Adile Ayda - Böyle İdiler Yaşarken

Page 1



ADİLE AYDA

(Edebi Hatıralar)

Abdülhak Hamit - Mehmet

Yahya Kema.I Yakup Kadri Ya.zıl Ahmet - Behçet KemaJ - Sa.bahattin Ali - Salih 7.eki Şükôfe Nihal Refik Hitit lsmitil H3.mi Abdülhak Sinasi Celi.I Sahir Halide Edip Cevat Fehmi Peyami Safa - Orhan Seyfi Ahmet Hamdi - Nihal AL-.ız Halide Nusret Emin

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

ANKARA 1984

-



ÖN S Ö Z Bu kitaba koyduğum "Böyk idiler yaşarken" adı okuyu­ cuya yanlış bir fikir verebüir. Onun için hemen belirtmeli­ yim ki, kitabın konusu "Edebi Portreler'' değil, "Edebi H<i­ tıralar"dır. Bir edebi portre çizmek ve konu olarak ek alınan

yazarın hem yüz, hem karakter çizgilerini tam olarak vermek bir çeşit çabayı, araştırmayı gerektirir. Edebi hatıralarını ya­ zan ise, araştırma yaınnaksızın, ne hatırlıyorsa onıu yazar. Di­

ğer

taraftan, txlebi portrede portreyi çizen kalemin sahibi sah­

ne dışında kalmağa mecburdur. Haibuki, edebi tür'lerden biri­ ni oluşturan "Hatıra", bir hikfrye niteliğinde olduğundan ve

drar 3


matik unsurlar taşıdığuıdan) hatıralarını anlatan yazar) o"lay­ ların gelişmesini yansıtabilmek için) sahne.de kendisine de gö­ rev verir. Çünkü hdtıra yazarı tanıttığı kimseyi onunla. ilişkileri sonucunda tanımıştır. ilişki olan yerde en az iki kişi bulunur.

Bir gerçek daha vard1T : Hatıra"lar bir çeşme gibi akarsa)

zaman aynen canlanır. " ... Suyun şu kadarını akıtayım şu kadarını alıkoyayım..." demek olmaz. "Aman, tevazıu'a aykı­

gcçmi.J

•..

rı olmasın! Aman, övünür gibi yapmayım !" şeklinde kısıtla­

yıcı ve sınır "layıcı düşünceler de kalemi kısırla.5tırır. Bu kitaptaki hdtıraların çoğu yarım yüzyu öncesine ait­ tir ... yarım yüz yıl öncesi 1ci, benim için dün gibi taze! Bunların

bir bölümü, 1915 ile 19�18 arasında "Hisar" derqisinde yayın­ lanmıştı. Kitaba aldığım

20

yazarı seçerken, bunların birinci sınıf

yazarwr -olmasına veya) hiç değilse, bir tarzın, bir ekolün tem­ silcisi bulunmasına özen gösterdim. Yoksa, çok iyi tanımış ol­

duğum As af Halet Çelebi, E.vat Mahmut Karakurt gibi ikinci sınıf sayılabilecek yazar"ları da almış olsa idim, tanıtılanların sayısı otuza, belki kırka çıkardı. Görüle.ceği gibi, son fasıl kitabın adına çok şükür uyma­ maktadır. Çok şükür diyorum, çünkü değerli şair Halide Nus­ ret Zorlutuna, bütün canlılığıyle aramızdadır. Bu kitabın bazı sahifelerinde, rahmetli babamın gölgesi,

arka pldnda da olsa, sık sık

kendini göstermektedir. Sevgili

Şüküfe Niha"l'inki de ... Tanıttığım ünlü kimselerin çoğunu on­ lar sayesinde tanıdığım için, bu kaçınılmazdı. Kitaba konu olan yazarları nasıl

tanıdım.sa, öyle tanıttım, hepsini anlattım,

onlar hakkında ne biliyorsam, ne duydumsa.,

meziyetleri de, kusurlan da. .. Zannedersem, bu bizdeki gelenek­ lere ayk'"ırtdır. Bizde bir yazarın e8eri beğentlirse, göklere çıkarılır.

4:

kişiliği de


Bu arada, kitapta tanıttığım kimselerin kişiliğini vasıf­

landırırken, milletsever olup olmadıkları üzerinde de durdum, ki bu bazılarınca edebiyata ideoloji karıştırdığım şeklinde yo­

rumUınabilir. Fakat yirminci yüzyılın ikinci yarısında ideolo­ jinin kazandığı önem bakımından, hakkında hatıralarımı anUıt­ tığım yazarların milrı duygular açısından görüş ve davranışla­ rına işaret etmese idim, karakterlerindeki bir çizgi eksik kalır­ dı. Dante hakkındaki bir yazıda kendisinin "gelf" okluğunun zikredilmeden geçilmesi gibi •..

Çeşitli yazarlarla karşılaşmalıırımı anlatırken, pek tabii olarak, yılların akışını takip ettim. Bu bakımdan yirmi defa kendi hayatıma da değinmek mecburiyeti yüzünden, tekrarla­ ra düşmüş olabilirim. Kitabın bu ve ba..Jka kusurlarını ZUtfedip bağışlamalarını sayın okuyucularımdan dilerim. Adile

Ayda

5



ABDÜ L HAK

HAMİT

TAR H A N



Ab dülhak Hamit Çok mutluyum ki, 19 uncu yüzyıl yazarlarından sayılma­ sı gereken .Şair-i-8.zam'ın son yıllarına yetiştim. ve kendisiııi yakından görmek, az da olsa, konuşmalarını dinlemek fırsatını buldum. Gerçi Abdülhak Hamid'i ilk göriişüm uzaktan oldu. 1 Ka­

sım 1931 günü idi. İlkbaharda seçimler yapılmıştı ve yeni mec­ Hsin açılışı olacaktı. Annemle ben dinleyici tribününde idik. Eski Meclis binasının dinleyici tribünü yanda değil, salonun arkasında bulunuyordu.

9


Her ülkede parlamenter gelenektir : Seçimlerden sonraki başsız Meclislerin ilk toplantısına en yaşlı üye başkanlık eder. Tribünde sağımda solumda "Abdülhak Hamit" diye fısıltı du­ yunca, dikkat kesildim. Boynunu ve sırtını dimdik tutan zarif

bir ihtiyar Başkanlık kürsüsünün basamaklarını çıkıyordu. Ben görmedim amma sonradan görenler söyledi : Basamakları çık­ mağa yarclım etmek için, ön sıradaki bir "mebus" yanına ko­ şup kolunu uzatmış, şair yardımı reddetmiş. Hesaba göre, Ab­ dülhak Hamit o zaman 19 yaşında idi. 1928'de milletvekili ol­ muştu. Yani üç yıllık meclis tecrübesi vardı. Onun için, çok tabii ve rahat bir şekilde kürsüde yerini aldı. Ancak : "Büyük Millet Meclisinin falanca devresinin ilk içtimaını açıyorum" dediği zaman, sesinde heyecan seziliyordu. Belki de, solunda­ ki yüksekçe balkondan her şeyi dikkatle takip eden "Gazi" nin bakışını üzerinde hissettiği için... Abdülhak Hamid'in Meclise, iki üç dakika da olsa, baş­ kanlık etmesi onu birinci plana çıkarmış ve o günlerde kendi­ sinden söz edilmesine vesile olmuştu. Kendi duyduklarıma an­ nemin ve babamın duydukları eklenince, şairin özel hayatım• dair bir şeyler öğrenmiş oldum. Söylenenler şunlardı : Şairle Lüsyen Hanım Maçka Palas'taki evlerinde göze batacak ka­ dar lüks hayat yaşıyorlarmış. Bu kadın bir edebi salon sahibi olmak iddiası ve bahanesi ile şairi yoluyormuş. Bu defa da, onu maddeten yıkacakmış. Yedi yıl Avrupa'da süründükten sonra süklüm püklüm geri dönen bu vefasız kadını affetmek­ le şair kendini cok kücük düsürrnüşmüş. Bu kadar küçük dü­ şen bir

adamın Şair-i-azam'Iığ·ı nerede

imiş?... Bu sözlerde

açıkça kendini gösteren bir çekememezlik vardı.

Ben

hisseder:

gibi oluyordum ki, bu çekememezlik bile, Abdülhak Hılmid'in büyüklüğüne bir delildi. .

.

.


Abdülhak Hamid'i ikinci görüşüm 1932 yılında oldu. Bu arada az kalsın Büyük Şairin gelini oluyordum .. Nasıl mı? istemesem de, sıkılsam da, şairle görüşmemin hikayesinden çı­ kan manayı belirtebilmek için, bunu anlatmak zorundayım. Ben o yıllarda, Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi idim. Sıra ar­ kadaşım, Şa.ir-i-azam'ın torunu, Tank

adlı

kibar bir çocuktu.

Bilindiği gibi, bir çok defalar evlenen şairin ancak Makber'i ilham eden Fatma Hanımdan çocuğu olmuştur. Tarık, şairin Hamide adlı kızının oğlu idi. Hukuka devam ettiği sırada, ayni zamanda Dışişlerinde memurdu. Yetişme bakımından aramızda bir yakınlık vardı. Çünkü o da bir Fransız lisesinden,

Sen

Jozef'ten mezundu. Samimi arkadaş oluşumuzun bir başka se­ bebi de şu idi : Tarık, benim Fransız okulundan bir arkada­ şımla evli idi. Büyük şairin bu torunu Dışişlerinde güzel bir kariyer yaptıktan ve Helsinki ile Lizbon Büyükelçiliklerinde bulunduktan sonra, genç yaşta vefat etti. Her ne ise, 1932 yılına .dönelim. O sıralarda Tank'ın, ken­ disi gibi Dışişleri memuru olan genç ve bekar bir akrabası varmış. Bir dış görevden yeni dönmüş olan bu yakın akrabası fazlaca içkiye düşkün olduğu için ailesi, evlenirse ıslah olur ümidi ile, kendisini başgöz etmeğe karar vermiş ve iyi aileden bir kız aramağa başlamışlar. Tank da, hanımının telkini ile, benim adımı öne sürmüş. Evlilik adayı günün birinde fakülteye çıkageldi. Tanıştırıldık. tyi numara almış olacağız ki, o gün­ den sonra genç adam sık sık fakülteye gelmeğe, hatta mektup yazma.ğa başladı. Çok geçmeden babamın Meclis'ten arkadaşı olan tanınmış bir zat araya girip, resmen 8.ilenin evlenme tek­ lifini bildirdi. Ancak teklifi yaparken, adam boş bulunup şöyle bir cümle eklemiş : "Abdülhak Hamit Bey bu işi çok istiyor. istiyor ki, oğlan yalnızlıktan, serserilikten kurtulsun". "Serse­ rilik" kelime.si bizi kuşkulandırdı ve, soruşturma neticesinde, olumsuz kararımızı verdik.

11


Işte o günlerde biz, İngiltere Büyükelçiliğine çaya davet edildik. O zamanlar henüz 6 ile 8 arasında geçen kokteyl-par­ tilerin modası çıkmamıştı, 5 ile 7 arasında olmak üzere, çay zi­ yafetleri verilirdi. Bu ziyafetlerde "ponç" adlı içki de ikram edilir, fakat esas olarak çay içilir ve tuzludan çok tatlı şey­ ler, çeşit çeşit pastalar yenirdi. Sefaret çaylarında orkestra da bulunur ve dans edilirdi. Annemin fransızcası zayıf olduğu için, öyle yerlere git­ mekten hoşlanmazdı. Bu sebeple, babam "dame" olarak, he­ men her zaman beni götürürdü. Davete gider gitmez, babamla ben, adetimiz üzere, ayrı gruplara karıştık. Bir aralık babamın Abdülhak Ha.mit Beyle bir köşede konuştuklarının farkına vardım. Şair, dil dökerce­ sine bir şeyler söylüyor, babam bir şey demeden dinliyordu. Sonra biri geldi, bir şey söyledi, dikkatimi başka tarafa çekti. Büfeye gittik. Bir iki defa dans ettim. O gruptan bu grupa geç­ tim. Böyle yerlerde grupların nasıl kurulup nasıl dağıldığı ma­ lfım. Bir aralık kendimi Şair-i-8.zam.'ın etrafında toplanmış grupta buluverdim. Bu ünlüler ünlüsü adaµıa bakakalmışım : Çizgili pantalon üzerine Jaketatay (Jacqette iı. taille) denilen arkası uzun ceket giymişti. Yaka.sının iliğinde beyaz karanfil vardı. Bunu ya evde takıp gelmişti veya o devirde bir çok er­ keklerin yaptıkları gibi, çiçek tarlası halindeki büfe masasın­ dan alıp yakasına iliştirmişti. Tek gözlüklü idi. Her halinden aristokratlık, kibarlık akıyordu. Diplomatik ziyafetlerin hava­ sına çok alışık bir insan haliyle, kesik kesik konuşuyor, şuna buna iltifatlar yağdırıyor, espriler yapıyordu. Ben de konuş­ malara bir iki defa kaWdım. Bu arada, Türkiye'ye yeni gelmiş Polonya Sefirinin büyük şairimizin kimliği hakkında bilgisi ol­ madığını ve kendisine hep "Monsieur le Depute" diye hitap et­ tiğini görünce, milli iftihar duygusu ile şöyle dedim : 12


- Savez-vous que Monsieur le depute est notre Victor Hugo ?

(Biliyormusunuz ki, Sayın milletvekili bizim Victor

Hugo'muzdur ?) Şıi.ir, hayret ve memnuniyetle yüzüme baktı. Benim sözle­ rim başkaları tarafından izahlara yol açmıştı. Şair, bunları gü­ .lümseyerek dinliyor, gözünün ucu ile de beni süzüyordu. Bir aralık kendisinin İngiliz Müsteşarının kulağına eğilip bir şey söylediğini gördüm. Bunun üzerine Müsteşar beni takdim etti : - Mademoiselle est la fille du Professeur Maksoud.i (Ha­ nımefendi Profesör Maksudi'nin kızıdır). Abdüllak Hamit Bey bir kötü haber almışcasına : - Quel Professeur Maksoudi ? (Hangi Profesör Maksu­ di ? ) diye feryad etti. Tabii bu bir soru değil, hayret ifadesi idi. Ben yavaşça gruptan ayrılırken, şairin bakındığını, arandığını gördüm. Ba­ bamı bulup da konuşmağa başladıkları zaman babam, çok lı1zumsuz olarak, beni gözleriyle yanına çağırdı. Yanlarına var­ dığıında şair babama şöyle diyordu : - Sadri Beyciğim, o iş yokmu, o iş, ben ondan va.z geç­ tim... Bilmiyordum... Varsın oğlan kendine başka kız bulsun... Ben bu inci gibi kızı yakınağa kıyamam. Bu cümleyi buraya yazarken, derin mahcubiyet duyuyo­ rum. Ne yapayım ki, aynen böyle söyledi.

Değiştirerek naklet­

mem doğru olurum idi ? Olmazdı her halde ... Esasen burada önemli olan benim hakkımda şu veya bu sözün söylenmesi de­ ğil, Abdülhak H3.mid'in dürüstlüğü ve büyüklüğüdür. Çünkü vicdani bir düşünce ile 8.ile

menfaatini bir çırpıda feda edebi­

len bir insan büyüktür.

. ..

13


Büyük Şairi üçüncü goruşum 1936 yılının sonbaharına rastlar. Bu arada ben Türk Edebiyatı ile ilgilenmeğe başlamış, Abdülhak Hamit hakkında bir şeyler okumuştum. Babamla Köprü'den Büyükada vapuruna biniyorduk. Hu­ susi mevkide yer kapalım diye acele yürürken, Birinci mev­ ki salonunun ön sıralarından birinde Abdülhak Hamit Beyi gö­ rüp durduk. Babam hemen şairin yanındaki boş yere oturdu. Ben de onların karşısındaki daracık bir yere sıkıştım. Unut­ tuğu için mi, yoksa öylesini münasip gördüğü için mi bilmi­ yorum, şair bana karşı hiç ilgi göstermedi. Bütün iltifat baba­ ma idi. Dediğine göre, Meclisteki bir konuşmasını çok beğen­ mişti. İki milletvekili İsmet Paşa - Hikmet Bayur çekişmesi gi­ bi Meclis dedikodularını tükettikten sonra, dünya ahvaline geç­ tiler. İspanya iç savaşı, Hitler'in politik başarıları, Sekizinci Edvard'ın maceraları, İngiliz dış politikası ... derken ikisinin de tanıdığı İngiliz şahsiyetlerine sıra geldi. İkisi de benim hiç adını duymadığım bir Lord Cromer'in medhini tutturdular... Hiç edebiyattan, şiir ve sanattan söz edilmediği halde, gittikçe sohbete şair hakim oluyor, babam hayran hayran dinliyordu. İngiliz demokrasisinden eski Atina demokrasisine geçildi. Hay­ ret

!

Bu şair bize Hukukta, Hukuk tarihi dersinde ezberletilen

şeylerin hepsini biliyordu. Fakat bilmek bir şey değil, bildik­ lerini biribirine bağlıyor, ilişkiler kuruyor, sonuçlar çıkarıyor­ du. Hatta şimdi anlıyorum ki, kehanetlerde bulunuyordu. "Hit­ ler Yahudileri eziyor amma kendisi Yahudi Bankaları altında ezilecektir" diyordu.

Sonra,

beklenmedik

karşılaşbrmalarda,

benzetmelerde bulunuyordu. Tarih bir denizdi. Olaylar med ve cezir kanununun hükmüne tabi idi. Batıdan Asya'ya gelen Bü­ yük Iskender'e ve arkasındaki insan dalgalarına Attila ve or­ duları Asya'nın cevabı idi. Ben . gözleri kamaşmış bir insan gibi dinliyordum. Şair ise, ilgi ile dinlenmekten memnundu. Sadece gözlerinin içi de-

14


ğil, sanki bütün yüzü parlıyordu. Bir zeka, bir deha kanatlan­ mış uçuyordu. Kafasının duruşunda, ellerinin hareketlerinde krallara yaraşır bir asalet vardı. ... Vapurun Büyükada iskelesine çarpması ile kendime gel­ dim. Yolcular ayağa kalkmağa başlamıştı. Bir buçuk saatin geçtiğini farketmemiştik bile. Vapurun sarsılmasiyle, herkes gibi, büyük şair de sarsıl­ dı. O zaman acaip bir şey oldu. Büyük şairin yüzüne bir biça­ relik, bir ızdırap ifadesi yayıldı. Sağında solunda 6astonunu aradı. Bulunca da, güç bela yerinden kalktı. Fikrin, ruhun sal­ tanatı sona ermiş, maddenin sefaleti başlamıştı. Seksen dört yıllık eskimiş vücut artık vazife görmek istemiyordu. Ayak­ larını sürüyerek, güçlükle. adım attığını görünce, babam bir koluna, ben bir koluna girdik. Bereket versin kendisini kar­ şılamağa gelenler vardı. Bir bitkin ihtiyarı, harabe halindeki "Şair-i-azam"ı onlara teslim ettik. İskeleden çıkınca, babamla ben bir müddet konuşmadan yürüdük. Tanık olduğumuz sahnenin, ruh ile madde arasındaki çelişkiyi gösteren manzaranın etkisinden kurtulamıyorduk. Hayli yürüdükten sonra, babam şöyle dedi : - Ben, Abdülhak Ha.mid'i sadece şiir zannediyordum. O ayni zamanda filim ve mütefekkirmiş.

Evet, babam onun için "ayni zamanda" filim ve mütefek­ kirmiş, demişti..Şimdi düşünüyorum da, babamın yargısı doğ­ ru fakat eksikmiş. Şair, ayni zamanda bilgin ve düşünür de­ ğil, bilgin ve düşünür olduğu için büyük şairmiş. Hayatta iken bile "ş8.ir--i-azam" unvanını kazanmış olmasının sırrı da burada. Onun ''TB.rık", "Eşber" gibi dramları ne kadar geniş kili­ ttir ve tarihi bilgi yükü taşımaktadır ! Fakat Hamid'i büyük,

1!5


en büyük yapan özellik, zannedersem, dünya, hayat ve insanlı­ ğın tarihi hakkında kafa yormuş bir düşünür oluşudur. Ona ::;iirlerinde, piyeslerinde "Zafer veya hiç !" gibi beklenmedik, düşündürücü, ufuk açıcı sözler söyleten etken hayat karşısın­

daki felsefi tavrıdır. Hamid'in felsefi görüşü zaman bakımın­ dan geniş olduğu gibi, mekan bakımmdan da geniştir. Bu adeta kosmik bir görüştür. Şair yerden göğe değil, bir kartal gibi gökten yere bakıyor . "Baladan sesler" duymak, Kainatın un­ surları ile, güneşle, yıldızlarla oynamak, göklerin sakinleri ile senli benli olmak onun için tabiidir. Bu satı rlar ı yazarken, nedense -her halde vaktiyle dik­

katimi çektiği için veya akılda kalması kolay olduğu için­ şfı.iri n şu iki mısraı geliyor kalemimin ucuna :

"K1z, git, gelme bana, havaya kalbol, ""Jit bir melek ol, semaya kalbol ..."

16


il

M E H M ET

E MÄ° N

YU R DAK U L



Şair Mehmet Emin Bey Bu yazının başlığını "Mehmet Emin Yurd.akul" diye koy­ mak için kendimi çok zo:rladım, fakat yapamadım.. Sanki yü­ ce bir insana saygıda kusur edecek, hitırasını küçültecek, ru­ hunu incitecektim. "Bey" demem şüphesiz

dil alışkanlığından.

Ya şairliğini belirtmeğe ne llızum var, herkes bilmiyor mu ? diyeceksiniz. öyle amma, Milli ŞB.iri tanıdığım ve soyadlarının henüz bulunmadığı yıllarda başka ünlü Mehmet Emin'ler de vardı. "Şiir" gibi, "sosyolog'' gibi ekleme adlar soyadı yerine geçiyordu.

. 1 9


... Bir çok tanııınuş kimseler gibi, şair Mehmet ıEmin Beyi de babam sayesinde, babamın çevresinde tanıdım. Birbirlerini

pek sever ve sayarlardı. Fakat hayır. Aralarındaki yakınlık

sevmenin ve saymanın ötesinde ve üstünde bir şeydi. Karak­ ter, kafa, yetişme, tahsil, hayat görüşü, üslup, ifade bakımın­

dan birbirinden tamamen ayrı olan bu iki insan arasındaki dost­ luk bağı Türk tarihinin derinliklerinden kökünü alan, birbirini kutsal görme derecesine varan bir karşılıklı duygu idi. Ba­

bam için Şair Mehmet Emin Bey Osmanlı lmparatorluğu için­ de ilk defa Türklüğünü gururla haykırmış bir kahramandı, yani Türklük şuurunun sembolü idi. Şair için ise babam tarihteki sayısız Türk devletlerinden birinin Başkanlığını yapmış bir ta­

rihi şahsiyet ve ayni zamanda uzak Türklüğün, Orta Asya'nın bir temsilcisi, bir elçisi idi. Şair Mehmet Emin Bey'i sık sık evimizde gördüğüm. yıl­

lar 1927 ile 1931 arasındaki yıllardır. O yıllarda o da, babam da Türk Ocakları Ilim ve Hars Heyetinde üye idiler. Ayrıca Atatürk'ün sofrasında buluşurlardı. Şair o zamanlar Şebinka­

rahisar mebusu, yani milletvekili idi. Ailesini Ankara'ya getir­ memişti. Aşağı yukarı bugünkü Stad Oteli'ni.n bulunduğu yer­ deki Belvü Palas Oteli'nde kalıyordu. Habrladığıma göre, ayın iki haftasını Ankara'da, iki haftasını 1stanbul1da geçiriyordu. Bize geldiği zamanlar, ilk yaptığı iş misafir odamızın en gö­

rünür

yerinde asılı duran kendi resmine, memnun bir gülüm­

seme ile bakmaktı. Resmin altında uzun, candan

ithafı

vardı.

Şair bir çok şiirlerinin müsveddelerini bizde okumuştur. Şiirlerini okurken bembeyaz ve biçimli bir sa.kalın çerçeveledi­

ği,

çocuk teni kadar beyaz pembe olan nurlu yüzli biraz daha

aydınlanır, temiz, beıTak, saf bakışlı gözlerinde ulvi manalar

dolaşırdı. Koltukta dik vaziyette iyice yerleşip, başını hafifçe

yukarı kaldırdıktan sonra, bir eliyle şiirlerin yazılı olduğu ufak kağıtları tutarak, öteki eliyle de, şürin mini.sına veya tempo-

20


suna göre bir takım hareketler yaparak, kalın ve sevimli se­ siyle okumağa başlardı. Şiir arada bir, mısraların arasında du­ rarak, hafif bir şapırtı çıkaran dudak sesiyle etrafa bakar, kendisine bir şey söylenmiş gibi "Efendi.m ?" derdi. Babam şiirlerini övdüğü veya tarihi rolünü hatırlatbğı za­ man da şöyle cevap verirdi: "Her şeyi üstadıma borçluyum. üstadım, manevi pederim, rehberim Şeyh Cemalettin Efgani Hazretleri idi"... Ulakbaşı denilen birinin oğlu olup, Afganistan Türklerin­ den bulunduğu şüphesiz olan ve Ziya Gökalp'ten 30 yıl önce Türkçülüğün Esaslarını ortaya koyan bu Şeyhin, çok erken dünyaya gelmiş olmak yüzünden, çağdaşları tarafından anlaşıl­ mamış ve doğru şeyler söyleyerek sömürgecilerin ve hükümdar­ ların rş.hatını bozduğu için, dokuz köyden kovulmuş bir insan olduğu anlaşılıyordu. Babamın şiirden, gençliğinde yazdığı ünlü şiirlerini oku­ masını istediği de olurdu. Şair büyük bir zevk ve mutlulukla, kendisini Milli Şair yapmış olan mısraları, ezbere okurdu. Bu mısralar okunurken, estetik güzellikleri önemsiz, teknik usta­ lı.klan anlamsız bırakan bir epik ve milli heyecan rüzgirı oda­ da esmeğe başlardı : Ey milletim! Sen bundan tamam beş bin

yıl evvel

Altaylar'da yaşarken, Tanrı'n sana dedi ki "Ey Türk ırkı bu yerdetn Güneşlere süzülen lcartal gibi uç, yüksel! Senin her bir kuvveti ram edici ellerin Bütün mağrur başlara yıldırımlar saçacak; Sana

Çin'in, /ran'ın, Ilind/in, Mısr'ın, her yerin

Er isteyen tahtları kollarını açacak"

21


Bir gün şfilr bize geldiğinde, ben de bir arkadaşıma git­ meğe hazırlanıyordum. Odamda süslenip püsleniyordum. Hiz­ metçi "Babanız sizi çağırıyor" diye haber getirdi. İçeri girdik, ş.8.irin elini öptük. Babam dedi ki : "Bak kızım, Mehmet ıEmin Bey çok kıymetli müsteşrik mektuplan getirmişler, fransızca olanları senin okumanı arzu buyuruyorlar. Gel, otur." Baktım, şairin elinde bir yığın eskimiş, sarannış zarf. Çabuk kurtula­ mayacağım... "Anneme bir şey söyleyim, geleyim" diye iki dakika ayrıldım ve (anneler her türlü güç durumlara çare bul­ mağa mecbur oldukları için) ne yapıp yapıp, muhakkak arka­ d�ıma haber yollamasını, gelemeyeceğimi bildirmesini söyle­ dim. Arkadaşımın telefonu olmadığı için ve hizmetçi de öyle iş­ leri beceremediğinden, zavallı annem komşuların bahçıvanını buldurup, onunla haber göndermeğe mecbur olmuş. Ne ise, ben geri gelince, ş8.ir memnuniyetle gülümsedi : "Gel kızım, gel, bak gavurlar ne kadirşinas adamlar! Benim için neler yazmışlar ! " dedi ve bana ilk zarfın içindeki mektu­ bu uzattı. Bu mektuplar 1900 da "Türkçe Şürler" çıktıktan son­ ra, bugünkü tabirle Türkologlar tarafından şaire gönderilmiş tebrik ve teşvik mektuplan idi. Bir kısım bilginler mektuplarını türkçe olarak yazmağa gayret etmişlerdi. Fakat o zamanki mil:­ letlerarası dil fransızca olduğu için, Alman, Macar, Rus Türko­ loglarının çoğunun mektuplan fransızca yazılı idi. �airin elin­ de her birinin tercümesi vardı. Daha önce bunların babama okunmuş olduğu bab amın halinden belli oluyordu. Fak.at şair o gün kendisine bir zevkli oyun, bir eğlence ikram etti. Her mektubu bana önce fransızca olarak okutuyor, sonra türkçeye Çevirtiyor, sonra da elindeki tercüme ile karşılaştırıyordu. Mem­ nun, mutlu idi. Ben, o zamanki kuş beyinii kafamla sabırsızla­ nıyor, lüzumsuz uzatmalara içimden kızıyordum. Düşünmüyor­ dum ki, milletinin duygularını, elemlerini dile getirmiş olan bu veliler gibi temiz ve asil insanın, her türlü maddi zevkten mah22


rum hayatında, o gün yaşadığı mutluluk dakikaları bütün bir ömrün mükafatı idi. Mektupları o zamanki acemiliğim.le türkçeye çevirdikçe, bir şeye hayret ediyordum : Bu, Batılı bilginlerin şairi övme­ leri değil, tayin edemediğim başka bir şeydi.. Sonunda, okuma­ lar ve çevirmeler bittikten sonra, babam içimdeki duyguyu ifa­ de eden şu cümleyi söyledi : "Bu adamlann hepsi Türk diline aşık". Şair Mehmet Emin Bey övülmekten, sevilmekten hoşlan­ dığı gibi, kendisi de kolay hayran olan, hayran olmağa, itimat etmeğe, güvenmeğe, sevmeğe ihtiyaç duyan bir insandı. Son­ suz hayranlık beslediği insanlardan biri de o zamanki Türk Ocak.lan Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey'di. Pek çok par­ lak sıfatları ve yüksek meziyetleri kendinde toplamış, milletve­

killiği ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, daha sonra.ki yıllar­ da Büyükelçi olacak olan bu zat yakışıklı. erkek, parlak hatip ve idealist bir türkçü idi. Bir çok meselelerde, şairin kendi fik­ rini söylemesini herkesin beklediği zamanlar o söze şöyle baş­ lardı : "Hamdullah Suphi derki..." Bu onun alçak gönüllülüğü­

nü gösterirdi. Şair olmaktan gurur duymakla beraber, bir dü­ şünür, bir politikacı olmak iddiasında hiç değildi. Millet Mec­ lisi'ndeki bir cevabı meşhurdur : Bir gün kürsüye çıkıp uzun uzun konu dışı konuşmağa başlayınca, etraftan bağırırlar : - Sadede gel, sadede (meselenin özüne) Şair istifini bozmadan, sakin ve tabii bir sesle şöyle ce­ vap verir: - Sadede benden sonra.ki arkadaş gelecek. 23


Şair bu temiZ' kalpliliği yüzündendir ki, Serbest Fırka fır­ tınasının kurbanlarından olmuştur. Bu fırtına Ankara'da değil, Yalova'da esti.

.

.

.

... 1930 da Yalova'da banyo tesisleri ve Termal Oteli yeni yapılmıştı. Gazi Paşa (henüz Atatürk değildi) o yazı Yalova'da geçiriyordu ve "Bir çeşit Akademi" diye nitelenmiş olan ünlü "Atatürk Sofrası" Yalova'da kuruluyordu. Babamın kolayca kütüphanelere gidip gelebilmesi için o sene Istanbul'da yazlığa çıkmamış, Taksim Meydanı'na yakın bir yer kiralamıştık. Fa­ kat babamın o sene çalışması pek mümkün olmadı. Çünkü sık sık Yalova'ya, sofraya çağrılıyordu. Bazen orada bir iki gün otelde kalmağa mecbur oluyordu. Yazın ortasına doğnı gazete­ lerde Serbest Fırka haberleri yer almağa başladı. Fakat babam Serbest Fırka'nın kuruluşunu ve gelişmesini Atatürk'ün sofra­ sında takip etmişti. Bir aralık bizlere bu konudaki kanaatini kısaca, şu cümle ile özetlemişti : "Gazi Paşa galiba İsmet Pa­ şa'yı devirmek istiyor." Babamın o zamanki bu kanaatinin ve­ ya hükmünün doğru olup olmadığı aslında bugün bile bilinme­ yen bir şeydir. Babam bir gün Yalova dönüşü dedi ki : "Fırka'ya Milli Şair de girdi."

17

yaşın toyluğu ile bu haberi

önemsemedim.

Zaten, gazetelerde politik haberleri okumaz, Aka Gündüz'ün fa­ lan tefrika romanl arını okurdum. Sonbaharda Ankara'ya döndük. Günlerden bir gün Meh­ met Emin Bey çıkageldi. Rüzgar gibi içeri girdikten sonra, ba­ bamla karşılaşınca, şöyle bağırdı: "Aşkolsun,

Sadri Bey, aşkol­

sun. Sen bana bunu yapacak mı idin?" Sonra, babamın çalışma odasına girdiler. Ben içeri girmeğe cesaret edemedim. Şi.ir git­ tikten sonra annem de, ben de sorduk :


- Niye aşkolsun, diyor, ne olmuş? - Sormayın, dedi babam, şiir bana darılıyor, niçin Serbest Fırka'ya girmeme mani olmadın, diye. Ve bizlere yazın Yalova'da Gazi'nin sofrasında geçen, Ser­ best Fırka'nın tarihi bakımından önemli bir sahneyi anlattı : O

gece Gazi sofrada bulunan herkese, sıra ile, Fırka'ya girip girmeyeceğini sormuş. Kimine "Girecek misin?", kim.i­ ne "Girer misin?" diyormuş. Babamla şiir karşılıklı sıralarda, fakat masanın ayrı uçlarında oturuyorlarmış. Mehmet .Emin Bey'e sıra babamdan evvel gelmiş. Gazi "Girer misin ?" deyin­ ce "Emredersiniz Paşam" diye cevap vermiş. Babam da, ken­ disine sıra geldiği zaman; "Zatı-Devletlerinin Fırkasında kal­ mama müsaade buyurun" dem.iş. Çünkü o günlerde bazı şeyle­ rin kokusunu almağa başlaınış. Şimdi şiir babama diyormuş ki : "insan uzaktan bir işaret yapmaz mı ? Bana durumu belli etsen olmaz mı idi ?" Allahtan bunları gerçek dargınlık ve kırgınlıkla değil, üzüntüsünü paylaşmak. kabilinden söylemiş ve babam da: "Na­ sıl yapabilirdim ? Gazi ikide birde yüzüme bakıyordu" diyerek. şairi yatıştırmış ve her zamanki gibi dost ayrılmışlar. Serbest Fırka fırtınasından bir kaç ay sonra milletvekili seçimleri olacaktı. Şair seçildi mi, seçilmedi mi hatırlamıyorum. Fakat seçilmemekten büyük endişe duyduğunu, konuşmalann­ da hep bu konu üzerinde durduğunu anlatmışlardı. .

.

.

Atatürk'ün sofrasında geçen bir başka sahnenin ayrın­ tılarını da babam bana anlatmıştı: Serbest Fırka hikayesinden beş altı ay evvel, yani 1930 yılının başında, Atatürk sofrada Türk Ocak.ları'nın çalışma25


larına ilgi gösterir, daha doğrusu ilgi göstermekle söze baş­ lar ve sonra biraz sert bir sesle : - Ne yapar bu İlim ve Hars Heyeti? diye sorar. Etraftakiler

bir

azar tonu ile sorulmuş

bu soru karşı­

sında şaşırırlar. Atatürk de şöyle devam eder : - Haydi diyelim ki, ilim mensupları tarihimizi araştırı­ yorlar. Ya Hars'ı temsil edenler? Onlar ne yapar? Gazi

bu soruyu bilhassa Mehmet Emin Bey'e

bakarak

sorar ve ısrarla : - Evet, ediplerimiz, şairlerimiz ne yapıyorlar? "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur", anladık. Fakat o zamandan be­

ri koskoca bir istiklfil Harbi, bir Milli Mücadele geçirilmiş. Ha­ ni bunu mevzu yapan milli şairlerimizin milli şiirleri? Mehmet Emin Bey, bu sözler karşısında bayılacak gibi olur, dili tutulur ve cevap veremez. Fa:kat kendisini Milli rŞair'i korumakla görevli sayan Hamdullah Suphi Bey şöyle der : - Türk milletinin tstiklfil Mücadelesi başlıbaşına bir des­ tan mevzuudur. Destanlar ise uzun çalışmalarla meydana gelir.

Firdevsi Şehname'yi 30 yılda yazmıştır. Elbette Milli Şairimiz

Türk'ün Epopesi'ni yazmağa başlamıştır bile... Atatürk "öyle mi? der gibi şaire bakınca, o da şu sözleri söylemeğe mecbur olur : - Milli kahramanları terennüm etmek biz şairlerin vazi­ fesidir. Benim de en büyük emelim budur. Yeter ki, kalemim sizin yarattığınız harikaları anlatmağa layık olsun... Aslında, bu konuşmaların geçtiği geceden iki yıl önce Şair Mehmet ıEmin'in "Mustafa Kemal" diye uzun bir şiiri yayınlan­ mıştı. Ve şüphesiz imzalı olarak Gazi'ye takdim edilmişti. Ga­ zi bu şiiri, her halde, ya beğenmemiş, ya da yeterli bulmamış-

26


tı. üçüncü ihtimal de kendisi hakkındaki şiirin, İsmet Paşa'ya ithaf edilmiş olmasından hoşlanmayışı olabilir. Şair bunu, bel­

ki de. her iki büyüğü memnun etmek düşüncesi ile yapmıştı amma yaptığı, Gazi açısından, bir gaftı. Halbuki şiirde adam­

akıllı güzel mısralar vardı : Bu susmaz, bu yanık sese doğru sen Beklenen bir resul ruhuyle geldin. Bir siyah gecenin karamığırıdan Bir sabah yıldızı gibi yükseklin. Acaba Türkiye'nin kurtarıcısı bir Resule benzetilmeği ken­ di askeri şanı ile bağdaşmayan bir teşbih olarak mı görmüştü? Yoksa. şiirde Osmanlı Padişahların övülmesi Cumhuriyetin ku­ rucusuna yersiz gibi mi gelmişti? Yapılabilecek tahminlerin so­ nu yoktur. Mehmet Emin Bey Gazi'ye yazacağını vadettiği epope ile yıllarca uğraştı durdu. Rahmetli babamın evrakı arasında bulduğum ve 28 Hazi­ ran

1931

tarihini taşıyan bir mektubunda şfilr şunları yazıyor :

"Henüz epopeye başlamadım. Sizin neşredeceğiniz tarihi bek­ liyorum. Bu zamana kadar b�ka milletlerin epopelerini müta­ lea ve tetkikle uğraşıyorum ...

"

Atatürk öldükten sonra, şair bu uğraşmasına son verdi. Yazdığı kadarını da "Ankara" başlığı altında yayınladı. Büyük Turan şairi

1944

yılının başında, Turancılara cani muamelesi

yapıldığını çok şükür görmeden vefat etti.



111

YA H YA

K E M AL

B E YATLI



Yahya Kemal Yahya Kemal ile 1947 sonbaharında tanıştım. Fakat daha önce de kendisini yakından ve şahsen tanıyor gibi idim. Çünkü babam onu bana bir çok defalar anlatmıştı. O ve babam yük­ sek öğrenim yıllarını beraber geçirmişler, teklifsiz ve samimi bir şekilde arkadaşlık etmişler. Yirminci yüzyıl başırun Birinci Dünya Savaşına kadar ge­ çen yıllarına "La belle epoque", güzel devir, demek adettir. tş­ te genç Yahya Kemal ile genç Sadri Maksudi bu güzel devri Paris gibi güzel bir şehirde birlikte geçirmişlerdir. Ne yazık ki, kronik bir şekilde meteliksiz olarak... 31


Bilindiği gibi, dört beş yüz yıl önce, Paris üniversitesin­ de öğretim 18.tince yapıldığından ve öğrenciler dersten sonra da latince konuşmağa devam ettiklerinden, onların yaşadığı ma­ halleye "Latin mahallesi" (Quartier latin) denmiştir. tşte Sor­ bon civarında bulunan fakat asıl canlılığını Sen Mişel bulvarı­ nın teraslı kahvelerinde görmek mümkün olan bu mahallede, Sciences Politiques öğrencisi olmakla beraber gözü edebi çev­ relerde olan genç şiir ile Hukuklu arkadaşı birbirlerine sık sık rastlarlannış. Babam o günleri şöyle anlatırdı: "Karşılaşınca paralı günlerimizde büyük hovardalık ya­ par, oradaki kahvelerden birine girer, uzun uzun sohbet eder­ dik. Züğürt zam.anlannuzda ise, dadıların ve sevgililerin bah­ çesi olan Luxembourg bahçesine gider, orada bedava vakit ge­ çirirdik. Fakat öyle günler olurdu ki, o karşıdan gelirken, da­ ha uzaktan elini kaldırıp : "Sadri, aklımda, sana beş frank oorcum var" diye seslenir ve yanım a uğramadan yürüyüp gi­ derdi. Ben de kendisine fena halde kızardım. Mizaçlanmız çok farklı idi. Ben param gelince haftalara, hatta günlere ayırır ve bir gün sonraki paraya dokunmazdım. O ise, paralanınca Simo­ ne'ları Yvonne'lan yemeğe davet eder, bir kaç gün lordlar gi­ bi yaşar, sonra da sağdan soldan borç ile geçinirdi. Bir sanat­ çı, bir şair için bu bohem mizacı tabii karşılamalı idim. Fakat o zam.anlar pek içerlerdim. O da bana arada sırada : "Ah, bu zek8.nla bir az da şair olsan !" derdi Çünkü bana bir iki şiiri­ ni okum.asına tahammül ettikten sonra: "Bırak şu şüri de doğru dürüst konuşalım>! derdim. Fakat tarih merakı, tarih sevgisi bizi birleştirirdi. Türklük tarihini ayni şekilde anlar, ayni şekilde yorumlardık. Okuduğumuz tarih kitaplannı bir­ birimize tavsiye eder, beğendiğimiz hocalara birbirimizi sürük­ lerdik: o beni Al bert Sorel'in, ben onu Halevy'nin derslerine... Sonra, takdir ettiğim bir tarafı da şu idi ki, müsbet şeylerin peşinde idi. Günlük politika ile uğraşmaz, Jöntürklere pek ka­ rışmazdı. Me�:c ..i.dyetten önceki o yıllarda, Paris'te tahsilde bu-

32


lw1an talebelerin yüzde doksanı Jöntürktü. Bunların tek düşün­ cesi yıkmak, devirmekti. Gözleri başka şey görmüyordu. Yah­ ya Kemal'in emeli ise yapmak, yaratmaktı". 1946 ile 1948 arasında, babam İstanbul Hukuk Fakültesin­

de Profesör iken, Yahya Kemal de, Parkotelde, etrafına topladığı geniş çevre üzerinde edebi saltanatını sürmekte idi. Şairle Pro­ fesör şurada burada bazen karşılaşırlar, eski günleri anarlardı. Fakat aralarında ayrıca samimiyet ve yakınlık yoktu. Ben o yıl­ larda Istanbul Edebiyat Fakültesinde Fransız Edebiyatı doçenti olduğum halde, Türk edebiyatı ile ilgileniyordum. Şairin uzak­ tan büyük hayranlarındandım. Bulabildiğim şiirlerini okur, ede­ bi hayatını takip ederdim. O devirde Yahya Kemal az şiir ya­ zar, ve

her yeni şiiri bir edebi olay teşkil ederdi. Nitekim 1947

ilkbaharında bir dergide yayınlanan "Rintlerin akşamı" böyle oldu. Şiir elden ele gezdi, kopya edilip ceplerde saklandı, ezber­ lendi, yorumlandı. Ben de tuttum, bunu vesile ederek, o devirde çok okunan "Cumhuriyet" gazetesinde şairin kişiliği ve sanatı hakkında geniş bir etüd yayınladım. 2 Haziran 194 7 da çıkan bu yazıda şair üzerindeki etkileri de araştırıyordum. İşte bu yazı tanışmamıza, görüşmemize fırsat yarattı. Cum­ huriyet'in yazı işleri müdürü şairin bizim yazıya karşı bü­ yük ilgi gösterdiğini haber alarak, bundan gazete hesabına ya­ rarlanın.ağı, şairden benim için bir mülakat kopannağı düşün­ müş, ben de bu fikri memnuniyetle karşılamıştım. Bir takım gecikmelerden sonra, randevu 11 Ekim 1947 günü için alındı. Kararlaştırıldığı üzere, Beyoğlu'ndaki Büyük Kulübe git­ tim . • Şair beni büyük nezaketle karşıladı. Çok itinalı giyinmiş­ ti. Zarif giyinişi, zarif gülümseyişi ile çelişkili

olarak, duruşun­

da ve hareketlerinde bir çeşit hantallık vardı. Çünkü hayli şiş­ mandı ve göbekli idi. Tuhaftır, büyük Soprano'lar

ve büyük

!53.İrler çok defa şişman olur... Fakat Yahya Kemal oturduktan ve hele konuşmağa başladıktan sonra ne şişmanlığı kaldı, ne

33


ne de hantallığı ... içinde binbir mananın parıldadığı yeşilimsi gözlerinden başka bir şey görmüyor, o konuştukça kuvvetli bir büyünün etkisi altına girdiğimi hissediyordum. Hoşbeşten sonra üstad: "Ne gibi sualler tesbit ettiniz, Adile Hanımefendi ?" diyerek bizzat görüşmeyi bir "edebi mü­ lakat" haline sokuverdi.

Mülakat iki buçuk saat

sürdü. Bu

iki buçuk saat zarfında şair sanat görüşlerini ve estetiğini önü­ me serdi. Karşımdaki bilgi, kültür, sanat timsali insanın önün­ de gözlerim kamaşmış, kendimden geçmiş gibi idim. Ancak bana hep "Adile Hanımefendi" diye hitap edişi be­ ni mahçup ve hatta rahatsız ediyordu. Nihayet

34

yaşında bir

genç kadındım ve "Adile Hanım" hitabına daha çok alışıktım. Bir de adımı ağzını doldurarak ve "a" yı uzatarak "Aaadile Ha­ nımefendi" diye adeta zevkle telaffuz etmesi vardı ki. bunW1 sebebini çok sonra öğrenecektim: meğer anneannesinin adı da Adile imiş. Şair odaya girip çıkan garsona çay ısmarlayıp da, çayla birlikte gelen bisküvilerden ilk lokmasını ağzına götürdüğü za­ man, sözünden çok kendisine dikkat ettim. Çünkü bana demiş­ lerdi ki: "Yemek yemesi çok çirkindir. Dudaklarını şapırdata­ rak yer ve ağzından yemek fışkırır" diye... Hayır, öyle bir şey yoktu. Demek ki, dikkat edince olmuyormuş. Şairden ayrılacağım sırada, cevaplan

daktilo edildikten

sonra, bir kere görmek istediğini bildirdi. Böylece ertesi günü için sözleştik ve

24

saat ara ile ikinci görüşme oldu. Bu ikinci

görüşmede bir gün evvelki resmiyet yoktu. Şair beni kırk yıl­ lık ahbapmışız gibi karşıladı. Yazdıklarımdan, yani kendi ce­ vaplarından son derece memnun kaldı ve aynen şöyle dedi : - Tıpatıp benim fikirlerim ve asıl garibi, benim ifadem! Elbette ! O zamanki genç hafızam şairin sözlerini bir

gibi zaptetmişti... Tıpatıp kendi fikirleri

34.

idi

teyp

de, dört gün sonra,


ertesi sabah mülakat gazetede çıkacakken, Cumhuriyet gazete­ sinin idarehanesindeki o acayip sahne, iki eli havada çıkage­ len şairin mülakatın basılmaması için israrlı ricaları, lüzumsuz yalvarmaları neyin nesi idi ? Buna hiç bir zaman mana vereme­ dim. Başka deyimle, 16 Ekim 1947 akşamı, Cumhuriyet'in yazı işleri odasında, bir sürü başka insanın ortasında, bir üçüncü görüşme de oldu aramızda.. .. Şu kadar ki, "İstirham ederim, ba­ sılmasın" diye bana ve Yazı işleri Müdürüne yüzlerce defa tek­ rarlıyarak, hep o konuştu. Benim söylediklerim : "Estağfurul­ lah, eın:redin ! " den ibaret ·kaldı (1) .

Yalıya Kemal ile asıl samimi, candan, yakınlaştıncı gö­ rüşmemiz dört yıl sonra Paris'te oldu. O gün bana ruhunu, kal­ bini, dertlerini ve geçmişinden bazı yaprakları açtL Ben Fransız şairi Mallarım� hakkında yazmakta olduğum kitap için incelemelerde bulunmak üzere, üniversiteden izin ala­ rak Paris'e gelmi,ştim. Yahya Kemal ile son görüştüğüm.den beri geçen dört yıl içinde Türkiye'nin hayatında da, şB.irin hayatın­ da da önemli olaylar, değişiklikler olmuştu. Cumhuriyet Halk Partisinin de, Ismet Paşa'nın da uzun süren saltanatı sona er­ miş, Demokrat Parti iktidara gelmişti. Halk Partisi döneminin son yıllarında, Yahya Kemal'in büyük hayranı Necmeddin Sa­ dak Dışişleri Bakanı olunca, beş yıldan beri emekli bulunan şaire Karaçi Büyükelçiliği teklif edilmişti. Şair de teklifi kabul etmiş, yeni kurulan Pakistan devletine Türkiye'nin ilk büyük­ elçisi olarak gitmişti. Ancak ülkenin iklimine alışamayarak ve İstanbul hasretine dayanamayarak, bir yıl sonra tekrar emek(1) Söz konusu mülAkatın metni bu kltabın sonunda verilmiştir.

35


li olmak için Bakanlığa başvurmuştu. 1951 de iki yıldan beri yeniden emekli bulunuyordu. Ben Yahya Kemal'in Paris'te bulunduğunu Büyükelçili­ ğimiz çevresinden öğrenmiş, oteline telefon etmiştim. önce yi­ ne mülakat isteyeceğimi zannetti, biraz soğuk karşılık verdi. Hoş, ben biraz yüz bulsam, yeni bir mülakat istemeğe hazır­ dun. Çünkü, dört yıl önce : "Mülakat basılma.sın !" diye rica ve israr ederken : "Yenisini, daha iyisini yaparız" demişti. Fa­ kat Paris'te üstadı sıkmak istemedim. Sırf sohbet etmek için görüşmek istediğimi söyledim, ki bunu sahiden istiyor, bunun zevkli bir şey olacağını biliyordum. iki yakın dost gibi, Champs-Elysees bulvarının bir kah­ vesinde buluştuk. Şundan bundan konuştuktan sonra, uzun uzun Paris'te geçirdiği gençlik yıllarını anlattı. Fak.at gençlik ha­ yatının dekoru Champs-Elysees değil, Kartiye Laten idi, Seine nehrinin sağ kıyısı değil, sol kıyısı, Rive Gauche idi. Şrur Pa­ ris'in elli yıl önceki halini ayrıntıları ile anlattı, edebiyatçı der­ neklerinden, şrur toplantılarından söz etti. Belli idi ki hayatı­ nın en mutlu, en unutulmaz yıllarını Paris'te geçirmişti. Be­ nim de çocukluğumun 1923 ile 1925 arasındaki yılları Paris'te geçtiği için, eski Paris'i az çok biliyordum. Paris'in göbeğinde, Paris'i iyi bilen birine Paris'ten bahsetmek şrurin hoşuna gidi­ yordu. Ben muhatabım kuşkulanmasın diye soru sormam.ağa dik­ kat ediyordum. Böylece, onun konuşması zaman zaman bir mo­ nolog halini alıyordu. Ş8.iri dinlerken, Paris hatıraları arasında bir kadın göl­ gesinin de geçmesini bekliyordum.. Geçmedi. Belli idi ki, Pa­ ris'te iken tanıdığı hiç bir kadını ciddiye almamış, hiç bir Fran­ sız kadını hatıralarında ve şürlerinde iz bırakmamış. 36


Hatıralar faslı bitince dertler faslı başladı. En samimi dos­ ta açılır gibi sağlığından şikayet etti. Zaten o yüzden Paris'e gelmişti. Kapalı bir şekilde para sıkıntısı içinde olduğunu da belli etti. Karamsardı. Kendi şöhretinden, edebi mevkiinden bile tam emin değildi. Veyahut bu konuda, İngilizlerin dediği gibi "fishing for compliment" (Kompliman avı) yapıyordu. Te­ selli edilmeğe, tebrik edilmeğe, övülmeğe ihtiyacı vardı. Ben de bunu, içimden gelerek, en samimi ifadelerle, bol bol yaptım. Arada sırada : - öyle mi, Adile Hanımefendi? diyordu. Veyahut geniş, candan bir gülüşle karşılık veriyordu. Gül­ düğü zaman dilinin ucu da bir az gözüküyordu. Ondaki bu teslimiyet dolu, masum gülüşün aynini Atatürk'te gördüğümü hatırlıyorum. Dehfiları başka alanlarda tecelli etse bile, büyük adamların benzeyen tarafları mı oluyor nedir? ... Vedalaştığımız zaman elimi uzun zaman bırakmadı : - Ne güzel konuştuk, ne güzel dertleştik! dedi. ...Ben Yahya Kemal'in kişiliğinin büyüsünden uzun zaman kurtulamadım. Vefatından sonra da, onun hatırasını saklayan hangi şehre, hangi ülkeye gittiınse, her fırsatta onun hayalini aradım. tspanya'da Büyükelçilik kavasını konuşturarak, iki gün şairle Madrid sokaklarında dolaştım. Yugoslavya'da, Belgrat'­ tan üsküb'e giderek, onun evini, okulunu, koşup oynadığı so­ kakları arayıp buldum ve hayalen aile muhitine de girdim. Bü­ tün bunları "Yahya Kema11in fikir ve şiir dünyası" adlı kita­ bımda anlattım. Şiirlerinin üzerimdeki büyüsü ise, yıllar geçtikçe artmıştır. Nedense beni en çok etkileyen mısraları şunlardır : 37


"...Ayılıp neş'eni yükseltici sarhoş"fluktan, " Yilma korkuınç uçurum zannedilen boşluktan. " Duy tabiatte bir az sen de ildh okluğunu, " Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu. " Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar ... .. insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar."

