer �r.
"Aşkınla ölmek... o bir vecd içinde vuslattır, En büyilk acılarda kaybolmak ayrı tattır. Kucakla ilk nurunla, al semana erkenden, Şafaklar içimdedir, ümidim budur Senden .. . " "Gafilleri doyuran sadece kırs ve hazdır, Ruha zamanı aşan ebediyetler azdır. Gözlerim yaşla doktu, ben beni gördüğüm gün "Enelluık" diyen sesler arştan, ekvandan üstün. Varlıklar "Enelhak'" der, ben de "Enelhak'' derim Böylece, Salih Zeki Aktay'ı ancak ölüm.ünden sonra tanı m.JŞ oldum. Af dilemek geliyor içimden, onun hayalinden, ru hundan...
100
ıx
SÜKOFE NİHAL
101
Şükufe Nihal Şükufe Nihal Hanım hakkındaki hatıral arım şiir gibi, rüya
gibi güzel, fakat zaman unsuru bakımından şiir gibi, rüya gibi sınırsız ve belirsiz. Kendisiyle, ikinci Dünya Savaşı'ndan
sonraki
bir ilk bahar günü, Erenköyü'nde, Halim Paşa'run tanıştık. Hangi
yıl ?
devirde, köşkünde
Hatırlamıyorum. Halim Paşa'nın hanımı
şair, gazeteci, iktisatçı İffet Halinı Hanım bilmem hangi mü nasebetle bir kaç hanımı davet etmişti. Tanıştırıldığımız zaman,
Şükufe Nihal Hanım dedi ki :
103
- Sizinle tanışmağı çok arzu ediyordum. Çok sevdiğim bir eski talebem, Nimet, şimdi Fakültede sizin talebeniz. Bayılı yor derslerinize. Şiirlerini okul sıralarından beri bildiğim bu meşhur kadın la tanışmak benim için de bir zevk ve bir şerefti. O sıralarda Şükufe Nihal Hanım İstanbul Kız Lisesi'nde edebiyat öğret meni idi. Ben ise, Edebiyat Fakültesi'nde Fransız Edebiyatı do çenti. Fakültenin Türk Edebiyatı Bölümü öğrencilerinden Fransız Edebiyatı sertifikası yapanlar benim verdiğim «Fran sız Medmiyeti tarihi» derslerine de devam ederlerdi. Şükufe Hanım'ın bahsettiği Nimet anlaşılan bunardan biri idi. Ayrılırken birbirimize adres ve telefon numaralarımızı verdik. tık olarak o aradı. Benim çocuklarım küçük, ailevi meş guliyetlerim fazla idi. Görüşmemiz evvela evlerimizde ziyaretleşme şeklinde başla dı. Sonra, benim teklifim üzerine, Beyoğlu'ndaki Markiz Pasta nesi'nde buluşmağa başladık. Alman kadınlarının «Conditorei» larda buluşmasının sırrını keşfedeli, kendileriyle rahat konuş mak istediğim ahbaplarımla böyle yapıyordum. iki taraftan birinin evinde görüşen hanımlar, bir yandan ikram vazifesi yü zünden, bir yandan da çoluk çocuğun veya hizmetçinin rahat sız etme'3i yüzünden, konuşmalarına ikide birde ara vermek mecburiyPtinde kalır, görüşmeleri kesik kesik, parça parça olur. Bir pa.stane, bir muhallebici dükkanı gibi «tarafsız bölge» kadar görüşmelere, yakınlaşmalara, müsait yer yoktur. Nitekim Şükfıfe Nihal Hanım'la her buluşmamızda fikren, ruhen bir az daha birbirimize bağlanıyorduk. Çocuklarından, kocasından, hizmetçisinden ve modadan bahsetmeyen. b€nim ilgilendiğim konularla ilgilenen fevkalade bir insan ! Sanattan, şiirden, sanatçının, yazarın kaderinden bahsediyoruz. O yıllar da, Psycbologie de l'Art, diye yeni bir bilim gelişmekte idi. Ko nuşmalanmızın başlıca konusu da bu idi. Bu alanda bende na104
zari bilgiler, onda yaşanmış tecrübeler vardı. Aslında birbiri ne benzeyen iki insan değildik, belki birbirini tamamlayan iki insandık. O benden hemen hemen yirmi yaş büyük olduğu halde, ruh tazeliği, iyimserlik, heyecan bakımından benden çok daha gençti. Onun bazı uzun uzun anlattıklarını kısa formüllere sok mam, hoşuna gidiyordu. Konuşmalarımızda ben daha ziyade Batı edebiyatından; batılı yazarlardan misaller getiriyor, o bi zim şairlerden mısralar okuyarak söylediklerimi teyit ediyor du. Ben edebi tenkid yazıları yayınlamağa başladıktan sonra, çeyrek asırdan beri meşhur olan bu kadın iki günlük yazar o lan beni şımartmağa, yazılarımı layık olmadıkları şekilde öğ meğe başJadı. Ayni zamanda bana siir kitaplarını getiriyor, e serl'erini beğendirmeye çalışıyordu. Buna hacet yoktu. Gerçek bir sanatkar karşısında bulunduğumu biliyordum. tliklerine ka dar şair olan bu kadının konuşması da şiir gibi idi. Görii.şmeleri mizden sonra, bir mensur şiir matinesinden çıkmış gibi hisse derdim kendimi. Üniversitedeki rekabet, entrika, dedikodu ha vasından sonra, bu benim için ne kadar dinlendirici oluyordu ! Şahsından, hayatından bahsetmek hususunda garip ve zarif bir utangaçlık ve çekingenlik gösteren Şükufe Hanım başka konular münasebetiyle, dolaylı bir şekilde, parça parça, his ha yatını ifşa ediyordu. Anlıyordum ki, büyük bir aşk geçirmişti ve bu aşk bitmemiş senfoni halinde sona ermişti. Sual sormu yordum. Biliyordum ki : "Kimdi bu ? Ne zaman oldu ?" gibi so rular sorduğum takdirde, büyü çözülecek, itirafların, ifşaatın arkası kesilecekti. Bir gün şöyle dedi : - Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılı�. aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim. . . . Bugün biliyorum ki Şükfıfe Nihal'in en gü7.el şiirlerini iJliam eden şahıs Cenap Şehabettin'in kardeşi Osman Fahridir. 105
. . . Markiz'deki garsonlar bizi bellemişlerdi. Ismarlamamızı beklemeden çayımızı getirirler, tercih ettiğimiz pastaları bizim için seçerlerdi. Şükufe Nihal Hanım çayının ilk
yudumunda
çantasından pembe bir hap çıkarır, yutardı. Bunu Optalidon tü bünden çıkardığını gördüğüm için, bir defasında sormuştum : -Başınız mı ağrıyor ? Niye Optalidon alıyorsunuz ? - Yoo, başım ağrımıyor. Fakat Optalidon bana rahatlık, ferahlık veriyor. Günde bir iki tane alırım. Ses çıkarmamıştım amma kendi kendime : «Bunun içindeki afyon mu acaba rahatlık veren ? » diye düşünmüştüm. İşte böyle, dostluğumuz duru su gibi akıp gidiyordu. Fakat günün birinde ben, bugün bile tesellisini bulamadığım bir wfa sızlık göstermeğe mecbur kaldım... Bir müddetten beri bir ro man yazmakta olduğunu söylüyordu. Bunun için coğrafya ve tarih kitapları kanşbrın�, bilmem kimin
Kürt hizmetçisini ko
nuşturmuştu. Günlerden bir ·gün «İşte roman çıktı» diye elime bir kitap uzattı : «Çölde Sabah Oluyor».
Besbelli idi ki, eseri
için benden bir yazı bekliyordu . Bu dost insan için bir güzel ya zı yazmam da en tabii bir şeydi. Fakat ben romanı okuyunca hayal kırıklığına
uğradım.
Gerçi pürüzsüz bir üslup, memleket tasvirleri, Doğu Anadolu adetleri, bir gönül macerası, hatta şapka inkılabına karşı Er zurum'daki isyan gibi tarihi olaylar da vardı eserde. Vardı am ma, bu bir roman değildi. Daha evvel yazdığı romanları alıp okudum.
Onlar da
zayıf. Yalnız Hüseyin Cahid'in «Ölmez eser» diye
nitelediği
«Yakut Kayalar» gerçek bir edebi değer taşıyor. Fakat o da bir roman değil, harikul3.de bir masal, bir lirik şiir çağlayanı ola rak ...
106
Ben de eleştiricilİğimi, o zamanki tabirle
münekkitliğimi
pek ciddiye almışım. Kendime göre prensiplerim var : En baş ta hatır için yazmamak, yargılarımda objektiflikten, tarafsız lıktan ayrılmam.ak. Günlerce uykum kaçıyor : Prensip mi bozulsun,
dostluk
mu ? Bir iki defa çekinerek soruyor : «Bizim romanı okumağa vakit bulabildiniz mi ?" diye. Nihayet bir gün her şeyi göze ala rak şöyle diyorum : - Şükufe Hanım, bilirsiniz, ben sizin romancılığınızdan zi
yade şairliğinize hayranım. inşallah son şiirlerinizi bastırırsı nız da güzel bir yazı yazarım.
Bir gey demedi. Belki bir az mahzunlaştı. Fakat daha son raki bulu.5maın ızda eskisi gibi idi. O kadar asil ruhlu
ve
anla
yışlı idi ki ! Ona Edebiyat tarihimizde mevki sağlamak için şi irleri kafi idi. Faka� ondokuzuncu
yüzytl
sonu idealizminden kalma sos
yal endişe ona bu kitapları yazdırıyordu. Şiir kitaplarında bile, bilh assa "Gayya" da sosyal konuları ele almamışmı
idi ? Her
türlü iyi duyguları barındıran yüksek ruhunda fakirlere, "se fillere" aC'ıma hissi kuvvetli idi . . . . Bizim Markiz'deki buluşmala nınız devam ederken, Şü
kllfe Hanım bir yandan da evinde kalabalık edebi toplanWar
tertipliyordu. Ben bir çok ünlü şahsiyetle onun evinde tanış
mışımdır. Hangi yıl idi, bilemeyeceğim, bir gün dedi ki - Gelecek sefer misafirlerimi Serkl Doryan'a rica edece ğim. Filanca günü, falanca saatL düşünüyorum. - Niçin her zam anki gibi evinize değil
?
107
- Çünkü Hamdi ile ayrılıyoruz. Onbeş gündür kızımın e vindeyim. Allah Allah ! Kocasından boşanma gibi hayatının mühim bir
olayını
tesadüfen ve adeta
" antr
parantez" söylüyordu.
Hem meseleyi o şekilde ortaya koyuyordu ki, sanki bu ayrılı şın biricik sakıncası edebi toplantılarını eskisi gibi tertip ede meyişi. . . Dedim ki : - Bu durum da bu toplantılara son verin. Hiç
olmazsa
geçici olarak. - Yapamam. Etrafımda sanat ve edebiyat bahisleri e dilmezse, fikir münakaşaları yapılmazsa, beynimin uyuştuğunu hissediyorum. Ve bana kendi daha çocukken, Meşrutiyet öncesi devirde, babası Miralay Ahmet Beyin evinde yapılan toplantılan anlat tı. 12 yaşında olduğu halde kendisinin de katıldığı bu toplantı larda neler konuşulduğunu, Meşrutiyetin nasıl büyük bir heye canla beklendiğini... Bugün Büyük Kulüp adı verilen Serkl Doryan'da yapılan edebi toplantı gayri edebi geçti. Çok sıcak bir gündü. Cereya na karşı allerjisi olan Mitat Cemal Kuntay ile Abdülhak Şina si arasında, pencere açılsın mı, açılmasın mı konusunda müthiş bir tartışma ve kavga oldu. Kibarlığı ve inceliği ile tanınan Mü fide Ferit Hanım fenalaştı. Fakat bu olaylar benim Şükufe Ha nımı ikna etmeme yardım etti : - Gördünüz mü ? Davet sahibi olduğunuz
için olayların
sorumlusu da sanki siz oldunuz. Hem böyle toplantıların maddi yükünü çekmeniz de doğru değil. Başka yerde, mesela Hil ton'da toplanalım. Fakat herkes kendi hesabına gelsin. Kabul etti. Ertesi hafta, bazı dostlara da danışbktan son ra, beraberce Hilton'a gittik ve Lfilezar salonunu her çarşamba
108
için angaje ettik. tık toplantıya ümidimi.zdıen çok kimse geldi. Daha sonra toplantı günü Cumaya çevrildi. Bir buçuk yıl son ra da toplantılar aylık oldu. 27 Mayıstan önceki dönemde üç dört yıl devam etmiş ve benim için pek kıymetli hatıralara vesile olan bu edebi toplantıların ilhamcısı vıe koruyucu meleği Şükufe Nihal Hanımdı. Gençliğinde çok sevilmiş, Faruk Nafi.z'in büyük aşkı ve ba Hanım Hamdi Başar'da.n ayrıldıktan sonra daha içli bir insan oldu. Sanki eski yarasının sızısı nüksetmişti. Sık sık geçmişten söz etmeğe baş ladı. llk kocası Mithat Sadullah ile ailesinin hatırı için evlen zı şiirleri için ilham perisi olmuş olan Şükufe
miş... Ahmet Hamdi Başar'a ise, sosyal davalar karşısında gös terdiği ilgi ve heyecan sebebiyle yakınlık duymuş...
Parça parça anlattığı haldıe, hayat hikayesi gözümün ö nünde canlanıyordu. Bu hikayenin büyük olayı iki evlenme ara sındaki dönemde yer alıyordu. Leyla ve Mecnun'u akla getiren, mecnunluk unsuru bile eksik olmayan bu olay şimdi sanki ak tüelleşmiş Şükufe Hanımın iç dünyasının birinci planına geç mişti. Aşkından, aşkının büyüklüğünden ve karşısına çıkan en gellerden dolayı cinnet getinniş ve daha sonra hayatına kıy mış olan genç adam gözünün önünden gitmiyordu. Diyordu ki : - Ben ona liyık değildim.. O mütek8.mil insandı, bir da
hi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı Hatıra def�rini, ka raladığı şürleri her gören bu fikirde ... . . . Her vesile ile onun bahsini açıyor, onun için
eskiden
yazdığı şürleri bana okuyor, yenilerini yazıyordu. Tereddütsüz olarak diyebilirim ki, bunlar sadece Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır
:
109
"Nerdesin ? Toprakta mı, havada mı suda mı? "Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı ? "Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine... "Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi do1.san. "Sen uyansan ,ben yatsam bir az senin yerine... " Bu kıymetli, bu aziz, bu zarif dost hakkındaki son hatıra larımı, kalçası kırılıp yatağına mıhlanışını, ziyaretlerim sıra �ında söylediği yürek paralayıcı sözlerini,
ölmez aşkla sev
miş olduğu talihsiz varlığın 8.kibetine uğrayarak, şuurunu kay bedişini, iyisi
mi
anlatmayım. Bunlar bu rüya gibi dostluğun,
bu dostluk rüyasının kabus kısmı.
110
x
REF İK HALİT KARAY
111
Refik H ali1t Refik HH.lit Karay ile, hatırladığıma göre, 1 946'da Şüklıfe Nihal Hanımın e:vindeki edebi toplantılardan birinde tanıştım. Etrafını alan çoktu. Bir çoklariyle uzun zaman görüşmeyip buluşmuş gibi bir hali vardı. Ha nımı da yanında idi. O gün üs tadla konuşmağa pek fırsat bulamadım. Fakat kendisine ve hanımına hep ·baktım. Çayımı içerken, pastamı yerken, başka larıyle konuşurken, büyülenmiş gibi baktım, baktım. Niçin mi ? Çünkü bir kaÇ yıl önce Ankara' da, baldızı Jale Hanını ve kayınpederi Mahir Beyle tanışmış ve onlardan �vlenınesinin hi kayesini dinlemiştim : Baldıza göre romantik, kayınpedere gö n· trajik olan bu hikaye şöyle : 113
Refik Hfilit 1922 de, politik sebeplerle, yüzelliliklere dahil olarak, ülke dışına sürülüp de Beyrut'a yerleştiğinde, 34 ya şında evli barklı bir adamdır. Orada, yine politik sebeplerle Tür kiyeden aynlmış, Mahir Sait Bey adında bir zatla tanışır ve iki Türk aydını samimi ahbap olurlar. O zamanlar Mahir Sait Beyin on yaşında okul çocuğu bir kızı vardır. Aradan yıllar ge çer. 1928 de, Refik Hfilid'in ötedenberi geçinemediği eşi, sürgün hayabna katlanacak kadar fedakarlık gösteremeyerek, kendi sini bırakır, Türkiyeye gider. Bu arada 10 yaşındaki kız 16 ya şına gelmiş, gelişmiş, serpilmiş, çok güzel bir genç kız olmuş tur. Üstelik bakışlarında babasının arkadaşına hayranlığını gizlemez, onunla karşılaştığı zaman heyecanlandığını belli e der : Olgun erkekleri çekici bulan o yaştaki bir çok genç kızlar gibi... Refik Halid'in aklı başından gider. içini yakan sevdayı t-astırmağa çalışırsa da, bunun imkansız olduğunu anlar. Karşı gelinmez bir aşk kasırgası içindedir. Kırk yaşındaki aşık lren disinden yirmi dört yaş genç olan kızı babasından ister, fakat red cevabı alır. Bunun üzerine, herhangi bir Anadolu delikan lısı gibi, kızı kaçırır, Lübnandan ayrılır ve evlenip, Haleb'e yer leşir. ... Bu eşsiz aşk macerasının kahramanlarına bakıyor ve içimden bir hesap yapıyordum. 1928 de kırkında olduğuna göre, romancının şimdi elli sekizinde olması gerekiyordu. Hayret ! Hiç göstermiyordu. En çok kırk sekiz verilebilirdi. Hanım ise, şim di otuz dört yaşında olacaktı. Fakat genç kadından ziyade olgun kadın hissini veriyor, kırkına yakın gösteriyordu. Yani normal, çok normal bir çift idiler. Refik Halit Bey, yazılarını okuduğum zaman hayalimde canla.ndırdığıın tipte, tam düşündüğüm gibi bir adamdı : Etra fındaki eşyayı ve insanları · delip geçen zeki bakışlariyle karşı sındakini etkileyen, insanların ve hayatın kötü taraflarını hoş görür bir gülümseyişle karşılayan, iyi taraflanndan yararlanma fırsatını kaçırmayan, sosyal ideallere palavra nazarı ile bakan 114
ve kendi kendine "inanma, kanma" diyen, dışa dönük mizaçta,
hayatiyet dolu, mıknatıslı, elektrikli bir insan.. . ötedenberi ya zılarına bayıldığım bu insana, kendisiyle hemen hemen hiç ko nuşmadığım halde, bu ilk görüşte ısınıverdim. Refik Hfilit 1946 da bile henüz romancı değil, her şeyden evvel hikayeci ve fıkracı olarak tan ınmakta idi. Gerçi dışarıda iken yazdığı "Çete" ve "Yezid'in kızı" romanlarını yayınlamış
tı. Fakat roman tekniğine uygun ve psikolojik değer
taşıyan
asıl romanlarını daha sonra verecek, romancı şöhretini altmı şından sonra kazanacaktı.
tık karşılaşmadan sonra sık sık görüştük. Kendisi Hilton' daki toplantılarımıza da katılıyordu, hatta en aralıksız katılan lardandı. Bu toplantılarda Refik Hfilit konuşmaktan fazla din lerdi. Çok kitabi konuşanlara, bilgi satanlara kızdığı belli o lurdu. Bir konuda tartışma yapılıp da, konu havada asılı kal dığı zaman, tartışmayı sonuca bağlayan cümleyi o söyler veya ölçüsüz konuşanlar yüzünden ortalığa ağır sessizlik zaman, güldürücü bir cümle ile herkesi o ferahlatırdı.
çöktüğü Yoksa,
belli idi ki ömrü boyunca yazmak yüzünden okumağa, kültürü nü derinleştirmeğe pek vakit bulamamıştı. Çok iyi, ezberlerce sine okumuş olduğu kitap hayat kitabı idi. Hilton toplantıl arına herkes. pek -tabii olarak, yalnız gelirdi,
yani eşini getirm�zdi. Refik Hfilit ise, istisna teşkil eder, her toP lantıya eşi Nihal Hanımı getirirdi. Buna sinirlenenler vardı. Hatta bir gün, her�sin düşünüp de söylemekten çekindiğini söyleyiverme.siyle tanınan Asaf Hilet Çelebi : "Refik Halit Be
yefendi ve muhafızı henüz gelmediler" deyiwrmişti. Ben bu du rumu hep başbaşa yaşamış olan bu iki insan arasındaki aşkın,
yıllara rağmen, hiç solmamış, kuvvetinden kaybetmemiş olma. sına bağlıyordum. Fakat Nihal Hanını mı kocasından ayrılamı yordu, yoksa kocası mı ondan ayn kalamıyordu, orası belli de ğildi. Şu var ki, Nihal Hanımın kocasına hayranlığı her kesin
115
dikkatini çekiyor, göre çarpıyordlL Halbuki ben, kardeşi Jale Hanımdan evlenmelerinin hikayesini dinlediğim zamanlar, belki okuduğum romanların etkisiyle, belki de sadece cahilliğimle, se nelerin tehlikeye atacağı, yaşlı kocanın kıskançlıkla kıvranaca ğı, genç hanımın gözünün dışarıda olacağı bir çift gözümün ö nüne getirmiştim. 1947 de "Anahtar" romanını yayınladıktan sonra romancı lık şöhreti artan Refik Halit romancılığımıza çok şey getirmiş ve bu arada ekzotik romanın en mükemmel örneklerini vermiştir. "Yezidin kızı" ro1J1anında bile başka iklimlerin, başka ortam ların havasını o kadar iyi vermeği başarmıştır ki, dünkü ve bugünkü okuyucu, romanın kahramanı ile birlikte, yüzde yüz o raların kokusunu koklar, tadını tadar ve şiirine dalar. Ya "Nilgün" ? Sıcaktan kaynayan denizin üzerindeki vapurun ka marasında, ben şahsen Nilgün ile beraber terlediğimi çok iyi ha tırlanın .
... "Nilgün" romanının bir gazetede �frika edildiği günler di . Yine bir toplantıda beraberdik. - Bütün bu tasvir ettiğiniz memleketleri gezdiniz, gördü nüz, değilmi ? diye sordum. Beni çok şaşırtan bir cevap verdi - Hayır, hiç birini görmedim. - Nasıl olur ? O ül keleri yakından tanımış, oralarda şahsen yaşamış gibi anlatıyorsunuz. - Bilgi ediniyorum. - Amma nasıl ? Bu sorum üzerine, karı koca bir yaramazlıkta suç ortağl' olan iki çocuk gibi gülümseyerek bakıştılar. Benim yüzümden: cevap bek.lediğimi anlayan Refik Hfilit Bey, bir Sli"l'l istemeye116
rek açığa vuran, fakat uyandıracağı hayretin p�inen tadını ta dan bir insanın tavrı ile : - Turistik broşürlerden. dedi. - Turistik broşürlerden mi ? Onları nereden buluyorsunuz ? - Konsolosluklardan alıyorum, getirtiyorum. Konlişmanın burasında Nihal Hanını söze kanştı - Sonra kütüphanelere gidiyor, saatlerce ansiklopediler den not alıyor. .. .Ben ki hiç okumadığını zannediyordum ! Kahramanlarının adlannı seçmekte çok titizdi. Bu adlar okuyucular tarafından çok beğenilir ve hemen doğan çocuklara konurdu. "Nilgün" romanı ile yaşıt, Nilgün adlı bir sürü hanım vardır. Karşılaştığımız zamanlar, çoğunlukla ben Refik Halit Beye sorular sorarken, bir gün o sordu : - Kaç çocuğunuz var ? - İki kızım var. - Kızlarınızın adı ne? - Büyük
kızımın
adı Gönül.
- Olmaz, çok duyulmuş isim. Devam ettim : - Küçük kızımın adı Gülnur. - Gülnur mu ? Güzel. Kullanacağım. - Yazdığınız romanın kahramanına mı koyacaksınız
? ·
- Yoo, kadın kahramanın adını buldum da, ikinci derecede rolü olan bir hanım için isim lazımdı. 117
·
yılın
Zannedersem, o sırada yazmakta
olduğu roman
"İki bin
sevgilisi" idi . . . . Ben bir buçuk yıl süren bir ayrılıktan sonra, 1953 sonba
harında Avrupadan lstanbula dönünce, kitapçıları bir dolaşa yım , dedim. Babıfili yokuşunun başında Refik Halid'e rastladım. Merhabalaştıktan sonra : - Pek ·. şıksınız, dedi.
Eh, gençliğimde iyi giyinmeyi bir az severdim.
Paris'ten,
giderayak, bir şeyler de almıştım. Mesele orada değil de, Refik Halid'in bu tarzda konuşması, böyle bir şey söylemesi yepyeni
bir şeydi.
Sonra,
yakın ilgi gösteren sorular sordu : Oralarda nasıl
vakit geçirmişim, neler yapmışım ? . .
.
Bir çok dostlar edindiğimi, şimdi' onlarla mektuplaştığımı söyleyince : - Yaa ? Öyle mi ? dedi. Doğrusu size gıpta
ettim şimdi.
Bütün ömrümce sevdiğim, iyi anlaştığım kimselerle mektuplaş mağı tahayyül etmişimdir. Güzel ek mektup yazarım ha . . . Mek tuplar insanlan karşı karşıya konuşmaktan daha çok yakınlaş tırır. Fakat bu benim için büyük lüks. Çünkü kalem.imi ancak ekmek paramı çıkarmak için kullanmağa hakkım vardır. Bir
mektup yazarsam, bir tefrika parası kaybediyorum demektir. Bizim kader böyle imiş ! Biz, yazmas a da, mebus maaşı işleyen
veya bilnlf-'m nerenin i dare meclisinden huzur hakkı alan yazar lardan değiliz. Sürgünde aç kalmamış, çocuklarımın karnını do ·
yurmuş olmağı kalemime borçluyum.
Refik Halit Beyi hayretle dinliyordum. Daha önce bana hiç böyle açılmamış, şahsi duygularını açıklamamıştı. Sil:kinerek :
"Nedir
bunun sebebi?" diye düşündüm. Ve farkına
vardım ki
daha önce hep üçlü konuşmuşuz. ilk defa başbaşa konuşuyor duk ...
118
O devam
ediyordu :
- Belki her ya:ı:ar öyledir bilmem, ben şahsi hayatı olma yan, sadece yarattığı kahramanların hayatını yaşayan, onların hizmetkarı, onlann esiri olan bir insanını.
Biliyormusunuz ki,
hemen her gün sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ya zı yazarım . . . Refik Halit Heyden ayrıldıktan sonra, o zaman da, şimdi de yazarını hatırlayamadığım, fakat oldukça meşhur bir ingiliz ce hikayenin ilk satırları aklıma geldi : "Fa1,anca kontesi.n verdiği ziyafetler her zaman başarılı o lurdu. Çünkü karı ve kocayı bir arada değil, ayrı ayrı davet e derdi. Beraberken şahsiy'etlerinden kaybettiklerine, tabii olma dıklarına dikkat etmi§ti. ... " ... Ziyafet dedim de, Refik Halit'le ilgili bir ziyafet hatırası gözümün önünde canlanıverdi :
1957
sonunda, Ankaraya taşınmadan önce, veda ziyafeti
kabilinden ,evimde bir toplantı tertiplemiştim. Kızlanmın Kol lej' de okuması sebebiyle evim A.rnavutköyi.inde, hem de Arna vutköyünün tepesinde idi. Geniş bir balkonu ve şahane manzara sı vardı. Edebi toplantılarımızdaki dostlarımızdan başka da, bir çok kimseleri davet etmiştim. Davet günü geldi çattı ve misa firler gel meğe başladı. Her gelen önce yokuştan şikayet ediyor, sonra manzarayı görünce hayran kalıyordu. Refik Halit Bey de, yokuştan şikayet ettikten sonra, daha manzarayı görmeden etrafa göz gezdirdi ve kaşını çattı. Sonra, yanınıa yaklaşıp, du· vardaki tablolan incelemekte olan Reşit Saffet Beyi işaret ede�
rek - Bu adamı niye � Ou-dınız
? dedi.
Ve cevabımı beklemeden dudaklarını büzerek, taklidini yaı:r
tı - Mon şeğ, size
ğastladığıına memmın oldum. 119
Sahiaen, çok değerli bir tarihçi ve araştırmacı olan Reşit 8affut Bey de, tıpkı Fazıl Ahmet gibi, "r" leri "ğ" telaffuz e derdi. Tabii ben gülmekle ve sorusunu "Sevmiyormusunuz ?" diye soru ile karşılamakla yetindim. Cevabını hatırlamıyorum ve zan nedersem, evsahipliği vazifelerimden dolayı, dinlemeğe de vakit bulamadım. Refik Halit Bey Reşit Saffet Beyi sadece şahsen mi antipatik buluyordu, yoksa aralarında politik evveliyat mı var dı ? Bunu öğrenemedim. üstadın yaptığı çıkışı d a sadece dosta ne bir teklifsizlik olarak ·kabul ettim ve bundan şeref duydum. Refik Halit o gün başka bir şekilde de samimiyet ve ya kınlık gösterdi. Ben misafirlerim için, yiyecek olarak, o zaman moda ol duğu üzere, sadece kanape hazırlamıştım. Fakat yedi sekiz çe şit. Tabii, pasta ve kurabiy�ler de vardı. Diyeceğim şu ki, yemek zamanı gideceklerini tahmin ettiğim için, sıcak bir şey düşün memiştim. Bir aralık üstadın yanına gidip, elimle havyarlı ka nape ikram ettim. Yüzünü buruşturarak bir tane aldı ve dedi ki : - Ben bunlardan pek birşey anlamam. Ve beni çok şaşırtan bir soru sordu - Evde yufka var mı ? Ben daha soruyu anlamağa vakit bulamadan, Nihal Hanım sevilen bir yaramaz çocuğa hitap eder gibi : - Yapma Refik, dedi. Anca.k o zaman aklım başıma geldi ve sorunwı manasını anlar gibi oldum. Mahcubiyetle "Maalesef yufka yok" dedim. - Un da
mı
yok ?
- Un var amma... �lindeki rakı kadehini havaya kaldırarak dedi ki : 120
- Bu �sne ve bu güzel manzaranın yanında meze ister. Çünkü asıl şimdi eğlenıneğe başladık. Soğuk h'erifler gitti, biz bize kaldık. Ne olur, müsaade edin, Nihal mutfağa gitsin, bize börek yapsın.
Etraftaki tasvip edici bakışlardan anladım ki, misafirlerim arasında, bütün gün, bu saatin keyfini beklemiş olanlar var. Nihal Hanımı mutfağa götürdük ve gereken malzemeyi or taya çıkardık. Benim de yamaklık etmem neticesinde,
yarım
saat sonra, sekiz puf böreğini tavadan tabağa boşalttık. Nihal Hanım ikinci, üçüncü tabağı temin etmek için mutfakta kalıp, ben, tabak elimde, muzafferane tavırla salona girdiğim zaman, alkışlarla karşılandım. V.e böylece, altıda başlayıp saat ona ka dar süren ziyafetim, Refik Hwit Bey sayesinde, sükseli olarak sona erdi. Bu börek hikayesini ballandırarak anlatışım, bunun iki şeyi isbat ettiğine kani olduğumdandır : Evvela, Babıalide bana ev
liliğin esiri gibi
gözüken Refik Ha.Iit Beyin, sırasına göre, ne ka
dar kaprisli bir koca olabildiğini. .. Sonra da, Nihal Hanımın ne kadar uysal ve fedakar bir eş olduğunu ... Refik Ha.Iid'in yazar olarak bP.. şarısında şüphesiz ona rahat çalışma şartlarını sağla masını bilmiş, kocasından çeyrek yüzyıl genç olan hanımının
payı büyüktü. . . . Börek hikayesi bir başka gerçeğe de ışık
tutar : Refik
Halit yazılarında okuyucuya hayatı bütün cepheleriyle tattıra bilmişse, bu, kendisi hayatın tadını çıkarmasını bilen bir insan oluşundandı . . . Bu büyük hikayeci v e romancımızın eserleri hakkında vak tiyle yazdığım yazılardan birindeki şu cümleyi burada tekrarla maktan kendimi alamayacağım : " ...Hayatı kocaman bir meyve halinde, bütün mayhoşluk lariyle ve lezzetleriyle tatma, ısırma zevkini verdiği içindir ki, Refik Halid'in kalemini her kes beğenir, sever".
121
X I
İSMAİL HAMİ DAN İ Ş M E N D
123
D anişmend İsmail llimi ha.yatta iken, tarih bilginlerimiz onu önemse mez, küçümser, halbuki k�ndileri onun "Osmanlı Tarihi Krono lojisi" ne ba.şwrmadan iki satır yazamazlardı. Bunlann Dalliş mend'i gerçek tarihçi saymamaları ya Profesör olmayışındandı, ya da kendilerinden daha bilgin olan bu adamın ayni zam.anda şair oluşundandı. İ:>iğer taraftan, ismail İlimi çok güzel şiirler yazmış ve bwıları çeşitli dergilerde yayınlamış olduğu halde, ·edebiyat ta rihlerimizde kendisine, şiir olarak, layık olduğu yer verilmediği bir gerçektir. Çok yönlü insanların kaderidir bu... 125
Bence İsmail Hami'nin tarihçiliğinden de, şairliğinden de önemli olan, bütün bu sıfatların kaynağı niteliğinde bulunan yö nü mill iyetçiliği, türkçülüğüdür. Türke aşıık olduğu içindir ki, onun tarihine önem vermiştir. Türk diline tutkun olduğu içindir ki, bu dilin her bir parçasını, mücevherleri mahfa.zala.ra yerleşti rir gibi, sözlüklere yerleştirmiştir. Türklük gururunu duyduğu için ·de, kendi milletinin ve başka milletlerin tarihinde ve edebi yatında bu gururu okşayacak, temellendirecek olayları ve hü kümleri bulup çıkarmış, ortaya koymuştur : "Garp menbala.rına göre eski Türk seciye ve ahlakı" . "Garp menbalarına göre Türk demokrasisi" ,
"lstanbul fethinin insani ve medeni kıymeti" ,
' 'Sümer-Türk birliği", "Türklük meseleleri", "Türklük ve Müs liimanlık" gibi y:ı.zı ve eserleri Türklük şuurunun ve gu rurunun
birer ifadesidir .