88


iV YA K UP K A D R Ä° KAR A O S M A N OGL U



Yakup Kadri Yakup Kadri'yi de, İlim ve Hars Heyeti üyesi sıfatiyle, ba­ bamın arkadaşı olarak tanıdım. Ayni zamanda bilmem nerenin milletvekili idi. Şair Mehmet Emin Bey, Hamdullah Suphi Bey gibi Ocakçılar bizim evde buluştukları zaman, ağızlanndan şu cümle eksik olmazdı : "Zavallı Yakup !" Ya acele hastaneye kal­ dırılımştı, ya da muayene için Avrupa'ya gönderilmişti : Ata­ türk tarafından ve Atatürk hesabına ... Bir rivayete göre akci­ ğerinde sekiz "kavite" vardı, bir rivayete göre de akciğerinin her iki tarafı tamamen çürümüştü. Romancı iyileşip ortalara çıktığı zamanlar, ben kendisine genç yaşta hayata veda edecek

41


bir ölüm mahkumu nazariyle bakıyordum. Halbuki, "Zavallı Ya­ kup" diyenlerin hepsinden en az yirmi yıl fazla ya.şadı. Yakup Kadri hakkındaki ilk hatıralarıma bu kronik sıh­ hatsizlikten başka, bir de "Kadro" meselesi karışıyor. Roman­ cının kayınbiraderi Burhan Belge ve arkadaşları, Yakup Kad­ ri'yi de aralarına alarak, 1930 dan sonra "Kadro" adlı bir dergi çıkarmağa başlamışlardı. Dergi bugünkü deyimle "solcu" bir dergi idi ve herkes Yakup Kadri'nin bu işe karışmasına şa­ şıyordu. Atatürk'ün bu dergiye çok sinirlendiği de söyleniyor­ du. Atatürk'ün Yakup Kadri'yi çok sevdiği bilindiği için de şöyle deniyordu : "Aralarında Yakup olmasa, dergi çoktan ka­ panmıştı". Nihayet, 1934 de Atatürk'ün sabrı tükendi ve "Kad­ ro" kapatıldı. Gerçi romancı "Zoraki diplomat"ın başında dip­ lomat oluşuna dair kendine göre bir takım açıklamalar yapar. Fakat işin içyüzünü bilenler şöyle diyorlardı : "Gazi mecmuayı kapatmakla iktifa etmedi. Çıkaranları çil yavrusu gibi dağıttı. Yakub' a da Sefirlik şeklinde piyango isabet etti. Amma kim ne derse desin, bu bal gibi sürgündür... " . . . Benim Yakup Kadri'yi yakından t anım.ağa ve kendisiy­ le sabah akşam konuşmağa fırsat buluşum bu olaylardan bir iki yıl evvel oldu. O yıl ( 1932 veya 1933) , yazı Büyükadada, Yat­ kulüpte geçiriyorduk. Yakup Kadri ile eşi Leman Hanımefendi de Yatkulüp Otelinde idiler. Yemek saatlerinde, salonda, bahçe­ de kendileriyle karşılaşıyor, sel8.mlaşıyor, konuşuyorduk. Bir gün bir masanın etrafında, dört beş kişilik bir grubun içinde, yine beraberdik. Fakat romancı konuşmalara katılmı­ yordu. Sandalyasını bir az geriye çekmiş, ayak ayak üstüne at­ mış, başını tipik bir hareketi ile yukarı kaldırmış, etrafa bakı­ yordu. Bej keten elbisesinin içine kravatsız olarak koyu laci­ vert bir gömlek giymişti. Şimdikiler buna gülerler ama, o za­ manlar kravatsızlık da, koyu renk gömlek de sosyalistlik, top­ lumculuk alameti idi.


. Gözlerini benim tarafa çevirdiği bir andan yararlanarak, şöyle bir soru sordum : - Yazdığınız yeni bir eser varnıı, efendim ? Hayretle yüzüme baktı. Damdan düşer gibi sorduğum bu soruyu bir az yersiz bulmuş gibi : - Tabii, hazırladığım bazı şeyler var, diye kısa bir vapla yetinerek, tekrar etrafı seyre daldı.

Dikkat ettim, hiç bir belirli şeye veya şahsa bakmıyordu. Sanki daha ötelerde, uzaklarda olan bir şeyi seyrediyordu. Bel­ ki de, her ünlü yazarı okuyucularına bağlayan görünmez telleri takip ederek, uzaklarda o meçhul dostlariyle buluşuyordu ve "Burada, bu otelde beni kim anlar ?" diye düşündüğü için, et­ rafındakilere bu kadar yabancı bakışlarla bakıyordu. Ben aldığım soğuk karşılıktan yılmadım. Edebiyat merak­ lısı pozundaki genç kız şıman.klığı ile, ikinci, üçüncü fırsatta yi­ ne kendi aklımca pek önemli edebi sorular sormağa devam et­ tim. Nihayet, gülümseyerek, bir küçük çocuğun anlamsız soru­ larına karşılık verir gibi cevaplar vermeğe başladı. Ne sorula­ rımı, ne de cevaplarım şimdi iyice hatırlayamıyorum. Hakika­ ten çocuk denecek kadar genç yaşta idim. Sorularım belki de gülünçtü.

1937 de, "Cemiyeti Akvama Müzaheret Cemiyetleri Birli­ ği" denilen acaip milletlerarası kwı.ıluşun kongresi Çekoslovak­ ya'mn Bratislava şehrinde toplandı. Kongreye Türkiye'den gi­ den 7 temsilciden biri babamdı ve sırf gezdirmek, görgü sa­ hibi yapmak için beni beraberinde götürdü. Şimdi düşünüyo­ rum da, ne para kıymeti bilmez, müsrif bir baba imiş ! Amma ne de iyi etmiş ! Bu yolculuk sırasında ve bu yolculuk sayesin­ de memleketimizin bir çok ünlü kimseleri ile tanışbm. lı.,akat şimdilik bunları geçelim ... 43


· Bir hafta kadar süren

Bratislava Kongresi

dağıldıktan

sonra, babam ülkenin başkentine, yani Prag'a uğramağa ka­ rar verdi. Bu kararına başlıca sebep eski arkadaşı Yakup Kad­ ri'nin o sırada Prag Büyükelçisi bulunması idi. Prag'a vardığımızın ertesi sabahı babam nedense, belki ikram hazırlıklarına meydan vermemek için, Sefarete randevu­ suz gitmeğe karar verdi. Kapıyı açan Kavasa Sefiri ziyarete geldiğimizi söylediğimiz zaman : "Sefir sabahlan ziyaretçi ka� bul etmez" cevabını aldık. Babamın isran üzerine Büyükelçilik müsteşarı kapıya geldi : "Kavas haklı, Sefir Bey öğleye kadar edebiyattan b3.şka şeyle uğraşmaz, ziyaretçi de kabul etmez. Sefaret işleriyle öğleden sonra meşgul olurlar" dedi. Bununla beraber, babam sıfatını tanıtınca : "Kartınızı verin, bir kere kendilerine sorayım" dedi. Tabii derhal kabul edildik ve Sefir Beyin çalışmakta olduğu yere, yani Sefaretin bahçesine götü­ rüldük. Eşi yazı geçirmek için Türkiye'ye

gitmiş

olan Sayın

Büyükelçi bizi büyük samimiyetle karşıladı. Beni görünce : "Oo, ne kadar değişmişsiniz ! " dedi ve bir hanıma yapılması 3.det olan komplimanlarda bulundu . Benim de, görünüş bakımından, zannedersem, o zaman en iyi yıllarımdı. Bir saat kadar görüş­ tükten sonra, ertesi gün için öğle yemeğine davetli olarak ay­ rıldık. Fakat yemekten önce Sefir Bey bize bir Ortaçağ şato­ sunu gezdirecekti. ,Ertesi gün, şatoyu gezdikten sonra, Sefir Bey yemekte bi­ ze kendisinin zarif ev sahibi cephesini gösterdi . Çeşitli konular

üzerinde konuşuluyordu. Babam konuşmayı siyasi tarafa sürük­ lemeğe çalışıyor, ben edebi tarafa çekiyordum. Söylemeğe hacet yoktur ki, ben babamı kolayca yendim : yemeğin başındaki Türkiye'nin Prag Büyükelçisi, yemeğin sonuna doğru, yerini romancı Yakup Kadri'ye bıraktı. Sofradan kalktığımız sırada çekine çekine yazmak.ta oldu­ ğu "Bir sürgün" romanından bize bir iki sahife okumasını ri-

44


ca ettim. Belki de diplomatik hayatın etkisiyle pek kompli mancı kesilmişti :

­

- Sizin gibi "charmante" bir dinleyicim olduktan sonra ... �eklinde cevap verdi. Bahçede, bir kaç basamakla çıkılan ve çardaklı bir yerde. küçük bir masanın etrafında yer aldık. Romancı dedi ki :

- Yazın vaktim burada geç iyor Bu köşeyi çok seviyo­ yorum. Bu son romanımın büyük kısmını burada yazdım. .

Kahvelerimiz geldikten sonra okum ağa başladı. Başlangıç­ la, bir angaryaya katlanır gibi hali olan babamın ilgisi birden­ bire Paris'ten, Paris'teki Türk kolonisinin hayatından bahse­ den kısma gelince, uyanıverdi. Gençliğini Paris'te geçi rdiği için, romandaki bir çok şahısların gerçek hüviyetini teşhis ede­ bil iyordu. Bu suretle, babamla romancı arasında benim katıla­ madığım canlı bir diyalog başladı. Ahmet Rıza Beyden, Paris' le yaşayan bir Türk ressamından, Türklerin rağbet ettikleri kahvelerden, bu kahvelerin müdavimlerinden bahsediyorlardı. -

Romancı dedi ki : - Bu romanı uzun yıllardan beri yazmağı tasarlıyordum. Nedense, Türkiye'de iken yapamadım. Burada, yabancı bir mem­ lekette, başka bir yabancı memleketteki hatıralarıma daha iyi dalabiliyorum.

dum.

Bu romanda hep hatıralarınızı

anlattınız ? diye sor-

Evet, fakat, tabii değiştirerek, mevzua uydurarak. Ma­

mafih bazıları da vardır ki, aynen olmuştur. Mesela, baştaki o karınca sahnesi. Bu aynen b öyl e oldu. tzmir'de, intihar ede­ cek derecede meyus bir halde bir kahvede otururken, bir ka­ nnca bana enerji dersi verdi.


Ve, daha ziyade bana bakarak devam etti : - Zaten ben bütün romanlarımı hatıralanmla yazdım. Gördüklerimin ve duydukl arımın bAtırasL Ben muhayyilesi za­ yıf bir insanım. öyle zannediyorum ki, bende en kuvvetli olan taraf duygu hafızasıdır. Duymuş, yaşamış olduğum hisleri çok iyi hatırlarım ve işte eserlerimde hep onları anlatırım. - Fakat kadın kahramanlarınızın hislerini tahlil ederken de mi, şahsi hatıralarınızdan istifade edersiniz? Muhayyilenin payı yok mudur ? Biraz düşündü. - Evet. Fakat tanıdığım ve ruhuna nüfuz ettiğimi zan­ nettiğim kimselerin hatırası, yani, yine h8.tıralar burada bü­ yük rol oynar. Mamafih hayır ... şahsi duygularımın da rolü vardır. Mesela, "Kiralık Konak" taki Seniha bir az benim

.

- Flaubert'in "Madam Bovary, c'est moi" dediği gibi mi ? Güldü. Ve saat ilerlemiş olduğu için kalktık. O akşam, otel­ de, zengin bir kaynaktan hazine toplamış gibi, konuştuklarımı­ zı itina ile not ettim. Uzun yıllar romancıyı görmedim. 1956 başında, kendisinin emekliye ayrılıp lstanbul'a yerleşmiş bulunduğu sırada, adre­ sini, o günlerde sık sık görüştüğüm Abdülhak Şinasi'den öğre­ nerek, bir müddet önce yayınla.nm.ı.ş bulunan "Le drame inte­ rieur de Mallarme" adlı fra.nsızca kitabımı üstada gönderdim. Yine Abdülhak Şinasi'den öğrendim ki, kitabımı fevkal8.de be­ ğenmiş ve benimle görüşmek istiyor. Bir gün randevu alıp, Topağacı'ndaki evine gittim.

Fakat

her

sanatçıda

görülen

"egosantrik" mizaç, yani kendisini merkez yapma eğilimi neti­ cesi olarak, önce, benim kitabımdan değil, bir saate yakın onun bir kitabından bahsettik ; lsviçre'de Sefir bulunduğu sırada yaz­ mış olduğu "Atatürk" kitabından. Ve şu vesile ile: Benim , ki

46


tap yayınlandığı sırada yazmış olduğum bir tenkit yazısı vesi­ lesi ile. Neden sonra benim kitabıma sıra geldi. Tahlillerimi, fran­ sızcaının pürüzsüzlüğünü falan övdükten sonra, dedi ki : - Ben de bu kitap hakkında Ulus'ta bir yazı yazacağım ve kitabı tanıtacağım. Kendisi o sıralarda, Ulus'un Başyazarı bulunuyordu .

... O günden sonra ben Ulus gazetesinin

en sadık okurla­

rından biri oldum : Fakat günler, haftalar geçtiği halde, bekle­ diğim yazı çıkmıyordu. Bir gün meseleyi Abdülhak Şinasi'ye aç­ tım. Çok geçmeden muamma'nın çözümünü getirdi. Yakup Kad­

ri demiş ki : "Arkadaşlarla görüştüm. Meğer bizim Parti Adile Ayda'yı hiç tutmuyormuş. Sen de takdir edersin ki, azizim, Ulus'un Başyazarı olarak, benim bir siyasi hüviyetim var. Adile Ayda'ya karşı bütün takdir ve sevgime rağmen, bu hüviyeti­ me halel getiremem". Bunları burada, hiç bir kırgınlık duymadan kaydetmekten maksadım, her şeyden evvel edebiyatçı ve sanatçı olarak ta­ rihimime ad bırakacak olan bu kalem sahibinin, hayatının be­ lirli bir devresinde politikayı ne kadar ciddiye almış olduğunu göstermektir.

1958 den

sonra, bu sefer ben diplomat oldum. Ve uzun yıl­

lar romancı ile karşılaşmadık.

1963

ile

1967

arasında, Merkez

hizmetimi yaptığım sırada, günün birinde evimin bulunduğu Tu­ nalı Hilmi Caddesindeki bir ecza.nede kendisine rastladım . Bir yakınını görmüş gibi sevindi . Kendisinin de ayni caddede otur­ duğunu söyleyerek, evini tarif etti ve muhakkak bekleyeceğini HÖyledi. Fakat o yıllar benim çok faal olduğum, Dışişlerindeki va­ zifemin yüklü olduğu yıllardı. Bütün arınıma rağmen, bir tür­ lü vakit bulup gidemedim.

4:7


Seneler geçti. 1973 yılının Aralık başında, bir Pastanede, romancının eşi Leman Hanıfefendiye rastladım. "Nasıllar ?" di­ ye sordum. "Her gün bir az daha çöküyor. Yaş sekseni geçti" dedi. Ve ilave etti : "Aranmaktan çok hoşlanıyor. Gelirseniz pek memnun olacak. Muhakkak gelin." 23 Aralıkta gittim. Hakikaten çökmüştü. Fakat bakışları canlı idi. Belki yüzü küçülmüş ve benzi solmuş olduğu için, ko­ caman siyah gözleri daha kocaman ve daha siyah görünüyor­ du. Maalesef, ben geleli onbeş dakika geçmiş geçmemişti ki, samimi ahbapları olan bir Hanımefendi çıkageldi. Konuşma­ lar, tabii, ona göre ayarlandı. Ben de, bir kaç gün sonra tek· rar geleceğimi söyleyerek, erkence ayrıldım. tki gün sonra İs­ met Paşa vefat etti ve onun hakkında konuşanlar arasında,

26

Aralık akşamı, televizyonda Yakup Kadri'yi de seyrettik. Ara­ dan Yılbaşı geçti ve 1974 yılına girdik. 8 Ocak günü için, bu defa ciddi ve usulüne uygun mülakat yapacağımı söyleyerek, tekrar randevu aldım. Ve not tutmak üzere, Boğaziçi üniversi­ tesi Edebiyat Bölümünden mezun olan kızım Gönül'ü de be­ raberimde götürdüm. Yaptığımız mülakat, o sıralardaki bazı meşguliyetlerim ve araya giren seyahatler sebebiyle bir az geç yayınlandı. "Türk Edebiyatı" dergisinin Ağustos sayısında çı­ kan bu mülakat ile Prag'da yapmış olduğumuz görüşme arasın­ da dikkati çeken şu fark vardır ki, nisbeten genç veya olgun yaşta iken, sanatında hatıraların önemli yer tuttuğunu söyleyen sanatçı, seksenini geçtikten sonra, muhayyilesine daha büyük ·rol verir gibi görünmektedir. Acaba neden ? Bu suale edebiyat tarihçileri veya psikologlar belki cevap bulabilirler. Y ayınlanan mülakatte kaydetmediğim aşağıdaki hususla­ rı da, Yakup Kadri hakkındaki bu hatıralarıma . eklemek iste­

rim : 8 Ocak 1974 günii görüşmemiz sona erip, ayağa kalktığı mız zaman,

fu:; ta.da şöyle dedim :


- İngilizlerin tabiri ile "off the record" olmak üzere, size edebi olmayan iki sual sormak istiyorum. : biri siyasi, diğeri felsefi. Siyasi sualim şu : Siz İsmet Paşa'ya o kadar bağlı iken, neden kendisine darılıp, birden her şeyi bıraktınız. İsmet Paşa yeni toprağa verildiği için, bir az irkildi, son­ ra şöyle dedi : - Söyleyim. Bunda gizlenecek ta.raf yok. Zaten yazdım Ye neşrettim : İsmet P� etrafına, kendisine layık olmayan bir çevre topladı : Doktorlar, moktorla.r... Toy toy delikanlılar. Bu adamların fikir ve mütaleası kırk yıllık bizlerin mütaleasın­ dan daha kıymetli olmağa başladı. İsmet Paşa büyük adamdı. Fakat adam seçmesini bilmiyordu. Bu konuda daha fazla konuşacakb. Fakat ben, herkesi faz­ la ayakta tutmamak için sözünü kestim : - Felsefi sualim de şu : Ruhun bekasına inanıyor musu­ nuz ? Yani, öldüğümüz zaman, ne olacağız ? Nereye gideceğiz ?

Hayretle Yüzüme baktı. Hayreti bir az uzun sürdüğü için, Leman Hanım cevap vermeğe kalkınca, onu susturarak, şöyle dedi : - Bu sualinize bir yerde okuduğum cümle ile cevap ve­ receğim : öldükten sonra nereye mi gideceğiz ? Doğmadan ev­ vel nerede idi isek, oraya. . . Bunu söylerken, derin hüzünle karışık bir gillti.mseme var­ dı dudaklarında... Kendisi için çok aktüel bir konudan bahset­ tiğimizin farkında idi, elbette. Nitekim, bir sene bile geçmeden, aramızdan ayrılacakb. Bu müstesna insan, bu müstesna ruh, şimdi her nerede ise, Allah rahmet eylesin. ( 1 ) ( ı ) Yakup Kadri ile yapılan edebi.

görilflnenin

metn i kii.abın sonundadır.

49



v

FAZIL

AHMET

AYKAÇ



Fazıl Ahmet Aykaç Benim gençliğimde, soyadı kanunu çıktıktan sonra da, ta­ nınmış kimselerin soy adlan pek kullanılmadığı halde, nedense, hici-ı üstadı Fazıl Ahmed'in adı soyadı ile birlikte söylenirdi. Fazıl Ahmet Aykaç'ı yukarıda sözünü ettiğim ve Yakup Kadri'yi Prag'da ziyaret etmemize vesile olan Bratislava Kong­ resi sırasında tanıdım. Kongreyi tertip edenler tarafından Türk heyetinin üyeleri ve refakatçileri ayni otele yerleştirilmişti. Kongre bir az da "eğlenen" cinsten olduğu için, başka delegas­ yonlarda, hemen hemen eşini getirmeyen yok gibi idi. Bizim­ kinde ise, yalnız Profesör Mazhar Nedim Göknil'in eşi vardı. 53


Bir de babama refakatçi olarak takılıp gelen ben . Delegeleri­ mize gelince, üniversiteyi temsil eden Profesör Cemil Bilse! ile Profesör Göknil'den başka, Parlamento temsilcisi olarak, ha­ tırladığıma göre,

be§

milletvekili vardı : Besim Ömer Paşa, Maz­

har Müfit özdeş, Matbaacı thsan

( soyadım unuttum) , Fazıl

Ahmet Aykaç ve babam Sadri Maksudi Arsal. tlk akşam, otelin holünde delegelerimizle tanışbrıldığım zaman, Fazıl Ahmet Bey üzerimde hiç de iyi bir etki yapmadı.

Saçları dökülmüş, çipil gözlü, kepçe kulaklı bir adamdı. üste­ lik "R" harfini, Fransızlara mahsus bir şek.ilde "ğ" telaffuz ediyordu : "Müşeğğef oldum efendim, müşeğğef oldum... " Ayn­ ca lüzumlu lüzumsuz, münasebetli münasebetsiz gülmesi siniri­ me dokunmuştu. "Cemiyet-i-Akvam'a müzaheret cemiyetleri Birliği" Kong­ resinin açıldığı akşam Bratislava Belediye Başkanının verdiği ziyafete gittik. Sayısız milletlerin delegeleri arasında tanınmış siyaset adamları, ünlü yazarlar, şöhretli bilginler vardı. Hepsi de düzgün veya kafa göz yararak fr�sızca konuşuyordu. O dö­ nemde henüz ingilizce diplomatik

dil düzeyine yükselmemişti.

Baktım, F3.zıl Ahmet Beyin telaffuz kusuru meziyet oluver­ mişti. Aynca, fransızcası akıcı idi. Delegasyonumuz adına ba­ yağı iftihar ettim. tık günden. itibaren 8.det olmuştu : Bizim Heyet üyeleri sa­ bah kahvaltısından ve öğle yemeğinden sonra, Kongre binası­ na giden otobüsün geliş saatine kadar holde toplanır, dinlenir, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda

Besim Ömer Paşayı bir ke­

recik görebildim. Kongre süresince odasından çıkmadı, yanı Kongreye kaWamadı . Arkadaşları kendisini yokluyor ve

ara­

larında endişe ile konuşuyorlardı. Gençken insan öyle ta.Sasızdır ki, şimdi bana : "Rahatsız­ lığı ne idi ?" diye soracak olsanız, cevap veremem.

Çünkü ne

merak ettim, ne de önemsedim. Hatta belki şöyle düşünmü-


şümdür : "ıŞu ihtiyarlar yokmu, ikide birde hastayım masta­ yım diye insanın neşesini kaçırmadan duramazlar" . ... Tanımak, tanışmak kelimelerinin çok geniş ve elastiki anlamlan varclır. Bazen on yıl boyunca sadece selamlaştığınız bir kimse için "Tanıyorum" dersiniz de, aslında, onun hakkın­ da isminden başka bir bilginiz olmaz. Bazen de trende, vapurda, bir hastanede, bir otelde, bir kaç saat veya bir kaç gün, de­ vamlı surette görüştüğünüz ve konuştuğunuz kimseleri, en ya­ kın akrabanız kadar iyi tanırsınız. On gün kaldığımız Bratisla­ va'da ben babamın Kongre arkadaşlarını böyle tanımağa fırsat buldum. Hol sohbetlerinde, en güzel hikaye anlatan Mazhar Mü­ fit Bey, en çok hatırası olan Ihsan Bey, en çok a.rapça atasözü

bilen Profesör Cemil Bilsel, sükutun altından olduğunu unut­ mayan Profesör Mazhar Nedim, en bilgin olan babamdı. Fa­ kat aralarında en ince ve keskin zeka sahibi de Fazıl Ahmet Beydi. Zekası sanki katmerli idi : Konuşurken, karşısındaki­ nin sualine mantıki cevaplar vermekle beraber, bu sualin sorulmasındaki psikolojik sebebi hemen kavrar, beklenen ce­ vabı anlar, aynca muhatabının sosyal hüviyetini ve geçmişi­ ni de göz önünde tutarak, cevabında bunlara da belli belirsiz imalarda bulunurdu. Ayni zamanda, bu konuşmayı hafızasının teypine alır ve gelecekte bundan nasıl bir netice veya komik un­ sur çıkaracağını o anda tayin ederdi. Bir pot kırması, karşı­ sındakinin düşmanını övmesi veya dostunu yermesi, safça bir şey söylemesi mümkün değildi. Çünkü şuuru ve zekası her an tetikte idi. Ezberinde pek çok şiir vardı. O zamanki tabire göre, "mah­ fuzatı" genişti. En çok Fuzuli'den, Nefi'den, Şeyh Galip'ten be­ yitlerle konuşmalarını süslerdi. Diyordum ki : "Eh, eski za­ man adamıdır, eskilerin bilgi yükü bunlardır". Fakat, günün 55


birinde H3.fız'dan, Saadi'den, farsça olarak, uzun uzun şiirler okuyunca şaşmıştım. Fazıl Ahmet Beyin bulunmadığı bir gün, Serveti Fünun devrinin mühim adamı İhsan Bey şöyle demi�ti : - Fazıl Ahmed'in hayatı edebiyesi topu topu üç dörL yıl sürmüştür. Meşrutiyet yıllarında onun hicivlerini neşreden ga­ zete ve mecmualar kapışılıyordu. Şiirlerini hangi mecmua bas­ sa, hemen duyulur, o mecmuanın satışı artardı. Dört beş sene sonra üstad şiirlerini "Divançei Fazıl" diye bir kitap halinde bastırdı. Fakat kitap hiç rağbet görmedi. Çünki hicivlerin mev­ zuu olan vak'alar ve hicvettiği şahsiyetler ehemıniyetlerini kay­ betmiş, unutulmuş gitmişti. Şimdi kendisi meşhur amma, şiir-. !erini ne bilen var, ne okuyan ... Ben bu sözleri İhsan Beyin kıskançlığına, çekememezliği­ ne vermiştim. Çünkü Fazıl Ahmet Beyi iyice beğenmeğe baş­ lamıştım. Bugün siyasi üslupta moda olan bir tabiri kullana­ rak diyebilirim ki, hayranlığım "tırmanma" halinde gelişiyor­ du. Artık çipil gözleri, kepçe kulakları bana şirin gözüküyordu. tık günler, holde, babamın yanında yer aldığım halde, Fazıl Ah­ met Beye doğru kaymağa başlamıştım. Şark edebiyatını bu kadar iyi bilen bu insan bir az da Garp edebiyatından haberdar olsa ne kadar fevkalade olurdu ! diye düşündüğüm bir gün, Victor Hugo'nun "Oceano Nox" şiiri­ ni söylemeğe başlamaz mı? "O combien de marins, combien de capitaines.. . " Bir Fransız lisesinden mezun olduğunu o gün öğrenmiştim. Artık Fazıl Ahmet Beyle grup konuşmalarından ayrılarak, ikili konuşmalara başlamıştık. Tertip edilen gezintilerde, ziya­ fetlerde hemen yanıma gelirdi. öteki delegeler takılmağa başlamışlardı : 56


- Yahu sen Hanımefendiyi inhisarın altına aldın. Babam da bunun izahını yapardı : - Bunlar edebiyatçı. Onların konuştuğuna bizim aklımız ermez. Hakikaten, edebiyatın ve bilhassa

Fransız

edebiyatının,

Fransız şiirinin teknik alaıtlanna dalmağa başlamıştık. Bana, o zamanlar pek az bildiğim Sembolist şiirin püf noktalarını an­ latıyor, şiirlerini ancak antolojilerde gördüğüm Henri de Reg­ nier'den parçalar okuyordu. Fransız edebiyatını bir çok Fransız edebiyatı profesörlerimizden daha iyi biliyordu. Bir gün, Albert Samain'in bir şiirini çok duygulu bir şekil­ de okuduğu sırada, dedim ki : Siz niçin hiciv nev'ini seçtiniz ? Niçin lirik şiir yazmadınız ? Bu suratla mı ? dedi. - Istağfurullah. Ne münasebeti var? Anlayamadım . Etrafına bakındı. Kulak verenler vardı. - Anlatması güç. Başka zaman anlatırım, dedi. O gün Kongre sona ermişti. Akşam veda ziyafeti vardı. Bir bakıma bu ziyafette Fazıl Ahmet Beye yakalanıp, vakit ziyan etmek işime gelmiyordu. Bir hafta içinde yabancı delege­ ler ve eşleri arasında ahbaplar edinmiştim. Konuşacağım, ve­ dalaşacağım kimseler çoktu. Fakat üstadın bana, başkalarından gizli olarak söyleyeceklerini de merak ediyordum. Ne imiş o bü­ yük sır ? ... Tabii, akşam beni görür görmez, yanıma geldi. ;Eliyle kalabalığı göstererek dedi ki :

57


- Küçük bir kalabalıkta ne kadar mahsur ve esir iseniz, böyle büyük bir kalabalıkta o nisbette hür ve serbestsiniz. Bir çölde imişsiniz gibi, haşhaşa konuşabilirsiniz. Başbaşa olmağa benim can attığını yoktu aslında. Bir an evvel ne söyleyecekse söylesin de, büsbütün hür ve serbest ka­ layını, istiyordum. Bir müddet benim sualimi tekrarlamamı bekledi. Ben bir şey demeyince : - Niçin lirik şür yazmadığımı soruyordunuz. Yazdım. Hem fransızca, hem türkçe. Çok gençken. Lisenin son sınıfında falan. Bazıları adamakıllı güzeldi de. Fakat hepsini yırttım at­ tım. - Niçin ? - Niçin mi ? Hiç düşündünüz mü, lirik şiir nedir, diye ? Lirik şiirlerin yüzde doksanı aşk dilenmekten başka bir şey de­ ğil. .. Lirik şairler ne yapar ? Şiirlerinin çoğunda bir kadına aşk­ larını ilan ederler. Aşkını ilan etmek, aşk beklemektir : sevil­ mek istiyorum, sevilmek istiyorum, diye bağırmak gibi bir şey. tşte ben bunu gülünç buluyorum. Dünyada en korktuğum şey de gülünç olmak. - Çünkü ömrünüz başkalarını gülünç bulmakla geçiyor. - Belki de bunun için. - Fakat yazık ! Romantik şürleri öyle anlayarak, öyle hissederek söylüyorsunuz ki, kendiniz çok güzellerini yazabilir­ diniz. O sırada birinin beni uzaktan selamıamasından istifade ede­ rek, Fazıl Ahmet Bey'den aynldım. O akşam bir daha konuş­

madık. 58


Gece geç yattığım için olacak, sabah uyuyakalmışım ve vedalaşmalara katılamadım. · Çünkü Kongre de, bizim Heyet de dağılıyordu. Bir grup doğrudan doğruya Türkiye'ye dönüyor, Fazıl Ahmet Beyin dahil olduğu grup Viyana'ya gidiyordu. Babamla ben Prag'a uğrayıp, Ankara'ya öyle dönecektik. Fazıl Ahmet Beyle son konuşmamız sırasında, ziyafetin, kalabalığın, sağdan soldan sel3.m.larm, gülümseyişlerin, bakış­ ların verdiği heyecan sebebiyle, kendisini yarını dikkatle dinle­ miştim. Söyledikleri üzerinde de hiç durmamıştım. Bratislava'­ dan Prag'a giderken trende geçirdiğimiz boş saatler zarfında, bu sözlere mana vermeğe çalıştım. Normal mi idi gülünç ol­ maktan bu kadar korkmak ? Şüphesiz ki, hayır. Bu bir komp­ leks neticesi idi. Kendi fikri ve manevi varlığının değerini bi­ len, fakat kişiliğine sadece bu yönden paha biçilmeyeceğinden kuşkulanan, çok onurlu bir kimsenin duyduğu kompleks ... Ankara'ya dönünce, seyahatin bilançosunu yaptığımda, ka­ rar verdim ki, kazançlarımdan biri Bratislava'da Fazıl Ahmet Beyi tanımak, diğeri Prag'da Ya.kup Kadri Beyle konuşmak ol­ muştur. Merakımı tatmin için, Milli Eğitim'deki tanıdıklarım va­ sıtasiyle, kütüphanelerden "Divançei Fazıl"ı arattırdım buldur­ dum. Ne kadar haklı imiş thsan Bey ! Bu hicivnamelerin hepsi saman alevi, sabun köpüğü gibi şeylerdi, yani kalıcılıktan yok­ sun mısralar : "Lütfi Fikri Beyi ger görse idi lro:riimiz, "Sahni kavga içinde olluyorken cevval, "Bu ne ferycul, deyu elbette kalırdı mebhut, Hem be4estan senasın.da olurdu dellal... •• . Kozmidi Efendi dam bir an, "Ta içinden etti efgan.••" ..

Bugün Llıtfi Fikri'den, Kozınidi Efendi'den kime ne ? Bu mısralardaki espriyi ve bu dili anlayan kim ? F8.zıl Ahmet ka59


dar zeki ve onun kadar kültürlü olmayan Yakup Kadri'nin ro­ manları, yer yüzünde Türkler kaldıkça okunacak, yani yaşaya­ caktır. Fazıl Ahmed'in şiirleri ise, yıllar, devirler geçtikçe da­ ha çok mana ve değer kaybedecek, daha çok ölecektir. Acaba bü­ tün mizahçıların, geçici konulara eğilenlerin kaderi bu mudur?

Ankara'ya dönüşümüzden onbeş yirmi gün sonra, bir gün babam dedi ki : - Bu Pazar Fazıl Ahmet geliyor. Mecliste görüşmüşler, sözleşmişler. üstad geldi, bana iki hediye ile : biri Albert Samain'in "Le Chariot d'or" adlı şiir kitabı, diğeri kendisine ait bir eser : Fa.zıı Ahmet ( ! ) . Misafirimiz babamın ziyaretine gelmiş sayıldığından, ben konuşmalara az katıldım, konuşmaktan çok dinlemeği tercih ettim. tki milletvekili önce çaydan, kahveden, uykudan, uyku­ suzluktan, sinir ve uyku iliçlarından bahsettiler. Daha sonra, siyasi dedikodulara geçtiler. Daha çok Atatürk - İnönü ilişkileri üzerinde duruldu. O sırada bu ilişkiler krizli bir aşamada idi. Fazıl Ahmet Bey gittikten sonra, getirdiği her iki kitabı karıştırdım. Albert Samain'in bir iki şiirini büyük zevkle oku­ duktan sonra : "Niçin edebiyat tarihinde, bu şaire daha büyük yer verilmiyor ?" diye düşündüm. öteki kitaba gelince, 1934 de basılmış olan bu kitapta, günün dili ile yazılmış bir iki nazım ve nesir dışında, yine Divançei-Fazıl'daki şiirlerle karşılaştım. Yani 1912 de bile eski sayılmış dille ve bazıları azeri şivesiyle yazılmış şiirlerle : "HayU ıslahat sözü mesm.u'dur ama bilmezem, "Hepsi Hallacyan Eferul,ikô,ri bir hülya mıdı'f?" Bunlar Fa.zıı Ahıned'i yaşatacak şeyler değildi. Bir az psi­ kolojiden haberi olan bir insan için, yazarın bunun farkında 60


olduğu, buna karşı var gücü ile tepkide bulunduğu ne kadar belli idi, kitabın her halinden ! Bir kere anormal boyundan, ya­ ni, büyüklüğünden .. Sonra, adından : Yazarı n adı ile kitabın adı­

nın ayni oluşunu ilk defa göriiyordum. Ve nihayet, iç kapak­

tan sonraki, kulakları kamufle eden kocaman profil resimden..

.

Sanki eser sahibinin şuuraltı : "Ben yok değilim. Ben varım ! " diye bağırıyordu. Babam uğurlarken : "Yine buyurun, sık sık bekleriz" dedi­ ği halde, Fazıl Ahmet Bey bir daha gelmedi. Kendisine

1938

başında Haşet Kitabev'inde rastladım. O zam.anlar bu kitabevi

A.nkara'nın merkezi olan ınus meydanında idi ve yabancı ya­ yın sa.tan başka kitapçı olmadığı için aydın Ankaralıların bu­ luşma yeri gibi idi. - Hiç buyurm.adınız, dedim. - Oradaki gibi olmuyor. Hem üçlü konuşmak konuşmak değil ki, dedi. Sonra ilave etti : - Keşke bir Kongre daha olsa da, beraber yolculuk etsek ! . . . Kongreler de, yolculuklar da oldu amma , ba.şkalan için. Yılın sonunda Atatürk'ü kaybettik. Atatürk'ün ölümünden son­

raki tek partili seçimde, Atatürk'.ün adamı sayılan ne kadar milletvekili varsa, İsmet Paşa tarafından aday listelerinden çı­ karıldı : bu arada babam da,

F8.zıl Ahmet Bey de... üstad temel­

li tstanbul'a yerleşti ve bir daha Ankara'ya ayak basmadı. F8.zıl Ahmet Bey benim için Amerikan dergilerinin "unfor­ gettable" dedikleri tipte unutulmayacak bir insandır. Onun dışında, Şark ve Garp kültürlerini şahsında bu kadar ahenkli bir şekilde birleştiren iki insan tanıdım : biri Yahya Kemal, di­

ğeri Paris'teki Şark Dilleri Mektebi müdürü, ihtiyar dostum

Henri Masse.

61



VI

BEHÇET

KEMAL

ÇAGLAR



Behçet Kemal Behçet Kemal ile ahbaplığımız romantik bir şekilde baş­ lar . i933 yılında, babam, Atatürk'ün Sofrasına davetli olduğu .

bir

.

günün ertesi sabahı, benim : "Nasıl geçti ?" sualime şöyle

cevap verdi : - Gazi yeni bir eğlence mevzuu bulmuş : bir çocuk ... on­

sekiz yaşında falan... Ismarlama şiir yazıyor. Gazi mevzu veri­

yor, b i r de müddet tayin ediyor : on dakika, onbeş dakika. Ço­

cuk uzun bir şiir yazıp getiriyor. Hani hesap makinası olan ha� rika çocuklar vardır ya, bu da şiir mak.inası ...

65


... Bir kaç hafta sonra, tstanbul'a giden babamı geçirme­ ğe, istasyona gitmiştim. Kompartmanda trenin kalkışını bek­ liyorduk. Birdenbire babam pencereden sarkıp biri ile konuş­ mağa başladı. Konuşmanın uzadığını ve trenin kalkmasına beş dakika kaldığını görünce, ben usulca trenden inip, babamın pen�eresi hizasına, onunla konuşan şahsın arka.sına gelip dur­ C1um. Derken, tren hareket etti. Babamın gözleri beni önce koruı:ıartmanda, sonra peronda aradı. Ben : "tyi yolculuklar, baba ! " diye seslendim. önümdeki adam bana doğru döndü. İstasyonda herkes ha­ reket etmiş olan trene bakarken, o, ağzı açık, bana bakıyordu. Babamla konuşmalarını kısmen dinlediğim için, bu genç adamın şiir makinası harika çocuk olduğunu anlamıştım. Şaş­ kın bakışmaya son vermek için dedim ki : - Siz . Gazinin beğendiği genç şiir... ..

- ... Behçet Kemal, diye kendi tamamladı. Peronun boşalmağa başladığını görüp, ayrılmak için dav­ randığım zaman : - Bir dakika, dedi, size yeni çıkan şiir kitabımı vermek istiyorum. Nerede, ne zaman görebilirim? Dört beş ay evvel, Dışişleri giriş imtihanını kazanıp Ha­ riciye memuru olmuştum.

- Ben Hariciye Vekaletinde çalışıyorum. Oraya göndere­ bilirsiniz, dedim. Kitabı göndermedi, kendi geldi. Hem de, hemen ertesi sa­ bah. O devirde, evrak defterini Fatin Rüştü Zorlu ile nöbetle­ şe tuttuğumuz Birinci Siyasi Dairede stajiyer memurdum. llk kadın memur olduğum için en korktuğum şey dedikodu idi. Hademe : "Sizi biri görmek istiyor'' deyince, koridora çıktım.


Geniş bir gülümseme ile bana kitabı uzattı. Kapağına göz at­

tım : "Burda bir kalp çarpıyor". Koridordan gelip geçenin be­

ni Bakanlık dışından genç bir adamla konuşur görmesi beni

sıktığı için, teşekkür edip, "Gidebilirsiniz" manasına elimi uzat­ tun.

Yüzünde gülümseme

kaybıo.ldu.

Başını uzatarak, aralık

oıraktığım kapıdan içeri baktı. Duvar boyunca sıralanmış ma­ saları ve memurlan görünce, başını geri çekti. - Sizi başka nerede görebilirim ? - Bir yerde tesadüf ederiz, elbet. Yutkundu ve boynu bükük gitti. Yerime oturunca, kitabı açtım. lç kapakta şöyle bir it­ haf : "Türklük için çarpan bu kalbi ilk defa tek birine vere­ rek". Gözlerime inanamayarak, bir daha, bir daha okudum. Bu çocuk deli

mi

ne ? lstasyondaki iki dakikalık konuşmadan son­

ra, bu kadar... Nihayet, omuz silkip, kitabı karıştırmağa baş­ ladım : Memleket tasvirleri, aşk şiirleri ve Atatürk'ü tanrılaş­ nran mısralar :

"işte dizüstü geldim, gözlerim dolu dolu"

"Rab kulu o"lsun eller, bizler Gazinin kulu ..." İthafta olduğu gibi, burada da ölçüyü kaçırmış, diye dü­ şünürken, şekli ve ritmi ile hoşuma giden bir şiirle karşılaşı­ yorum : "Nazım Hikmet'e davetiye"

"Ey çenesi çevik "'Koca Bolşevik, "Şimdi asıl yalancı "Ve bize yabancı "Bir put olan seni "Bu sefer de ben kırmak için

"Bu ta.rma

11cızaca.ğım ..."


Sonraları "devrimcidir" diye Behçet Kemal'i kendilerin­ den sayan ilericilerin bu şiirden haberi yoktu, her halde ...

. . . 1933 yazını, her zaman olduğu gibi, ailece 1stanbul' ­ da geçirip, Ekim ortalarında Ankara'ya döndük. Başkent Cum­ huriyetin Onuncu Yılını kutlamağa hazırlanıyordu. Gazetele­ ri n yazdığına göre, 29 Ekim töreninde, bir de Onuncu Yıl mar­ şı söylenecekti. Bugünkü Konservatuar olan o zamanki Musi­ ki Muallim Mektebinin müdürü, Viyolonist Zeki Bey marşı bestelemiş.

Güftesine

gelince... Bakın,

burada

bir

parante.z

açmak mecburiyetindeyim : Gökte uçak

yolcularını

rahatsız eden

hava

boşlukları

olurya, onun gibi geçmişi hatırlayan insanda da, bazen bir ta­ rilıle, bazen bir isimle ilgili h8.fıza boşlukları olur. Bugün ba­ na diyorlar ki, Onuncu Yıl marşını Behçet Kemal ile Faruk Na­

fiz

nıiiŞtereken yazmışlardır. öyle ise, bende Faruk Nafiz'in

adı ile ilgili bir hafıza boşluğu var : Çünkü ben, hafızamın ba­ na sunduğu filmde Onuncu Yıl marşını, Atatürk'ün emriyle,

Behçet Kemal tarafından yazılmış olarak görüyorum. Filmin diğe1· kısımları

da, Behçet

Kemal'in "O bende ömür boyu"

::;iiri de, marşın güftesinde Faruk Nafiz'in zarif şiir üslubu­ nun bulunmayışı da, beni

hatıralarımı aynen aktannağa teş­

vik ediyor. ... Parantezi kapatıp, bıraktığımız yerden devam edelim :

29 Ekim 1933 günü çok dolu bir gün. Sa:bah geçit resmi var. Mebus ailelerine mahsus tribündeyiz. Ve Gazi Paşanın meş­

htır Onuncu Yıl nutkunu dinliyoruz : "..•

Asla :_:;i.iplıem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük

medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inki-

68


şafiy"le atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır . Ne mutlu Türküm diyene!" .

.

Gazinin nutkundan sonra askerlerin ve öğrencilerin Onuncu Yıl marşını söyleyerek önümüzden geçişini seyrediyoruz :

Çıktık açık alınla on yilda her sava.,cıtan On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan Biz dinley�nlere, geride bırakılmış on yıl çok uzun bir za­ man gibi geliyor... öğleden sonra Ankara'nın ikinci Yüksek Okulu olan Yük­ sek Ziraat Mektebinin açılış töreni var. Başkentin ilk yüksek okulu, bilindiği gibi, Ankara Hukuk Mektebidir. Yüksek Ziraat Mektebinin açılış töreninde başka ülkeler­ den gelmiş konuklar da var. Fakat asıl akşam Ankara Palas'ta verilecek Cumhuriyet Balosunu sabırsızlıkla bekliyoruz . Çünkü Gazi Paşayı aramız­ da göreceğiz . . . . Onuncu

Yıl balosunu,

ba�ka

yerde uzun

uzun

anlattığım

için, burada ayrıntıları geçiyorum... Balonun başındayız. .. Bir c:ok tanıdık ve dostla selamlaştıktan sonra, genç şairi selam­ layıp elimi uzattığım zaman, kendisini" bir az sarhoş halde buluyorum : henüz büfe açılmamış olmasına rağmen... Sarhoş, kalabalıktan, aydınlıktan, etrafındaki şıklıktan, marş için teb­ riklerden, günün adamı olmaktan . . . Bir yandan tebrikleri ka­

bul ederken, bir yandan da salonun ortasında dans edenlere, gözleri kamaşmış halde bakıyor. Genç şairi üçüncü görüşüm. Fakat istasyonun karanlığın­ Lla ve Dışişleri koridorunun loşluğunda yüzünü iyice göreme­

mişim. Bu, temiz bir Anadolu çocuğunun yüzü. Her şeye şa­

:�an, her şeye inanan, her şeye hayran kalan bir yüz. Cil8.lan­ m ış

gibi parlayan ve bakışı ile her şeye, herkese uzun zaman

69


yapışıp kalan siyah gözlerinde ve hep aralık duran dudakların­ da devamlı, mutlu bir gülümseme... Bu yüz ve bu yüzdeki ifa­ de, şiirin hayatının sonuna kadar değişmeyecektir. . .

yaz

Benim de kendisini tebrik ettiğim sırada, yanımızdan

be­

saçlı, güzel kafalı Viyolonist Zeki Bey geçiyor. Gülerek

ve etraftaki başkalarına da hitap ederek :

- Ayol, marşı biz besteliyoruz. Sonra da, bu küçük bey

bir iki kelimeyi bir araya getirdi diye, bütün tebrikler ona ! diyor ve uzaklaşıyor. Behçet Kem.al başını sallayarak : - Bu

adam

yok mu, diyor, bilseniz ne korkunç adam !

Az kalsın beni öldürecekti .

- Nasıl ? - Gaziden emir çıkarttırmış, beraber çalışmamız gere­ kiyor, diye. Ne beraber çalışması ? Bütün mesele benim şiiri­ mi

berbad

etmek. Ne imiş ? Güfte besteye uymalı imiş. tnat

mı inat. Beş on yerde değişiklik yaptırdı. Şiirim kuşa dön· dil . Gazi Paşanın hatırı olmasa. . . Ben başka dostları sel8.ınlamak için, tebriklerimi tekrarlayarak, ayrılmak istediğim zaman , istasyonda yaptığı gibi : - Bir dakika, dedi. - Efendim ? - Sizinle dansetmek istiyorum. - Peki edelim.

Tam piste yaklaştığımız sırada : - Fak.at ben dans bilmiyorum. Güler misiniz, ağlar mısınız ?

70


- Dans da bir şey

mi, diyorum, fokstrot ise hızlı, tango

ise yavaş adımlarla yürüyeceksiniz. Hepsi o kadar. - Yürüyelim, öyle ise. .. . Yürüdü. Amma, ikide birde ayağıma basarak. Vücu­ dunda da hiç

mi hiç çeviklik yok.

- Hayatımda ilk defa dansediyonı:gı. . ... Ve romantik, mübalağalı , lüzumsuz 18.flara başlıyor

:

- Sizi orada, istasyonda, binienbire görünce. . .

... Bilmiyor ki b u türlü sözler bir kadının bir erkeği cid­ diye almaması için birebirdir. Çünkü bunlar bir kadında güven

hissinin doğmasını engeller. Söylediklerine sadece gülüyorum. Bir aralık,

mevzuu de­

ğiştirmek ve bir az da ayağımı kurtann ak için, şöyle diyorum : - Siz beş on dakikada, istenen mevzuda şiir yazabiliyor­ muşsunuz. Benim için de yazar mısıruz ? - Derhal , diyor ve orkestranın susmasını bile bekleme­ den, beni pistin ortasında yüzüstü bırakarak, salonun bir kö­

�.'esine çekiliyor. Pistten ayrılıp, sağdan soldan sel8.mlayanlara, seslenenle­ rn cevap verinceye kadar, şiir önüme dikilmiş, bana bir kağıt

par�ası uzatıyor :

- Oniki dakika �ti. Size onbeş mısra getiriyorum. Baktım. Sahiden onbeş mısra. Daha doğrusu

eski harflerle

yazılmış dört başı mamur bir şiir. Başlığı da "tık Dans". Oku­ duktan sonra gülüyorum ve teşekkür etmekle yetinerek kağıdı çantamın içine atıyorum.

71


Yarım yüzyıl boyunca modası geçmiş bir balo çantası için­ de durmuş olan şiirin işte klişesi :

� ',) � r ' ' 1 • ....:;,,.,... u .>J f ,.T_- v,. '1...# �

-

ıııııı

. . u u,. � ,-�J c)J.I' -

\

- '

, � .J- � � � - .. .. �/r--'� , �� --.J..J ,.__. -

....

'

- ..

.

r-

o� � �, ; , �· -\. y\s u. � .. '

72

..,

- -


Bugi.i.nkü

harflerle

:

iLK DANS

Böyle safjefle sarar sarmaşık bir fidanı; Kalp böyle dolaştırır ilk defa akan kanı. .. Ruhumu yıkam akta musiki çağlayanı! O saç'lar, ildhların kakülleri yüzümde; Yeni bir bahar açtı yarı solmuş güzümde "Anamı buldum." diyor şimdi kalp öksüzüm de

•.

Bir bahar sayacağım sert geçse de bu

kışı :

Bir nisan yağmurudur tekrarlama alkışı Ve bahar güneşidir o gözlerin bakışı.

.•

iki ruh bir tek sazın iki teU gibidir,

Ve hislerim en çılgın bir raksın sahibiıür.

·

Yer ya göklerin üstü, ya denizin dibidir.