. .. Benim İsmail H8.mi ile tanışmam da sevgili Şükfıfe Nihal sayesindl:' olmuştur. Bana kaç zamandır Danişmend'in evindeki Cumartes; toplantılarından söz eder, orada karşılaştığı seçkin kimselerle yaptığı konuşmaları, tartışılan konuları, kısaca bu toplanWarda olup bitenl�ri anlatırdı. Bir gün şöyle dedi :
"Da
nişmend'lere sizden o kadar çok bahsettim ki, rica ettiler, bir Cumartesi Adile Hanınu da getirin, dediler". Danişmend, adını duyduğum, bir iki yazısını okuduğum, uzaktan beğendiğim bir insandı.
Fakat çok hassas ve belki de
bir az alıngan olduğum için, Şükiıfe Nihal'in sözleri bana haka
ret etkisi yaptı
:
- Ben eşya mıyım ? dedim. Şükfıfe Nihal Hanım önce şaşırdı, fakat hemen ne demek istediğimi anladı. - Yok
yani, benim vasıtamla sizden gelmenizi rica ettiler,
sizi davet ettiler.
126
- E.enim bildiğim, davet öyle vasıtalı olmaz, doğrudan doğ ruya olur. Bir kere tanışmıyoruz kendileriyle. Mektupla veya te lefonla davet ederlerse, başka... Bum.:n üzerine, bir iki gün sonra, tsmail Hami Dani.şmend evime telefon etti. Uzunca konuştuk. Yani tanışmış olduk. O gün davet etmekle yetinmeyerek, Cumartesi sabahı ayrıca davetini hatırlattı. Ve o hafta, kocamla birlikte, Danişmend'lere gittik. Şüküfo Nihal'e : "Bu adam, her hafta ziyafet vermek için, nereden para buluyor ?" diye sorduğum zaman, şöyle cevap ver mişti : - Maddi durumları çok iyi . Fakat servet Danişmend'in değil, hamını Hüsniye Hanımın . Hüsniye Hanıma ilk kocasından mühim miras kalmış. Kendisi meslekdaşıınızdır : edebiyat öğ retmeni. Zenginliğine rağmen, öğretmenliği bırakmadı. Danişmend'lerin Taksim ile Harbiye arasındaki evlerine gittiğimizde, iç içe iki salonla hol hıncahınç misafirle dolu idi. Salonlardan birinin bir köşesinde bir saz takımı. Bu takımdaki çalgıcılar Danişmend'lere olan sevgilerinden ve şüphesiz biraz da gördükleri bol ikramdan dolayı, ücret almadan, gönüllü olarak geliyorlarmış. Salonlardaki misafirler koltuk ve sandal yelere oturmuş gruplar halinde idiler. Holdakilıer ise, ayakta idi. Bir kısmı İsmail Hi.mi'nin eski öğrencisi olan üniversiteliler, bir kısmı da ev sahibini eserlerinden, fikirlerinden dolayı üstad ta nıyan hayranlan, eski tabirle "tilmizleri" idi. Ayaktaki gençler arasında geleceğin Millet Meclisi Başkanı Fernıh Bozbeyli de vardı. Bizi kapıda karşıla.yan ev sahibi orta yaşlı, rengi ve yüz çizgileri ·1.;akım.ında.n klisik Türk tipini canlandıran, manen ve maddeten güçlü görünen, gözlerinden zeki ve irade fışkıran bir adamdı. Evin hanımı ise, kültürlü ve ince ruhlu olduğu hemen sezilen, giüer yüzlü, sevimli bir hanımdı. Her ikisi misafirleri 127
kapıda karşıladıktan sonra, salona kadar birlikte gidip onlara yer göstermeden ve ilk defa gelenleri bir iki kişi ile tanıştırma dan bırakmıyorlardı. İkram çeşitli idi : Önce, çayla, çörekler, bö rekler ,saat 7 ye doğru içki ve mezeler. Fakat asıl ikram sohbet idi. Misafirlerin hepsi aydın, bilgin, tanınmış kişiler. Konuşma ları sanat, edebiyat üzerine, en yüksek seviyede... Atmosfer ba na Fransa'nın 1 7 nci ve 18 nci yüzyıllarında, edebiyatın ve fikir hayatının gelişmesinde büyük rol oynayan Madame de Ram bouillet'lerin, Madame Geoffrin'lerin salonlarını hatırlatıyor. Çok zevkli, fikren doyurucu, zenginleştirici bir kaç saat geçi rip, tekrar gelmek niyeti ile ayrılıyoruz. Böylece Danişmend' lerin Cumartesilerine devama başladık . Bu, zannedersem, 1955 yılında idi.
Tabüdir ki, Danişmend'den burada söz etmem onun şairli ğinden dcıayıdır. Bu tarihçi ve araştırmacı çok ince duyguları dile getiren şiirler yazmıştır. Kendi imzası ile yayınlanmış şiir leri azdır. Belki şairliğin bir bilgin'e yakışan ağırbaşlılık ile bağdaşmayacağını düşündüğü için, belki de çok şahsi duygu larını kendi adına açığa vurmaktan çekindiği için, önce "Muh ti", daha sonra "Rabia Hatun" imzaları arkasına kişiliğini giz
lemiştir. Birer örnek verelim : Daldıkça. dalan gözlerinin bir sesi vardı. Kalbimde o sessizce sesin ma'kesi vardı. Mecnun hocamız beste-i Leylayı okurken Teşbihe değer bunlara, bilmem, nesi vard·ı? MUHT1
128
Giin doğmayıp da olsa cihan ta ebed kara, A teş sönüp de bilmese alem, nedir ziya . Gözler unutsa mahşer-i-elvanı haşre dek, Didar-ı-yarı aydın eder dil yana yana. Rabia Hatun Bu mısralardaki sanat ve zarafet meydandadır. Gerçi Da nişmend in, sanatın dozunu fazla kaçırdığı için, daha az beğen '
diğim şiirleri de vardır. Kendi imzasıyle yayınlanmış "Kaside" adlı şiirin aşağıdaki beyitleri gibi : Saçınla oynadı, kafir sebayı kıskandım. Değer vücudluna her dem, ziyayı kıskandım. T emas eder gece gündüz, utanmadan, tenine, Teneffüs ettiğin arsız havayı kıskandım.
Danişmend Bu mısralar Divan şiiri zevkine göre, birer inci sayılabilir. Fakat modern zevke göre, burada sanat yer yer sun'ilik halini almıştır. Bununla beraber, bu mısralardaki kusur sayabileceği miz özellikler Danişmend'in şairliğine mahsus değil , bir tarza, bir gelene�, bir ekole mahsus özelliklerdir. Şurası muhakkaktır ki, Danişmend şiirden başka bir şey yazmamış olsa idi, kendisinin edebiyat tarihlerimizde,
mesela
Cemal Yeşil gibi az ve öz yazmış şairlerin arasında, bir mevkii olurdu. Fakat İsmail Hami Danişmend in yazarlığı da çok yönlü idi, '
aşağıdaki
satırlarda
göreceğimiz gibi, kişiliği de...
1955 de mi idi, yoksa 1956 da mı, kesin olarak söyliyemiye ceğim, Aralık
ayının
otuz biri ,yani yıl ın son günü bir Cumar
tesiye rastlıyordu .Danişm.end'ler evlere telefon ederek, her za manki gibi çaya değil, akşam yemeğine beklediklerini bildirdi ler. Demek ki, yeni yılı orada
karşılayacaktık. Bizim de başka
129
programımız olmadığı için kabul ettik.
O
akşam her zamanki
kalabalık yoktu. Yine de yirmi yirmi beş kişi kadar vardık. Ço ğunluk kadınlarda idi ki, bunların Hüsniye Hanımın aradaş ları oldukları anlaşılıyordu. Salonda ikram edilen içki ve mezeden sonra, saat 9 a doğru sofraya geçtik. _Ben ressam İbrahim Çallı ile tanınmış eski mu siki uzmanı La.ika Karabey arasına yerleştirilmiştim. Herkes ye rini bulup otururken, elinde rakı kadehi ile dolaşan İsmail Hami yan yana. düşenleri birbirleriyle tanıştırmak lüzumunu gördü. işte o sırada ben gecenin şokunu geçirdim.
Ev sahibi eliyle Çal
lı'yı göstererek bana dedi k i : - İbrahim Çallı ressamdır. . . fakat sabık ressam ! Ve yüzümdeki hayret ifadesinin taduıı iyice tatmak ister gibi, içkiden h ayli etkilenmiş olduğunu gösteren bulanık gözle riyle gözlerimin içine bakarak : - Evet, ressam eskisi. . . posası ! diye ilave etti. Çalli'nın yüzüne baktım. Gülüyordu : - içkiyi fazla kaçırınca bu böyledir işte, dedi.
O
gece Çallı'nın dünyanın en sevimli, en tatlı insanı olduğu
nu gördüm.
O
da içiyordu amma, içtikçe �vimliwşiyordu. Ken
disiyle sanat, sanatçı gibi konular üzerine yaptığımız konuşmayı
ömrüm boyunca unutamadım .Biraz önce en ağır hakaretleri ye miş bir insana benzemiyordu. Dedi ki : - Daııi şmend'in dilindekilere bakmayın. Beni sewr. Ken disi
çok
Beni
çalışkan olduğu için, herkesin öyle olmasını arzu eder.
beğendiği
geçirmememi
için de, yeni eserler vermemi, zamanımı boş
ister.
Bir iki yudum
130
rakı aldıktan sonra. devam etti :
- Ben ise sanatın ilhama bağlı olduğuna inanırım. Genç liğimdeki bir çok eserlerimi içimden beni iten bir güce uyarak yaptım. Kafamın içinde gördüğüm. tabloyu, tuvale teslim et medikçe, rahat edemezdim. Şimdi ise böyle bir istek duymuyo rum. Duysam bile, kır-k yılda bir. Hem gerçeği olduğu gibi kabul et�k lazım. Bugün sanat kudretim 20 yıl önceki gibi clamaz. Neden "Çallı'nın son eserleri zayıftır" dedirteyim ? Varsın Dani.ş mend gibiler bana tembel desinler... Ben bir yandan dinliyor, bir yandan da bu kuzu gibi adama çatan Dani.şmend'e karşı, içimde bir isyanın yükseldiğini his sediyordum. Gece yansı olup, kadehlerimizi tokuşturduğumuz zaman bile, çelişkili duygular içindeydim, bizi ikramlara ve he diyelere boğan ev sahibine karşı. . .
Daha sonra ,bir iki samimi ahbaba İsmail Hami'nin yılba şı gecesi Çallı'ya saldırışını anlattım. Dediler ki : - Öyledir... Kırıcıdır ! Ruh biliminde saldırıcılık ( "agressivite" ) daima bir takım ruhi selreplere, "trauma" !ara bağlı bir eğilim sayılır. O yıl!arda da, daha sonra da, bazen düşünmüşümdür: "Re fah içinde yaşayan, etrafı dostlar, hatta dalkavuklarla çevrili, şöhrete kavuşmuş bir insan olan Danişmend'deki kırıcılık han gi ruhi sebepten ileri geliyordu ?" Ve hunun tohumlarının biyog rafisinde aranm ası gerektiğine kanaat getirdim. Neden mi ?
Çünkü, 20 yaşlarında iken, mükemmel arapça ve fransızca bilen, kaiemi ile tanınmağa başlayan, Mülkiye mezunu parlak bir gençtir. Danişmendoğullanndandır. Anadoluda ilk Türk dev letlerinden birinin temelini atan ve 700 yıldan beri soy kütüğü bilinen bir sül8.ledendir. Bu sülalenin kurucusu, efsane ve destan kahramanı Danişmend Gazi'nin oğlu tsm.ail'in adını taşımakta dır. Şüphe yok ki, böyle bir ailenin çocuğu Batılı milletlerden ıaı
birinin ferdi olsa idi , ya Prens olurdu , ya da Kont. . . Bu düşün C"e benim zihnimden geçiyor da, durmadan "Garp menbalarını" inceleyen Danişmend'in zihninden hiç geçmedi mi dersiniz ? Her ne ise, genç İsmail Hami Mülkiye'den çıkar çıkmaz. bu günkü deyimle Üniversite hocası olur. Bir müddet sonra da, Bağdat Hukuk Mektebi Müdürlüğüne tayin olunur ki, bu görev bugünkü Hukuk Fakültesi Dekanlığı karşılığıdır. ,
Sonra ne olur ? 1918 de, yani genç adam 26 yaşında iken, fikirlerinden ve yazılarından dolayı görevinden aWır. O tarihten sonra da, kendisine hiç bir resmi vazifo verilmez. Hayatının so nuna katlar devlet mekanizması ve devlet bütçesi dışında kalır. Geçimini kalemi ile veya özel yollardan sağlar. Ömrü boyunca, kendisindeki zeka, kültür ve bilginin onda biri olmayan Profe sörler, De>kanlar, Milletvekilleri, Genel müdürler on:ı tepeden ba karlar. . . Böyle bir kadere uğrayanların çoğu kırılır ve kırılma neticesi kişilikleri ezilir, silinir. İsmail Hami'de tepki başka türlü olmuştur : kırıldığı ıçın kırma ihtiyacı duymuştur. Bu, kendisinden hiç bir zaman şüph'e etmeyen ve aşağılık kompleksinin tam tersi olan üstünlük komp leksine sahip olanlarda çok defa görülen tepkidir. Aslında, çok kimsede bulunan üstünlük duygusu ( "sentiment de superio nte" ) ancak çevre tarafından red ve inkar edilirse kompleks halini alır. Bu kompleksin başka bir adı da vardır : "complexe de frustration", yani "hakkı yenmişlik kompleksi". Bu kompleks insana her türlü beklenmedik şeyi yaptırır. Yukarıda İsmail Hami Danişmend'in Rabia Hatun imza siyle yayınlanan şiirlerinden söz ettim. Burada. açıklamalıyım ki, Rabia Hatun meselesi sadece bir müstear isim, bir mahles, yani edebi imza meselesi değildir. R.8.bia Hatun olayı edebiyat ta rihimizde yer alan veya alması gereken bir edebi olaydır. 1 32
Bilintliği gibi -belki de bilinmediği gibi- Arapların İslami yet devrindeki ilk büyük şairlerinden biri, şiirlerine aşk-ı ilahiyi konu yapmış, Rabia adlı, Basralı bir kadın şairdir. Hicri ikinci yüzyılda yaşamıştır. İsmail Hami onun adı yanına "Hatun" ke limesini tokler ve sözde bu adı taşıyan ve 13 üncü yüzyılda ya şamış bir Türk kadın şairini kendisinin keşfettiği iddiasını or taya atar. Rabia Hatun imzalı ilk şiirler bu iddia ile yayınlanmış tır. Hikayenin dikkat çekici yanı şudur ki, bu şiirler ve bu iddia edebiyat dünyamızda büyük ilgi uyandırır. Her taraftan tebrik, takdir, alkış yükselir. Tanınmış yazarlarımız Rabia Ha tuna methiyeler döşerler. Tabii işin aslı anlaşılıncaya kadar... Rabia Hatun olayı müna.sebetiyle, 1smail Himi için yalan cılıktan , sahtekarlıktan bahsedilmiştir. Bence bu teşhis yanlış tır. İsmail Hami'nin yaptığı, Fransızların "mystification" dedik leri şeydi. Ne demek "mystification" ? Özür dileyerek tercüme ediyorum : Başkalarını aptal yerine koymak... Başkalarını, yani aydın geçinen cahilleri. . . Bunu nasıl yapmasındı ki, aydınlar kitlesi onun hakkını yemeğe devam etmekte idi : Daha yeni yeni, 1953 de, bunlar kendisini Fetih Cemiyeti Başkanlığından atmak için binbir entrika çevirmişler ve başarı sağlamışlardı. Halbuki, bu iş için, varmı idi kendisinden daha yetkili biri ? Rabh Hatun olayı iki aşamalıdır. Rabia Hatun'un Rabia Hatun olmadığı anlaşılınca, İsmail Hami, yılmayıp, bir ikinci şa ka veya alay denemesi yapar. Rabia Hatun imzasiyle yayınla nan şiirlerin yüzyıllar önceki bir şaireye değil amma, genç yaşta ölmüş ve Müşir Fuat Paşa'nın torunu olan, ilk eşine ait olduğu nu iddia eder. Bu, resmen radyolarla ilan edilir. Buna da inanan larlar, kananlar çıkar. Tasavvur edilebilir ki, Danişmend'in için için duyduğu zevk sonsu�du. "Frustration" duyguları, perakende,
133
şunu bunu kırıp, şuna buna tahakküm edip değil toptan tatmin edilmiş [;ulunuyordu her halde.
Tahakküm deyin<:� aklıma geldi : Danişmend'lere yaptığım son ziyareti, bir az konu dışı olmasına rağmen, burada anlatma lıyım. - Zannedersem 1957 yılı sonbaharının bir Cumartesi idi. İsmail Hami bizi kapıda karşıladıktan sonra, elimi bırakmayıp beni kenara çekti ve şöyle dedi : - Şimdi sizi hanedandan prenseslerle tanıştıracağım, lfıt fen ıellerinj öpün ! Ben hayretle : - Niçin? dedim. - Çünkü onlar eski Padişahlarımızın kerimeleridir. - Hayır, İsmail llimi Bey, ben bazı yaşlı hanımların elini öperim amma, bir kadının elini prenses olduğu için öpmem. Ben Cumhuriyetçiyim. Böyle cevap vermişim Danişmend'e ... "Verdim" demeyip. "vermişim" deyişimin sebebi şudur ki, bana bu sözleri harfi har fine ,bugün hayatta olan ve arada bir görüştüğümüz Hüsniye Hanını hatırlattı. Meğer kocası ile konuşmamıza kulak misafiri olmuş. İsmail H8.ıni benim red cevabım karşısında önce hayretle yüzüme baktı. Sonra, öncekinden daha 8.mir8.ne bir sesle : - Olmaz, ayıp olur, öpeceksiniz ,dedi. Ve beni salona gö türüp ya11 yana oturmakta olan Ayşe Sultan'la ve Sabiha Sul fan'la tanıştırdı, Sabiha Sultan'ın yanında da yer gösterdi. 134
Tabii, Sultanların elini öpmedim, Fakat şunu itiraf edeyim ki, �er iki sultana tam anlamı ile hayran kaldım : birinin zeka ve asaletine, ötekinin kibarlığına ve zarafetine. .. Ayşe Sultan babası il . Abdillhamid'in kadın kılığındaki can'
lı portresi idi sanki : ayni yüz, ayni burun, ayni bakış. Hatta,
boynunun kısalığı sebebiyle, ayni kamburumsu duruş. Bu benze yiş dolayısıyle, önce yanımdaki prensese hitap etmem gerekir ken, onu atlayarak, Ayşe Sultan'la konuşm.ağa başladım ve ba basına olan benzeyişinden söz etmekten kendimi alamadım. Tepeden tırnağa kadar vekar ve asalet olan bu kadın ''Ne zaman döndünüz ?", "Memleketi nasıl buldunuz ?" gibi ·basma kalıp sorıllarıma hayatı anlamış, insani zaafları toptan bağışla mış insanlarda görillebilecek hoşgörü, tevekkül ve felsefi diye bileceğim bir gülümseme ile cevap veriyordu. Hep "Bilirsiniz... " diye başlayan cümlelerle sanki son 35 yıllık tarihimizi özetliyor du. Kendisini dinlerken ,ona karşı içimden derin bir saygı duy gusu yükseldi. Dinç olmasına rağmen, yaşlı idi de . Aslında, İsmail Ha.mi işe karışmasa idi ve prenses olduğunu bilmese idim, her halde, bu muhterem yaşlı hanımın elini öpmüş olacaktım. Artık yanımdaki Sultana hal hatır sorma zamanı gelmişti. Padişah Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan sadece giyinişinde de ğil, hareketlerinde, konuşmasında da son derece zarif bir ha nımdı. Kırk beş, kırk altı yaşlarında görünüyordu. Halbuki son radan 64 yaşında olduğunu öğrenecektim. 1lgimi göstermek için prensese bir takım sorular soruyordum. Bu arada şunu sordum : - Babanız kaçtığı zaman, siz de yanında mı idiniz? "Kaçmak" kelimesini kullanır kullanmaz piş man
oldum.
Fakat olan olmuştu. Bir müddet cevap vermedi. Sonra, kibarca : - Hayır efendim, biz tstanbul'dan iki sene sonra ayrıldık dedi. 135
Beş un dakika başka konuiar üzerinde konuştuk.
Sonra,
sustuğumuz bir sırada şöyle dedi : - Nedense rahmetli pederimin Türkiye'den aynlısıru hep kaçış şeklinde kabul ediyorlar. Halbuki Mustafa Kemal'e hare ket serbestisi vermek, onun işini kolaylaştırmak için ayrıldı o. Hazineden b� kuruş almadan ... Daha İstanbul'da iken, Mustafa Kemal'in teşebbüs ve muvaffakiyetlerine ne kadar sevindiğini ben yakmdan biliyorum. Duymuştum veya bir yerde okumuştum ki, Almanya seya hati sırasında, Vahdettin Mustafa Kemal'i o kadar beğenmiş ki, onu kendine damat yapmak istemiş. Mustafa Kemal'e vermek istediği kızı sakın bu güzel ve zarif hanım olmasındı ? ... Ben Danişmend'lerin Cumartesi toplantılarına devam et meğe başlayınca, dostlardan şöyle diyenler olmuştu : - Niye gidiyorsunuz Danişmend'lere ? Adam Cumhuriyet düşmanı. E"vi monarşistler, saltanatçılar yuvası.. Ben bu sözleri gülerek karşılamıştım ve beni uyaranlara şöyle demiştim : - Saltanatçılık bugün Türkiye Cumhuriyeti için bir tel:li ke olmaktan çıkmıştır. ülkemizde Cumhuriyet rejimi yerleşmiş tir. Hem kim kaldı ki, Osmanlı hanedanından ? Cumhuriyeti yık mak için filli harelrete geçilmedikçe, fikir plfuıında saltanatçı olmak bir suç değildir. 15u da bir gerçektir ki, İngiltere , Hollanda. Danimarka, İsveç, Norveç gibi Avrupa'mn en demokratik dev letleri mor.arşi rejimini muhafaza etmiş1erdir. Esasen,
Fransa
gibi, Almanya gibi Cumhuriyet rejminde olan memleketlerde bi le, monarşist çevreler vardır. Bunlar bir hayali taht adayı et ı·afmda toplanır, evcilik oynar dururlar. Millet onlara gülüp ge çer. Varsın, bir Osmanlı
tarihi uzmanı olan Danişmend de ma
sum fantezisini sürdürsün.
136
Ayşe Sultan ve Sabiha Sultan'la tanıştığım günden sonra Danişmend'lere bir daha gitmedim. Orasının bir monarşist yu ,. ası oluşundan dolayı değil, İsmail H3.ıni Bey'in misafirlerine kumanda etmeğe kalkmasından dolayı. . . Nitekim, bir müddet sonra da, Hüsniye Hanımcık, kocasının kendisine karşı değilse bile. başkalarına karşı olan haşin tavırlarına dayanamayarak, boşandı. İşte, değerli bir tarihçi olduğuna hiç şüphe olmayan, şair olarak da nefis parçalar bırakmış bulunan İsmail Hami Da nişmend'in kişiliği ile ilgili olarak hatırladıklarım. Aslmda bunlar dedikodumsu, önemsiz şeylıerdir. Çünkü ki �ilik geçici, yazarlık kalıcıdır .
137
x11
ABDÜLHAK ŞİNASI HİSAR
139
Abdülhak Şinasi "Boğaziçi Mehtapları" ilıe edebiyatımızın en güzel mensur
şiir örneklerini veren Abdülhak Şinasi Hisar'ı ta nıdığım za man onyedi, onsekiz yaşlarında idim. Babamın Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey'le sıkı dostluk seneleri idi. Hamdullah Bey, evimize s'ık sık gelirdi. Esasen, o sıralarda, bel ki de Atatiirk'ün babama, herkesçe bilinen teveccühü sebebiyle,
141
evimiz fikir ve poiltika alemine ait kimselerle dolup taşardı. Ben, meraklı bir hanını kız olduğum için, içeride konuşulanlar dan iki etimle kapsam kardır diye, kahve tepsisini hizmetçinin elinden alır, misafirlere kahvelerini ikram ederdim. Bazen de, bir şeyi düzeltmek, bir tablanın , bir vazonun yerini değiştirmek bahanesiyle biraz daha içerde kalırdım. Bir gün Hamdullah Suphi Bey gelirken, orta yaşlı, koca ka falı, şişmanca bir zatı beraberinde getirdi. Misafirler gittiğinde, babama sordum : O kimdi ? diye. "Hamdullah'ın bir dalkavuğu. Her yere beraberinde taşıyor. Galiba lstanbul'dan yeni gelmiş," demekle yetindi. Sonra, bu zatı başka yerlerde, konferanslarda falan gördüm. Bize de tekrar geldiler. Baktım, bu dalkavukluk etmeyen cins ten bir dalkavuktu. Hamdullah Suphi'ye karşı hürmetkar ol makla beraber, sırasına göre fikirlerine itiraz eder, bazı görüş lerini yüzüne karşı tenkid ederdi. Hatta, bir seferinde, yine biz de, öyle şiddetli itirazda bulundu ki, Hamdullah Suphi gülerek ve etrafa hitap ederek : "- Efendim, biz tam kırk yıldır, arkadaşız. Her zaman ayru fikirde değiliz, amma ne o beni, ne de ben onu bir kere ol sun incitmemişizdir," diyerek yatıştırmak mecburiyetinde kal dı. O sırada elli yaşlarında olması gereken Abdülhak Şinasi henüz hiç bir eser vermemişti ve bazı edebi dergilerde yayın
ladığı tek tük yazılarla çok dar bir edebi muhitte tanınıyordu. Resmi vazifosi yoktu Gal&tasaray'dan arkadaşı olduğu anlaşı .
lan
Hamdullah Suphi'den, o günlerde bir dakika
ayrılmıyor,
hatta onun yerine şuraya buraya telefon etmek, matbaaya uğ
rayıp bir eserin provalarını almak, kartvizit bastırmak gibi u fak tefek işlerini bile yapıyordu.
Nasıl
geçindiğine gelince,
o
bakımdan problemi yoktu. Söylendiğine göre, Paşa babası veya
l42
Paşa dedesi kendisine istanbul'da sayısız mai mülk, han hamam bırakmıştı. Bunları satıp satıp yiyordu. Abdülhak Şinası'nin paraya ihtiyacı yoktu, amma şiddetle muhtaç olduğu bir şey vardı. O da içtimai mevki idi. Öyle anla şılıyordu ki, arkadaşı Hamdullah Suphi, bunu sağlamak için kendisini Ankara'ya çağırmıştı ve sağda solda tanıtmak, tak dim etmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Esasen, bir müddet sonra bir resmi vazife de buldu : onu Balkan Paktı Genel Sek reterliğint, o zamanki tabirle "katibi umumiliğine" tayin .ettir di. "Umumi" olmayan, yani öteki katipler işi yapar, tumturak lı unvanı da Abdülhak Şinasi taşırdı. O aralık ben, Ankara'nın biricik edebi dergisi olan ve da ha so�aki ideolojik yönünden uzak bulunan Varlık Dergisine yazı vermeğe başlamıştım. Baktım, Varlık'da Abdülhak Şinasi' nin de yazıları çıkıyor. Hem de, yazarın şahsiyeti ne kadar şiirsiz ise, o kadar şairane, tavrı, duruşu, bakışı ne kadar soğuk ise, o kadar cana yakın yazılar... Bende bu yazıların sahibine ka.rfl derin hayranlık ve yakınlık uyandı. tık rastladığımda hunu belli ettim v.e belirttim. İlk defa gülümsediğini gördüm. O da "Var lık"da imzamı görmüş olacak ki, artık bana eşyaya bakar gibi bakmıyor, adeta akran muamelesi yapıyor. Babam yaşındaki bu zatla artık sanki meslekdaş veya kapı yoldaşıyız.
Abdülhak Şinasi evimizin müdavimlerinden olmuştu. Şim di babamdan çok benim için geliyordu. Bana şöyle iltifatta bu lunuyordu : "Fransız edebiyatını nerede ise benim kadar iyi bi liyorsunuz". Hakikaten iyi biliyordu. Yıllarca okumuş, okumuş tu. Sevdiği şairler, beğendiği ya.zarlar hakkında benimle kon� rnaktan hoşlandığı görülüyordu. Hissediyordum ki, yazıların daki pürüzsüz üslup, yoğun mana, derin bir edebi kültürün, de vamlı okumaların birikintisi idi. !kinci Dünya Savaşı içinde, bana bir gün, esrarengiz bir ve biz". Kitabın adını a-
tavırla bir kitap uzattı : ••Fahim Bey
143
cayip buic;umsa da, tebrik ve t�kkür ettim. Okumağa başla dıktan sonra, fevkalade beğendim. Tuttum bir yazı yazdım ve " Ulus" a gönderdim. Gazete bu adı almış mı idi, yoksa halen "Hakimiyeti Milliye" mi idi, bwıu iyice hatırlamıyorum. Fakat, zannedersem, Yazı İşleri Müdürü iyi tanıdığım Mümtaz Faik Fenik'ti . Bu yazı benim "eleştirici" kariyerimde ilk adımlarımdan biri oldu. Daha önce bir veya iki tenkid yazını çıkmıştı. Meğer bizim yazı Abdülhak Şinasi'nin bu ilk eseri hakkında çıkan ilk yazı imiş. Onun için yazarın bendeki imzalı eserlerinin bir de ğil, bir kaç tanesinin ithafı şöyle başlar : "ilk eserim hakkındaki ilk tenkid yazısını yazan. . . " 1940 ile 1950 arasındaki yıllar Abdülhak Şinasi'nin en ve rimli yılları olmuştur. Bu devirde en güzel, en orijinal eserlerini �rdi. Daha sonra, kıe.ndi kendini tekrarlamağa başladığı görül dü. Her yeni eserini bana gönderiyordu. Bir iki tanesi için yeni medhiyeler de yazmıştım. Fakat her biri için yazmadığımdan dolayı bana küskün olduğu da kulağıma geliyordu . 1948 den sonra, Şükufe Nihal'in önayak olması ile başl atılan edebi toplantılarda Abdülhak Şinasi ile karşılaşıyorduk. Artık kendisine " Üstad" deniyordu. tık zamanlar, damdan düşer gi bi: "Adile Hanım t.enim falanca eserimi beğenmez" diye sitem lerde bulundu. Fakat çok geçmeden barıştık.. Bu barışma şere fine beni bir gün Ayazpaşa' daki evine, öğle yemeğine davet etti. Ben başkalarının da bulunacağını zannetmişken, tek davetli ol duğum anlaşıldı. Her taraf kitap dolu, stil eşya ile döşenmiş , Boğaz'a bakan güzel salonda, beyaz eldivenli bir uşak servi simizi yaptı. Böyle şeylerde, kahramanlarından biri olan Ali Nazmi Bey kadar alafrangalığa meraklı idi. Yemek esnasında, daha evvelden de bildiğim bir şeye dik kat ettim. Abdülhak Şinasi Bey meyve ve yemiş ağzına koymu144
yordu ve çocukluğundan beri de koymamıştı. Mevzuu açtığımda dedi ki : "Şiddetli allerjim var. Herhangi meyvenin manzarası bile sinirlerimi altüst �er, tüylerim diken diken olur. Vitamin leri h ap olarak alırım". Şu halde, şimdi düşünüyorum da, Abdülhak Şinasi, Kur'an' ve Andre Gide'in bahsettiği dünya nimetlerinin bir çeşidini tatmadan ömrünü geçirmişti. Belki de bu yüzden, renklerin, seslerin, kokulann herkesten fazla tadını çıkarmağa gayret et flililti. m
üstadın şahsi hayatındaki bu eksikliğin yanında, eserlerin deki bir Pksiklik de ötedenberi dikkatimi çekmişti. Abdülhak Şin asi ' nin . sayısı tir düzineye yakın şii r dolu eserlerinde, ş iirin başlıca kaynağı olan aşk hissine, aşk tahl illerine tesadüf edil miyordu. Hep niyetli idim : kendisinin gençliğini bilen birini bulduğumda : Hiç Abdülhak Şinasi'nin aşık olduğunu. ha tırlıyor musunuz ?" diye soracaktım. Fakat ya fırsat çıkmadı, yahut çıktı da ben kullanınağı ihmal ettim. Sonradan, "Aşk imiş her ne var 3.lemde . . . " diye, bana gönderilmemiş bir eseri nin mevcudiyetini duydumsa da, eseri bir türlü ele geçireme dim.
Ancak bir gün, bir konferansta, onun gençliğini bilen biri bana ke ndi l iğinden dedi ki : "Abdülhak Şi na si ' nin eski z amanları göklere çıkarmasına ben şaşıp şaşıp kalıyorum, çünkü ben kendisini o devirleri yaşadığı sırada yakından tanıdım. O za man yirmi yaşlarında idi ve tam manasiyle züppe bir paşazade idi. 1şi gücü de İstanbul hayatından şikayet etmek, devrinin, ailesinin., Türk cemiyetinin yaşayış tarzını tenkid etmekti . . . " "Hatırab" ile meşhur olan Galip Kemali Söyliemezoğlu ta rafı.ndan açıklanan bu gerçek, zannedersem bana, edebiyatımı zın mensur şür üstadını daha iyi aıılamama yardım etti. . . De mek ki, çok sevdiğini, eserlerini elinden düşürmediğini bi ld iğim Marcel Proust'u tanıdıktan sonra, kafasında bir devrim hasıl 145
olmuştu : vaktiyle beğenmediği veya beğenmediğini zannettiği geçmişi, "Kayqolmuş Zamanı" aramağa çıkmıştı. .. ... Şahsen, benim gözümde, paranın mutluluk sağlamadığı r..a en iyi misali Abdülhak Şinasi teşkil eder. Proust gibi ,o da, her zaman eli paralı ve para ile alınan şeyler her an emrinde olduğu halde, Proust gibi, hiç bir zaman mesut olamamıştır. Ve yetişkin çağında saadeti bulamamış her insan gibi, çocukluk ale mine dönmüş, o aleme sığınmıştı. ... Ve kim bilir, belki de, bu ölü alemi şiirle, ahenkle süs leyerek, yeni güzelliklerle bezeyerek diriltebilmesi sayesinde, yaratıcılığın verdiği huzur ve saadete kavuşmuştu.