O kadar hafiflemiş ve o kadar dol!uyum; Varsın bir genç kız ol�un, gözleri başka renkte, Mustafa Kemalini bu lmuş Anadoluyum. B. Kemal

Evet, ş ıpsevdiliği ile tanınmış Behçet Kemal yirmi dört ya­ :;; ı nın coşkunluğu ve şüphes iz balo atmosferinin

etkisi ile

o

ge­

ce bana hayrandı veya hayran olduğunu zannediyordu. Ben,

sosyeteye alışık, iltifatlara, komplimanlara önem vermeyen yir­ mi yaşında

bir genç kızdım. Şairlikte başarısı ne olursa ol­

sun, k ar şı mdaki

köy delikanlısı bana sadece gülme arzusu ve­

riyordu. "tık Dans" şiirindeki bazı mısralar genç kız gururu­ mu

okşamıştı tabii. Fakat onuncu mısrada benim hesabıma da

konuşmasına

içerlediğimi iyice hatırlıyorum. 73


Şiir bu şiirini, bildiğime göre, hiç bir yerde yayınlamadı . Belki kendisinde metni olmadığı için. Belki de son iki mısrada­

ki çılgınca teşbihten dolayı AUrtürk'ten çekindiği için... 1933 yılına dönelim : yıl sonuna doğru, babamın da çağrıl­ mış olduğu bir akşam, Atatürk'ün Sofrasında sade ve sade Behçet Kemal'in bahsi

edilmiş.

Atatürk

evvela,

bu

çocukta

bir kabiliyet bulunduğunu herkese tasdik ettirmiş. Sonra da,

bu kabiliyeti değerlendirmek, geliştirmek için ne yapalım ? di­ ye herkesin fikrini almış. Yıl 1933. Atatürk'ün "muasır me­ deniyet seviyesine yükselmek" ülküsünü ilan ettiği yıl. Orta­

daki mesele şu : Behçet Kemal'in şiirleri muasır medeniyet se­ viyesine uygun mu ? Uygun olması için ne yapmalı ? Herkes. ağız birliği ile ; "Kültürünü arttırmalı, Avrupaya göndermel i " diye cevap vermiş. Amma nereye ? Burada fikirler ayrılmış. Ekseriyet Fransa'yı, Paris'i münasip görmüşken Ruşen Eşref veya Falih Rıfkı, tam olarak hatırlayamıyorum, fikir ortaya atmış. Demiş ki :

değişik

bir

- Yüz yıldan beri Fransız kültüründen bir şeyler um­ duk. Bir tane bile milletlerarası yazar yetiştiremedik. Bir az

da lngiliz kültürünü denemeliyiz. Belki Türk'ün ruhu ile bir­ leşince, daha iyi neticeler verir. Atatürk bu fikri pek beğenmiş : - Tamam, demiş, İngiliz kültürünü deneyelim. biliyetli

da

çocuklar

Böyle

ka­

elimize geçerse, Almanya'ya Avusturya'ya

göndeririz. Bunlar Türk'ün ruhunu Garb'ın tekniği ile ifa­

de etsinler, bizi dünyaya tanıtsınlar... Böylece Behçet Kemal

hükfımet

hesabına

Cambridge'e

gönderildi. Herkesçe orada bir kaç sene kalacağı düşünüldü.

Şiirin ,

oraya varınca ilk işi, Varlık'ta, İngiltere aleyhinde

bir şiir yayınlamak oldu. Genel manası şu idi : Buranın ne 74


Şekspir'inden bir şey anladım, ne de dişlek kadınlarından... Ah memleketim, vah memleketim !

Bu şiiri okuyunca, Sofrada konuşulanları d a bildiğim için, fena halde kızdım : Be çocuk, seni ta oralara kadar, Şekspir'i anlayasın, anlam.ağa gayret edesin diye yolladılar. Utan ! Bir yandan Gazi'yi tanrılaştırarak, kendisine tapıyorsun, bir yan­

dan da en büyük ihaneti yapıyorsun ! Bu kızgınlıkla kalemi elime alıp, Behçet Kemal'in adını hiç anmadan, Adile Maksudi imzası ile bir yazı yazıyor ve Varlığa gönderiyorum. Varlık'ta çıkan ilk değilse de, ikinci ve­ ya üçüncü yazım. Neler dediğimi tahmin etmek kolay. Bir kaç ay sonra duyuldu ki, şair Atatürk'e mektup üstü­ ne mektup yazarak, Türkiye'ye dönmek için müsaade istiyor­

muş. ıEn nihayet döndü de. tngiltere'de topu topu bir buçuk sene kalmıştı. Meğer orada boş durmamış, Attila diye bir pi­ yes yazmış. Faruk Naiiz'in "Akın"ı, Yaşar Nabi'nin "Mete"si serisinden olan bu piyeste şöyle mısralar var :

"Dünya yaratılmıştır Türkün yüzü suyuna". Acaba bu mübalağalar yüzünden midir ki. Behcet Kema'i, edebiyatımızın en koyu milli ve hatta dini şiirlerini yazmış olmasına rağmen, milliyetçi çevreler tarafından, bir az da hak­ sız olarak , hiç bir zaman benimsenmemiştir?

... Varlık'taki şiiri yüzünden de, tngiltere'den za.mahsız dö­ nüşü yüzünden de, şaire kızgın olduğumdan, karşılaştığımız

za­

man, kendisine yüz vermemeğe kararlı idim. Fakat, düğün mü idi, tören mi idi, kalabalık bir yerde karşılaştığımızda, o kadar suçsuz ve sorumsuz, o kadar da içten ve candan bir gülümseme ile bana doğru geldi ki, ben de gülümsemekten kendimi alam.a­ dım.

75


Fakat öfkem geçmemişti. Hıncımı başka türlü aldım : O günlerde, her hafta okuduğum "Nouvelles litteraires"in eleşti­

ıicisi Edmond Jaloux'dan da kuvvet alarak, şiirlerine ve şairli­ ğine yüklendim : - Siz çabuk şiir yazmağı marifet zannediyorsunuz. Hal­ buki asıl marifet yavaş yazmak, yani bir d aha bir daha üs­ tünden geçmektir. Sonra, kaleminizin ucundan dökülen her mıs­

raı kutsal

sayıyorsunuz.

li. Sizde gerçekten güzel

Halbuki kötü mısraları atmasını bilme­ mısralar da var. Fakat ikinci kafiyenin

hatırı için gelişi güzel yazılıvermiş boş mısralar dolu. Boş, ilhamsız, şiirsiz. Şiirlerinizi bunlardan ayıklansanız, o zaman hakiki şair olursunuz.

Ben çok ciddi ve heyecanlı konuşuyordum. Bu sefer o gü­ lümsemekle yetiniyordu. Temiz kalbi ile insanı yenen, çaresiz, silah.sız bırakan bu çocuğu, her halde, Atatürk de affetmeden edemedi. Daha az sofrasına davet etmekle beraber, Halk.evle­

ri müfettişi tayin ettirdi. Atatürk'ün ölümünden sonra, İsmet Paşa şairi miiletvekili yaptı. O yıllarda, şairliğinin yaıunda, bir de hatipliği gelişmişti. Belirli olaylar, milli b ayramlar, milli matemler münasebetiyle, nefis irticali konuşmalar yapıyordu. Türkiye devletinin resmi hatibi olarak, 1923 ile 1931 arasında, Hamdullah Suphi'nin ifa ettiği rolü Behçet Kemal devralmış­ tı.

O zamanlar düşünmüşümdür : Hatip deyip geçmemeli. �a­

tiplik öyle bir sanattır ki, bir takım meziyetler, zeka, hafıza, bilgi ister. Behçet Kemal Çağlar ismet Pa.şa'yı sevmezdi. tçinderi. pa­ zarlıklı olmak nedir -bilmeyen bu tek katlı, yekpare ruhlu şair

İsmet Paşa'yı anlayamazdı. Etrafındaki siyas! oyunlara ve be­ ğenmediği icraata taJ1amınül edemeyip, 1948 de, kendi şahsı ile ilgili olmayan sebeplerle, bir milliyetçi, bir idealist olarak, Halk Partisinden ayrıldı.

76

Asıl güzeli,

ondan evvel de,

ondan


sonra da, hiç bir milletvekilinin yapamadığı jesti yaparak, Par­ ti sayesinde elde etmiş olduğu milletvekilliğinden de istifa etti. işte Türk mertliği ! dedim kendi kendime. Behçet Kemal milletvekilliğinden ayrıldıktan sonra, lstan­ bul'a yerleşti. Aradaki yıllar içinde benim de hayatımda değ·i­ şiklikler olmuştu.

if

Evlenmiştim. Vaz em Istanbul'da idi . Bir

gün karşılaştığımızda : - Başkaları için güzel yazılar yazıyorsur..u z, dedi. - Bilirsiniz, tenkid yazısı sene içinde çıkmış bir eser hakkında yazılır. Siz çoktan beri şiir kitabı yayınlamadınız. - Sonra, dedi, ikinci kafiye .. boş mısralar ... Biliyor mu­ .

sunuz ki, denedim, dediğinizi yapmağı. Fa.kat olmuyor. Bir mıs ­ raı çekip çıkardım mı idi, şangırr diye bütün bina çöküyor.

Behçet Kemal tstanbul'a geldikten bir müddet sonra, de­ dikodu çevrelerinde iddia edildi ki şair tanınmış bir gazeteci­ nin hanımı ile arkadaşlık etmekte. Dedikoduyu seven ve sö­ zünü szkınmayan Nizamettin Nazif bir gün, bir grupta dedi

ki : - Tahmin. edilmez amma, Behçet Kemal kadınlarla son derece çekingen ve beceriksizdir. Onun için, şimdiye kadar hep adi kadınlarla, hizmetçi takımı ile düşüp kalktı. tık defa, hele şükür, bir Hanımefendinin eline geçti. Bütün bunlar doğru mu idi,

değil mi idi, bilemiyorum.

Şurası muhkaka.k ki, 1950 yıllarında, Behçet Kemal kendisine. veya bir başkası ona, çeki düzen verdi. Artık kravatını çarpık değil, düz ve ortada, paltosunun yakasını ensesine iyice otur­ muş halde görmeğe başladık. Şair köylülükten sıyrılıyor, şehir­ l i leşiyordu. "Şadırvan" adlı lüks edebi dergiyi çıkarması da o

yıllara rastlar. .

.

.

77


Zaman geçti. Küçükler büyüdü, büyükler yaşlandı. 1957 yılında babamı kaybettik. Baktım, cenazeye Behçet Kemal de gelmiş. Cenaze namazı kılınıp mezarlığa vardığımızda, kard.e­ �jmle eniştem şairden mezarın başında bir kaç kelime söyleme­ sini rica etmişler. Ve şfilr orada öyle uzun, öyle güzel bir ko­ nuşma yaptı ki, dinleyenlerin hiç biri unutamıyor, unutamaz. Bu aziz dost nereden edinmişti babamın hayatı hakkındaki o bil­ gileri ? Ben Holla...-ıda'da iken 1960 1htil8.li oldu. Milli Birlikçiler şairi Kurucu Meclis üyesi yapWar. Sonradan müşterek dostlar­ dan öğrendiğime göre, bununla pek iftihar edermiş. Ancak, Ku­ rucu Meclis dağıldıktan sonra, politik tekliflerin hepsini red­ dedip, tstanbul'daki hayatına döndü. 1963 veya

1964 de, bugünkü Boğaziçi üniversitesi olan o

zamanki Robert Kolej'e devam eden kızım Gönül bir gün dedi ki

:

"Anne , bugün tuhaf bir şey oldu. Türk edebiyatı hocamız

Behçet Kemal Beye koridorda rastladığım zaman bana : - Kızım, sizin anneniz. babanız kim? diye sordu.

Söyleyince de : - Tamam... demek Adile Hanımın kızısınız . Uzaktan otuz ..

yıl geriye dönüverdim

:

ayni boy, ayni yürüyüş, dedi"

... 1966 da, Behçet Kemal nihayet bir şür kitabı yayınladı :

"Benden içeri". O günlerde Dışişlerinde oldukça önemli bir gö­ revim vardı ve vaktimin yarısı dış seyahatlerde geçiyordu. Onun

için "Benden içeri"yi çok sonra görebildim. Şiir kitabın arka� sına kendi hayat hikayesini yazmış. Şöyle başlıyor : "1908 de, Eroncan'da, Tepecik köyünde doğdum. Babam

Kayaeri'nin Bünyan Çağlayanı kıyısında yerleşmiş Büıiingüz 78


isimli Türkmen oymağındandır. Anam Balıkesirli Çepni Yörük­ lerinden kolağası Ahmet Ağa'nın kızı ... "

Şair şiirlerinden de söz ediyor. Diyor ki : "Benden içeri'ye girmeyenleri benim şiirim saymamaları okuyucularımdan en is­ rarlı dileğimdir" Neden acaba? Bu bir çeşit ayıklama mı idi ? Kitaptaki şiirlerin çoğu gençliğine ait, bilinen şiirler. Ben �:alısen olgunluk, ayılmışlık dönemine ait şu mısralarını tercih

ediyorum :

"Tarihlere ün salmış bir u'IN.stan olmanın "Kabartırdı göğsümü bir zamanlar kıvancı. "Şimdi ise, uyuşuk, az gelişmiş kalmanın "Kızartıyor yüzümü kahrolası utancı .•." . .. 1967 de Roma'ya atanmıştım ve yolculuk hazırlığında idim. Bir gün Kızılay civarında yürürken, bir araba kaldırıma yanaştı ve bir ses "Buyurun" dedi. Baktım : Direksiyonda is­ met Paşa'nın damadı gazeteci Metin Toker. Çok şaştım. Ger­ <;� İstanbul üniversitesinden öğrencimdir amma Metin Toker öyle hocaya saygı gösterecek takımdan değil... Yanında oturana p;öz atınca işi anladım : Behçet Kemal istemişti durup beni al­ malarını. Bindim. Sıhhiye'den dolaşıp Mithat Paşa caddesine, TRT'ye gideceklermiş. O günlerde Behçet Kemal TRT Yöne­ tim Kurulu üyesi idi.

Buluşmuş eski dostlar gibi şundan bundan söz ettik. Eh, t anışalı hemen hemen kırk yıl olmuştu. O altmışında, ben alt­ mışına merdiven dayamış... Bir aralık, bilmem hangi münase­

betle, Metin Toker'e bakarak ve başını sallayarak, dedi ki : - Ah ah, bilmezsin, biz

ne

çok koştuk Adile Hanımın pe­

!;ünden. Amma hiç bir zaman yüz vermedi bize ...


Şair bunu şaka tonu ile söylemişti. Ben ise, kendisi i l e bu karşılaşmanın son karşılaşma olacağını sezdiğimden mi ne­ dir, elimi omuzunun üzerine koyarak, ebediyet kadar ciddi bir tonla : - Behçet Bey, söyleyin, dedim, eğer vaktiyle sizin dedi­ ğiniz �anada size yüz vermiş olsa idim, şu andaki güzel dostlu­ ğumuz olurmu idi ? ... Metin Toker,

gözlerini

kilde dudaklarını büzüyordu.

80

yosyuvarlak açmış, tipik bir şe­


v11

S A B A H ATT İ N A L İ

81



Sabahattin Ali Sabahattin.

dir. Fak<t�

A li

ile ilgili hatıram belki edebi nitelikte değil­

çevre ve çağ faktörlerini de göz önünde tutarak yo­

rumlamasını bilenler için, zannedersem bu hatıranın Sabahat­ ! in Ali'nin hayatına, edebi ve gayri edebi faaliyetine ve hatta

iilümüne ışık tutan tarafları vardır.

Sabahattin Ali ile ne gibi şartlar içinde tanıştığımızı an­

latmak ve bu tanışmanın dekonın11 çizebilmek için, kendime ait ailevi ayrınWara girmek ve yine babamdan söz oetmek zo­

rnndayım : Efendim, babam gençlik ve öğrenim ytllannı mad­

di sıkıntı ve mahrumiyet içinde geçirmiş olmarun reakHiyonu


ile olsa gerek, olgun yaşında, yukarıda da belirttiğim gibi, eli açık bir insandı. Ailesinin hiç bir şeyden yoksun olmasını is­ temezdi. Özellikle, çok varliklı bir ailede doğup büyümüş olan an.nemin rahat ve istirahatine önem verir, onun yaz aylarında ev idaresi ile, hizmetçilerle uğraşmayıp, tam olarak dinlenme­ sini anu ederdi. Uzun sözün kısası, biz yaz aylarını ailece Ada'nın, Moda.'nın lüks otellerinde geçirirdik. Üç dönem millet­ vekilliği yapmış olan babamdan, bu sebeple, apartımanlar kal­ madı, fakat gençliğimden bir yığın hatıra kaldı. 1931 yazıru Modada, o zaman Moda burnunun Deniz Kulü­ bü tarafındaki kıyısında bulunan Moda Palas otelinde geçiri­

yorduk. O zamanki Moda şimdiki ·gibi, gürültülü patırdılı, vızır vızır arabaların geçtiği yer değildi. Moda Burnundan araba­ ların geçmesi yasaktı. O zamanlar Ada vapurları Modaya uğradığı için iskele bi­ nası canlı idi. Hele sabah ondwki gidiş vapuru i!ı>. akşam altı­ daki dönüş vapuru islrekye ve bütün Modaya ağır başlı, telaş­ sız bir hayat katardı.

Moda Palas'ın, onun yanındaki Mano Palas'm ve onun yanındaki Apergis pansiyonunun pencerelerinden Kalamış ko­ yunun ötesinde görülen manzara şimdiki gibi beton yığınından ibaret değil, yeşillikler arasında beya.zlıklardı. Yani, geniş bahçel-er içinde köşkler... Ne diyordum? Evet, Moda Palas ... Moda Palas'ta yemek­ ler öğlen d�anda, bahçede yenirdi. Her ailenin belirli masası vardı. Bizim masanın hemen yanındaki masa genç bir karı ko­ ca ile üç dört yaşlarında küçük kızdan ibaret bir ailey� ayrıl­ mıştJ. Kfo;ük kı7. şirin mi şirindi. Ben küçük çocul:lara bayılır­ dım. Onlar da beni severdi. Yarumızdaki kiiçük kız da bana cilveli cilveli bakar, o baktıkça ben ona göz kırpardım. Bazen bizim :rn?.saya y:;.klaşacak gibi olur, ben yakalamak isteyince , utanma numaraları yaparak annesinin kucağına sığınırdı. Kü· 84


çtik. kızla göz flörtüm.üz bir kaç gün sürdü. Sonra, pek tabii ola

­

rak, annesi ile karşılıklı gülümsedik ve konuştuk. Ben küçü­ ğün yaşını ve adını sordum . Adı yanılmıyorsam Filiz'di.

Filiz'in

babası "pi.n.Cie-nez" denilen cinsten çerçevesiz göz­

lük takan, orta boylu bir adamdı. Şimdi hesap ediyorum da, o zaman ancak ve ancak yirmi beş yaşında imiş. Halbuki ba­ na. otuz n.ltı otuz yedi yaşlarında bir adam hissini verirdi. Çün­ kü çok ciddi ve hatta çatık kaşlı idi. Bize ilk günler soğuk bir selam ·verip geçerdi. Fakat benim ve annemin karısı ve çocu­ ğu ile samimiyetimizi görüp, nihayet bir az yüz vermeğe mec­ ,

bm oldu. Otel müşterilerinin hepsi hali vakti yerinde kimselerdi. A­

ralarında yabancı diplomatlar, zengin işadamları vardı. Ben, nedense,

gün

Filiz'in

babasını

bir

yağ tüccarı

farzediyordwn.

Beyfendi ne iş yapar, diy�. "Alınan­ C'a öğretmenidir" diye cevap verdi. Doğrusu şaştım. Öğret­ men maaşı ile böyle bir yerde.. Zamanla öğretmen Beyin adını Bir

hanımına sordum,

da öğrendik : Sabahattin Ali imiş. Bu ad bana hiç bir şey ifade etmiyordu. Çünkü Sabahattin Ali henüz Sabahattin Ali değil­

di. O yılJarda dünya sa.kin, daha doğrusu tasasız

bir dönem

:�nnekte idi. Yirminci yüzyılın başındaki yıllara na&l. "Gü­

zel devir" deniyorsa, •bugün Avrupa

edebiyatında iki dünya

( Les annees fol­ les) denir : Çarleston, Fokstrot ve Tango yıllan . . "cafe-chan­ Lant" lar dönemi... Yalnız Almanya Avrupanın çılgın hayatına savaşı arasındaki yıllara. da "Çılgın yıllar"

.

katılamıyordu. Yenilgi

memnuniyetsizliği,

memnuniyet.sizlik

ıle komüi'Lizm eğilimini doğurmuştu. Bazı komşu memleketler hu eğilimi ve akımı finanse :etmekte idi. Hitler henüz görünür­ de yoktu Tür.kiye, Cumhuriyet devrinin altın çağını yaşıyordu.. De­ �il soygun, cinayet veya anarşi, gazetelerde bir hırsızlık ola-

85


yına bile rastlanmazdı. Asayiş o kadar mükemmeldi. Vatandaş.

devJ.ete, memur imire saygılı idi Bu düzeni yıkmak veya sars­

mak için sağda solda tohumlar ekilmekte olduğundan haber­

sizdik. Sabahattin Ali Beyin Hanımına bir gün sormuştum : - B-:"'yefendi almancayı nerede öğrenmişler ? Alman

kulunda mı ? - Hayır, Almanyada. Almanyadan döneli bi r sene falan oluyor. - Ya

Bir

gün Hamdullah Suphi Beyle Ruşen Eşref Bey baba­

ma misafir geldiler. Akşam yemeğine k alacaklardı. Yemekten evvelki saatlerde, herkes, deniz kenarında, otellere mahsUB kı­ sımda şezlonglarda dinlenirdi. Ben, çok defa yaptığım gibi, ba­ b amın misafirlerinin meclisine sokulmuştum, daha doğrusu yanlarında oturup sessizce dinliyordum. Bir aralık Ruşen Eş­

ref edebiyat dünya.sını hep eskilerin işgal ettiğinden, yeni

bir

değerin, yeni bir kalemin yetişmediğinden söz ıetti. Hamdullah Bey de dedi

ki :

--.Mamafih, gençler arasında bazı kıymetli

kalemler de

yok değilmiş. Bana Sabahattin Ali diye bir gençten bahsetti­ ler. Hikiyeleri pek güzel, pek orijinalm.iş.

Ben a.Wdım : - Almanca öğretmeni değilmi ? Almanyada okumuş... - Evet, evet. - O burada, bu otelde

kalıyor.

- Ya ? ... Bu değerli genci tanımak isterdim. Tanıştırabilirn:ıi.sinİ3 kızım ?

86


Etrafa göz gezdirdim.. Baıktım , solda, uzakta bir Sabahattin Bey hanımı ile birlikte çay içiyor.

- Tabit, diye cevap verdim Hamdullah

yerde

Suphi Beye , şi m ­

di hemen getiririm.

... Düşünüyorum da, Hamdullah Suphi Beyin o zamanki saflığı �im saflığımla yarış halinde imiş. Ne ideoloji denen seyden, :ıe dünyada ve Türkiye'de, resmi hayatı n gerisin de olup bitenlerden, ne de memleket için hazırlanan gekcekten baberdarmışız.

Koş;ı koşa gittim. Müjde verir gibi :

- Sabahattin

sizi meşhur bir adamla dedim.

Bey,

ğım . gelin, bekliyor,

tanıştıraca­

-- Kimmiş bu meşhur adam ? eski Maarif Vekili. Sizi kendimeğer yazı da yazarmışsınız.

- Hamdullah Suphi Bey, methetmişler ... Siz

sine

Sabahattin Ali'nin yüzü. nedense , kıpkırmızı oldu. Elinin tersi ile yaptığı bir hareketle boş çay bardağını devirdi ve ay­ nen şu sözleri söyledi :

- Ben öyle heriflerle tanışmam. Afallamıştım. Karısına baktım . Kansı da kocasına

baka­

-ak : Sabahattin, ne

yapıyorsun ? dedi.

- istemem tanışmak. Bu dununda ısrar etmemek ve Hamdullah Suphi Bey'e gi­ dip

lik.,

:

''Tanışmak istemiyor" demek vardı, değil mi ? Fakat genç­

sa.flıl� . gaflet,

cahillik ve yenilgiye alışık olmamak beni ıs­

rara sevketti : 87


- Sizi beğeniyor amma, beğendiği için istiyor Hem beo müşkül mevkide kalacağım. Şimdi getirir, tanıştırınm, de­ .

dim. Bwıları söylerk en medet umuyordum.

O

da

,

Hanımına. bakıyor

,

gözlerimle

kocasının tutumunu anlamıyordu

ondan

:

- Haydi, Sabahçı.ğım, tanışmaktan ne çıkar �

Ben, katmerli saflığımı devam ettirerek :

- İyi

adamdır, vall.a.hi fena adam değildir .

Nihay�t,

..

Filiz'in an�esi

yerinden kalktı ve

kocasının

ko­

lundan tutarak :

- Sabahattin, ayıt-ediyorsun, bir sel8.ml a , iki dakika kal,

gel dedi.

Hanımının bu ısrarına dayanamadı. Kaşını çatarak yerin­

den kalktı ve benimle yan ' yana yü:rümeğe başladı. Ben, şata­ fatlı bir şekilde tanıştırma merasimini ifa ettim :

-Almanca öğretmeni, yazar Sabahattin Ali Bey. . . Tlirko­ Hc>i.si Hamdull ah Suphi Bey.. . Ruşen Eşref Bey. .. ba­

cakları

bam . . .

Sabahattin Ali hiç bir şey söylemeden ilk ikisine elini u­

zattı,

babamı başı ile sel8.m.ladı.

Hamdullah

Suphi Bey ise, he­

men mem nuniyetinden, duyduğu sitayişlerden başlayarak,

zun - bir nutuk çekmeğe b�ladı. Sabahattin Ali kendisine söy­ lenenleri dinlemiyor, etraftaki insanlara ve otel ile sahil ara­ sındaki yoldan geçenlere ürkek ürkek bakıyordu Birdenbire. Ham dullah Suphi'nin nutkunun tam ortasında : .

- Müsaadenizle, dedi ve koşarcasına uzaklaştı.

Hant.iullah Suphi, Ruşen Eşref, bab am i?&Şkınlıktan do­

nakaldıla!'. Ben ise, pek o kadar şaşmadım.

88


Ruşen Eşref :

- Garip genç , dedi. Hamdullah Suphi : - Almanya'da okuyanlarda görülüyor

böyle

gariplik­

ler... Babam :

- Bugün Almanya'da çok kesif fikir mücadelesi ve pro­ paganda harbi var. Bilhassa kabiliyetli gençleri her iki taraf oltasına takmağa çalışıyor, dedi. Ben ne babamın söylediklerini anlayat-ildim, ne de Filiz'in babasının tutumuna bir mana verebildim. Esasen, onsekiz yaşın tasasızlığı ile, bütün bunları anlamayışıma da önem vermedim.

Şu kadar ki, 1931 den sonra, Sabahattin Ali'nin her çıkan eserini füıp okudum. 1H35 de «Değirmen», 1936 da «Kağnı>, 1937 de "Ses" ve "Kuyucaklı Yusuf", 1940 da "!çim.izdeki Şey­ tan", 1943 de "Yeni Dünya" ... ve saire ... Bu arada yazarın hap­ se girip çıktığını duyuyorduk. Bilindiği gibi, Sabahattin Ali Edebiyat tarihimizin bir fas­ lını teşkil eden «Güdümlü edebiyat» ın nesirdeki ilk büyük tem­ silcisidir. Nasıl ki Nazım Hikmet angaje şürin piridir. Yukarıda anlattıklarım gösteriyor ki, biz, babalarımız , amcalarımız uyurken, «güdümcfiler:ı> çoktan şuurlu bir tutum takınmışlar ve belirli, işlenmiş bir program çizmişlermi.ş. Bu programın edebi etiketi «sosyal gerçekçilik» idi. Sabahattin Ali'nin üslubunu, sanatını, veliıtluğwıu beğe­ niyor, fakat eserlerinde sinsice Ahmed'i Mehmed'e Ali'yi Ve­ li'ye düşman eden kışkırtıcılığına kızıyordum. Nihayet, daya­ namayıp, 1947 sonunda «Sırça Köşk» ün yayınlarunası münaı­ sebetiyle, «Edebiyata ihanet» başlıklı bir yazı yazdım ( 1 Mart 1948) . Bu yazıda şöyle diyordum : 89


"Gümrüklerde eroin kaçakçılığına alet olan mücevherler gi.bi, "Sırça Köşk" kitabın ın edebi zarfı da siyasi ve içtimai .fiki r kaçakçılığına yar<lım eden bir vasıtadan başka bir şey de­ ğUdir "Sırça Köşk " yazarının içtimai telakkilerinin mahiyeti veya siyasi temayüllerinin istikameti bizi alakadar etmez. Biz sırf edebi bakımdan şı� hazin müşahadeyi yapmak mecburiye­ ..•

tindeyiz ki, edebiyatımızın değerli hikayeci ve romancıların­ dan biri olan Sabahattin Ali, edebiyata ve

sanata vefas1zlık

göstermekte ve ha.tta, edebiyatı edebiyat dışı maksatlara cilet etmek

suretiyle,

ona ihanet etmektedir.

Bir sanatk<irm. sana­ etmesinden

tına ihanet etmesi, bir rahibin ma.buduruı ihanet

daha hazin bir şeydir..." 1966 da veya 1967 de, Dışişleri Kültür

işlerine baktığım

sırada, Ffüz'in. babasını hatrrlamama şöyle bir vesile oldu : Bir Büyükelç5Jiğimiz, telif ve tercüme hakkı

olarruk,

Sabahattin

Ali'nin varisleri adına Merkez Bankasına yirmi bin lira yatırıl­ dığını bildiriyor ve ilgililere duyurulmasını rica ediyordu. Bu, karıştırdım : Daha önce de, ayni memleketten, buna yakın meblaglar gönderilmiş ... l1ık tanıştığımız zaman yağ tüccarı �annettiğim yazar gözümün o zaman için yüklü bir para idi. Dosyayı

önüne geldi ve «sosyal gerçek�iliğin» yağ ticaretinden daha . az

karlı olmadığını düşündüm.

90


v111

SALİH ZEKİ AKTAY

91



Salih Zeki Yine Moda'da, deniz manzaraları ile çevrili olarak geçen bir yaz mevsimi idi. Senesini hatırlamıyorum. 1935 ile 1937

rası ol duğunu biliyorum, sadece. O sene Apergis Aile Pans iyo­ nunda kalıyorduk.

Pa�iyonda kalanlar arasında bir de Osman Bey ad ında uzun boylu, gençce bir adam vardı. Zannedersem, sonraları Milli Eğitim müfettişliği yaptı. İşte bu Osman Beye, her ak­ ,

şam, saat beşe doğru edebiyatçı dostları gelirdi : Yedi Meş'ale­ cilerden

Sabri

That (0 zaman soyadı Ander

idi ) , Salih

Aktay ve hatırlamadığım başıkaları. Kırmızı salonun bir

Zeki köşe93


sinde topl anır , konuşur, tartışırlardı. Akşam yemeği s aa ti ge­

lince , kalkıp giderlerdi.

Bi.ziııı ve şahsen benim, OsmaJı Beyle sel8.mlaşmaktan ba;;­ ka samimiyetimiz yoktu. Öyle olduğu halde, bi r akşam, ben sa­

lonun bir başka köşesinde, her gün yaptığımız sandal gezintisi

için annem le kardeşimin hazırlanıp inmesini beklerken, Osman Beyin b eni arkadaşlarına takdim edeceği tuttu. öyle sezdim ki,

aralarındaki birinin telkini veya isteği üzerine... Ben, herkesin

elini sıktıkta n sonra, yanlarında fazla kalmayıp, dışarıda bek­ lemeği tercih ettırn.

Osman Bey, bir hafta veya on gün kalıp, pansiyondall ay­ rıldı. Om•n tanıştırdığı başka kimselere bir daha rastlamadı­ ğım halde, bütün Mühürdarlılar gibi, her akşam Moda burnunu

bir kere d ol aşan Salih Zeki ile se'amlaşmağ·a devam ettim. Bu beyaz saçlı, kibar tipli ve güler yüzlti ad am bana sempatik ge­ l iyo rdu.

Bir gün Kadıköyü vapurunun Hususi Mevkiinin alt salo­

nunda, ya rum da boş yer görüp, şair geldi oturdu. Bu yirmi

dakikalık ilk görüşmemizde , havadan sudan konuştuk. Esasen

ş airin şunu bunu sel8.mlamaktan, benimle konuşmağa pek vak­ ti kalmıyordu. Amma da ahbabı

vardı

bu adamın ! Şunu da be­

lirtmeliyim ki, o zamanlar Kadıköyü vapurunun Hususi Kama­

rasında

bugünkü kokteyl

p artilerinin havası

vardı. Herkes,

muh akk ak, bir tanıdığına rastlar ve çayını . yudumlarken. soh­

bet ederdi

Daha so nraki görüşmemiz

yine vapurda

oldu, fakat, bu

öe.fer, l!ususi Mevkün güverte kısmında . Vapur çok kalabalık­ tı. Ben, J-er bulmak için bakınırken,

yurun, Küçük orada. oturan

na

Hanım»

şair ayağa kalktı

ve : <:Bu­

diyerek , yanında yer gösterdi. Bir de.

bir adamı « Edebiyat öğretmeni falancai' diye ba­

takdim etti. Salih Zeki Bey,

·kısaca hatırımı

sorduktan scn ­

ra, ben wkmuşum gibi, arkadaşı ila ko nuşm ağa. devam etti :


- l!�vet azizim, benim «Persefon» u anlamadılar. Cahildir zaten bizim münekkitler. Ne tarih bilirler, ne de edebiyat ta­ rihi ... Dünya edebiyatı demek istiyorum... Ne imiş ? Ben Yunaıı hayraru jm.işim. Değil efendim ! Anlamıyorlar

ki.

mitoloj i Yu­

nanın malı olmaktan çıkmış, insanlığa mal olmuştur. «Hwna­

nites» demezler mi, Yunan medeniyetine dayanan

kültüre ? . . .

Almanların bUyü.k. şairi Goethe n e yapıyor ? Tutuyor «İfigenya>> diye bir piyes yazıyor. tfigenya nedir ? Yunan Mitolojisinin bir faslı . . . Halbuki, Jermenlerin kendi mitolojileri var. Votan'lan.

Motanları falan. Niçin o mitleri kullanmıyor ? Çünkü cihanşü­ mul olmamıştır. Hem bizimkiler zannediyor ki, mitoloji dindir,

yani Yunanlıların dini. Ne münasebet ? Mitoloji dünyanın, ha­

yatın felsefi izahıdır. Mitolojik vak'alar sembollerdir, mitlerdir. Bu mitlerin en mühimi de « Persefon» mitidir... Ben, eşya yerine konmaktan bıktığım için mi, ukalfilığını tuttuğu iı:in mi ne, 18.fa karışmak. ihtiyacını duydum

:;;ı ...

- �onbaharla ilk bahar miti . . . tabiatın ölüp tekrar dirili­ değil mi, efendim ? Oturduğu yerde, yüz seksen derece bana

h ayretle baktı ve arkadaşına : -Bak, gördün mü ? Haıumefendi biliyor

dönüp, yüzfune işte,

dedi.

Bir .mda Küçük Hanımlıktan Hanımefendiliğe terfi ediver­ miştik. Maale&"ef, şairin nezdindeki yeni mevkiimizden fayda­ !anmak mümkün olmadı. Çünkü Köprüye gelmiştik.

Bu karşılaşmadan bir kaç gün dük. Çünkü Ekim gelmişti.

sonra da, Ankara.ya dön ­

Ertesi sene yazlığa Moda'ya değil, Büyükada'ya gittik. Bü­

tün kışı Ankara'da geçirdikten sonra., vitrinleri görmek, alış veriş yapmak için Beyoğluna inmeden olmuyordu. Ankara, bir kadın

için,

O

devirde

modayı takip etmek, üst baş edinmek

imkinlan bakımından kısır idi.

95


Bir gün bir arkadaşımla. beraber terziye gitmek için, Le­

bon pasta.nesinde buluşmak üzere sözleşmiştik. Ben, vapur

sa­

ati dola.yısiyle hayli erken gelmiştim. Belli etmeden etrafım­

dakileri

seyrederek bekliyordum. Bir aralık, pastanenin kapı­

Rl açıldı \'e Salih

Zeki

başını uzattı.

Birini arar gibi, bütün ma­

salara baktıktan sonra, çekilip gidecekti ki, beni gördü ve he­

men içeri giıjp yanıma geldi : - Nerelerdesiniz yahu, Hanımefendi ? Şiirlerimi götürmüş­ tüm pansiyona, sizi bulamadım. Bu sene de üç kere aradım. Bunları söylerken ayakta durduğu için,

oturmasını rica

ettim. Arkadaşım gelinceye kadar konuştuk. Bana geçen sene­ kina en başka. gözle baıkıyordu. Bir sürü iltifat y ağ dır dı

.

&lki

arada geçen yıl için.de gelişmiş, serpilmiştim. Şiir kıtabını gön­

adre.simi riinmez, kalktı gitti.

dermek için

aldı. Ve arkadaşım kapıda görünür gö­

Bir iki gün sonra, şür kitabı geldi : «Pınar» adlı küçücük bir kitap. Kanştırmağa bile vakit bulamadan veya lüzum gör­ meden, bir kenara attım.

O

sıralarda hayatımda kafi derece<le

şiir vardı . Dikkat ettiyseniz, insan kendisi roman yaşarken, ne roman okumak, ne de sinemaya gitme k ihtiyacını duyar. Hele

şür

okumak hiç canı istemez. Böylece her yaz, tstanbul'a geldikçe, şurada burada Sa­

lih Zeki

Beye rastlar, her . defasında bana s empati veya takdi­

rinin arttığını hissederdim. Görüşmemizin ilk beş on dakika­

sında beni iltifatlara boğardı. Tabii, o zamanlar, şimdiki gibi, bir ihtiyar ve şişman kadın değildim.

Uzwı

boylu olduğum için

de, endamımın güzel olduğunu zannederlerdi. Bundan olsa gerek, Salih Zeki Beyin

bıktırırcasına

dolayı

tekrarladığı hir

kompliman vardı. Derdi ki : - Siz nesiniz, biliyor musunuz ? v�nüs vücudu üzerine turtulmuş Minerva kafası . . .

96


Sık sık da Yunan Mitolojisi konusuna dönerdi. - Bu semboller heyeti mecmuası benimsenmedikçe edebiyatımız asla muasır bir edebiyat olamayacaktır, derdi. - Haklısınız, efendim. Ben nezaketen böyle söyledikçe şair coşardı - Siz beni anlıyorsunuz, Adile Hanım. Anlamıyor, arka­ daşlar. Bana ne diyorlar, biliyormusunuz ? "Senin

Jüpiter adi

zamparanın biridir. Bir gün altın yağmuru olur, bir kadını ge­ be bırakır, ertesi gün öküz olup başka bir kadına

saldırır".

Anlamıyorlar, efendim. Anlamıyorlar ki, bütün bunlar sembo­ liktir, hayatın izahıdır, tefsiridir . Esasen Jüpiter ilah da değil­ dir, bir ifade vasıtasıdır. Onun maceralarının manası aslında kadın psikolojisinin tahlili, kadın ruhunun izahıdır, başka bir �ey değildir. Kadını erkekte ne cezbeder ? Sırasına göre servet, para, altın. Bir çok kadınlar paranın cazibesine dayanamaz. İş­

te Jüpiter de altın yağmuru olup Danae'nin kalbini fetheder. . . Bazı kadınlar da servet değil, kudret karşısında kendinden ge­ çer. Fiziki kudret sembolü olduğu için, Jüpiter boğa kılığına girerek Europa'nın aşkını kazanır. - Haklısınız, efendim. Kadın kısmının gençlik yıllarında öyle bir devir vardır ki, Pn önemli iş herkese sevimli göıiinmek, hoşa gitmek, beğenil­

mektir. Bunun için de, her kese gülümseyecek, herkese hak ve­ receksiniz. Bu belki de biyolojik bir kanunun neticesi veya be­ l i rtisidir. Fakat ben Salih Zeki'ye hak verirken az çok samimi idim. Lise tahsilimin de etkisiyle, kültür a lanında Batının ilgisini çe­ kebilmek için Yunan kültüıiinü tanımak 18.zım olduğuna ina­ nıyordliın.

1944 den itibaren, ben tstanbulda daimi olarak oturmağa başladıktan sonra, Salih Zeki evime geldi, çocuklarımı okşadı.

97


Bir sürü eserini de getirmişti : Persefon, Asya Şarkıları, De­ ğişişler, Hallac-ı-Mansur. Bu son eseri hakkında, daha doğru­ su Hallac-ı-Man.sur'un şahsiyeti ve kaderi hakkında tasavvuf uzmanı, tanınmış Fransız bilgini Massignon'un bir mektubu­ nu da cehind·en çıkarıp okudu. "Pınar" daki şiirleri beğenip beğenmediğimi sorduğu za­ man, müphem bir "güzel" kelimesi ile cevap verdiğimden, ha­ yallere kapılmayıp, şöyle bir ricada bulwıdu : okumasanız bile, hiç olmazsa Hallac-ı-Man­ sur'u karıştırın, okuyun. Bu esere çok kendimden verdim. -Başkalarını

Ayrılırken israrla evine çağırdı, "fütaplarımı görmenızl muhakkak istiyorum" dedi. Ve evinin yolunu uzun uzun tarif etti - . . . işte orada sola sapıyorsunuz. Mühürdar karakolunu görünce bir daha sola.. Bir gün gittim. Çok sevindi. Fakat... Doğrusu itiraf etmeğe utanıyorum : Kitaplarının hiç biri­ bir tek sahifesini okuı:r.adım. O sıralarda eleştih yazı­ ları yaymlamağa haşlamıştım ve eleştiriciliğin kuralları icabı yalnız o yıl yayınlanmış eserlerle ilgileniyordum. Okumam ge­ reken çok kitap vardı. Çünkü prensip edinmiştim : Bir yazarın bir eserinden söz etmeden önce, daha önce yazdığı bütün eser­ lerini okumuş olmam şarttı.

nin

Hem Salih Zeki de ciddiye alınmazdı ya... O bana hayran olmağa, beni medhetmeğe memlll' bir ihtiyarcıktı.. Açıkcası beni şımartmıştı. Şımarmıştım. okumadım amma , bir isteğini yeriJ?-e getirdim. Bir gün telefon etti, hal hatır sordu ve büyük bir ricası olduğu­ nu söyledi : Kadıköyünün Hacı Bekir Pastanesinde her Cumar­ tesi bir kaç şair ve edebiyatçı toplanırlarmış. İçlerinde yazılaKitaplarını

98


rı.mı okuyanlar ve beni ta.rumak isteyenler varmış. Salih Zeki de bunu sağlamayı vadet�.

- Ne olur, bu Cumartesi gelin. Gelirseniz. beni

şahsen

minnettar edersiniz, dedi.

Gittim. Şimdi hiç birinin adını hatırlamadığım beş altı kişi ile tanıştım. Yarım saat kadar kalıp ayrıldım. 1956 dan sonra Salih Zeki'yi -bir daha görmedim. 1963 ilk baharında, Belgrad Büyülrelçiliğimizde Müsteşar bulunduğum 'Sırada, şairden uzun bir mektup aldım. Çok karamsardı. Bir hastalık veya kriz geçirdiği anlaşılıyordu. Ölümü beklediğini yazıyordu. Bir de, uzunlamasına ortadan bölünmüş eseri cedid kağıtları üzerine, eski harflerle yazılmış, bir sürii yayınlanma­ mış şiirini göndermişti. «Nasılsa bunlar neşredilmeyecek, iyi­ si mi sizde dursun» diyordu.

Memlekette geçirdiğim 1963 - 1967 yılları arasındaki dö­ nemde Büyükada'da geçen bir yaz dışında, tstanbul'da pek kal­ madığım için, şaire hiç rastlamadım. 1971 başında, Romada Maslahatgüzar iken, gazetelerde ölüm haberini okudum. İçim bir tuhaf oldu. Her halde şuur­ altunda birikmiş suçluluk duyguları şuurumun düzeyine fışkır­ mıştı. Hatırladım ki, başka bir kitabın sahifeleri arasına sıkı­ şarak, Romaya yanlışlıkla gelmiş olan «Pınar» ı, bir tarafa koymuştum. Arayıp buldum ve okum.ağa başladım. Aman Ya­ rabbi ! Meğer benim ihtiyar dostum gerçek bir şairmiş. Bu ne şiiriyet, hu ne akıcılık ! Bu ne yoğun mısralar. . . beklenmedik, yeni ve t--esur teşbihler ! "Mor benekler düşerken hava zerrelerinden, Hasretlerin ahengi yükselirken derinden, Şafakları bekleyen merm erlerin nuruna, Solup solup değişen renklerin süruruna, Ruhun ebedi hicran beldesinden bakacak,

99


Açılmayan bahçene al Uileler akacak.

O zaman ben uzakta, tıpkı bir ildh gibi, A teşten dünyalara akseden bir ah gibi, Kızıl nurlar içinde çalkanıp söneceğim, Güneş gibi açılıp, göklere döneceğim." Aynı senenin sonunda, memlekete dönünce, «Hiç olmazsa Hallacı - Mansuru okuyun»deyişi hatırıma geldi ve piyesi ara­ yıp buldum. Okumağa başlayınca, hayret, hayranlık, esef, mah­ cubiyet ve vicdan azabı altında ezildim. O beyaz saçlı, güler

yüzlü ihtiyarcığın ne kadar derin bir manevi dünyası varmış ! Apollon

ve

Bakküs hayranı

diye bilinen bu adamın

islami

ilimlere, �eriat ve tasavvufa vukufu ne kadar geniş, n�

kadar

derinmiş ! Hem Hallacı - Mansur edebiyatımızın gerçek eksiği olan fikir unsurunu da taşıyan bir eser. Abdülhak Hamidin facialarını, Paul Claudel'in dramlarını andırıyor yer �r.

"Aşkınla ölmek... o bir vecd içinde vuslattır, En büyilk acılarda kaybolmak ayrı tattır. Kucakla ilk nurunla, al semana erkenden, Şafaklar içimdedir, ümidim budur Senden .. . " "Gafilleri doyuran sadece kırs ve hazdır, Ruha zamanı aşan ebediyetler azdır. Gözlerim yaşla doktu, ben beni gördüğüm gün "Enelluık" diyen sesler arştan, ekvandan üstün. Varlıklar "Enelhak'" der, ben de "Enelhak'' derim Böylece, Salih Zeki Aktay'ı ancak ölüm.ünden sonra tanı­ m.JŞ oldum. Af dilemek geliyor içimden, onun hayalinden, ru­ hundan...

100


ıx

SÜKOFE NİHAL

101



Şükufe Nihal Şükufe Nihal Hanım hakkındaki hatıral arım şiir gibi, rüya

gibi güzel, fakat zaman unsuru bakımından şiir gibi, rüya gibi sınırsız ve belirsiz. Kendisiyle, ikinci Dünya Savaşı'ndan

sonraki

bir ilk bahar günü, Erenköyü'nde, Halim Paşa'run tanıştık. Hangi

yıl ?

devirde, köşkünde

Hatırlamıyorum. Halim Paşa'nın hanımı

şair, gazeteci, iktisatçı İffet Halinı Hanım bilmem hangi mü­ nasebetle bir kaç hanımı davet etmişti. Tanıştırıldığımız zaman,

Şükufe Nihal Hanım dedi ki :

103


- Sizinle tanışmağı çok arzu ediyordum. Çok sevdiğim bir eski talebem, Nimet, şimdi Fakültede sizin talebeniz. Bayılı­ yor derslerinize. Şiirlerini okul sıralarından beri bildiğim bu meşhur kadın­ la tanışmak benim için de bir zevk ve bir şerefti. O sıralarda Şükufe Nihal Hanım İstanbul Kız Lisesi'nde edebiyat öğret­ meni idi. Ben ise, Edebiyat Fakültesi'nde Fransız Edebiyatı do­ çenti. Fakültenin Türk Edebiyatı Bölümü öğrencilerinden Fransız Edebiyatı sertifikası yapanlar benim verdiğim «Fran­ sız Medmiyeti tarihi» derslerine de devam ederlerdi. Şükufe Hanım'ın bahsettiği Nimet anlaşılan bunardan biri idi. Ayrılırken birbirimize adres ve telefon numaralarımızı verdik. tık olarak o aradı. Benim çocuklarım küçük, ailevi meş­ guliyetlerim fazla idi. Görüşmemiz evvela evlerimizde ziyaretleşme şeklinde başla­ dı. Sonra, benim teklifim üzerine, Beyoğlu'ndaki Markiz Pasta­ nesi'nde buluşmağa başladık. Alman kadınlarının «Conditorei» larda buluşmasının sırrını keşfedeli, kendileriyle rahat konuş­ mak istediğim ahbaplarımla böyle yapıyordum. iki taraftan birinin evinde görüşen hanımlar, bir yandan ikram vazifesi yü­ zünden, bir yandan da çoluk çocuğun veya hizmetçinin rahat­ sız etme'3i yüzünden, konuşmalarına ikide birde ara vermek mecburiyPtinde kalır, görüşmeleri kesik kesik, parça parça olur. Bir pa.stane, bir muhallebici dükkanı gibi «tarafsız bölge» kadar görüşmelere, yakınlaşmalara, müsait yer yoktur. Nitekim Şükfıfe Nihal Hanım'la her buluşmamızda fikren, ruhen bir az daha birbirimize bağlanıyorduk. Çocuklarından, kocasından, hizmetçisinden ve modadan bahsetmeyen. b€nim ilgilendiğim konularla ilgilenen fevkalade bir insan ! Sanattan, şiirden, sanatçının, yazarın kaderinden bahsediyoruz. O yıllar­ da, Psycbologie de l'Art, diye yeni bir bilim gelişmekte idi. Ko­ nuşmalanmızın başlıca konusu da bu idi. Bu alanda bende na104


zari bilgiler, onda yaşanmış tecrübeler vardı. Aslında birbiri­ ne benzeyen iki insan değildik, belki birbirini tamamlayan iki insandık. O benden hemen hemen yirmi yaş büyük olduğu halde, ruh tazeliği, iyimserlik, heyecan bakımından benden çok daha gençti. Onun bazı uzun uzun anlattıklarını kısa formüllere sok­ mam, hoşuna gidiyordu. Konuşmalarımızda ben daha ziyade Batı edebiyatından; batılı yazarlardan misaller getiriyor, o bi­ zim şairlerden mısralar okuyarak söylediklerimi teyit ediyor­ du. Ben edebi tenkid yazıları yayınlamağa başladıktan sonra, çeyrek asırdan beri meşhur olan bu kadın iki günlük yazar o­ lan beni şımartmağa, yazılarımı layık olmadıkları şekilde öğ­ meğe başJadı. Ayni zamanda bana siir kitaplarını getiriyor, e­ serl'erini beğendirmeye çalışıyordu. Buna hacet yoktu. Gerçek bir sanatkar karşısında bulunduğumu biliyordum. tliklerine ka­ dar şair olan bu kadının konuşması da şiir gibi idi. Görii.şmeleri­ mizden sonra, bir mensur şiir matinesinden çıkmış gibi hisse­ derdim kendimi. Üniversitedeki rekabet, entrika, dedikodu ha­ vasından sonra, bu benim için ne kadar dinlendirici oluyordu ! Şahsından, hayatından bahsetmek hususunda garip ve zarif bir utangaçlık ve çekingenlik gösteren Şükufe Hanım başka konular münasebetiyle, dolaylı bir şekilde, parça parça, his ha­ yatını ifşa ediyordu. Anlıyordum ki, büyük bir aşk geçirmişti ve bu aşk bitmemiş senfoni halinde sona ermişti. Sual sormu­ yordum. Biliyordum ki : "Kimdi bu ? Ne zaman oldu ?" gibi so­ rular sorduğum takdirde, büyü çözülecek, itirafların, ifşaatın arkası kesilecekti. Bir gün şöyle dedi : - Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılı�. aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim. . . . Bugün biliyorum ki Şükfıfe Nihal'in en gü7.el şiirlerini iJliam eden şahıs Cenap Şehabettin'in kardeşi Osman Fahridir. 105


. . . Markiz'deki garsonlar bizi bellemişlerdi. Ismarlamamızı beklemeden çayımızı getirirler, tercih ettiğimiz pastaları bizim için seçerlerdi. Şükufe Nihal Hanım çayının ilk

yudumunda

çantasından pembe bir hap çıkarır, yutardı. Bunu Optalidon tü­ bünden çıkardığını gördüğüm için, bir defasında sormuştum : -Başınız mı ağrıyor ? Niye Optalidon alıyorsunuz ? - Yoo, başım ağrımıyor. Fakat Optalidon bana rahatlık, ferahlık veriyor. Günde bir iki tane alırım. Ses çıkarmamıştım amma kendi kendime : «Bunun içindeki afyon mu acaba rahatlık veren ? » diye düşünmüştüm. İşte böyle, dostluğumuz duru su gibi akıp gidiyordu. Fakat günün birinde ben, bugün bile tesellisini bulamadığım bir wfa­ sızlık göstermeğe mecbur kaldım... Bir müddetten beri bir ro­ man yazmakta olduğunu söylüyordu. Bunun için coğrafya ve tarih kitapları kanşbrın�, bilmem kimin

Kürt hizmetçisini ko­

nuşturmuştu. Günlerden bir ·gün «İşte roman çıktı» diye elime bir kitap uzattı : «Çölde Sabah Oluyor».

Besbelli idi ki, eseri

için benden bir yazı bekliyordu . Bu dost insan için bir güzel ya­ zı yazmam da en tabii bir şeydi. Fakat ben romanı okuyunca hayal kırıklığına

uğradım.

Gerçi pürüzsüz bir üslup, memleket tasvirleri, Doğu Anadolu adetleri, bir gönül macerası, hatta şapka inkılabına karşı Er­ zurum'daki isyan gibi tarihi olaylar da vardı eserde. Vardı am­ ma, bu bir roman değildi. Daha evvel yazdığı romanları alıp okudum.

Onlar da

zayıf. Yalnız Hüseyin Cahid'in «Ölmez eser» diye

nitelediği

«Yakut Kayalar» gerçek bir edebi değer taşıyor. Fakat o da bir roman değil, harikul3.de bir masal, bir lirik şiir çağlayanı ola­ rak ...

106


Ben de eleştiricilİğimi, o zamanki tabirle

münekkitliğimi

pek ciddiye almışım. Kendime göre prensiplerim var : En baş­ ta hatır için yazmamak, yargılarımda objektiflikten, tarafsız­ lıktan ayrılmam.ak. Günlerce uykum kaçıyor : Prensip mi bozulsun,

dostluk

mu ? Bir iki defa çekinerek soruyor : «Bizim romanı okumağa vakit bulabildiniz mi ?" diye. Nihayet bir gün her şeyi göze ala­ rak şöyle diyorum : - Şükufe Hanım, bilirsiniz, ben sizin romancılığınızdan zi­

yade şairliğinize hayranım. inşallah son şiirlerinizi bastırırsı­ nız da güzel bir yazı yazarım.

Bir gey demedi. Belki bir az mahzunlaştı. Fakat daha son­ raki bulu.5maın ızda eskisi gibi idi. O kadar asil ruhlu

ve

anla­

yışlı idi ki ! Ona Edebiyat tarihimizde mevki sağlamak için şi­ irleri kafi idi. Faka� ondokuzuncu

yüzytl

sonu idealizminden kalma sos­

yal endişe ona bu kitapları yazdırıyordu. Şiir kitaplarında bile, bilh assa "Gayya" da sosyal konuları ele almamışmı

idi ? Her

türlü iyi duyguları barındıran yüksek ruhunda fakirlere, "se­ fillere" aC'ıma hissi kuvvetli idi . . . . Bizim Markiz'deki buluşmala nınız devam ederken, Şü­

kllfe Hanım bir yandan da evinde kalabalık edebi toplanWar

tertipliyordu. Ben bir çok ünlü şahsiyetle onun evinde tanış­

mışımdır. Hangi yıl idi, bilemeyeceğim, bir gün dedi ki - Gelecek sefer misafirlerimi Serkl Doryan'a rica edece­ ğim. Filanca günü, falanca saatL düşünüyorum. - Niçin her zam anki gibi evinize değil

?

107


- Çünkü Hamdi ile ayrılıyoruz. Onbeş gündür kızımın e­ vindeyim. Allah Allah ! Kocasından boşanma gibi hayatının mühim bir

olayını

tesadüfen ve adeta

" antr

parantez" söylüyordu.

Hem meseleyi o şekilde ortaya koyuyordu ki, sanki bu ayrılı­ şın biricik sakıncası edebi toplantılarını eskisi gibi tertip ede­ meyişi. . . Dedim ki : - Bu durum da bu toplantılara son verin. Hiç

olmazsa

geçici olarak. - Yapamam. Etrafımda sanat ve edebiyat bahisleri e­ dilmezse, fikir münakaşaları yapılmazsa, beynimin uyuştuğunu hissediyorum. Ve bana kendi daha çocukken, Meşrutiyet öncesi devirde, babası Miralay Ahmet Beyin evinde yapılan toplantılan anlat­ tı. 12 yaşında olduğu halde kendisinin de katıldığı bu toplantı­ larda neler konuşulduğunu, Meşrutiyetin nasıl büyük bir heye­ canla beklendiğini... Bugün Büyük Kulüp adı verilen Serkl Doryan'da yapılan edebi toplantı gayri edebi geçti. Çok sıcak bir gündü. Cereya­ na karşı allerjisi olan Mitat Cemal Kuntay ile Abdülhak Şina­ si arasında, pencere açılsın mı, açılmasın mı konusunda müthiş bir tartışma ve kavga oldu. Kibarlığı ve inceliği ile tanınan Mü­ fide Ferit Hanım fenalaştı. Fakat bu olaylar benim Şükufe Ha­ nımı ikna etmeme yardım etti : - Gördünüz mü ? Davet sahibi olduğunuz

için olayların

sorumlusu da sanki siz oldunuz. Hem böyle toplantıların maddi yükünü çekmeniz de doğru değil. Başka yerde, mesela Hil­ ton'da toplanalım. Fakat herkes kendi hesabına gelsin. Kabul etti. Ertesi hafta, bazı dostlara da danışbktan son­ ra, beraberce Hilton'a gittik ve Lfilezar salonunu her çarşamba

108


için angaje ettik. tık toplantıya ümidimi.zdıen çok kimse geldi. Daha sonra toplantı günü Cumaya çevrildi. Bir buçuk yıl son­ ra da toplantılar aylık oldu. 27 Mayıstan önceki dönemde üç dört yıl devam etmiş ve benim için pek kıymetli hatıralara vesile olan bu edebi toplantıların ilhamcısı vıe koruyucu meleği Şükufe Nihal Hanımdı. Gençliğinde çok sevilmiş, Faruk Nafi.z'in büyük aşkı ve ba­ Hanım Hamdi Başar'da.n ayrıldıktan sonra daha içli bir insan oldu. Sanki eski yarasının sızısı nüksetmişti. Sık sık geçmişten söz etmeğe baş­ ladı. llk kocası Mithat Sadullah ile ailesinin hatırı için evlen­ zı şiirleri için ilham perisi olmuş olan Şükufe

miş... Ahmet Hamdi Başar'a ise, sosyal davalar karşısında gös­ terdiği ilgi ve heyecan sebebiyle yakınlık duymuş...

Parça parça anlattığı haldıe, hayat hikayesi gözümün ö­ nünde canlanıyordu. Bu hikayenin büyük olayı iki evlenme ara­ sındaki dönemde yer alıyordu. Leyla ve Mecnun'u akla getiren, mecnunluk unsuru bile eksik olmayan bu olay şimdi sanki ak­ tüelleşmiş Şükufe Hanımın iç dünyasının birinci planına geç­ mişti. Aşkından, aşkının büyüklüğünden ve karşısına çıkan en­ gellerden dolayı cinnet getinniş ve daha sonra hayatına kıy­ mış olan genç adam gözünün önünden gitmiyordu. Diyordu ki : - Ben ona liyık değildim.. O mütek8.mil insandı, bir da­

hi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı Hatıra def�rini, ka­ raladığı şürleri her gören bu fikirde ... . . . Her vesile ile onun bahsini açıyor, onun için

eskiden

yazdığı şürleri bana okuyor, yenilerini yazıyordu. Tereddütsüz olarak diyebilirim ki, bunlar sadece Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır

:

109


"Nerdesin ? Toprakta mı, havada mı suda mı? "Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı ? "Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine... "Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi do1.san. "Sen uyansan ,ben yatsam bir az senin yerine... " Bu kıymetli, bu aziz, bu zarif dost hakkındaki son hatıra­ larımı, kalçası kırılıp yatağına mıhlanışını, ziyaretlerim sıra­ �ında söylediği yürek paralayıcı sözlerini,

ölmez aşkla sev­

miş olduğu talihsiz varlığın 8.kibetine uğrayarak, şuurunu kay­ bedişini, iyisi

mi

anlatmayım. Bunlar bu rüya gibi dostluğun,

bu dostluk rüyasının kabus kısmı.

110


x

REF İK HALİT KARAY

111



Refik H ali1t Refik HH.lit Karay ile, hatırladığıma göre, 1 946'da Şüklıfe Nihal Hanımın e:vindeki edebi toplantılardan birinde tanıştım. Etrafını alan çoktu. Bir çoklariyle uzun zaman görüşmeyip buluşmuş gibi bir hali vardı. Ha nımı da yanında idi. O gün üs­ tadla konuşmağa pek fırsat bulamadım. Fakat kendisine ve hanımına hep ·baktım. Çayımı içerken, pastamı yerken, başka­ larıyle konuşurken, büyülenmiş gibi baktım, baktım. Niçin mi ? Çünkü bir kaÇ yıl önce Ankara' da, baldızı Jale Hanını ve kayınpederi Mahir Beyle tanışmış ve onlardan �vlenınesinin hi­ kayesini dinlemiştim : Baldıza göre romantik, kayınpedere gö­ n· trajik olan bu hikaye şöyle : 113


Refik Hfilit 1922 de, politik sebeplerle, yüzelliliklere dahil olarak, ülke dışına sürülüp de Beyrut'a yerleştiğinde, 34 ya­ şında evli barklı bir adamdır. Orada, yine politik sebeplerle Tür­ kiyeden aynlmış, Mahir Sait Bey adında bir zatla tanışır ve iki Türk aydını samimi ahbap olurlar. O zamanlar Mahir Sait Beyin on yaşında okul çocuğu bir kızı vardır. Aradan yıllar ge­ çer. 1928 de, Refik Hfilid'in ötedenberi geçinemediği eşi, sürgün hayabna katlanacak kadar fedakarlık gösteremeyerek, kendi­ sini bırakır, Türkiyeye gider. Bu arada 10 yaşındaki kız 16 ya­ şına gelmiş, gelişmiş, serpilmiş, çok güzel bir genç kız olmuş­ tur. Üstelik bakışlarında babasının arkadaşına hayranlığını gizlemez, onunla karşılaştığı zaman heyecanlandığını belli e­ der : Olgun erkekleri çekici bulan o yaştaki bir çok genç kızlar gibi... Refik Halid'in aklı başından gider. içini yakan sevdayı t-astırmağa çalışırsa da, bunun imkansız olduğunu anlar. Karşı gelinmez bir aşk kasırgası içindedir. Kırk yaşındaki aşık lren­ disinden yirmi dört yaş genç olan kızı babasından ister, fakat red cevabı alır. Bunun üzerine, herhangi bir Anadolu delikan­ lısı gibi, kızı kaçırır, Lübnandan ayrılır ve evlenip, Haleb'e yer­ leşir. ... Bu eşsiz aşk macerasının kahramanlarına bakıyor ve içimden bir hesap yapıyordum. 1928 de kırkında olduğuna göre, romancının şimdi elli sekizinde olması gerekiyordu. Hayret ! Hiç göstermiyordu. En çok kırk sekiz verilebilirdi. Hanım ise, şim­ di otuz dört yaşında olacaktı. Fakat genç kadından ziyade olgun kadın hissini veriyor, kırkına yakın gösteriyordu. Yani normal, çok normal bir çift idiler. Refik Halit Bey, yazılarını okuduğum zaman hayalimde canla.ndırdığıın tipte, tam düşündüğüm gibi bir adamdı : Etra­ fındaki eşyayı ve insanları · delip geçen zeki bakışlariyle karşı­ sındakini etkileyen, insanların ve hayatın kötü taraflarını hoş­ görür bir gülümseyişle karşılayan, iyi taraflanndan yararlanma fırsatını kaçırmayan, sosyal ideallere palavra nazarı ile bakan 114


ve kendi kendine "inanma, kanma" diyen, dışa dönük mizaçta,

hayatiyet dolu, mıknatıslı, elektrikli bir insan.. . ötedenberi ya­ zılarına bayıldığım bu insana, kendisiyle hemen hemen hiç ko­ nuşmadığım halde, bu ilk görüşte ısınıverdim. Refik Hfilit 1946 da bile henüz romancı değil, her şeyden evvel hikayeci ve fıkracı olarak tan ınmakta idi. Gerçi dışarıda iken yazdığı "Çete" ve "Yezid'in kızı" romanlarını yayınlamış­

tı. Fakat roman tekniğine uygun ve psikolojik değer

taşıyan

asıl romanlarını daha sonra verecek, romancı şöhretini altmı­ şından sonra kazanacaktı.

tık karşılaşmadan sonra sık sık görüştük. Kendisi Hilton'­ daki toplantılarımıza da katılıyordu, hatta en aralıksız katılan­ lardandı. Bu toplantılarda Refik Hfilit konuşmaktan fazla din­ lerdi. Çok kitabi konuşanlara, bilgi satanlara kızdığı belli o­ lurdu. Bir konuda tartışma yapılıp da, konu havada asılı kal­ dığı zaman, tartışmayı sonuca bağlayan cümleyi o söyler veya ölçüsüz konuşanlar yüzünden ortalığa ağır sessizlik zaman, güldürücü bir cümle ile herkesi o ferahlatırdı.

çöktüğü Yoksa,

belli idi ki ömrü boyunca yazmak yüzünden okumağa, kültürü­ nü derinleştirmeğe pek vakit bulamamıştı. Çok iyi, ezberlerce­ sine okumuş olduğu kitap hayat kitabı idi. Hilton toplantıl arına herkes. pek -tabii olarak, yalnız gelirdi,

yani eşini getirm�zdi. Refik Hfilit ise, istisna teşkil eder, her toP­ lantıya eşi Nihal Hanımı getirirdi. Buna sinirlenenler vardı. Hatta bir gün, her�sin düşünüp de söylemekten çekindiğini söyleyiverme.siyle tanınan Asaf Hilet Çelebi : "Refik Halit Be­

yefendi ve muhafızı henüz gelmediler" deyiwrmişti. Ben bu du­ rumu hep başbaşa yaşamış olan bu iki insan arasındaki aşkın,

yıllara rağmen, hiç solmamış, kuvvetinden kaybetmemiş olma.­ sına bağlıyordum. Fakat Nihal Hanını mı kocasından ayrılamı­ yordu, yoksa kocası mı ondan ayn kalamıyordu, orası belli de­ ğildi. Şu var ki, Nihal Hanımın kocasına hayranlığı her kesin

115


dikkatini çekiyor, göre çarpıyordlL Halbuki ben, kardeşi Jale Hanımdan evlenmelerinin hikayesini dinlediğim zamanlar, belki okuduğum romanların etkisiyle, belki de sadece cahilliğimle, se­ nelerin tehlikeye atacağı, yaşlı kocanın kıskançlıkla kıvranaca­ ğı, genç hanımın gözünün dışarıda olacağı bir çift gözümün ö­ nüne getirmiştim. 1947 de "Anahtar" romanını yayınladıktan sonra romancı­ lık şöhreti artan Refik Halit romancılığımıza çok şey getirmiş ve bu arada ekzotik romanın en mükemmel örneklerini vermiştir. "Yezidin kızı" ro1J1anında bile başka iklimlerin, başka ortam­ ların havasını o kadar iyi vermeği başarmıştır ki, dünkü ve bugünkü okuyucu, romanın kahramanı ile birlikte, yüzde yüz o­ raların kokusunu koklar, tadını tadar ve şiirine dalar. Ya "Nilgün" ? Sıcaktan kaynayan denizin üzerindeki vapurun ka­ marasında, ben şahsen Nilgün ile beraber terlediğimi çok iyi ha­ tırlanın .

... "Nilgün" romanının bir gazetede �frika edildiği günler­ di . Yine bir toplantıda beraberdik. - Bütün bu tasvir ettiğiniz memleketleri gezdiniz, gördü­ nüz, değilmi ? diye sordum. Beni çok şaşırtan bir cevap verdi - Hayır, hiç birini görmedim. - Nasıl olur ? O ül keleri yakından tanımış, oralarda şahsen yaşamış gibi anlatıyorsunuz. - Bilgi ediniyorum. - Amma nasıl ? Bu sorum üzerine, karı koca bir yaramazlıkta suç ortağl' olan iki çocuk gibi gülümseyerek bakıştılar. Benim yüzümden: cevap bek.lediğimi anlayan Refik Hfilit Bey, bir Sli"l'l istemeye116


rek açığa vuran, fakat uyandıracağı hayretin p�inen tadını ta­ dan bir insanın tavrı ile : - Turistik broşürlerden. dedi. - Turistik broşürlerden mi ? Onları nereden buluyorsunuz ? - Konsolosluklardan alıyorum, getirtiyorum. Konlişmanın burasında Nihal Hanını söze kanştı - Sonra kütüphanelere gidiyor, saatlerce ansiklopediler­ den not alıyor. .. .Ben ki hiç okumadığını zannediyordum ! Kahramanlarının adlannı seçmekte çok titizdi. Bu adlar okuyucular tarafından çok beğenilir ve hemen doğan çocuklara konurdu. "Nilgün" romanı ile yaşıt, Nilgün adlı bir sürü hanım vardır. Karşılaştığımız zamanlar, çoğunlukla ben Refik Halit Beye sorular sorarken, bir gün o sordu : - Kaç çocuğunuz var ? - İki kızım var. - Kızlarınızın adı ne? - Büyük

kızımın

adı Gönül.

- Olmaz, çok duyulmuş isim. Devam ettim : - Küçük kızımın adı Gülnur. - Gülnur mu ? Güzel. Kullanacağım. - Yazdığınız romanın kahramanına mı koyacaksınız

? ·

- Yoo, kadın kahramanın adını buldum da, ikinci derecede rolü olan bir hanım için isim lazımdı. 117


·

yılın

Zannedersem, o sırada yazmakta

olduğu roman

"İki bin

sevgilisi" idi . . . . Ben bir buçuk yıl süren bir ayrılıktan sonra, 1953 sonba­

harında Avrupadan lstanbula dönünce, kitapçıları bir dolaşa­ yım , dedim. Babıfili yokuşunun başında Refik Halid'e rastladım. Merhabalaştıktan sonra : - Pek ·. şıksınız, dedi.

Eh, gençliğimde iyi giyinmeyi bir az severdim.

Paris'ten,

giderayak, bir şeyler de almıştım. Mesele orada değil de, Refik Halid'in bu tarzda konuşması, böyle bir şey söylemesi yepyeni

bir şeydi.

Sonra,

yakın ilgi gösteren sorular sordu : Oralarda nasıl

vakit geçirmişim, neler yapmışım ? . .

.

Bir çok dostlar edindiğimi, şimdi' onlarla mektuplaştığımı söyleyince : - Yaa ? Öyle mi ? dedi. Doğrusu size gıpta

ettim şimdi.

Bütün ömrümce sevdiğim, iyi anlaştığım kimselerle mektuplaş­ mağı tahayyül etmişimdir. Güzel ek mektup yazarım ha . . . Mek­ tuplar insanlan karşı karşıya konuşmaktan daha çok yakınlaş­ tırır. Fakat bu benim için büyük lüks. Çünkü kalem.imi ancak ekmek paramı çıkarmak için kullanmağa hakkım vardır. Bir

mektup yazarsam, bir tefrika parası kaybediyorum demektir. Bizim kader böyle imiş ! Biz, yazmas a da, mebus maaşı işleyen

veya bilnlf-'m nerenin i dare meclisinden huzur hakkı alan yazar­ lardan değiliz. Sürgünde aç kalmamış, çocuklarımın karnını do­ ·

yurmuş olmağı kalemime borçluyum.

Refik Halit Beyi hayretle dinliyordum. Daha önce bana hiç böyle açılmamış, şahsi duygularını açıklamamıştı. Sil:kinerek :

"Nedir

bunun sebebi?" diye düşündüm. Ve farkına

vardım ki

daha önce hep üçlü konuşmuşuz. ilk defa başbaşa konuşuyor­ duk ...

118

O devam

ediyordu :


- Belki her ya:ı:ar öyledir bilmem, ben şahsi hayatı olma­ yan, sadece yarattığı kahramanların hayatını yaşayan, onların hizmetkarı, onlann esiri olan bir insanını.

Biliyormusunuz ki,

hemen her gün sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ya­ zı yazarım . . . Refik Halit Heyden ayrıldıktan sonra, o zaman da, şimdi de yazarını hatırlayamadığım, fakat oldukça meşhur bir ingiliz­ ce hikayenin ilk satırları aklıma geldi : "Fa1,anca kontesi.n verdiği ziyafetler her zaman başarılı o­ lurdu. Çünkü karı ve kocayı bir arada değil, ayrı ayrı davet e­ derdi. Beraberken şahsiy'etlerinden kaybettiklerine, tabii olma­ dıklarına dikkat etmi§ti. ... " ... Ziyafet dedim de, Refik Halit'le ilgili bir ziyafet hatırası gözümün önünde canlanıverdi :

1957

sonunda, Ankaraya taşınmadan önce, veda ziyafeti

kabilinden ,evimde bir toplantı tertiplemiştim. Kızlanmın Kol­ lej' de okuması sebebiyle evim A.rnavutköyi.inde, hem de Arna­ vutköyünün tepesinde idi. Geniş bir balkonu ve şahane manzara­ sı vardı. Edebi toplantılarımızdaki dostlarımızdan başka da, bir çok kimseleri davet etmiştim. Davet günü geldi çattı ve misa­ firler gel meğe başladı. Her gelen önce yokuştan şikayet ediyor, sonra manzarayı görünce hayran kalıyordu. Refik Halit Bey de, yokuştan şikayet ettikten sonra, daha manzarayı görmeden etrafa göz gezdirdi ve kaşını çattı. Sonra, yanınıa yaklaşıp, du· vardaki tablolan incelemekte olan Reşit Saffet Beyi işaret ede�

rek - Bu adamı niye � Ou-dınız

? dedi.

Ve cevabımı beklemeden dudaklarını büzerek, taklidini yaı:r

tı - Mon şeğ, size

ğastladığıına memmın oldum. 119


Sahiaen, çok değerli bir tarihçi ve araştırmacı olan Reşit 8affut Bey de, tıpkı Fazıl Ahmet gibi, "r" leri "ğ" telaffuz e­ derdi. Tabii ben gülmekle ve sorusunu "Sevmiyormusunuz ?" diye soru ile karşılamakla yetindim. Cevabını hatırlamıyorum ve zan­ nedersem, evsahipliği vazifelerimden dolayı, dinlemeğe de vakit bulamadım. Refik Halit Bey Reşit Saffet Beyi sadece şahsen mi antipatik buluyordu, yoksa aralarında politik evveliyat mı var­ dı ? Bunu öğrenemedim. üstadın yaptığı çıkışı d a sadece dosta­ ne bir teklifsizlik olarak ·kabul ettim ve bundan şeref duydum. Refik Halit o gün başka bir şekilde de samimiyet ve ya­ kınlık gösterdi. Ben misafirlerim için, yiyecek olarak, o zaman moda ol­ duğu üzere, sadece kanape hazırlamıştım. Fakat yedi sekiz çe­ şit. Tabii, pasta ve kurabiy�ler de vardı. Diyeceğim şu ki, yemek zamanı gideceklerini tahmin ettiğim için, sıcak bir şey düşün­ memiştim. Bir aralık üstadın yanına gidip, elimle havyarlı ka­ nape ikram ettim. Yüzünü buruşturarak bir tane aldı ve dedi ki : - Ben bunlardan pek birşey anlamam. Ve beni çok şaşırtan bir soru sordu - Evde yufka var mı ? Ben daha soruyu anlamağa vakit bulamadan, Nihal Hanım sevilen bir yaramaz çocuğa hitap eder gibi : - Yapma Refik, dedi. Anca.k o zaman aklım başıma geldi ve sorunwı manasını anlar gibi oldum. Mahcubiyetle "Maalesef yufka yok" dedim. - Un da

yok ?

- Un var amma... �lindeki rakı kadehini havaya kaldırarak dedi ki : 120


- Bu �sne ve bu güzel manzaranın yanında meze ister. Çünkü asıl şimdi eğlenıneğe başladık. Soğuk h'erifler gitti, biz bize kaldık. Ne olur, müsaade edin, Nihal mutfağa gitsin, bize börek yapsın.

Etraftaki tasvip edici bakışlardan anladım ki, misafirlerim arasında, bütün gün, bu saatin keyfini beklemiş olanlar var. Nihal Hanımı mutfağa götürdük ve gereken malzemeyi or­ taya çıkardık. Benim de yamaklık etmem neticesinde,

yarım

saat sonra, sekiz puf böreğini tavadan tabağa boşalttık. Nihal Hanım ikinci, üçüncü tabağı temin etmek için mutfakta kalıp, ben, tabak elimde, muzafferane tavırla salona girdiğim zaman, alkışlarla karşılandım. V.e böylece, altıda başlayıp saat ona ka­ dar süren ziyafetim, Refik Hwit Bey sayesinde, sükseli olarak sona erdi. Bu börek hikayesini ballandırarak anlatışım, bunun iki şeyi isbat ettiğine kani olduğumdandır : Evvela, Babıalide bana ev­

liliğin esiri gibi

gözüken Refik Ha.Iit Beyin, sırasına göre, ne ka­

dar kaprisli bir koca olabildiğini. .. Sonra da, Nihal Hanımın ne kadar uysal ve fedakar bir eş olduğunu ... Refik Ha.Iid'in yazar olarak bP.. şarısında şüphesiz ona rahat çalışma şartlarını sağla­ masını bilmiş, kocasından çeyrek yüzyıl genç olan hanımının

payı büyüktü. . . . Börek hikayesi bir başka gerçeğe de ışık

tutar : Refik

Halit yazılarında okuyucuya hayatı bütün cepheleriyle tattıra­ bilmişse, bu, kendisi hayatın tadını çıkarmasını bilen bir insan oluşundandı . . . Bu büyük hikayeci v e romancımızın eserleri hakkında vak­ tiyle yazdığım yazılardan birindeki şu cümleyi burada tekrarla­ maktan kendimi alamayacağım : " ...Hayatı kocaman bir meyve halinde, bütün mayhoşluk­ lariyle ve lezzetleriyle tatma, ısırma zevkini verdiği içindir ki, Refik Halid'in kalemini her kes beğenir, sever".

121



X I

İSMAİL HAMİ DAN İ Ş M E N D

123



D anişmend İsmail llimi ha.yatta iken, tarih bilginlerimiz onu önemse­ mez, küçümser, halbuki k�ndileri onun "Osmanlı Tarihi Krono­ lojisi" ne ba.şwrmadan iki satır yazamazlardı. Bunlann Dalliş­ mend'i gerçek tarihçi saymamaları ya Profesör olmayışındandı, ya da kendilerinden daha bilgin olan bu adamın ayni zam.anda şair oluşundandı. İ:>iğer taraftan, ismail İlimi çok güzel şiirler yazmış ve bwıları çeşitli dergilerde yayınlamış olduğu halde, ·edebiyat ta­ rihlerimizde kendisine, şiir olarak, layık olduğu yer verilmediği bir gerçektir. Çok yönlü insanların kaderidir bu... 125


Bence İsmail Hami'nin tarihçiliğinden de, şairliğinden de önemli olan, bütün bu sıfatların kaynağı niteliğinde bulunan yö­ nü mill iyetçiliği, türkçülüğüdür. Türke aşıık olduğu içindir ki, onun tarihine önem vermiştir. Türk diline tutkun olduğu içindir ki, bu dilin her bir parçasını, mücevherleri mahfa.zala.ra yerleşti­ rir gibi, sözlüklere yerleştirmiştir. Türklük gururunu duyduğu için ·de, kendi milletinin ve başka milletlerin tarihinde ve edebi­ yatında bu gururu okşayacak, temellendirecek olayları ve hü­ kümleri bulup çıkarmış, ortaya koymuştur : "Garp menbala.rına göre eski Türk seciye ve ahlakı" . "Garp menbalarına göre Türk demokrasisi" ,

"lstanbul fethinin insani ve medeni kıymeti" ,

' 'Sümer-Türk birliği", "Türklük meseleleri", "Türklük ve Müs­ liimanlık" gibi y:ı.zı ve eserleri Türklük şuurunun ve gu rurunun

birer ifadesidir .

. .. Benim İsmail H8.mi ile tanışmam da sevgili Şükfıfe Nihal sayesindl:' olmuştur. Bana kaç zamandır Danişmend'in evindeki Cumartes; toplantılarından söz eder, orada karşılaştığı seçkin kimselerle yaptığı konuşmaları, tartışılan konuları, kısaca bu toplanWarda olup bitenl�ri anlatırdı. Bir gün şöyle dedi :

"Da­

nişmend'lere sizden o kadar çok bahsettim ki, rica ettiler, bir Cumartesi Adile Hanınu da getirin, dediler". Danişmend, adını duyduğum, bir iki yazısını okuduğum, uzaktan beğendiğim bir insandı.

Fakat çok hassas ve belki de

bir az alıngan olduğum için, Şükiıfe Nihal'in sözleri bana haka­

ret etkisi yaptı

:

- Ben eşya mıyım ? dedim. Şükfıfe Nihal Hanım önce şaşırdı, fakat hemen ne demek istediğimi anladı. - Yok

yani, benim vasıtamla sizden gelmenizi rica ettiler,

sizi davet ettiler.

126


- E.enim bildiğim, davet öyle vasıtalı olmaz, doğrudan doğ­ ruya olur. Bir kere tanışmıyoruz kendileriyle. Mektupla veya te­ lefonla davet ederlerse, başka... Bum.:n üzerine, bir iki gün sonra, tsmail Hami Dani.şmend evime telefon etti. Uzunca konuştuk. Yani tanışmış olduk. O gün davet etmekle yetinmeyerek, Cumartesi sabahı ayrıca davetini hatırlattı. Ve o hafta, kocamla birlikte, Danişmend'lere gittik. Şüküfo Nihal'e : "Bu adam, her hafta ziyafet vermek için, nereden para buluyor ?" diye sorduğum zaman, şöyle cevap ver­ mişti : - Maddi durumları çok iyi . Fakat servet Danişmend'in değil, hamını Hüsniye Hanımın . Hüsniye Hanıma ilk kocasından mühim miras kalmış. Kendisi meslekdaşıınızdır : edebiyat öğ­ retmeni. Zenginliğine rağmen, öğretmenliği bırakmadı. Danişmend'lerin Taksim ile Harbiye arasındaki evlerine gittiğimizde, iç içe iki salonla hol hıncahınç misafirle dolu idi. Salonlardan birinin bir köşesinde bir saz takımı. Bu takımdaki çalgıcılar Danişmend'lere olan sevgilerinden ve şüphesiz biraz da gördükleri bol ikramdan dolayı, ücret almadan, gönüllü olarak geliyorlarmış. Salonlardaki misafirler koltuk ve sandal­ yelere oturmuş gruplar halinde idiler. Holdakilıer ise, ayakta idi. Bir kısmı İsmail Hi.mi'nin eski öğrencisi olan üniversiteliler, bir kısmı da ev sahibini eserlerinden, fikirlerinden dolayı üstad ta­ nıyan hayranlan, eski tabirle "tilmizleri" idi. Ayaktaki gençler arasında geleceğin Millet Meclisi Başkanı Fernıh Bozbeyli de vardı. Bizi kapıda karşıla.yan ev sahibi orta yaşlı, rengi ve yüz çizgileri ·1.;akım.ında.n klisik Türk tipini canlandıran, manen ve maddeten güçlü görünen, gözlerinden zeki ve irade fışkıran bir adamdı. Evin hanımı ise, kültürlü ve ince ruhlu olduğu hemen sezilen, giüer yüzlü, sevimli bir hanımdı. Her ikisi misafirleri 127


kapıda karşıladıktan sonra, salona kadar birlikte gidip onlara yer göstermeden ve ilk defa gelenleri bir iki kişi ile tanıştırma­ dan bırakmıyorlardı. İkram çeşitli idi : Önce, çayla, çörekler, bö­ rekler ,saat 7 ye doğru içki ve mezeler. Fakat asıl ikram sohbet idi. Misafirlerin hepsi aydın, bilgin, tanınmış kişiler. Konuşma­ ları sanat, edebiyat üzerine, en yüksek seviyede... Atmosfer ba­ na Fransa'nın 1 7 nci ve 18 nci yüzyıllarında, edebiyatın ve fikir hayatının gelişmesinde büyük rol oynayan Madame de Ram­ bouillet'lerin, Madame Geoffrin'lerin salonlarını hatırlatıyor. Çok zevkli, fikren doyurucu, zenginleştirici bir kaç saat geçi­ rip, tekrar gelmek niyeti ile ayrılıyoruz. Böylece Danişmend'­ lerin Cumartesilerine devama başladık . Bu, zannedersem, 1955 yılında idi.

Tabüdir ki, Danişmend'den burada söz etmem onun şairli­ ğinden dcıayıdır. Bu tarihçi ve araştırmacı çok ince duyguları dile getiren şiirler yazmıştır. Kendi imzası ile yayınlanmış şiir­ leri azdır. Belki şairliğin bir bilgin'e yakışan ağırbaşlılık ile bağdaşmayacağını düşündüğü için, belki de çok şahsi duygu­ larını kendi adına açığa vurmaktan çekindiği için, önce "Muh­ ti", daha sonra "Rabia Hatun" imzaları arkasına kişiliğini giz­

lemiştir. Birer örnek verelim : Daldıkça. dalan gözlerinin bir sesi vardı. Kalbimde o sessizce sesin ma'kesi vardı. Mecnun hocamız beste-i Leylayı okurken Teşbihe değer bunlara, bilmem, nesi vard·ı? MUHT1

128


Giin doğmayıp da olsa cihan ta ebed kara, A teş sönüp de bilmese alem, nedir ziya . Gözler unutsa mahşer-i-elvanı haşre dek, Didar-ı-yarı aydın eder dil yana yana. Rabia Hatun Bu mısralardaki sanat ve zarafet meydandadır. Gerçi Da­ nişmend in, sanatın dozunu fazla kaçırdığı için, daha az beğen­ '

diğim şiirleri de vardır. Kendi imzasıyle yayınlanmış "Kaside" adlı şiirin aşağıdaki beyitleri gibi : Saçınla oynadı, kafir sebayı kıskandım. Değer vücudluna her dem, ziyayı kıskandım. T emas eder gece gündüz, utanmadan, tenine, Teneffüs ettiğin arsız havayı kıskandım.

Danişmend Bu mısralar Divan şiiri zevkine göre, birer inci sayılabilir. Fakat modern zevke göre, burada sanat yer yer sun'ilik halini almıştır. Bununla beraber, bu mısralardaki kusur sayabileceği­ miz özellikler Danişmend'in şairliğine mahsus değil , bir tarza, bir gelene�, bir ekole mahsus özelliklerdir. Şurası muhakkaktır ki, Danişmend şiirden başka bir şey yazmamış olsa idi, kendisinin edebiyat tarihlerimizde,

mesela

Cemal Yeşil gibi az ve öz yazmış şairlerin arasında, bir mevkii olurdu. Fakat İsmail Hami Danişmend in yazarlığı da çok yönlü idi, '

aşağıdaki

satırlarda

göreceğimiz gibi, kişiliği de...

1955 de mi idi, yoksa 1956 da mı, kesin olarak söyliyemiye­ ceğim, Aralık

ayının

otuz biri ,yani yıl ın son günü bir Cumar­

tesiye rastlıyordu .Danişm.end'ler evlere telefon ederek, her za­ manki gibi çaya değil, akşam yemeğine beklediklerini bildirdi­ ler. Demek ki, yeni yılı orada

karşılayacaktık. Bizim de başka

129


programımız olmadığı için kabul ettik.

O

akşam her zamanki

kalabalık yoktu. Yine de yirmi yirmi beş kişi kadar vardık. Ço­ ğunluk kadınlarda idi ki, bunların Hüsniye Hanımın aradaş­ ları oldukları anlaşılıyordu. Salonda ikram edilen içki ve mezeden sonra, saat 9 a doğru sofraya geçtik. _Ben ressam İbrahim Çallı ile tanınmış eski mu­ siki uzmanı La.ika Karabey arasına yerleştirilmiştim. Herkes ye­ rini bulup otururken, elinde rakı kadehi ile dolaşan İsmail Hami yan yana. düşenleri birbirleriyle tanıştırmak lüzumunu gördü. işte o sırada ben gecenin şokunu geçirdim.

Ev sahibi eliyle Çal­

lı'yı göstererek bana dedi k i : - İbrahim Çallı ressamdır. . . fakat sabık ressam ! Ve yüzümdeki hayret ifadesinin taduıı iyice tatmak ister gibi, içkiden h ayli etkilenmiş olduğunu gösteren bulanık gözle­ riyle gözlerimin içine bakarak : - Evet, ressam eskisi. . . posası ! diye ilave etti. Çalli'nın yüzüne baktım. Gülüyordu : - içkiyi fazla kaçırınca bu böyledir işte, dedi.

O

gece Çallı'nın dünyanın en sevimli, en tatlı insanı olduğu­

nu gördüm.

O

da içiyordu amma, içtikçe �vimliwşiyordu. Ken­

disiyle sanat, sanatçı gibi konular üzerine yaptığımız konuşmayı

ömrüm boyunca unutamadım .Biraz önce en ağır hakaretleri ye­ miş bir insana benzemiyordu. Dedi ki : - Daııi şmend'in dilindekilere bakmayın. Beni sewr. Ken­ disi

çok

Beni

çalışkan olduğu için, herkesin öyle olmasını arzu eder.

beğendiği

geçirmememi

için de, yeni eserler vermemi, zamanımı boş

ister.

Bir iki yudum

130

rakı aldıktan sonra. devam etti :


- Ben ise sanatın ilhama bağlı olduğuna inanırım. Genç­ liğimdeki bir çok eserlerimi içimden beni iten bir güce uyarak yaptım. Kafamın içinde gördüğüm. tabloyu, tuvale teslim et­ medikçe, rahat edemezdim. Şimdi ise böyle bir istek duymuyo­ rum. Duysam bile, kır-k yılda bir. Hem gerçeği olduğu gibi kabul et�k lazım. Bugün sanat kudretim 20 yıl önceki gibi clamaz. Neden "Çallı'nın son eserleri zayıftır" dedirteyim ? Varsın Dani.ş­ mend gibiler bana tembel desinler... Ben bir yandan dinliyor, bir yandan da bu kuzu gibi adama çatan Dani.şmend'e karşı, içimde bir isyanın yükseldiğini his­ sediyordum. Gece yansı olup, kadehlerimizi tokuşturduğumuz zaman bile, çelişkili duygular içindeydim, bizi ikramlara ve he­ diyelere boğan ev sahibine karşı. . .

Daha sonra ,bir iki samimi ahbaba İsmail Hami'nin yılba­ şı gecesi Çallı'ya saldırışını anlattım. Dediler ki : - Öyledir... Kırıcıdır ! Ruh biliminde saldırıcılık ( "agressivite" ) daima bir takım ruhi selreplere, "trauma" !ara bağlı bir eğilim sayılır. O yıl!arda da, daha sonra da, bazen düşünmüşümdür: "Re­ fah içinde yaşayan, etrafı dostlar, hatta dalkavuklarla çevrili, şöhrete kavuşmuş bir insan olan Danişmend'deki kırıcılık han­ gi ruhi sebepten ileri geliyordu ?" Ve hunun tohumlarının biyog­ rafisinde aranm ası gerektiğine kanaat getirdim. Neden mi ?

Çünkü, 20 yaşlarında iken, mükemmel arapça ve fransızca bilen, kaiemi ile tanınmağa başlayan, Mülkiye mezunu parlak bir gençtir. Danişmendoğullanndandır. Anadoluda ilk Türk dev­ letlerinden birinin temelini atan ve 700 yıldan beri soy kütüğü bilinen bir sül8.ledendir. Bu sülalenin kurucusu, efsane ve destan kahramanı Danişmend Gazi'nin oğlu tsm.ail'in adını taşımakta­ dır. Şüphe yok ki, böyle bir ailenin çocuğu Batılı milletlerden ıaı


birinin ferdi olsa idi , ya Prens olurdu , ya da Kont. . . Bu düşün­ C"e benim zihnimden geçiyor da, durmadan "Garp menbalarını" inceleyen Danişmend'in zihninden hiç geçmedi mi dersiniz ? Her ne ise, genç İsmail Hami Mülkiye'den çıkar çıkmaz. bu­ günkü deyimle Üniversite hocası olur. Bir müddet sonra da, Bağdat Hukuk Mektebi Müdürlüğüne tayin olunur ki, bu görev bugünkü Hukuk Fakültesi Dekanlığı karşılığıdır. ,

Sonra ne olur ? 1918 de, yani genç adam 26 yaşında iken, fikirlerinden ve yazılarından dolayı görevinden aWır. O tarihten sonra da, kendisine hiç bir resmi vazifo verilmez. Hayatının so­ nuna katlar devlet mekanizması ve devlet bütçesi dışında kalır. Geçimini kalemi ile veya özel yollardan sağlar. Ömrü boyunca, kendisindeki zeka, kültür ve bilginin onda biri olmayan Profe­ sörler, De>kanlar, Milletvekilleri, Genel müdürler on:ı tepeden ba­ karlar. . . Böyle bir kadere uğrayanların çoğu kırılır ve kırılma neticesi kişilikleri ezilir, silinir. İsmail Hami'de tepki başka türlü olmuştur : kırıldığı ıçın kırma ihtiyacı duymuştur. Bu, kendisinden hiç bir zaman şüph'e etmeyen ve aşağılık kompleksinin tam tersi olan üstünlük komp­ leksine sahip olanlarda çok defa görülen tepkidir. Aslında, çok kimsede bulunan üstünlük duygusu ( "sentiment de superio­ nte" ) ancak çevre tarafından red ve inkar edilirse kompleks halini alır. Bu kompleksin başka bir adı da vardır : "complexe de frustration", yani "hakkı yenmişlik kompleksi". Bu kompleks insana her türlü beklenmedik şeyi yaptırır. Yukarıda İsmail Hami Danişmend'in Rabia Hatun imza­ siyle yayınlanan şiirlerinden söz ettim. Burada. açıklamalıyım ki, Rabia Hatun meselesi sadece bir müstear isim, bir mahles, yani edebi imza meselesi değildir. R.8.bia Hatun olayı edebiyat ta­ rihimizde yer alan veya alması gereken bir edebi olaydır. 1 32


Bilintliği gibi -belki de bilinmediği gibi- Arapların İslami­ yet devrindeki ilk büyük şairlerinden biri, şiirlerine aşk-ı ilahiyi konu yapmış, Rabia adlı, Basralı bir kadın şairdir. Hicri ikinci yüzyılda yaşamıştır. İsmail Hami onun adı yanına "Hatun" ke­ limesini tokler ve sözde bu adı taşıyan ve 13 üncü yüzyılda ya­ şamış bir Türk kadın şairini kendisinin keşfettiği iddiasını or­ taya atar. Rabia Hatun imzalı ilk şiirler bu iddia ile yayınlanmış­ tır. Hikayenin dikkat çekici yanı şudur ki, bu şiirler ve bu iddia edebiyat dünyamızda büyük ilgi uyandırır. Her taraftan tebrik, takdir, alkış yükselir. Tanınmış yazarlarımız Rabia Ha­ tuna methiyeler döşerler. Tabii işin aslı anlaşılıncaya kadar... Rabia Hatun olayı müna.sebetiyle, 1smail Himi için yalan­ cılıktan , sahtekarlıktan bahsedilmiştir. Bence bu teşhis yanlış­ tır. İsmail Hami'nin yaptığı, Fransızların "mystification" dedik­ leri şeydi. Ne demek "mystification" ? Özür dileyerek tercüme ediyorum : Başkalarını aptal yerine koymak... Başkalarını, yani aydın geçinen cahilleri. . . Bunu nasıl yapmasındı ki, aydınlar kitlesi onun hakkını yemeğe devam etmekte idi : Daha yeni yeni, 1953 de, bunlar kendisini Fetih Cemiyeti Başkanlığından atmak için binbir entrika çevirmişler ve başarı sağlamışlardı. Halbuki, bu iş için, varmı idi kendisinden daha yetkili biri ? Rabh Hatun olayı iki aşamalıdır. Rabia Hatun'un Rabia Hatun olmadığı anlaşılınca, İsmail Hami, yılmayıp, bir ikinci şa­ ka veya alay denemesi yapar. Rabia Hatun imzasiyle yayınla­ nan şiirlerin yüzyıllar önceki bir şaireye değil amma, genç yaşta ölmüş ve Müşir Fuat Paşa'nın torunu olan, ilk eşine ait olduğu­ nu iddia eder. Bu, resmen radyolarla ilan edilir. Buna da inanan­ larlar, kananlar çıkar. Tasavvur edilebilir ki, Danişmend'in için için duyduğu zevk sonsu�du. "Frustration" duyguları, perakende,

133


şunu bunu kırıp, şuna buna tahakküm edip değil toptan tatmin edilmiş [;ulunuyordu her halde.

Tahakküm deyin<:� aklıma geldi : Danişmend'lere yaptığım son ziyareti, bir az konu dışı olmasına rağmen, burada anlatma­ lıyım. - Zannedersem 1957 yılı sonbaharının bir Cumartesi idi. İsmail Hami bizi kapıda karşıladıktan sonra, elimi bırakmayıp beni kenara çekti ve şöyle dedi : - Şimdi sizi hanedandan prenseslerle tanıştıracağım, lfıt­ fen ıellerinj öpün ! Ben hayretle : - Niçin? dedim. - Çünkü onlar eski Padişahlarımızın kerimeleridir. - Hayır, İsmail llimi Bey, ben bazı yaşlı hanımların elini öperim amma, bir kadının elini prenses olduğu için öpmem. Ben Cumhuriyetçiyim. Böyle cevap vermişim Danişmend'e ... "Verdim" demeyip. "vermişim" deyişimin sebebi şudur ki, bana bu sözleri harfi har­ fine ,bugün hayatta olan ve arada bir görüştüğümüz Hüsniye Hanını hatırlattı. Meğer kocası ile konuşmamıza kulak misafiri olmuş. İsmail H8.ıni benim red cevabım karşısında önce hayretle yüzüme baktı. Sonra, öncekinden daha 8.mir8.ne bir sesle : - Olmaz, ayıp olur, öpeceksiniz ,dedi. Ve beni salona gö­ türüp ya11 yana oturmakta olan Ayşe Sultan'la ve Sabiha Sul­ fan'la tanıştırdı, Sabiha Sultan'ın yanında da yer gösterdi. 134


Tabii, Sultanların elini öpmedim, Fakat şunu itiraf edeyim ki, �er iki sultana tam anlamı ile hayran kaldım : birinin zeka ve asaletine, ötekinin kibarlığına ve zarafetine. .. Ayşe Sultan babası il . Abdillhamid'in kadın kılığındaki can'

lı portresi idi sanki : ayni yüz, ayni burun, ayni bakış. Hatta,

boynunun kısalığı sebebiyle, ayni kamburumsu duruş. Bu benze­ yiş dolayısıyle, önce yanımdaki prensese hitap etmem gerekir­ ken, onu atlayarak, Ayşe Sultan'la konuşm.ağa başladım ve ba­ basına olan benzeyişinden söz etmekten kendimi alamadım. Tepeden tırnağa kadar vekar ve asalet olan bu kadın ''Ne zaman döndünüz ?", "Memleketi nasıl buldunuz ?" gibi ·basma kalıp sorıllarıma hayatı anlamış, insani zaafları toptan bağışla­ mış insanlarda görillebilecek hoşgörü, tevekkül ve felsefi diye­ bileceğim bir gülümseme ile cevap veriyordu. Hep "Bilirsiniz... " diye başlayan cümlelerle sanki son 35 yıllık tarihimizi özetliyor­ du. Kendisini dinlerken ,ona karşı içimden derin bir saygı duy­ gusu yükseldi. Dinç olmasına rağmen, yaşlı idi de . Aslında, İsmail Ha.mi işe karışmasa idi ve prenses olduğunu bilmese idim, her halde, bu muhterem yaşlı hanımın elini öpmüş olacaktım. Artık yanımdaki Sultana hal hatır sorma zamanı gelmişti. Padişah Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan sadece giyinişinde de­ ğil, hareketlerinde, konuşmasında da son derece zarif bir ha­ nımdı. Kırk beş, kırk altı yaşlarında görünüyordu. Halbuki son­ radan 64 yaşında olduğunu öğrenecektim. 1lgimi göstermek için prensese bir takım sorular soruyordum. Bu arada şunu sordum : - Babanız kaçtığı zaman, siz de yanında mı idiniz? "Kaçmak" kelimesini kullanır kullanmaz piş man

oldum.

Fakat olan olmuştu. Bir müddet cevap vermedi. Sonra, kibarca : - Hayır efendim, biz tstanbul'dan iki sene sonra ayrıldık dedi. 135


Beş un dakika başka konuiar üzerinde konuştuk.

Sonra,

sustuğumuz bir sırada şöyle dedi : - Nedense rahmetli pederimin Türkiye'den aynlısıru hep kaçış şeklinde kabul ediyorlar. Halbuki Mustafa Kemal'e hare­ ket serbestisi vermek, onun işini kolaylaştırmak için ayrıldı o. Hazineden b� kuruş almadan ... Daha İstanbul'da iken, Mustafa Kemal'in teşebbüs ve muvaffakiyetlerine ne kadar sevindiğini ben yakmdan biliyorum. Duymuştum veya bir yerde okumuştum ki, Almanya seya­ hati sırasında, Vahdettin Mustafa Kemal'i o kadar beğenmiş ki, onu kendine damat yapmak istemiş. Mustafa Kemal'e vermek istediği kızı sakın bu güzel ve zarif hanım olmasındı ? ... Ben Danişmend'lerin Cumartesi toplantılarına devam et­ meğe başlayınca, dostlardan şöyle diyenler olmuştu : - Niye gidiyorsunuz Danişmend'lere ? Adam Cumhuriyet düşmanı. E"vi monarşistler, saltanatçılar yuvası.. Ben bu sözleri gülerek karşılamıştım ve beni uyaranlara şöyle demiştim : - Saltanatçılık bugün Türkiye Cumhuriyeti için bir tel:li­ ke olmaktan çıkmıştır. ülkemizde Cumhuriyet rejimi yerleşmiş­ tir. Hem kim kaldı ki, Osmanlı hanedanından ? Cumhuriyeti yık­ mak için filli harelrete geçilmedikçe, fikir plfuıında saltanatçı olmak bir suç değildir. 15u da bir gerçektir ki, İngiltere , Hollanda. Danimarka, İsveç, Norveç gibi Avrupa'mn en demokratik dev­ letleri mor.arşi rejimini muhafaza etmiş1erdir. Esasen,

Fransa

gibi, Almanya gibi Cumhuriyet rejminde olan memleketlerde bi­ le, monarşist çevreler vardır. Bunlar bir hayali taht adayı et­ ı·afmda toplanır, evcilik oynar dururlar. Millet onlara gülüp ge­ çer. Varsın, bir Osmanlı

tarihi uzmanı olan Danişmend de ma­

sum fantezisini sürdürsün.

136


Ayşe Sultan ve Sabiha Sultan'la tanıştığım günden sonra Danişmend'lere bir daha gitmedim. Orasının bir monarşist yu­ ,. ası oluşundan dolayı değil, İsmail H3.ıni Bey'in misafirlerine kumanda etmeğe kalkmasından dolayı. . . Nitekim, bir müddet sonra da, Hüsniye Hanımcık, kocasının kendisine karşı değilse bile. başkalarına karşı olan haşin tavırlarına dayanamayarak, boşandı. İşte, değerli bir tarihçi olduğuna hiç şüphe olmayan, şair olarak da nefis parçalar bırakmış bulunan İsmail Hami Da­ nişmend'in kişiliği ile ilgili olarak hatırladıklarım. Aslmda bunlar dedikodumsu, önemsiz şeylıerdir. Çünkü ki­ �ilik geçici, yazarlık kalıcıdır .