146
Xll
CELAL SAHÄ°R EROZAN
147
Celal Sahir 1930 ile 1935 arasında, Ankara'nın Yenişehir denilen bölü münün kurulmağa başladığı dönemde, Sağlık Bakanlığı hiza sında Atatürk Bulvan il-e Mitat Paşa (eski İsmet Paşa) cadde sinin kesiştiği köşede, bahçe içinde iki katlı küçük bir ev vardı. Biz orada otururduk.
Mitat Paşa caddesi tarafında, bitişiğimizdeki üç katlı apartıınanın orta katında Celfil Sahir Beyler otururdu. O dö nemde yalnız Anadolunun küçÜk kentlerinde değil, İstanbulda, Ankaradıı. da henüz ko�uluk sosyal bir bağ, bir "içtimai mües sese" idi. Şairin genç ve güzel hanımı ile annem ziyaretleşir1er 149
ve pencereden pencereye konuşurlardı. Apartıman kapısırun önünde oynayan, henüz okul çağında olmayan, dört beş yaşındaki 1ki tatlı çocuk, bilirdim ki, Celal Sahir Beyin oğulları idi. O yıllarda Ankaranın yüksek tabakası Sefaret çaylarında bul�urdu. Y�ni ve gelişmemiş Başkentin hayatındaki eğlence sizliği ve monotonluğu giderI11ek için Elçilikler ve Büyükelçilik ler dil bilen aileleri her fırsatlar düzenledikleri ziyafetlere çağı rırlardı. Bazı Büyükelçilikler seri davetler yapardı. Kasım ba şından MaYJS başına kadar g�rli olan bu haftalık davetler danslı veya danssız çaylardı. özellikle Polonya Sefaretinin Cu martesile�i ile Afgan Sefaretinin Salıları m�urdu. O dönemde Afganistan'la yakın politik ve kültürel ilişkilerimiz vardı. İşte Celal Sahir Beylerle bu ziyafetlerde de karşılaşırdık. Celal Sahir Bey Zonguldak milletvekili idi. Atatilrk'ün bilginleri etrafına topladığı, onlarla birlikte ça lıştığı ve onlara danıştığı bilinen bir şeydir. Fakat Atatürk'ün Ondördüncü Louis gibi, İkinci Frederik gibi, Fatih gibi "Mece ne" tarafi, yani sanat ve edebiyat koruyucusu cephesi tarihi mizde yeteri kadar belirtilmemiştir. Millet Meclisi üyeliği ba kımından seçimden ziyade Devret Başkanının onayından geçen listeye girmenin önem;i olduğu tek partili Atatürk döneminde, gerçekten değerli bütün şair ve yazarlar "mebus" idiler. Büyük Asker kılıç kadar kaleme de saygı duyardı.
Celal Sahir Bey uzunca boylu, uzun yüzlü, göğsü batık, kır saçları Musset'vari kesilmiş, yapısı, görünüşü ve tavırları ile inrelik v� zarafet sembolu bir insandı. Şairin o zamanki hanımı, Sevim Hanım , orta boylu, siyah saçlı ,siyah gözlü, güler yüzlü, çok güzel bir genç hanımdı. Aralarındaki yaş farkı, muhakkak ki, hayli büyüktü. Şairin bir de ilk hanımından üç tane yetişmiş kızı vardı. Bazen !stanbuldan babalarına misafir gelirlerdi. 150
Celal Sahir Beyin hanımının güzelliği ile iftihar ettiği her halinden belli idi. Bir gün bir Sefaret çayında, masaya. serpiş tirilmiş çiçeklerden birini alıp hanımının göğsüne taktı. O za manlar erkek elbiselerinin yakasında da, kadın tayyörlerinin ya kasında da ilik bulunurdu. Sevim Hanını o gün lacivert bir tay yör giymişti. Yakasına takılan çiçek kırmızı idi. l)air karısıı:ı.a yukarıdan aşağı takdir v e hayranlıkla baktı ve beni çok şaşırtan şu sözleri söyLedi : - Keşke kırmızı çantanı alsa idin ! . . . Hanımının giyinişi ile böyle ilgilenen bir koca zümrütü anka kuşu değil de ne idi ?... Bir başka ziyafette o günkü cümlesini ve jestini tamamla yan aşağıdaki sözleri bir h anımlar grubunda söyleyişine tanık oldum. Giyin.işten açılmıştı. Şair sevdiği bir konu ve hanını dinle yiciler bulmuş olmanın sevinci ile coştu ve şunları söyledi : - Bakın, ben bir kadın olsa idim, giydiğim şeylerin en ufak teferruatı.na. itina ederdim. Yalnız mevsime göre değil, gü nün saatine, o günkü havaya, gökyüzünün rengine göre ayrı renkler, ayrı kumaşlar ve ayrı biçimler seçerdim ... Bizler gülüştük. Aramızdaki bir Hanım dedi ki : - Bunun için milyoner baba veya milyoner koca is�r. Üstad, Hanımlara hitap ettiğini bile unutmuş halde, şöyle devam etti : - Hiç de değil. Bir basma parçasını bile yakıştırmanın usulü vardır. Bu, kadının yaradılışı icabıdır. Kadın, yer yüzün de, istisnai bir varlık olarak yaratılmıştır. Tabiatin vücude ge tirdiği en muvaffak şaheserdir. Bu eseri bozmak veya tamam lamak kadının kendi elindedir. Çünkü güzel bir kadın, ayni za151
manda, hem sanat eseridir, hem sanatkar . O öyle bir sanat eseridir ki, her an kendi kendini yaratma fırsatına sahiptir. Bir gülüş, bir el hareketi, bir bakış, yaratılış halinde olan bir şeyin bedii teceliiieridir. Göz için, ruh için daimi bir ziyafet olan bu canlı, yaşayan sanat eserini, yanlış seçilmiş bir renk, yanlış seçilmiş bir biçim bozabilir . . ..
.
Şair kelimelerini aramadan, çok rahat konuşuyordu. Belli idi ki, bu konuda çok düşünmüş ve düşüncelerini formüllere bağlamıştı. Bir gün, bir Sefarette değil, Ankara Palasta şöyle bir şey oldu : Ben CelAl Sahir Beyle konuşurken, hayli içmiş ve yüzü kıp kırmızı olmuş olan Ruşen Eşref Bey sallana sallana bize doğ ru geldi ve alaylı bir sesle şairin o çok meşhur IDısralarıru söy lemeğe başladı : "Bütün hayatımı orilar verir de ben yaşarvm, "Kadınlar olmasa, öksüz kalırdı eş'arım ...
Her zaman o kadar sakin ve nazik görmeğe alştığım kar şımdaki insanı ilk defa sert ve öfkeli gördüm. Eliyle, Ruşen Eşref Beye doğru bir kovma hareketi yaparak ,hiç de şakaya benzemeyen bir tonla : - Hadi ordan, hepiniz kadın için yaşarsınız amma, samirnl değilsiniz. Kaba gururunuz itirafa müsaade etmez.... Celil Sahir Beyin cevabı bana bir Fransız yazarında oku duğum bir cümleyi hatırlat.ıruştı. Emile Zola'da mı, Anatole France'da mı, yoksa ondokuzncu yüzyıl sonu eleştiricilerinden birinde mi, hatırlamıyorum, şöyle bir cümle okumuştum : "Her yazar, yazdıklarını okuyup kendisine hayran olacak idealindeki meçhul kadın için ilhamını ve kalemini kullanır."
152
Bilindıği gibi, 1909 da, "Beyaz Gölg�ler" yayınlandıktan sonra, başta Hüseyin Cahit olmak üzere, bir çok yazarlar Ce lal Sahirin kadından başka şiir mevzuu bulamayışı ile alay eden yazılar yazmışlardır. öyle anlaşılıyor ki, bu sataşmalar "Kadın lar Şairi"ni �;iirlerinin mevzuu üzerinde düşünmeğe sevketmiş tir. Böylece şair, sanatının felsefesini yapmış, estetiğini ve hat ta mistiğini kurmuştur. Bir �:a.ir annenin, Fehime Nüzhet Hanımefendinin oğlu olan Celal Sahirin kadın ve aşk konulanna yaklaşımı daima nezih ve zariftir. Genellikle bir şair aşk konusunu iki şekilde ele alır veya alabilir : ya gelecek ya da geçmiş açısından ; yani ümid veya
hatıralar olarak. Celal Sahir'de ümitler de, hatıralar da çok ma sum nevidendir. Onda aşk bedenle değil, ruhla ilgili bir mace radır. "Sevmem ben sinirlerimle fakct, "Olamam ben ihtirasa esir... "Yaşamak çünkü bence sevmektir "Aşka yükselmeyen zavallı hayat "Ne sefil<ine bir sürünmektir! ... "
Celal Sahirin hayat görüşüne göre, aşk macerasının en he yacanlı, en mutlu ve en kutsal anlan göz göze gelmek ve el ele tutuşmaktır. Aşk şehvet değil, şefkattir. Sevmek arzu etmek değil, tapmaktır. "Ruhum bir iştiyakı taabbüdle, istedi "Amakı safvetinde melekler gülen, nezih "Çeşmanının, o şuh ve muazzez güneşlerin, "Ağuşu pür hariri nigahında en derin "Bir anı iptil<i yaşamak ... " "O gerçekten vuran silıamı nazar, "O muattar, sevimli mektuplar. . .
153
"Bir de kıırşuni eldiven ki, güzel, "Yumuşak, ince, pek sevimli bir el "Ona etmiştir sırrını ifşa... "A h o el, ah o desti na,dide!"
Bazı lirik mizaçlı şairler kendilerini dünyanın merkezi ya parlar, yani ;egosantrik bir davranışa sahip olurlar. Onlarca çevrenin, toplumun, toplumsal problemlerin önemi yoktur. Bu bakımdan Celal Sahir, belki de, edebiyatımızın en endividüalist şairidir. " Bu karanlık şüunu dünyadan "öyle lfikaydü bihaber kalarak " Yaşasak, sevgilim, ki hiç kimse "Bizi hiç bilmesin ve kimseyi biz... "öylece biziyaretü zair... "iki cismin içinde bir tek ruh.. !'
Bu mısralar, şiir olarak okununca, çok eskimiş, modası geçmiş hislerin ifadesi gibi geliyor insana... Bu bir optik alda nışdır. Dünya farkında değildir ki, lirizm ve romantiklik bu gün şiiri terketmiş, şarkıya göç etmiştir. !talya'nın "Cansonis sima "larında ve "Eurovision" şarkı yarışmalarında kazanan ve türkçeye çevrilip bize televizyonda dinletilen şarkılarda da, alaturka gazellerde de mevzu hep aynı : sen ve ben. . . Her insan
ruhunun zaman zaman duyduğu ebedi hislerdir bunlar. Ressam Pablo Picasso'nun nasıl pembe devri, mavi devri, kübist devri, sürealist devri varsa, lirik şairimiz Celal Sahir Erozan'ın da Edebiyatı Cedide, Fecri Ati, Genç Kalemler devir
leri vard•r. Celal Sahir'in, Genç Kalemler sonrasına, yani olgun çağına ait en güzel şiirleri dergi sahifelerinde gömülüp kalmıştır.
Çünkü şair, hayatının son yıllarında, Dil
Encümeninde
( Dil Kurumunun eski adı) , bir dil bilgini sıfatiyle, gece gün düz çalışmaktan, Siyah Kitabın yayınlanma tarihi olan 1912
154
den sonraki ş iirl erini toplamağa, yayınlamağa vakit bula mamıştır. TiirJC Dil Kurumuna bilgisiz ve zevksiz kimselerin sızma sından önceki dönemde, Celal Sahir'in türkçeyi yabancı dil ler boyunduruğundan kurtarmak" idealine nasıl aşkla sarıldı ğını, nasıl canla başla çalışarak, kısa zamanda Tilrk dilinin uzak geçmişi alanında uzman kesildiğini ve ince sanatçı zevki ile arapça kelimelere türkçe karşılık bulmakta başarı göster diğini bir kaç kişiden duymuşumdur. "
1 5!5
XIV HALİDE EDİ P ADIVAR
157
Hali de Edip Ben onsekiz yaşlarında iken, Halide Edip, benim için, ide al kadındı. Hemen bütün romanlarını okumuştum. Hayat, ya kında benim de içine atılacağım hayat. . . Handan'ların, Zeyno' ların, Ayşe 'lerin başından geçen eşsiz olaylardan başka bir şey olamazdı. ,Erkek mi ? O ya Hüsnü Paşanın, ya Hamdi Paşanın yüzü ile harşırna çıkacak ya da bir Refik Cemal, bir Oğuz, bir Binbaşı Hasan olacaktı. Aile dostlarımız arasında Halide Edib'in meşhur Sultan Ahmet mitingindeki konuşmasını dinlemiş olanlar vardı : duy dukları ccşkun milli heyecanı unutamadıklarını ve unutama159
yacaklarım söylerlerdi. Halide Edip Cumhuriyet devri Türk ka dınlığı için örnekti. Ah, Türkiyede olsa da, tanıyabilsem ! Ne ya zık
ki, Türkiye'de değildi. Bilmem ha�i sebeple Atatürk'e darıl
mış, memleket dışına çıkmış, Avrupada, Amerikada, bir yerler de geziycrdu. Bu bakımdan benim gözümde, bir az da, Napol yon'a darılıp Fransa'dan ayrılan Madame de Stael mevkiine
yükseliyordu. Halide Edip, Atatürk'ün ölümünden sonra, 1939 da Türki
ypye döndü. Daha dönmeden, kendisinin İngiltere'de, ingilizce o larak Türkiyeye dair bir roman yayınladığını duymuştuk. Bu nu türkçeye çevirip, "Sinekli Bakkal" adı ile Türkiyede yayın layınca, 1942 de "tnönü" roman ödülünü kazandı. Ben o sırada Ankara Dil-Tarih ve C.Oğrafya Fakült�inde
Edebiyatı asistanı idim
Fransız Dili ve
.
"Sinekli Ba.kkal"ı okurken, yepyeni bir Halide Edib'i keş fettik. Sanatının projektörünü ıeskisi gibi sadece fertlere, fert lerin iç hayatına değil, topluma, çevreye de tutuyor,
Osmanlı
devrinin belirli bir çağının panoramasını çiziyordu.
1940 dan beri tstanbul Edebiyat Fakültesinde İngiliz Ede
bi yatı Profesörü bul unan Halide Edi p'le tanışmak hususunda_ ki büyük a rzum ancak 1944 de gerçekleşti. Ailevi seheplerle vazifemin
tstanbul'a
rıaklini istemiş ve Edebiyat
Fakültesi
Fransız Filolojisine doçent tayin edilmiştim.
1944 yılında Edebiyat Fakültesi bugünkü gibi Lfilelide değil, Fındıklıda, Zeynep Hanım Konağında
idi. Güzel Sanatlar Aka
demisi yanındaki o aluJap konak daha sonra bir Kız Lisesi ol muştur.
Halide Edip Adıvar ile tanıştığımız gün kendisine olan hay ranlığımı, zannedersem hem yüzümün ifadesi ile belli ettim, hem sözlerimle ifade etmeğe çalıştım. Memnu.niyet dolu bir gülümse me ile dinledi. Sonra, birdenbire yüzüme bakarak : "Dur uaka.-
160
yun. .. gel şöyre ışığa karşı... " diye eliyle işaret yaptı. Sonra, yüzü me bir daha baktı ve dedi ki :
- Meğer ben bütün romanlarımda senin gözlerini tasvir et mişim : baJ rengi gözler... Biliyormusun ki, pek enderdir bu renk. Ben mahcubiyetimden ne söyleyeceğimi şa.şı.rmışbm. Mevzu değiştirnıek için imzalı resmini istedim. "Elbette, elbette" diye
vadetti.
Bundan sonra. Fakülte içinde ve dışında sık sık karşılaştık . Kendisi ile başbaşa kalıp edebiyattan konuşmak içın can atıyor dum. Eleştiri yazılan yazmağa başladıktan sonra bana bir gün mül8.kat ' vermesini rica ettiın. Bu mülakatın, bu edebi görüş menin metni Cumhuriyet'in 8 Nisan 1947 günkü sayısında ç•ktı. Yazımda Halide Edib'in o zamanki halini ş öyle anlatıyorum :
"
'
"Beyaz saçlarla çerçevelenmiş hemen hemen buruşuksuz bir yüz, arada bir acı kıvırm.la bükülen, adeta mahzun dudaklar, içinden k�kin bir zekanın fışkırdığı çok genç gözler . . " ( 1 ) .
•
Ertesi gün Halide Edib'e Fakültıenin giriş kapısında rastla dım. Konağın ahşap merdivenini çıkarken, koluma girdi. Dedi
ki
mi
- Sen bana ne güzel şeyler söyl etmişsin . ben bunları ?
Sahiden söyledim
Belli idi ki, müla.katten memnundu. Birinci k ata vardığımız da, 'OOn F'ransız Filolojisi dclasına girmek için, kendisinden ayrıl mak üze re iken : - Bir az buraya gel, derse kadar vaktim var· diye İngiliz
Filolojisine davet etti. ( ı ) Mülak['t'in nıt'tni ki.ta hın sonundadır
1 61
lngihz Filolojisi odası boştlL O kendi masası başına, ben rastgele bir yere oturdum. Bu sırada asistanlarından bir HanlDl ic;t•1·i girdi. Halide Edip, rahatsız edilmiş bir tavırla : - Kuzum ,bizi bir az yalnız bırakır mısın ? Adile Hanı.m'la
hususi görüşeceğiz de. . . dedi. Asis1 an Hanım hiç cevap vermedi. Evvela uzun uzun Profe söri.ine baktı, sonra yavaşça bakışını bana doğru çevirdi. Bu ba kışta öyle korkunç bir ifade vardı ki, türkçedeki ''nefret" ve "düşmanlık" kelimeleri de, fransızcadaki "haine" kelimesi de bunun tam anlamını vermez. Olsa olsa, iııgilizced.ıeki "hatred" kelimesi, bir �receye kadar duruma uyar. Kocası sık sık hapse girip çıktığı için, onun soyadını kulla.nmağa bile cesaret edeme yen bu Hanım, Profesörünün bana iltifatını yersiz bulmuş ve ba na "Sen görürsün ! " gibilerden bakmıştı .
. . . Halide Edip'le en çok yakınlaştığımız gün, �nesini un.ıt tuğum, fakat Edebiyat Fakültesi Lfileli'ye t�ındıkta.n sonraki bir ilk bahar günü oldu. Ben Beyazit'teki Üniversite öğretim üyelerine mahsus lokantada öğle ye�ğimi yiyip, Fakülteye dön mek üzere yola çıkmıştım ki, Üniversite'nin büyük giriş kapısı önünde Halide Hanım.'a rastladım. Bir iş için Rektörlüğe gitmiş . .
- Gel, bana meydanı geçmeğe yardım et, çok dedi ve koluma girdi.
wr
geçerim,
O zaman moda olan çok yük.sek topuklarla ben hayli uzun boylu, o ise, gençlik yıllarına nazaran bir az kısalmış olduğun dan dikkati çeken bir çift teşkil ediyorduk. Fakat bu, işi n dış görünfü7ü ve maddi tarafı idi. Ben, koluma asılmış bu kadını, manen, kendimden kat kat yüksek, kat :kat üstün gördüğilm için, kendisiyle konuşurken aşağıya baktığımdan dolayı, bir suç işliyormuşum gibi utanıyordum. 162
Kocamı, çocuklarımı sordu, aile hayatından , evlili kten
söz
ettik. Dedi ki : - Evlilik n:eye benzer biliyor musun ?
Ayni arabaya koşul
muş iki atın vaziyetine. Arabaya yön vermeğe kalkmayacaksın. öteki at nasıl gidiyorsa, öyle gideceksin. Çünkü arabayı kendi
tarafına �ekersen, öteki de öbür tarafa çekecek. yürüyemeyeceği gibi, kayı şl ar tenine batacak,
Neticede, araba yaralanacaksın.
Onun için, hep önüne bakarak yürüyeceksin. �nçlikte
cahil ve sabırsız oluyor.
Evlilik arabasını idare
edebileceğini,
eşinin huyunu değiştirebileceğini zannediyor. Değişmez Evlendiğin gün ne
neceksin
ise,
insan erkek.
odur. Sen değişeceksin veya değişir görii
. . .
Düşünüyordum : Bu sözlerle
acaba
bir az kendini mi ele ve
riyordu ? İki çocukla Salih Zeki'den ayrılmış olmağı, şimdi ha
yatının
muhasebesini yaparken,
bir hata mı sayıyor, kendicünin
"cahil ve sabırsız" olduğuna hükmederek, ayrılışın sorumluluğu
nu kendi üz.erine mi alıyordu ? Yoksa, söylediklerinin bir kısmı Adnan Adıvar'la evliliğine mi
aitti ?
Evlilik fehrefesi yapa yapa, erkek ruhunu tahlil ede ede, Be yazit meydanını geçtik ve Lileli'ye doğru yürüyıerek, Edebiyat Fakültesi'.ne vardık. Yanımda yürüyen kadın,
benim için sanki
en yakın bir akraba, miişfik bir teyze idi .
... 1950 seçimlerinde Halide Edip milletvekili oldu. 1954 � çimlerine katılmadı ve Üniversite'ye döndü.
1954 den sonra İktidar Muhalefet ilişkileri kızışmış, buna paralel olarak, üniversite'deki kutuplaşma da artmıştı. Ya o
klikten olacaktınız ya da
bu klikten...
1955 yılında, Fakülte ile ilgili, bilmem hangi vesile ile, Par lrotcl 'de verilen bir akşam yemeğinin aperitif fwılında Halidı� 163
Edip'le karşılaştım önce büyük samimiyet gösterdi, sonra etra, .
fındakilere, yani kendi asistan ve d�tlerine göz atınca bir denbire değjşerek, soğuk bir tavır takındı. Esasen, söyleniyordll ; Halide Edip falanca solcu klikin elinde oyuncaktır, diye. Fııkat ren inanmıyordum, inanmak istemiyordum. ,
Yemek.re,
uzun masanın o ortasında, ben ucunda iQ.iln. Karş\
sırada oturduğu için, yüzünü görüyor, her hareket!I}i takip ede-. biliyordum
.
Bir az önceki durum beni çok üzmüştü : O kadar·
büyük kadına derin hüzünle bakıyor ve kendi kendime : "Ayol, bu, At.eşten Gömleği, Yeni Turan'ı yazmış ka dındır. Bu kadar kuvvetli bir şahsiyet nasıl tesir altında kalır?"'
hayran olduğum
diyordum. "Yeni Turan"ı hatırlamak bu romanın kahramanla
nndan Oğuz'u aklıma getirmişti. .. Ben, Halide Edib'in hayatına ait, şu kalabalığın içinde kimsenin bilmediği bir sırrı
biliyor
dum . . . Evet, bazı Edebiyat tarihi kitapları "Yeni Turan"m Yu-. suf Akçura'nın tesiri ile yazılmış olduğunu k aydederl er. Fakat ben, bir az fazlasını biliyord um . Ve bu bilginin ışığınd a
1910-
,
1911 yıllarını gözümün önüne getirdim : Meşrutiyet iki üç yıl ön
olmuş . Büyük Devletlerin Balkanlarda milliyetleri kışkırtma beklenmedik , fakat mantıki neticesi olarak, Osmanlı İmpa ratorluğu içinde Türk milliyetçiliği, tü rkçülük gel.işmeğe başla mış. Bu a kımın merkezi olan Türk Ocağı nın dergisi "Türk Yur du" nu yöneten 35 yaşında genç ve bekar bir adamdır Yusuf Akçura. Ocaklılar arasındaki en faal üy.e de, kocasından yeni ayrılnuş, 27 yaşında güzel, zeki, kültürlü, heyecanl ı bir genç ka dın. Bu ikü:inin aras ında bir kıvılcım çakm aması imkansızdı. Yu suf Akçura, yir mi yıl sonra, Ankara Hukuk Fakültesinde, bizim ce
sının
'
Siyasi Tarih Hocamız iken bile, çok yakışıklı bir erkekti . . . Akçura'nın sonradan evlenmiş
olduğu Selma
Hanım anne
min samimi arkadaşı idi. Yusuf Bey kendisi ise, babamın hemşehrisi, hem meslekdaşı. Selma
Hanım ,
bir gün
hem
Halide Edip'
ten söz ediErken, anne me demiş ki : "O bizim Yusufa deli gibi tutkunmu�". Yusuf Akçura da, babam� şöyle·
164
demi<J :
"Evet.
bana !şıktı. Ben de ona. Fakat evlenmeğe karar veremedim. Ba basının scyu yüzünden." ... Benimle konuşanlara dalgın dalgın cevap vererek düşünü yordum : Acaba Halide Edib'in bugünkü ideolojik tutumu, kırk yıl önceki bu hayal kırıklığına mı bağlanmalı idi? "Yeni Tu ran"ı yazan bu büyük rom.ancının milliyetçilikten soğumasının sorumlusu Yusuf Akçw-a mı, daha doğrusu onun yersiz ırkçılı ğı mı idi ? Bir kaç gün sonra, Partokel'inde duyduğum üzüntünün te siri altında kalmamak, içimdeki huzursuzluğu atmak için, Halide Edip'in evine telefon ederek, bana resmini vermek hususundaki eski vaadini hatırlattım. Elinde vesikalık resimcren başka res mi olmadığını söyledi. Ben de, vesikalık resmi vermesini rica. e derek, büyüttüreceğimi söyledim. Bir kaç defa hatırlattıktan sonra. bir sabah Fakülte'ye ufacık bir resim getirdi. Ben bir haf ta içinde agrandismanını yaptırarak imzalatma:k · için randevu istedim . Yani Sayın Prafesör Halide Edib'i evinde ziyaret etmek isteğinde bulundum. Tayin ettiği gün ve saatte, Beyazit ci varındaki evinin k apısını çalıdığım zaman, büyük nezaket l e karşıladı. Fakat hali rahat ve tabii olmaktan uzaktı. Ben , bu hali şahsım dışında bir sebebe, belki aldığı bir fena habere veya ailevi, meseleki bir üzüntüye bağlamak istiyordum. An cak resmi imzalamağa sıra geldiği ::aman, fikrim değişti. so•. eli ile bastırıyor, kalemini sağ elinde oynatıyor, bir türlü yazmağa, imzalamağa başlayamıyordu. Sonra, bir müddet tav&.na bak tı, karar vermiş gibi kalemi resme yaklaştırdı, derken tekrar uza:kla.ştırdı ve düşünme� koyuldu. Çekiniyordu. "Siz Adile Ayua'ya şöyle yazmışsınız, doğru mu ?" şeklinde bir soruya 'lesmi
muhatap olmaktan çekiniyordu. Kimler tarafından ? içlerinde 1>ir Rus kadınının da bulunduğu kendi asistan ve doçentlerinden . . . 165
Ben hiç bir şeyin farkına varnuyormuşum gibi, duvardaki r esim.lerlP.
ilgilenir görünüyordum. Fakat içimde bir şey eziliyor
du. Nihayet bana resmi uzattı : "Adile'ye"... ve imza. Halbuki normal olan ya "Sevgili Adile'ye" idi veya "Sayın Adile Ayda' ..
ya".
Teşekkür edip evinden ayrıldığım anda, içimden ağlamak geliyordu. Bu, kendisiyle son görüşmem oldu. Yedi yıl sonra, bir geçici görevle dışarıda bulunduğum sırada vefatını duyduğum zaman düşündüm ki, "Yeni Turan"ı yazan , Sultanahmet mitin ginde mill i duygularla kalpleri coşturan Halide Edip, benim için, zaten bir az ölmüştü. Çünkü kökü dışarıda olan bir ideolojinin temsilcilerine esir düşmüştü. Fakat bu acı gerçek, gençliğindeki güzelliğinin solması, vü cutça. çöküp boyunwı kısalması gibi, onun son yılları ile ilgili ay. nntılardandır. Bu büyük kadının Türk edebiyatına hizmeti eşsiz, eserleri ölümsüzdür.
166
xv
CEVAT FEHMİ BAŞKUT
1 67
Cevat Fehmi Cevat Fehmi ile ahbaplığımız bir anlaşmazlıkla, daha doğ rusu aksilikle başladı. Hep derdi kendisi sonraları : "Kavga ile başlayan dostluklar sağlam olur" diye
.
"Cumhuriyet" gazetesinde on yıl süren yazarlığımın başlan gıcından söz edeceğim burada : 1946 yılının sonbaharında, aracıya ve tavsiyeye lılzu.m gör meden, sırf doçentlik sıfatıma güvenerek, Cumhuriyet gazetesi-
ne Ahmet H8.şimle ilgili bir yazı götürdüm. Her birinde bir kişi nin yazısı üzerine eğilmiş bulwıduğu dört beş masalı bir odaya 169
adını bile bilmediğim Yazı İşleri tanıtarak, yazıyı basmalarını rica ettim.
girerek ve
- Bırakın, inceleyelim .
Müdüriine kendimi
Uygun görürsek
basarız, dedi.
...On gün kadar bekledim. Yazım ın çıkbğı ettiği yok. Yinı> Cağaloğlı �'nun yolunu tuttum. Bu defa ismini öğrendiğim Yazı
İşleri Mücfürüne sordum : - Yazıyı beğenmediniz mi ?
Basrnıyacak mısınız ?
Muhatabım sorumu bir başka soru - Sizde yazının sureti var
ile
karşıladı :
mı ?
Doğrusu sinirlendim. - Var veya yok. Ben yazımın i adesini rica ediyorum .
- Yazıyı bulamıyoruz da ... - N e dernek
bulamıyoruz?
Karşımdakinin "Şeyyy" den ötesini söyleyemeyerek yutkun
duğunu görünce :
- Demek kaybettiniz. . . Mühimsecliğiniz yazıları kaybetmi yorsunuz her halde. Teşekkür ederim.
Ve "Allaha ısmarladık" bile demeden çıktını gittim. Gö rüldüğü gibi, Cevat Fehmi Bey'in ağzından nezakete aykırı ve kavgaya benzer bir tek kelime çıkmamıştı. Ertesi akşam evime bir telefon
:
- Burası Cumhuriyet gazetesi. Ben Yazı İşleri Müdürü Ce akşamki durumdan dolayı çok üzgünüz. Yazının
vat Fehmi Dün
�uretini getirirseniz hemen basarız.
Ben bir az zalim olmak ihtiyacını duydum : -
1 70
Ya yine kaybolursa ?
- Kavbolmaz, çünkü hemen dizdireceğim. - Peki, getiririm. işte Cumhuriyet'te yazı yazmam böyle başladı.
Gelgelelim
akBilik:lıer bu kadarla kalmadı. tlk iki yazıda beni çok üzen diz!'!:i yanlışları çıktı. Eski ve tecrübeli bir yazar için böyle yanlışlar önemsizdır amma, yazı hayatına yeni �layan biri için
trajik
bir niteli"= alabilir. Telefonu açtığım gibi yine çattım Cevat Feh mi Beye. Dedi ki : - Bazı yazarlarımız son provayı gözden geçirirler. Siz ık, gelebilirsiniz, saat dokuzdan sonra
buyurun, son provayı görün.
Böylece, üçüncü yazını için, kalktım gazeteye gittim. Ancak
9 da provalar hazır değildi. Saat 9.45 e kadar
oldum. Yazı
İşleri
beklemeğe mecbur
Müdürü bekleme sıkıntısını
hissettirmemek
için. arada hiç bir tatsızlık geçmemiş gibi, bana nazik sualler soruyordu : Daha önce bir yerde yazı neşretmişmiymişim ? Ede biyat Fakültesinde ne okutuyormuşum ?
Fransız Edebiyatı o kuttuğum halde, Türk Edebiyatına ilgi duymam nereden geliyor
muş ? Su..-ıller bitince kendinden bahsetmeğe
başladı. Babası
Fransızca öğretmeni imiş. öyle olduğu halde, kendisi bir
türlü
Fransızca öğrenememiş. En büyük tizüntüsü bir yabancı dil bil
meyişi imiş.
Baktım, bayağı sempatik adamdı bu Yazı İşleri Müdürü. . .
Prova kolonları gelip de, ben düzeltmeleri bitirdiğimde, saat on · bire geliyordu. Ayrılacağım zaman : "Bu saatte korkmaz mı.s.ı nız?" dedi Gülümsemekle yetindim. Daha sonra.ki yazımın düzeltmelerini bitirdiğim zaman, sa at
onbiri bile geçiyordu. Ben ayrılm.ağa hazırlandığımda, Cevat Fehmi Bey de kalktı. Dedi ki : - Ben sizi evinize bıraka.yun. Bu saatte bir genç kadın
ruz çıkamaz. Esasen işimi
yal
de bitirdim. 171
Otuz üç yaşında idim ve kendimi yaşını başını almış
bir in
san sayıyordum. Gelgelelim, bunu nazik ve centilmen Yazı tşlerı
Müdürilne anlatamadım. Bu saatte korunmağa ihtiyacım olduğu
hususunda ısrar etti Ve bu böylece gelenek halini aldı. Benim .
yazımın dizildiği geceler, elini daha çabuk tutar, erkenden gere
Jren emirleri verir, yardımcılarına talimat bırakır ve
beni taksi
i.Je evime kadar götürürdü. Tabü, Cağaloğlu'ndan Osman Bey'e en azından yanın saat sürdüğü için, yolda konuşuluyordu. Konuşuldukça da, bir ahbaplık havası kuruluyordu. ,
Cevat Fehmi Başkut uzun boylu, geniş omuzlu, geniş alınlı
bir insandı. Yüzünün çizgileri çok belirgindi, yani : büyük. göz ler, büyük burun, büyük ağız ..Yüksek nwnaralı ve kalın çerÇt veli gözlük takardı. Arada bir gözlüğünü çıkardığı zaman, yuın�1 şak.. aciz. ürkek bakışlı bir adam olurdu... Ben insanların statik .
kişiliğini beğendiğim halde , dinamik kişi! iklerinde, yani hareket . !erinde, oturup kalkışlannda falan,
en ufak
bir şey hoşuma git
mezse, buz gibi soğurum. Cevat Fehmi Beye hayretle bakıyor dum. Bu H damın hiç bir
hali bana batmıyordu.
Gittikçe gelişen karşılıklı sempatiyi bir aile ahbaplığına dö
nüştürmek için ,benim teklifimle,
eşlerimizle tanışmağa karar
verdik. Örıce ben onlan bir akşam yemeğine davet ettim. Fakül t edeki derslerim
yüklü ve ç o cuk l arım
küçük olduğu halde, o
yıllarda benim için ziyafet vermek prob lem değildi. retle tutt liğum
,
yani bütün maaşımı kendisine
Yüksek üc
teslim ettiğim
görgülü ve becerikli bir Alman kadını ev işlerimi görüyordu. Or
ta okula giden kızı da bizde oturuyor ve annesine yardım ediyor yemeğine şu k adar misafir getiriyorum ,
du. öğle veya akşam
diye, iki saat evvelinden, dışarıdan telefon etmek kafi idi. Ye
!Iı'eğin mönüsünü kendi tertip eder, malzeme.sini kendi alır, sof rayı kendisi kurar, mükemmel bir yemek çıkarırdı. Frau Kla ra'nın bende çalıştığı dört yıl hayatımın en Nerede ise , en mutlu seneleri diyecektim . . .
1 72
rahat seneleridir.
Bizdeki yemekten iki üç hafta sonra, eşimle birlikte Cevat l4�hm.i Beylerin LA.reli'deki küçük evlerine yemeğe gittik. Annesi sağdı ve müjdesini bir :kaç gün öncesinden aldığım bir Rumeli yemeği, yani Edim� böreği yapmıştı. Cevat Fehmi Beyin Hanımı ile benim aramda, bizim evde başlayan semimiyet büsbü tü n iler ledi. Çok güzel yüzlü, fakat kısa boylu ve tombul, beyaz pembe, tatlı bir k adındı.
Cevat Fehmi o zaJnana kadar Büyük Şehir, Ayarsızlar, Ha Kaptan, Küçük Şehir ve Koca Bebek piyeslerini yazmıştı. Ta bü, bana hepsinden birer tane verdi. Bir müddet sonra da, piyes leri naslı bulduğumu sordu. Ben edebi hükümlerimde söz ü:nii sa cı
kınmadığım için, dedim ki :
- Birinci Perdeler güzel. - Öteki perdeler çirkin mi ? - Değil amma, ilhaınınızı hep birinci perdelere dökmüş sünüz. Sonra da, üç perdelik bir eser meydana �tirmek için ka
-
leminizi. zorlamışsınız. Güldü, düşündü ve "Belki de haklısınız" dedi.
1948
in başında İnönü ödülleri dağıtıldı : Tiyatro ödülii Ce
vat Fehmi'ye.
Bu münasebetle "İnönü Tiyatro
Mükafatı" başlıklı
bir yazı yazdım. '9 Şubat 1948 günü yayınlanan bu yazının bir yerinde şöyle diyordum :
"Muhtemeldir ki, lrı.önü devrinde yazılmış tiyatro eserler�
içinde Ceı:at Fehmi'nin piyeslerinden daha kusursuz olanlar var d1r. Fakat bıı sönük kusursuzluğa Cevat Felımi'nin komed ilerin deki 7msurlu cazibeyi tercih etmemek elden gelmiyor."
173
Cevat Fehmi o sırada ''Paydos"u yazmakta idi. Bir gün dedi ki : - Nasıl olsa sonradan piyesin kusurlarını yüzüme vura caksınız. Bari sonradan söyleyeceğinize önceden söyleyin. Size. okursam, dinlermisiniz piyesi ? - Memnuniyetle. Piyesin okunması bir kaç hafta sürdü. Osmanbey'deki "se fer tası" evime haftada bir kere, iki ile dört arasında gelirdi. Ce vat Beyi pek beğenen Frau Klara, çatpat türkçe konuştuğu hal de, almancamı ayakta tutmak için, kendisi ile almanca konuşur dum . Cevat Beyin geldiği günler, kapıyı açıp salona buyur ettik ten sonra. yüzü gülerek bana gelirdi : - Der Herr Dramaturg is t da ( Piyes yazarı Bey geldi. ) Güldürücü tipler, güldürücü dunımlar ve replikler dışında. Cevat Fehmi'nin komedilerine değer k azandıran şey, toplumsal gerçeklerimizle kahramanların romantikliği veya idealizmi ara sındaki çarpıcı çelişkidir. Yazarın bazı piyeslerinde bu iki ll.Db"tır ahenkli denge vardır. Bazılarında ise, seyirci hissedi yor ki yazarın uzun roman.tik tiradlara eğilimi fazla.dır ve bu arasında
eğilim çok defa piyesi melodrama sürüklemektedir. İşte yazarın bana "Paydos" u okudugu sırada, eleştirilerimi başlıca bu açıdan yaptım. Kendisini kırmak pahasına ,söylediklerim şunlar oldu : - Bu tiradı yarı yanya indirelim. . buradaki son iki ciiın .
leyi kaldıralım... Bu dört cümle yerine tek cümle olursa, da.ha kuvvetli olur... Bu kısım daha. evvelki sahnede söylenenlerin tek rarıdır, çıkaralım ... Cevat Bey b azen çekingen, bazen şiddetli protestolarda bu
lunuyordu : 174
- Bunu çıkarmasak olmaz mı ? . Bu cümle de mi gidiyor ? . . ..
.
Yapmayın, ben bu tiradı gece yarısı kalkıp yazdımdı ... Peki ma, bu sahne kuşa dönecek...
am
Protf'sto �tmesine ediyor fakat dediğimi kuzu kuzu yapı iyice kırptık, yonttuk. Belki üçte ikiye indirdik. İyi mi ettik, fena mı ettik, bilmi yorum . Fakat, bana kalırsa, eser yordu. Piyesi
denge ve ahenk kazandı.
... Senesini bilmiyorum (Cumhuriyet kolleksiyonlarından çı karmak kolay) . bir gün Cevat Bey b an a dedi ki : -- Bugünkü Şehir röportajını gördünüz mü ? Bizim bahçı van
yaptL - Bahçıvan mı ? Anl am.adım. - Dediğim
gibi işte. Bundan iki ay evvel patronlar bahçeyi
tanzim etme ğe karar verdiler. Bahçıvan arıyoruz, diye ilan ver dik. Geler. ler arasında temiz pak giyinmiş bir genç vardı. Bütün
ediyor, bizim verdiğimizden daha az ücrete ra oluyor, işe alınmak için ısrar ediyordu. Biz de aldık. tki aydır miikemm el bahçıvanlık yapıyor. Geçenlerde bana yazdığı hi kayeleri gösterdi Hiç te fona değil Bir de röportaj den.emesi yapmak için ısrar etti. Ben de fırsat verdim kendisi ne işte bu giin ilk röportajı basıldı bahçıvan Yaşar Kemal'in. şartlarımızı kabul zı
.
.
...Cevat Fehmi piyeslerini yazmak, daha doğrusu tamamla mak için yıll ık izinlerini kullanırdı. - J>tyesi kağıda dökerken çok sinirli olanım, etrafıma ba ğırıp çağırırım· . Evdekilerden her biri bir köşeye siner, derdi.
Fakat ben bu kibar adamın bağırıp çağırmasını gözümün önüne getıremiyordum.
175
Her sene bir
piyes yazardı.
Cumhuriyet d-evrinde, zanneder
sem, Cevat Fehmi kadar verimlilik göstermiş bir başka
yazar
yoktur. 1942 ile 1967 arasında, yan i yirmi beş yıl içinde yirm i Ü!,; eser yazmıştır.
Cevat Fehmi'nin hayatındaki ilk darbe 1950 de milletvekil
liğine adaylığını koyup da kaybedişi oldu. Fakat bu yenilgiye karşı gerçek bir sanatçı tepkisi gösterdi. Hayal kırıklığının bir iki hafta süren etkisinden sonra, "Sana rey veri yoru m " piyesini yazmak suretiyle, seçimle de, seçimde kaybedenlerle de. kazanan larla da alay etti. Fakat kendisi için asıl darbe Basın Kanununun
1954 yılın
da yapılan değişikliği oldu. Cevat Beyde bu değişikliğe göre Ya zı İşleri Müdürlerinde aranan şartlar yoktu. Söz konusu kanun yürürlüğe girince, "Cumhuriyet"in sahipleri gerçi Cevat Feh mi'yi işten çıkarmadılar amma, başka Yazı tşleri Müdürü alc ı
lar. Cevat Fehmi, daha önce, Yazı İşleri odasında, dört beş ya r dımcısımn arasında saltanat sürerken, ücra bir odaya
sürül dü.
Tek başına, görevi belirsiz bir durumda kaldı. Hayatının sonuna kadar da bu darbenin altından kalkamadı, eski neşesini, eski ki fİ.}iğini bulamadı. . . . Yine senesini bilemeyeceğim bir gün , fak a t 1 950 den hay li sonra, bana dedi ki : - Paydos'u ingilizceye ve fransızcaya
tercüme
ettiriyo"
rum. İngilizcesi bitmek üzere. Fransızcaya çevirecek birini arıyo rum. Ve ilave etti : - Size sır olarak bir şey söyleyeceğim : Bu çevıriıeı· yapı
lır da, P::ıydos bu iki dilde basılırsa, belki Nobel Mükafatını a lacağım. 176
Birdenbire aklını mı oynattı diye, yüzüne hayretle baktım. Şu açıklamayı yaptı : - Bunu Yaşar Kemal sağlayacak. Yaşar Kemal'in karı$ı Musevidir. Kayınbiraderi de Amerika'da ta.nınmış münekkit. A dam :Uveç'teki münekkitlerle münasebet halinde. Yaşar Kemal' in dediğine göre, onlann da çoğu Musevi imiş. Yayınevi ea.hiple ri de. Esasen, Nobel Muk8.fatının kime verileceği o meşhur aka demide değil, dışarıda, münekkitlerle ya.yınevleri tarafından ka rarlaştırı!ırm..ış. Zayıf bir kanaat
ve
zayıf bir
sesle
"İnşallah" diyebildim.
Piyes yazarı olarak Cevat Fehmi'yi lanse eden Ertuğrul Muhsin olmuşmuş. Bu sebeple, ona minnetle bağlı idi. Ertuğ rul Muhsin'in ve onun çevresindekilerin Cevat F-ehmi'yi etkileme ğe, onu "millet" kavramın dan "halk" kavramına doğrun çekme ğe çalıştı_lı.lannın farkında idim. Çevat Fehmi de koyu :milliyetçi olduğumu bilirdi. Bu konulan tartışmazdık . ... Benim Cevat Fehmi'nin sanatı üzerinde, hiç değilse bir pi yesi üzerinde nasıl etkim olmuşsa, onun da yazı hayatını ve hat ta meslek hayatım üzerinde etkisi olmuştur. Zaman : aman on a Üniversitedeki klik faaliyetlerini, entrikaları, Üniversite�er Ka nununun boşluğundan istifade edilerek yapılan yolsuzluk ve hak sızlıkları anlatıyordum. Bir gün, 1956 yılının başında bana dedi. ki - Bütün bunları bir yazı halinde anlatın.
- Şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı diye nasıl yazarım ? - S�z Üniversiteler Kanununu ele alarak, bu kanunun boşlukları ve kusurları yüzünden şunlar şunlar yapılıyor değil de. yapılabilir diye yazın. Bildiğiniz vakaları sıralayın ...
Cevat Fehmi'nin dediğini yapmak gafletin.de bulundum. Kı yametler ko�tu . Aksi gibi; o sıralarda birisi, ikide birde, Üni.
.
177
versite R.::ktöriine "Bir Profesör" imzasiyle, yani imzasız olarak. Edebiyat Fakültesindeki yolsuzluklara dair mektuplar yazıyor ve me k tup; ar ı nın suretlerini gazetelere gönderiyordu. Bazı gaze teler bunları basıyordu Mektupların sahibi kamu oyunda. mek tu;:-ların benim tarafımdan yazıldığı h.lenimini uyandırmağa da bilhassa gayret ediyordu. .
Çok çok sonraları bunu yapanın Sosyoloji doçenti Nurettin Şazi Kösemihal olduğu anlaşıldı. Cevat Fehmi Beyin tavsiyesıne uyarak yazdığım
ve 21
Şu
bat 1956 d� Cumhuriyet'te yayınlanan "üniversiteler Kanunu
değiştirilmelidir" "başlıklı yazı üniversite Yönetim.ini benim aleyhime çevirmişti. Cevat Bey bunun doğurduğu neticelerden dolayı bir türlü teselli bulamazdı. Derdi ki : "Sizin bana fay danız .beııL--n size zararım dokundu."
1961
He 1963 yılları arasında, Belgrat'ta bulunduğum sırada ve yapılan am:::liyat neticesinde sesini kaybettiğini haber aldım. Memlekete Jöndükten bir müddet sonra kendisini Ha.sın sitesimreki evinde ziyaret ettim .Başına gelen felaketi alaya almağa çalışıyor, gü lümsüyor fakat hırıltı halinde konuşuyordu. Ancak duda.klarının hareketlerine bakarak söylediklerini anlamak mümkündü. Hanı mı hiç değişmemişti, fakat solgun ve mahzundu. Cevat Beyin ko nuşma çabal.ann a üzüntü ile bakarken, onsekiz yıl öncesini ha tırladım : Bir akşam, beni evime bırakmak için taksi çağırtmış tı. Taksinin gelmesi g�ikince de şöyle demişti : Cevat Fehmi'nin hançere hastalığına tutulduğunu
- F'rna mı olurdu şimdi arabam olsa da, sizi arabamla evi nize bırakabilsem ? Hayattan çok şey istemiyorum. Bir evim, bir
de arabam olsun yeter . Şim<li işte evi de, kapının önünde araba& da vardı. k"'akat . . . 178
1967 yılında, oğullarından birinin işini takip etmek için An
kara'ya geldiğinde, beni Dışişlerindeki makamımda ziyaret etti. Tatlı tatlı eski günleri andık. Bu kendisini son görüşüm oldu. 1971 yılııun Mart ayında Romada bulunduğum sırada, Oe Fehmi'nin. ölümünü gazetelerden öğTendiğim zaman, tam çeyrek yüzyıl sürmüş ve hep seviyeli ve mesafeli kaldığı için hiç gölgelenmemiş, pürüzlenmeıniş olan bu dostluğun, çeşitli safha ları gözümün önünden geçti. ,
vat
179
xv1
PEYAMÄ° SAFA
181
Peyam i Safa Peyami Safa ile ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. Şu kadarını biliyorum ki, te
1930 dan sonra, ben Anka.rada Üniversi
öğreµcısi iken bir yerde tanıştırıldık. O, yanılmıyorsam, o sı
rada Ulus guetesinde çalışıyordu. O zamanki Türki�e Halk Partisinden başka Parti ve Ankarada UJus'tan başka gazete
yoktu. Tam onbeş yıl, birbirimizi gerçek anlamı
He tanım.adan,
aramızda fikir alış verişi olmadan, sokakta ve başka yerlerde, otoma.tik ve mekanik şekilde selamlaştık durduk. O benim içiu ıs::;
eserlerini beğendiğim bir romancı, ben ,onun için,
sıradan bir
grnç kız. . .
... Hesap ediyorum da, o zamanki meşhur romancı v e gazete ci meğer ne kadar da gençmiş ! Otuz bir, otuz iki Ben 1944 de tstanbula yerleştikten sonra
mi
-ki
yaşlarında. ..
o zaman Peya
Safa Tercüman gazetesinde çalışıyordu- selamlaşma.1.a.nmız
devam etti. Ancak bu defa üstad beni, bakışlarında daha bir hür met ifadeı>iy1e selamlıyordu. Edebiyat Fakültesinde, başta Hilmi Ziya tnken olmak
üzere, dostları
vardı. Onlar vasıtasiyle, Fa
kültedekı cereyanları, eğilimleri, gnıplaşmalan takip ettiği mu hakkaktı. Aramızda diyalog ben tenkid yazıları yazmağa başladıktan sonra kuruldu. Taksim Gazinosunda v�rilen 194 7 Basın Balosunda, Peyami
Safa beni görünce yanıma geldi ve beni yazılarımdan dolayı ha raretle tebrik etti. Ben de bunu onun eserlerine duyduğum hay
ranlığı
ifade etmek için fırsat bildim. O sıralarda Server Bedi
imzasiyle yayınladığ·ı macera romanlarından da bir iki tane oku muş olduğum için, onları da beğendiğimi söyledim.
Kaşl arını
çattı : Yoo, onlardan bahsetmeyelim. Onlar ticaret, dedi. - Hem ticaret. hem ziyaret olamazmı ? dedim. Güldü : _:.__
Nasıl
bildiniz ? Haklısınız. Cingöz'ün maceralarını anla
tırken, büyük zevk duyuyorum.
Ve
ilave etti : Anlaşılan bir zıpır tarafım var.
184
- Hayır, dedim, çok yönlü, "multilateral" bir insansınız.
.. . Hakikaten, macera yazarlığından başka,
hem romancı,
hem fikir adamı, hem politik yazar olan bu kıymetli insan ayrıca
bir bilgindi de. Tıp, psikoloji, para-psikoloji, sosyoloji, tarih, okkültizni (batıni ilimler) ve felsefe alanlannda Üniversite pro
fesörlerimiz, onun yanında, yaya kalır durumda idi. Öğrenimi yarını kalmış üstün insanlara mahsus iştah ile okumuş, ilmin bin
bir dala bölündüğü yüzyılımızda, Rönesans adam.lan gibi, dünya görüşünü ansiklopedik bilgiler temeline oturtmuştu . . . .
H>48 yılı sonbaharında bütün Türkiye Cumhuriyetin 25 inci yılını kutlamağa hazırlanıyordu. Cevat Fehmi Bey, Ekim ba şında, bana dedi ki : - Cumhuriyet devri tarihini çeşitli alanlara göre özetliyo ruz. Edebiyat kısmını siz yazarmısınız ? Memnuniyetle kabul ettim. Ettim amma çok geçmeden piş
man oldum. Çünkü 25 yılı iki buçuk sütuna sığdırmak mesele idi. tlk çırpıda yazdıklarım, el yazısı ile, 60 sahife tuttu. Bunu bin gayretle kırka, daha sonra otuz ikiye indirdim. En sonunda Cevat Beye daktilo edilmiş 7 sahife götürdüm. - Ne yaparsanız yapın, daha fazla kısaltamıyorum, de dim. Baktı. dudağını büktü. - Haydi, şu işi beraber yapalım, dedi. Ve önüne makas, zamk gibi araçlar dizerek,
alışkın ellerle
kesip biçmeğe, zamklayıp yapıştırmağa başladı. Sözde muvafa katimi alıyordu. Fakat kesip attığı her paragrafla sanki tenim den bir parça kopup gidiyordu.
185
Bütün gayretlere rağn,ıen, yazı beş buçuk sahifeden aşağı sına indirilemedi. Cevat Bey : - Ne ise, dedi, prensibimize aykırı amma ,bir kısmını arka sahifeye almasını ömer'e söylerim. ömer gazetenin operatöıii idi ve mizanpaj konusunda kadir i-mutlaktı. Ben, hiç olmazsa Peyami Safa gibi birinci derecede yaurları kurtardım, diye teselli duyarak gazeteden ayrıldım. Bir de 29 Ekim sabahı ne göreyim ? Yazıda.n. büyük bir kısım çıka.nlın� ? Hem de çok önemli satırlan içine alan kısım. Bu ara da Peyami Safa ile ilgili olanlar... Cevat Beye telefon ettim. Cevabı şu oldu : ömer'in marifeti. Bütün bunları bu kadar ayrıntılı olarak anlatmaktan mak sadım Peyıni Safa ile dostluğumuzun krizli bir safhasını aydın latmaktır. 29 Ekimden sonra, esasen çok alıngan olduğunu duy
duğum üstadla bir iki yerde rastlaştığımızda, gayet soğuk sel8.m verip geçti. Bir gün kendisini Ha.şet Kitabevinde görünce, yanı na gittim. Ben daha ağzımı açmadan, öfkesini açığa vurdu : - Bizi atlayıp geçtiniz. Bu memleketin edebiyatına hiç mi hizmetimiz yok ?
Ben durumu anlatmağa başlayınca da : - Biliyorum, biliyorum, Doğan bırakmamıştır. Ben onlar dan kavga ile ayrıldım. Nihayet, anlattıkl arımı dinleyip, üzüntümün samimiliğine kanaat getirdiktiın sonra yumuşadı, yatıştı, gülümsedi . Kita�vinin son çıkan eserler :kısmının önünde bir saate yar kın konuştuk. Dünya Savaşı sonuçlanalı üç yıl olmuştu, fakat maddi ve manevi ba.k.ımda.n savaş henuz tasfiyeye uğramamıştı.
Müttefikler Hitler'i yenmişler, fakat diplomatik alanda Stalin'e �mişl<'rdi. Kızıl diktatör saf ve hastalıklı Roosevelt'in zaafını 186
ve Kurnaz Churchill'in hesaplarını istismar ederek,
kazanmış,
Avrupanın yarısını i§gal
hatayı anl ayarak, 1ngiltere ile
etmişti.
Amerika,
asıl �aferi
Bu defa, yaptıkları
dünkü dostlarına karşı,
Atlanti:k Paktını kurmakla meşgul idiler. Bizde, Sovyet hayran lığı almış yürümüştü. Milli Şefin idaresin�ki
1948
Türkiyesin
de, Üniversitelerdeki öğrenciler ve hocalar, solcu ve milliyetçi
olmak üzere, iki cepheye ayrılmıştı. Bizim Fakültedeki solcu yu
valan, bilhassa FilolojiJerdi. Peyami Safa ile uzwı uzun bu ahvali konuştuk.
Konuşma
mızın sonunda, şöyle bir kehanette bulundu : - Korkarım, bunlar sizi, günün birinde, bir kaşık suda
bo
ğacaklar.
1949 da. Peyami Safa, onaltı yıl ara verdikten sonra, bir roman
yayınladı
yeni
: "Matmazcl Noralya'nın koltuğu".
tç monolog yolu ile ruh tahlili tekniğinin usta örneklerini veren ve mistik bir şahlanışla sona eren bu roman hakkında oturdum, uzun bir yazı yazdım. Romanı bir çok cihetlerden övü yor, fakat tarafsız tenkid prensiplerine
sadık kalmak için, ya
pıaı ve mimarisi bakımından bazı kusurlarına işaret :ediyordum.
Yazı çıktıktan üç gün sonra, postacı .bir paket uzattı. Açtım :
tthaflı ve imzalı bir Matmazel Noralya. .. İthaf şöyle : "Gelecek sefer daha iyi yapmağa çalışırım" ... Cümleyi bir daha, bir daha okudum ve canım sıkıldı. Cümle
de
şu maııayı anlar gibi oluyordum : "Sen öğretmen, ben öğren
dmiyim ki, ödevimi düzeltip, yanlışların altını çiziyorsun ? ... " Dostluğuna değer verdiğim bir
insanı yine danlttığımı dü
şünerek o kadar üzüldüm ki, özür dilemek
fçi.n.
bir iki defa te-
187
lefona davrandım..
Sonra
vaz geçtim. Derken, meşguliyet, ders
ler, çocuklar üzüntümü ikinci plana attı ve aradan beş on gün geçti. Sonra, Fransız Konsoloshanesinde bir Fransız yazan ta rafından verilen bir konferansta (zannedersem idi)
karşılaştık
ve yanyana oturduk. Ben
Maurice Druon
korka korka
:
- Bana darıld.ınız mı ? dedim. Geniş ve candan bir gülümseyişle : - Ben mi ? Bilakis. Şimdiye kadar hiç kimse bir eserimı ciddiye alıp, bu
kadar
esaslı bir yazı yazmamı.şt?.
- Fakat o ithafınız ? - Efendim, kendimi yarışta birinci gelmiş farzettim. Hani sinema aktüalitesinde gördüğümüz, yarışı kazanan
sporcular
öyle demiyor mu ? "Je ferai mieux la prochaine fois". 'Son derece memnun bir hali vardı. Esasen, o sıralarda ha yatının en güzel, en mutlu devresini yaşıyordu. Bunalımlı ruhu nun dert ve ıztıraplarını rom.anına dökmüş, hafiflemiş, ferahla mıştı. Şahsi hayatını da düzene koymuştu. Nebahat Hanım adlı değerli bi•
öğretmen Hanımla evli idi. Bir de çok sevdiği oğlu
vardı. "M illiyet"ten iyi para alıyor, ayrıca eserlerinden de ka zanıyordu. Nişantaşında güzel bir eve taşınmıştı. Kilo aldığı için
mi,
yoksa bir ruhi dengeye kavwıtuğu için mi, yüzü beş on
sene evveline
.nazaran
gençleşmişti. EllisinB yakın olduğu halde,
kırk beş gösteriyordu. Çok temiz giyinmeğe başlamıştı. Buna, bir pazar sabahı, Şan sinemasında verilen Belediye konserlerin
den
biril'de dikkat ettim Hem belli idi
ki,
gençlik yıll annı ze
hirlemiş olan çirkinlik kompleksini de yenmişti. Beni uzaktan �ibarca sel8.ınladığında, İngilizlerin "poise" dedikleri şey tavır larına ha.kimdi .
1950 de, Demokrat Parti iktidara gelince, gazetedeki fık raları yepyeni bir canlılık k azandı. Çünkü Milli Şeften de, onun Partisinden de çoktan soğumuştu.
188
Safanın düşı.iııcesi öyle bir olgunluk ve dolgunluk kazanmıştı ki, gazete fıkralarına sığmadığı için, bir bölümünü bir derginin sahifelerine dökmek ihtiyacı ile, 1953 de "Ti.irk Düşü.ncesi"ni çıkarınağa başladı. 1951 de "Yalnızız" romanını yayınlamıştı. Daha sonra yayınlana41 "Biz İnsanlar" aalmda çok önceki yıllann mahsulüdür. Son romanı saymamız gereken "Yalnızız" fikıi seviye ve düşünce yoğunluğu bakımın dan, diyebiliriz ki, edebiyatımızda eşi olmayan bir eserdir. O yıllarda Peyami
H)50 - 1956 yılları arasında çok görüştük. A ramızda kar şılıklı takdire ve hürmete dayanan , milli hislerden kuvvet alan derin, temiz, pürüzsüz bir dostluk kurulmuştu. Bir de çok aziz müşterek dcstumuz vardı : Tevfik ileri. 1950 seçimlerinde ba bam
mılletve.kili
olunca
s ık
sık
Baş kent' e
gider
olm�
tum. Yab�.ncı ülkel erden önemli siyasi konuklar geldiği zaman babam beni billassa çağırırdı. Ankaraya harek etimden
önce
Peyami S;ıfa'ya telefon edip veda eder, Tevfik tleri'ye onun se-
18.miannı götürürdüm. Sadece sel8.mlarını değil, bazen mesaj larını. . . Bir iki defa acayıp bir cümle söy�eyerek, "Böyle aynen
tekrarlar�anız, Tevfik Bey anlar" demiş, hakikaten her zaman bekletmeden kabul eden değerli Bakan "Anladım, anladım" di ye! gülümsemişti.
Aslında bütün lan
m illiyetçirer
o sıralarda Milli Eğitim Bakanı o
Tçrlik tleri'ye büyük ümit bağlamışlardı. Öğrenimi bakı
mından mühendis olduğu halde, gençliğinden beri edebiyat
ve
kültürle ilgilenmiş olan bu büyük milliyetçinin giriştiği iş önem li idi : Sadece adı "milli" olan Eğitimi millileştirmek ,
mensupl arını ınilliyetçil;eştirmek
Eğitim
.
189
Memlekette m.arksist propagandanın gittikçe yoğunlaşmak ta olduğunu gören Peyami Safa milliyetçi Milli Eğitim Bakanı nın icraatını ilgi ve heyecanla takip ediyordu.
Ben
1952 yılını araştırmalarla Pariste geçirip,
tstanbula
döndüğü.:nde. Peyami Safa'da yeni bir gelişme gördüm. Kendi sinin fikir adamı olma vasfına eylem adamı olma hevesi eklen mişti. Komünistlikle aktü bir şekilde mücadele edecek bir der nek kurmak için, Nişanta.şındaki evinde toplanWar tertip edi yordu. Paris'ten döner
dönmez, bu toplantılara ben de davet
edildim. Peyami Safa dernek Başkanlığını kendine istemiyor. bu nu Hilmi Ziya Ülken"e teklü ediyordu. Fakat ne Peyami leri. bu
işi
Safa, ne Hilıni Ziya, ne ben, ne de diğer
kıvıracak insanlar değildik. Nitekim, yüzümüze gözü
müze bulaştırdık : aramıza kendi elim.izle casus soktuk. Peyami Safa, sonradan solculuktan yargılanan bir Fransızca asistanını aramıza aldı. Ben de, evvelce solcu iken, sonradan milliyetçi
leşmiş olduğunu zannettiğim bir Sosyoloji doçentini üye olarak tavsiye etmek gafletini gösterdim. 1ş yürümedi. Dağıldık. Peyami Safanın evindeki milliyetçi topla.nWar sırrunnda, üs
tadın eşi N�bahat Haw.mı yakından tanımak fırsatını buldum. En hararetli münakaşalar yapılırken bile, ev sahipliğini ve ik ram vazifesini ihmal etmiyordu. Bu kibar, mütevazi, sevimli in
sana, 1955 den sonra, garip bir hastalık arız oldu. Günün birin de, hiç bir sebep yokken, bacaklarını kullanamaz, yürüyemez ol
du. Doktorlar hiç bir tıbbi izah bulamıyorlardı. Peyami Safa nın mutlu yılları sona ermişti ...
Bu kitabın daha önceki bazı fasıllarında, İstanbul Edebiyat Fakültesinde doçent iken, bu görevi bırakarak, Anka.raya göç ettiğimden, tistü kapalı olarak söz etmiştim. Burada, Peyami Sa fa ile dostluğumuzun bir aşamasını belirtmek ve bu asrı inBanın haksever tarafını iyice ortaya koyabilmek için, bu olaya ve ken-
190
di mesleki hayatıma bir az daha. ayrıntılı bir şekilde değinmem
gerekiyor.
Ben 1955 de, Yakup Kadri mün.asebetiyle kaydettiğim gibi, Fransız edebiyatının en çetin şairi olan Mallarme
hakkında, fransızca olarak bir eser yayınlamıştım. Bu eser Fransa, Bel çika ve İsviçre basınlarında takdirle
karşılanmış
ve bunun akis
leri Türk basınında da kendini göstermişti. Bu durum bizim Fa
kültede ha.kim olan solcu klik'in programını bozmuştu.
Çünkü
Profesörfü k kadrosu ve kürsü başkanlığı için bana karşı ha zırladıklan adayı silik halde bırakıyordu. Bizans varisleri
us
talığı ile, beni başka taraftan vurmağa karar verdiler. Tama men
suçsuz
olduğum
bir olaydan
çıkan bir durumu baha.ne
ederek beni Disiplin Kuruluna verdiler. İşte o zam.an dost Peyami Safa sesini yükseltti. Milliyetteki
14 Aralık 1955 tarihli fıkra
sında şöyle diyordu :
"... lstanbul üniversitesi yeni ve eski tarihi boyunca., bir yabancı şair için, onun diliyle, onun hakkında yazılmış kitap ların hepsinden üstün bir eser yazan ve Fransanın Andre Rousse-0/UX gibi titiz tenkitçilerini bile hayran bırakan bir Adile Ayda'nın e.,�ini görmemiştir..." Şüphesiz layık olmadığım bu hükümlerden sonra, fıkrası nı şöyle bitiriyordu :
" ... Şimd·i siz Türkiye'de büyük kabiliyetlerin niçin boğul cluğıınu, niçin milletlerarası kültür -piyasasında bir değer olmak tan mahrum kaldığımızı, lstanbul üniversitesinde, lıele Edebi yat Fakültesinde, bazı kimselerin hangi anlayış, vicdan ve sos yal ahlak hizasında olduklarını ve bu memlekette bir tek eser den mahrum alimlerin eser sahiplerini_, hele Fransa gibi en ileri kültür memleketlerinin tenkitçilerini bile hayran bırakan eser sahiplerini bir kaşık suda boğmak için nelere başwrdııklarmı anladınız mı ? Başımızı iki yumruğumuzun arasına alıp "Eyvah, eyvah, e:yvah" diye feryat etmek son M-Sibimizdir." 191
1957 yılında., çevrilen manevralar meyvasını verdi. Ben on üç
yıldan beri doçent olduğum halde, beş yılını henüz tamamlamış olan bir taşkası Fransız Edebiyatı Bölümüne Profesör ve Kürsü
Benim öğrenci m yerinde olan bu başkasının em rinde çalışamayacağım için, üniversite'den istifa ettim. Sonra, başka bir vazife almak üzere, temelli olarak Ankara'ya git meden önce, Peyami Safa'ya veda etmek istediğimi bildirerek, telefon ettim ve "Görüşelim mi ?" dedim Eşinin h astalığını ima ederek : "Bizde olmaz, ev parişan halde" dedi. Benim evim de, Arnavutköyünün tepesinde olduğu için, ona ,sapa geliyordu. Maçka' da, · Taşlık Kahvesi nde buluşmağa karar verdik Başkanı E.eçildi.
.
'
.
Bu son görüşmemiz hazin, fakat sa.mimi ve yakınlaştırıcı oldu. Bu defaki görüşmemizde sanat ve edebiyat problemlerine , hatta miili dertlere sıra gelmedi. Şahsi dertlerimizi konuştu k Kader ,beş altı yıllık saadet vıe huzuru üstada çok görmüştü : Ha nımın hali kafi değilmiş gibi, biricik oğluna ıztır apl ı ve .şifa bul maz b i r hastalık musallat olmuştu. Zavallı baba b i tkin halde idi : "Buradan ayrılınca, oraya, hastaneye gideceğim. Her gün gidi yorum " dedi. Birbirimizin elini sıkarken, veda ba�mamız, gün lük olayların üstüne çıkan, ölfun, dua, şiir, ebedilik gibi şeylerin .
manalariyle yüklü idi . .. ... 1958 yılının ilk ayının ortasında, yani 15 Ocakta, Dışiş leri Bakanlığındaki �ni vazifemin başında, sabah kahvemi içe rek gazetel eri karıştırırken, bir sürprizle karşılaştım. Peyami Safa, "Üniversitelerimizin hali" başlıklı yazısında, pek münase beti yok ken ,benden bahsediyordu. Bu, aziz dostun u� aktan bir eelamı veyahut. . . Yeni Yıl tebriki ve m esajı idi.
27 Mayıs fırtınasından bir yıl kadar sonra Hollanda'da iken, bir ilk bahar sabahı, vefatını öğrendim.
192
xv
il
ORHAN SEYFİ ORHON
1 , .. . ,
�)d
Orhan Seyfi ' 'Kudurm.uşsan denizden intikam al!... " ... Böyle derdik, kızdırmak veya güldürmek istediğimiz za man biribirimizi... "Notre Dame de Sion" Okulunun orta kısmı öğrencisi, onbir oniki yaşla.nnda h arum kızlardık. Türkçe ders lerimizi pek ciddiye almazdık. "Fırtına ve Kar" manzumesind� bizi eğlendiren bir mısra daha vardı :
"Ağaçlar y·ılc, buluflar çak çak et! ... " Sınıfta bu mısra okunduğu zaman, hep birden, koro halin de "çak, çak'' derdik ve öğretmeni kızdınrdık. Velhasıl, yara maz, �asız, kuş beyinli yaratıklardık.