137



x11

ABDÜLHAK ŞİNASI HİSAR

139



Abdülhak Şinasi "Boğaziçi Mehtapları" ilıe edebiyatımızın en güzel mensur

şiir örneklerini veren Abdülhak Şinasi Hisar'ı ta nıdığım za­ man onyedi, onsekiz yaşlarında idim. Babamın Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Bey'le sıkı dostluk seneleri idi. Hamdullah Bey, evimize s'ık sık gelirdi. Esasen, o sıralarda, bel­ ki de Atatiirk'ün babama, herkesçe bilinen teveccühü sebebiyle,

141


evimiz fikir ve poiltika alemine ait kimselerle dolup taşardı. Ben, meraklı bir hanını kız olduğum için, içeride konuşulanlar­ dan iki etimle kapsam kardır diye, kahve tepsisini hizmetçinin elinden alır, misafirlere kahvelerini ikram ederdim. Bazen de, bir şeyi düzeltmek, bir tablanın , bir vazonun yerini değiştirmek bahanesiyle biraz daha içerde kalırdım. Bir gün Hamdullah Suphi Bey gelirken, orta yaşlı, koca ka­ falı, şişmanca bir zatı beraberinde getirdi. Misafirler gittiğinde, babama sordum : O kimdi ? diye. "Hamdullah'ın bir dalkavuğu. Her yere beraberinde taşıyor. Galiba lstanbul'dan yeni gelmiş," demekle yetindi. Sonra, bu zatı başka yerlerde, konferanslarda falan gördüm. Bize de tekrar geldiler. Baktım, bu dalkavukluk etmeyen cins­ ten bir dalkavuktu. Hamdullah Suphi'ye karşı hürmetkar ol­ makla beraber, sırasına göre fikirlerine itiraz eder, bazı görüş­ lerini yüzüne karşı tenkid ederdi. Hatta, bir seferinde, yine biz­ de, öyle şiddetli itirazda bulundu ki, Hamdullah Suphi gülerek ve etrafa hitap ederek : "- Efendim, biz tam kırk yıldır, arkadaşız. Her zaman ayru fikirde değiliz, amma ne o beni, ne de ben onu bir kere ol­ sun incitmemişizdir," diyerek yatıştırmak mecburiyetinde kal­ dı. O sırada elli yaşlarında olması gereken Abdülhak Şinasi henüz hiç bir eser vermemişti ve bazı edebi dergilerde yayın­

ladığı tek tük yazılarla çok dar bir edebi muhitte tanınıyordu. Resmi vazifosi yoktu Gal&tasaray'dan arkadaşı olduğu anlaşı­ .

lan

Hamdullah Suphi'den, o günlerde bir dakika

ayrılmıyor,

hatta onun yerine şuraya buraya telefon etmek, matbaaya uğ­

rayıp bir eserin provalarını almak, kartvizit bastırmak gibi u­ fak tefek işlerini bile yapıyordu.

Nasıl

geçindiğine gelince,

o

bakımdan problemi yoktu. Söylendiğine göre, Paşa babası veya

l42


Paşa dedesi kendisine istanbul'da sayısız mai mülk, han hamam bırakmıştı. Bunları satıp satıp yiyordu. Abdülhak Şinası'nin paraya ihtiyacı yoktu, amma şiddetle muhtaç olduğu bir şey vardı. O da içtimai mevki idi. Öyle anla­ şılıyordu ki, arkadaşı Hamdullah Suphi, bunu sağlamak için kendisini Ankara'ya çağırmıştı ve sağda solda tanıtmak, tak­ dim etmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Esasen, bir müddet sonra bir resmi vazife de buldu : onu Balkan Paktı Genel Sek­ reterliğint, o zamanki tabirle "katibi umumiliğine" tayin .ettir­ di. "Umumi" olmayan, yani öteki katipler işi yapar, tumturak­ lı unvanı da Abdülhak Şinasi taşırdı. O aralık ben, Ankara'nın biricik edebi dergisi olan ve da­ ha so�aki ideolojik yönünden uzak bulunan Varlık Dergisine yazı vermeğe başlamıştım. Baktım, Varlık'da Abdülhak Şinasi'­ nin de yazıları çıkıyor. Hem de, yazarın şahsiyeti ne kadar şiirsiz ise, o kadar şairane, tavrı, duruşu, bakışı ne kadar soğuk ise, o kadar cana yakın yazılar... Bende bu yazıların sahibine ka.rfl derin hayranlık ve yakınlık uyandı. tık rastladığımda hunu belli ettim v.e belirttim. İlk defa gülümsediğini gördüm. O da "Var­ lık"da imzamı görmüş olacak ki, artık bana eşyaya bakar gibi bakmıyor, adeta akran muamelesi yapıyor. Babam yaşındaki bu zatla artık sanki meslekdaş veya kapı yoldaşıyız.

Abdülhak Şinasi evimizin müdavimlerinden olmuştu. Şim­ di babamdan çok benim için geliyordu. Bana şöyle iltifatta bu­ lunuyordu : "Fransız edebiyatını nerede ise benim kadar iyi bi­ liyorsunuz". Hakikaten iyi biliyordu. Yıllarca okumuş, okumuş­ tu. Sevdiği şairler, beğendiği ya.zarlar hakkında benimle kon�­ rnaktan hoşlandığı görülüyordu. Hissediyordum ki, yazıların­ daki pürüzsüz üslup, yoğun mana, derin bir edebi kültürün, de­ vamlı okumaların birikintisi idi. !kinci Dünya Savaşı içinde, bana bir gün, esrarengiz bir ve biz". Kitabın adını a-

tavırla bir kitap uzattı : ••Fahim Bey

143


cayip buic;umsa da, tebrik ve t�kkür ettim. Okumağa başla­ dıktan sonra, fevkalade beğendim. Tuttum bir yazı yazdım ve " Ulus" a gönderdim. Gazete bu adı almış mı idi, yoksa halen "Hakimiyeti Milliye" mi idi, bwıu iyice hatırlamıyorum. Fakat, zannedersem, Yazı İşleri Müdürü iyi tanıdığım Mümtaz Faik Fenik'ti . Bu yazı benim "eleştirici" kariyerimde ilk adımlarımdan biri oldu. Daha önce bir veya iki tenkid yazını çıkmıştı. Meğer bizim yazı Abdülhak Şinasi'nin bu ilk eseri hakkında çıkan ilk yazı imiş. Onun için yazarın bendeki imzalı eserlerinin bir de­ ğil, bir kaç tanesinin ithafı şöyle başlar : "ilk eserim hakkındaki ilk tenkid yazısını yazan. . . " 1940 ile 1950 arasındaki yıllar Abdülhak Şinasi'nin en ve­ rimli yılları olmuştur. Bu devirde en güzel, en orijinal eserlerini �rdi. Daha sonra, kıe.ndi kendini tekrarlamağa başladığı görül­ dü. Her yeni eserini bana gönderiyordu. Bir iki tanesi için yeni medhiyeler de yazmıştım. Fakat her biri için yazmadığımdan dolayı bana küskün olduğu da kulağıma geliyordu . 1948 den sonra, Şükufe Nihal'in önayak olması ile başl atılan edebi toplantılarda Abdülhak Şinasi ile karşılaşıyorduk. Artık kendisine " Üstad" deniyordu. tık zamanlar, damdan düşer gi­ bi: "Adile Hanım t.enim falanca eserimi beğenmez" diye sitem­ lerde bulundu. Fakat çok geçmeden barıştık.. Bu barışma şere­ fine beni bir gün Ayazpaşa' daki evine, öğle yemeğine davet etti. Ben başkalarının da bulunacağını zannetmişken, tek davetli ol­ duğum anlaşıldı. Her taraf kitap dolu, stil eşya ile döşenmiş , Boğaz'a bakan güzel salonda, beyaz eldivenli bir uşak servi­ simizi yaptı. Böyle şeylerde, kahramanlarından biri olan Ali Nazmi Bey kadar alafrangalığa meraklı idi. Yemek esnasında, daha evvelden de bildiğim bir şeye dik kat ettim. Abdülhak Şinasi Bey meyve ve yemiş ağzına koymu144


yordu ve çocukluğundan beri de koymamıştı. Mevzuu açtığımda dedi ki : "Şiddetli allerjim var. Herhangi meyvenin manzarası bile sinirlerimi altüst �er, tüylerim diken diken olur. Vitamin­ leri h ap olarak alırım". Şu halde, şimdi düşünüyorum da, Abdülhak Şinasi, Kur'an' ve Andre Gide'in bahsettiği dünya nimetlerinin bir çeşidini tatmadan ömrünü geçirmişti. Belki de bu yüzden, renklerin, seslerin, kokulann herkesten fazla tadını çıkarmağa gayret et­ flililti. m

üstadın şahsi hayatındaki bu eksikliğin yanında, eserlerin­ deki bir Pksiklik de ötedenberi dikkatimi çekmişti. Abdülhak Şin asi ' nin . sayısı tir düzineye yakın şii r dolu eserlerinde, ş iirin başlıca kaynağı olan aşk hissine, aşk tahl illerine tesadüf edil­ miyordu. Hep niyetli idim : kendisinin gençliğini bilen birini bulduğumda : Hiç Abdülhak Şinasi'nin aşık olduğunu. ha­ tırlıyor musunuz ?" diye soracaktım. Fakat ya fırsat çıkmadı, yahut çıktı da ben kullanınağı ihmal ettim. Sonradan, "Aşk imiş her ne var 3.lemde . . . " diye, bana gönderilmemiş bir eseri­ nin mevcudiyetini duydumsa da, eseri bir türlü ele geçireme­ dim.

Ancak bir gün, bir konferansta, onun gençliğini bilen biri bana ke ndi l iğinden dedi ki : "Abdülhak Şi na si ' nin eski z amanları göklere çıkarmasına ben şaşıp şaşıp kalıyorum, çünkü ben kendisini o devirleri yaşadığı sırada yakından tanıdım. O za­ man yirmi yaşlarında idi ve tam manasiyle züppe bir paşazade idi. 1şi gücü de İstanbul hayatından şikayet etmek, devrinin, ailesinin., Türk cemiyetinin yaşayış tarzını tenkid etmekti . . . " "Hatırab" ile meşhur olan Galip Kemali Söyliemezoğlu ta­ rafı.ndan açıklanan bu gerçek, zannedersem bana, edebiyatımı­ zın mensur şür üstadını daha iyi aıılamama yardım etti. . . De­ mek ki, çok sevdiğini, eserlerini elinden düşürmediğini bi ld iğim Marcel Proust'u tanıdıktan sonra, kafasında bir devrim hasıl 145


olmuştu : vaktiyle beğenmediği veya beğenmediğini zannettiği geçmişi, "Kayqolmuş Zamanı" aramağa çıkmıştı. .. ... Şahsen, benim gözümde, paranın mutluluk sağlamadığı­ r..a en iyi misali Abdülhak Şinasi teşkil eder. Proust gibi ,o da, her zaman eli paralı ve para ile alınan şeyler her an emrinde olduğu halde, Proust gibi, hiç bir zaman mesut olamamıştır. Ve yetişkin çağında saadeti bulamamış her insan gibi, çocukluk ale­ mine dönmüş, o aleme sığınmıştı. ... Ve kim bilir, belki de, bu ölü alemi şiirle, ahenkle süs­ leyerek, yeni güzelliklerle bezeyerek diriltebilmesi sayesinde, yaratıcılığın verdiği huzur ve saadete kavuşmuştu.

146


Xll

CELAL SAHÄ°R EROZAN

147



Celal Sahir 1930 ile 1935 arasında, Ankara'nın Yenişehir denilen bölü­ münün kurulmağa başladığı dönemde, Sağlık Bakanlığı hiza sında Atatürk Bulvan il-e Mitat Paşa (eski İsmet Paşa) cadde­ sinin kesiştiği köşede, bahçe içinde iki katlı küçük bir ev vardı. Biz orada otururduk.

Mitat Paşa caddesi tarafında, bitişiğimizdeki üç katlı apartıınanın orta katında Celfil Sahir Beyler otururdu. O dö­ nemde yalnız Anadolunun küçÜk kentlerinde değil, İstanbulda, Ankaradıı. da henüz ko�uluk sosyal bir bağ, bir "içtimai mües­ sese" idi. Şairin genç ve güzel hanımı ile annem ziyaretleşir1er 149


ve pencereden pencereye konuşurlardı. Apartıman kapısırun önünde oynayan, henüz okul çağında olmayan, dört beş yaşındaki 1ki tatlı çocuk, bilirdim ki, Celal Sahir Beyin oğulları idi. O yıllarda Ankaranın yüksek tabakası Sefaret çaylarında bul�urdu. Y�ni ve gelişmemiş Başkentin hayatındaki eğlence­ sizliği ve monotonluğu giderI11ek için Elçilikler ve Büyükelçilik­ ler dil bilen aileleri her fırsatlar düzenledikleri ziyafetlere çağı­ rırlardı. Bazı Büyükelçilikler seri davetler yapardı. Kasım ba­ şından MaYJS başına kadar g�rli olan bu haftalık davetler danslı veya danssız çaylardı. özellikle Polonya Sefaretinin Cu­ martesile�i ile Afgan Sefaretinin Salıları m�urdu. O dönemde Afganistan'la yakın politik ve kültürel ilişkilerimiz vardı. İşte Celal Sahir Beylerle bu ziyafetlerde de karşılaşırdık. Celal Sahir Bey Zonguldak milletvekili idi. Atatilrk'ün bilginleri etrafına topladığı, onlarla birlikte ça­ lıştığı ve onlara danıştığı bilinen bir şeydir. Fakat Atatürk'ün Ondördüncü Louis gibi, İkinci Frederik gibi, Fatih gibi "Mece­ ne" tarafi, yani sanat ve edebiyat koruyucusu cephesi tarihi­ mizde yeteri kadar belirtilmemiştir. Millet Meclisi üyeliği ba­ kımından seçimden ziyade Devret Başkanının onayından geçen listeye girmenin önem;i olduğu tek partili Atatürk döneminde, gerçekten değerli bütün şair ve yazarlar "mebus" idiler. Büyük Asker kılıç kadar kaleme de saygı duyardı.

Celal Sahir Bey uzunca boylu, uzun yüzlü, göğsü batık, kır saçları Musset'vari kesilmiş, yapısı, görünüşü ve tavırları ile inrelik v� zarafet sembolu bir insandı. Şairin o zamanki hanımı, Sevim Hanım , orta boylu, siyah saçlı ,siyah gözlü, güler yüzlü, çok güzel bir genç hanımdı. Aralarındaki yaş farkı, muhakkak ki, hayli büyüktü. Şairin bir de ilk hanımından üç tane yetişmiş kızı vardı. Bazen !stanbuldan babalarına misafir gelirlerdi. 150


Celal Sahir Beyin hanımının güzelliği ile iftihar ettiği her halinden belli idi. Bir gün bir Sefaret çayında, masaya. serpiş­ tirilmiş çiçeklerden birini alıp hanımının göğsüne taktı. O za­ manlar erkek elbiselerinin yakasında da, kadın tayyörlerinin ya­ kasında da ilik bulunurdu. Sevim Hanını o gün lacivert bir tay­ yör giymişti. Yakasına takılan çiçek kırmızı idi. l)air karısıı:ı.a yukarıdan aşağı takdir v e hayranlıkla baktı ve beni çok şaşırtan şu sözleri söyLedi : - Keşke kırmızı çantanı alsa idin ! . . . Hanımının giyinişi ile böyle ilgilenen bir koca zümrütü anka kuşu değil de ne idi ?... Bir başka ziyafette o günkü cümlesini ve jestini tamamla­ yan aşağıdaki sözleri bir h anımlar grubunda söyleyişine tanık oldum. Giyin.işten açılmıştı. Şair sevdiği bir konu ve hanını dinle­ yiciler bulmuş olmanın sevinci ile coştu ve şunları söyledi : - Bakın, ben bir kadın olsa idim, giydiğim şeylerin en ufak teferruatı.na. itina ederdim. Yalnız mevsime göre değil, gü­ nün saatine, o günkü havaya, gökyüzünün rengine göre ayrı renkler, ayrı kumaşlar ve ayrı biçimler seçerdim ... Bizler gülüştük. Aramızdaki bir Hanım dedi ki : - Bunun için milyoner baba veya milyoner koca is�r. Üstad, Hanımlara hitap ettiğini bile unutmuş halde, şöyle devam etti : - Hiç de değil. Bir basma parçasını bile yakıştırmanın usulü vardır. Bu, kadının yaradılışı icabıdır. Kadın, yer yüzün­ de, istisnai bir varlık olarak yaratılmıştır. Tabiatin vücude ge­ tirdiği en muvaffak şaheserdir. Bu eseri bozmak veya tamam­ lamak kadının kendi elindedir. Çünkü güzel bir kadın, ayni za151


manda, hem sanat eseridir, hem sanatkar . O öyle bir sanat eseridir ki, her an kendi kendini yaratma fırsatına sahiptir. Bir gülüş, bir el hareketi, bir bakış, yaratılış halinde olan bir şeyin bedii teceliiieridir. Göz için, ruh için daimi bir ziyafet olan bu canlı, yaşayan sanat eserini, yanlış seçilmiş bir renk, yanlış seçilmiş bir biçim bozabilir . . ..

.

Şair kelimelerini aramadan, çok rahat konuşuyordu. Belli idi ki, bu konuda çok düşünmüş ve düşüncelerini formüllere bağlamıştı. Bir gün, bir Sefarette değil, Ankara Palasta şöyle bir şey oldu : Ben CelAl Sahir Beyle konuşurken, hayli içmiş ve yüzü kıp­ kırmızı olmuş olan Ruşen Eşref Bey sallana sallana bize doğ­ ru geldi ve alaylı bir sesle şairin o çok meşhur IDısralarıru söy­ lemeğe başladı : "Bütün hayatımı orilar verir de ben yaşarvm, "Kadınlar olmasa, öksüz kalırdı eş'arım ...

Her zaman o kadar sakin ve nazik görmeğe alştığım kar­ şımdaki insanı ilk defa sert ve öfkeli gördüm. Eliyle, Ruşen Eşref Beye doğru bir kovma hareketi yaparak ,hiç de şakaya benzemeyen bir tonla : - Hadi ordan, hepiniz kadın için yaşarsınız amma, samirnl değilsiniz. Kaba gururunuz itirafa müsaade etmez.... Celil Sahir Beyin cevabı bana bir Fransız yazarında oku­ duğum bir cümleyi hatırlat.ıruştı. Emile Zola'da mı, Anatole France'da mı, yoksa ondokuzncu yüzyıl sonu eleştiricilerinden birinde mi, hatırlamıyorum, şöyle bir cümle okumuştum : "Her yazar, yazdıklarını okuyup kendisine hayran olacak idealindeki meçhul kadın için ilhamını ve kalemini kullanır."

152


Bilindıği gibi, 1909 da, "Beyaz Gölg�ler" yayınlandıktan sonra, başta Hüseyin Cahit olmak üzere, bir çok yazarlar Ce­ lal Sahirin kadından başka şiir mevzuu bulamayışı ile alay eden yazılar yazmışlardır. öyle anlaşılıyor ki, bu sataşmalar "Kadın­ lar Şairi"ni �;iirlerinin mevzuu üzerinde düşünmeğe sevketmiş­ tir. Böylece şair, sanatının felsefesini yapmış, estetiğini ve hat­ ta mistiğini kurmuştur. Bir �:a.ir annenin, Fehime Nüzhet Hanımefendinin oğlu olan Celal Sahirin kadın ve aşk konulanna yaklaşımı daima nezih ve zariftir. Genellikle bir şair aşk konusunu iki şekilde ele alır veya alabilir : ya gelecek ya da geçmiş açısından ; yani ümid veya

hatıralar olarak. Celal Sahir'de ümitler de, hatıralar da çok ma­ sum nevidendir. Onda aşk bedenle değil, ruhla ilgili bir mace­ radır. "Sevmem ben sinirlerimle fakct, "Olamam ben ihtirasa esir... "Yaşamak çünkü bence sevmektir "Aşka yükselmeyen zavallı hayat "Ne sefil<ine bir sürünmektir! ... "

Celal Sahirin hayat görüşüne göre, aşk macerasının en he­ yacanlı, en mutlu ve en kutsal anlan göz göze gelmek ve el ele tutuşmaktır. Aşk şehvet değil, şefkattir. Sevmek arzu etmek değil, tapmaktır. "Ruhum bir iştiyakı taabbüdle, istedi "Amakı safvetinde melekler gülen, nezih "Çeşmanının, o şuh ve muazzez güneşlerin, "Ağuşu pür hariri nigahında en derin "Bir anı iptil<i yaşamak ... " "O gerçekten vuran silıamı nazar, "O muattar, sevimli mektuplar. . .

153


"Bir de kıırşuni eldiven ki, güzel, "Yumuşak, ince, pek sevimli bir el "Ona etmiştir sırrını ifşa... "A h o el, ah o desti na,dide!"

Bazı lirik mizaçlı şairler kendilerini dünyanın merkezi ya­ parlar, yani ;egosantrik bir davranışa sahip olurlar. Onlarca çevrenin, toplumun, toplumsal problemlerin önemi yoktur. Bu bakımdan Celal Sahir, belki de, edebiyatımızın en endividüalist şairidir. " Bu karanlık şüunu dünyadan "öyle lfikaydü bihaber kalarak " Yaşasak, sevgilim, ki hiç kimse "Bizi hiç bilmesin ve kimseyi biz... "öylece biziyaretü zair... "iki cismin içinde bir tek ruh.. !'

Bu mısralar, şiir olarak okununca, çok eskimiş, modası geçmiş hislerin ifadesi gibi geliyor insana... Bu bir optik alda­ nışdır. Dünya farkında değildir ki, lirizm ve romantiklik bu­ gün şiiri terketmiş, şarkıya göç etmiştir. !talya'nın "Cansonis­ sima "larında ve "Eurovision" şarkı yarışmalarında kazanan ve türkçeye çevrilip bize televizyonda dinletilen şarkılarda da, alaturka gazellerde de mevzu hep aynı : sen ve ben. . . Her insan

ruhunun zaman zaman duyduğu ebedi hislerdir bunlar. Ressam Pablo Picasso'nun nasıl pembe devri, mavi devri, kübist devri, sürealist devri varsa, lirik şairimiz Celal Sahir Erozan'ın da Edebiyatı Cedide, Fecri Ati, Genç Kalemler devir­

leri vard•r. Celal Sahir'in, Genç Kalemler sonrasına, yani olgun çağına ait en güzel şiirleri dergi sahifelerinde gömülüp kalmıştır.

Çünkü şair, hayatının son yıllarında, Dil

Encümeninde

( Dil Kurumunun eski adı) , bir dil bilgini sıfatiyle, gece gün­ düz çalışmaktan, Siyah Kitabın yayınlanma tarihi olan 1912

154


den sonraki ş iirl erini toplamağa, yayınlamağa vakit bula­ mamıştır. TiirJC Dil Kurumuna bilgisiz ve zevksiz kimselerin sızma­ sından önceki dönemde, Celal Sahir'in türkçeyi yabancı dil­ ler boyunduruğundan kurtarmak" idealine nasıl aşkla sarıldı­ ğını, nasıl canla başla çalışarak, kısa zamanda Tilrk dilinin uzak geçmişi alanında uzman kesildiğini ve ince sanatçı zevki ile arapça kelimelere türkçe karşılık bulmakta başarı göster­ diğini bir kaç kişiden duymuşumdur. "

1 5!5



XIV HALİDE EDİ P ADIVAR

157



Hali de Edip Ben onsekiz yaşlarında iken, Halide Edip, benim için, ide­ al kadındı. Hemen bütün romanlarını okumuştum. Hayat, ya­ kında benim de içine atılacağım hayat. . . Handan'ların, Zeyno' ­ ların, Ayşe 'lerin başından geçen eşsiz olaylardan başka bir şey olamazdı. ,Erkek mi ? O ya Hüsnü Paşanın, ya Hamdi Paşanın yüzü ile harşırna çıkacak ya da bir Refik Cemal, bir Oğuz, bir Binbaşı Hasan olacaktı. Aile dostlarımız arasında Halide Edib'in meşhur Sultan Ahmet mitingindeki konuşmasını dinlemiş olanlar vardı : duy­ dukları ccşkun milli heyecanı unutamadıklarını ve unutama159


yacaklarım söylerlerdi. Halide Edip Cumhuriyet devri Türk ka­ dınlığı için örnekti. Ah, Türkiyede olsa da, tanıyabilsem ! Ne ya­ zık

ki, Türkiye'de değildi. Bilmem ha�i sebeple Atatürk'e darıl­

mış, memleket dışına çıkmış, Avrupada, Amerikada, bir yerler­ de geziycrdu. Bu bakımdan benim gözümde, bir az da, Napol­ yon'a darılıp Fransa'dan ayrılan Madame de Stael mevkiine

yükseliyordu. Halide Edip, Atatürk'ün ölümünden sonra, 1939 da Türki­

ypye döndü. Daha dönmeden, kendisinin İngiltere'de, ingilizce o­ larak Türkiyeye dair bir roman yayınladığını duymuştuk. Bu­ nu türkçeye çevirip, "Sinekli Bakkal" adı ile Türkiyede yayın­ layınca, 1942 de "tnönü" roman ödülünü kazandı. Ben o sırada Ankara Dil-Tarih ve C.Oğrafya Fakült�inde

Edebiyatı asistanı idim

Fransız Dili ve

.

"Sinekli Ba.kkal"ı okurken, yepyeni bir Halide Edib'i keş­ fettik. Sanatının projektörünü ıeskisi gibi sadece fertlere, fert­ lerin iç hayatına değil, topluma, çevreye de tutuyor,

Osmanlı

devrinin belirli bir çağının panoramasını çiziyordu.

1940 dan beri tstanbul Edebiyat Fakültesinde İngiliz Ede­

bi yatı Profesörü bul unan Halide Edi p'le tanışmak hususunda_­ ki büyük a rzum ancak 1944 de gerçekleşti. Ailevi seheplerle vazifemin

tstanbul'a

rıaklini istemiş ve Edebiyat

Fakültesi

Fransız Filolojisine doçent tayin edilmiştim.

1944 yılında Edebiyat Fakültesi bugünkü gibi Lfilelide değil, Fındıklıda, Zeynep Hanım Konağında

idi. Güzel Sanatlar Aka­

demisi yanındaki o aluJap konak daha sonra bir Kız Lisesi ol­ muştur.

Halide Edip Adıvar ile tanıştığımız gün kendisine olan hay­ ranlığımı, zannedersem hem yüzümün ifadesi ile belli ettim, hem sözlerimle ifade etmeğe çalıştım. Memnu.niyet dolu bir gülümse­ me ile dinledi. Sonra, birdenbire yüzüme bakarak : "Dur uaka.-

160


yun. .. gel şöyre ışığa karşı... " diye eliyle işaret yaptı. Sonra, yüzü­ me bir daha baktı ve dedi ki :

- Meğer ben bütün romanlarımda senin gözlerini tasvir et­ mişim : baJ rengi gözler... Biliyormusun ki, pek enderdir bu renk. Ben mahcubiyetimden ne söyleyeceğimi şa.şı.rmışbm. Mevzu değiştirnıek için imzalı resmini istedim. "Elbette, elbette" diye

vadetti.

Bundan sonra. Fakülte içinde ve dışında sık sık karşılaştık . Kendisi ile başbaşa kalıp edebiyattan konuşmak içın can atıyor­ dum. Eleştiri yazılan yazmağa başladıktan sonra bana bir gün mül8.kat ' vermesini rica ettiın. Bu mülakatın, bu edebi görüş­ menin metni Cumhuriyet'in 8 Nisan 1947 günkü sayısında ç•ktı. Yazımda Halide Edib'in o zamanki halini ş öyle anlatıyorum :

"

'

"Beyaz saçlarla çerçevelenmiş hemen hemen buruşuksuz bir yüz, arada bir acı kıvırm.la bükülen, adeta mahzun dudaklar, içinden k�kin bir zekanın fışkırdığı çok genç gözler . . " ( 1 ) .

Ertesi gün Halide Edib'e Fakültıenin giriş kapısında rastla­ dım. Konağın ahşap merdivenini çıkarken, koluma girdi. Dedi

ki

mi

- Sen bana ne güzel şeyler söyl etmişsin . ben bunları ?

Sahiden söyledim

Belli idi ki, müla.katten memnundu. Birinci k ata vardığımız­ da, 'OOn F'ransız Filolojisi dclasına girmek için, kendisinden ayrıl­ mak üze re iken : - Bir az buraya gel, derse kadar vaktim var· diye İngiliz

Filolojisine davet etti. ( ı ) Mülak['t'in nıt'tni ki.ta hın sonundadır

1 61


lngihz Filolojisi odası boştlL O kendi masası başına, ben rastgele bir yere oturdum. Bu sırada asistanlarından bir HanlDl ic;t•1·i girdi. Halide Edip, rahatsız edilmiş bir tavırla : - Kuzum ,bizi bir az yalnız bırakır mısın ? Adile Hanı.m'la

hususi görüşeceğiz de. . . dedi. Asis1 an Hanım hiç cevap vermedi. Evvela uzun uzun Profe­ söri.ine baktı, sonra yavaşça bakışını bana doğru çevirdi. Bu ba­ kışta öyle korkunç bir ifade vardı ki, türkçedeki ''nefret" ve "düşmanlık" kelimeleri de, fransızcadaki "haine" kelimesi de bunun tam anlamını vermez. Olsa olsa, iııgilizced.ıeki "hatred" kelimesi, bir �receye kadar duruma uyar. Kocası sık sık hapse girip çıktığı için, onun soyadını kulla.nmağa bile cesaret edeme­ yen bu Hanım, Profesörünün bana iltifatını yersiz bulmuş ve ba­ na "Sen görürsün ! " gibilerden bakmıştı .

. . . Halide Edip'le en çok yakınlaştığımız gün, �nesini un.ıt­ tuğum, fakat Edebiyat Fakültesi Lfileli'ye t�ındıkta.n sonraki bir ilk bahar günü oldu. Ben Beyazit'teki Üniversite öğretim üyelerine mahsus lokantada öğle ye�ğimi yiyip, Fakülteye dön­ mek üzere yola çıkmıştım ki, Üniversite'nin büyük giriş kapısı önünde Halide Hanım.'a rastladım. Bir iş için Rektörlüğe gitmiş . .

- Gel, bana meydanı geçmeğe yardım et, çok dedi ve koluma girdi.

wr

geçerim,

O zaman moda olan çok yük.sek topuklarla ben hayli uzun boylu, o ise, gençlik yıllarına nazaran bir az kısalmış olduğun­ dan dikkati çeken bir çift teşkil ediyorduk. Fakat bu, işi n dış görünfü7ü ve maddi tarafı idi. Ben, koluma asılmış bu kadını, manen, kendimden kat kat yüksek, kat :kat üstün gördüğilm için, kendisiyle konuşurken aşağıya baktığımdan dolayı, bir suç işliyormuşum gibi utanıyordum. 162


Kocamı, çocuklarımı sordu, aile hayatından , evlili kten

söz

ettik. Dedi ki : - Evlilik n:eye benzer biliyor musun ?

Ayni arabaya koşul

­

muş iki atın vaziyetine. Arabaya yön vermeğe kalkmayacaksın. öteki at nasıl gidiyorsa, öyle gideceksin. Çünkü arabayı kendi

tarafına �ekersen, öteki de öbür tarafa çekecek. yürüyemeyeceği gibi, kayı şl ar tenine batacak,

Neticede, araba yaralanacaksın.

Onun için, hep önüne bakarak yürüyeceksin. �nçlikte

cahil ve sabırsız oluyor.

Evlilik arabasını idare

edebileceğini,

eşinin huyunu değiştirebileceğini zannediyor. Değişmez Evlendiğin gün ne

neceksin

ise,

insan erkek.

odur. Sen değişeceksin veya değişir görii­

. . .

Düşünüyordum : Bu sözlerle

acaba

bir az kendini mi ele ve­

riyordu ? İki çocukla Salih Zeki'den ayrılmış olmağı, şimdi ha

­

yatının

muhasebesini yaparken,

bir hata mı sayıyor, kendicünin

"cahil ve sabırsız" olduğuna hükmederek, ayrılışın sorumluluğu­

nu kendi üz.erine mi alıyordu ? Yoksa, söylediklerinin bir kısmı Adnan Adıvar'la evliliğine mi

aitti ?

Evlilik fehrefesi yapa yapa, erkek ruhunu tahlil ede ede, Be­ yazit meydanını geçtik ve Lileli'ye doğru yürüyıerek, Edebiyat Fakültesi'.ne vardık. Yanımda yürüyen kadın,

benim için sanki

en yakın bir akraba, miişfik bir teyze idi .

... 1950 seçimlerinde Halide Edip milletvekili oldu. 1954 �­ çimlerine katılmadı ve Üniversite'ye döndü.

1954 den sonra İktidar Muhalefet ilişkileri kızışmış, buna paralel olarak, üniversite'deki kutuplaşma da artmıştı. Ya o

klikten olacaktınız ya da

bu klikten...

1955 yılında, Fakülte ile ilgili, bilmem hangi vesile ile, Par­ lrotcl 'de verilen bir akşam yemeğinin aperitif fwılında Halidı� 163


Edip'le karşılaştım önce büyük samimiyet gösterdi, sonra etra, .

fındakilere, yani kendi asistan ve d�tlerine göz atınca bir­ denbire değjşerek, soğuk bir tavır takındı. Esasen, söyleniyordll ; Halide Edip falanca solcu klikin elinde oyuncaktır, diye. Fııkat ren inanmıyordum, inanmak istemiyordum. ,

Yemek.re,

uzun masanın o ortasında, ben ucunda iQ.iln. Karş\

sırada oturduğu için, yüzünü görüyor, her hareket!I}i takip ede-. biliyordum

.

Bir az önceki durum beni çok üzmüştü : O kadar·

büyük kadına derin hüzünle bakıyor ve kendi kendime : "Ayol, bu, At.eşten Gömleği, Yeni Turan'ı yazmış ka­ dındır. Bu kadar kuvvetli bir şahsiyet nasıl tesir altında kalır?"'

hayran olduğum

diyordum. "Yeni Turan"ı hatırlamak bu romanın kahramanla­

nndan Oğuz'u aklıma getirmişti. .. Ben, Halide Edib'in hayatına ait, şu kalabalığın içinde kimsenin bilmediği bir sırrı

biliyor­

dum . . . Evet, bazı Edebiyat tarihi kitapları "Yeni Turan"m Yu-. suf Akçura'nın tesiri ile yazılmış olduğunu k aydederl er. Fakat ben, bir az fazlasını biliyord um . Ve bu bilginin ışığınd a

1910-

,

1911 yıllarını gözümün önüne getirdim : Meşrutiyet iki üç yıl ön­

olmuş . Büyük Devletlerin Balkanlarda milliyetleri kışkırtma­ beklenmedik , fakat mantıki neticesi olarak, Osmanlı İmpa­ ratorluğu içinde Türk milliyetçiliği, tü rkçülük gel.işmeğe başla­ mış. Bu a kımın merkezi olan Türk Ocağı nın dergisi "Türk Yur­ du" nu yöneten 35 yaşında genç ve bekar bir adamdır Yusuf Akçura. Ocaklılar arasındaki en faal üy.e de, kocasından yeni ayrılnuş, 27 yaşında güzel, zeki, kültürlü, heyecanl ı bir genç ka­ dın. Bu ikü:inin aras ında bir kıvılcım çakm aması imkansızdı. Yu­ suf Akçura, yir mi yıl sonra, Ankara Hukuk Fakültesinde, bizim ce

sının

'

Siyasi Tarih Hocamız iken bile, çok yakışıklı bir erkekti . . . Akçura'nın sonradan evlenmiş

olduğu Selma

Hanım anne­

min samimi arkadaşı idi. Yusuf Bey kendisi ise, babamın hemşehrisi, hem meslekdaşı. Selma

Hanım ,

bir gün

hem

Halide Edip'

ten söz ediErken, anne me demiş ki : "O bizim Yusufa deli gibi tutkunmu�". Yusuf Akçura da, babam� şöyle·

164

demi<J :

"Evet.


bana !şıktı. Ben de ona. Fakat evlenmeğe karar veremedim. Ba­ basının scyu yüzünden." ... Benimle konuşanlara dalgın dalgın cevap vererek düşünü­ yordum : Acaba Halide Edib'in bugünkü ideolojik tutumu, kırk yıl önceki bu hayal kırıklığına mı bağlanmalı idi? "Yeni Tu­ ran"ı yazan bu büyük rom.ancının milliyetçilikten soğumasının sorumlusu Yusuf Akçw-a mı, daha doğrusu onun yersiz ırkçılı­ ğı mı idi ? Bir kaç gün sonra, Partokel'inde duyduğum üzüntünün te­ siri altında kalmamak, içimdeki huzursuzluğu atmak için, Halide Edip'in evine telefon ederek, bana resmini vermek hususundaki eski vaadini hatırlattım. Elinde vesikalık resimcren başka res­ mi olmadığını söyledi. Ben de, vesikalık resmi vermesini rica. e­ derek, büyüttüreceğimi söyledim. Bir kaç defa hatırlattıktan sonra. bir sabah Fakülte'ye ufacık bir resim getirdi. Ben bir haf­ ta içinde agrandismanını yaptırarak imzalatma:k · için randevu istedim . Yani Sayın Prafesör Halide Edib'i evinde ziyaret etmek isteğinde bulundum. Tayin ettiği gün ve saatte, Beyazit ci­ varındaki evinin k apısını çalıdığım zaman, büyük nezaket­ l e karşıladı. Fakat hali rahat ve tabii olmaktan uzaktı. Ben , bu hali şahsım dışında bir sebebe, belki aldığı bir fena habere veya ailevi, meseleki bir üzüntüye bağlamak istiyordum. An cak resmi imzalamağa sıra geldiği ::aman, fikrim değişti. so•. eli ile bastırıyor, kalemini sağ elinde oynatıyor, bir türlü yazmağa, imzalamağa başlayamıyordu. Sonra, bir müddet tav&.na bak tı, karar vermiş gibi kalemi resme yaklaştırdı, derken tekrar uza:kla.ştırdı ve düşünme� koyuldu. Çekiniyordu. "Siz Adile Ayua'ya şöyle yazmışsınız, doğru mu ?" şeklinde bir soruya 'lesmi

muhatap olmaktan çekiniyordu. Kimler tarafından ? içlerinde 1>ir Rus kadınının da bulunduğu kendi asistan ve doçentlerinden . . . 165


Ben hiç bir şeyin farkına varnuyormuşum gibi, duvardaki r esim.lerlP.

ilgilenir görünüyordum. Fakat içimde bir şey eziliyor­

du. Nihayet bana resmi uzattı : "Adile'ye"... ve imza. Halbuki normal olan ya "Sevgili Adile'ye" idi veya "Sayın Adile Ayda'­ ..

ya".

Teşekkür edip evinden ayrıldığım anda, içimden ağlamak geliyordu. Bu, kendisiyle son görüşmem oldu. Yedi yıl sonra, bir geçici görevle dışarıda bulunduğum sırada vefatını duyduğum zaman düşündüm ki, "Yeni Turan"ı yazan , Sultanahmet mitin­ ginde mill i duygularla kalpleri coşturan Halide Edip, benim için, zaten bir az ölmüştü. Çünkü kökü dışarıda olan bir ideolojinin temsilcilerine esir düşmüştü. Fakat bu acı gerçek, gençliğindeki güzelliğinin solması, vü­ cutça. çöküp boyunwı kısalması gibi, onun son yılları ile ilgili ay. nntılardandır. Bu büyük kadının Türk edebiyatına hizmeti eşsiz, eserleri ölümsüzdür.

166


xv

CEVAT FEHMİ BAŞKUT

1 67



Cevat Fehmi Cevat Fehmi ile ahbaplığımız bir anlaşmazlıkla, daha doğ­ rusu aksilikle başladı. Hep derdi kendisi sonraları : "Kavga ile başlayan dostluklar sağlam olur" diye

.

"Cumhuriyet" gazetesinde on yıl süren yazarlığımın başlan­ gıcından söz edeceğim burada : 1946 yılının sonbaharında, aracıya ve tavsiyeye lılzu.m gör­ meden, sırf doçentlik sıfatıma güvenerek, Cumhuriyet gazetesi-

ne Ahmet H8.şimle ilgili bir yazı götürdüm. Her birinde bir kişi­ nin yazısı üzerine eğilmiş bulwıduğu dört beş masalı bir odaya 169


adını bile bilmediğim Yazı İşleri tanıtarak, yazıyı basmalarını rica ettim.

girerek ve

- Bırakın, inceleyelim .

Müdüriine kendimi

Uygun görürsek

basarız, dedi.

...On gün kadar bekledim. Yazım ın çıkbğı ettiği yok. Yinı> Cağaloğlı �'nun yolunu tuttum. Bu defa ismini öğrendiğim Yazı

İşleri Mücfürüne sordum : - Yazıyı beğenmediniz mi ?

Basrnıyacak mısınız ?

Muhatabım sorumu bir başka soru - Sizde yazının sureti var

ile

karşıladı :

mı ?

Doğrusu sinirlendim. - Var veya yok. Ben yazımın i adesini rica ediyorum .

- Yazıyı bulamıyoruz da ... - N e dernek

bulamıyoruz?

Karşımdakinin "Şeyyy" den ötesini söyleyemeyerek yutkun­

duğunu görünce :

- Demek kaybettiniz. . . Mühimsecliğiniz yazıları kaybetmi­ yorsunuz her halde. Teşekkür ederim.

Ve "Allaha ısmarladık" bile demeden çıktını gittim. Gö­ rüldüğü gibi, Cevat Fehmi Bey'in ağzından nezakete aykırı ve kavgaya benzer bir tek kelime çıkmamıştı. Ertesi akşam evime bir telefon

:

- Burası Cumhuriyet gazetesi. Ben Yazı İşleri Müdürü Ce­ akşamki durumdan dolayı çok üzgünüz. Yazının

vat Fehmi Dün

�uretini getirirseniz hemen basarız.

Ben bir az zalim olmak ihtiyacını duydum : -

1 70

Ya yine kaybolursa ?


- Kavbolmaz, çünkü hemen dizdireceğim. - Peki, getiririm. işte Cumhuriyet'te yazı yazmam böyle başladı.

Gelgelelim

akBilik:lıer bu kadarla kalmadı. tlk iki yazıda beni çok üzen diz!'!:i yanlışları çıktı. Eski ve tecrübeli bir yazar için böyle yanlışlar önemsizdır amma, yazı hayatına yeni �layan biri için

trajik

bir niteli"= alabilir. Telefonu açtığım gibi yine çattım Cevat Feh ­ mi Beye. Dedi ki : - Bazı yazarlarımız son provayı gözden geçirirler. Siz ık, gelebilirsiniz, saat dokuzdan sonra

buyurun, son provayı görün.

Böylece, üçüncü yazını için, kalktım gazeteye gittim. Ancak

9 da provalar hazır değildi. Saat 9.45 e kadar

oldum. Yazı

İşleri

beklemeğe mecbur

Müdürü bekleme sıkıntısını

hissettirmemek

için. arada hiç bir tatsızlık geçmemiş gibi, bana nazik sualler soruyordu : Daha önce bir yerde yazı neşretmişmiymişim ? Ede­ biyat Fakültesinde ne okutuyormuşum ?

Fransız Edebiyatı o­ kuttuğum halde, Türk Edebiyatına ilgi duymam nereden geliyor­

muş ? Su..-ıller bitince kendinden bahsetmeğe

başladı. Babası

Fransızca öğretmeni imiş. öyle olduğu halde, kendisi bir

türlü

Fransızca öğrenememiş. En büyük tizüntüsü bir yabancı dil bil­

meyişi imiş.

Baktım, bayağı sempatik adamdı bu Yazı İşleri Müdürü. . .

Prova kolonları gelip de, ben düzeltmeleri bitirdiğimde, saat on · bire geliyordu. Ayrılacağım zaman : "Bu saatte korkmaz mı.s.ı­ nız?" dedi Gülümsemekle yetindim. Daha sonra.ki yazımın düzeltmelerini bitirdiğim zaman, sa­ at

onbiri bile geçiyordu. Ben ayrılm.ağa hazırlandığımda, Cevat Fehmi Bey de kalktı. Dedi ki : - Ben sizi evinize bıraka.yun. Bu saatte bir genç kadın

ruz çıkamaz. Esasen işimi

yal­

de bitirdim. 171


Otuz üç yaşında idim ve kendimi yaşını başını almış

bir in­

san sayıyordum. Gelgelelim, bunu nazik ve centilmen Yazı tşlerı

Müdürilne anlatamadım. Bu saatte korunmağa ihtiyacım olduğu

hususunda ısrar etti Ve bu böylece gelenek halini aldı. Benim .

yazımın dizildiği geceler, elini daha çabuk tutar, erkenden gere­

Jren emirleri verir, yardımcılarına talimat bırakır ve

beni taksi

i.Je evime kadar götürürdü. Tabü, Cağaloğlu'ndan Osman Bey'e en azından yanın saat sürdüğü için, yolda konuşuluyordu. Konuşuldukça da, bir ahbaplık havası kuruluyordu. ,

Cevat Fehmi Başkut uzun boylu, geniş omuzlu, geniş alınlı

bir insandı. Yüzünün çizgileri çok belirgindi, yani : büyük. göz­ ler, büyük burun, büyük ağız ..Yüksek nwnaralı ve kalın çerÇt veli gözlük takardı. Arada bir gözlüğünü çıkardığı zaman, yuın�1 şak.. aciz. ürkek bakışlı bir adam olurdu... Ben insanların statik .

kişiliğini beğendiğim halde , dinamik kişi! iklerinde, yani hareket . !erinde, oturup kalkışlannda falan,

en ufak

bir şey hoşuma git­

mezse, buz gibi soğurum. Cevat Fehmi Beye hayretle bakıyor­ dum. Bu H damın hiç bir

hali bana batmıyordu.

Gittikçe gelişen karşılıklı sempatiyi bir aile ahbaplığına dö­

nüştürmek için ,benim teklifimle,

eşlerimizle tanışmağa karar

verdik. Örıce ben onlan bir akşam yemeğine davet ettim. Fakül­ t edeki derslerim

yüklü ve ç o cuk l arım

küçük olduğu halde, o

yıllarda benim için ziyafet vermek prob lem değildi. retle tutt liğum

,

yani bütün maaşımı kendisine

Yüksek üc­

teslim ettiğim

görgülü ve becerikli bir Alman kadını ev işlerimi görüyordu. Or­

ta okula giden kızı da bizde oturuyor ve annesine yardım ediyor­ yemeğine şu k adar misafir getiriyorum ,

du. öğle veya akşam

diye, iki saat evvelinden, dışarıdan telefon etmek kafi idi. Ye­

!Iı'eğin mönüsünü kendi tertip eder, malzeme.sini kendi alır, sof­ rayı kendisi kurar, mükemmel bir yemek çıkarırdı. Frau Kla­ ra'nın bende çalıştığı dört yıl hayatımın en Nerede ise , en mutlu seneleri diyecektim . . .

1 72

rahat seneleridir.


Bizdeki yemekten iki üç hafta sonra, eşimle birlikte Cevat l4�hm.i Beylerin LA.reli'deki küçük evlerine yemeğe gittik. Annesi sağdı ve müjdesini bir :kaç gün öncesinden aldığım bir Rumeli yemeği, yani Edim� böreği yapmıştı. Cevat Fehmi Beyin Hanımı ile benim aramda, bizim evde başlayan semimiyet büsbü tü n iler­ ledi. Çok güzel yüzlü, fakat kısa boylu ve tombul, beyaz pembe, tatlı bir k adındı.

Cevat Fehmi o zaJnana kadar Büyük Şehir, Ayarsızlar, Ha Kaptan, Küçük Şehir ve Koca Bebek piyeslerini yazmıştı. Ta­ bü, bana hepsinden birer tane verdi. Bir müddet sonra da, piyes­ leri naslı bulduğumu sordu. Ben edebi hükümlerimde söz ü:nii sa­ cı

kınmadığım için, dedim ki :

- Birinci Perdeler güzel. - Öteki perdeler çirkin mi ? - Değil amma, ilhaınınızı hep birinci perdelere dökmüş­ sünüz. Sonra da, üç perdelik bir eser meydana �tirmek için ka

-

leminizi. zorlamışsınız. Güldü, düşündü ve "Belki de haklısınız" dedi.

1948

in başında İnönü ödülleri dağıtıldı : Tiyatro ödülii Ce­

vat Fehmi'ye.

Bu münasebetle "İnönü Tiyatro

Mükafatı" başlıklı

bir yazı yazdım. '9 Şubat 1948 günü yayınlanan bu yazının bir yerinde şöyle diyordum :

"Muhtemeldir ki, lrı.önü devrinde yazılmış tiyatro eserler�

içinde Ceı:at Fehmi'nin piyeslerinden daha kusursuz olanlar var­ d1r. Fakat bıı sönük kusursuzluğa Cevat Felımi'nin komed ilerin ­ deki 7msurlu cazibeyi tercih etmemek elden gelmiyor."

173


Cevat Fehmi o sırada ''Paydos"u yazmakta idi. Bir gün dedi ki : - Nasıl olsa sonradan piyesin kusurlarını yüzüme vura­ caksınız. Bari sonradan söyleyeceğinize önceden söyleyin. Size. okursam, dinlermisiniz piyesi ? - Memnuniyetle. Piyesin okunması bir kaç hafta sürdü. Osmanbey'deki "se­ fer tası" evime haftada bir kere, iki ile dört arasında gelirdi. Ce ­ vat Beyi pek beğenen Frau Klara, çatpat türkçe konuştuğu hal­ de, almancamı ayakta tutmak için, kendisi ile almanca konuşur­ dum . Cevat Beyin geldiği günler, kapıyı açıp salona buyur ettik­ ten sonra. yüzü gülerek bana gelirdi : - Der Herr Dramaturg is t da ( Piyes yazarı Bey geldi. ) Güldürücü tipler, güldürücü dunımlar ve replikler dışında. Cevat Fehmi'nin komedilerine değer k azandıran şey, toplumsal gerçeklerimizle kahramanların romantikliği veya idealizmi ara­ sındaki çarpıcı çelişkidir. Yazarın bazı piyeslerinde bu iki ll.Db"tır ahenkli denge vardır. Bazılarında ise, seyirci hissedi­ yor ki yazarın uzun roman.tik tiradlara eğilimi fazla.dır ve bu arasında

eğilim çok defa piyesi melodrama sürüklemektedir. İşte yazarın bana "Paydos" u okudugu sırada, eleştirilerimi başlıca bu açıdan yaptım. Kendisini kırmak pahasına ,söylediklerim şunlar oldu : - Bu tiradı yarı yanya indirelim. . buradaki son iki ciiın­ .

leyi kaldıralım... Bu dört cümle yerine tek cümle olursa, da.ha kuvvetli olur... Bu kısım daha. evvelki sahnede söylenenlerin tek­ rarıdır, çıkaralım ... Cevat Bey b azen çekingen, bazen şiddetli protestolarda bu

lunuyordu : 174


- Bunu çıkarmasak olmaz mı ? . Bu cümle de mi gidiyor ? . . ..

.

Yapmayın, ben bu tiradı gece yarısı kalkıp yazdımdı ... Peki ma, bu sahne kuşa dönecek...

am­

Protf'sto �tmesine ediyor fakat dediğimi kuzu kuzu yapı­ iyice kırptık, yonttuk. Belki üçte ikiye indirdik. İyi mi ettik, fena mı ettik, bilmi yorum . Fakat, bana kalırsa, eser yordu. Piyesi

denge ve ahenk kazandı.

... Senesini bilmiyorum (Cumhuriyet kolleksiyonlarından çı­ karmak kolay) . bir gün Cevat Bey b an a dedi ki : -- Bugünkü Şehir röportajını gördünüz mü ? Bizim bahçı­ van

yaptL - Bahçıvan mı ? Anl am.adım. - Dediğim

gibi işte. Bundan iki ay evvel patronlar bahçeyi

tanzim etme ğe karar verdiler. Bahçıvan arıyoruz, diye ilan ver­ dik. Geler. ler arasında temiz pak giyinmiş bir genç vardı. Bütün

ediyor, bizim verdiğimizden daha az ücrete ra­ oluyor, işe alınmak için ısrar ediyordu. Biz de aldık. tki aydır miikemm el bahçıvanlık yapıyor. Geçenlerde bana yazdığı hi­ kayeleri gösterdi Hiç te fona değil Bir de röportaj den.emesi yapmak için ısrar etti. Ben de fırsat verdim kendisi ne işte bu­ giin ilk röportajı basıldı bahçıvan Yaşar Kemal'in. şartlarımızı kabul zı

.

.

...Cevat Fehmi piyeslerini yazmak, daha doğrusu tamamla­ mak için yıll ık izinlerini kullanırdı. - J>tyesi kağıda dökerken çok sinirli olanım, etrafıma ba­ ğırıp çağırırım· . Evdekilerden her biri bir köşeye siner, derdi.

Fakat ben bu kibar adamın bağırıp çağırmasını gözümün önüne getıremiyordum.

175


Her sene bir

piyes yazardı.

Cumhuriyet d-evrinde, zanneder­

sem, Cevat Fehmi kadar verimlilik göstermiş bir başka

yazar

yoktur. 1942 ile 1967 arasında, yan i yirmi beş yıl içinde yirm i Ü!,; eser yazmıştır.

Cevat Fehmi'nin hayatındaki ilk darbe 1950 de milletvekil­

liğine adaylığını koyup da kaybedişi oldu. Fakat bu yenilgiye karşı gerçek bir sanatçı tepkisi gösterdi. Hayal kırıklığının bir iki hafta süren etkisinden sonra, "Sana rey veri yoru m " piyesini yazmak suretiyle, seçimle de, seçimde kaybedenlerle de. kazanan­ larla da alay etti. Fakat kendisi için asıl darbe Basın Kanununun

1954 yılın­

da yapılan değişikliği oldu. Cevat Beyde bu değişikliğe göre Ya­ zı İşleri Müdürlerinde aranan şartlar yoktu. Söz konusu kanun yürürlüğe girince, "Cumhuriyet"in sahipleri gerçi Cevat Feh­ mi'yi işten çıkarmadılar amma, başka Yazı tşleri Müdürü alc ı

lar. Cevat Fehmi, daha önce, Yazı İşleri odasında, dört beş ya r­ dımcısımn arasında saltanat sürerken, ücra bir odaya

sürül dü.

Tek başına, görevi belirsiz bir durumda kaldı. Hayatının sonuna kadar da bu darbenin altından kalkamadı, eski neşesini, eski ki­ fİ.}iğini bulamadı. . . . Yine senesini bilemeyeceğim bir gün , fak a t 1 950 den hay­ li sonra, bana dedi ki : - Paydos'u ingilizceye ve fransızcaya

tercüme

ettiriyo"

rum. İngilizcesi bitmek üzere. Fransızcaya çevirecek birini arıyo­ rum. Ve ilave etti : - Size sır olarak bir şey söyleyeceğim : Bu çevıriıeı· yapı­

lır da, P::ıydos bu iki dilde basılırsa, belki Nobel Mükafatını a­ lacağım. 176


Birdenbire aklını mı oynattı diye, yüzüne hayretle baktım. Şu açıklamayı yaptı : - Bunu Yaşar Kemal sağlayacak. Yaşar Kemal'in karı$ı Musevidir. Kayınbiraderi de Amerika'da ta.nınmış münekkit. A­ dam :Uveç'teki münekkitlerle münasebet halinde. Yaşar Kemal'­ in dediğine göre, onlann da çoğu Musevi imiş. Yayınevi ea.hiple­ ri de. Esasen, Nobel Muk8.fatının kime verileceği o meşhur aka­ demide değil, dışarıda, münekkitlerle ya.yınevleri tarafından ka­ rarlaştırı!ırm..ış. Zayıf bir kanaat

ve

zayıf bir

sesle

"İnşallah" diyebildim.

Piyes yazarı olarak Cevat Fehmi'yi lanse eden Ertuğrul Muhsin olmuşmuş. Bu sebeple, ona minnetle bağlı idi. Ertuğ­ rul Muhsin'in ve onun çevresindekilerin Cevat F-ehmi'yi etkileme­ ğe, onu "millet" kavramın dan "halk" kavramına doğrun çekme­ ğe çalıştı_lı.lannın farkında idim. Çevat Fehmi de koyu :milliyetçi olduğumu bilirdi. Bu konulan tartışmazdık . ... Benim Cevat Fehmi'nin sanatı üzerinde, hiç değilse bir pi­ yesi üzerinde nasıl etkim olmuşsa, onun da yazı hayatını ve hat­ ta meslek hayatım üzerinde etkisi olmuştur. Zaman : aman on a Üniversitedeki klik faaliyetlerini, entrikaları, Üniversite�er Ka­ nununun boşluğundan istifade edilerek yapılan yolsuzluk ve hak­ sızlıkları anlatıyordum. Bir gün, 1956 yılının başında bana dedi. ki - Bütün bunları bir yazı halinde anlatın.

- Şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı diye nasıl yazarım ? - S�z Üniversiteler Kanununu ele alarak, bu kanunun boşlukları ve kusurları yüzünden şunlar şunlar yapılıyor değil de. yapılabilir diye yazın. Bildiğiniz vakaları sıralayın ...

Cevat Fehmi'nin dediğini yapmak gafletin.de bulundum. Kı­ yametler ko�tu . Aksi gibi; o sıralarda birisi, ikide birde, Üni.

.

177


versite R.::ktöriine "Bir Profesör" imzasiyle, yani imzasız olarak. Edebiyat Fakültesindeki yolsuzluklara dair mektuplar yazıyor ve me k tup; ar ı nın suretlerini gazetelere gönderiyordu. Bazı gaze­ teler bunları basıyordu Mektupların sahibi kamu oyunda. mek­ tu;:-ların benim tarafımdan yazıldığı h.lenimini uyandırmağa da bilhassa gayret ediyordu. .

Çok çok sonraları bunu yapanın Sosyoloji doçenti Nurettin Şazi Kösemihal olduğu anlaşıldı. Cevat Fehmi Beyin tavsiyesıne uyarak yazdığım

ve 21

Şu­

bat 1956 d� Cumhuriyet'te yayınlanan "üniversiteler Kanunu

değiştirilmelidir" "başlıklı yazı üniversite Yönetim.ini benim aleyhime çevirmişti. Cevat Bey bunun doğurduğu neticelerden dolayı bir türlü teselli bulamazdı. Derdi ki : "Sizin bana fay­ danız .beııL--n size zararım dokundu."

1961

He 1963 yılları arasında, Belgrat'ta bulunduğum sırada ve yapılan am:::liyat neticesinde sesini kaybettiğini haber aldım. Memlekete Jöndükten bir müddet sonra kendisini Ha.sın sitesimreki evinde ziyaret ettim .Başına gelen felaketi alaya almağa çalışıyor, gü­ lümsüyor fakat hırıltı halinde konuşuyordu. Ancak duda.klarının hareketlerine bakarak söylediklerini anlamak mümkündü. Hanı­ mı hiç değişmemişti, fakat solgun ve mahzundu. Cevat Beyin ko­ nuşma çabal.ann a üzüntü ile bakarken, onsekiz yıl öncesini ha­ tırladım : Bir akşam, beni evime bırakmak için taksi çağırtmış­ tı. Taksinin gelmesi g�ikince de şöyle demişti : Cevat Fehmi'nin hançere hastalığına tutulduğunu

- F'rna mı olurdu şimdi arabam olsa da, sizi arabamla evi­ nize bırakabilsem ? Hayattan çok şey istemiyorum. Bir evim, bir

de arabam olsun yeter . Şim<li işte evi de, kapının önünde araba& da vardı. k"'akat . . . 178


1967 yılında, oğullarından birinin işini takip etmek için An­

kara'ya geldiğinde, beni Dışişlerindeki makamımda ziyaret etti. Tatlı tatlı eski günleri andık. Bu kendisini son görüşüm oldu. 1971 yılııun Mart ayında Romada bulunduğum sırada, Oe­ Fehmi'nin. ölümünü gazetelerden öğTendiğim zaman, tam çeyrek yüzyıl sürmüş ve hep seviyeli ve mesafeli kaldığı için hiç gölgelenmemiş, pürüzlenmeıniş olan bu dostluğun, çeşitli safha­ ları gözümün önünden geçti. ,

vat

179



xv1

PEYAMÄ° SAFA

181



Peyam i Safa Peyami Safa ile ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. Şu kadarını biliyorum ki, te

1930 dan sonra, ben Anka.rada Üniversi­

öğreµcısi iken bir yerde tanıştırıldık. O, yanılmıyorsam, o sı­

rada Ulus guetesinde çalışıyordu. O zamanki Türki�e Halk Partisinden başka Parti ve Ankarada UJus'tan başka gazete

yoktu. Tam onbeş yıl, birbirimizi gerçek anlamı

He tanım.adan,

aramızda fikir alış verişi olmadan, sokakta ve başka yerlerde, otoma.tik ve mekanik şekilde selamlaştık durduk. O benim içiu ıs::;


eserlerini beğendiğim bir romancı, ben ,onun için,

sıradan bir

grnç kız. . .

... Hesap ediyorum da, o zamanki meşhur romancı v e gazete­ ci meğer ne kadar da gençmiş ! Otuz bir, otuz iki Ben 1944 de tstanbula yerleştikten sonra

mi

-ki

yaşlarında. ..

o zaman Peya­

Safa Tercüman gazetesinde çalışıyordu- selamlaşma.1.a.nmız

devam etti. Ancak bu defa üstad beni, bakışlarında daha bir hür­ met ifadeı>iy1e selamlıyordu. Edebiyat Fakültesinde, başta Hilmi Ziya tnken olmak

üzere, dostları

vardı. Onlar vasıtasiyle, Fa­

kültedekı cereyanları, eğilimleri, gnıplaşmalan takip ettiği mu­ hakkaktı. Aramızda diyalog ben tenkid yazıları yazmağa başladıktan sonra kuruldu. Taksim Gazinosunda v�rilen 194 7 Basın Balosunda, Peyami

Safa beni görünce yanıma geldi ve beni yazılarımdan dolayı ha­ raretle tebrik etti. Ben de bunu onun eserlerine duyduğum hay­

ranlığı

ifade etmek için fırsat bildim. O sıralarda Server Bedi

imzasiyle yayınladığ·ı macera romanlarından da bir iki tane oku­ muş olduğum için, onları da beğendiğimi söyledim.

Kaşl arını

çattı : Yoo, onlardan bahsetmeyelim. Onlar ticaret, dedi. - Hem ticaret. hem ziyaret olamazmı ? dedim. Güldü : _:.__

Nasıl

bildiniz ? Haklısınız. Cingöz'ün maceralarını anla­

tırken, büyük zevk duyuyorum.

Ve

ilave etti : Anlaşılan bir zıpır tarafım var.

184


- Hayır, dedim, çok yönlü, "multilateral" bir insansınız.

.. . Hakikaten, macera yazarlığından başka,

hem romancı,

hem fikir adamı, hem politik yazar olan bu kıymetli insan ayrıca

bir bilgindi de. Tıp, psikoloji, para-psikoloji, sosyoloji, tarih, okkültizni (batıni ilimler) ve felsefe alanlannda Üniversite pro­

fesörlerimiz, onun yanında, yaya kalır durumda idi. Öğrenimi yarını kalmış üstün insanlara mahsus iştah ile okumuş, ilmin bin

bir dala bölündüğü yüzyılımızda, Rönesans adam.lan gibi, dünya görüşünü ansiklopedik bilgiler temeline oturtmuştu . . . .

H>48 yılı sonbaharında bütün Türkiye Cumhuriyetin 25 inci yılını kutlamağa hazırlanıyordu. Cevat Fehmi Bey, Ekim ba­ şında, bana dedi ki : - Cumhuriyet devri tarihini çeşitli alanlara göre özetliyo­ ruz. Edebiyat kısmını siz yazarmısınız ? Memnuniyetle kabul ettim. Ettim amma çok geçmeden piş­

man oldum. Çünkü 25 yılı iki buçuk sütuna sığdırmak mesele idi. tlk çırpıda yazdıklarım, el yazısı ile, 60 sahife tuttu. Bunu bin gayretle kırka, daha sonra otuz ikiye indirdim. En sonunda Cevat Beye daktilo edilmiş 7 sahife götürdüm. - Ne yaparsanız yapın, daha fazla kısaltamıyorum, de­ dim. Baktı. dudağını büktü. - Haydi, şu işi beraber yapalım, dedi. Ve önüne makas, zamk gibi araçlar dizerek,

alışkın ellerle

kesip biçmeğe, zamklayıp yapıştırmağa başladı. Sözde muvafa­ katimi alıyordu. Fakat kesip attığı her paragrafla sanki tenim­ den bir parça kopup gidiyordu.

185


Bütün gayretlere rağn,ıen, yazı beş buçuk sahifeden aşağı­ sına indirilemedi. Cevat Bey : - Ne ise, dedi, prensibimize aykırı amma ,bir kısmını arka sahifeye almasını ömer'e söylerim. ömer gazetenin operatöıii idi ve mizanpaj konusunda kadir­ i-mutlaktı. Ben, hiç olmazsa Peyami Safa gibi birinci derecede yaurları kurtardım, diye teselli duyarak gazeteden ayrıldım. Bir de 29 Ekim sabahı ne göreyim ? Yazıda.n. büyük bir kısım çıka.nlın� ? Hem de çok önemli satırlan içine alan kısım. Bu ara­ da Peyami Safa ile ilgili olanlar... Cevat Beye telefon ettim. Cevabı şu oldu : ömer'in marifeti. Bütün bunları bu kadar ayrıntılı olarak anlatmaktan mak­ sadım Peyıni Safa ile dostluğumuzun krizli bir safhasını aydın­ latmaktır. 29 Ekimden sonra, esasen çok alıngan olduğunu duy­

duğum üstadla bir iki yerde rastlaştığımızda, gayet soğuk sel8.m verip geçti. Bir gün kendisini Ha.şet Kitabevinde görünce, yanı­ na gittim. Ben daha ağzımı açmadan, öfkesini açığa vurdu : - Bizi atlayıp geçtiniz. Bu memleketin edebiyatına hiç mi hizmetimiz yok ?

Ben durumu anlatmağa başlayınca da : - Biliyorum, biliyorum, Doğan bırakmamıştır. Ben onlar­ dan kavga ile ayrıldım. Nihayet, anlattıkl arımı dinleyip, üzüntümün samimiliğine kanaat getirdiktiın sonra yumuşadı, yatıştı, gülümsedi . Kita�vinin son çıkan eserler :kısmının önünde bir saate yar kın konuştuk. Dünya Savaşı sonuçlanalı üç yıl olmuştu, fakat maddi ve manevi ba.k.ımda.n savaş henuz tasfiyeye uğramamıştı.

Müttefikler Hitler'i yenmişler, fakat diplomatik alanda Stalin'e �mişl<'rdi. Kızıl diktatör saf ve hastalıklı Roosevelt'in zaafını 186


ve Kurnaz Churchill'in hesaplarını istismar ederek,

kazanmış,

Avrupanın yarısını i§gal

hatayı anl ayarak, 1ngiltere ile

etmişti.

Amerika,

asıl �aferi

Bu defa, yaptıkları

dünkü dostlarına karşı,

Atlanti:k Paktını kurmakla meşgul idiler. Bizde, Sovyet hayran­ lığı almış yürümüştü. Milli Şefin idaresin�ki

1948

Türkiyesin­

de, Üniversitelerdeki öğrenciler ve hocalar, solcu ve milliyetçi

olmak üzere, iki cepheye ayrılmıştı. Bizim Fakültedeki solcu yu­

valan, bilhassa FilolojiJerdi. Peyami Safa ile uzwı uzun bu ahvali konuştuk.

Konuşma­

mızın sonunda, şöyle bir kehanette bulundu : - Korkarım, bunlar sizi, günün birinde, bir kaşık suda

bo­

ğacaklar.

1949 da. Peyami Safa, onaltı yıl ara verdikten sonra, bir roman

yayınladı

yeni

: "Matmazcl Noralya'nın koltuğu".

tç monolog yolu ile ruh tahlili tekniğinin usta örneklerini veren ve mistik bir şahlanışla sona eren bu roman hakkında oturdum, uzun bir yazı yazdım. Romanı bir çok cihetlerden övü­ yor, fakat tarafsız tenkid prensiplerine

sadık kalmak için, ya­

pıaı ve mimarisi bakımından bazı kusurlarına işaret :ediyordum.

Yazı çıktıktan üç gün sonra, postacı .bir paket uzattı. Açtım :

tthaflı ve imzalı bir Matmazel Noralya. .. İthaf şöyle : "Gelecek sefer daha iyi yapmağa çalışırım" ... Cümleyi bir daha, bir daha okudum ve canım sıkıldı. Cümle­

de

şu maııayı anlar gibi oluyordum : "Sen öğretmen, ben öğren­

dmiyim ki, ödevimi düzeltip, yanlışların altını çiziyorsun ? ... " Dostluğuna değer verdiğim bir

insanı yine danlttığımı dü­

şünerek o kadar üzüldüm ki, özür dilemek

fçi.n.

bir iki defa te-

187


lefona davrandım..

Sonra

vaz geçtim. Derken, meşguliyet, ders­

ler, çocuklar üzüntümü ikinci plana attı ve aradan beş on gün geçti. Sonra, Fransız Konsoloshanesinde bir Fransız yazan ta­ rafından verilen bir konferansta (zannedersem idi)

karşılaştık

ve yanyana oturduk. Ben

Maurice Druon

korka korka

:

- Bana darıld.ınız mı ? dedim. Geniş ve candan bir gülümseyişle : - Ben mi ? Bilakis. Şimdiye kadar hiç kimse bir eserimı ciddiye alıp, bu

kadar

esaslı bir yazı yazmamı.şt?.

- Fakat o ithafınız ? - Efendim, kendimi yarışta birinci gelmiş farzettim. Hani sinema aktüalitesinde gördüğümüz, yarışı kazanan

sporcular

öyle demiyor mu ? "Je ferai mieux la prochaine fois". 'Son derece memnun bir hali vardı. Esasen, o sıralarda ha­ yatının en güzel, en mutlu devresini yaşıyordu. Bunalımlı ruhu­ nun dert ve ıztıraplarını rom.anına dökmüş, hafiflemiş, ferahla­ mıştı. Şahsi hayatını da düzene koymuştu. Nebahat Hanım adlı değerli bi•

öğretmen Hanımla evli idi. Bir de çok sevdiği oğlu

vardı. "M illiyet"ten iyi para alıyor, ayrıca eserlerinden de ka­ zanıyordu. Nişantaşında güzel bir eve taşınmıştı. Kilo aldığı için

mi,

yoksa bir ruhi dengeye kavwıtuğu için mi, yüzü beş on

sene evveline

.nazaran

gençleşmişti. EllisinB yakın olduğu halde,

kırk beş gösteriyordu. Çok temiz giyinmeğe başlamıştı. Buna, bir pazar sabahı, Şan sinemasında verilen Belediye konserlerin­

den

biril'de dikkat ettim Hem belli idi

ki,

gençlik yıll annı ze­

hirlemiş olan çirkinlik kompleksini de yenmişti. Beni uzaktan �ibarca sel8.ınladığında, İngilizlerin "poise" dedikleri şey tavır­ larına ha.kimdi .

1950 de, Demokrat Parti iktidara gelince, gazetedeki fık­ raları yepyeni bir canlılık k azandı. Çünkü Milli Şeften de, onun Partisinden de çoktan soğumuştu.

188


Safanın düşı.iııcesi öyle bir olgunluk ve dolgunluk kazanmıştı ki, gazete fıkralarına sığmadığı için, bir bölümünü bir derginin sahifelerine dökmek ihtiyacı ile, 1953 de "Ti.irk Düşü.ncesi"ni çıkarınağa başladı. 1951 de "Yalnızız" romanını yayınlamıştı. Daha sonra yayınlana41 "Biz İnsanlar" aalmda çok önceki yıllann mahsulüdür. Son romanı saymamız gereken "Yalnızız" fikıi seviye ve düşünce yoğunluğu bakımın­ dan, diyebiliriz ki, edebiyatımızda eşi olmayan bir eserdir. O yıllarda Peyami

H)50 - 1956 yılları arasında çok görüştük. A ramızda kar­ şılıklı takdire ve hürmete dayanan , milli hislerden kuvvet alan derin, temiz, pürüzsüz bir dostluk kurulmuştu. Bir de çok aziz müşterek dcstumuz vardı : Tevfik ileri. 1950 seçimlerinde ba­ bam

mılletve.kili

olunca

s ık

sık

Baş kent' e

gider

olm�­

tum. Yab�.ncı ülkel erden önemli siyasi konuklar geldiği zaman babam beni billassa çağırırdı. Ankaraya harek etimden

önce

Peyami S;ıfa'ya telefon edip veda eder, Tevfik tleri'ye onun se-

18.miannı götürürdüm. Sadece sel8.mlarını değil, bazen mesaj­ larını. . . Bir iki defa acayıp bir cümle söy�eyerek, "Böyle aynen

tekrarlar�anız, Tevfik Bey anlar" demiş, hakikaten her zaman bekletmeden kabul eden değerli Bakan "Anladım, anladım" di­ ye! gülümsemişti.

Aslında bütün lan

m illiyetçirer

o sıralarda Milli Eğitim Bakanı o­

Tçrlik tleri'ye büyük ümit bağlamışlardı. Öğrenimi bakı­

mından mühendis olduğu halde, gençliğinden beri edebiyat

ve

kültürle ilgilenmiş olan bu büyük milliyetçinin giriştiği iş önem­ li idi : Sadece adı "milli" olan Eğitimi millileştirmek ,

mensupl arını ınilliyetçil;eştirmek

Eğitim

.

189


Memlekette m.arksist propagandanın gittikçe yoğunlaşmak­ ta olduğunu gören Peyami Safa milliyetçi Milli Eğitim Bakanı­ nın icraatını ilgi ve heyecanla takip ediyordu.

Ben

1952 yılını araştırmalarla Pariste geçirip,

tstanbula

döndüğü.:nde. Peyami Safa'da yeni bir gelişme gördüm. Kendi­ sinin fikir adamı olma vasfına eylem adamı olma hevesi eklen­ mişti. Komünistlikle aktü bir şekilde mücadele edecek bir der­ nek kurmak için, Nişanta.şındaki evinde toplanWar tertip edi­ yordu. Paris'ten döner

dönmez, bu toplantılara ben de davet

edildim. Peyami Safa dernek Başkanlığını kendine istemiyor. bu­ nu Hilmi Ziya Ülken"e teklü ediyordu. Fakat ne Peyami leri. bu

işi

Safa, ne Hilıni Ziya, ne ben, ne de diğer­

kıvıracak insanlar değildik. Nitekim, yüzümüze gözü­

müze bulaştırdık : aramıza kendi elim.izle casus soktuk. Peyami Safa, sonradan solculuktan yargılanan bir Fransızca asistanını aramıza aldı. Ben de, evvelce solcu iken, sonradan milliyetçi­

leşmiş olduğunu zannettiğim bir Sosyoloji doçentini üye olarak tavsiye etmek gafletini gösterdim. 1ş yürümedi. Dağıldık. Peyami Safanın evindeki milliyetçi topla.nWar sırrunnda, üs­

tadın eşi N�bahat Haw.mı yakından tanımak fırsatını buldum. En hararetli münakaşalar yapılırken bile, ev sahipliğini ve ik­ ram vazifesini ihmal etmiyordu. Bu kibar, mütevazi, sevimli in­

sana, 1955 den sonra, garip bir hastalık arız oldu. Günün birin­ de, hiç bir sebep yokken, bacaklarını kullanamaz, yürüyemez ol­

du. Doktorlar hiç bir tıbbi izah bulamıyorlardı. Peyami Safa­ nın mutlu yılları sona ermişti ...

Bu kitabın daha önceki bazı fasıllarında, İstanbul Edebiyat Fakültesinde doçent iken, bu görevi bırakarak, Anka.raya göç ettiğimden, tistü kapalı olarak söz etmiştim. Burada, Peyami Sa­ fa ile dostluğumuzun bir aşamasını belirtmek ve bu asrı inBanın haksever tarafını iyice ortaya koyabilmek için, bu olaya ve ken-

190


di mesleki hayatıma bir az daha. ayrıntılı bir şekilde değinmem

gerekiyor.

Ben 1955 de, Yakup Kadri mün.asebetiyle kaydettiğim gibi, Fransız edebiyatının en çetin şairi olan Mallarme

hakkında, fransızca olarak bir eser yayınlamıştım. Bu eser Fransa, Bel­ çika ve İsviçre basınlarında takdirle

karşılanmış

ve bunun akis­

leri Türk basınında da kendini göstermişti. Bu durum bizim Fa­

kültede ha.kim olan solcu klik'in programını bozmuştu.

Çünkü

Profesörfü k kadrosu ve kürsü başkanlığı için bana karşı ha­ zırladıklan adayı silik halde bırakıyordu. Bizans varisleri

us­

talığı ile, beni başka taraftan vurmağa karar verdiler. Tama­ men

suçsuz

olduğum

bir olaydan

çıkan bir durumu baha.ne

ederek beni Disiplin Kuruluna verdiler. İşte o zam.an dost Peyami Safa sesini yükseltti. Milliyetteki

14 Aralık 1955 tarihli fıkra­

sında şöyle diyordu :

"... lstanbul üniversitesi yeni ve eski tarihi boyunca., bir yabancı şair için, onun diliyle, onun hakkında yazılmış kitap­ ların hepsinden üstün bir eser yazan ve Fransanın Andre Rousse-0/UX gibi titiz tenkitçilerini bile hayran bırakan bir Adile Ayda'nın e.,�ini görmemiştir..." Şüphesiz layık olmadığım bu hükümlerden sonra, fıkrası­ nı şöyle bitiriyordu :

" ... Şimd·i siz Türkiye'de büyük kabiliyetlerin niçin boğul­ cluğıınu, niçin milletlerarası kültür -piyasasında bir değer olmak­ tan mahrum kaldığımızı, lstanbul üniversitesinde, lıele Edebi­ yat Fakültesinde, bazı kimselerin hangi anlayış, vicdan ve sos­ yal ahlak hizasında olduklarını ve bu memlekette bir tek eser­ den mahrum alimlerin eser sahiplerini_, hele Fransa gibi en ileri kültür memleketlerinin tenkitçilerini bile hayran bırakan eser sahiplerini bir kaşık suda boğmak için nelere başwrdııklarmı anladınız mı ? Başımızı iki yumruğumuzun arasına alıp "Eyvah, eyvah, e:yvah" diye feryat etmek son M-Sibimizdir." 191


1957 yılında., çevrilen manevralar meyvasını verdi. Ben on üç

yıldan beri doçent olduğum halde, beş yılını henüz tamamlamış olan bir taşkası Fransız Edebiyatı Bölümüne Profesör ve Kürsü

Benim öğrenci m yerinde olan bu başkasının em­ rinde çalışamayacağım için, üniversite'den istifa ettim. Sonra, başka bir vazife almak üzere, temelli olarak Ankara'ya git­ meden önce, Peyami Safa'ya veda etmek istediğimi bildirerek, telefon ettim ve "Görüşelim mi ?" dedim Eşinin h astalığını ima ederek : "Bizde olmaz, ev parişan halde" dedi. Benim evim de, Arnavutköyünün tepesinde olduğu için, ona ,sapa geliyordu. Maçka' da, · Taşlık Kahvesi nde buluşmağa karar verdik Başkanı E.eçildi.

.

'

.

Bu son görüşmemiz hazin, fakat sa.mimi ve yakınlaştırıcı oldu. Bu defaki görüşmemizde sanat ve edebiyat problemlerine , hatta miili dertlere sıra gelmedi. Şahsi dertlerimizi konuştu k Kader ,beş altı yıllık saadet vıe huzuru üstada çok görmüştü : Ha­ nımın hali kafi değilmiş gibi, biricik oğluna ıztır apl ı ve .şifa bul­ maz b i r hastalık musallat olmuştu. Zavallı baba b i tkin halde idi : "Buradan ayrılınca, oraya, hastaneye gideceğim. Her gün gidi­ yorum " dedi. Birbirimizin elini sıkarken, veda ba�mamız, gün­ lük olayların üstüne çıkan, ölfun, dua, şiir, ebedilik gibi şeylerin .

manalariyle yüklü idi . .. ... 1958 yılının ilk ayının ortasında, yani 15 Ocakta, Dışiş­ leri Bakanlığındaki �ni vazifemin başında, sabah kahvemi içe­ rek gazetel eri karıştırırken, bir sürprizle karşılaştım. Peyami Safa, "Üniversitelerimizin hali" başlıklı yazısında, pek münase­ beti yok ken ,benden bahsediyordu. Bu, aziz dostun u� aktan bir eelamı veyahut. . . Yeni Yıl tebriki ve m esajı idi.

27 Mayıs fırtınasından bir yıl kadar sonra Hollanda'da iken, bir ilk bahar sabahı, vefatını öğrendim.

192


xv

il

ORHAN SEYFİ ORHON

1 , .. . ,

�)d



Orhan Seyfi ' 'Kudurm.uşsan denizden intikam al!... " ... Böyle derdik, kızdırmak veya güldürmek istediğimiz za­ man biribirimizi... "Notre Dame de Sion" Okulunun orta kısmı öğrencisi, onbir oniki yaşla.nnda h arum kızlardık. Türkçe ders­ lerimizi pek ciddiye almazdık. "Fırtına ve Kar" manzumesind� bizi eğlendiren bir mısra daha vardı :

"Ağaçlar y·ılc, buluflar çak çak et! ... " Sınıfta bu mısra okunduğu zaman, hep birden, koro halin­ de "çak, çak'' derdik ve öğretmeni kızdınrdık. Velhasıl, yara­ maz, �asız, kuş beyinli yaratıklardık.

195


Türkçe öğretmenimizin merakı da şiir ezberletmekti. "Fır­ tına ve K ar"ı başından sonuna kadar ezberletmişti bize. Sade onu mu ? "Ka.na.rya"yı da, "Anadolu

toprağı"nı

da. Bu

son şii­

rin ilk iki mısraı da bize komik gelirdi :

"Senelerce sana hasret taşıyan "Bir gönülle kollarına atılsam!..."

Teneffüste "Kollarına atılsam ! " diyerek ve kollarımızı ka­ nat gibi açarak, biribirimizin üzerine aWırd.ık. . . . Bunları anlatmakla şunu derneğe getiriyoru.111 ki, Orhaıı Sıeyfi'nin şiirleriyle tanışıklığım pek eskidir. Neden okuma ki­ tabınııza şairin bu kadar çok şiirini almışlardı acaba ? Sade dil­ le yazan bir şair sayıldığı için olacak . Tabii , bizler ezberlediği­ miz şiirlerin bütünündeki güzelliği anlayacak, şu veya bu IDJS­ raın dinamizmini kavrayacak yaşta değildik. Haberimiz yoktu ki, Orhan Seyfi büyüklerin bi::e göre olmadığını düşündükleri ve sonralan "Gönülden sesler" şür kitabına alınacak olan lıafü,

kıvrak şiirlerin de sahibi idi. Büyüyünce, elime geçip de oku­

duğumda, bazıları pek hoşuma gitmişti :

gülersin, gülümserim ben, geçeriz, bir şey demeden. "Bilmem ki bu garip gülümsemeden "Ben ne lcasdederim, sen ne anlarsın'! .. . ''

"Uzaktan ' 'Bakışır

1941 de, yani İkinci Dünya Savaşı

içinde.

�airi tammadığım ve kendisi de beni tanımadığı halde,

gunun

. . . Yıllar geçti.

binnde, imzasını taşıyan, daktiloda teksir edilmiş bir yazı aldım. Yazıda "Çınaraltı" diye bir derginin çıkarılacağı bildiriliyor ve benden yazı isteniyordu. Gururum okşanmadı desem yalan olur. Çünkü ben kendimi yazar yerine koymuyordum. "Türk Yur­

du"nda�d �ocı:kc:ı. bir "yaz!mı saymazsam , topu topu bir buçuk yazı yayınlamıştım. Bir buçuk diyorum, çünkü "IBus"taki ilk 196


yazım pek kısa bir şeydi "Çınaralb"na yazı gönderemedim. Çünkü çok meşguldüm. Doçentlik tezimi hazırlıyordum. Orhan Seyfi Orhon'u şahsen 1947 veya 1948 de tanıdım. Yıllan wıuturum, fa.kat yerleri, dekorları, duyulan ve duygula­ n hiç wıutmam. Şairle ilk ka.rşılaştıgımız günü andığını zaman, güneşli bir yaz günü canlanıyor gözüıriün önünde ve çiçek koku­ larına karışmış çam kokuları geliyor burnuma. Çünkü kendi.si ile Büyilkadanın Yat Kulübünde, Kulübün bahçesinde ta.nışmışbm. Daha sonra da, çeşitli zamanlarda, hep orada karşılaştım onun­ .la.. Kulübün otel kısmında kaldığımız yıllar oldu. Fakat otelinde kalmadığımız zaman da, bazen üye olarak, bazen üye sayılarak. yemek yemek, vakit geçirmek, bir ahbapla buluşmak için sık sık Kulübe giderdik.

Orhan Seyfi şişman, göbekli, kalın aı.seli, koca kafalı bir adamdı. İnsanı inceleyen gful·.?ri, kalın dudakları vardı. Üst du­ dağı. alt dudağının üstünden taşıyor, sarkıyor gibi duruyordu. Çalıştığı gazetelerde, �ç meslekt8şlarının ve gazete teknis­ yenlerinin ona "Tonton Amca" dediklerini duymuştum. O sırada Zonguldak milletvekili bulunuyordu. Her halde Halk Partiein­ den. Orhan Seyfi'yi andığım zaman, bir de Yusuf Ziya Ortaç gö­ zümün önüne gelir. "Ahbap çavuşıar· ' diyeceğim geliyor onlar için. Esasen bacanak idiler. Hep beraber görülürlerdi, vapurda, iskelede, arabada ve Kulüpte. Çok defa dört kişi halinde, yani eşleriyle beraber. Hanımefendiler de iyi anlaşan kardeşlerdendi her halde.

Orhan Seyfi'yi Kulüpte tek başına göremiyorum hafızam­ da. Hep gnıp içinde görüyorum. Etrafının çevirili olmasını se­

verdi. Bunu isterdi. Yalnız kaldığı zamanlar. ya�undan geçenlere seslenird : - G€lsene, otur şöyle. mı


Dü.şiinüyorwn da, belki on,

belki yirmi kere, bazen babamla,

ha.zen koc amla, grup içinde, şairin meclisinde bulunduğum hal­ de, kendisiyle bir kere bile başbaşa konllijmuş değilimdir.

Orhan Seyfi'nin etrafında halkalanan gruplarda konuşulan hika­ yeler, fıkralardı. Dikkat etmiştim, şair şahsi duygulannı ve hatta şahsi düşüncelerini doğrudan doğruya ifade etmezdi. Gü­ zel lirik �ler yazmış, bir çok mahrem duygulaxını mısralanııa dökmüş olan bu sanatçı insan, sohbetlerinde san.ki iç dünyasını hikayeler ve es prilerl e kamufle etmeğe çalışıyordu. konular Ada ve Kulüp dedikoduları, politik dedikodular,

Etrafındakileri

bazen kahkahadan kırıp geçiren bu tonton

adama bekıyordum da, düşünüyordum : Gerçek kişiliği bu mu

idi, yoksa 1941 de yayınladığı "Çocuk Adam" romanının kah­ ramanı mı ? Okuduğum zaman, Türk adetlerini yansıttığı için ilk yarısını pek beğendiğim, fakat küçük kızlara düşkün bir şir­ ket müdürünün süfli maceralarını anlatan ikinci yarsmdan bir şey anlamadığım bu romanın kahramanı ile karşımdaki adam arasında bir bağlantı kuramıyordum, da.ha doğ-.rusu k urmak is­ temiyordum. Orhan Seyfi yıllardan beri politik yazılar, politik fıkralar

yazıyord u. 1951 de politika ile şiiri birleştiren bir esercik ya­ yınladı:

Hicivler.

Bu küçücük şiir kitabı iktidar çevrelerinde

büyük rağbet kazandı. Babamın bazı arkadaşlarının İsmet Pa­ şa aleyhindeki bu hicivlerden bazılarını zevkle, keyifle ezbere söyledikJerini

hatırlıyorum:

"Kırarak, inciterek herkesi düşman yaptın, "Hey Paşam, böyle kaçırdın ne kadar dost elden. "Dttnn nada dost atarak yükseliyordun amma, "Gitti bak, dost atvy<Yrken, bu sefer post elden/'


... Orhan Seyfi'yi hatırladığım zaman, Yat Kulübün sadece bahçesi ,dekoru, maddi havası değil, insanları, insanlarının dav­ ranışl, velhasıl manevi havası da gözümün önünde c:uılanır. Yük­ sek .nezaket ve gülümseyişlerin arkasında başkalarının kus urunu arayan titiz dikkatler, günde üç lrere elbise değiştiren hanımlar­ da kıyafetleri üzerine ilgiyi çekmek için harcanan gayretler, gör­ müşlerde kibarlık seviyesinde kalan, sonradan görmüşlerde yap­ macığa kaçan göstermelik tavırlar, suda balık gibi rahatlık için­ de yüzen eşlerinin yanında ehlileştirilmiş gibi du ran pusulasını şaşırmış kocalar, kumar oynayıp ,bir gecede on bin lira kay­ beden, on parm ağın.da on yüzük, şişman Yahudi madamları, birdenbire yükselerek, taşra avukatlığından gelip, bu ç'Cvreye girmiş ürkek devlet adamları... ,

. . . O yıllardaki edebiyatçılarımız iki grupa ayrılabilirdi : Biri böyle yerlerden hoşlananlar, Yat Kulüp, Büyiikkulüp, Deniz Ku­ lübü Lebon, Markiz, daha sonra Hilton, Divan gibi yerlere de ­ vam edenler. Bir de balıkçılar, hammallar, serserilerle haşır ne­ sir olanlar ve bununla övünenler. Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Mit­ hat Cemal, Salih Zeki ve, halkçı görüşlerine rağmen, Yakup Kadri birincilerdendi. Sait Faik, Orhan Veli, Orhan Kemal ikin­ ,

cilerden. .

... Bir gün yine, kocamla beraber, Yat Kulüpte ve Orhan Se.yfi'nin gıııpunda idik. Zannedersem 1956 senesi idi. O sıra­ da Ticaret ve Sanayi Bakanı olan Samed Ağa.oğlu da grupta

bulunuyordu. Samed benim çocukluk ve okul

arkadaşımdır.

Hulrukta. iken, dersten sonra, hemen her gün beni evime ka­

dar götürürdü. Bakanken de onunla okul arkadaşı bulunduğu­ muz zamanki gibi konuşurdum. Halbuki Orhan Seyfi... Ken­ disinden yirmi yaş küçük olan bu devlet adamının karşısın da nasıl eziliyor, nasıl büzülüyordu, anlatamam. "Zatıa.Iiniz" aşağı, "Zatıiliniz" yukarı. Pek şaşmıştım doğrusu. Yıllar çabuk geçiyor. 1967 yılının yazını yine Büyükada da geçiriyordum. Ara yerde ülkemizin tarihinde politik değişiklik'

199


ler

bazı kimselerin başından önemli olaylar geçmişti. Bir yine Yat Kulüpte idim. Kim kimin yanına geldi, kim kimi çağırdı veya kim yanımızdan kalktı, ora.sıru hatırlamıyorum. Fakat bir aralık bah�ede, bir masanın etrafında Orhan Seyfi, Samıed Ağaoğlu ve ben kaldık. O sırada. şair İstanbul milletve­ kili idi. Bu defa Adalet Partisinden. Ayni zamanda Son Ha­ vadis gazetesinin başyazarı veya en önemli fıkra yazan idi . Küçük dilimi yutacak gibi hayretle seyrediyordum kendisini. Samed Ağaoğlu'na karşı bir samimiyet, bir teklifsizlik ! Arada bir "sen" diye hitap .etmeler... Ben bir iki gün evvel Samedlerin adadaki evlerine gitmiş ve �cukluğunu bildiğim eski arkada­ şımın n e kadar müşfik bir büyük baba olduğunu müşahede et­ meğ"e fırsat bulmuştum. Yani, gelip geçmiş bütün olaylara rağ­ men, Samed Ağaoğlu ile aramızdaki . ilişki hiç değişmemişti. O­ nun içindir ki, Orhan Seyfi'yi hayret ve ibretle seyrediyordum. Ve Samed Ağaoğlu'nun şahsiyetinden ve vekanndan hiç bir şey �aybetm,:diğini, eskisi gibi bir 3.mir tavrı ile konuştuğunu mem­ nuniyetle görüyordum. olmuş,

gün

.

Ayni yaz, şaire, eşi ile birlikte iskelede rastladım. Köprü­ den gelmiş vapurun boşalmasını bekliyorduk. Nedense, olayları ve lı1sanlan edebi açıdan ele almak adetim olduğu için, Son Ha­ vadis'in Fıkra yazarı benim gözümde, her şeyden evvel, Hece­ n in Beş �airinden biri idi. Hanımefendi ile bir az konuştuktan sonra, şaire dedim ki : -- Fıkra yazarlığı edebi

Edebiyat.

faaliyetinize ;_ aman bırakıyor bir şeyler var mı ?

m:ı

'?

sahasında hazırladığınız

Saf bir çocuğa cevap verir

gibi,

dedi ki :

Edebiyat mı ? Bu kadar mühim meşguliyetlerim ara­ sında nereden vakit bulayım ? O gençlikte imiş... ·.

-

Allah Allah !

hatası idi... 200

Sanki bu

adam için

edebi geçmişi bir gençlik


1972 yılının Haziran ayında Orhan Seyfi ile son karşılaş­ oldu. ttalya'da iken, araba kullanmağı hiç sevmediğim halde, meslektqların bana zorla aldırdıkları arabanın direksi­ yonunda, Mecidiyeköyü ( belki de Şişli) dolmuş durağının önün­ den geçiyordum. Baktım, Orhan Seyfi Bey, hanımı ile birlikte, dolmuş bekliyorlar. Arabayı durdurdum w binmelerini rica et­ tim. ısrara lüzum kalmadan hemen bindiler. Karşılıklı "Nasıl­ sınız ?" dan sonra, şair tuhaf bir sual sordu : mamız

- Ben son seçimlerde mebus olamadım. Biliyorsunuz, değil '

mi ?

Sanki merak ettiği bir noktayı kontrol etmek istiyordu. - Biliyorum. Politikada her şey olur. Sizin asıl sıfatınız yazarlıktır .

- Ah, ke.şke herkes sizin gibi düşünse!

Bunun üzerine, şairin eşi söze karıştı :

- Öyle düşünmüyorlar, Hanımefendi ,sanki mahvolmuşuz gibi, bize acıyarak bakıyorlar.

düşmüşüz.

Şair Hanımına çıkıştı, sonra da coştu : Acıyarak mı ? Sen ne diyorsun, Hanım ? Sevinerek . . . Gözlerimizin içine baka baka sel8.mlamadan geçiyorlar, suçlu, cani imi şi z gibi... Ayol, mebus olm.adımsa benim nerem değişti ? Ayni adam değil miyim ? -

Bir

az

sustuktan sonra, kendi kendine konuşur gibi :

- Bu milletin edebiyat tarihine girmiş insanım ben . Hem milletvekili olmak benim hüviyetime bir şey katmamıştı ki. Kalemim eayesinde o lmu ştum . Kalemim de olduğu gibi duru­ yor... Bel li idi ki üstadın ıztırabı büyüktü. Belki daha saatlerre dert yann.caktı. Fak.at Hanımı sözünü kesti : ..

201


- Divan'a geldik. Burada inmiyor musun ?

- Ha, ben ineyim burada, Adile Hanım. Divan

Pastanesi-

ne gideceğim de ... Hanım , sen kal istersen. Taksim'de inersin. - İ'. ok, ben de ineyim

,

yürürüm bir az . . .

iki :ıy sonra şairin vefatını gazetelerden öğrenclirn. yaşlı idi amma, son gördüğüm.ere

Gerçi

sapasağlamdı. Maneviyabn

önemi üzerine düşünce� daldım. Sonra, çağırışım bu ya, lıir za­ manlar Cumhur Başkanı olacağı zannedilen Faruk }lirler Paşa'ya, Halk Partisinin değişmez Genel Başkanı bilin"' ismel Paşa'ya gitti aklım ...

202


x v111

AHMET HAMDİ TANPINAR

2mı



Tan pınar UJ40 1945 yıllarında, Tanpınar·ın edebi çevrelerdeki adı "Kırtipil Hamdi" idi. Dostları ona neden bu lakabı takmışlardı ? Bunu hiç bir zaman anlayamadım. -

Ben şahsen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirinin de, nesrinin

de hayranla.ruıdanım . İnsanın şiirlerini beğendiği şairi, ölümünden sonra, badem gözlü yapmak istemesi tabiidir Je

ve ·

amma

bunun ilmi dürüstlük­

gN·çeğe . sadakatle bağd�mayacağını ua unutmamaı:

gerek. 205


1946 ile 1956 arasında., tam on yıl, Tanpınar'la Edebiyat Fakültesinin önce Fındıklıdaki, daha sonra LAJ.eli'deki çabsı al­ tında. ,imtihanlarda, toplanWarda, komisyonlarda., kütüphanede, Dekanlıkta, merdivenlerde, asansörde, koridorda sel8.mlaştık, konuştuk, gülüştük, tarbştık . . . Bu sebeple, onu kişiliği bakımın­ dan iyi temdığım ı , meziyetlerini de, zaaflarını da iyi bildiğimi zannediyorum. Her şeyd�n evvel çok hassasb. Hassasiyeti ruhi alandau fizyolojik alana taşan, normalin sınırını aşan, hastalığa yalda­ şan cinstendi. Ölümiinden sonra, 1974'de yayınlanmış olan Mek­ tuplarının hemen hepsinde bu aşırı hassasiyetin neticesi ol..·m huzursuz' uktan, sinir bozukluğundan şair .şöyle şikayet ediyor : " ... Mektup yazabileceğim bir mh rahatını elde edem.edim . . . asabım çok bozuk. Müthiş huzursuzluk içindeyim ve bir dakika bir yerde durabilecek halde değilim.. . Mektup yazmak değil, iki dakika bir yerde oturamıyorum. "Nembutal" iZe yaşıyorum ... bütün ömrüm kork"U içi11d.e geçiyor... Bu günlerde azami dep­ resyon içindeyim : ifadesi güç bir ruh lı.a!eti ki, m·uayyen bir sebebi de yok ... A.'labım çok boZ1ık. Deli olacağım . .."

Bu aşırı duyarlığın garip bir tecellisine bir gün ben şöyle tanık oldum : Fakülteden çıkınca, Laleli'den Aksaray'a doğru biraz yürümüş, sonra, köşeye varmadan, önümden geçen bir dolmuşu durdurup binmiştim. Şoförün yanında ,yani önümde oturanlardan biri Tanpınar'dı. Anlaşılan Fakülte kapısının hi­ zasında binmişti. Benim bindiğimin farkına varmadı. Çünkü ce­ binden para çıkarmakla meşguldü. Parayı şoföre uzatırken, emin bir sesle "Karaköy" dedi. Arkasından ben paramı uzatbm ve aynı şeyi söyledim. Benim sesimi işitir, işitmez, Tanpınar arkası­ na. dönüp beni selamladı. Fakat bundan sonra da, ardı arkası kesilmeyen acayip har.eketlere başladı. Bir omuzunu kaldırıp ötekini indiriyor, ikide birde ensesini kaşıyor, sık sık bana dö­ nüp zoraki gU'.ücUkler gönderiyordu. Bir Amerikan clergisir.de 206


okumuştum :

Bir insanın en.sesııun ortasına bakılırsa, o insan

bir karıncalanma, elektrik!� duyarmış Benim üstadın ense­ .

sine baktığım falan yoktu amma belli idi ki o ·öyle zannediyor­ du . Daha Unkapam köprüsüne varmadan birdenbire şoföre : "Dur" dedi. Arkasından il.3.ve etti : "Ben burada iniyorum." Ve indi gittı. .

.

Bu iç huzursuzluğu yüzünden olsa gerek, çoğu zaman yii­ zünde ıztıraplı üade taşırdı.

Candan güldüğü zamanlar azdı.

Öğrencileri kendisini çok sever, konfera.ruı çı olarak

derslerini

dinlemeğe bayılırlar ,fakat ho ca olarak ciddiye almazlardı. Müş­ terek öğrencilerimizden bazılannın bana o zaman anlattıklarına

göre, derse hazırlıksız gelir, konu dışı bir şeyler anlatır

,

elli

dakikayı doldurmağa bakarmış. Tank Buğra'ıun 12 Ekim 1975

tarihli Tercüman'da "Tik" diye vas ıfl andırdığ ı bir alışk anlığa da

�ahipmiş.

Ders anlatırken, arada bir, öğrencilerden birini gözü­

ne kestirt:·rek : "Anladın mı ?" diye sorarmış. Bazen de "Maale­ ı>cf" cevabını alırmış... Mektuplarından da açıkça anlaşılıyor ki, Tanpınar ömrü boyunca hocalığı sevmeyerek, is te meyerek

yapmıştır

.

Ahmet

Hamdi Tanpınar'ın bana göre kişiliğinin

en çekici

tarafı, sanat bahisl eri üzerinde konuşurken, gerçek bir heye­ canla coşması ve sanatı, sanat kurallarını kutsal sayması

idi.

Sanat ilkeleri konusunda tam bir prensip sahibi olan Tan·

pmar'ın sosyal ve

milli alanda

prensipleri gevşekti.

Paris'teki

ikametleri sırasında hep komüniza.n ve memleketten sınır dışı edilmiş kimselerle düşüp kalkmıştır. Mektupları bunu meydana koymaktadır. Tanpmar'ın

hayran olduğu

in.sanlardan biri

Sabahattin

Eyüboğlu idi. Fransızcası zayıf, ktiltU.rU sınırlı olan bu denemeci,

3>7


şairin gayreti ile Fransız Filolojisi Bölümüne öğretim görevlisi tayin edUmi.şti. Tanpınar onu Fr�ız edebiyatı ala.nında büyük otorite sayardı. Kaç defa, Edebiyat Fakültesinin Zeynep Hanım Konağında bulunduğu yıllarda, bizim öğretim üyeleri odasına ge­ lip, odada doçent ve profesörlıer dururken, Sabahattin Eyüboğ­ lu 'na müracaat edişini gönııüş ve: "Kardeşim, yazar burada ne ·iemek istemiş ?" gibi sUaner sorduğunu işitmişimdir. Bilindiği gibi, Tapınar'ın şürleri dışında hikaye ve roman­ ları, deneme yazıları ve ilmi ıeserleri de vardır. Fakat gariptir, hacim itibariyle şürleri ne.sir yazılarının onda biri, belki yirmide biri olduğu halde, Tanpınar hayatta iken de, ölümünden sonra da, her şeyden evvel şair olarak tanındı ve bilindi. Eski

şiirimizi ve Klasik Türk Musikisini

çok iyi

bilen şair,

hayatının son yıllarında Batı kültürüne merak sarmıştı. Naili'"" leri, Neşıı.tl'leri unutmuş, Mallarme'lerle, Valery'lerle uğraşıyor­ du. "Mahur Beste"yi ibir kenara atmış, Beethoven ve Brahms plakları kolleksiyonu yapıyordu. Ancak ellisinden sonra Avru­ pa'yı görebilmiş olan şairin Paris'te, Londra'da, bilmem hangi gecikmeleri telifi etmek istercesine, ciddi bir telaşla, kutsal bir görev ifa eder gib i , tiyatrodan konsere, konserden sergiye ko­ şuşunu Mektuplarından takip etmek insanın bruıını döndürüyor. Şairin kişiliğindeki özellik, yani ya hep ya hiç eğilim i burada da kendini gösteriyor. Tanpınar şahsi hayatında ne kadar ölçüsüzlüğe, aşırılığa kendini bırakmışsa, o nisbette eserlerinde, bilhassa şiirlerinde denge ve tenasübü, ahenk ve ölçüyü sağlamağa çaba göstermiş­ tir. Konuşmalarından şürleri üzerinde titiz bir kuyumcu gibi � ­ lıştığı an!aşılıyordu. tki dakika bir yerde duramayan bu sabır� sız i nsan. şai r olarak, şaşılacak bir s abır gösrerehiliyord�:. Tan pınar' ın sanatı üzerine Marcel Proust

ve Paul Valery'ni iı Ha1buki, ne nesrinde Proust etkisinin izleri, ne de şiirinde Valery tesirigörülür. Bazı tanınetkisi olmu ş

208

olduğu

iddia edilmiştir.


mış edebiyat bilginlerimiz sanat görüşü ile asıl sanat.ı biribiriyle kanştırmaktadırlar. Gerçek şudur ki, Tanpmar'm ancak otuzun­

dan sonra tanıdığı Proust ile Valery, olsa olsa teorik bir şekil­

de onun estetiğini, yani sanat anlayışını etkilemiş

olabilirler.

Fakat onüç, on.dört yaşlarında, yani tam oluşma çağmda iken, Kerkük'te eline geçen Nevsal'i-Milli'den keşfettiği Ahmet şim ile yine aynı yaşlarda

Ha­

Süleyman Na.zif'in bir yazısından

t..'!Ilıdığı Yahya Kemal (ki sonraları hocası olmuştur) Tan.pı­

na.r'm sanab üzerine silinmez damgalarını

vurm uşlardır. Biz­

zat : "Bu iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular" de­ diği

Hişim

ile Yahya Kemal'in büyü ve baskısından, Tanpınar,

şair olara.k, hiç bir zaman kurtulamamıştır. Buna kanaat ge­ tirmek için onun beğenilen şiirlerinden, mesela ''Akşam''

göz

atmak kafidir.