195
Türkçe öğretmenimizin merakı da şiir ezberletmekti. "Fır tına ve K ar"ı başından sonuna kadar ezberletmişti bize. Sade onu mu ? "Ka.na.rya"yı da, "Anadolu
toprağı"nı
da. Bu
son şii
rin ilk iki mısraı da bize komik gelirdi :
"Senelerce sana hasret taşıyan "Bir gönülle kollarına atılsam!..."
Teneffüste "Kollarına atılsam ! " diyerek ve kollarımızı ka nat gibi açarak, biribirimizin üzerine aWırd.ık. . . . Bunları anlatmakla şunu derneğe getiriyoru.111 ki, Orhaıı Sıeyfi'nin şiirleriyle tanışıklığım pek eskidir. Neden okuma ki tabınııza şairin bu kadar çok şiirini almışlardı acaba ? Sade dil le yazan bir şair sayıldığı için olacak . Tabii , bizler ezberlediği miz şiirlerin bütünündeki güzelliği anlayacak, şu veya bu IDJS raın dinamizmini kavrayacak yaşta değildik. Haberimiz yoktu ki, Orhan Seyfi büyüklerin bi::e göre olmadığını düşündükleri ve sonralan "Gönülden sesler" şür kitabına alınacak olan lıafü,
kıvrak şiirlerin de sahibi idi. Büyüyünce, elime geçip de oku
duğumda, bazıları pek hoşuma gitmişti :
gülersin, gülümserim ben, geçeriz, bir şey demeden. "Bilmem ki bu garip gülümsemeden "Ben ne lcasdederim, sen ne anlarsın'! .. . ''
"Uzaktan ' 'Bakışır
1941 de, yani İkinci Dünya Savaşı
içinde.
�airi tammadığım ve kendisi de beni tanımadığı halde,
gunun
. . . Yıllar geçti.
binnde, imzasını taşıyan, daktiloda teksir edilmiş bir yazı aldım. Yazıda "Çınaraltı" diye bir derginin çıkarılacağı bildiriliyor ve benden yazı isteniyordu. Gururum okşanmadı desem yalan olur. Çünkü ben kendimi yazar yerine koymuyordum. "Türk Yur
du"nda�d �ocı:kc:ı. bir "yaz!mı saymazsam , topu topu bir buçuk yazı yayınlamıştım. Bir buçuk diyorum, çünkü "IBus"taki ilk 196
yazım pek kısa bir şeydi "Çınaralb"na yazı gönderemedim. Çünkü çok meşguldüm. Doçentlik tezimi hazırlıyordum. Orhan Seyfi Orhon'u şahsen 1947 veya 1948 de tanıdım. Yıllan wıuturum, fa.kat yerleri, dekorları, duyulan ve duygula n hiç wıutmam. Şairle ilk ka.rşılaştıgımız günü andığını zaman, güneşli bir yaz günü canlanıyor gözüıriün önünde ve çiçek koku larına karışmış çam kokuları geliyor burnuma. Çünkü kendi.si ile Büyilkadanın Yat Kulübünde, Kulübün bahçesinde ta.nışmışbm. Daha sonra da, çeşitli zamanlarda, hep orada karşılaştım onun .la.. Kulübün otel kısmında kaldığımız yıllar oldu. Fakat otelinde kalmadığımız zaman da, bazen üye olarak, bazen üye sayılarak. yemek yemek, vakit geçirmek, bir ahbapla buluşmak için sık sık Kulübe giderdik.
Orhan Seyfi şişman, göbekli, kalın aı.seli, koca kafalı bir adamdı. İnsanı inceleyen gful·.?ri, kalın dudakları vardı. Üst du dağı. alt dudağının üstünden taşıyor, sarkıyor gibi duruyordu. Çalıştığı gazetelerde, �ç meslekt8şlarının ve gazete teknis yenlerinin ona "Tonton Amca" dediklerini duymuştum. O sırada Zonguldak milletvekili bulunuyordu. Her halde Halk Partiein den. Orhan Seyfi'yi andığım zaman, bir de Yusuf Ziya Ortaç gö zümün önüne gelir. "Ahbap çavuşıar· ' diyeceğim geliyor onlar için. Esasen bacanak idiler. Hep beraber görülürlerdi, vapurda, iskelede, arabada ve Kulüpte. Çok defa dört kişi halinde, yani eşleriyle beraber. Hanımefendiler de iyi anlaşan kardeşlerdendi her halde.
Orhan Seyfi'yi Kulüpte tek başına göremiyorum hafızam da. Hep gnıp içinde görüyorum. Etrafının çevirili olmasını se
verdi. Bunu isterdi. Yalnız kaldığı zamanlar. ya�undan geçenlere seslenird : - G€lsene, otur şöyle. mı
Dü.şiinüyorwn da, belki on,
belki yirmi kere, bazen babamla,
ha.zen koc amla, grup içinde, şairin meclisinde bulunduğum hal de, kendisiyle bir kere bile başbaşa konllijmuş değilimdir.
Orhan Seyfi'nin etrafında halkalanan gruplarda konuşulan hika yeler, fıkralardı. Dikkat etmiştim, şair şahsi duygulannı ve hatta şahsi düşüncelerini doğrudan doğruya ifade etmezdi. Gü zel lirik �ler yazmış, bir çok mahrem duygulaxını mısralanııa dökmüş olan bu sanatçı insan, sohbetlerinde san.ki iç dünyasını hikayeler ve es prilerl e kamufle etmeğe çalışıyordu. konular Ada ve Kulüp dedikoduları, politik dedikodular,
Etrafındakileri
bazen kahkahadan kırıp geçiren bu tonton
adama bekıyordum da, düşünüyordum : Gerçek kişiliği bu mu
idi, yoksa 1941 de yayınladığı "Çocuk Adam" romanının kah ramanı mı ? Okuduğum zaman, Türk adetlerini yansıttığı için ilk yarısını pek beğendiğim, fakat küçük kızlara düşkün bir şir ket müdürünün süfli maceralarını anlatan ikinci yarsmdan bir şey anlamadığım bu romanın kahramanı ile karşımdaki adam arasında bir bağlantı kuramıyordum, da.ha doğ-.rusu k urmak is temiyordum. Orhan Seyfi yıllardan beri politik yazılar, politik fıkralar
yazıyord u. 1951 de politika ile şiiri birleştiren bir esercik ya yınladı:
Hicivler.
Bu küçücük şiir kitabı iktidar çevrelerinde
büyük rağbet kazandı. Babamın bazı arkadaşlarının İsmet Pa şa aleyhindeki bu hicivlerden bazılarını zevkle, keyifle ezbere söyledikJerini
hatırlıyorum:
"Kırarak, inciterek herkesi düşman yaptın, "Hey Paşam, böyle kaçırdın ne kadar dost elden. "Dttnn nada dost atarak yükseliyordun amma, "Gitti bak, dost atvy<Yrken, bu sefer post elden/'
... Orhan Seyfi'yi hatırladığım zaman, Yat Kulübün sadece bahçesi ,dekoru, maddi havası değil, insanları, insanlarının dav ranışl, velhasıl manevi havası da gözümün önünde c:uılanır. Yük sek .nezaket ve gülümseyişlerin arkasında başkalarının kus urunu arayan titiz dikkatler, günde üç lrere elbise değiştiren hanımlar da kıyafetleri üzerine ilgiyi çekmek için harcanan gayretler, gör müşlerde kibarlık seviyesinde kalan, sonradan görmüşlerde yap macığa kaçan göstermelik tavırlar, suda balık gibi rahatlık için de yüzen eşlerinin yanında ehlileştirilmiş gibi du ran pusulasını şaşırmış kocalar, kumar oynayıp ,bir gecede on bin lira kay beden, on parm ağın.da on yüzük, şişman Yahudi madamları, birdenbire yükselerek, taşra avukatlığından gelip, bu ç'Cvreye girmiş ürkek devlet adamları... ,
. . . O yıllardaki edebiyatçılarımız iki grupa ayrılabilirdi : Biri böyle yerlerden hoşlananlar, Yat Kulüp, Büyiikkulüp, Deniz Ku lübü Lebon, Markiz, daha sonra Hilton, Divan gibi yerlere de vam edenler. Bir de balıkçılar, hammallar, serserilerle haşır ne sir olanlar ve bununla övünenler. Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Mit hat Cemal, Salih Zeki ve, halkçı görüşlerine rağmen, Yakup Kadri birincilerdendi. Sait Faik, Orhan Veli, Orhan Kemal ikin ,
cilerden. .
... Bir gün yine, kocamla beraber, Yat Kulüpte ve Orhan Se.yfi'nin gıııpunda idik. Zannedersem 1956 senesi idi. O sıra da Ticaret ve Sanayi Bakanı olan Samed Ağa.oğlu da grupta
bulunuyordu. Samed benim çocukluk ve okul
arkadaşımdır.
Hulrukta. iken, dersten sonra, hemen her gün beni evime ka
dar götürürdü. Bakanken de onunla okul arkadaşı bulunduğu muz zamanki gibi konuşurdum. Halbuki Orhan Seyfi... Ken disinden yirmi yaş küçük olan bu devlet adamının karşısın da nasıl eziliyor, nasıl büzülüyordu, anlatamam. "Zatıa.Iiniz" aşağı, "Zatıiliniz" yukarı. Pek şaşmıştım doğrusu. Yıllar çabuk geçiyor. 1967 yılının yazını yine Büyükada da geçiriyordum. Ara yerde ülkemizin tarihinde politik değişiklik'
199
ler
bazı kimselerin başından önemli olaylar geçmişti. Bir yine Yat Kulüpte idim. Kim kimin yanına geldi, kim kimi çağırdı veya kim yanımızdan kalktı, ora.sıru hatırlamıyorum. Fakat bir aralık bah�ede, bir masanın etrafında Orhan Seyfi, Samıed Ağaoğlu ve ben kaldık. O sırada. şair İstanbul milletve kili idi. Bu defa Adalet Partisinden. Ayni zamanda Son Ha vadis gazetesinin başyazarı veya en önemli fıkra yazan idi . Küçük dilimi yutacak gibi hayretle seyrediyordum kendisini. Samed Ağaoğlu'na karşı bir samimiyet, bir teklifsizlik ! Arada bir "sen" diye hitap .etmeler... Ben bir iki gün evvel Samedlerin adadaki evlerine gitmiş ve �cukluğunu bildiğim eski arkada şımın n e kadar müşfik bir büyük baba olduğunu müşahede et meğ"e fırsat bulmuştum. Yani, gelip geçmiş bütün olaylara rağ men, Samed Ağaoğlu ile aramızdaki . ilişki hiç değişmemişti. O nun içindir ki, Orhan Seyfi'yi hayret ve ibretle seyrediyordum. Ve Samed Ağaoğlu'nun şahsiyetinden ve vekanndan hiç bir şey �aybetm,:diğini, eskisi gibi bir 3.mir tavrı ile konuştuğunu mem nuniyetle görüyordum. olmuş,
gün
.
Ayni yaz, şaire, eşi ile birlikte iskelede rastladım. Köprü den gelmiş vapurun boşalmasını bekliyorduk. Nedense, olayları ve lı1sanlan edebi açıdan ele almak adetim olduğu için, Son Ha vadis'in Fıkra yazarı benim gözümde, her şeyden evvel, Hece n in Beş �airinden biri idi. Hanımefendi ile bir az konuştuktan sonra, şaire dedim ki : -- Fıkra yazarlığı edebi
Edebiyat.
faaliyetinize ;_ aman bırakıyor bir şeyler var mı ?
m:ı
'?
sahasında hazırladığınız
Saf bir çocuğa cevap verir
gibi,
dedi ki :
Edebiyat mı ? Bu kadar mühim meşguliyetlerim ara sında nereden vakit bulayım ? O gençlikte imiş... ·.
-
Allah Allah !
hatası idi... 200
Sanki bu
adam için
edebi geçmişi bir gençlik
1972 yılının Haziran ayında Orhan Seyfi ile son karşılaş oldu. ttalya'da iken, araba kullanmağı hiç sevmediğim halde, meslektqların bana zorla aldırdıkları arabanın direksi yonunda, Mecidiyeköyü ( belki de Şişli) dolmuş durağının önün den geçiyordum. Baktım, Orhan Seyfi Bey, hanımı ile birlikte, dolmuş bekliyorlar. Arabayı durdurdum w binmelerini rica et tim. ısrara lüzum kalmadan hemen bindiler. Karşılıklı "Nasıl sınız ?" dan sonra, şair tuhaf bir sual sordu : mamız
- Ben son seçimlerde mebus olamadım. Biliyorsunuz, değil '
mi ?
Sanki merak ettiği bir noktayı kontrol etmek istiyordu. - Biliyorum. Politikada her şey olur. Sizin asıl sıfatınız yazarlıktır .
- Ah, ke.şke herkes sizin gibi düşünse!
Bunun üzerine, şairin eşi söze karıştı :
- Öyle düşünmüyorlar, Hanımefendi ,sanki mahvolmuşuz gibi, bize acıyarak bakıyorlar.
düşmüşüz.
Şair Hanımına çıkıştı, sonra da coştu : Acıyarak mı ? Sen ne diyorsun, Hanım ? Sevinerek . . . Gözlerimizin içine baka baka sel8.mlamadan geçiyorlar, suçlu, cani imi şi z gibi... Ayol, mebus olm.adımsa benim nerem değişti ? Ayni adam değil miyim ? -
Bir
az
sustuktan sonra, kendi kendine konuşur gibi :
- Bu milletin edebiyat tarihine girmiş insanım ben . Hem milletvekili olmak benim hüviyetime bir şey katmamıştı ki. Kalemim eayesinde o lmu ştum . Kalemim de olduğu gibi duru yor... Bel li idi ki üstadın ıztırabı büyüktü. Belki daha saatlerre dert yann.caktı. Fak.at Hanımı sözünü kesti : ..
201
- Divan'a geldik. Burada inmiyor musun ?
- Ha, ben ineyim burada, Adile Hanım. Divan
Pastanesi-
ne gideceğim de ... Hanım , sen kal istersen. Taksim'de inersin. - İ'. ok, ben de ineyim
,
yürürüm bir az . . .
iki :ıy sonra şairin vefatını gazetelerden öğrenclirn. yaşlı idi amma, son gördüğüm.ere
Gerçi
sapasağlamdı. Maneviyabn
önemi üzerine düşünce� daldım. Sonra, çağırışım bu ya, lıir za manlar Cumhur Başkanı olacağı zannedilen Faruk }lirler Paşa'ya, Halk Partisinin değişmez Genel Başkanı bilin"' ismel Paşa'ya gitti aklım ...
202
x v111
AHMET HAMDİ TANPINAR
2mı
Tan pınar UJ40 1945 yıllarında, Tanpınar·ın edebi çevrelerdeki adı "Kırtipil Hamdi" idi. Dostları ona neden bu lakabı takmışlardı ? Bunu hiç bir zaman anlayamadım. -
Ben şahsen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirinin de, nesrinin
de hayranla.ruıdanım . İnsanın şiirlerini beğendiği şairi, ölümünden sonra, badem gözlü yapmak istemesi tabiidir Je
ve ·
amma
bunun ilmi dürüstlük
gN·çeğe . sadakatle bağd�mayacağını ua unutmamaı:
gerek. 205
1946 ile 1956 arasında., tam on yıl, Tanpınar'la Edebiyat Fakültesinin önce Fındıklıdaki, daha sonra LAJ.eli'deki çabsı al tında. ,imtihanlarda, toplanWarda, komisyonlarda., kütüphanede, Dekanlıkta, merdivenlerde, asansörde, koridorda sel8.mlaştık, konuştuk, gülüştük, tarbştık . . . Bu sebeple, onu kişiliği bakımın dan iyi temdığım ı , meziyetlerini de, zaaflarını da iyi bildiğimi zannediyorum. Her şeyd�n evvel çok hassasb. Hassasiyeti ruhi alandau fizyolojik alana taşan, normalin sınırını aşan, hastalığa yalda şan cinstendi. Ölümiinden sonra, 1974'de yayınlanmış olan Mek tuplarının hemen hepsinde bu aşırı hassasiyetin neticesi ol..·m huzursuz' uktan, sinir bozukluğundan şair .şöyle şikayet ediyor : " ... Mektup yazabileceğim bir mh rahatını elde edem.edim . . . asabım çok bozuk. Müthiş huzursuzluk içindeyim ve bir dakika bir yerde durabilecek halde değilim.. . Mektup yazmak değil, iki dakika bir yerde oturamıyorum. "Nembutal" iZe yaşıyorum ... bütün ömrüm kork"U içi11d.e geçiyor... Bu günlerde azami dep resyon içindeyim : ifadesi güç bir ruh lı.a!eti ki, m·uayyen bir sebebi de yok ... A.'labım çok boZ1ık. Deli olacağım . .."
Bu aşırı duyarlığın garip bir tecellisine bir gün ben şöyle tanık oldum : Fakülteden çıkınca, Laleli'den Aksaray'a doğru biraz yürümüş, sonra, köşeye varmadan, önümden geçen bir dolmuşu durdurup binmiştim. Şoförün yanında ,yani önümde oturanlardan biri Tanpınar'dı. Anlaşılan Fakülte kapısının hi zasında binmişti. Benim bindiğimin farkına varmadı. Çünkü ce binden para çıkarmakla meşguldü. Parayı şoföre uzatırken, emin bir sesle "Karaköy" dedi. Arkasından ben paramı uzatbm ve aynı şeyi söyledim. Benim sesimi işitir, işitmez, Tanpınar arkası na. dönüp beni selamladı. Fakat bundan sonra da, ardı arkası kesilmeyen acayip har.eketlere başladı. Bir omuzunu kaldırıp ötekini indiriyor, ikide birde ensesini kaşıyor, sık sık bana dö nüp zoraki gU'.ücUkler gönderiyordu. Bir Amerikan clergisir.de 206
okumuştum :
Bir insanın en.sesııun ortasına bakılırsa, o insan
bir karıncalanma, elektrik!� duyarmış Benim üstadın ense .
sine baktığım falan yoktu amma belli idi ki o ·öyle zannediyor du . Daha Unkapam köprüsüne varmadan birdenbire şoföre : "Dur" dedi. Arkasından il.3.ve etti : "Ben burada iniyorum." Ve indi gittı. .
.
Bu iç huzursuzluğu yüzünden olsa gerek, çoğu zaman yii zünde ıztıraplı üade taşırdı.
Candan güldüğü zamanlar azdı.
Öğrencileri kendisini çok sever, konfera.ruı çı olarak
derslerini
dinlemeğe bayılırlar ,fakat ho ca olarak ciddiye almazlardı. Müş terek öğrencilerimizden bazılannın bana o zaman anlattıklarına
göre, derse hazırlıksız gelir, konu dışı bir şeyler anlatır
,
elli
dakikayı doldurmağa bakarmış. Tank Buğra'ıun 12 Ekim 1975
tarihli Tercüman'da "Tik" diye vas ıfl andırdığ ı bir alışk anlığa da
�ahipmiş.
Ders anlatırken, arada bir, öğrencilerden birini gözü
ne kestirt:·rek : "Anladın mı ?" diye sorarmış. Bazen de "Maale ı>cf" cevabını alırmış... Mektuplarından da açıkça anlaşılıyor ki, Tanpınar ömrü boyunca hocalığı sevmeyerek, is te meyerek
yapmıştır
.
Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın bana göre kişiliğinin
en çekici
tarafı, sanat bahisl eri üzerinde konuşurken, gerçek bir heye canla coşması ve sanatı, sanat kurallarını kutsal sayması
idi.
Sanat ilkeleri konusunda tam bir prensip sahibi olan Tan·
pmar'ın sosyal ve
milli alanda
prensipleri gevşekti.
Paris'teki
ikametleri sırasında hep komüniza.n ve memleketten sınır dışı edilmiş kimselerle düşüp kalkmıştır. Mektupları bunu meydana koymaktadır. Tanpmar'ın
hayran olduğu
in.sanlardan biri
Sabahattin
Eyüboğlu idi. Fransızcası zayıf, ktiltU.rU sınırlı olan bu denemeci,
3>7
şairin gayreti ile Fransız Filolojisi Bölümüne öğretim görevlisi tayin edUmi.şti. Tanpınar onu Fr�ız edebiyatı ala.nında büyük otorite sayardı. Kaç defa, Edebiyat Fakültesinin Zeynep Hanım Konağında bulunduğu yıllarda, bizim öğretim üyeleri odasına ge lip, odada doçent ve profesörlıer dururken, Sabahattin Eyüboğ lu 'na müracaat edişini gönııüş ve: "Kardeşim, yazar burada ne ·iemek istemiş ?" gibi sUaner sorduğunu işitmişimdir. Bilindiği gibi, Tapınar'ın şürleri dışında hikaye ve roman ları, deneme yazıları ve ilmi ıeserleri de vardır. Fakat gariptir, hacim itibariyle şürleri ne.sir yazılarının onda biri, belki yirmide biri olduğu halde, Tanpınar hayatta iken de, ölümünden sonra da, her şeyden evvel şair olarak tanındı ve bilindi. Eski
şiirimizi ve Klasik Türk Musikisini
çok iyi
bilen şair,
hayatının son yıllarında Batı kültürüne merak sarmıştı. Naili'"" leri, Neşıı.tl'leri unutmuş, Mallarme'lerle, Valery'lerle uğraşıyor du. "Mahur Beste"yi ibir kenara atmış, Beethoven ve Brahms plakları kolleksiyonu yapıyordu. Ancak ellisinden sonra Avru pa'yı görebilmiş olan şairin Paris'te, Londra'da, bilmem hangi gecikmeleri telifi etmek istercesine, ciddi bir telaşla, kutsal bir görev ifa eder gib i , tiyatrodan konsere, konserden sergiye ko şuşunu Mektuplarından takip etmek insanın bruıını döndürüyor. Şairin kişiliğindeki özellik, yani ya hep ya hiç eğilim i burada da kendini gösteriyor. Tanpınar şahsi hayatında ne kadar ölçüsüzlüğe, aşırılığa kendini bırakmışsa, o nisbette eserlerinde, bilhassa şiirlerinde denge ve tenasübü, ahenk ve ölçüyü sağlamağa çaba göstermiş tir. Konuşmalarından şürleri üzerinde titiz bir kuyumcu gibi � lıştığı an!aşılıyordu. tki dakika bir yerde duramayan bu sabır� sız i nsan. şai r olarak, şaşılacak bir s abır gösrerehiliyord�:. Tan pınar' ın sanatı üzerine Marcel Proust
ve Paul Valery'ni iı Ha1buki, ne nesrinde Proust etkisinin izleri, ne de şiirinde Valery tesirigörülür. Bazı tanınetkisi olmu ş
208
olduğu
iddia edilmiştir.
mış edebiyat bilginlerimiz sanat görüşü ile asıl sanat.ı biribiriyle kanştırmaktadırlar. Gerçek şudur ki, Tanpmar'm ancak otuzun
dan sonra tanıdığı Proust ile Valery, olsa olsa teorik bir şekil
de onun estetiğini, yani sanat anlayışını etkilemiş
olabilirler.
Fakat onüç, on.dört yaşlarında, yani tam oluşma çağmda iken, Kerkük'te eline geçen Nevsal'i-Milli'den keşfettiği Ahmet şim ile yine aynı yaşlarda
Ha
Süleyman Na.zif'in bir yazısından
t..'!Ilıdığı Yahya Kemal (ki sonraları hocası olmuştur) Tan.pı
na.r'm sanab üzerine silinmez damgalarını
vurm uşlardır. Biz
zat : "Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular" de diği
Hişim
ile Yahya Kemal'in büyü ve baskısından, Tanpınar,
şair olara.k, hiç bir zaman kurtulamamıştır. Buna kanaat ge tirmek için onun beğenilen şiirlerinden, mesela ''Akşam''
göz
atmak kafidir.
şiirine
SiyaJı, dağınık bir bıulut Karşı sırtın üzerinde Birden değişti ve yakut Bir kuş gerindi derinde. Sihirli aksi çok uzak Ve kanlı maceranın,· Can verdi kanat çırparak Mavi gölünde akşamın Ahmet
H8.şim'in
ve Yahya Kemal'in şiirlerini az çok
bilen
herkes buradaki mısralardan hangisinin hangi şairden esinlen diğini kolayca söyleyebilir. Motifler bu şairlerin, fakat sentez Tanpınar'ındır. Ve bu sentez içinde şair üstadlannın seviyesine yükselebilmektedir. Tanpınar'm şiirindeki asıl orijinallik "zaman"
motifinden
ve bu motifi en beklenmedik şekillerde işleyebilmesinden doğ· maktadır :
209
Bir gül bu karanlıklarda, Sükuta kendini mercan Bir kaıdeh gibi sunmada, ZAMANIN ARALiôINDAN (Bir gül bıı karanlıkl,arda) Bir başka şiirinde, şöyle bir mısraa rastlıyoruz :
Büyülenmiş bir ceyUin gibi BAKIYOR ZAMAN (Her şey yerli yerinde) Tanpınar'ın nesrinin özelliği ise, bu nesirde düşünce elema
nının dııygu elemanı ile clele yüriimesinden, yani fikri seviyenin yüksek olmasından ileri gelmektedir. Onun romanlarında, roman tekniği bakımından kusurlar bulunmakla beraber. hepsinde ve
bilhassa "Huzur"da, edebiyatımızın duygu ve düşünce ilıe yoğu rulmuş en güzel parçalarını bula.bilmekteyiz.
Onun gerek şiiri,
gerek nesri bize Batının etkisini edebi geLe.n.eğimizin süzgecin den geçirilmiş olarak sunmaktadır.
Bir sanatçı
mizacının en sivrilmiş, en aşırı
niteliklerinin
yükünü şahsında taşıdığı için, bütün ömrü huzuru
aramakla
geçmic;; ofa. n üstada Tanrı, öbür dünyada, huzur ihsan eyleyesin, Amin !
210
XI X HÜSEYİN NİHAL ATS1Z
21 1
Atsız Pıek �ok kim se gibi ben de, Nihal Atsız adını ilk def& 1944 yılının Mayıs ayında duydum. Ancak o yılın o ayında ben hem
mesleki hayatım, hem özel hayatııiı bak ımından çok meşgul bir insandım. Gazetelerin ancak manşetlerine göz atabiliyordum. Bu manşetlerde o sıra.da sık sık Sabahattin Ali ile Nihal Atsız ad ları geçiyordu. Bu iki insan arasındaki gürültülü davanın ayrınb
larını
w bu dava sonucunda geçen olayları 'bugün bile doğru
dürüst bilmiyorum. Bununla beraber, o zaman bilmediğim. fa kat sonr:-! da.n öğrendiğim bir şey vardır :
O da Nihal Atsız'm
1944 yılının başında, zamanın Başbakanı Şükrü· Saracoğlu'na hi� 21·"
taben iki açık mektup yayınlayarak, memleketi sarmağa baş layan Komünizm tehlikesine karşı kendisini uyarmış, devlet bünyesi içinde barınan ve gizlenen komünistlerin adlarını açık lamış olduğudur. O yıl 19 MaYLS töreni için davetiye almıştım. Gittim. Tribün deki yerim Cuınhurbaşkam ismet lnönü'ye oldukça yakındı. Kendisini görebildiğim gibi, sesini de çok iyi duyabiliyordum. Konuşmasının yarısına geldiği zaman içimi dehşet kapladı. Bir Türk Devletinin Başkam bu sözleri nasıl söyleyebiliyordu ? Bunların '8abahattin Ali Nihal Atsız davası ile ilgili olabileceği aklıma bile gelmedi. Fakat başka bir şey aklıma geldi : Bu ko nuşmanın lnönü'nün hayatında ebediyen silinmeyecek bir leke olarak kalacağı. .. -
... Derken, Turancılık davası diye bir dava başladı. Ben bu nun ayrıntıları ile de pek ilgilenemiyordum. Çünkü bir kaç ay önce anne olmuştum. 1953 de, Fethin 500 üncü yıldönümü münasebetiyle yapılan yanın yamalak törenlerden sonra, Haziran başında, lstanbul'da ki Fatih sergisini gezmeğe gittim. Ben salona girip iki üç adım atmıştım ki, biri karşıma çıktı ve :
- Siz Adile Ayda değil misiniz ? diye sordu. - Evet efendim. - Ben Nihal Atsız'ım. Bu sergiyi tertip edenlerden . . . - Tanıştığımıza memnun oldum . - Edebi tenkitlerinizi alaka ile okuyorum. Sizinle tanıs· mağı arzu ediyordum. - Teşekkür ederim. Ben de sizi ismen tanıyorum. - Teşekkür ederim. . . Size mani olmaYJm. Ve çekildi gitti. 214
Demek bu idi Atsız dedik1eri ... Hiç de hapiste yatmış, işken celer çekmiş
birine benzemiyordu. Tam sağlıklı görünen, gü
leryüzlü, sempatik bir adamdı. Yüz
çizgileri çok düzgündü ve çok medeni bir görünüşü vardı. Her şeyden evvel alnının geniş liği göze çarpıyordu. Bir kaç zaman sonra "Bozkurtlar diriliyor" romanını imza lı olarak gönderdi. Dirilmek için ölmek lazımdı. Yani, bunun da
ha önce yayınlanmış bir b�a romanın devamı olması �reki
yordu. Nitekim bir yerde "Borkurtlarm Ölümü" diye bir kitap tan söz edildiğini hatırlar gibi idim . "önce onu satın alıp oku rum ,sonra bunu... " diyıe karar verip kitabı bir tarafa koydum. "Bozk:urtJann ölümü"nü ara.ma.ğa ve almağa bir türlü fırsat ve zaman bulamadım . Öylece Atsız'm imzalı romanı yıllarca okun .
.
madan bir köşede durdu.
Benim Atsız'ı keşfetmem 1"964 yılında oldu. Maddi kişi�iğini
tanımam ile fi kri kişiliğini
tarumaın arasında onbir yıl geçmişti.
İşleri
Gen�l Müdür
(Conseil de Cooperation Culturelle) toplantısına
gidecektim.
1964 ün ilk
baharında Dışişleri Kültür
yardımcısı sıfatiyle, Türkiyeyi tiımsilen Avrupa Konseyi C.C.C. Uçağa Ankaradan değil, tstanbul'dan binmeğe karar verdim.
Cwna akşanu trene binip, Cumartesi sabahı ietanbul'daki evin1de dinlendim. Öğleden sonra da bir iki yere ve bu arada �ahaf lara uğradım. Sahaflarda
"Türk tnküsü" diye bir kitap dikkati
mi çekti. Yazarı : Nihal Atsız. Aldım ve
eve
gelirıce !�itabı Stras
burg'a gidecek bavulumun içine attım. Ve işte böylec'8 Atsızla kilometrelerce uzakta, Strasburgda, gerçek anlam
memlekıetten da tanıştım.
toplantılar genellikle üç gün, en çok beş gün sü her gün bir ziyafet olur. Ben toplantılardan ve
Diplomatik rer ve hemen
215
hizmetin devamı olan ziyafetlerden kurtulup otele dönünce, her
gün "Türk Ülküsü"ne sarılıyordum. Okudukça içim takdir, hay ranlık ve sevinçle doluyordu. Neden ? Çünkü Atsız'da istediğim, özlediğim çeşit milliyetçi likle karşı karşıya idim. Tarihte toprak fethetmesini ve
leri
millet
ha.kimiyet altına almasını bilmiş, fakat bu milletlere Türk
lük aşılamasını başaramamış ve bugün de başaramayan milleti mizin bu zaafı yüzün.den, Osmanlı İmparatorluğu devrindeki
toplumun bir benzerini ve minyatürünü Dışişlerinde bulmuştum.
Türkiyeyi başka milletlere karşı temsil eden Dışişleri görevlile ri arasında, o dönemde, kendilerini Tü:rkten b aşka
etnik grupla
ra mensup hissedenler çoktu. Bunlar en zıt gruplardan bile olsa
lar, aralarında Türklere karşı çok iyi anlaşıyorlardı. Bu sayede kuvvetli bir klik, bir "cunta" teşkil etmekte idiler. Bu Bakanhk ta Anadolu Türkleri
gibi, Makedonya'dan, Bulgaristan'dan gel
miş halis Türkler de öksüz idiler. işte bu sebeple Atsız'ın "Türk Ülküsü"nü susamış bir in sanın serin bir çeşmeden su
içmesi gibi, kana kana okudum
.
.. Strasburg'dan An.kara' ya direkt uçak bulunmadığı için,
gidişte de, dönüşte de Paris'ten geçilir. Dönüşte ,uçak bekleyerek Paris'te kaldığım gün, öğleden sonra K.artiye Laten'e
Biraz dolaştıktan sonra, Luxembourg bahçesinin
uğradım.
karşısındaki
Le Mahieu kahvesinin terasında yer bulup oturdum. Güzel bir ilk bahar akşamı idi. Karşımdaki bahçenin ağaçlan
arasında
kıpkırmızı bir güneş ağır ağır batıyordu. Gazete okum.ağı de
nedim. Fakat kafam Atsız'ın kitabı ile o kadar dolu idi ki, ,başka şey kabul etmiyordu. Köşeyi dönünce bir kırtasiye dükkaru bu lunduğunu biliyordum. Garsona haber verip kalktım, gidip ka ğıt
zarf aldım
ve önümdeki güzel tabiat manzarası
karşısında
Atsız'ın kitabına ve �ndisine hayranlığımı kağıda döktüm. Yani güzel bir mektup yazdım. Mektubum içten gelen cümlelerle do-
216
lu idi. "Siz, yüzyıllar geçtikten sonra bile, ilham kaynağı olacak bir milli şuur 8.bidesisiniz" diyordum. Ankara'ya. döndükten on gün kadar sonra ceva.bı
geldi.
Tarih : 12 Mayıs 1004. Şöyle başlıyor : "Çok teveccühkdr mektubunuzu. büyük bir haz ve mahcu
biyetle okudum..." Ve benim yazdıklarıma karşılık iltifatlar : "Herhangi bir Türk hanımı olsaydınız mektubunuz ser dece mültefit bir mektup olarak kalacaktı. Fakat sizi Cum huriyet'teki. yazılarınızla
tanıyıp tasavvufa, ümmetçiliğe ve
taklitçi batıseverliğe düşmüş aydın Türk kadınları ile muka,. yese ettikten ve bizzat tanımak şerefine eriştikten 301ıra t�
veccühünüzün değeri ve manası bÜ3bütün başkalaştı... Yazınsz aynı zamanda şimdiye kadar görmediğim bir mükdfat olmuştur. Bu sebeple size derin minnet ve şükranlarımı takdim ediyo rum."