şiirine

SiyaJı, dağınık bir bıulut Karşı sırtın üzerinde Birden değişti ve yakut Bir kuş gerindi derinde. Sihirli aksi çok uzak Ve kanlı maceranın,· Can verdi kanat çırparak Mavi gölünde akşamın Ahmet

H8.şim'in

ve Yahya Kemal'in şiirlerini az çok

bilen

herkes buradaki mısralardan hangisinin hangi şairden esinlen­ diğini kolayca söyleyebilir. Motifler bu şairlerin, fakat sentez Tanpınar'ındır. Ve bu sentez içinde şair üstadlannın seviyesine yükselebilmektedir. Tanpınar'm şiirindeki asıl orijinallik "zaman"

motifinden

ve bu motifi en beklenmedik şekillerde işleyebilmesinden doğ· maktadır :

209


Bir gül bu karanlıklarda, Sükuta kendini mercan Bir kaıdeh gibi sunmada, ZAMANIN ARALiôINDAN (Bir gül bıı karanlıkl,arda) Bir başka şiirinde, şöyle bir mısraa rastlıyoruz :

Büyülenmiş bir ceyUin gibi BAKIYOR ZAMAN (Her şey yerli yerinde) Tanpınar'ın nesrinin özelliği ise, bu nesirde düşünce elema­

nının dııygu elemanı ile clele yüriimesinden, yani fikri seviyenin yüksek olmasından ileri gelmektedir. Onun romanlarında, roman tekniği bakımından kusurlar bulunmakla beraber. hepsinde ve

bilhassa "Huzur"da, edebiyatımızın duygu ve düşünce ilıe yoğu­ rulmuş en güzel parçalarını bula.bilmekteyiz.

Onun gerek şiiri,

gerek nesri bize Batının etkisini edebi geLe.n.eğimizin süzgecin­ den geçirilmiş olarak sunmaktadır.

Bir sanatçı

mizacının en sivrilmiş, en aşırı

niteliklerinin

yükünü şahsında taşıdığı için, bütün ömrü huzuru

aramakla

geçmic;; ofa. n üstada Tanrı, öbür dünyada, huzur ihsan eyleyesin, Amin !

210


XI X HÜSEYİN NİHAL ATS1Z

21 1



Atsız Pıek �ok kim se gibi ben de, Nihal Atsız adını ilk def& 1944 yılının Mayıs ayında duydum. Ancak o yılın o ayında ben hem

mesleki hayatım, hem özel hayatııiı bak ımından çok meşgul bir insandım. Gazetelerin ancak manşetlerine göz atabiliyordum. Bu manşetlerde o sıra.da sık sık Sabahattin Ali ile Nihal Atsız ad­ ları geçiyordu. Bu iki insan arasındaki gürültülü davanın ayrınb­

larını

w bu dava sonucunda geçen olayları 'bugün bile doğru

dürüst bilmiyorum. Bununla beraber, o zaman bilmediğim. fa­ kat sonr:-! da.n öğrendiğim bir şey vardır :

O da Nihal Atsız'm

1944 yılının başında, zamanın Başbakanı Şükrü· Saracoğlu'na hi� 21·"


taben iki açık mektup yayınlayarak, memleketi sarmağa baş­ layan Komünizm tehlikesine karşı kendisini uyarmış, devlet bünyesi içinde barınan ve gizlenen komünistlerin adlarını açık­ lamış olduğudur. O yıl 19 MaYLS töreni için davetiye almıştım. Gittim. Tribün­ deki yerim Cuınhurbaşkam ismet lnönü'ye oldukça yakındı. Kendisini görebildiğim gibi, sesini de çok iyi duyabiliyordum. Konuşmasının yarısına geldiği zaman içimi dehşet kapladı. Bir Türk Devletinin Başkam bu sözleri nasıl söyleyebiliyordu ? Bunların '8abahattin Ali Nihal Atsız davası ile ilgili olabileceği aklıma bile gelmedi. Fakat başka bir şey aklıma geldi : Bu ko­ nuşmanın lnönü'nün hayatında ebediyen silinmeyecek bir leke olarak kalacağı. .. -

... Derken, Turancılık davası diye bir dava başladı. Ben bu­ nun ayrıntıları ile de pek ilgilenemiyordum. Çünkü bir kaç ay önce anne olmuştum. 1953 de, Fethin 500 üncü yıldönümü münasebetiyle yapılan yanın yamalak törenlerden sonra, Haziran başında, lstanbul'da­ ki Fatih sergisini gezmeğe gittim. Ben salona girip iki üç adım atmıştım ki, biri karşıma çıktı ve :

- Siz Adile Ayda değil misiniz ? diye sordu. - Evet efendim. - Ben Nihal Atsız'ım. Bu sergiyi tertip edenlerden . . . - Tanıştığımıza memnun oldum . - Edebi tenkitlerinizi alaka ile okuyorum. Sizinle tanıs· mağı arzu ediyordum. - Teşekkür ederim. Ben de sizi ismen tanıyorum. - Teşekkür ederim. . . Size mani olmaYJm. Ve çekildi gitti. 214


Demek bu idi Atsız dedik1eri ... Hiç de hapiste yatmış, işken­ celer çekmiş

birine benzemiyordu. Tam sağlıklı görünen, gü­

leryüzlü, sempatik bir adamdı. Yüz

çizgileri çok düzgündü ve çok medeni bir görünüşü vardı. Her şeyden evvel alnının geniş­ liği göze çarpıyordu. Bir kaç zaman sonra "Bozkurtlar diriliyor" romanını imza­ lı olarak gönderdi. Dirilmek için ölmek lazımdı. Yani, bunun da­

ha önce yayınlanmış bir b�a romanın devamı olması �reki­

yordu. Nitekim bir yerde "Borkurtlarm Ölümü" diye bir kitap­ tan söz edildiğini hatırlar gibi idim . "önce onu satın alıp oku­ rum ,sonra bunu... " diyıe karar verip kitabı bir tarafa koydum. "Bozk:urtJann ölümü"nü ara.ma.ğa ve almağa bir türlü fırsat ve zaman bulamadım . Öylece Atsız'm imzalı romanı yıllarca okun­ .

.

madan bir köşede durdu.

Benim Atsız'ı keşfetmem 1"964 yılında oldu. Maddi kişi�iğini

tanımam ile fi kri kişiliğini

tarumaın arasında onbir yıl geçmişti.

İşleri

Gen�l Müdür

(Conseil de Cooperation Culturelle) toplantısına

gidecektim.

1964 ün ilk

baharında Dışişleri Kültür

yardımcısı sıfatiyle, Türkiyeyi tiımsilen Avrupa Konseyi C.C.C. Uçağa Ankaradan değil, tstanbul'dan binmeğe karar verdim.

Cwna akşanu trene binip, Cumartesi sabahı ietanbul'daki evin1de dinlendim. Öğleden sonra da bir iki yere ve bu arada �ahaf­ lara uğradım. Sahaflarda

"Türk tnküsü" diye bir kitap dikkati­

mi çekti. Yazarı : Nihal Atsız. Aldım ve

eve

gelirıce !�itabı Stras­

burg'a gidecek bavulumun içine attım. Ve işte böylec'8 Atsızla kilometrelerce uzakta, Strasburgda, gerçek anlam­

memlekıetten da tanıştım.

toplantılar genellikle üç gün, en çok beş gün sü­ her gün bir ziyafet olur. Ben toplantılardan ve

Diplomatik rer ve hemen

215


hizmetin devamı olan ziyafetlerden kurtulup otele dönünce, her

gün "Türk Ülküsü"ne sarılıyordum. Okudukça içim takdir, hay­ ranlık ve sevinçle doluyordu. Neden ? Çünkü Atsız'da istediğim, özlediğim çeşit milliyetçi­ likle karşı karşıya idim. Tarihte toprak fethetmesini ve

leri

millet­

ha.kimiyet altına almasını bilmiş, fakat bu milletlere Türk­

lük aşılamasını başaramamış ve bugün de başaramayan milleti­ mizin bu zaafı yüzün.den, Osmanlı İmparatorluğu devrindeki

toplumun bir benzerini ve minyatürünü Dışişlerinde bulmuştum.

Türkiyeyi başka milletlere karşı temsil eden Dışişleri görevlile­ ri arasında, o dönemde, kendilerini Tü:rkten b aşka

etnik grupla­

ra mensup hissedenler çoktu. Bunlar en zıt gruplardan bile olsa­

lar, aralarında Türklere karşı çok iyi anlaşıyorlardı. Bu sayede kuvvetli bir klik, bir "cunta" teşkil etmekte idiler. Bu Bakanhk­ ta Anadolu Türkleri

gibi, Makedonya'dan, Bulgaristan'dan gel­

miş halis Türkler de öksüz idiler. işte bu sebeple Atsız'ın "Türk Ülküsü"nü susamış bir in­ sanın serin bir çeşmeden su

içmesi gibi, kana kana okudum

.

.. Strasburg'dan An.kara' ya direkt uçak bulunmadığı için,

gidişte de, dönüşte de Paris'ten geçilir. Dönüşte ,uçak bekleyerek Paris'te kaldığım gün, öğleden sonra K.artiye Laten'e

Biraz dolaştıktan sonra, Luxembourg bahçesinin

uğradım.

karşısındaki

Le Mahieu kahvesinin terasında yer bulup oturdum. Güzel bir ilk bahar akşamı idi. Karşımdaki bahçenin ağaçlan

arasında

kıpkırmızı bir güneş ağır ağır batıyordu. Gazete okum.ağı de­

nedim. Fakat kafam Atsız'ın kitabı ile o kadar dolu idi ki, ,başka şey kabul etmiyordu. Köşeyi dönünce bir kırtasiye dükkaru bu­ lunduğunu biliyordum. Garsona haber verip kalktım, gidip ka­ ğıt

zarf aldım

ve önümdeki güzel tabiat manzarası

karşısında

Atsız'ın kitabına ve �ndisine hayranlığımı kağıda döktüm. Yani güzel bir mektup yazdım. Mektubum içten gelen cümlelerle do-

216


lu idi. "Siz, yüzyıllar geçtikten sonra bile, ilham kaynağı olacak bir milli şuur 8.bidesisiniz" diyordum. Ankara'ya. döndükten on gün kadar sonra ceva.bı

geldi.

Tarih : 12 Mayıs 1004. Şöyle başlıyor : "Çok teveccühkdr mektubunuzu. büyük bir haz ve mahcu­

biyetle okudum..." Ve benim yazdıklarıma karşılık iltifatlar : "Herhangi bir Türk hanımı olsaydınız mektubunuz ser dece mültefit bir mektup olarak kalacaktı. Fakat sizi Cum­ huriyet'teki. yazılarınızla

tanıyıp tasavvufa, ümmetçiliğe ve

taklitçi batıseverliğe düşmüş aydın Türk kadınları ile muka,. yese ettikten ve bizzat tanımak şerefine eriştikten 301ıra t�

veccühünüzün değeri ve manası bÜ3bütün başkalaştı... Yazınsz aynı zamanda şimdiye kadar görmediğim bir mükdfat olmuştur. Bu sebeple size derin minnet ve şükranlarımı takdim ediyo­ rum."

Ve böylece onbir yıl sürecek ola.n bir fikri dostluk başladı

.ara.mızda.. Yani, mektuplarla fikir alış verişi.

Benim bir yıl sonra yazdığım, milli açıdan Haziran 1965 tarihini

bir mektubuma, Atsız 20

biraz karamsar taşıyan mektu­

bunda şu satırlarla cevap veriyordu : "Hayat tecrübelerinin verdiği bir soğukkanlılıkla Türk

ır­

kının tekrar kalkınma ve yükselme devrine girdiğini güvenle söylüyorum. Hatta bugün yeniden vunılacak en korkunç darbe­ ler de Türklüğü öldürmek için arlık çok geç kalmıştır.

Milli

şuura sahip Türklerdeki bu birleşme arzusu, hiç bir yerden di­ rektif almadan kendi kendilerine gösterdikleri bu yardımlaşma ve disipıin duygusu yarının nasıl olacağını şimdiden belirtiyor.•. "

Ben bu arada Atsız'ın öteki eserleri ile ilgilenmeğe başla­ mış, hemen hepsini arayıp bulmuş, merakla okumuştum.

211


Atsız'm en önemli edebi eseri şüphesiz, sonradan ölenlerle dirilenler birleştirilerek yayınlanmış olan "Bozkurtlar" roma­ nıdır. Öyle düşünüyorum. ki, bu eser için "tarihi roman" deyimi yetersizdir. Bu, nesirle yazılmış bir modern destan dır. Burada

Atsız'm bir yandan tarihçiliği, bir yandan dava adamlığı ilha­

mını

besit>miş, sanatına yardımcı olmuştur. Onun "Deli Kurt"

adlı tarihi romanında ise, Dede Korkut masallarındaki havayı

l

bulabilmekteyiz. Bu, küçümsenecek bir haşan deği dir.

manı var­

Atsız'ın epik romanlannın yanında bir de lirik ro

dır : "Ruh Adam". Bu romanın büyük ölçüde otobiyografik oldu::.

ıl ında, milli heye­

ğu. göze çarpmaktadır. Yazarın, öğrencilik y lar

can yüzünden gösterdiği bir tepki neticesinde, Ask.eri Tıbbiye­ den kovulması, daha sonra yine aşın milliyetçi davranışl ar s e­

bebiyle, öğretmenlikten atılması

ır

ve kendisini i kinci evliliğe sü­

rükleyen duygu f tınası gibi olayların izlerini romanda görmek

mümkündür. Psikoloji bilimi açısından, bu eser tipik

dini

ndırma"

cezaia

(self-punishment)

" ke

ndi ken­

örneğidir. Çünkü yazar

eserinde kendi kişiliğini karikatürleştirerek, olduğundan daha çekilmez bir insan halinde s ergile göstermiştir.

unma,

l

�omanın evli

,

ilk eşini ise melaike olarak

kahramanı, değil eşine ihanette bu­

bir başka kadına itiraf safhasına bile ge:lmemiş bir tu­

r unç vicdan azapları çekmekte, karısından

tulmadan dolayı ko k

başka bir kadına hayranlıkla bakmış olmak suçundan rüyasında

yargılanmaktadır.

Şair Atsız'a. gelince , onun en çok tanınan ve bilinen şiirleri "Türklerin Türküsü", "Türkçülük Bayrağı" gibi h amasi şiirb­

ridir. Halbuki lirik şiirleri, yani şahsi duygularını, mutlulukla­ rını ve acılarını dile getiren şiirleri daha az kuvv0tli değildi

Misal olarak "O gece" şiirinin bir iki mısramı ele alalım : O gece o kadar güzeldi mehtap, Gönülden fışkıran nağmeler gibi. Ruhumu yıkayan bir seldi mehtap_. En tatlı ilk ve son buseler gibi

218

.•.

r

.


Bu llllilralar, sa.dece kelimelerin ustaca dizilişinden, bir sa­ arkasında dalga dalga sıcak duygular vardır. nat oyunundan ibaret değildir. Her IDJSraın

Bununla beraber, Atsız hafif, zarif, oynak, kıvrak mısra­ ları da sıralamasını bilir: Pınar başına geıdi, Bir elinde güğümü : Çattı yay kaşlarını, Görünce güldüğümü. Bağlamıştı gönlümü Saçlarının düğümü. Bilmiyorum bu örgü Acaba bir büğü mü f

Nihal Atsız'ın sanatçılığı yanında, bir � düşünürlüğü var­ dır. O düşünürlüğünü metafizik konular üzerinde değil, Ziya Gökalp gibi, Peyami Safa gibi Türk'ün geçmişi ve geleceği ile ilgili milli konular üzerinde harcamıştır. Çünkü dünyada "Tarih felsefesi" diye bir şey vardır ki, bizim tarihçilerimi:...de en kıt olan unsurdur. Tarihçilerimiz analitik bilgilerden sentetik görüşlere yükselememektedirl.er. Aynca Hegel, Fichte gibi Al­ man tarihini düşünce süzgecinden geçirip yorumlamış filozof­ .

lar ayarında düşünürler bizde yetişmemiştir. Atsız'ın milletimi­ ze sayısız hizmetlerinden biri Türk tarihinin felsefesini yapma denemelerinde bulunmus olmasıdır. Türk tarihinin meseleleri­ nin hepsine cevap bulamamışsa da, "Türk tarihinde mesele�r" adlı eseriade, bunları ortaya koyarak, tarihçilerimizi düşünmeğe davet ebniştir. Benim ilk mektubumdan sonra, Atsız bana, varlığından bi­ le haberdar olmadığım "ötüken" dergisini yollamağa başla­ mıştı. Ben 1967'de ltalyaya gittikten sonra da oraya yollamağa devam etti. Her sayıda, başkalarının yazılarını okumasam bile, onunkileri okumak için ne yapıp yapıp vakit bulurdum. Belirli


basının bir umacı gibi göstermeğe çalıştığı bu yazar

Şubat 1970 sayısında Türklüğü, yordu :

dergin.in Türk olmağı şöyle tarif edi­

"Türkler Türk soyu.ndan gelerıler"le Türk soyundan gel­ mişler kadar Türkleşip, kendini o soya bağT.ayan ve beyninile yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu" dur. .•.

Bir

de utanmadan ona ırkçı, kafa.tasçı, diyorlardı.

1968 de Roma'd.an İstanbul'a izinli olarak gelmiştim. ötük.en'i okuya okuya zihnimde sorular, konular biriktiği için, bir gün ah.ııma esti, Süleyınaniye Kütüpha.nd>ine gittim. Atsız'm çalıştığı y�ri gösterdiler. Şuraya buraya konmuş tozlu kitaplar­ la dolu geniş bir salonun bir köşesinde karşılıklı iki masa duru­ yor ve birinde Atsız oturuyordu. Atsız :beni sel3.mlayıp elimi sıktıktan sonra, yardımcısı olduğu anlaşılan arkadaşını tamttı. Benim !,ekingen halimi görünce de �u sözleri ekledi :

- Arkadaşım milliyetçidir. Ve böy1ece görüşmemiz pek benim tahayyül ettiğim gibi olmadı, üçlü bir görüşme oldu. O gün aşağı yukarı her şeydell! ko­ nuştuk : Hükümetten, dış politikadan, öğrenci hareketlerinden... Öğrenci hareketleri konuswıda Atsız'm o günkü kehanet.Lerini sonralan hatırlayıp hep şaşmışımdır.

Derken, kendisinin Haydarpaşa Lisesi'nden atılışını, Milli­ yetçiler Derneğinin kapattlışmı anlattı. Ben de, babamdan söz etmeden duramadığım. için, Milliyetçiler Derneğinin kapatılışı­ nın babam üzerindeki etkilerini anlattım. Benim bu sözlerim üzerine Atsız'ın gösterdiği tepki, daha doğrusu hiç tepki göster­ meyişi ve susarak bir kabahatli gibi önüne bakması beni şaşırttı. 220


Nereden bilecektim ki, karşımdaki beğendiğim insan vak­ tiyle, 29 yaşında iken, ateşli mizacı, ihtiyatsızlığı ve yersiz iti­ madı

ile Birinci

Tarih Kongresinde uğTadığı yenilgiyi hazmede­

meyen bir tarih profesörlinün kışkırtmalarına uyarak, babam

hakkında

yayınladığı yanlış ve yakışıksız satırlardan

şimdi pişmanlık

dolayı,

denizinıe dalmış bulunuyordu.

Atsız'daki durgunluk, yardımcısının da dikkatini çekti ve göz göze geldik. Bunun üzerine ben, dlsa olsa

istemeyerek pot

kırmışımdır diye ağız kalabalığı yapmağa başladım. Hatırladı­

ğıma

göre, 1talya'da komünizmin gelişmesinde Papanın dolaylı

rolünü ve Mafianın politik etkisini anlattım. Atsız yavaş yavaş açıldı. Bir saat süren ziyaretim sonunda bir ruh ve gönül bir­

liği

içinde aynldık.

1971 de, Roma'daki görevim sona erm.ış olarak memlekete döndükten sonra, 1972 ilkbahannda yıllık iznimi 1stanbul'da, Acıbademde geçirdim. Kadıköyünün tskele önündeki meydanın­ da Acıbadem dolmuşları ile Maltepe dolmuşları aynı sırada bu­ lunuyordu. Otomobil değil de, minibüs şeklinde olan Maltepe dol­ muşlarınm önünden geçtikçe içimden : "Demek Atsız bunlarla gidip geliyor" diye düşünüyordum. Atsız'm evinin her zaman ziyaretçi ile dolup taştığını duymuştum. Boş ve programsız oldu­ ğum bir gün, Maltepe dolmuşunun önünden geçerken "Haydi, ben de ziyarçtinde bulunayım" diye ani bir kararla rnünibüse atladım. Bütün ömrüm boyunca erkekler arasında erkek

çalışmış

gibi

bir insan olmasa idim, bu 8.ni kararım acaip ve yersiz

görülebilirdi. Fakat kafaca anlaştığım bir başka insanı ziya.ret etmek altmışına yaklaşan benim için en tabii bir şeydi.

Maltepeye varınca, Feyzullah Caddesini sora sora buldum. Caddenin 9 numaralı evi iki katlı, köhne, kararmış ,ahşap bir

221


evdi. Zile bastını. Kapıyı Atsız açtı ve beni görünce o kadar şa­ şırdı ki, yüzüme bakakaldı. "Buyurun" bile demiyordu. - Sizi rahatsız etmezsem, biraz ziyaretinizde bulunmak is­ tiyorum, dedim. - Buyurun ,buyurun, kusura bakmayın, diye bu defa mem­ nun bir yüzle beni içeri aldı.

Ve yarım saat oradan oraya koştu durdu. Evvela çok karı­

şık olan odayı toplar gibi yaptı, amma bir bakıma büsbütün ka­ rıştırdı. Sonra yukarı kata çıktı, üstünü değişip geldi. Bir iki dakika yanımda oturduktan sonra yine kalktı, bir perdenin ar­ kasında beş on dakika kaybolup, mutfak olarak kuDandığı anla­ şılan köşede kahve pişirip getirdi. Aslında bu �min kat eski ahşap binalara mahsus bir sofadan başka bir şey değildi. Tahta bölmelerle, perdelerle bir kaç kısma ayrılmıştı. Kahveyi ikram ederken, etrafa aciz halde bakıp: - Kusura bakmayın, dedi. Ben de : - Asıl siz benim kusuruma bakmayın. Habersiz gelerek sizi rahatJ•ız etmiş oldum, dedim. Kapıyı açtığı zaman pejmürde kılıkta ve saçı başı dağınık olan Büyük Türkçü, şimdi tertemiz giyinmiş halde idi ve saç­ ları çok düzgün bir şekilde taranmıştı. Artık şaşkınlığı geçmiş gibi idi ve yüzünde memnuniyet ifadesi vardı. Benim durumum­ la ilgilendi. ltalyadan ne zaman döndüğümü, Dışişlerinin han­ gi bölümünde görevlendirildiğimi sordu. Sonra, Türkiye ahva­ line geçtik. 12 Mart, Nihat Erim, Ecevit... derken · ötüken'deki bazı yazılarından dolayı kendisi aleyhine açılmış kanıu davasını anlatmağa başladı. Acı acı gülerek şöyle dedi : - Beyaza beyaz, siyaha siyah d'ediğim için hapse girece­ ğim. Türkiyeyi bölmek isteyenler bölücü değil de. "bölmek is­ tiyorlar" dediğim için ben bölücüyüm... Mantığa bakın !

222


Ve karam.sar bir tonla devam etti : - Zararı yok. Zaten hayattan bir şey beklemiyorum ar­ tık. Ölüm saati de çalmak üzere. Ha içeride ölmüşüz ha dışa­

rıda. . . - Niçin böyle söylüyorsunuz ?

- Çünkü bu mücadeleli hayat sıhhat diye bir. şey bırakmadı. Kalp istifasını vermek üzere... Zaten anam babam bu yaşlarda ölmü.şler. Benim teselli ga�tiyle söylediğim sözler Birden canlı bir sesle :

hoşuna gitti.

- Beni burada çok iptidai şartlar içinde gördünüz. Fakat yakında medeni bir yere taşınacağım. Kaloriferli, konforlu bir dair�... Ümid ediyorum ki, orada biraz rahata kavuşunım . Ben taşındıktan sonra orayı da görmenizi, oraya da şeref vermeni­ zi çok isterim. MiJsaade rica edip kalkacağım zaman "Bir dakika" dedi ve

gitti, günün diline çevirdiği Evliya

He "Arslan

Çelebi Seyahatnamesi

Yabgu'nun oğlunun adı" adlı monografisini getirdi.

tşte bunlardan birinin üzerine yazılı ithafın altındaki tarihten anlıyorum ki, o gün '4 Mayıs 1972 imiş... Bir hafta kadar sonra, 1stanbul'daki adresime "Ziyaretiniz

bir sürpriz ve bir bahtiyarlık oldu. .. " diye başlayan bir m�l(.tup aldım.

... Hüseyin Nihal Atsız bölücüye bölücü dediği içir1

_ _

lının sonunda tutuklandı. Bana hapishaneden yazdığı 8

(3 yı­

Ocak

1974 tarlhli mek'tubu şöyle başlıyor :

223


"Yılın ilk gününde yazdığınız mektup Toptaşına gittikten sonra, dönüp şimdi bulunduğum Batyrampaşa (Sağmalcılar) ce­ zaevinde beni buldıu..•" Bir müddet sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Atsız'ı affetmek büyüklüğünü gösterdi. Atatürk tarafından verilen soyadında hem "Türk", hem "korumak" kelimeleri bulunan bu iyi kalpli ve iyi niyetli Devlet Başkanı, bazı demeçleri ile belki istemeyerek kırdığı milliyetçilerin böylece gönlünü aldı. 1974 yılının yazında, lstanbul'a gittiğimde, bir iki defa telefonlaştık. Yeni evine tqınmıştı. Bir konuşmaİillZda, eski davetini hatırlayarak : "Rahatsız edebilirmiyim ?" dedim. Cevabı şöyle oldu :

- Bjra.z daha yerleşeyim de ondan sonra rica edeyim. Evi bu haliyle size göstermek istemiyorum. Telefonlaşmalarımızdan birinde, Atsız'ın gençliğinde o ka­ dar etkisi altında kalarak hatalar yaptığı profesörün Hitırala nndan söz açıldı Dedi ki : .

- O Hatıraları okuduktan sonra büyük hayal kırıklığına uğradım. Meğer ilıni hayata başlamadan önce, politik hayatı sırasında, Türk birliği bakımından ne kadar zararlı faaliyet­ lerde bulunmuş.

Profesörü savunmak bana düştü. Dedim ki : - Evet, Türk Birliği kavramına gerçi kırkından sonra kavuşmuştur. Genç yaşında kabilecilik, bölgecilik yapmıştır. Fakat bunları gençlik hatası diye kabul etmelisiniz. Bilgin ola­ rak Türk Tarihine hizmetleri büyüktür. Benim elimde yetki ol­ duğu sıralarda, milletlerarası Kongrelere tercihen hep onu gön­ derirdim. Bunu kızı bilir... 1975 yılında Atsız'la mektuplaşmamız daha hızlı bir tem­

po

kazandı.

tir. 224

Otuz kadar rnektubu.n,dan onikisi 1975 yılına ait­


Taşındığı

Bostancıdaki

ev

Atsız'ın başına

bela

olmuştu.

Dertler, problemler arasında bu.n,alırken, yalnız yapyalllli:dı. Bir kaç yıl önce kendis:ini terkedip Alman.yaya yerleşen Hanımın­ dan boşanması o yıl içinde sonuçlanmıştı Oğullarından da ve­ fa ve bağWık görmüyordu. Esasen biri babrusınınkine zıt i�­ lojilere sapmıştı, öreki ise Türk olmayan bir kızla evlenmek is­ tediğini bHdirerek babasım üzmekte idi. .

Türklük Ulküsü uğruna ömrü boyun c a çile çekmiş olan Nihal Atsız'ın son aylanın, son günlerini ne türlü problemler ve sıkıntılar içinde geçirdiğini ve Türk Tarihini bitirmek için nasıl çırpındığını göstermek için mektuplarından parçalar ve­

r eceğim :

14

Ocak 1975 :

" ... Yorgunum. Cevaplarım ve her iş�m bu yüzden geciki­ yor. Nihayet muayene1ıumsind6 aletleri ve küçük bir laboratıı­ arıı bulunan

bir doktora gidebildim ve sevimsiz haberler al.ar<ik

çıktım. Kalp arızalı, öteki arızal.ar da caba ... Maltepe'ye gelişi­ n-izden sonra yazdığınız bir mektııpta, en aşağı yirmi yıl da1w

yaşayacağım hakkındaki dostane sözleriniz ve tesellileriniz ger­ çelde!jemeyecek. Abdülhak Hcim·id',;n dediği gibi benim için de artık : Tat yok gecesinde, gündüzünde. Ben neyleyim "bu yer yüzünde ? Bunun için esef etmiyorum, amma Türk Tarihini bitirmeden gi­

dersem cidden yazılc olacak.•. " 20 Şubat 1975 : " ... Dediğiniz doğru : Artık elimae ne varsa, onları doğru yanlış bastırmalıyım...

Türkçü

'

bakışkı · Türk Tarihini bitirme-

225


den bitmem eliyim . . . Yeni evimin bir dolabından müsveddeleri bulup çıka rd ım .

1942

de b aşlamış ve üç defa yazmı.,ım. Biri mu­

fassal, biri or ta, biri muhta,sar. Şimdi mufassalını ele alarak

düzeltmeğe başladım .•. " 2

Mart 1975 :

" .•. Vefalı dost mektubunuz bu kalabalığın içindeki yalnız­ l1.lcta bir deste teselli oldu, Hiç bir şeyi yokken, bir kaç saat için­

de göçen

Nejdet Sancar'ın kaybı beni cidden sarstı... Türkçülük

cephesinde

doldurulmaz

gedik açıldı. . •"

26 Mart 1975 : " ...Başka bir rahatsızlık -için doktora gittiğim zmnan, tan ­ siyonumu ölçen hekim hanım ddeta korku lu bir sesle : "Tansi­ yonunuz

23"

deyince, bir şey anlamamış, ne olur gibi yüzüne

bakmı.,tım. Fakat.•."

12 Mayıs 1975 : " ... Ben kuvvetim nisbetinde Türk Tarihi üzerinde çalışıyo­

rum. Eksiğine, gedi.ğine bakmadan bitirmeğe uğraşıym-um. Bu­ nun milli bir hizmet olacağına inanıyorum ... "

26 Haziran 1975 : " ... Talebe hareketleri

Komünist hazırlan11ıasıdır. Fakat

lmnların ka.rşısında henüz su.san bir yığın var... "

7 Ağustos 1975 : " ... Benim için moral düzeltici sebepler doğmuyor. En 'baş­

ta oturduğum apartımanın gaileleri... son müjdeli haber elek­ tr-•k ve suyun kesileceği haberi oldu. Sebep bazı ailelerin alım vergi.sini ham yatırmamış olmaları. Onlara göre elektrik veıJ a suyun kesilip kesilmemesinin

22fj

farkt yok ki. .."


9 .Eylül 1975 : "...Su ve elektriğimizi kesmeğe kaltılar. Jstanbul'un diğer bazı bölgelerinde böyle bir durum karşısında yaln'IZ vergi ver­ meyenlerin elektrik ve suyu kesildiği, doğrusu da bu okluğu hakle, bizde bu usulün tatbikine yanaşmadılar. Belki iki hafta­ d·ır bu işle uğraşıyoruz. Zavallı Reşide Sancar bu haliyle yo­ rulup bitkin bir hale gelinceye kadar resmi dairelerde uğraşıyor. bazı dostlarımız da bize yardım ediyor. Bana da bu hengamede telefon santral memıurıı vazifesi kalıy0r. Telefonum okluğu için telefonla yapılacak işler bana düşüyor ve bazen uzun süre ge· lccek bir cevabı telefon başında nöbetçi gibi bekliyorum. Hele suyun kesilmesindeki faciaya kimsenin aUlırdığı yok Artık 71 yaşında ve kitap yazmanın huzurunu ararken, bunlar ağır qe­ liyor..•" •..

28 Ekim 1975 :

" ... Benim odamda termometre 16 dereceyi gösteriyor. Fa­ kat ben iyice giyimli olduğum halde üşüyorum. Semtin bütün

apartımanlarında kaloriferler yandığı halde, yok. Düzensizlik devam ediyor..."

bizimkinde ses

27 Kasım 1975 : "...Ciddi meşgalesi olan insanların hastalıklarla uğraşma­

sı çok tatsız . . . Bu arada ben de sıkıntılı bir sekiz gün geçirdim . Bir doktaı- bende kanserden şüphelenerek, derhal profesörlere başvurmamı tavsiye etti. ilk hamlede "Yazık, Türk Tarihi bit­ meyecek, torunuma(') doyamayacağım" diye düşündüm. Sekiz

gün profesörlere taşınmak, çeşitli muayenelerden geçmek

su­

retiyle, böyle bir şey olmadığı anlaşıldı..." (1) Torunum dediği, evlat edln.ınJş

olduğu beş yaşındaki

bir ı;ocuktu.

227


. . . Anlaşıldı amma, sek.iz gün süren endişelere, muay�nele­ re, bir kaç vasıta değiştirip Bostancıdan Profesörlere gidip gel­ melere, bütün bu yorgunluklara Atsız'ın yıpranmış zayıf kalbi dayanamadı. Bana son mektubunu yazdıktan on dört gün son­ ra, ben cı=>vap yazmağa hazırlandığım sırada... Atsız artık yok­ tu.

Vefatını öğrendiğimin ertesi günü Ankara'dan Bostancı'­ ya telefon ettim. Oğlu Buğra çıktı. tki gün sonra ann:esinin Al· manya'dan geleceğini söyledi. tki gün sonra tekrar telefon ettiın ve Bedriye Hanımla konuştum. Türk Tarihinin bulunup bu­ lunmadığını sordum. - Böyle bir şey elimize gilçmedi, dedi. Ayrıca, mektuplarım bulunursa, bana gönderilmesini rica ederek, adresimi verdim. Onlar da gelmedi. Türk Tarihinin yok olduğuna inanamıyordum. Çünkü bir değil, üç ayrı Türk tarihi olduğunu biliyordum. Şair, romancı, düşünür, ülkücü Atsız bütün eserlerinden çok bu eseri ne değer vermiyor mu idi ?

Şimdi. artık aradan yıllar geçti. Türk Tarihi bulunmuş olsa tarafından bastınlmış olurdu. Kayb8luşundaki esrar ne zaman çözülecek ? Bu fel ake t niteli­ ği taşıyan bir kayıptır.

idi, şüphesiz Atsız'ın dostları

Ancak düşünüyorum ki, Nihal Atsız Türk Tarihini yaz­ maktan daha önemli bir şey yapmış, Türkİük uğrunda yaşadığı

çileli hayatı ve Türk düşmanlarına karşı mücadelesi ile Türk Tarihine koskoca bir yeni fasıl eklemiş ve bir Türkçülük sembo­ lü, Türkçülük heykeli halinde, gerçek ve üstün milliyetçi insan tipini geLcek n::sillere sunmuştur. Yazdığı şu son şürinde o kendi kendini çok güzel vasıflandırmaktadır . :

228


SONA DOORU Bi"lsin cihan ki ben bu ciluinın

nesindeyim :

Bir ülkünün 1!'-ehdbetinin zirvesindeyim. Dünya denen mezellete dalsın her Ben

isteyen;

ırkımın şeref taşan efsanesindeyim

Herkes bir özleyişle yaşar

...

Ben de

öylece

Altayların, ve Tanrıdağ'ın çevresindeyim. Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara Son menzilin hüzün dolu kaşdnesindeyim. Artık veda zamanına pek fazU:ı kalmadı; Yorgun ve kimsesiz,

ölümün bahçesindeyim .

229



xx

HALÄ°DE NUSRET ZORLUTUNA

231



Halide Nusret 1979 yılında, Halide Nusret Hanımın Çankayadak.i evine yaptığım ziyaretlerden birinde, şiirden söz açılınca, ben onun şiirlerine olan hayranlığımı belirtmekten, onun şairliğini öv­ mekten kendimi alamadım. Bunun üzerine Halide Hanım ora­ da bulunan bir başka misafirine dönüp dedi ki :

- Zannedersem, benim arkamdan Adile Hanım iyi bir şeyler yazacak. - Yazmasına yazarım amma, ne dem.ek benim arkamdan ? <liye itiraz ettim. Belki de ben sizden evvel giderim... 233


Buna söylenecek bir şey olmadığı için, Halide "Yok canım." demesine

Sonra ben :

rağmen,

Hanımın

uzunca bir susma anı oldu.

- Sahi, dedim, insan dostlarının kendi hakkındaki en gü­

zel düşülJcelerini öğrenmeden gidiyor. . . Nedense hayatta iken söylenmiyor,

yazıiı:rııyor

bunlar . . .

Ve açıkladığım gerçeğin, daha doğrusu esefin mantıki so­ nucu olan şu sözler dudaklarımdan döküldü

:

- İsterseniz sizin için bir istisna yapalım, Halide Hanım .

Sizin veya benim daha önce gitmemizi beklemeyelim de, ben

sizin hakkınızda düşündüklerimi ve duyduklarımı ebediyet çevesi içinde anlatayım.

çer­

Tatlı bir gülümseme büyük kadının yüzünü aydınlattı. Fa,

kat sadece "Öyle mi ?" dedi.

Bir müddet sonra "Hisar" dergisinde aşağıdaki yazıyı ya­ yınladım :

"Halide Nusret Zorlutuna'yı tanıdığımda bu ünlü şairimiz gençlik yıllarını geride bırakmış bulunuyordu. Altmışına

ya­

kın olsa gerekti. Kendisini hayatının ilk baharında tanımış olan­ lar o yıllarda gözlerinden fışkıran zeka, yüzüne vuran şahsi ·

yeti ve sanatçı mizacından gelen zarafeti ile dikkati çeken,

beğe­

nilen, hoş bir hanım olmuş olduğunu söylerler. Vala Nureddin gibi niceleri

19

yaşında şöhretin basamaklarını

tırmanmağa

başlayan bu genç hanımın cazibesine kapılmışlardır. Bugün Çankayadaki evinin salonunda, Paşa kocasının ya­ nında, kendi gençlik resmi asılı :

Oval

bir yüz, düzgün

run, ifadeli bir ağız, kocaman, canlı gözler. . .

234

b ir bu­


Halide Nusretle nasıl w nerede tanıştım ? Bunun ayrıntıla­ rına girecek olsam, siyasi tarihimizin bir faslını oluşturacak gerekir. Şu kadarım söyleyim ki, uzun sahifeler doldurmam bu tanışma Z1 Mayıs İhtilalinden bir yıl kadar önce, Meclis Başkanlığı. köşkünde, yani o dönemde Meclis Başkanı olan Re­ fik Koraltan'ın oturduğu köşkte, yüze yakın tanınmış ve sivril­ miş hanımı politik amaçlarla bir araya getiren ve "Anneler Bir­ liği." adlı derneğin kurulması ile sonuçlanan toplantıda oldu. Bu toplantı �onuna doğru politik ol.maktan çıkıp edebi bir niteli� büründü ve kurulan yeni derneğin başına oybirliği ile seçilen Halide Hanım için bir çeşit ön jübile oldu ( 1 ) . Şiirleri okundu. Uzun uzun alkışlandı. Kendisiyle tanışmak için kuyruğa girildi. Kuyruğa girenlerden biri de benim. Parlamentomuz içinde ve Üniversitelerimizde olduğu gibi, dernek hayatımızda da entrika boldur. "Anneler Birliği" için bir milletlerarası dernekten temsilcilik almakla görevlendirile­ rek Viyanaya gönderilmem münasebetiyle, Halide Hanımın yar­ dımcıları olan iki hanım, onu benim aleyhime çevirmeğe çalış­ tılar. O sıralardaki karşılaşmalarımızda, daha sonra.ki büyük dostum "Acaba dedikleri doğru mu ? Başkanlığı elimden alma­ ğa mı uğraşıyor ?" gibilerden beni derin bakışlarla süzerdi. Bir müddet �onra değişti, bana yakınlık ve sevgi gösterıneğe baş­ ladı. Zannedersem bunda müşterek dostwnuz Şükufe Nihal 'in büyük rolü olmuştur. Ben 1959 yılının sonuna doğru bir dış gö­ reve tayin olunca, Halide Nusret Hanıma vedaa gittim. Otur­ duğu sokağa, kendisinden dolayı "Şairler sokağı" adı verilmiş­ ti. Emine Işınsu 15 yaşında bir liseli kızdı. Annesinin israrı üz.e­ rine bize kendi yazdığı bir şiiri okudu. ... Dış görevden dönüp de Ankarada kaldığım 1963-1967 a­ rasında.ki yıllarda o kadar meşguldüm ki, görüşme hayatına ( ı ) Halide Nusret Hanımın asıl jübilesi 1976 yılında 75 yaşını ması münasebetiyle yapılmıştır.

doldur­ 235


vakit ayıramıyordum. Halide Hanımla da pek sık görüşemedik. Fakat

1971

de, dışarıdaki son görevimden döndükten hemen

ç:onra, onun ziyaretine gittim. O zaman keşfettik ki, yalnız sa­ nat ve edebiyat alanında değil,

milli

duygular,

milli endişe

umutlar alanında da, aramızda büyük benzerlik ve mış. Böylece büyük dostluk başladı. benim

yakınlık

ve

var­

ona ziyaretlerim,

onun beni sık sık telefonda araması, saatlerce süren telefon. kcr nuşmalamnız ... Bu uzun konuşmalarımızdan

birinin

90nunda

sevgili Halide Hanrma şöyle demişimdir : "Sizinle bir müddet konuştuktan sonra, başka insanlar sanki cüceleşiyor''.

Halide Nusret Zorlutuna'nın sayısız romanları

(1921 ) , Sisli Geceler ( 1922) , Gül'ün Beyaz Selvi ( 1945) , Aşk ve Zafer ( 1964) , Aydınlık Kapı ( 1974) . Bunlar mensur şür Küller

vardır

babası kim? Büyükanne

:

(1933) ,

(1971) ,

parçalan ile süslen­

miş birer hikayedir. Şair mizacı ile doğmuş olanlar kendi iç dünyalarının dışına kolay k ol ay çıkamıyor, kişisel h.8.bralann etkisinden ve hükmünden kurtulamıyorlar. Onun için bu türlü yazarların roman alanındaki başarısı sınırlı olmaktadır. Hali­ de Nusret her şeyden evvel bir şairdir. Halide Hanım Habralarıru da yayınlamıştır. "Bir

devrin

Romanı" adı ile yayınlanan bu Hatıraları okuduktan ve pek in­ ce bir maske ile romanlarında da boy gösteren bazı yaşanın� ola.ylan gerçek yüzleri ile seçip tanıdıktan sonra, ünlü şairimi­ zin hayat hikayesinin şemasını çizmek

kolaylaşmaktadır. Bu ,

coşkun akışına rağmen, dibini gösterecek kadar temiz ve ber­

rak sular sürükleyen bir

çay,

bir ırmak gibi akmış bir hayattır .

. .. Onyedi yaşının baharında, o y�taki bir genç kızın hayal edebileceği en güzıel aşk mektuplarını aldığı için, o mektupların sahibine gönllinü kaptıran genç

kızın sonsuz mutlulukla geçir­

diği günler, haftalar . . . Bu karşılıklı duyguyu önce nişan yapıl-

236


masına

razı olacak kadar anlayışla karşılayan annenin, daha

sonra bu işten cayıp nişanı bozması ve kıznun ruhunda ebediyen

silinmeyecek izler bırakan bir fırtınanın koptuğunu anlamama­ sı . ..özel, fakat esaslı tahsil görmüş, arapça ve farsça şiirleri aslından okuyabilen genç kızın ıztırabını mısralara dökmesi ne­ ticesinde, hiç beklemediği bir edebi şöhrete kavuşması... Bir

çok evlenme teklifi almasına rağmen, 25 yaşına kadar evlenme­ yen ve bu arada teklifini yeteri derecede romantik üslllpla yap­ madığı için, bir Milli Eğitim Bakanı nı da reddeden genç şair ha­

nımın akrabası aracılığı ile tanışbğı, yani hiç tanımadığı, şiirle,

sanatla ilgisi olmayan, çok sert hayat prensiplerine sahip, fa­ kat dürüst, mert, vatanse�r b ir subayl a ilk karşılaşmada ev­ lenmeğe karar verivermesi ve daha sonra fedekarlık, vazife, feragat dolu bir eş ve bi r öğretmen hayatı. . . Bu hayalın ufku­ nu aydınlatan annelik mutluluğu, bu mutluluğun güneşi. .. biı

de, öğretmenlik mesleğinin doğurdugu fırs atl arl a zaman zaman

çakan, itirafın sınırına varmayan veya karşı tarafın sözlerini

dinlemekten ibaret kalan ve her dürüst kadında olduğu gibi, eşe

sadakat, şeref, fazilet duygulanyle basbrılan, fakat masumlu­ ğu nisbetinde derine işleyen, iz bı rak an , yakan ruh kıvılcımla ­ rı. . .

Halide Nusret ilk edebi şöhretini 1919 da yazdığı "Git Ba­

har" şiirine :borçludur :

"...Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, "Bahar, bakışların yine pek sarhoş. "Yanılıp gönlüme misafir inme, "Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, "Mabettir orası, meyhane değil..." Ayni yıl yazılan ve denize hitap niteliğinde olan "Geleyim

mi ?" şi ir i kendi şiirlerinden başkasını kolay kolay beğenmeyen Yahya Kemal'i bile hayran bırakmış, intihar arzularının bek­ lenmedik bir ifadesidir :

237


" ... Sessiz tesellilerin

kadar ruha yakın! "Ne olur, sen beni sev! Senin temiz suların "Bu ümitsiz kalbime bir parça neş'e versin! "Yahut bir akşam üstü atılayım koynuna "Ve hiç ayrilmayalım ... Razı mısın sen buna'? "Ne dersin mavi deniz ? Geleyim mi, ne dersin ?" Halide

Nusret'in

ne

1930 da yayınlanmış

"Geceden

dertler" adlı ilk şiir kitabında sadece ümitsizlik şii rleri

taşan

değil,

Fransız Parnasyenlerinki gibi plastik güzelliği yansıtan nefis parçalar da var

:

" ...Bir gümüş ayrıa gibi, parlayıp yanarken su, "Hatice, lbrahimin sarışın yavuklusu "Derenin kenarında saçlarını tarıyar..." (Adak

-

2, 1920)

1930 da yayınlanan "Mucize" başlıklı şiir anne olma mutlu­ luğunu ilk defa tadan bütün kadınlara tercüman olmuş ve ola­ cak, dua şeklinde ölmez bir şiirdir :

"Yüzü gülden pembe, güneşten ıxı-rlak, "Gözlerinin nuru sendendir mutlak! "Onun çehresinde sana tapınmak "Eğer bir günahsa, affet sen Tanrım! "Gönlüme taktın da neşeden karıı:ıt, "Gözlerime doldu göklerin kat kat.. . "Her eserin güzel ve yüksek fakat "Bu çoouk en büyük mucizen., Tanrım!" Görüldüğü gibi, Halide Nusret Zorlutuna'nm şür v.e naz­ mının vasfı,

uzun

uğraşmaları ve teknik çabalan hissettirme­

yen rahatlık, kolaylık, tabiiliktir.

1943

de yayınlanan "Yayla Tilrküsü"

ve

1950

de �ıkan

"Yurdumun Dört Bucağı" şiir kitaplarında, şair memleketimi-

238


zin bi n bir güzelliklerini anlatmış ve milli duygularını ifade ii!t­ miştir. 1967 de basılan "Ellerim bomboş" ise, Halide Nusret'in daha önceki şiirlerini içine almak.tadır.

1942 de yazılan "Hatıran" adlı şür

dilimizdeki

ve belki

ı.lünya edebiyatındaki en güzel hatıra ve aşk şüridir.

Bu şiir

romantik görünüşü altında nice ruhların hikayesini özetleyen, psikoloji kurallarına. ve hayat gerçeğine uygun bir şiirdir :

"Gözlerime her zaman seven gözlerle bakar, "ômrün karanlığında parlak bir iz hdtıran. �•Yaralanmış kalbime şifa olur da akar "Dag'lardaki pınarlar kadar temiz hô..tıran. .. Gönlümün billurundan siler her türlü isi, "Dağıtır göklerimi saran bulutu, sisi. "Ziyan olmuş ömrümün en güzel tesellisi u11atıran, aziz dostum, senin aziz hdtıranr' Faks t Halide Nusret'in, bu engin ruhlu kadının zaman

zaman

sanatını

baş döndürücü doruklara yükselten şiirleri, onun

mistik ve metafizik şiirleridir : Bir Kuş Uçtu

Sulardan, Yakarı,

Benim İçin, Arz-ıhal, Yunus'un .Türbesinde, Çağır Beni tş.ıklara, Aman Efendim, Gönül , Gene O Daima O, Mevlana , Sana Geldim Yunus'um, Erişebilsem Sana. ..

"...inanmış, inanmaktan sarhoş olmuş bir ruhla "Tanrıyı göklerinde görüyordum vu.zuhla... " ...

Rab bim, bu an uğru.na kül e4erim varımı,

"Yükselterek katına yarımı dudaklarımı "Bir damla rahmetini emebilirsem eğer. "Ayağımın altından çeki'lse. çökse bu yer, .,Nurunla aydınlanan boşluklarda ben yine, "Uyarak tabiatin ezeli ahengine, "Dönsem, çırpınsam, yansam, adım ana MZa "Veı böyle yaruı yana erişebiJaem, sam!" .•

239


Bu mısraları yazan şair sadece bir ince şair değil, büyük

şairdir, Türk Fıdebiyatımn, Türk şiirinin zirve adlarından bi­ ridir."

... 1901 de doğmuş olan Halide Nusret bugün, (yani 1981 de) vücutça çökmüş bir haldedir. Oval yüzü büsbütün uzamış, ya­ nakları balmumu

renginde . . .

Sırtı hafifçe kamburlaşmış. . .

Di­

limizde "Bir deri, bir kemik" deyimi vardır. lşte o odur sekse­

ninde ... Mecazi anlamda değil, harfi anlamda. . . O ince, o

titrek

maddi kabuk kırılıverecek diye her an korku duyuyor etrafın­ dakiler. Fakat o maddi kabuğun içinde gepgenç, tap taze, dip­

dfri bir ruh yaşıyor. Bir kere tabiatın harikası denebilecek bir

hafıza. İstediğiniz şairin istediğiniz şiirini ısmarlayabilirsiniz.

Hepsi ezberinde. Politik olaylan gazetelerden günü gününe dik­

kat ve ilgi ile takip etmekte... Düşünce yıpranmamış, kireçlenmemiş bir fikir

ve muhakamesinde hiç çevikliği var. Bu ruh­

laşmış ,manalaşmış insanla konuştuğunuz zaman, yaş kavramı

tamamen silinmekte... Esasen, ellerindeki mafsal romatizması dışında ciddi bir rahatsızlığı da yok. Fakat devamlı olarak hal­ sizlikten şikayet etmekte ? İstiyor ki otuzunda, kırkında olduğu gibi güçlü ve enerjik olsun, bir şeyler yapsın. Çünkü fikri, ru­ hi

enerjisi yerinde. Yalnız fiziki bünye vefasızlık ediyor.

Zeka­

sının mizahtan, espriden asla sıyın1mamış olduğuna bir misal

v�reyim : Halsizlikten şikayet ettiği bir gün kendisine şunu anlat­

�tmı : Babam seksenine yaklaştığı sırada bir

gün Dr. Ekrem

Şerif'e "Şu halsizlik olmasa başka şikayetim yok" demişti. Dok­ tor da şu cevabı

vermişti : Beyefendi, halsizlik yaşlılığın vas­

fı mümeyyizidir" . Halide Hanım bunu dinledikten s.onra düşün­

ceye dald•.. Bir iki gün sonraki telefon edişinde diye sordum.

240

"Nasılsınız ? "


-Pek iyi değilim. - Neyiniz var ? - Vasfı mümeyyiz var, vasfı mümeyyiz ... . . .Be n 1980 de Istanbula taşındıktan sonra da, telefonlaşma­ ğa devam ettik. Her arayışımda yanında sadık bakıcı..:;1.ndan başka ya oğlu, ya kızı, ya da torunu bulunuyor, onlar telefonu açıyordu. Veya ziyaretçiler Ne mutlu Halide Hanıma ! llgi, ...

sevgi, hürmet içinde, hayranlarla çevrili olarak, başan ve za­ fer hatıralarını anarak ve şöhretin tacını taşıyarak

geçiriren

güzel bir ya.şhlık...

241



EK : U ç EDEBİ GÖRÜŞME



Halide Edip ile Görüşme Profesör Halide Edip Adıvar'ı Fındıklıdaki Edebiyat Fa­ kültesinin İngiliz Edebiyatı öğretim üyelerine mahsus denize ba­ kan odalarından birinde buldum.

Eski Boğaziçi yalılarının hh­ va.sıru muhafaza etmiş olan bu binanın yerlere kadar inen ve den.izin parıltılannı içeriye aksettiren pecerelerinden

her biri

birer tab1o kadar güzel manzaralara çerçeve vazifesi görür. - Hanımefendi, sizi bir az rahatsız edeceğim. Romanlan­ nızın bir mukayeseli etüdünü yapmak niyetindeyim.