Ve böylece onbir yıl sürecek ola.n bir fikri dostluk başladı
.ara.mızda.. Yani, mektuplarla fikir alış verişi.
Benim bir yıl sonra yazdığım, milli açıdan Haziran 1965 tarihini
bir mektubuma, Atsız 20
biraz karamsar taşıyan mektu
bunda şu satırlarla cevap veriyordu : "Hayat tecrübelerinin verdiği bir soğukkanlılıkla Türk
ır
kının tekrar kalkınma ve yükselme devrine girdiğini güvenle söylüyorum. Hatta bugün yeniden vunılacak en korkunç darbe ler de Türklüğü öldürmek için arlık çok geç kalmıştır.
Milli
şuura sahip Türklerdeki bu birleşme arzusu, hiç bir yerden di rektif almadan kendi kendilerine gösterdikleri bu yardımlaşma ve disipıin duygusu yarının nasıl olacağını şimdiden belirtiyor.•. "
Ben bu arada Atsız'ın öteki eserleri ile ilgilenmeğe başla mış, hemen hepsini arayıp bulmuş, merakla okumuştum.
211
Atsız'm en önemli edebi eseri şüphesiz, sonradan ölenlerle dirilenler birleştirilerek yayınlanmış olan "Bozkurtlar" roma nıdır. Öyle düşünüyorum. ki, bu eser için "tarihi roman" deyimi yetersizdir. Bu, nesirle yazılmış bir modern destan dır. Burada
Atsız'm bir yandan tarihçiliği, bir yandan dava adamlığı ilha
mını
besit>miş, sanatına yardımcı olmuştur. Onun "Deli Kurt"
adlı tarihi romanında ise, Dede Korkut masallarındaki havayı
l
bulabilmekteyiz. Bu, küçümsenecek bir haşan deği dir.
manı var
Atsız'ın epik romanlannın yanında bir de lirik ro
dır : "Ruh Adam". Bu romanın büyük ölçüde otobiyografik oldu::.
ıl ında, milli heye
ğu. göze çarpmaktadır. Yazarın, öğrencilik y lar
can yüzünden gösterdiği bir tepki neticesinde, Ask.eri Tıbbiye den kovulması, daha sonra yine aşın milliyetçi davranışl ar s e
bebiyle, öğretmenlikten atılması
ır
ve kendisini i kinci evliliğe sü
rükleyen duygu f tınası gibi olayların izlerini romanda görmek
mümkündür. Psikoloji bilimi açısından, bu eser tipik
dini
ndırma"
cezaia
(self-punishment)
" ke
ndi ken
örneğidir. Çünkü yazar
eserinde kendi kişiliğini karikatürleştirerek, olduğundan daha çekilmez bir insan halinde s ergile göstermiştir.
unma,
l
�omanın evli
�
,
ilk eşini ise melaike olarak
kahramanı, değil eşine ihanette bu
bir başka kadına itiraf safhasına bile ge:lmemiş bir tu
r unç vicdan azapları çekmekte, karısından
tulmadan dolayı ko k
başka bir kadına hayranlıkla bakmış olmak suçundan rüyasında
yargılanmaktadır.
Şair Atsız'a. gelince , onun en çok tanınan ve bilinen şiirleri "Türklerin Türküsü", "Türkçülük Bayrağı" gibi h amasi şiirb
ridir. Halbuki lirik şiirleri, yani şahsi duygularını, mutlulukla rını ve acılarını dile getiren şiirleri daha az kuvv0tli değildi
Misal olarak "O gece" şiirinin bir iki mısramı ele alalım : O gece o kadar güzeldi mehtap, Gönülden fışkıran nağmeler gibi. Ruhumu yıkayan bir seldi mehtap_. En tatlı ilk ve son buseler gibi
218
.•.
r
.
Bu llllilralar, sa.dece kelimelerin ustaca dizilişinden, bir sa arkasında dalga dalga sıcak duygular vardır. nat oyunundan ibaret değildir. Her IDJSraın
Bununla beraber, Atsız hafif, zarif, oynak, kıvrak mısra ları da sıralamasını bilir: Pınar başına geıdi, Bir elinde güğümü : Çattı yay kaşlarını, Görünce güldüğümü. Bağlamıştı gönlümü Saçlarının düğümü. Bilmiyorum bu örgü Acaba bir büğü mü f
Nihal Atsız'ın sanatçılığı yanında, bir � düşünürlüğü var dır. O düşünürlüğünü metafizik konular üzerinde değil, Ziya Gökalp gibi, Peyami Safa gibi Türk'ün geçmişi ve geleceği ile ilgili milli konular üzerinde harcamıştır. Çünkü dünyada "Tarih felsefesi" diye bir şey vardır ki, bizim tarihçilerimi:...de en kıt olan unsurdur. Tarihçilerimiz analitik bilgilerden sentetik görüşlere yükselememektedirl.er. Aynca Hegel, Fichte gibi Al man tarihini düşünce süzgecinden geçirip yorumlamış filozof .
lar ayarında düşünürler bizde yetişmemiştir. Atsız'ın milletimi ze sayısız hizmetlerinden biri Türk tarihinin felsefesini yapma denemelerinde bulunmus olmasıdır. Türk tarihinin meseleleri nin hepsine cevap bulamamışsa da, "Türk tarihinde mesele�r" adlı eseriade, bunları ortaya koyarak, tarihçilerimizi düşünmeğe davet ebniştir. Benim ilk mektubumdan sonra, Atsız bana, varlığından bi le haberdar olmadığım "ötüken" dergisini yollamağa başla mıştı. Ben 1967'de ltalyaya gittikten sonra da oraya yollamağa devam etti. Her sayıda, başkalarının yazılarını okumasam bile, onunkileri okumak için ne yapıp yapıp vakit bulurdum. Belirli
basının bir umacı gibi göstermeğe çalıştığı bu yazar
Şubat 1970 sayısında Türklüğü, yordu :
dergin.in Türk olmağı şöyle tarif edi
"Türkler Türk soyu.ndan gelerıler"le Türk soyundan gel mişler kadar Türkleşip, kendini o soya bağT.ayan ve beyninile yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu" dur. .•.
Bir
de utanmadan ona ırkçı, kafa.tasçı, diyorlardı.
1968 de Roma'd.an İstanbul'a izinli olarak gelmiştim. ötük.en'i okuya okuya zihnimde sorular, konular biriktiği için, bir gün ah.ııma esti, Süleyınaniye Kütüpha.nd>ine gittim. Atsız'm çalıştığı y�ri gösterdiler. Şuraya buraya konmuş tozlu kitaplar la dolu geniş bir salonun bir köşesinde karşılıklı iki masa duru yor ve birinde Atsız oturuyordu. Atsız :beni sel3.mlayıp elimi sıktıktan sonra, yardımcısı olduğu anlaşılan arkadaşını tamttı. Benim !,ekingen halimi görünce de �u sözleri ekledi :
- Arkadaşım milliyetçidir. Ve böy1ece görüşmemiz pek benim tahayyül ettiğim gibi olmadı, üçlü bir görüşme oldu. O gün aşağı yukarı her şeydell! ko nuştuk : Hükümetten, dış politikadan, öğrenci hareketlerinden... Öğrenci hareketleri konuswıda Atsız'm o günkü kehanet.Lerini sonralan hatırlayıp hep şaşmışımdır.
Derken, kendisinin Haydarpaşa Lisesi'nden atılışını, Milli yetçiler Derneğinin kapattlışmı anlattı. Ben de, babamdan söz etmeden duramadığım. için, Milliyetçiler Derneğinin kapatılışı nın babam üzerindeki etkilerini anlattım. Benim bu sözlerim üzerine Atsız'ın gösterdiği tepki, daha doğrusu hiç tepki göster meyişi ve susarak bir kabahatli gibi önüne bakması beni şaşırttı. 220
Nereden bilecektim ki, karşımdaki beğendiğim insan vak tiyle, 29 yaşında iken, ateşli mizacı, ihtiyatsızlığı ve yersiz iti madı
ile Birinci
Tarih Kongresinde uğTadığı yenilgiyi hazmede
meyen bir tarih profesörlinün kışkırtmalarına uyarak, babam
hakkında
yayınladığı yanlış ve yakışıksız satırlardan
şimdi pişmanlık
dolayı,
denizinıe dalmış bulunuyordu.
Atsız'daki durgunluk, yardımcısının da dikkatini çekti ve göz göze geldik. Bunun üzerine ben, dlsa olsa
istemeyerek pot
kırmışımdır diye ağız kalabalığı yapmağa başladım. Hatırladı
ğıma
göre, 1talya'da komünizmin gelişmesinde Papanın dolaylı
rolünü ve Mafianın politik etkisini anlattım. Atsız yavaş yavaş açıldı. Bir saat süren ziyaretim sonunda bir ruh ve gönül bir
liği
içinde aynldık.
1971 de, Roma'daki görevim sona erm.ış olarak memlekete döndükten sonra, 1972 ilkbahannda yıllık iznimi 1stanbul'da, Acıbademde geçirdim. Kadıköyünün tskele önündeki meydanın da Acıbadem dolmuşları ile Maltepe dolmuşları aynı sırada bu lunuyordu. Otomobil değil de, minibüs şeklinde olan Maltepe dol muşlarınm önünden geçtikçe içimden : "Demek Atsız bunlarla gidip geliyor" diye düşünüyordum. Atsız'm evinin her zaman ziyaretçi ile dolup taştığını duymuştum. Boş ve programsız oldu ğum bir gün, Maltepe dolmuşunun önünden geçerken "Haydi, ben de ziyarçtinde bulunayım" diye ani bir kararla rnünibüse atladım. Bütün ömrüm boyunca erkekler arasında erkek
çalışmış
gibi
bir insan olmasa idim, bu 8.ni kararım acaip ve yersiz
görülebilirdi. Fakat kafaca anlaştığım bir başka insanı ziya.ret etmek altmışına yaklaşan benim için en tabii bir şeydi.
Maltepeye varınca, Feyzullah Caddesini sora sora buldum. Caddenin 9 numaralı evi iki katlı, köhne, kararmış ,ahşap bir
221
evdi. Zile bastını. Kapıyı Atsız açtı ve beni görünce o kadar şa şırdı ki, yüzüme bakakaldı. "Buyurun" bile demiyordu. - Sizi rahatsız etmezsem, biraz ziyaretinizde bulunmak is tiyorum, dedim. - Buyurun ,buyurun, kusura bakmayın, diye bu defa mem nun bir yüzle beni içeri aldı.
Ve yarım saat oradan oraya koştu durdu. Evvela çok karı
şık olan odayı toplar gibi yaptı, amma bir bakıma büsbütün ka rıştırdı. Sonra yukarı kata çıktı, üstünü değişip geldi. Bir iki dakika yanımda oturduktan sonra yine kalktı, bir perdenin ar kasında beş on dakika kaybolup, mutfak olarak kuDandığı anla şılan köşede kahve pişirip getirdi. Aslında bu �min kat eski ahşap binalara mahsus bir sofadan başka bir şey değildi. Tahta bölmelerle, perdelerle bir kaç kısma ayrılmıştı. Kahveyi ikram ederken, etrafa aciz halde bakıp: - Kusura bakmayın, dedi. Ben de : - Asıl siz benim kusuruma bakmayın. Habersiz gelerek sizi rahatJ•ız etmiş oldum, dedim. Kapıyı açtığı zaman pejmürde kılıkta ve saçı başı dağınık olan Büyük Türkçü, şimdi tertemiz giyinmiş halde idi ve saç ları çok düzgün bir şekilde taranmıştı. Artık şaşkınlığı geçmiş gibi idi ve yüzünde memnuniyet ifadesi vardı. Benim durumum la ilgilendi. ltalyadan ne zaman döndüğümü, Dışişlerinin han gi bölümünde görevlendirildiğimi sordu. Sonra, Türkiye ahva line geçtik. 12 Mart, Nihat Erim, Ecevit... derken · ötüken'deki bazı yazılarından dolayı kendisi aleyhine açılmış kanıu davasını anlatmağa başladı. Acı acı gülerek şöyle dedi : - Beyaza beyaz, siyaha siyah d'ediğim için hapse girece ğim. Türkiyeyi bölmek isteyenler bölücü değil de. "bölmek is tiyorlar" dediğim için ben bölücüyüm... Mantığa bakın !
222
Ve karam.sar bir tonla devam etti : - Zararı yok. Zaten hayattan bir şey beklemiyorum ar tık. Ölüm saati de çalmak üzere. Ha içeride ölmüşüz ha dışa
rıda. . . - Niçin böyle söylüyorsunuz ?
- Çünkü bu mücadeleli hayat sıhhat diye bir. şey bırakmadı. Kalp istifasını vermek üzere... Zaten anam babam bu yaşlarda ölmü.şler. Benim teselli ga�tiyle söylediğim sözler Birden canlı bir sesle :
hoşuna gitti.
- Beni burada çok iptidai şartlar içinde gördünüz. Fakat yakında medeni bir yere taşınacağım. Kaloriferli, konforlu bir dair�... Ümid ediyorum ki, orada biraz rahata kavuşunım . Ben taşındıktan sonra orayı da görmenizi, oraya da şeref vermeni zi çok isterim. MiJsaade rica edip kalkacağım zaman "Bir dakika" dedi ve
gitti, günün diline çevirdiği Evliya
He "Arslan
Çelebi Seyahatnamesi
Yabgu'nun oğlunun adı" adlı monografisini getirdi.
tşte bunlardan birinin üzerine yazılı ithafın altındaki tarihten anlıyorum ki, o gün '4 Mayıs 1972 imiş... Bir hafta kadar sonra, 1stanbul'daki adresime "Ziyaretiniz
bir sürpriz ve bir bahtiyarlık oldu. .. " diye başlayan bir m�l(.tup aldım.
... Hüseyin Nihal Atsız bölücüye bölücü dediği içir1
_ _
lının sonunda tutuklandı. Bana hapishaneden yazdığı 8
(3 yı
Ocak
1974 tarlhli mek'tubu şöyle başlıyor :
223
"Yılın ilk gününde yazdığınız mektup Toptaşına gittikten sonra, dönüp şimdi bulunduğum Batyrampaşa (Sağmalcılar) ce zaevinde beni buldıu..•" Bir müddet sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Atsız'ı affetmek büyüklüğünü gösterdi. Atatürk tarafından verilen soyadında hem "Türk", hem "korumak" kelimeleri bulunan bu iyi kalpli ve iyi niyetli Devlet Başkanı, bazı demeçleri ile belki istemeyerek kırdığı milliyetçilerin böylece gönlünü aldı. 1974 yılının yazında, lstanbul'a gittiğimde, bir iki defa telefonlaştık. Yeni evine tqınmıştı. Bir konuşmaİillZda, eski davetini hatırlayarak : "Rahatsız edebilirmiyim ?" dedim. Cevabı şöyle oldu :
- Bjra.z daha yerleşeyim de ondan sonra rica edeyim. Evi bu haliyle size göstermek istemiyorum. Telefonlaşmalarımızdan birinde, Atsız'ın gençliğinde o ka dar etkisi altında kalarak hatalar yaptığı profesörün Hitırala nndan söz açıldı Dedi ki : .
- O Hatıraları okuduktan sonra büyük hayal kırıklığına uğradım. Meğer ilıni hayata başlamadan önce, politik hayatı sırasında, Türk birliği bakımından ne kadar zararlı faaliyet lerde bulunmuş.
Profesörü savunmak bana düştü. Dedim ki : - Evet, Türk Birliği kavramına gerçi kırkından sonra kavuşmuştur. Genç yaşında kabilecilik, bölgecilik yapmıştır. Fakat bunları gençlik hatası diye kabul etmelisiniz. Bilgin ola rak Türk Tarihine hizmetleri büyüktür. Benim elimde yetki ol duğu sıralarda, milletlerarası Kongrelere tercihen hep onu gön derirdim. Bunu kızı bilir... 1975 yılında Atsız'la mektuplaşmamız daha hızlı bir tem
po
kazandı.
tir. 224
Otuz kadar rnektubu.n,dan onikisi 1975 yılına ait
Taşındığı
Bostancıdaki
ev
Atsız'ın başına
bela
olmuştu.
Dertler, problemler arasında bu.n,alırken, yalnız yapyalllli:dı. Bir kaç yıl önce kendis:ini terkedip Alman.yaya yerleşen Hanımın dan boşanması o yıl içinde sonuçlanmıştı Oğullarından da ve fa ve bağWık görmüyordu. Esasen biri babrusınınkine zıt i� lojilere sapmıştı, öreki ise Türk olmayan bir kızla evlenmek is tediğini bHdirerek babasım üzmekte idi. .
Türklük Ulküsü uğruna ömrü boyun c a çile çekmiş olan Nihal Atsız'ın son aylanın, son günlerini ne türlü problemler ve sıkıntılar içinde geçirdiğini ve Türk Tarihini bitirmek için nasıl çırpındığını göstermek için mektuplarından parçalar ve
r eceğim :
14
Ocak 1975 :
" ... Yorgunum. Cevaplarım ve her iş�m bu yüzden geciki yor. Nihayet muayene1ıumsind6 aletleri ve küçük bir laboratıı arıı bulunan
bir doktora gidebildim ve sevimsiz haberler al.ar<ik
çıktım. Kalp arızalı, öteki arızal.ar da caba ... Maltepe'ye gelişi n-izden sonra yazdığınız bir mektııpta, en aşağı yirmi yıl da1w
yaşayacağım hakkındaki dostane sözleriniz ve tesellileriniz ger çelde!jemeyecek. Abdülhak Hcim·id',;n dediği gibi benim için de artık : Tat yok gecesinde, gündüzünde. Ben neyleyim "bu yer yüzünde ? Bunun için esef etmiyorum, amma Türk Tarihini bitirmeden gi
dersem cidden yazılc olacak.•. " 20 Şubat 1975 : " ... Dediğiniz doğru : Artık elimae ne varsa, onları doğru yanlış bastırmalıyım...
Türkçü
'
bakışkı · Türk Tarihini bitirme-
225
den bitmem eliyim . . . Yeni evimin bir dolabından müsveddeleri bulup çıka rd ım .
1942
de b aşlamış ve üç defa yazmı.,ım. Biri mu
fassal, biri or ta, biri muhta,sar. Şimdi mufassalını ele alarak
düzeltmeğe başladım .•. " 2
Mart 1975 :
" .•. Vefalı dost mektubunuz bu kalabalığın içindeki yalnız l1.lcta bir deste teselli oldu, Hiç bir şeyi yokken, bir kaç saat için
de göçen
Nejdet Sancar'ın kaybı beni cidden sarstı... Türkçülük
cephesinde
doldurulmaz
gedik açıldı. . •"
26 Mart 1975 : " ...Başka bir rahatsızlık -için doktora gittiğim zmnan, tan siyonumu ölçen hekim hanım ddeta korku lu bir sesle : "Tansi yonunuz
23"
deyince, bir şey anlamamış, ne olur gibi yüzüne
bakmı.,tım. Fakat.•."
12 Mayıs 1975 : " ... Ben kuvvetim nisbetinde Türk Tarihi üzerinde çalışıyo
rum. Eksiğine, gedi.ğine bakmadan bitirmeğe uğraşıym-um. Bu nun milli bir hizmet olacağına inanıyorum ... "
26 Haziran 1975 : " ... Talebe hareketleri
Komünist hazırlan11ıasıdır. Fakat
lmnların ka.rşısında henüz su.san bir yığın var... "
7 Ağustos 1975 : " ... Benim için moral düzeltici sebepler doğmuyor. En 'baş
ta oturduğum apartımanın gaileleri... son müjdeli haber elek tr-•k ve suyun kesileceği haberi oldu. Sebep bazı ailelerin alım vergi.sini ham yatırmamış olmaları. Onlara göre elektrik veıJ a suyun kesilip kesilmemesinin
22fj
farkt yok ki. .."
9 .Eylül 1975 : "...Su ve elektriğimizi kesmeğe kaltılar. Jstanbul'un diğer bazı bölgelerinde böyle bir durum karşısında yaln'IZ vergi ver meyenlerin elektrik ve suyu kesildiği, doğrusu da bu okluğu hakle, bizde bu usulün tatbikine yanaşmadılar. Belki iki hafta d·ır bu işle uğraşıyoruz. Zavallı Reşide Sancar bu haliyle yo rulup bitkin bir hale gelinceye kadar resmi dairelerde uğraşıyor. bazı dostlarımız da bize yardım ediyor. Bana da bu hengamede telefon santral memıurıı vazifesi kalıy0r. Telefonum okluğu için telefonla yapılacak işler bana düşüyor ve bazen uzun süre ge· lccek bir cevabı telefon başında nöbetçi gibi bekliyorum. Hele suyun kesilmesindeki faciaya kimsenin aUlırdığı yok Artık 71 yaşında ve kitap yazmanın huzurunu ararken, bunlar ağır qe liyor..•" •..
28 Ekim 1975 :
" ... Benim odamda termometre 16 dereceyi gösteriyor. Fa kat ben iyice giyimli olduğum halde üşüyorum. Semtin bütün
apartımanlarında kaloriferler yandığı halde, yok. Düzensizlik devam ediyor..."
bizimkinde ses
27 Kasım 1975 : "...Ciddi meşgalesi olan insanların hastalıklarla uğraşma
sı çok tatsız . . . Bu arada ben de sıkıntılı bir sekiz gün geçirdim . Bir doktaı- bende kanserden şüphelenerek, derhal profesörlere başvurmamı tavsiye etti. ilk hamlede "Yazık, Türk Tarihi bit meyecek, torunuma(') doyamayacağım" diye düşündüm. Sekiz
gün profesörlere taşınmak, çeşitli muayenelerden geçmek
su
retiyle, böyle bir şey olmadığı anlaşıldı..." (1) Torunum dediği, evlat edln.ınJş
olduğu beş yaşındaki
bir ı;ocuktu.
227
. . . Anlaşıldı amma, sek.iz gün süren endişelere, muay�nele re, bir kaç vasıta değiştirip Bostancıdan Profesörlere gidip gel melere, bütün bu yorgunluklara Atsız'ın yıpranmış zayıf kalbi dayanamadı. Bana son mektubunu yazdıktan on dört gün son ra, ben cı=>vap yazmağa hazırlandığım sırada... Atsız artık yok tu.
Vefatını öğrendiğimin ertesi günü Ankara'dan Bostancı' ya telefon ettim. Oğlu Buğra çıktı. tki gün sonra ann:esinin Al· manya'dan geleceğini söyledi. tki gün sonra tekrar telefon ettiın ve Bedriye Hanımla konuştum. Türk Tarihinin bulunup bu lunmadığını sordum. - Böyle bir şey elimize gilçmedi, dedi. Ayrıca, mektuplarım bulunursa, bana gönderilmesini rica ederek, adresimi verdim. Onlar da gelmedi. Türk Tarihinin yok olduğuna inanamıyordum. Çünkü bir değil, üç ayrı Türk tarihi olduğunu biliyordum. Şair, romancı, düşünür, ülkücü Atsız bütün eserlerinden çok bu eseri ne değer vermiyor mu idi ?
Şimdi. artık aradan yıllar geçti. Türk Tarihi bulunmuş olsa tarafından bastınlmış olurdu. Kayb8luşundaki esrar ne zaman çözülecek ? Bu fel ake t niteli ği taşıyan bir kayıptır.
idi, şüphesiz Atsız'ın dostları
Ancak düşünüyorum ki, Nihal Atsız Türk Tarihini yaz maktan daha önemli bir şey yapmış, Türkİük uğrunda yaşadığı
çileli hayatı ve Türk düşmanlarına karşı mücadelesi ile Türk Tarihine koskoca bir yeni fasıl eklemiş ve bir Türkçülük sembo lü, Türkçülük heykeli halinde, gerçek ve üstün milliyetçi insan tipini geLcek n::sillere sunmuştur. Yazdığı şu son şürinde o kendi kendini çok güzel vasıflandırmaktadır . :
228
SONA DOORU Bi"lsin cihan ki ben bu ciluinın
nesindeyim :
Bir ülkünün 1!'-ehdbetinin zirvesindeyim. Dünya denen mezellete dalsın her Ben
isteyen;
ırkımın şeref taşan efsanesindeyim
Herkes bir özleyişle yaşar
...
Ben de
öylece
Altayların, ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim. Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara Son menzilin hüzün dolu kaşdnesindeyim. Artık veda zamanına pek fazU:ı kalmadı; Yorgun ve kimsesiz,
ölümün bahçesindeyim .
229
xx
HALÄ°DE NUSRET ZORLUTUNA
231
Halide Nusret 1979 yılında, Halide Nusret Hanımın Çankayadak.i evine yaptığım ziyaretlerden birinde, şiirden söz açılınca, ben onun şiirlerine olan hayranlığımı belirtmekten, onun şairliğini öv mekten kendimi alamadım. Bunun üzerine Halide Hanım ora da bulunan bir başka misafirine dönüp dedi ki :
- Zannedersem, benim arkamdan Adile Hanım iyi bir şeyler yazacak. - Yazmasına yazarım amma, ne dem.ek benim arkamdan ? <liye itiraz ettim. Belki de ben sizden evvel giderim... 233
Buna söylenecek bir şey olmadığı için, Halide "Yok canım." demesine
Sonra ben :
rağmen,
Hanımın
uzunca bir susma anı oldu.
- Sahi, dedim, insan dostlarının kendi hakkındaki en gü
zel düşülJcelerini öğrenmeden gidiyor. . . Nedense hayatta iken söylenmiyor,
yazıiı:rııyor
bunlar . . .
Ve açıkladığım gerçeğin, daha doğrusu esefin mantıki so nucu olan şu sözler dudaklarımdan döküldü
:
- İsterseniz sizin için bir istisna yapalım, Halide Hanım .
Sizin veya benim daha önce gitmemizi beklemeyelim de, ben
sizin hakkınızda düşündüklerimi ve duyduklarımı ebediyet çevesi içinde anlatayım.
çer
Tatlı bir gülümseme büyük kadının yüzünü aydınlattı. Fa,
kat sadece "Öyle mi ?" dedi.
Bir müddet sonra "Hisar" dergisinde aşağıdaki yazıyı ya yınladım :
"Halide Nusret Zorlutuna'yı tanıdığımda bu ünlü şairimiz gençlik yıllarını geride bırakmış bulunuyordu. Altmışına
ya
kın olsa gerekti. Kendisini hayatının ilk baharında tanımış olan lar o yıllarda gözlerinden fışkıran zeka, yüzüne vuran şahsi ·
yeti ve sanatçı mizacından gelen zarafeti ile dikkati çeken,
beğe
nilen, hoş bir hanım olmuş olduğunu söylerler. Vala Nureddin gibi niceleri
19
yaşında şöhretin basamaklarını
tırmanmağa
başlayan bu genç hanımın cazibesine kapılmışlardır. Bugün Çankayadaki evinin salonunda, Paşa kocasının ya nında, kendi gençlik resmi asılı :
Oval
bir yüz, düzgün
run, ifadeli bir ağız, kocaman, canlı gözler. . .
234
b ir bu
Halide Nusretle nasıl w nerede tanıştım ? Bunun ayrıntıla rına girecek olsam, siyasi tarihimizin bir faslını oluşturacak gerekir. Şu kadarım söyleyim ki, uzun sahifeler doldurmam bu tanışma Z1 Mayıs İhtilalinden bir yıl kadar önce, Meclis Başkanlığı. köşkünde, yani o dönemde Meclis Başkanı olan Re fik Koraltan'ın oturduğu köşkte, yüze yakın tanınmış ve sivril miş hanımı politik amaçlarla bir araya getiren ve "Anneler Bir liği." adlı derneğin kurulması ile sonuçlanan toplantıda oldu. Bu toplantı �onuna doğru politik ol.maktan çıkıp edebi bir niteli� büründü ve kurulan yeni derneğin başına oybirliği ile seçilen Halide Hanım için bir çeşit ön jübile oldu ( 1 ) . Şiirleri okundu. Uzun uzun alkışlandı. Kendisiyle tanışmak için kuyruğa girildi. Kuyruğa girenlerden biri de benim. Parlamentomuz içinde ve Üniversitelerimizde olduğu gibi, dernek hayatımızda da entrika boldur. "Anneler Birliği" için bir milletlerarası dernekten temsilcilik almakla görevlendirile rek Viyanaya gönderilmem münasebetiyle, Halide Hanımın yar dımcıları olan iki hanım, onu benim aleyhime çevirmeğe çalış tılar. O sıralardaki karşılaşmalarımızda, daha sonra.ki büyük dostum "Acaba dedikleri doğru mu ? Başkanlığı elimden alma ğa mı uğraşıyor ?" gibilerden beni derin bakışlarla süzerdi. Bir müddet �onra değişti, bana yakınlık ve sevgi gösterıneğe baş ladı. Zannedersem bunda müşterek dostwnuz Şükufe Nihal 'in büyük rolü olmuştur. Ben 1959 yılının sonuna doğru bir dış gö reve tayin olunca, Halide Nusret Hanıma vedaa gittim. Otur duğu sokağa, kendisinden dolayı "Şairler sokağı" adı verilmiş ti. Emine Işınsu 15 yaşında bir liseli kızdı. Annesinin israrı üz.e rine bize kendi yazdığı bir şiiri okudu. ... Dış görevden dönüp de Ankarada kaldığım 1963-1967 a rasında.ki yıllarda o kadar meşguldüm ki, görüşme hayatına ( ı ) Halide Nusret Hanımın asıl jübilesi 1976 yılında 75 yaşını ması münasebetiyle yapılmıştır.
doldur 235
vakit ayıramıyordum. Halide Hanımla da pek sık görüşemedik. Fakat
1971
de, dışarıdaki son görevimden döndükten hemen
ç:onra, onun ziyaretine gittim. O zaman keşfettik ki, yalnız sa nat ve edebiyat alanında değil,
milli
duygular,
milli endişe
umutlar alanında da, aramızda büyük benzerlik ve mış. Böylece büyük dostluk başladı. benim
yakınlık
ve
var
ona ziyaretlerim,
onun beni sık sık telefonda araması, saatlerce süren telefon. kcr nuşmalamnız ... Bu uzun konuşmalarımızdan
birinin
90nunda
sevgili Halide Hanrma şöyle demişimdir : "Sizinle bir müddet konuştuktan sonra, başka insanlar sanki cüceleşiyor''.
Halide Nusret Zorlutuna'nın sayısız romanları
(1921 ) , Sisli Geceler ( 1922) , Gül'ün Beyaz Selvi ( 1945) , Aşk ve Zafer ( 1964) , Aydınlık Kapı ( 1974) . Bunlar mensur şür Küller
vardır
babası kim? Büyükanne
:
(1933) ,
(1971) ,
parçalan ile süslen
miş birer hikayedir. Şair mizacı ile doğmuş olanlar kendi iç dünyalarının dışına kolay k ol ay çıkamıyor, kişisel h.8.bralann etkisinden ve hükmünden kurtulamıyorlar. Onun için bu türlü yazarların roman alanındaki başarısı sınırlı olmaktadır. Hali de Nusret her şeyden evvel bir şairdir. Halide Hanım Habralarıru da yayınlamıştır. "Bir
devrin
Romanı" adı ile yayınlanan bu Hatıraları okuduktan ve pek in ce bir maske ile romanlarında da boy gösteren bazı yaşanın� ola.ylan gerçek yüzleri ile seçip tanıdıktan sonra, ünlü şairimi zin hayat hikayesinin şemasını çizmek
kolaylaşmaktadır. Bu ,
coşkun akışına rağmen, dibini gösterecek kadar temiz ve ber
rak sular sürükleyen bir
çay,
bir ırmak gibi akmış bir hayattır .
. .. Onyedi yaşının baharında, o y�taki bir genç kızın hayal edebileceği en güzıel aşk mektuplarını aldığı için, o mektupların sahibine gönllinü kaptıran genç
kızın sonsuz mutlulukla geçir
diği günler, haftalar . . . Bu karşılıklı duyguyu önce nişan yapıl-
236
masına
razı olacak kadar anlayışla karşılayan annenin, daha
sonra bu işten cayıp nişanı bozması ve kıznun ruhunda ebediyen
silinmeyecek izler bırakan bir fırtınanın koptuğunu anlamama sı . ..özel, fakat esaslı tahsil görmüş, arapça ve farsça şiirleri aslından okuyabilen genç kızın ıztırabını mısralara dökmesi ne ticesinde, hiç beklemediği bir edebi şöhrete kavuşması... Bir
çok evlenme teklifi almasına rağmen, 25 yaşına kadar evlenme yen ve bu arada teklifini yeteri derecede romantik üslllpla yap madığı için, bir Milli Eğitim Bakanı nı da reddeden genç şair ha
nımın akrabası aracılığı ile tanışbğı, yani hiç tanımadığı, şiirle,
sanatla ilgisi olmayan, çok sert hayat prensiplerine sahip, fa kat dürüst, mert, vatanse�r b ir subayl a ilk karşılaşmada ev lenmeğe karar verivermesi ve daha sonra fedekarlık, vazife, feragat dolu bir eş ve bi r öğretmen hayatı. . . Bu hayalın ufku nu aydınlatan annelik mutluluğu, bu mutluluğun güneşi. .. biı
de, öğretmenlik mesleğinin doğurdugu fırs atl arl a zaman zaman
çakan, itirafın sınırına varmayan veya karşı tarafın sözlerini
dinlemekten ibaret kalan ve her dürüst kadında olduğu gibi, eşe
sadakat, şeref, fazilet duygulanyle basbrılan, fakat masumlu ğu nisbetinde derine işleyen, iz bı rak an , yakan ruh kıvılcımla rı. . .
Halide Nusret ilk edebi şöhretini 1919 da yazdığı "Git Ba
har" şiirine :borçludur :
"...Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, "Bahar, bakışların yine pek sarhoş. "Yanılıp gönlüme misafir inme, "Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, "Mabettir orası, meyhane değil..." Ayni yıl yazılan ve denize hitap niteliğinde olan "Geleyim
mi ?" şi ir i kendi şiirlerinden başkasını kolay kolay beğenmeyen Yahya Kemal'i bile hayran bırakmış, intihar arzularının bek lenmedik bir ifadesidir :
237
" ... Sessiz tesellilerin
kadar ruha yakın! "Ne olur, sen beni sev! Senin temiz suların "Bu ümitsiz kalbime bir parça neş'e versin! "Yahut bir akşam üstü atılayım koynuna "Ve hiç ayrilmayalım ... Razı mısın sen buna'? "Ne dersin mavi deniz ? Geleyim mi, ne dersin ?" Halide
Nusret'in
ne
1930 da yayınlanmış
"Geceden
dertler" adlı ilk şiir kitabında sadece ümitsizlik şii rleri
taşan
değil,
Fransız Parnasyenlerinki gibi plastik güzelliği yansıtan nefis parçalar da var
:
" ...Bir gümüş ayrıa gibi, parlayıp yanarken su, "Hatice, lbrahimin sarışın yavuklusu "Derenin kenarında saçlarını tarıyar..." (Adak
-
2, 1920)
1930 da yayınlanan "Mucize" başlıklı şiir anne olma mutlu luğunu ilk defa tadan bütün kadınlara tercüman olmuş ve ola cak, dua şeklinde ölmez bir şiirdir :
"Yüzü gülden pembe, güneşten ıxı-rlak, "Gözlerinin nuru sendendir mutlak! "Onun çehresinde sana tapınmak "Eğer bir günahsa, affet sen Tanrım! "Gönlüme taktın da neşeden karıı:ıt, "Gözlerime doldu göklerin kat kat.. . "Her eserin güzel ve yüksek fakat "Bu çoouk en büyük mucizen., Tanrım!" Görüldüğü gibi, Halide Nusret Zorlutuna'nm şür v.e naz mının vasfı,
uzun
uğraşmaları ve teknik çabalan hissettirme
yen rahatlık, kolaylık, tabiiliktir.
1943
de yayınlanan "Yayla Tilrküsü"
ve
1950
de �ıkan
"Yurdumun Dört Bucağı" şiir kitaplarında, şair memleketimi-
238
zin bi n bir güzelliklerini anlatmış ve milli duygularını ifade ii!t miştir. 1967 de basılan "Ellerim bomboş" ise, Halide Nusret'in daha önceki şiirlerini içine almak.tadır.
1942 de yazılan "Hatıran" adlı şür
dilimizdeki
ve belki
ı.lünya edebiyatındaki en güzel hatıra ve aşk şüridir.
Bu şiir
romantik görünüşü altında nice ruhların hikayesini özetleyen, psikoloji kurallarına. ve hayat gerçeğine uygun bir şiirdir :
"Gözlerime her zaman seven gözlerle bakar, "ômrün karanlığında parlak bir iz hdtıran. �•Yaralanmış kalbime şifa olur da akar "Dag'lardaki pınarlar kadar temiz hô..tıran. .. Gönlümün billurundan siler her türlü isi, "Dağıtır göklerimi saran bulutu, sisi. "Ziyan olmuş ömrümün en güzel tesellisi u11atıran, aziz dostum, senin aziz hdtıranr' Faks t Halide Nusret'in, bu engin ruhlu kadının zaman
zaman
sanatını
baş döndürücü doruklara yükselten şiirleri, onun
mistik ve metafizik şiirleridir : Bir Kuş Uçtu
Sulardan, Yakarı,
Benim İçin, Arz-ıhal, Yunus'un .Türbesinde, Çağır Beni tş.ıklara, Aman Efendim, Gönül , Gene O Daima O, Mevlana , Sana Geldim Yunus'um, Erişebilsem Sana. ..
"...inanmış, inanmaktan sarhoş olmuş bir ruhla "Tanrıyı göklerinde görüyordum vu.zuhla... " ...
Rab bim, bu an uğru.na kül e4erim varımı,
"Yükselterek katına yarımı dudaklarımı "Bir damla rahmetini emebilirsem eğer. "Ayağımın altından çeki'lse. çökse bu yer, .,Nurunla aydınlanan boşluklarda ben yine, "Uyarak tabiatin ezeli ahengine, "Dönsem, çırpınsam, yansam, adım ana MZa "Veı böyle yaruı yana erişebiJaem, sam!" .•
239
Bu mısraları yazan şair sadece bir ince şair değil, büyük
şairdir, Türk Fıdebiyatımn, Türk şiirinin zirve adlarından bi ridir."
... 1901 de doğmuş olan Halide Nusret bugün, (yani 1981 de) vücutça çökmüş bir haldedir. Oval yüzü büsbütün uzamış, ya nakları balmumu
renginde . . .
Sırtı hafifçe kamburlaşmış. . .
Di
limizde "Bir deri, bir kemik" deyimi vardır. lşte o odur sekse
ninde ... Mecazi anlamda değil, harfi anlamda. . . O ince, o
titrek
maddi kabuk kırılıverecek diye her an korku duyuyor etrafın dakiler. Fakat o maddi kabuğun içinde gepgenç, tap taze, dip
dfri bir ruh yaşıyor. Bir kere tabiatın harikası denebilecek bir
hafıza. İstediğiniz şairin istediğiniz şiirini ısmarlayabilirsiniz.
Hepsi ezberinde. Politik olaylan gazetelerden günü gününe dik
kat ve ilgi ile takip etmekte... Düşünce yıpranmamış, kireçlenmemiş bir fikir
ve muhakamesinde hiç çevikliği var. Bu ruh
laşmış ,manalaşmış insanla konuştuğunuz zaman, yaş kavramı
tamamen silinmekte... Esasen, ellerindeki mafsal romatizması dışında ciddi bir rahatsızlığı da yok. Fakat devamlı olarak hal sizlikten şikayet etmekte ? İstiyor ki otuzunda, kırkında olduğu gibi güçlü ve enerjik olsun, bir şeyler yapsın. Çünkü fikri, ru hi
enerjisi yerinde. Yalnız fiziki bünye vefasızlık ediyor.
Zeka
sının mizahtan, espriden asla sıyın1mamış olduğuna bir misal
v�reyim : Halsizlikten şikayet ettiği bir gün kendisine şunu anlat
�tmı : Babam seksenine yaklaştığı sırada bir
gün Dr. Ekrem
Şerif'e "Şu halsizlik olmasa başka şikayetim yok" demişti. Dok tor da şu cevabı
vermişti : Beyefendi, halsizlik yaşlılığın vas
fı mümeyyizidir" . Halide Hanım bunu dinledikten s.onra düşün
ceye dald•.. Bir iki gün sonraki telefon edişinde diye sordum.
240
"Nasılsınız ? "
-Pek iyi değilim. - Neyiniz var ? - Vasfı mümeyyiz var, vasfı mümeyyiz ... . . .Be n 1980 de Istanbula taşındıktan sonra da, telefonlaşma ğa devam ettik. Her arayışımda yanında sadık bakıcı..:;1.ndan başka ya oğlu, ya kızı, ya da torunu bulunuyor, onlar telefonu açıyordu. Veya ziyaretçiler Ne mutlu Halide Hanıma ! llgi, ...
sevgi, hürmet içinde, hayranlarla çevrili olarak, başan ve za fer hatıralarını anarak ve şöhretin tacını taşıyarak
geçiriren
güzel bir ya.şhlık...
241
EK : U ç EDEBİ GÖRÜŞME
Halide Edip ile Görüşme Profesör Halide Edip Adıvar'ı Fındıklıdaki Edebiyat Fa kültesinin İngiliz Edebiyatı öğretim üyelerine mahsus denize ba kan odalarından birinde buldum.
Eski Boğaziçi yalılarının hh va.sıru muhafaza etmiş olan bu binanın yerlere kadar inen ve den.izin parıltılannı içeriye aksettiren pecerelerinden
her biri
birer tab1o kadar güzel manzaralara çerçeve vazifesi görür. - Hanımefendi, sizi bir az rahatsız edeceğim. Romanlan nızın bir mukayeseli etüdünü yapmak niyetindeyim.
Bazı roman
..
lannızı, mesel.8. 'Seviye Talib"i, "Handan"ı, "Zeyno'nun oğlu"
nu kaç yaşında yazdığınızı sormak istiyordum.
245
Gülümseyerek dedi ki :
- Bu beş para etmez şeylerle ne diye uğraşıyorswıuz ! - Ne gibi efendim ? - Ben eski romanlarıma hiç kıymet vermem. - Biz veriyoruz amma, edebiyat tarihimiz
bunlarla if-
1 ihar eder.
Bana yer göstererek - Hepsi .gençlik tecrübeleridir. Bugünkü telakkime gör� banlar hakiki roma.o değildir. - Aman efend4Jı
,
bu romanlarınız hala ,sevilerek okun
maktadır.
- .... Zaten genç bir insan şi.ir olabilir, romancı olamaz.
Romancı
olmak
için en a.5ağı elli yaşında
olma k Iazım.
Bunu kanaat dolu ve. çok kat'i sesle söylüyordu. Hemen he men kırk seneden
beri
taşıyan bu
başında şöhretin halesini
yüksek kııdının her halinde ve her sözünde kuvvetli bir şahsiyet tecelli etmekte. Edebiyat
tarihimizin
malı
olan bu yfu.e
·
dikkatlice ba
kıyorum : Beyaz saçlarla çerçevelenmiş, hemen hemen buruşuk
suz bir yüz, arada bir acı bir kıvrımla bükülen, adeta mahzun dudaklar, içinden keskin bir zekanın fışkırdığı çok genç gözler. . . işte
1947
yılındaki Hali� Edip.
- Peki, gençlik romanlarınızda bulduğunuz kusur nedir, H anımefendi ? - Pek t.ek taraflli. oluşluıdır. Zaten genç bir iııSan hayatı
tek mviyeden görür
ve genç bir romancı da
den tasvir eder. - Yani aşk zaviyesinden, öyle mi ?
246
hayatı
tek zaviye
- Hay:or, yalnız bu da değil Hakiki roman bir tek şahsa nisbeten ya.z.ılmamab. Eserde bir çok unsurların objektif ter kibi yapıbnalı. Şahısla.r sadece birer figüran halinde bulunnıah. işt.e böyle bir terkibi genç bir romancı yapamaz. .
- Fakat "Handan", "Kalp ağrısı", Zeyno nun oğlu" gibi romanlardaki duygu kesafetinin, hayat hararetinin yerini tuta bilecek unsur varını ? '
- Evet, bu romanlanm daima büyük rağbet gördü. Kim l>ilir, okuyucuyu okşayan bir tarafı mı var? Ilöyle anlaşılmaz şeyler vardır. Meseia, "La Dame aux Caınelias" diye bir şey tutturmuşlar. Bir şaheser diye karşımıza çıkarıyorlar. On asır g�se kurtulamayacağız. Halbuki ne var bu kitaıpta? Hiç bir şey.
- Acaba ? Gö� meselesi. - Ben son romanlarıma daha çok kıymet veririm. En çok Panayır"ı okudunuz
beğendiğim ele, rwn romanımdır. "Sonsuz mu?
- Tabii okudum efendim. ,
- Roman.
lıakkıııda.ki şimdiki görüşüme en uygun eserim
buclur.
- ıÇok kıymetli içtimai mü.şahedeleriniz var. Fakat ben "Sinekli BakkaJ"ı da "Sonsuz Panayır"dan aşağı saymıyorum. - Evet, "Stnckli Bakkal" bütün dünyada hiırikutade su tutundu. Meseli Hollanda.da tercümesi çıktı� zaman sene niıı en çok satılan romanı obnuştur.
rett�
- Hangi lisanlara tercüme edildi, efendim ? -
- Evve.13. Norveç lisanına, daha sonra Hollam1a lisanına tercüme edildi. Ondan sonra türkçesi çıktı. Fransızca tercüme sinde bir hususiyet vardır. Tercümeyi yapmış olan Ma.danle Oorbitı'in koca<;;ı araJ.>Ça ve Arap edebiyatı mütehassisidir ve mis-
247
tik bir insandır. Karısına tercümesinde yardım e�tir ve romanda mistik bir tip olan Vehbi. Dedeyi muhakkak ki benden da.ya iyi anlamıştır. Romanın fnnsızcasmdaki Vehbi Dede tii:rk('esindekinden daha kuvvetli, daha ki.mil bir simadır. Ben katiyen mistik bir insan değilim •
- Sinekli Bakkal daha başka hangi lisanlara çevirildi ?
- Portekiz ve isyanyol lisanlanna ayni zamanda çevirilmedrte idi. Şimdi çı� obt<>ak. Son olarak da, isveç lisanına U-,rcüme edildi. - Ga.rbda Şarka karşı ve bilhassa
eski
Şarka karşı büyük
bir ala.k.3. ve incizap var. Hıer halde "Sinekli Bakkal" bu alaka ve tecessüsü büyük nisbette tatmin etti
- li'a.kat ben Sinekli Bakkal'ı onlara diy<"
Şarkı beğendireyim
yazmadım. - Ben Sinekli Bakkal'ı mazimizi stilize etmiş zengin bir
fresk halinde görüyorum.
- Haklısınız. Sinekli Bakka.l'da Bu
romanı
çocukluğumun
şüphesiz resim unsunı var.
hi.tıralarını
gözümün
önünden
geı_ irerek yazdım. Zaptiye Nazın Selim Paşa tipinde kimseleri babamın niUhitinde pek yakından tanıdım. Sonra, büyükannem Eyüp Türbedarları taıikatine mensuptu ve mevlf'!vi idi. Bu., ka dınlar için en der bir şeydir. Vehbi Dede tiplerini bana onun mu hiti tanıttı. - Sinekli Bakkal'da yalnız şahıslar değil, kuvvetli hir şekilde tecessüm ediyor
dekorlar da
.
eseri A vrupada ve �ukluğuma ait hitıralara is yazdığım için, zaman ve mekan bakımmda.n uzaklık herhalde romuna bir nevi perspektiv vermiştir. - Un
tinaden
Fakat denilebilir ki romanda ayni zamand a musiki de
var. 248
- DoğrtL
Vehbi Dedenin neyi. Peregrini'nin piyanosu ayrı
musiki şekilleri.
- Hayır, demek .istediğim bu değil. Dini itikadın musikisi. İslam dini Peregrini'nin ruhunda yavaş yavaş bir senfoni halin de yü kseliyor Bizim romaıılanmızıcla noksan olan bir unsur tefekkür usu.rudur: Din, i mıa.n, hakikat arayışı, fikri maceralar ve facialar. Bu bakımdan Sinekli Bakkal'm edebiyatımızda hu susi bir mP.vkii var. Muhakkak ki, ilk felsefi romanımızdır. .
- Belki. Bir az evvel musikiden bahsettiniz. Musiki haya tımda mühim yer tuttu. Zaten, insanın hayatında mühim rol oy nayan bir 8.mildir. Kendim şimdi bir şey �yonmı, hiç bir mu siki aleti kullanmıyorum. Fakat musikinin t.esirine inanıyorum. Evet, çocukluğumuzda öğrettiler, öğrendik , unuttuk. Fakat bü yük musiki kabiliyeti olan bir � kişiyi yakından tanıdım. Bu n.un
üzerimde şüphesiz tesiri olmuştur.
- "Sinekli Bakkal" ı ilk önce ingilizce olarak
değilm i
yazdınız,
?
- Evet, yazılması en uzun sürmüş olan roma.nımdır.
- Acaba ingilizce yazdığınız' için
mi ?
- Kim bilir? Belki daha geniş bir okuyucu kitlesine hi-
tap ettiği için fazla itina ettim. Zaten ben Sinekli Ba.kka.l'ı iki <�efa yaz•hın. - Nasıl efendim ? - Anlatayım : İlk yazdığım şeklinde roman Ribia'nın ölümü ile, hay1i acıklı surette nilınyetleniyordu. Romanı bastır mak için roman neşriyatiyle meşgul olan hangi ti.bi'e müracaat
ettimse, sonunun fazla trajik olduğunu söyleyerek geri �vir diler. Tam yirmi üç tabi'den bu şekil de red cevabı aldım. Fa. kat
nedense daha evvelki eserlerimi basmış "Ailen and Un
win" Yayıneviııe müracaat etmemiştim. Çünkü bu Yayınevinin 249
ihtisası ciddi eserler basmaktlı. Roman
tab'ı ile pek
meşgul ol
muyordu. Bir gün Londrada !benim �lerime bakan bir zat tren de Unwin'e t.esadüf ediyor ve konuşoyorJar. Bu dediğim zat ro marumdan bahsedince, tabi derhal a.18.kadar otuyor, romanı gör mek e.nusunu izhar ediyor. Fakat romanı okuduktan sonra kendisinden şu cevabı alıyoruz : Romanı hemen b�mağa lıa.zır olduğunu, fakat bunu bir şartla yapabileceğini bildiriyor, so nunu değiştirmek şartiyle. Bu yirmi dördüncü tii.bi'in ayni şe kilde cevabı nihayet bana tesir etti. Daha evvel romanın so nunu değiı;tirmeğe hiç yanaşmazken, artık başka bir şekle sok mağa. karar verdim. Zaten romanı makinada oğlum yazmıştı. Çünkü o, o sırada Fransa'da bulunuyordu. Son kısmım ya;ı;ar k�n, müt.emadi.yen : Anne, buraları çok feci, bana adeta fe;ıahk geliyor, diyordu. Oturdum, altı ayda ikinci kısmını yeniden yaz dım ve Itabia'yı dirilttim. - Ve
böylece ''The clown and his daughter" vücude gel-
eli.
-- Evet.
- Sonuna ait eski müsveddeleri muhafaza ettiniz mi ? Edebiyat tarihi ve sanat tarihi için kıymetli bir vesika teşkil edebilir. - Bir yerde olacak.
Arasam bulurum .
- "Seviye Talib" i kaç yaşında yazdınız ? - Ondokuz �mda. Neşri �k sonradır. "Handan"ı yirmi beş y3§mda, "Zeyno'nmı oğlu"no otuz beş yaşında. yazdım. Ben romancıhk hayatımın Ü(' devreye ayrılabileceği kanaatin deyim : Seviye TaJ.ib't.en Zeyno'nun oğlu'na, Zeyno'nun oğlun dan Tatarcığa ,Tat.arcıkta.n şimdiye kadar. - Yani bu tekamül içinde içtimai unsur gittikçe bir yer kazanıyor. 250
mühim
- Ona bakarsanız Seviye
Tali.p'te
de içtimai unsur var.
Bu sırada Profesör Halide Hanım ayağa kalktı ve avakta konuşmağa devam etti. - Bazıla.n lbenim romanla.nnıda hep ayni tip kadını ya şatmış olduğumu yazmışlar ve söylemişlerdir. Bu doğru değil, Zeyno'nun oğlu'ndaki Zeyno ile ilandan birbirlerinden tama · miyle
farklı kadınla.rdrr.
- Sonra mesela, "Ateşten gömlek"teki Ayşe de tam amiy
le ayrı bir hususiyet taşır.
- Oradaki Ayşe zaten bir figüran kabilindendir. Esas un unsurudur. Ayşeye benzer bir hastabakıcr kadın tammıştım. "Ateşten gömlek"te onu tasvir ettim. Bence iki ne vi edebiyat vardır : Müşahede ile yazılan, bir de kendisini or taya koyarak, Byron gibi, ben şöyle yaıptun, şöyle ettim, diyt• yazılan edebiyat. Benim en eski romanlarım hile müşahede ma.lısolödür. Mll" m,oharebe
- Yani otobiyografik değil. - Hayır. Vaktiyle böyle kadınlar vardı. Ben Handan ti-
pinde
sekiz dokuz kadın tanıdım.
- Btı rom anlar a kendinizden hiç
bir şey katmadınız mı ?
- Tabii insan gayri ihtiyari
kendinden bir şeyler katar. mesele ora.da değildir. Mesele hayatı bir terkip halinde gösterebilmelrte. "Sonsuz Panayır"da bunu yapm ağa çalıştım. Sonsuz Panayır roına.nında tasfu ettiğim şeyler hemen ilk pli.ııda görülen şeylerdir. Bu romanmmda bir "background" yoktur. Ratti., tabiat ta.wiri bile hemen hemen bulamazsıııız.
Fakat
- Sonsuz Panayır'da cidden çok
kuvvetli
realizm var.
Fakat umumiyet itibariyle cemiyetimiz hakkında fazla bedbin
değilınisiniz ?
251
Gülerek dedi ki :
- Asd hakiki düşünceme göre yazmış olsa idim, Romanda çok hafifletme var.
görürdünüz.
o zaman
- :lenginlerimiz arasında, romanınızda olduğu gibi, yük sek ücretle hoca tutup çocuklarına din dersi verdirenrer
var
mıymış ? - Pek çok. Ben böyle beş altı aile bilirlm.
- Sizin
yaşayan tanıdığım bazı hanımlarla Sonsuz Panayır hakkında konuştum. Çok mü balağalı buluyorlar . -
tasvir ettiğiniz
muhitlerde
Tabii öyle bulurlar. Çünkü kendilerinin portrelerini gö
rüyorlar. Hakikat acıdır. Kimse ka.bul etmek ist.e�. Sonsuz
resmidir. Anlattığını \lakaJann çoğu da olmuş vakalardır. Meseıa o Şaşba.k Paviyo nu. Ben oyle yerlere pek ender olarak giderim, sırf etrafıma bakmak i�in. O Şaşbak Paviyonunda geçen şeylere hakikaten � oldum. Maksim Bar mı ne diyorlar, orada. Sonra Spiriti.z ma sahnesi aynen böyle geçmiştir. Kendim bulunmadım. Yaşlı bir ahbabım vardır. Yaşlandıkça Spiritizmaya merak sardı. 1-:ı. te o anlath. Bu sahne aynen böyle cereyan etmiştir.
Panayır aynen 1945 senesi cemiyetinin
- Demek yeni cemiyetimizi kötü veya gülünç
halinde görüyorsunuz.
insanlar
- Romanımdaki şahısların hepsi kötü değil ki. ile.seli. �aı;;ı rtınaç'ın hile iyi taraflan var. Sonra Ayşe Balkar sonu na doğru çok tek8.mül ediyor. Fakat romanımda en beı?endi j4irn tip l!ftade Hanım tipidir. Zannediyorum, en muvaffakiyet li olara k tasvir ettiğim şahıs da odur. Bu intikal devirlerine mahsus en karakteristik bir tiptir. Kökleri kesilen bazı nehat larııı birdenbire nisbetsiz gelişmesi gibi, an'ane köklerindeo mahrmn kalmL<; böyle bazı nesiller, bilhassa orta yaşlıla.r ne!',-
252
li, 1llllllUldığı bir hürriyet \'e serbesti karşısında. aşın bir suret te açılıp f;8Çllır. Zaten bugünkü sonradan görmelik bilhassa or ta yaşhlarda bariz olarak t.ecelli ediyor... Büyük inki.lipianıan sonra böyle bir köksüzler cemiyetinin teşekkül etmesi KSYet ta biidir. Çünkü inkil&pJar ah.li.k ve görgü bakımıuıdan büyük sı kıntiıla.r vücu.de getirir. - D2mek eski devri şimdikinden iyi buluyorsunuz
- Vakıa o mme.n da riyakirlık vardı. Fakat Gandi'nin çok beğendiğim bir söm vardır. Der ki : "Riyakirhk fazilete karşı tazim ve hulus ifadesidir". - Yani eski riyakarlık şimdiki varivete müreccahtı.
- Evet, şimdi ahlii.ksızlığı ve kötillüğ:ü büsbütün meydan okur gibi yapıyorlar. - Hazırladığınız bir e.ser varını, Hanunefendi ?
- Edebi eser olarak mı ? Omrüm olursa, Tatarcığın devayumak niyetindeyim. Da.ha doğru.<;u ; orada.ki şahısların <:ocoldarım ve torunlannı yaşataca.ğını. mını
Bu sırada Profesörün doçenti içeri girdi. Halide Edip Ha nım
:
- Adile Hanımla bir edebi konuşma
yaptık, dedi.
Ve bana dönerek :
- Fakat hep ben konuştum. Siz bir şey söyJemediniz. - Zaten maksadım sizi dinlemek
fonclim. Çok teşekkür ederim.
ve istifade etmekti, e-·
Profesör ve doçente veda ederek ayrıldım. (Cumhuriyet, 8 Nisan 1947)
253
Yahya Kemal ile Görüşme - N e gibi sualler tespit ettiniz, Adile Hanımefend; • - Öyle tespit edilmiş muayyen suallerim
yoktur,
efel'-
et edeceğim. Herhalde size hakkında ne düşünüyorsunuz?" veya "Yeni buluyorsunuz?' gibi sualler soracak değilim . mliyon larca hayranınızı ala.kadar eden ve e ·
dim. Konuşmamızın alacağı şekil ve istkamete göre merak
tiğim bazı
noktaların tenvirini rica
"Existentıalisme şairlerimı.zi nasıl Sizin
binlerce
debiyat
ve
terihimiz için de mtihim olan, başkaları hakkındaki fi
kirleriniz değil, kendinize, şahsınıza ve
hayatınıza ait
hususlar
dır. 255
Tatlı ve candan bir gülüsle : - Öyle mi ? Va:rolun Adile Hanımeitı......... dedi. - Sizin şürleriniZde mevzu bakımından hakim olan unsur taraftan milli hatıralar... Zaten bir şiirinizde bunu ifade ediyorsunuz habralardır ; bir taraftan şahsi hatıralar, bir
"Kamildir
o
insan ki yaşar htitıraUırla..."
Bazı psikologlara göre çocukluğu mesut geçmiş olan :; ' natkirlarda bu mô.zi hasreti görülür. Sizin çocukluğunuz... - Bilikis, benim çocukluğum çok hazin geçmiştir... Efen
dim, hepimiz bİ1" terkibiz, doğmadan evvel fizyolojik bir ter
kip, doğduktan sonra ildim tıesirleri ve bilhassa muhit ve kül tür tesirleriyle vücut bulan bir terkip. Kaldı ki, sanatk.i.r ken di kendine benzeyen insandır. Onu umumi hükümlere göre tah lil etmek iyi neticeler vermez. - Çok haklısınız, efendim. Ben de zaten bu iddiayı sizin gibi büyük ve gerçek bir sanatkarın şahsında kontrol etmek istiyordum... Sanatınızın teşekkülü bakımından hayatınızın en mühim devri hangisidir ? Üsküp'te geçen ilk çocukluk senelcri niz mi ? İstanbul'a geldikten sonraki devir mi ? Yoksa Paris le geçirdiğiniz yıllar mı ? - Şüphesiz Paris mühimdir... Paris'e 190S'te gittim. Bir bir buçuk sene kadar lisan öğrendim. 1904 ün sonunda fran sızcayı tekellüm edecek hale gelmiştim. Okuduğumu anJıyo:- dum. İşte o zaman üzerimde Fra.nsiz şairlerinin tesiri ba..5ladı. - Siz şiir tarihim�de yepyeni bir devir yaratmış insansı Bu kendiliğin den mi oldu ? Yani bazı tesirlere pasif bir şekilde maruz kalarak mı şiirlerinizi ibda ettiniz ? Yoksa ilk gençlik senelerinizde mu ayyen estetik prensiplere bağlanmış mı idiniz ? Yani bir şiir programmız var mı idi ?
nız. Denebilir ki, bir inkılap vücuda getirdiniz.
256
- !i'ransız şiirinde keşfettiğim şeyleri daima bizim şüri mize tatbiki cihetinden �telia ettim. ilk zamanlarda belki şu veya bu FranSllz �airinin tesirile şiir yazmışımdır. Fakat mem lekete döndüğüm sıralarda Türk şürinde yapılması !8.zııngelen şeyin hakkın da. tavazzuh etmiş fikirlerim, yani muayyen gaye lerim vardı. - Ne idi bu gayeler?
- Üç �Y yaymak lizımclı : Evvela kollektivite'niıı lisanında �tir yaratmak. Bir şür ancak bu şartla. kollektivite'ye hi tap edebilir. - B ı ınu iyice kavrıyamadım. Kollektivite'den maksadınız nedir ? - izah edeyim : Fı·ansız şairleri herkesin kullandığı keli melerle şiir söylerlerdi. Bu kelimelerin muayyen terkibi ile şiir husule gelir. Bizim divan şairleri şür yaratmak için kollektivit.e' n.in lisanında olmayan ve ancak birbirlerinin anlayabildiği kelimeleri kullanmışlardır. Bu suretle bir zümre şiiri vücuda gelmi5, miUet onfun taldp edememi�tir. .. 'l'a.n.zimattan sonraıki birinci nesil, yani Kemal Beyler, Hamit Beyler de şiirde hakiki bir inkılap yapamamışlardır. G erçi ruh bakımından garb <şiiri nin bazı ahlakuu, bazı huylannı almL5lardı. Fakat şekil ve lisan bakımından hiçbir deği5iklik yoktu. Zaten Namık Kemal Beye gelince, onda lirizm var, epik tarafı da kuvvetlidir. Fa.kat o da şiirin asıl malzemesi olan lisan bakımından eskilerden ileri gi demedi. Birinci nesil böyle... İkinci nesil, yani Fikret'le Cenap nesli de Türk şürine hakiki yenilik getiremedi. Fikret şiiri nes re tahvil �ttt Daha do ğrusu nesri şiir sahasına nakletti. Çok de fa sade bir lisan lrullanıyordo . Fa.kat maalesef çok zaman yaptı ğı şey nes;rdi. Cenab da kendisini sembolist zannediyordu. Sem bolizmi kıtiyen anJaınamıştı. Zannediyordu ki sembolizm bir takımı t.eşbih ve istiareleri sıralamaktır. Kendi şürinde de bunu yapmıştır. Cenab'm şürinde bir yenilik yoktur. Bu şür eski257
dir.. Ben istiyordum ki yeni Türk şüri herkesin kelinıeleriyle .
yapıJm.ış olsun.
--- Yani
halkın &nlayabileceği bir şür vücuda getirmek is
tiyordumız.
istiyordum ki Türk'ün hançeresine göre teli.ffuz edil ıııi� ve Türk'ün hançereslııe uygun bir 8.henk içinde kullanılmış kelimeaerle bir şiir yaratılsın. Türkçe Türk'ün mtih bir mil let oluşundan ileri gelen bazı hususiyetleri kendinde cem'eder. Türk milleti bir takım ülkeler fethetmiştir ve fütuhat sırasın da. bazı kavimleri esir etmiş, temsil etmiştir. Ayni za.ma.n da bu kavimlere mensup kadınlan kendisine nikilılamı.5, bunlardan cariyeler almıştır. Türkçe konu5mak mecburiyetinde kalan bu kavimler Türkün söylediğini t.eıkrarl.amış, fakat bunu kendi hançerelerinin hususiyetlerine göre telMfuz etmişlerdir. lşt;e bu suretle bir terkip husule gelmiştir. İstanbul türk�inin a hengi işte böyle doğmuştur. Bu, Türk'ün fatih bir millet oluşu nun neticesidir. Benim ist.ediğim, Türkçenin hususi 8.hengine gör" teW:fuz edilmiş kelimelerle şiir yazmaktı. Eskiler acem certjn 8.hengini esas tutmuşlar, türkçe kelimeleri de bu 3.henge uydurmak ve sığdırmak istemişlerdir. -
· L !kinci gayeniz
ne idi ?
. - ikinci gayem Türk · şiirini hAlis olmıyan unsurlardan .imr�r,ınak ve ona asli unsuru olan ritmi bahşetmekti. Şiirin i!Şıl matldf'_si mana değil Wızdlr. Sembolistlerin en büyük hiz meti ,�u anlatmak olmuştur. Sonra Sembolistler �ürin teş bih v�-.,istiareden ibaret olınadığını, bunların "impur" unsurlar Dlduğupu teslbit etmişlerdir. O zamana kadar bir çokları zanne diyorlardı ki, şiir yazmak muvaffakiyetli teşbihler yapmaktır. ·�iir IJff ' değildir. Şairlik, ıni.ııi.yı lafza tahvil
'c:b!·
'ş��e
etmek
sanatı
esas li.fızdır, yani "le varbe". Fakat Wız kelimele
·a·lıı i5;iliinden ibaret değildir. Kelimelerin hususi bir 8.henk bu-
'\;" '' .....58
sule getiren terkibinden �ür doğar. Bura.da. en
mühim unsur
mısradaki "ondWa.tion" hrdır, ihenl' dalgalamşlandır.
- Abbe Bremond mısram içinden geçen bir "courant po& tique" den bahseder ve bunu elektrik cereyanına benzetir. - Tamam taınam, elektrik
cereyanı... Şür
işte bu cere
yandır.
- :F'akat bu biraz metafizik, hatta mistik bir izah değil midir ?
- Hayır, hiç
değil. Ahştlıkta.n sonra insan
bunu derhal
hisseder. Bu elektrik bazen bütün nusrada mevcuttur. Bazen mısram yansına kadar gelir ve durur. Bu, mi.nanın 13.fza
Iap
inkı
ederken doğurduğu bir şeydir.
- Hareketin elektriğe, yani mekanik enerjisine inkılap edişi gibi bir şey... - Tıpkı, tıpkı...
enerjinin elektrik
Çok güzel buyurdunuz... Mina
mısram
içine bir ı·itm halinde geçiyor. Böyle bir ritm, yani mi.nayı ifa de eden lbir •rondulation musicale" ihtiva
eden
mısra "pur"
nlısradır. Meseli :
"Dökülen mey, kırılan şişei rindan olsun!" Burada :m3.ıın ritm olmuştur. Yani bu "pur" bir mısradır. Eskiler de bunu az çok gayri şuuri bir surette hissetmişlerdir. Eskilerde bir "mısraı berceste" vardır, yani manayı
ve şekli
mükemmeliyet içinde tecelli ettiren mısra. Berceste ıms:ra işte kelimelerin terkibi cihetinden ıninaya uygun ahenk şartlarım dolduran nusradır.
- Bir mısram, hiç bir mana ihtiva etmediği halde, sırf içindeki kelimelerin terkibi veya hecelerin teselsülü ile şiir do ğurabildiğine ve böy1ıe bir mısram şiir addedilebileceğine ina nıyor musunuz ? 259
- Ha güzel ! Bakın işt.e burada SemlM>listlerden ayrılıyo Zira ben Sembolistlerin iddialarını ancak yüzde elli nis
rum.
betil!de kabul ediyorum. Mısram musikisi bahsinde onlarla be Fakat mi.na bahsine gelince onlardan ayrılıyorum. Esasen ritm mi.mımn bir ifadesidir. Daha doğrusu ritm mir nayı ta.mandar ve onu ifade eder. Bakın daha. ne:erde Sembo Jistlerden aynhyorum: Sembolistlere göre ''beligae' da "im pur" bir unsurdur ve epik şiir, şiir değildir. Eğer epik şiir şiir değilse, Homere'i. Virgile'i inkar etmek, Victor Hugo'nun şah· olmadığını ili.il etmek 1lazımdır. Bu siirin temelini sökmek de mektir. Sonra aşk doğrudan doğru:ya terennüm edilmiyecek miş ! Ni�in ? Romantikler ve bilhassa Musset fazla terennüm etti diye mll? Bunlar Sembolizmin yalnız Fransızlar için hükmü olan kumnlandır. Sembolistler Fransız şiirinin geçirmiş olduğu safhalara karşı kendi aksüli.mellerini umumi bir kanun hali ne, bir estetik prensibi haline koymak istemişlerdir. Victor Hu go fada yaşamış, onun epik şiirlerinin şiir dünyası üzerindeki h3.kimiyeti fazla uzun sürmüş. Şu halde epik şiiri li.ğvetmeli !. M� aşkı, aşkın ıstıraplannı fazla t.erennüın etmiş. Şu halde a.şkı şürden kaldırmalı. Böyle şey mi olur? Bence ecnebi sür �!ı:ollerinin esaslarını öğrenmeli, bilmeli, fakat aynen kabul et m ek ve tatbik etmek hususunda ihtiyatlı davranmalıdır. Mek tebe gittiğimiz mman da bir takım şeyler öğreniyoruz. Fakat hayata atıldığımız zanıan bunlan aynen tatbik ediyor muyuz? Hayır. Ecnebi memleketler bizim için bir mektebdir. Vatan ise hayattır. Vatana döndüğümüz zaman öğrendiklerimizin bir kıs � unutmalı}7Dz. Ancak bizim hayatımız ve bizim vatanımız için kabili tatbik olantan almahyız. Ecnebi ekollerden birine ta-
ra.iberim.
mamen
intisab etmek doğTU değildir... Bir 7..amanlar bana Par
ıwsyen iliyorlardı. Bu çok
lim
vr: olamam.
Bir
cam.mı
kere
sıkardı. Ben Parnasyen deği
parnasyen
şür
"im!lRSsible" \'«'
"imp�rsonnei'\!i.;·. Bende ise ne hissizlik, ne de şahsiyetimi giz
leme varwr 260
..•
Şairin sözünü keırerek şöyle dedim : - Bence "personnalite" bahsinde
sizi klasik saymak da ha doğrudur. Siz şürlerinizde ne Parnasyenler gibi şahsiyetini ze işkence yapıyorsunuz, ne Sembolistler gibi onu gizlemek için
hususi gayretler sarfediyorsunuz, ne de Romantikler gibi per
vasızca teşhir ediyorsunuz. Şahsiyetin.izi tabiilik ve itidal da hilinde a rası ra göstermekte mahzur görmüyorsunuz. Bir Mal
herbe, bir Anclre Chenier gibi. Yani klAsikler gibi. Aynı zaman da Klasikler gibi şahsi hislerinize bütün insanların hisleri ma·
hiyetini v� şeklini vermesini biliyorsunuz.
Şairin yüzünde geniş bir tebessüm belirdi : - Öyle mi, Adile Hanımefendi ? var ohm ! ... Tabiilik ve itidal buyurdunuz. İtidal, yani "sobriete" denilen şey, öyle de ;!;il mi? Z aten "sobriete" mükemmeliyetin, perfection'un bir ı;artldır. Bu münasebetle büyük üstadını Moreas'ın bir SÖ'Lii hatırıma ge!di. Onun nazarında yer yüzüne gebniş en büyük sanatkar Sophocle idi. O, "perfection" wı timsali idi. trstadın dediğine göre, hiç bir eserinde bir tek mekanik, yaru mükemmel olmayan mısra yoktur. Her trajedisi bir müvazene ve itidal şa haseridir. Moreas'a göre
Shakespeare Sophocle'i geçmiş, Raci
ne ona yetişememiştir.
- Demek More as Shakespeare'i Sophocle'den üstün tutu yordu ? Şair bu sualimi bekliyormuş gibi, keyifli
keyifli
güldü ve :
- Bilakis, dedi. Moreas'm nazannda Sopbocle'i geçmiş ol mak Shakespeare için bir kusurdu. Halbuki Raci.ne için So pbocleın seviyesine erişmeğe gayret edip de cr:işememek bir meziyetti.
- Çok o riji nal ve belki de do��ru bir görüş ! hakkak
Şurası mu
ln "sobriete" Racine'in meziyet�erinden biri olduğu gi-
261
bi, skin şiirlerinizin de bir vasfıdır. Mesela "Vuslat" şüri ! Mev zuuna ral,'I!l en bu şiirde ne büyük nezahet, müvazene ve itidal vardır !
- Beğenmeniz beni çok sevindirdi.
(Şair bu cümleyi müla
Biliyorsunuz ki "Vus :at" kelimesi yalnız şark lisanlarında mevcnd bir kelimedir katin metnine el yazısıyle ilave etmiştir) .
•
- A caba Arapla r da bizdeki manada mı kullanıyorlar ? - Kelimenin şüphesiz tasavvufi menşei vardır. Mutasavvıflar bu keUmeyi aşkı il.ôJı.i için kulanmışlardır. Çapkın Nedim boou fiziki aşk manasına almış. Ben hem manevi, hem fi ziki aşkı ifade etmek istedim... tngilii!er Vuslat şiirimi İngilizceye tercüme etıni�ler, fakat ismine karşılık bulaniamış larJır. Bana m�ktup yazdılar. Cevap olarak dedim ki, mademki s!zrle bımun ne mefhumu, ne kelimesi var, Vuslat'ı aynen ingi liz li<ın.mna kabul ediniz ve ingiliz imlasına göre yazınız. Bizim ''flirt'' kelimesini kabul ettiğimiz gibi. Daha doğrusu Fransız ların kabul ettiği gibi. Öyle değil mi? "Flirt"in mefhumunu, hem kelimesini bütün milletler ingilizrerden almışlardır. - - Müsaade buyurursanız, hatırımda iken
yım : Herkesin
bir
şey sora
anlıyacağı bir lisanda şiir yaratmak hususuna
kıymet venniş olduğunuzu söylediniz. Fakat aynı zamanda, Di van tarzında v� Divan şiiri lisanile yazılmış
şiirlerin.iz, gazel
ieriniz, rübaileriniz var ...
- Ha, evet, doğru... Bakııı, anlatayım, bu
nasıl
oldu:
Bana MallarmC'nin hir sözünü, daha doğrusu bir nasiha tini nakktmişlerdi. Şür yazmasını öğrenmek isteyen bir tale Verlaine'in ''Fetes galantes"indeki şürled taklid etmesi ni t.avsiye etmiş. Ben de ali.kadar 0:.dwn, "Fetes galantes" şür mecmuasını blllup okudum. O kadar hoşlandım ki, bir 90k par çalarını ezberledim. Billyormusunuz ki bwılar Onsekizinci asır lisaııile ynılnııştır. Ben de tstanlbul'un fethinden Şeyh Galib'e
besine
262
kadar g�n mınan zarfındaki eğlencelerimizi yahu d eski ha.ya tmıızın bazı safhalanru gazel gazel o devirlerin şiir lisanile y8,d ve terennüm etmek hevesine düştüm Ve böyle başladı. Fakat baktım, bu öyle zann�ttiğim gibi kolay iş değjL Bu tarza iyice vtlku:f 18.zım, ünsiyet lizıın. Bunun ürerine eski şai'Tlerimizi daha .
yakından tetkik ettim. Fakat bunu estetik bir hisle olmaktan zi yade, milli hisle yaptım• Bunlar milli kültürümüzün hazineleridir, diye. Çünkü çok �illiyet.çi idim. Ve tıpkı şiirimizi tetkik ettiğim gibi, musikimizi, mimarimizi de tetkik ediyordum. Ve i'te kendi a.nlayışıma göre eski devirlerimizin lisanile o devirleri ifadeye çalıştım. Muvaffak oldum mu, o1ınadım mı bilmiyorum.
- Şı.: halde birinci gayeniz kollektivite'nin lisamnda �lir ikinci gaye.niz Türk şiirini ritme kavuşturmaktı. ü çüncü gayeniz ne idi ?
yaratmak,
- Ü�üncü gayem şu idi : Sentetik �iir yapmali:. Bizim şi irde beyitler vardı, ha.kiki manzume yoktu. Hakiki manzume muhtelif kısımlan birbirini tamamlayan !bir bütündür, hlı- bes tedir. Bütün Türl' şiirinde, yani fSki Divan şiirinde topu topu dört veya b� sentetik şür vardır. Halbuki şiir beyitler değildir, şiir bestedir.
- M�ela Endülüste raks" gibi. Ne harikulade bestediı' o ! . Üç motifin birbirile öriilüşünden, birbirine sarılışından ha sıl olmuş bir beste. Yani : zil, şal ve gül. "
..
Memnun ve
m ah cub bir tebessüm.Le ve
başını
hafifçe yana
doğru eğerek : - Beğendiniz mi?
dedi.
- Beğenmemek kabil mi ? şına bir harika. Mesela :
öyle mısralar v�r ld başlıba-
"ispanya dalga dalga bıı akşam bu şaTiladır." Ve ilave
ettim :
263
- Bf'.nce bu mısra bin manzumeye bedeldir. - Teşeldrur ederim, teşekkür ederim. - Şeytan
diyor ki.. masraı da herhalde raksın uyandırhavasını vermek içindir. Şiirde İspanyol miLa cının ve İEpanyol dansının bütün dinamizmi ifadesini bulmuş. �hğı "Volupte"
- Dinamizm... Çok güzel buyurdunuz
Bu raksı on do Arablar 'Ouraya Şeri-, diyorlarmış. O intibaı on dokuz sene içimde sak •..
kuz sene evvel Heres denilen bir yerde seyretmiştim.
la.fbm.
- Daima his ve intibalarınızı böyle uzak bir hatıra haline geldikten sonra mı ifade edersiniz ? İrticalen şiir söylediğiniz veya yazdığınız var mı ? - irtica.len mi ? Belki gen�liğimde yazmışımdır. Fakat herhalde nadiren. Şimdi bunu şaka. olsun diye yaparım. Geçen seme Ilebek't.e on beş dakikada bir şiir yazdun. Fakat şaka, cid di bir şey değil.
- Şiirlerinizde ilhamın payı mı daha büyük, şuurlu eme
ğin payı mı ?
kafamın içine i.llınm dii O zam.an yazacağım manzumeyi görürüm ve duyanın. Fa o heniiz mevcud değildir. Çünkü henüz taazzuv etmemiştir. - ikisinin de payı var. Evvela,
şer. kat
Fakat onun yavaş yavaş taazzuv etmesi ve doğması mukadder dir.. . Omın bir bir mısralan vücud bulur ve ınanzwne şekl'al ma.j!:a ba�lar.
Manzumeyi kelime kelime mi, yoksa mısra mısr a mı
teşkil veya terkib edersiniz ? Yani yaratma safhasındaki ilham
lrıelime halinde mi, yoksa mısra halinde mi tecelli eder - Şüphesiz
esas mısradır.
En uygun kelimelerle taaz� zu değildir. Mısra minası,
etmedikçe mısra. doğmuş, yani mevcnd
� ve ri� ile birlikte doğar. Fakat onu bazen aramak veya beklemek lizım.dır. Halbuki o bir yerde mevcuttur, yazılıdır. Evet, dcğacak olan manzumenin bütün mısraları levhi mahfuzda mevcuddor. Fakat onları bo.ln1ak için şair doğmuş olma.k
Jizmıdır... Bazen mısram yansı doğBl', yansını aramak Jazım .dır. Aranmazsa bolonoıa.z ve işte o 7.8JDQn manzumenin içinde yanlış ve mekanik mısralar yer alr. İnsan bunu derhal hisse� der, çü..ııkü hu mısralarda ''musique inrerieure" yoktur. Halbuki mAnanın ve ritmin mükemmeliyetiyle doğan bir mısra ebedi, "oofüıitif" bir şeydir. Onda m8.na ve şekil biribirini tamamlar. Bir şarkıua. "phrase verbale" ile "phrase musicale" ın birbirine tam o!a.ral{ tevafuk e�si gibi. Evet, mesela Hamid Beyin müteverrim karısı için söylediği şu mısralar :
"Bir gün dedi ıstırab içinde Ben ölmeğe gelmişim bu Hinde ölmek dedi kahkahayla güUlüm Duydum ki fakat içimden ö"ldüm . . ." Keşke Himid Bey bu dördüncü mısraı f?U şekilde yazsay-
·ilı : ·· · um, ""7d " Guw
·· ... " t 1 ı . "mden o··ıdunı f-1 u.ıW. a ı . . ıçı
işte Hamid'in asıl şiir olan mısralan bunlardır. Bunlarda
his, lisan halinde tecelli etmiştir. Keşke Himid'in daha az şiiri ol!ola idi de, hep böyle şiirleri olsa idi ! ..
şeyler yazılabilir mi? Yazılama� Ayni ma bir başka şekilde ifade edilemez. Edilirse şür 'olmaz. Zaten Bir daha böyle
na
işte ı;;airin filozofa faikiycti buradadır. Victor Hugo, Kant'm karşısındr.. imtihan veremez. Değil Kant'm, herhangi
bir lise
felsefe ht'cası karşısında veremez. Halbuki Kantın f"ıkirleri ha va.da
uçuşan fikirlerdir.
Lakin şair im fikirlerden birini al:ap ona. 265
mührünü bastığı andan itibaren o fikir beşeriyet için ka.za.nılmış bir fikirdir. "C'est definitif. C'est aeqllıis pour l'hu sanatın
manit.e !.''
- Biraz evvel "musique interieure" tabirini kullandınız. Gerek Fransızlarda, gerek bizde muharrir ve münekkidler bu tabiri bat:ka başka manalarda kullanıyorlar. Bazılarına göre bu müzik, mısradaki seslerin mana ile birleşerek okuyucunun ruhunda uyandırdığı bir ikinci nağmedir. Bazılarına göre ise doğrudan doğruya mısram kendi ritmi, yani hecelerin biribiriy le imtizae;ından doğan ahenktir. Abdülhak Şinasi'nin yirmi yir mi beş sene evvel yazılmış bir makalesinde a._.c:ıağı yukarı şöyle bir tarife tesadüf ettim : Deruni ritm bir şiirin son mısraının son kelimesi okunduktan sonra okuyucunun ruhunda terennüm etmeğe başlayan nağmedir, diyor.
- Hayır, hayır, mısram kendi i.hengi mevzuubahistir , mısradaki musiki dalgalanışı, "ondulation musicale". - Mademki müzikten bahsediyorsunuz, size müziğe dair bir sual sorayım : Alaturka musikiyi çok sevdiğiniz malfun. A lafra.ngay, ise pek sevmediğiniz anlaşılıyor. Herhalde bazı şi irlerinizden bu mana çıkıyor. Mesela "Kar musikileri" adlı şii rinlırle : "Duydumsa da zevk almadım tsldv kederinden. .'' .
diyorsunuz. Ve hemen arkasından Itri'den bahsediyorsunuz. Garb müziği size
hiç
bir şey ifade etmez
- Bili.kis. Yani pek
anlamam
anın,
mi ?
sevdiğim
parçalar,
sevdiğim bestekarlar vardır. Mesela Grieg, mesela Falla. .. Son ra
Beethoven'in bazı Semfonileriııi büyük zevkle dinlemişimdir.
Fakat muhakkak ki kendi musikimiz, milli i.henklerimiz daha ya.kın.da.n ruhuma lüta.b eder. 266
- Bizim musikimiz hakikaten
milli midir ?
Aslında Acem
müziği değil midir ? - Yalnız Acemden değil, Acem ve Rwndan almışız. Za ten bizim ekseri medeniyet unsurlarımız Acem ve Rum terki binden doğmuştur. Meseli. mimarimiz. Bizi işte Acem mukal lidi olmaktan Rum t.esiri kurtarıyor. Çünkü terkip bizim ese riınim.i1', millidir. Yalnız şüriıni.me Rum tesiri yoktur ve ola
şür kelimelerle yapllı:r. Musiki saha!".ında AC:Cm Rnm terkib.tni "perfectimı" haline getiren Hr.i olmuştur. It:ri mJsiki :;dıasmdaki Sinaıı'ımızdır. itri-'den sonra musikimiz ha kiki bir terakki kaydetmemiştir. Fakat her sanat, tekamülü esnasında, "perfection-raffinement-rococo" safhalarını geçirir. Itri'den sonra Zaharya ''raffinement" devrini temsil eder. Ken disi Rom, müziği Türktür. Sultan Selim'i Salise de rococo diye biliriz. Ondan sonra büyük bir adam geliyor . İsmail Dede. Bu adam şahsında bütün evvellil saflıalan birleştiriyor, perfection, raffinem(·nt ve rococo'nun bir sentezini yayıyor. Çok büyük !bir adamdır. Hatta ondan sonra Türkler arasında onun kadar bü yük bir sanatkar yetişmemiştir. ınr-� da. Çünkü
- Tabii
musi k i
sahasmda ...
- Hayır, hayır bütün sanat şubeleri dahil, onun büyük sanatkar
kadar
gelmemiştir.
- Edebiyat tarihlerimiz sızın
milliyetçiliğiniz
üzerinde
hocan.ır.; Albert Sorel'in tesiri olmuş olduğunu kaydederl�r. Mil liyetçilik
ilhamını
ondan mı aldınız ?
- Şüphesiz Albert Sorel'in üzerimde tesiri olmuştur. Fa kat beni asıl başka bir şey milliyetçi yaptı, aııl1ata.yım : Paris'te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan harbi arifesinde bizim ekalliyetler, Rumlar, Bulgarlar büyük büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sua.Iarda bizim Jön Türkler Abdülhamid'i yık ma.lda. meşguldüler. Yoksa Türk milletinden falan haberleri 267
yoktu. Baktım bu Rwnların, Bulgarların yılonak isredikleri Abdülhamid değil, ba�ka 5CY· Bunlar Türk mfilletini yıkmak is tiyorlar. Demek
Türk
Bu nasd bir mil merak etmeğe başladım. Zat.en Ulô
milleti diye bir şey var.
lettir ? Mazisi nedir? diye
Siyasiye mektebinde tarih okuyordum. Türk milletinin ma risini öğrenmek için tarih kitaplanru ka.nştınnağa oo,ladım. işte bende milliyet hissi ve milliye�ilik böyle doğdu. Hatta bir aralık Turancı oldum. me
- Siz Turancı ? Bu bana garib geliyor. Gülümsiyerek :
- Onn da geçirdik, de di. Leon Cahun'in ''lntroduction a l' Historie des Peuples de l'Asi e" ismindeki eserini okumak b? ni Turancı yaptı. Türk ırkının zaman ve meki.n içindeki vüs'a.ti karşısında genlerim
kamaştı.
Zaten o sıralar<Jla havada
böyle
bir şey varclı. fl'akat benim Turancılığım uzun sürmedi. Baktım, bunun bir sonu, bir neticesi olmıyacak. Milliye�iliği blhdid et mek 18.zun.. Çünkü o zamanla:r Tnrana gayrimüslim. tonmi ka vimleri de ithal ediyorlardı. Zaten Turancıhk kendi ifratları yi. zünden yıkılmıştır. Mehmed Emin Beyin Macarlarla F"ınleri tt> rennüm etmesi yüzünden bir çokla..'"1 Turancılıktan mişlerdir. Evet, miliiy eti tahdid etmek ve
yüz. «,:.evir
tayin etmek J&zımdı .
işte o sırada Fustel de Coulanges'ııı talebe.si Camme Jullfan'ın bir yerde tesadüf ettiğim şn cümlesi imdrulıma yetişti : ''En mille ans J:e sol de France a croo le peuple français." O zaman
tor.rağm
�.ühim olduğunu, milliyetin bir wısuru olduğunu an
ladım. Bizi de yaratan Anadolu v e Rumeli toprağı idi. . . Milliye
ti
bakımından da. tahdid etmek lizı.mdı. Tarih kitabları kanaat getirdim ki ,bu balnmdan Malaz muharebesi mebde olarak kabul edilebilir...
zaman
m kanştırdılrt.an sonra
girt
- Sizin bir aşkınız da tstanbul.'dur değil mi ? Öyle
şılıyor ki,
şünüyorsunuz. O kadar döndünüz
268
anla
İstanbul'dan ayrıldığınız zaman da hep !stanbul'u dü dolaştınız,
urnk
diy&rlara
gittiniz de, döner dönmez ilk işiniz "Bir başka tepeden" istan bul'u terennüm etmek oldu. Gülüştük ve ayağa kalktım. - Sü:e çok teşekkür ederim. Müsaadenizi rica ediyorum, Birdtnbire hatırına gelmiş gibi : - Şey ... Babanızla kırk, kırkbeş sene evvel Paris'te t.anL'j· mL5Uk... Hukuk tahsil ediyordu. Çok çalışkandı. Daha o mman
mütefekkir bir gençti. Akşam yemeklerinde bazen buluşurduk.
Fakat sahalarımız ayrı idi. O bilhassa.
sosyolojik meselelerle
ali.JauJard ı...
- Be!J-, filim ve mütefekkir tipinin en mükemmel nümunesi olarak babamı dli§ünürüm. Sanatkar tipinin en mükemmel mi sali olarak da sizi gözümün önüne getiririm. - Var olun, Adile Hanımefendi. .. Şu anda içimi çok fera.b hissediyorum. Devrin en yüksek sanatkarı olan büyük şaire tekrar tekrar
teşekkür ederek ayrıldım. Sokağa çıktığım zam.an kol saatime
baktım, saat yedi buçuktu iki buçuk saat sürmüştü.
.
Beşte geldiğime göre konuşmamız
(Cumhuriyet, 1 ve 2 Mayıs 1959 �
Y akup Kadri ile Görüşme Sağlıksız olmasına rağmen, uzun ömürlü olan aile dostu romancı Yakub Kadri hayatta iken, onunla bir edebi görüşme yaparak, kendisine ve sanatına ait bazı noktalan, edebiyat ta rihi adına tesbit etmenin faydalı olabileceğini hıep düşünür düm. 1974 de, seksen beş yaşını doldurmuş olan üstadın eşi Le man Harumefendi'ye Ankara'mn meşhur Tuna Pastane'sinde rastlamam ve tarafından nazikane bir şekilde davet edilmem, fikrimi gerçekleştirmeme vesile oldu. Çankaya'daki evinde ziyaret ettiğim muhterem romancı ile merhabalaştıktan ve şundan bundan biraz konuştuktan sonra, vakit geçırmeden konuya girdim : 271
- Efendim, siz son yüzyıl edebiyat tarihimizin belli ba3h abidelerinden birisiniz. Eserleriniz kadar kendiniz ve hayatın01 da edebiyat tarihinin malıdır. Onun için, size _çok şahsi sualler de sorsam, kusuruma bakmaına.nızı rica ediyorum. Mesel.8., su .. allerimden biri şu olacak : ilk 8..şık olduğunuz zaman kaç ya.şm . da idiniz ? Sorudan hoşlandı. Yüzü güldü. - ii.k
�ık
olduğum zaman mı '! Hem en
sualinizi. Ben ilk be..5 yaşında.
.•
işık
cevaplandırayım,
olduğum zaman beş yaşında idim. Evet,
Bi7.e sık sık ziyaret.e gelen şık ve zarif bir hanım
efendi vardı. O zamanın şıklığına göre . . . Bildiğim bütün hanım
lardan da.ha
güzel, daha
süslü idi. Bir de nefis bir koku sürü
nürdü ki, bu koku beni mest.ederdi. Esas�n ona ait her şeyi
beğenirdim. O gelip gittikt.en sonra günlerce onu düşünürdüm.
O kendisine hayranlığımın farkında idi. Beni ni53J1).ıın" derdi. Sonra. farı öğrendim ki, bu hanımla babam arasınd a bir gönül rabıta Velhasıl aşıktım.
kucaklar, öperdi. Hatta, bana "Küçük
sı varmış .. Hem de o anlattığım sıralarda başlangıç safhasında. . .
Bana gösterdiği iltifatlar babamı tahrik etmek için imiş
•..
- Ya ... Demek ilk aşkınız bu .. Şimdi de, cesaret etsem.
en büyük aşkınızı soracağım.
amma ...
- işt.e budur diyelim... veyahut kanın
•••
Eşme bakarak güldü. - HaklJBınız, efendim... Başka suale geçeyim : Yazı haya tınıza başladığ1nız sıralarda veya daha sonra, eserlerine hayran olduğunuz ve tesiri altında kaldığınız bir yazar var mı idi ? - Z?.nnedersem Mehmet Rauf'u zikredebilirim. "Eylfil"ü oluıduğo.m zam.an derin tesiri altında kaldım. Günlerce ve haf� talarca içimde bu tesiri duydcm. Fakat Rauf'un sanatıma üslôbuma direkt tesiri olduğunu söyleyemem.
272
Çünkü
ve .
Rauf, _
Flaubert'in
etkisi altında idi. Sadece ferdin his dünyasına
e
hemmi.yet veriridi. Ben ise, gençlik yıllarundan beri sosyal da valarla ilgilenirim... Siyaset.e önem vermem de bu yüzden... Üstadın konu dışı olan bu sözleri kendisinin yıllarca
Halle
Partisi'nin sözcülüğünü ettiği IBus gazetesindeki yazı faaliyeti ni ima ediyordu. Fa.kat ben siyasi soru sormamağa kararlı idim. Konuya dönerek, dedim ki : - Ya yabancı ya.Larlar arasında... - Yabancılar arasında bende en derin
tesiri bırakan ve
lün� taraflannı ortaya koyuyor. Fransızlara
Proust'u İngiliz
bugün dahi en çok beğendiğim
yazar Ha.reel Proust'dur. Maale sef onu geç keşfettim, 1922 lerde, yani otuzundan sonra. O sll'a la.rda Fransızlar Proust'u sevmezlerdi. Aristokratbğa özeniyor diye. Halbuki a.rist.okratlan "ridiculiser" ediyor, onbnn gü ler tanıttı. Türkçeye de ilk defa ben tercüme ettim: "Du cıôre
de chez Swann"ı... - Proust'da
beğendiğiniz
şey nedir ?
- ince ve kuvvetli psikolojisi: Burgu gibi deler deler, insan ruhunun dibine, içgüdülerine kadar iner .. .
- Sizce en çok hangi eserleriniz üzerinde Prousıtun tesiri olmuştur ? - IDç şüphesiz ''Sodom ve Gomore" üzerinde.
Öyle mn.
nediyor om ki, Proust bana bazı konulara dokunmak cesaretini verdi. Fakat, tabii Sodom ve Gomore'de Proust tesiri dışında da çok şey var: Her şeyden evvel muayyen bir devrin tablosu. Sonra, ntilli bakımdan ıııuayyen çevrelerdeki aşağıhk duygusu... - Nur Baba"yı ne gibi şartların tesiriyle y�dınız ?
mı ? O bir hayal Jnrıklığının mahsulüdür. Bir zamanlar ben bir inanış, bir heyecan ihtiyaciyle Bektaşiliğe - Nur Baba'yı
273
sanlınıştım. Tasavvufu dinden ayn bir şey olarak görüyordlım. BirQok Bektaşi tekkesine devam ettim. Bir Derviş ibrahim var dı. O beni götürürdü. Ümmi bir arkadaştı... Fakat Bektaşilikte
umduğumu bulamadım. Ve Nur Baba'yı bir hıncın t.esiriyle yaz-
dım
•••
- Bektaşilikten soğumak, sizi toptan tasavvuftan da mı soğuttu ? - Bunu diyemem, çünkü Yunus Emre'yi keşfettikten son uzun zaman tadına doyamadım. Bugün bile zevkle okurum. Köprülü'ye Yunus Emre'yi ben tanıttım. O da hemen meşhur eserini yazdı. Bilirsiniz, Yunus için Mevlil.na'nın sözünü: ''Bu Yörük oğlanı bizi bile g�ti" der. Ywıus Emre'nin en çok be ğendiğim beyti de şu : ra,
"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm."
Ben sefir iken, dışanda, dip'lk>ıı&ı.tik ziyafetlerde, yabancı sef"ırlere tercüme ederdik bu m.ısraJan, hanımla ben. Hayran kalırlardı. - Sayın üstad, eserleriniz arasında, en çok kendinizi ifa de ettiği:ııi z, kendinizden verdiğiniz eseriniz hangisidir ? - Bilmem ki. Hepsi de, meselii. "Hüküm Gecesi". Ger çi romanın kahramanı ve hatta. ikinci derecedeki şahısı1ardan hiç biri ben değilim. Onların başından geçen benim başımdan geçmemiştir. Fakat olay olarak değilse de, duygu olarak, ben o devri ta içimde yaşadım ve romanda yaşatııığ ıa a çalıştım. - En çok beğendiğiniz romanınız hangisidir, bunu sora
bilir miyim ? - Beğendiğim mi? Aslına bakarsanız, hiç bir roı$Jlımı tam olarak beğenmem. Kendini beğenmiş insan değilim ben 274
.•.
Bunu
söylerken gülüyordu.
- Beğenmek
değil,
ni, roman nev'i hakkında
gun olanı .
tercih etmek diyelim isterseniz . Ya
bugün
..
sahip olduğunuz görüşlere uy
- Belki de "Panorama" Bütün bir devir var o romanda. Gerçekçi, objektif bir görüşle yapılmış bir ..Peinture sociale" Sırası gebnişken şunu söylemeliyim. mühimdir : "Sosyal ger çek�ik" dedikleri şey, tek baş:iııa., sanat eseri yaratmak iç.in kafi değildir. Bu bakımdan ben, 1933 de Moskova'da toplanan Yazarlar Kongresi'nde Rusla.n � tenkid ettim. ''Birinci Ci han Harbi'nden evvel mükemmel edebiyatınız vardı, o zaman dan beri !bir şey yap�adınız" dedim. Fransızlardan Aragon da bana katılW.. Gazetelerde resmim çıktı. Günün adamı oldum. Ya... Açıkça söyledim Ruslara. Dedim ld... •..
.••
Üstad bu bahsi uzattıkça uzatıyor. Belli ki, sol gibi yorum lanan bazı fikirleri dolayısiyle, kendisini Sovyet
rejimi hayranı
sayabileceklere karşı delillere, vakalara dayanan tekzipte bu lunmak arzusu var içinde .
..
Sözünü kesiyorum : - Romanlarınızı nasıl yazarsınız ?
Mevzuunuz
kafanızda
olgunlaştıktan sonra mı kağıda dökersiniz, yoksa yazdıkça konu gelişir?
mı
- Yazdıkça, yazdıkça.... Mevzu kendisi romancıyı sürük ler Hatta bazen dekor veya şahıslar... Ben, meseli, muhayyi lemin öni.i� serdiği sahneleri bir film seyreder gibi seyreder ve gördüklerimi anlatırım. Bunlar benim dışım.da olan şeyler miş gibi... O kadar ki, Panorama'yı yazarken, bir yerinde duy gulanarak, kalemi bırakıp ağladığımı hatırlı.yorum... Sonra, ''Kirahk Konak" yok mu? Nedense en çok tutunmuş roma.nla nmdan biridir. Ben bunu para ka.za.nmak iç.in, bir gazetede tef rika edilmek üzere yazrnağa başladım ve ilk cümlesini yazdığım ..•
.•
275
mevzuu hakkında en ufak fikrim yoktu. Fakat ya7.dık mevzuu yumak gibi �ddı.
7.3.Rla.D. ça,
- Bir
daha dünyaya gelmek mümkün olsa idi, hangi mes
leği seçerdiniz ?
- Ben mi? Tereddüt etmeden aynı mesleği, yani roman mı ! Bir kere ha kiki hayatta kendiniz olarak yaşıyorsunuz. Bundan başka, ha yaliniiin kurduğu dünyada yarattığınız her şahısla ayrıca yaşıyorsunuz. Bir de, kendi yaşadığınız bu hayatları başkalan na, bütün okuyucularınıza yaşatıyorsunuz.., cıhğı . Romancılıktan daha zevkli m� var .
- Daha uzun seneler yaşayın ve yaşatın, üsta.d. Size çok çok teşekkür ederim. Edebiyat tarihimiz için kıymetli
bilgiler
verdiniz, sanatınız hakkında mühim noktalan aydınlattınız. Menırıuniyet dolu bir gülüş birdenbire yüzünü gençleştiri yor, kocaman siyah gözlerine canlılık ve parlaklık veriyor. Za rif bir ne2.aket
ve
tevazu ile :
- Ben size t.eşekkiir ede�
Elini sıkıp ayrılıyorum. ("Türk Edebiyatı" dergisi, Ağustos 1914 )
276
tÇtNDEK.tt.ER ÖNSöZ I. Aüdillhak Hamit Tarhan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . II. Mehmet Emin Yurdakul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . m. Yahya Kemai Beyatlı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . IV. Yakup Kadri Karaosmanoğlu . . . . . . . . . . . . . . . . . v. F3.zıl Ahmet Aykaç VI. Behçet Kemal Çağlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. .. . . . VII. Sabahattin Ali . VIII. Salih Zeki Aktay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..................................... IX. Şükfıfe Nihal x. Refik Hfilit Karay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XI. İsmail Ha.mi Danişmend . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XII. Abdülhak Şinasi Hisar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIII. Celfil Sahir Erozan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIV. Halide Edip Adıvar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . xv. Cevat Fehmi Başkut . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVI. Peyami Safa . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVII. Orhan Seyfi Orhon . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVIII. Ahmet Hamdi Tanpınar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIX. Hüseyin Nihal Atsız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XX. Halide Nusret Zorlutuna .. . . . ... .
.
.
.
.
s.
.
s.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
s.
. .
s.
. . . .
.
. .
. . . . . . . . .
.
. _. . . . . . . . . .
.
. .
.
. .
. .
. .
.
. .
EK 1. 2. 3.
:
s. s.
.
. . . .
. . .
. . . .
.
s. s. s. s. s. s. s. s.
7 17 29 39 51 63 81 91 101 111 123 139 147 157
167 181 s. 193 s. 203 s. s.
s. s.
211 231
ÜÇ EDEBİ GöRÜŞME
Halide Edip ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yahya Kemal ile görüşme . . . . . . .. Yakup Kadri ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
.
. . .
. . . . .
. . . . . . .
. .
s. s. s.
245 255
271 277
AD i LE
AYDA ' N I N
ES E R L E R i
fra.nsızca :
1.
Le Drame interieur de Mallarme. 1955
2.
Un n:plomat.e turc aupres du Roi-Soleil. 1956
3.
Les Etrusques eta.ient-ils des Turcs? 1971
türkçe :
1.
Yahya Kemal'in kendi ağmıdan fikirleri ve sanat gö rüşleri. 1962
2.
Etrüksler Türk mü idi? 1974
3.
Yahya Kemal'in fikir ve şiir dünyası. 1979
4.
Dergi ve gazet.elerde sanat ve edebiyat üzerine lOO'den fazla yazı.
fi '
279