Bazı roman

..

lannızı, mesel.8. 'Seviye Talib"i, "Handan"ı, "Zeyno'nun oğlu"

nu kaç yaşında yazdığınızı sormak istiyordum.

245


Gülümseyerek dedi ki :

- Bu beş para etmez şeylerle ne diye uğraşıyorswıuz ! - Ne gibi efendim ? - Ben eski romanlarıma hiç kıymet vermem. - Biz veriyoruz amma, edebiyat tarihimiz

bunlarla if-

1 ihar eder.

Bana yer göstererek - Hepsi .gençlik tecrübeleridir. Bugünkü telakkime gör� banlar hakiki roma.o değildir. - Aman efend4Jı

,

bu romanlarınız hala ,sevilerek okun­

maktadır.

- .... Zaten genç bir insan şi.ir olabilir, romancı olamaz.

Romancı

olmak

için en a.5ağı elli yaşında

olma k Iazım.

Bunu kanaat dolu ve. çok kat'i sesle söylüyordu. Hemen he­ men kırk seneden

beri

taşıyan bu

başında şöhretin halesini

yüksek kııdının her halinde ve her sözünde kuvvetli bir şahsiyet tecelli etmekte. Edebiyat

tarihimizin

malı

olan bu yfu.e

·

dikkatlice ba­

kıyorum : Beyaz saçlarla çerçevelenmiş, hemen hemen buruşuk­

suz bir yüz, arada bir acı bir kıvrımla bükülen, adeta mahzun dudaklar, içinden keskin bir zekanın fışkırdığı çok genç gözler. . . işte

1947

yılındaki Hali� Edip.

- Peki, gençlik romanlarınızda bulduğunuz kusur nedir, H anımefendi ? - Pek t.ek taraflli. oluşluıdır. Zaten genç bir iııSan hayatı

tek mviyeden görür

ve genç bir romancı da

den tasvir eder. - Yani aşk zaviyesinden, öyle mi ?

246

hayatı

tek zaviye­


- Hay:or, yalnız bu da değil Hakiki roman bir tek şahsa nisbeten ya.z.ılmamab. Eserde bir çok unsurların objektif ter­ kibi yapıbnalı. Şahısla.r sadece birer figüran halinde bulunnıah. işt.e böyle bir terkibi genç bir romancı yapamaz. .

- Fakat "Handan", "Kalp ağrısı", Zeyno nun oğlu" gibi romanlardaki duygu kesafetinin, hayat hararetinin yerini tuta­ bilecek unsur varını ? '

- Evet, bu romanlanm daima büyük rağbet gördü. Kim­ l>ilir, okuyucuyu okşayan bir tarafı mı var? Ilöyle anlaşılmaz şeyler vardır. Meseia, "La Dame aux Caınelias" diye bir şey tutturmuşlar. Bir şaheser diye karşımıza çıkarıyorlar. On asır g�se kurtulamayacağız. Halbuki ne var bu kitaıpta? Hiç bir şey.

- Acaba ? Gö� meselesi. - Ben son romanlarıma daha çok kıymet veririm. En çok Panayır"ı okudunuz

beğendiğim ele, rwn romanımdır. "Sonsuz mu?

- Tabii okudum efendim. ,

- Roman.

lıakkıııda.ki şimdiki görüşüme en uygun eserim

buclur.

- ıÇok kıymetli içtimai mü.şahedeleriniz var. Fakat ben "Sinekli BakkaJ"ı da "Sonsuz Panayır"dan aşağı saymıyorum. - Evet, "Stnckli Bakkal" bütün dünyada hiırikutade su­ tutundu. Meseli Hollanda.da tercümesi çıktı� zaman sene­ niıı en çok satılan romanı obnuştur.

rett�

- Hangi lisanlara tercüme edildi, efendim ? -

- Evve.13. Norveç lisanına, daha sonra Hollam1a lisanına tercüme edildi. Ondan sonra türkçesi çıktı. Fransızca tercüme­ sinde bir hususiyet vardır. Tercümeyi yapmış olan Ma.danle Oorbitı'in koca<;;ı araJ.>Ça ve Arap edebiyatı mütehassisidir ve mis-

247


tik bir insandır. Karısına tercümesinde yardım e�tir ve romanda mistik bir tip olan Vehbi. Dedeyi muhakkak ki benden da.ya iyi anlamıştır. Romanın fnnsızcasmdaki Vehbi Dede tii:rk('esindekinden daha kuvvetli, daha ki.mil bir simadır. Ben katiyen mistik bir insan değilim •

- Sinekli Bakkal daha başka hangi lisanlara çevirildi ?

- Portekiz ve isyanyol lisanlanna ayni zamanda çevirilmedrte idi. Şimdi çı� obt<>ak. Son olarak da, isveç lisanına U-,rcüme edildi. - Ga.rbda Şarka karşı ve bilhassa

eski

Şarka karşı büyük

bir ala.k.3. ve incizap var. Hıer halde "Sinekli Bakkal" bu alaka ve tecessüsü büyük nisbette tatmin etti

- li'a.kat ben Sinekli Bakkal'ı onlara diy<"

Şarkı beğendireyim

yazmadım. - Ben Sinekli Bakkal'ı mazimizi stilize etmiş zengin bir

fresk halinde görüyorum.

- Haklısınız. Sinekli Bakka.l'da Bu

romanı

çocukluğumun

şüphesiz resim unsunı var.

hi.tıralarını

gözümün

önünden

geı_ irerek yazdım. Zaptiye Nazın Selim Paşa tipinde kimseleri babamın niUhitinde pek yakından tanıdım. Sonra, büyükannem Eyüp Türbedarları taıikatine mensuptu ve mevlf'!vi idi. Bu., ka­ dınlar için en der bir şeydir. Vehbi Dede tiplerini bana onun mu­ hiti tanıttı. - Sinekli Bakkal'da yalnız şahıslar değil, kuvvetli hir şekilde tecessüm ediyor

dekorlar da

.

eseri A vrupada ve �ukluğuma ait hitıralara is­ yazdığım için, zaman ve mekan bakımmda.n uzaklık herhalde romuna bir nevi perspektiv vermiştir. - Un

tinaden

Fakat denilebilir ki romanda ayni zamand a musiki de

var. 248


- DoğrtL

Vehbi Dedenin neyi. Peregrini'nin piyanosu ayrı

musiki şekilleri.

- Hayır, demek .istediğim bu değil. Dini itikadın musikisi. İslam dini Peregrini'nin ruhunda yavaş yavaş bir senfoni halin­ de yü kseliyor Bizim romaıılanmızıcla noksan olan bir unsur tefekkür usu.rudur: Din, i mıa.n, hakikat arayışı, fikri maceralar ve facialar. Bu bakımdan Sinekli Bakkal'm edebiyatımızda hu­ susi bir mP.vkii var. Muhakkak ki, ilk felsefi romanımızdır. .

- Belki. Bir az evvel musikiden bahsettiniz. Musiki haya­ tımda mühim yer tuttu. Zaten, insanın hayatında mühim rol oy­ nayan bir 8.mildir. Kendim şimdi bir şey �yonmı, hiç bir mu­ siki aleti kullanmıyorum. Fakat musikinin t.esirine inanıyorum. Evet, çocukluğumuzda öğrettiler, öğrendik , unuttuk. Fakat bü­ yük musiki kabiliyeti olan bir � kişiyi yakından tanıdım. Bu­ n.un

üzerimde şüphesiz tesiri olmuştur.

- "Sinekli Bakkal" ı ilk önce ingilizce olarak

değilm i

yazdınız,

?

- Evet, yazılması en uzun sürmüş olan roma.nımdır.

- Acaba ingilizce yazdığınız' için

mi ?

- Kim bilir? Belki daha geniş bir okuyucu kitlesine hi-

tap ettiği için fazla itina ettim. Zaten ben Sinekli Ba.kka.l'ı iki <�efa yaz•hın. - Nasıl efendim ? - Anlatayım : İlk yazdığım şeklinde roman Ribia'nın ölümü ile, hay1i acıklı surette nilınyetleniyordu. Romanı bastır­ mak için roman neşriyatiyle meşgul olan hangi ti.bi'e müracaat

ettimse, sonunun fazla trajik olduğunu söyleyerek geri �vir­ diler. Tam yirmi üç tabi'den bu şekil de red cevabı aldım. Fa.­ kat

nedense daha evvelki eserlerimi basmış "Ailen and Un­

win" Yayıneviııe müracaat etmemiştim. Çünkü bu Yayınevinin 249


ihtisası ciddi eserler basmaktlı. Roman

tab'ı ile pek

meşgul ol­

muyordu. Bir gün Londrada !benim �lerime bakan bir zat tren­ de Unwin'e t.esadüf ediyor ve konuşoyorJar. Bu dediğim zat ro­ marumdan bahsedince, tabi derhal a.18.kadar otuyor, romanı gör­ mek e.nusunu izhar ediyor. Fakat romanı okuduktan sonra kendisinden şu cevabı alıyoruz : Romanı hemen b�mağa lıa.zır olduğunu, fakat bunu bir şartla yapabileceğini bildiriyor, so­ nunu değiştirmek şartiyle. Bu yirmi dördüncü tii.bi'in ayni şe­ kilde cevabı nihayet bana tesir etti. Daha evvel romanın so­ nunu değiı;tirmeğe hiç yanaşmazken, artık başka bir şekle sok­ mağa. karar verdim. Zaten romanı makinada oğlum yazmıştı. Çünkü o, o sırada Fransa'da bulunuyordu. Son kısmım ya;ı;ar­ k�n, müt.emadi.yen : Anne, buraları çok feci, bana adeta fe;ıahk geliyor, diyordu. Oturdum, altı ayda ikinci kısmını yeniden yaz­ dım ve Itabia'yı dirilttim. - Ve

böylece ''The clown and his daughter" vücude gel-

eli.

-- Evet.

- Sonuna ait eski müsveddeleri muhafaza ettiniz mi ? Edebiyat tarihi ve sanat tarihi için kıymetli bir vesika teşkil edebilir. - Bir yerde olacak.

Arasam bulurum .

- "Seviye Talib" i kaç yaşında yazdınız ? - Ondokuz �mda. Neşri �k sonradır. "Handan"ı yirmi beş y3§mda, "Zeyno'nmı oğlu"no otuz beş yaşında. yazdım. Ben romancıhk hayatımın Ü(' devreye ayrılabileceği kanaatin­ deyim : Seviye TaJ.ib't.en Zeyno'nun oğlu'na, Zeyno'nun oğlun­ dan Tatarcığa ,Tat.arcıkta.n şimdiye kadar. - Yani bu tekamül içinde içtimai unsur gittikçe bir yer kazanıyor. 250

mühim


- Ona bakarsanız Seviye

Tali.p'te

de içtimai unsur var.

Bu sırada Profesör Halide Hanım ayağa kalktı ve avakta konuşmağa devam etti. - Bazıla.n lbenim romanla.nnıda hep ayni tip kadını ya­ şatmış olduğumu yazmışlar ve söylemişlerdir. Bu doğru değil, Zeyno'nun oğlu'ndaki Zeyno ile ilandan birbirlerinden tama · miyle

farklı kadınla.rdrr.

- Sonra mesela, "Ateşten gömlek"teki Ayşe de tam amiy­

le ayrı bir hususiyet taşır.

- Oradaki Ayşe zaten bir figüran kabilindendir. Esas un­ unsurudur. Ayşeye benzer bir hastabakıcr kadın tammıştım. "Ateşten gömlek"te onu tasvir ettim. Bence iki ne­ vi edebiyat vardır : Müşahede ile yazılan, bir de kendisini or­ taya koyarak, Byron gibi, ben şöyle yaıptun, şöyle ettim, diyt• yazılan edebiyat. Benim en eski romanlarım hile müşahede ma.lısolödür. Mll" m,oharebe

- Yani otobiyografik değil. - Hayır. Vaktiyle böyle kadınlar vardı. Ben Handan ti-

pinde

sekiz dokuz kadın tanıdım.

- Btı rom anlar a kendinizden hiç

bir şey katmadınız mı ?

- Tabii insan gayri ihtiyari

kendinden bir şeyler katar. mesele ora.da değildir. Mesele hayatı bir terkip halinde gösterebilmelrte. "Sonsuz Panayır"da bunu yapm ağa çalıştım. Sonsuz Panayır roına.nında tasfu ettiğim şeyler hemen ilk pli.ııda görülen şeylerdir. Bu romanmmda bir "background" yoktur. Ratti., tabiat ta.wiri bile hemen hemen bulamazsıııız.

Fakat

- Sonsuz Panayır'da cidden çok

kuvvetli

realizm var.

Fakat umumiyet itibariyle cemiyetimiz hakkında fazla bedbin

değilınisiniz ?

251


Gülerek dedi ki :

- Asd hakiki düşünceme göre yazmış olsa idim, Romanda çok hafifletme var.

görürdünüz.

o zaman

- :lenginlerimiz arasında, romanınızda olduğu gibi, yük­ sek ücretle hoca tutup çocuklarına din dersi verdirenrer

var­

mıymış ? - Pek çok. Ben böyle beş altı aile bilirlm.

- Sizin

yaşayan tanıdığım bazı hanımlarla Sonsuz Panayır hakkında konuştum. Çok mü ­ balağalı buluyorlar . -

tasvir ettiğiniz

muhitlerde

Tabii öyle bulurlar. Çünkü kendilerinin portrelerini gö­

rüyorlar. Hakikat acıdır. Kimse ka.bul etmek ist.e�. Sonsuz

resmidir. Anlattığını \lakaJann çoğu da olmuş vakalardır. Meseıa o Şaşba.k Paviyo­ nu. Ben oyle yerlere pek ender olarak giderim, sırf etrafıma bakmak i�in. O Şaşbak Paviyonunda geçen şeylere hakikaten � oldum. Maksim Bar mı ne diyorlar, orada. Sonra Spiriti.z­ ma sahnesi aynen böyle geçmiştir. Kendim bulunmadım. Yaşlı bir ahbabım vardır. Yaşlandıkça Spiritizmaya merak sardı. 1-:ı.­ te o anlath. Bu sahne aynen böyle cereyan etmiştir.

Panayır aynen 1945 senesi cemiyetinin

- Demek yeni cemiyetimizi kötü veya gülünç

halinde görüyorsunuz.

insanlar

- Romanımdaki şahısların hepsi kötü değil ki. ile.seli. �aı;;ı rtınaç'ın hile iyi taraflan var. Sonra Ayşe Balkar sonu­ na doğru çok tek8.mül ediyor. Fakat romanımda en beı?endi­ j4irn tip l!ftade Hanım tipidir. Zannediyorum, en muvaffakiyet­ li olara k tasvir ettiğim şahıs da odur. Bu intikal devirlerine mahsus en karakteristik bir tiptir. Kökleri kesilen bazı nehat­ larııı birdenbire nisbetsiz gelişmesi gibi, an'ane köklerindeo mahrmn kalmL<; böyle bazı nesiller, bilhassa orta yaşlıla.r ne!',-

252


li, 1llllllUldığı bir hürriyet \'e serbesti karşısında. aşın bir suret­ te açılıp f;8Çllır. Zaten bugünkü sonradan görmelik bilhassa or­ ta yaşhlarda bariz olarak t.ecelli ediyor... Büyük inki.lipianıan sonra böyle bir köksüzler cemiyetinin teşekkül etmesi KSYet ta­ biidir. Çünkü inkil&pJar ah.li.k ve görgü bakımıuıdan büyük sı­ kıntiıla.r vücu.de getirir. - D2mek eski devri şimdikinden iyi buluyorsunuz

- Vakıa o mme.n da riyakirlık vardı. Fakat Gandi'nin çok beğendiğim bir söm vardır. Der ki : "Riyakirhk fazilete karşı tazim ve hulus ifadesidir". - Yani eski riyakarlık şimdiki varivete müreccahtı.

- Evet, şimdi ahlii.ksızlığı ve kötillüğ:ü büsbütün meydan okur gibi yapıyorlar. - Hazırladığınız bir e.ser varını, Hanunefendi ?

- Edebi eser olarak mı ? Omrüm olursa, Tatarcığın devayumak niyetindeyim. Da.ha doğru.<;u ; orada.ki şahısların <:ocoldarım ve torunlannı yaşataca.ğını. mını

Bu sırada Profesörün doçenti içeri girdi. Halide Edip Ha­ nım

:

- Adile Hanımla bir edebi konuşma

yaptık, dedi.

Ve bana dönerek :

- Fakat hep ben konuştum. Siz bir şey söyJemediniz. - Zaten maksadım sizi dinlemek

fonclim. Çok teşekkür ederim.

ve istifade etmekti, e-·

Profesör ve doçente veda ederek ayrıldım. (Cumhuriyet, 8 Nisan 1947)

253



Yahya Kemal ile Görüşme - N e gibi sualler tespit ettiniz, Adile Hanımefend; • - Öyle tespit edilmiş muayyen suallerim

yoktur,

efel'-

et­ edeceğim. Herhalde size hakkında ne düşünüyorsunuz?" veya "Yeni buluyorsunuz?' gibi sualler soracak değilim . mliyon larca hayranınızı ala.kadar eden ve e ·

dim. Konuşmamızın alacağı şekil ve istkamete göre merak

tiğim bazı

noktaların tenvirini rica

"Existentıalisme şairlerimı.zi nasıl Sizin

binlerce

debiyat

ve

terihimiz için de mtihim olan, başkaları hakkındaki fi­

kirleriniz değil, kendinize, şahsınıza ve

hayatınıza ait

hususlar­

dır. 255


Tatlı ve candan bir gülüsle : - Öyle mi ? Va:rolun Adile Hanımeitı......... dedi. - Sizin şürleriniZde mevzu bakımından hakim olan unsur taraftan milli hatıralar... Zaten bir şiirinizde bunu ifade ediyorsunuz habralardır ; bir taraftan şahsi hatıralar, bir

"Kamildir

o

insan ki yaşar htitıraUırla..."

Bazı psikologlara göre çocukluğu mesut geçmiş olan :; ' natkirlarda bu mô.zi hasreti görülür. Sizin çocukluğunuz... - Bilikis, benim çocukluğum çok hazin geçmiştir... Efen­

dim, hepimiz bİ1" terkibiz, doğmadan evvel fizyolojik bir ter­

kip, doğduktan sonra ildim tıesirleri ve bilhassa muhit ve kül­ tür tesirleriyle vücut bulan bir terkip. Kaldı ki, sanatk.i.r ken­ di kendine benzeyen insandır. Onu umumi hükümlere göre tah­ lil etmek iyi neticeler vermez. - Çok haklısınız, efendim. Ben de zaten bu iddiayı sizin gibi büyük ve gerçek bir sanatkarın şahsında kontrol etmek istiyordum... Sanatınızın teşekkülü bakımından hayatınızın en mühim devri hangisidir ? Üsküp'te geçen ilk çocukluk senelcri­ niz mi ? İstanbul'a geldikten sonraki devir mi ? Yoksa Paris le geçirdiğiniz yıllar mı ? - Şüphesiz Paris mühimdir... Paris'e 190S'te gittim. Bir bir buçuk sene kadar lisan öğrendim. 1904 ün sonunda fran­ sızcayı tekellüm edecek hale gelmiştim. Okuduğumu anJıyo:-­ dum. İşte o zaman üzerimde Fra.nsiz şairlerinin tesiri ba..5ladı. - Siz şiir tarihim�de yepyeni bir devir yaratmış insansı­ Bu kendiliğin­ den mi oldu ? Yani bazı tesirlere pasif bir şekilde maruz kalarak mı şiirlerinizi ibda ettiniz ? Yoksa ilk gençlik senelerinizde mu­ ayyen estetik prensiplere bağlanmış mı idiniz ? Yani bir şiir programmız var mı idi ?

nız. Denebilir ki, bir inkılap vücuda getirdiniz.

256


- !i'ransız şiirinde keşfettiğim şeyleri daima bizim şüri­ mize tatbiki cihetinden �telia ettim. ilk zamanlarda belki şu veya bu FranSllz �airinin tesirile şiir yazmışımdır. Fakat mem­ lekete döndüğüm sıralarda Türk şürinde yapılması !8.zııngelen şeyin hakkın da. tavazzuh etmiş fikirlerim, yani muayyen gaye­ lerim vardı. - Ne idi bu gayeler?

- Üç �Y yaymak lizımclı : Evvela kollektivite'niıı lisanında �tir yaratmak. Bir şür ancak bu şartla. kollektivite'ye hi­ tap edebilir. - B ı ınu iyice kavrıyamadım. Kollektivite'den maksadınız nedir ? - izah edeyim : Fı·ansız şairleri herkesin kullandığı keli­ melerle şiir söylerlerdi. Bu kelimelerin muayyen terkibi ile şiir husule gelir. Bizim divan şairleri şür yaratmak için kollektivit.e'­ n.in lisanında olmayan ve ancak birbirlerinin anlayabildiği kelimeleri kullanmışlardır. Bu suretle bir zümre şiiri vücuda gelmi5, miUet onfun taldp edememi�tir. .. 'l'a.n.zimattan sonraıki birinci nesil, yani Kemal Beyler, Hamit Beyler de şiirde hakiki bir inkılap yapamamışlardır. G erçi ruh bakımından garb <şiiri­ nin bazı ahlakuu, bazı huylannı almL5lardı. Fakat şekil ve lisan bakımından hiçbir deği5iklik yoktu. Zaten Namık Kemal Beye gelince, onda lirizm var, epik tarafı da kuvvetlidir. Fa.kat o da şiirin asıl malzemesi olan lisan bakımından eskilerden ileri gi­ demedi. Birinci nesil böyle... İkinci nesil, yani Fikret'le Cenap nesli de Türk şürine hakiki yenilik getiremedi. Fikret şiiri nes­ re tahvil �ttt Daha do ğrusu nesri şiir sahasına nakletti. Çok de­ fa sade bir lisan lrullanıyordo . Fa.kat maalesef çok zaman yaptı­ ğı şey nes;rdi. Cenab da kendisini sembolist zannediyordu. Sem­ bolizmi kıtiyen anJaınamıştı. Zannediyordu ki sembolizm bir takımı t.eşbih ve istiareleri sıralamaktır. Kendi şürinde de bunu yapmıştır. Cenab'm şürinde bir yenilik yoktur. Bu şür eski257


dir.. Ben istiyordum ki yeni Türk şüri herkesin kelinıeleriyle .

yapıJm.ış olsun.

--- Yani

halkın &nlayabileceği bir şür vücuda getirmek is­

tiyordumız.

istiyordum ki Türk'ün hançeresine göre teli.ffuz edil­ ıııi� ve Türk'ün hançereslııe uygun bir 8.henk içinde kullanılmış kelimeaerle bir şiir yaratılsın. Türkçe Türk'ün mtih bir mil­ let oluşundan ileri gelen bazı hususiyetleri kendinde cem'eder. Türk milleti bir takım ülkeler fethetmiştir ve fütuhat sırasın­ da. bazı kavimleri esir etmiş, temsil etmiştir. Ayni za.ma.n da bu kavimlere mensup kadınlan kendisine nikilılamı.5, bunlardan cariyeler almıştır. Türkçe konu5mak mecburiyetinde kalan bu kavimler Türkün söylediğini t.eıkrarl.amış, fakat bunu kendi hançerelerinin hususiyetlerine göre telMfuz etmişlerdir. lşt;e bu suretle bir terkip husule gelmiştir. İstanbul türk�inin a­ hengi işte böyle doğmuştur. Bu, Türk'ün fatih bir millet oluşu­ nun neticesidir. Benim ist.ediğim, Türkçenin hususi 8.hengine gör" teW:fuz edilmiş kelimelerle şiir yazmaktı. Eskiler acem­ certjn 8.hengini esas tutmuşlar, türkçe kelimeleri de bu 3.henge uydurmak ve sığdırmak istemişlerdir. -

· L !kinci gayeniz

ne idi ?

. - ikinci gayem Türk · şiirini hAlis olmıyan unsurlardan .imr�r,ınak ve ona asli unsuru olan ritmi bahşetmekti. Şiirin i!Şıl matldf'_si mana değil Wızdlr. Sembolistlerin en büyük hiz­ meti ,�u anlatmak olmuştur. Sonra Sembolistler �ürin teş­ bih v�-.,istiareden ibaret olınadığını, bunların "impur" unsurlar Dlduğupu teslbit etmişlerdir. O zamana kadar bir çokları zanne­ diyorlardı ki, şiir yazmak muvaffakiyetli teşbihler yapmaktır. ·�iir IJff ' değildir. Şairlik, ıni.ııi.yı lafza tahvil

'c:b!·

'ş��e

etmek

sanatı­

esas li.fızdır, yani "le varbe". Fakat Wız kelimele­

·a·lıı i5;iliinden ibaret değildir. Kelimelerin hususi bir 8.henk bu-

'\;" '' .....58


sule getiren terkibinden �ür doğar. Bura.da. en

mühim unsur

mısradaki "ondWa.tion" hrdır, ihenl' dalgalamşlandır.

- Abbe Bremond mısram içinden geçen bir "courant po&­ tique" den bahseder ve bunu elektrik cereyanına benzetir. - Tamam taınam, elektrik

cereyanı... Şür

işte bu cere­

yandır.

- :F'akat bu biraz metafizik, hatta mistik bir izah değil midir ?

- Hayır, hiç

değil. Ahştlıkta.n sonra insan

bunu derhal

hisseder. Bu elektrik bazen bütün nusrada mevcuttur. Bazen mısram yansına kadar gelir ve durur. Bu, mi.nanın 13.fza

Iap

inkı­

ederken doğurduğu bir şeydir.

- Hareketin elektriğe, yani mekanik enerjisine inkılap edişi gibi bir şey... - Tıpkı, tıpkı...

enerjinin elektrik

Çok güzel buyurdunuz... Mina

mısram

içine bir ı·itm halinde geçiyor. Böyle bir ritm, yani mi.nayı ifa­ de eden lbir •rondulation musicale" ihtiva

eden

mısra "pur"

nlısradır. Meseli :

"Dökülen mey, kırılan şişei rindan olsun!" Burada :m3.ıın ritm olmuştur. Yani bu "pur" bir mısradır. Eskiler de bunu az çok gayri şuuri bir surette hissetmişlerdir. Eskilerde bir "mısraı berceste" vardır, yani manayı

ve şekli

mükemmeliyet içinde tecelli ettiren mısra. Berceste ıms:ra işte kelimelerin terkibi cihetinden ıninaya uygun ahenk şartlarım dolduran nusradır.

- Bir mısram, hiç bir mana ihtiva etmediği halde, sırf içindeki kelimelerin terkibi veya hecelerin teselsülü ile şiir do­ ğurabildiğine ve böy1ıe bir mısram şiir addedilebileceğine ina­ nıyor musunuz ? 259


- Ha güzel ! Bakın işt.e burada SemlM>listlerden ayrılıyo­ Zira ben Sembolistlerin iddialarını ancak yüzde elli nis­

rum.

betil!de kabul ediyorum. Mısram musikisi bahsinde onlarla be­ Fakat mi.na bahsine gelince onlardan ayrılıyorum. Esasen ritm mi.mımn bir ifadesidir. Daha doğrusu ritm mir nayı ta.mandar ve onu ifade eder. Bakın daha. ne:erde Sembo­ Jistlerden aynhyorum: Sembolistlere göre ''beligae' da "im­ pur" bir unsurdur ve epik şiir, şiir değildir. Eğer epik şiir şiir değilse, Homere'i. Virgile'i inkar etmek, Victor Hugo'nun şah· olmadığını ili.il etmek 1lazımdır. Bu siirin temelini sökmek de­ mektir. Sonra aşk doğrudan doğru:ya terennüm edilmiyecek­ miş ! Ni�in ? Romantikler ve bilhassa Musset fazla terennüm etti diye mll? Bunlar Sembolizmin yalnız Fransızlar için hükmü olan kumnlandır. Sembolistler Fransız şiirinin geçirmiş olduğu safhalara karşı kendi aksüli.mellerini umumi bir kanun hali­ ne, bir estetik prensibi haline koymak istemişlerdir. Victor Hu­ go fada yaşamış, onun epik şiirlerinin şiir dünyası üzerindeki h3.kimiyeti fazla uzun sürmüş. Şu halde epik şiiri li.ğvetmeli !. M� aşkı, aşkın ıstıraplannı fazla t.erennüın etmiş. Şu halde a.şkı şürden kaldırmalı. Böyle şey mi olur? Bence ecnebi sür �!ı:ollerinin esaslarını öğrenmeli, bilmeli, fakat aynen kabul et­ m ek ve tatbik etmek hususunda ihtiyatlı davranmalıdır. Mek­ tebe gittiğimiz mman da bir takım şeyler öğreniyoruz. Fakat hayata atıldığımız zanıan bunlan aynen tatbik ediyor muyuz? Hayır. Ecnebi memleketler bizim için bir mektebdir. Vatan ise hayattır. Vatana döndüğümüz zaman öğrendiklerimizin bir kıs­ � unutmalı}7Dz. Ancak bizim hayatımız ve bizim vatanımız için kabili tatbik olantan almahyız. Ecnebi ekollerden birine ta-

ra.iberim.

mamen

intisab etmek doğTU değildir... Bir 7..amanlar bana Par­

ıwsyen iliyorlardı. Bu çok

lim

vr: olamam.

Bir

cam.mı

kere

sıkardı. Ben Parnasyen deği­

parnasyen

şür

"im!lRSsible" \'«'

"imp�rsonnei'\!i.;·. Bende ise ne hissizlik, ne de şahsiyetimi giz­

leme varwr 260

..•


Şairin sözünü keırerek şöyle dedim : - Bence "personnalite" bahsinde

sizi klasik saymak da­ ha doğrudur. Siz şürlerinizde ne Parnasyenler gibi şahsiyetini­ ze işkence yapıyorsunuz, ne Sembolistler gibi onu gizlemek için

hususi gayretler sarfediyorsunuz, ne de Romantikler gibi per­

vasızca teşhir ediyorsunuz. Şahsiyetin.izi tabiilik ve itidal da­ hilinde a rası ra göstermekte mahzur görmüyorsunuz. Bir Mal­

herbe, bir Anclre Chenier gibi. Yani klAsikler gibi. Aynı zaman­ da Klasikler gibi şahsi hislerinize bütün insanların hisleri ma·

hiyetini v� şeklini vermesini biliyorsunuz.

Şairin yüzünde geniş bir tebessüm belirdi : - Öyle mi, Adile Hanımefendi ? var ohm ! ... Tabiilik ve itidal buyurdunuz. İtidal, yani "sobriete" denilen şey, öyle de­ ;!;il mi? Z aten "sobriete" mükemmeliyetin, perfection'un bir ı;artldır. Bu münasebetle büyük üstadını Moreas'ın bir SÖ'Lii hatırıma ge!di. Onun nazarında yer yüzüne gebniş en büyük sanatkar Sophocle idi. O, "perfection" wı timsali idi. trstadın dediğine göre, hiç bir eserinde bir tek mekanik, yaru mükemmel olmayan mısra yoktur. Her trajedisi bir müvazene ve itidal şa­ haseridir. Moreas'a göre

Shakespeare Sophocle'i geçmiş, Raci­

ne ona yetişememiştir.

- Demek More as Shakespeare'i Sophocle'den üstün tutu­ yordu ? Şair bu sualimi bekliyormuş gibi, keyifli

keyifli

güldü ve :

- Bilakis, dedi. Moreas'm nazannda Sopbocle'i geçmiş ol­ mak Shakespeare için bir kusurdu. Halbuki Raci.ne için So­ pbocleın seviyesine erişmeğe gayret edip de cr:işememek bir meziyetti.

- Çok o riji nal ve belki de do��ru bir görüş ! hakkak

Şurası mu­

ln "sobriete" Racine'in meziyet�erinden biri olduğu gi-

261


bi, skin şiirlerinizin de bir vasfıdır. Mesela "Vuslat" şüri ! Mev­ zuuna ral,'I!l en bu şiirde ne büyük nezahet, müvazene ve itidal vardır !

- Beğenmeniz beni çok sevindirdi.

(Şair bu cümleyi müla­

Biliyorsunuz ki "Vus­ :at" kelimesi yalnız şark lisanlarında mevcnd bir kelimedir katin metnine el yazısıyle ilave etmiştir) .

- A caba Arapla r da bizdeki manada mı kullanıyorlar ? - Kelimenin şüphesiz tasavvufi menşei vardır. Mutasavvıflar bu keUmeyi aşkı il.ôJı.i için kulanmışlardır. Çapkın Nedim boou fiziki aşk manasına almış. Ben hem manevi, hem fi­ ziki aşkı ifade etmek istedim... tngilii!er Vuslat şiirimi İngilizceye tercüme etıni�ler, fakat ismine karşılık bulaniamış­ larJır. Bana m�ktup yazdılar. Cevap olarak dedim ki, mademki s!zrle bımun ne mefhumu, ne kelimesi var, Vuslat'ı aynen ingi­ liz li<ın.mna kabul ediniz ve ingiliz imlasına göre yazınız. Bizim ''flirt'' kelimesini kabul ettiğimiz gibi. Daha doğrusu Fransız­ ların kabul ettiği gibi. Öyle değil mi? "Flirt"in mefhumunu, hem kelimesini bütün milletler ingilizrerden almışlardır. - - Müsaade buyurursanız, hatırımda iken

yım : Herkesin

bir

şey sora­

anlıyacağı bir lisanda şiir yaratmak hususuna

kıymet venniş olduğunuzu söylediniz. Fakat aynı zamanda, Di­ van tarzında v� Divan şiiri lisanile yazılmış

şiirlerin.iz, gazel­

ieriniz, rübaileriniz var ...

- Ha, evet, doğru... Bakııı, anlatayım, bu

nasıl

oldu:

Bana MallarmC'nin hir sözünü, daha doğrusu bir nasiha­ tini nakktmişlerdi. Şür yazmasını öğrenmek isteyen bir tale­ Verlaine'in ''Fetes galantes"indeki şürled taklid etmesi­ ni t.avsiye etmiş. Ben de ali.kadar 0:.dwn, "Fetes galantes" şür mecmuasını blllup okudum. O kadar hoşlandım ki, bir 90k par­ çalarını ezberledim. Billyormusunuz ki bwılar Onsekizinci asır lisaııile ynılnııştır. Ben de tstanlbul'un fethinden Şeyh Galib'e

besine

262


kadar g�n mınan zarfındaki eğlencelerimizi yahu d eski ha.ya­ tmıızın bazı safhalanru gazel gazel o devirlerin şiir lisanile y8,d ve terennüm etmek hevesine düştüm Ve böyle başladı. Fakat baktım, bu öyle zann�ttiğim gibi kolay iş değjL Bu tarza iyice vtlku:f 18.zım, ünsiyet lizıın. Bunun ürerine eski şai'Tlerimizi daha .

yakından tetkik ettim. Fakat bunu estetik bir hisle olmaktan zi­ yade, milli hisle yaptım• Bunlar milli kültürümüzün hazineleridir, diye. Çünkü çok �illiyet.çi idim. Ve tıpkı şiirimizi tetkik ettiğim gibi, musikimizi, mimarimizi de tetkik ediyordum. Ve i'te kendi a.nlayışıma göre eski devirlerimizin lisanile o devirleri ifadeye çalıştım. Muvaffak oldum mu, o1ınadım mı bilmiyorum.

- Şı.: halde birinci gayeniz kollektivite'nin lisamnda �lir ikinci gaye.niz Türk şiirini ritme kavuşturmaktı. ü­ çüncü gayeniz ne idi ?

yaratmak,

- Ü�üncü gayem şu idi : Sentetik �iir yapmali:. Bizim şi­ irde beyitler vardı, ha.kiki manzume yoktu. Hakiki manzume muhtelif kısımlan birbirini tamamlayan !bir bütündür, hlı- bes­ tedir. Bütün Türl' şiirinde, yani fSki Divan şiirinde topu topu dört veya b� sentetik şür vardır. Halbuki şiir beyitler değildir, şiir bestedir.

- M�ela Endülüste raks" gibi. Ne harikulade bestediı' o ! . Üç motifin birbirile öriilüşünden, birbirine sarılışından ha­ sıl olmuş bir beste. Yani : zil, şal ve gül. "

..

Memnun ve

m ah cub bir tebessüm.Le ve

başını

hafifçe yana

doğru eğerek : - Beğendiniz mi?

dedi.

- Beğenmemek kabil mi ? şına bir harika. Mesela :

öyle mısralar v�r ld başlıba-

"ispanya dalga dalga bıı akşam bu şaTiladır." Ve ilave

ettim :

263


- Bf'.nce bu mısra bin manzumeye bedeldir. - Teşeldrur ederim, teşekkür ederim. - Şeytan

diyor ki.. masraı da herhalde raksın uyandırhavasını vermek içindir. Şiirde İspanyol miLa­ cının ve İEpanyol dansının bütün dinamizmi ifadesini bulmuş. �hğı "Volupte"

- Dinamizm... Çok güzel buyurdunuz

Bu raksı on do­ Arablar 'Ouraya Şeri-, diyorlarmış. O intibaı on dokuz sene içimde sak­ •..

kuz sene evvel Heres denilen bir yerde seyretmiştim.

la.fbm.

- Daima his ve intibalarınızı böyle uzak bir hatıra haline geldikten sonra mı ifade edersiniz ? İrticalen şiir söylediğiniz veya yazdığınız var mı ? - irtica.len mi ? Belki gen�liğimde yazmışımdır. Fakat herhalde nadiren. Şimdi bunu şaka. olsun diye yaparım. Geçen seme Ilebek't.e on beş dakikada bir şiir yazdun. Fakat şaka, cid­ di bir şey değil.

- Şiirlerinizde ilhamın payı mı daha büyük, şuurlu eme­

ğin payı mı ?

kafamın içine i.llınm dii­ O zam.an yazacağım manzumeyi görürüm ve duyanın. Fa­ o heniiz mevcud değildir. Çünkü henüz taazzuv etmemiştir. - ikisinin de payı var. Evvela,

şer. kat

Fakat onun yavaş yavaş taazzuv etmesi ve doğması mukadder­ dir.. . Omın bir bir mısralan vücud bulur ve ınanzwne şekl'al ­ ma.j!:a ba�lar.

Manzumeyi kelime kelime mi, yoksa mısra mısr a mı

teşkil veya terkib edersiniz ? Yani yaratma safhasındaki ilham

lrıelime halinde mi, yoksa mısra halinde mi tecelli eder - Şüphesiz

esas mısradır.

En uygun kelimelerle taaz� zu değildir. Mısra minası,

etmedikçe mısra. doğmuş, yani mevcnd


� ve ri� ile birlikte doğar. Fakat onu bazen aramak veya beklemek lizım.dır. Halbuki o bir yerde mevcuttur, yazılıdır. Evet, dcğacak olan manzumenin bütün mısraları levhi mahfuzda mevcuddor. Fakat onları bo.ln1ak için şair doğmuş olma.k

Jizmıdır... Bazen mısram yansı doğBl', yansını aramak Jazım­ .dır. Aranmazsa bolonoıa.z ve işte o 7.8JDQn manzumenin içinde yanlış ve mekanik mısralar yer alr. İnsan bunu derhal hisse� der, çü..ııkü hu mısralarda ''musique inrerieure" yoktur. Halbuki mAnanın ve ritmin mükemmeliyetiyle doğan bir mısra ebedi, "oofüıitif" bir şeydir. Onda m8.na ve şekil biribirini tamamlar. Bir şarkıua. "phrase verbale" ile "phrase musicale" ın birbirine tam o!a.ral{ tevafuk e�si gibi. Evet, mesela Hamid Beyin müteverrim karısı için söylediği şu mısralar :

"Bir gün dedi ıstırab içinde Ben ölmeğe gelmişim bu Hinde ölmek dedi kahkahayla güUlüm Duydum ki fakat içimden ö"ldüm . . ." Keşke Himid Bey bu dördüncü mısraı f?U şekilde yazsay-

·ilı : ·· · um, ""7d " Guw

·· ... " t 1 ı . "mden o··ıdunı f-1 u.ıW. a ı . . ıçı

işte Hamid'in asıl şiir olan mısralan bunlardır. Bunlarda

his, lisan halinde tecelli etmiştir. Keşke Himid'in daha az şiiri ol!ola idi de, hep böyle şiirleri olsa idi ! ..

şeyler yazılabilir mi? Yazılama� Ayni ma­ bir başka şekilde ifade edilemez. Edilirse şür 'olmaz. Zaten Bir daha böyle

na

işte ı;;airin filozofa faikiycti buradadır. Victor Hugo, Kant'm karşısındr.. imtihan veremez. Değil Kant'm, herhangi

bir lise

felsefe ht'cası karşısında veremez. Halbuki Kantın f"ıkirleri ha­ va.da

uçuşan fikirlerdir.

Lakin şair im fikirlerden birini al:ap ona. 265


mührünü bastığı andan itibaren o fikir beşeriyet için ka.za.nılmış bir fikirdir. "C'est definitif. C'est aeqllıis pour l'hu­ sanatın

manit.e !.''

- Biraz evvel "musique interieure" tabirini kullandınız. Gerek Fransızlarda, gerek bizde muharrir ve münekkidler bu tabiri bat:ka başka manalarda kullanıyorlar. Bazılarına göre bu müzik, mısradaki seslerin mana ile birleşerek okuyucunun ruhunda uyandırdığı bir ikinci nağmedir. Bazılarına göre ise doğrudan doğruya mısram kendi ritmi, yani hecelerin biribiriy­ le imtizae;ından doğan ahenktir. Abdülhak Şinasi'nin yirmi yir­ mi beş sene evvel yazılmış bir makalesinde a._.c:ıağı yukarı şöyle bir tarife tesadüf ettim : Deruni ritm bir şiirin son mısraının son kelimesi okunduktan sonra okuyucunun ruhunda terennüm etmeğe başlayan nağmedir, diyor.

- Hayır, hayır, mısram kendi i.hengi mevzuubahistir , mısradaki musiki dalgalanışı, "ondulation musicale". - Mademki müzikten bahsediyorsunuz, size müziğe dair bir sual sorayım : Alaturka musikiyi çok sevdiğiniz malfun. A­ lafra.ngay, ise pek sevmediğiniz anlaşılıyor. Herhalde bazı şi­ irlerinizden bu mana çıkıyor. Mesela "Kar musikileri" adlı şii­ rinlırle : "Duydumsa da zevk almadım tsldv kederinden. .'' .

diyorsunuz. Ve hemen arkasından Itri'den bahsediyorsunuz. Garb müziği size

hiç

bir şey ifade etmez

- Bili.kis. Yani pek

anlamam

anın,

mi ?

sevdiğim

parçalar,

sevdiğim bestekarlar vardır. Mesela Grieg, mesela Falla. .. Son­ ra

Beethoven'in bazı Semfonileriııi büyük zevkle dinlemişimdir.

Fakat muhakkak ki kendi musikimiz, milli i.henklerimiz daha ya.kın.da.n ruhuma lüta.b eder. 266


- Bizim musikimiz hakikaten

milli midir ?

Aslında Acem

müziği değil midir ? - Yalnız Acemden değil, Acem ve Rwndan almışız. Za­ ten bizim ekseri medeniyet unsurlarımız Acem ve Rum terki­ binden doğmuştur. Meseli. mimarimiz. Bizi işte Acem mukal­ lidi olmaktan Rum t.esiri kurtarıyor. Çünkü terkip bizim ese­ riınim.i1', millidir. Yalnız şüriıni.me Rum tesiri yoktur ve ola­

şür kelimelerle yapllı:r. Musiki saha!".ında AC:Cm­ Rnm terkib.tni "perfectimı" haline getiren Hr.i olmuştur. It:ri mJsiki :;dıasmdaki Sinaıı'ımızdır. itri-'den sonra musikimiz ha­ kiki bir terakki kaydetmemiştir. Fakat her sanat, tekamülü esnasında, "perfection-raffinement-rococo" safhalarını geçirir. Itri'den sonra Zaharya ''raffinement" devrini temsil eder. Ken­ disi Rom, müziği Türktür. Sultan Selim'i Salise de rococo diye­ biliriz. Ondan sonra büyük bir adam geliyor . İsmail Dede. Bu adam şahsında bütün evvellil saflıalan birleştiriyor, perfection, raffinem(·nt ve rococo'nun bir sentezini yayıyor. Çok büyük !bir adamdır. Hatta ondan sonra Türkler arasında onun kadar bü­ yük bir sanatkar yetişmemiştir. ınr-� da. Çünkü

- Tabii

musi k i

sahasmda ...

- Hayır, hayır bütün sanat şubeleri dahil, onun büyük sanatkar

kadar

gelmemiştir.

- Edebiyat tarihlerimiz sızın

milliyetçiliğiniz

üzerinde

hocan.ır.; Albert Sorel'in tesiri olmuş olduğunu kaydederl�r. Mil­ liyetçilik

ilhamını

ondan mı aldınız ?

- Şüphesiz Albert Sorel'in üzerimde tesiri olmuştur. Fa­ kat beni asıl başka bir şey milliyetçi yaptı, aııl1ata.yım : Paris'te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan harbi arifesinde bizim ekalliyetler, Rumlar, Bulgarlar büyük büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sua.Iarda bizim Jön Türkler Abdülhamid'i yık­ ma.lda. meşguldüler. Yoksa Türk milletinden falan haberleri 267


yoktu. Baktım bu Rwnların, Bulgarların yılonak isredikleri Abdülhamid değil, ba�ka 5CY· Bunlar Türk mfilletini yıkmak is­ tiyorlar. Demek

Türk

Bu nasd bir mil­ merak etmeğe başladım. Zat.en Ulô ­

milleti diye bir şey var.

lettir ? Mazisi nedir? diye

Siyasiye mektebinde tarih okuyordum. Türk milletinin ma­ risini öğrenmek için tarih kitaplanru ka.nştınnağa oo,ladım. işte bende milliyet hissi ve milliye�ilik böyle doğdu. Hatta bir aralık Turancı oldum. me

- Siz Turancı ? Bu bana garib geliyor. Gülümsiyerek :

- Onn da geçirdik, de di. Leon Cahun'in ''lntroduction a l' Historie des Peuples de l'Asi e" ismindeki eserini okumak b?­ ni Turancı yaptı. Türk ırkının zaman ve meki.n içindeki vüs'a.ti karşısında genlerim

kamaştı.

Zaten o sıralar<Jla havada

böyle

bir şey varclı. fl'akat benim Turancılığım uzun sürmedi. Baktım, bunun bir sonu, bir neticesi olmıyacak. Milliye�iliği blhdid et­ mek 18.zun.. Çünkü o zamanla:r Tnrana gayrimüslim. tonmi ka­ vimleri de ithal ediyorlardı. Zaten Turancıhk kendi ifratları yi.­ zünden yıkılmıştır. Mehmed Emin Beyin Macarlarla F"ınleri tt>­ rennüm etmesi yüzünden bir çokla..'"1 Turancılıktan mişlerdir. Evet, miliiy eti tahdid etmek ve

yüz. «,:.evir­

tayin etmek J&zımdı .

işte o sırada Fustel de Coulanges'ııı talebe.si Camme Jullfan'ın bir yerde tesadüf ettiğim şn cümlesi imdrulıma yetişti : ''En mille ans J:e sol de France a croo le peuple français." O zaman

tor.rağm

�.ühim olduğunu, milliyetin bir wısuru olduğunu an ­

ladım. Bizi de yaratan Anadolu v e Rumeli toprağı idi. . . Milliye ­

ti

bakımından da. tahdid etmek lizı.mdı. Tarih kitabları­ kanaat getirdim ki ,bu balnmdan Malaz­ muharebesi mebde olarak kabul edilebilir...

zaman

m kanştırdılrt.an sonra

girt

- Sizin bir aşkınız da tstanbul.'dur değil mi ? Öyle

şılıyor ki,

şünüyorsunuz. O kadar döndünüz

268

anla­

İstanbul'dan ayrıldığınız zaman da hep !stanbul'u dü­ dolaştınız,

urnk

diy&rlara


gittiniz de, döner dönmez ilk işiniz "Bir başka tepeden" istan­ bul'u terennüm etmek oldu. Gülüştük ve ayağa kalktım. - Sü:e çok teşekkür ederim. Müsaadenizi rica ediyorum, Birdtnbire hatırına gelmiş gibi : - Şey ... Babanızla kırk, kırkbeş sene evvel Paris'te t.anL'j· mL5Uk... Hukuk tahsil ediyordu. Çok çalışkandı. Daha o mman

mütefekkir bir gençti. Akşam yemeklerinde bazen buluşurduk.

Fakat sahalarımız ayrı idi. O bilhassa.

sosyolojik meselelerle

ali.JauJard ı...

- Be!J-, filim ve mütefekkir tipinin en mükemmel nümunesi olarak babamı dli§ünürüm. Sanatkar tipinin en mükemmel mi­ sali olarak da sizi gözümün önüne getiririm. - Var olun, Adile Hanımefendi. .. Şu anda içimi çok fera.b hissediyorum. Devrin en yüksek sanatkarı olan büyük şaire tekrar tekrar

teşekkür ederek ayrıldım. Sokağa çıktığım zam.an kol saatime

baktım, saat yedi buçuktu iki buçuk saat sürmüştü.

.

Beşte geldiğime göre konuşmamız

(Cumhuriyet, 1 ve 2 Mayıs 1959 �



Y akup Kadri ile Görüşme Sağlıksız olmasına rağmen, uzun ömürlü olan aile dostu romancı Yakub Kadri hayatta iken, onunla bir edebi görüşme yaparak, kendisine ve sanatına ait bazı noktalan, edebiyat ta­ rihi adına tesbit etmenin faydalı olabileceğini hıep düşünür­ düm. 1974 de, seksen beş yaşını doldurmuş olan üstadın eşi Le­ man Harumefendi'ye Ankara'mn meşhur Tuna Pastane'sinde rastlamam ve tarafından nazikane bir şekilde davet edilmem, fikrimi gerçekleştirmeme vesile oldu. Çankaya'daki evinde ziyaret ettiğim muhterem romancı ile merhabalaştıktan ve şundan bundan biraz konuştuktan sonra, vakit geçırmeden konuya girdim : 271


- Efendim, siz son yüzyıl edebiyat tarihimizin belli ba3h abidelerinden birisiniz. Eserleriniz kadar kendiniz ve hayatın01 da edebiyat tarihinin malıdır. Onun için, size _çok şahsi sualler de sorsam, kusuruma bakmaına.nızı rica ediyorum. Mesel.8., su .. allerimden biri şu olacak : ilk 8..şık olduğunuz zaman kaç ya.şm . da idiniz ? Sorudan hoşlandı. Yüzü güldü. - ii.k

�ık

olduğum zaman mı '! Hem en

sualinizi. Ben ilk be..5 yaşında.

.•

işık

cevaplandırayım,

olduğum zaman beş yaşında idim. Evet,

Bi7.e sık sık ziyaret.e gelen şık ve zarif bir hanım­

efendi vardı. O zamanın şıklığına göre . . . Bildiğim bütün hanım­

lardan da.ha

güzel, daha

süslü idi. Bir de nefis bir koku sürü­

nürdü ki, bu koku beni mest.ederdi. Esas�n ona ait her şeyi

beğenirdim. O gelip gittikt.en sonra günlerce onu düşünürdüm.

O kendisine hayranlığımın farkında idi. Beni ni53J1).ıın" derdi. Sonra.­ farı öğrendim ki, bu hanımla babam arasınd a bir gönül rabıta­ Velhasıl aşıktım.

kucaklar, öperdi. Hatta, bana "Küçük

sı varmış .. Hem de o anlattığım sıralarda başlangıç safhasında. . .

Bana gösterdiği iltifatlar babamı tahrik etmek için imiş

•..

- Ya ... Demek ilk aşkınız bu .. Şimdi de, cesaret etsem.

en büyük aşkınızı soracağım.

amma ...

- işt.e budur diyelim... veyahut kanın

•••

Eşme bakarak güldü. - HaklJBınız, efendim... Başka suale geçeyim : Yazı haya­ tınıza başladığ1nız sıralarda veya daha sonra, eserlerine hayran olduğunuz ve tesiri altında kaldığınız bir yazar var mı idi ? - Z?.nnedersem Mehmet Rauf'u zikredebilirim. "Eylfil"ü oluıduğo.m zam.an derin tesiri altında kaldım. Günlerce ve haf� talarca içimde bu tesiri duydcm. Fakat Rauf'un sanatıma üslôbuma direkt tesiri olduğunu söyleyemem.

272

Çünkü

ve .

Rauf, _


Flaubert'in

etkisi altında idi. Sadece ferdin his dünyasına

hemmi.yet veriridi. Ben ise, gençlik yıllarundan beri sosyal da­ valarla ilgilenirim... Siyaset.e önem vermem de bu yüzden... Üstadın konu dışı olan bu sözleri kendisinin yıllarca

Halle

Partisi'nin sözcülüğünü ettiği IBus gazetesindeki yazı faaliyeti­ ni ima ediyordu. Fa.kat ben siyasi soru sormamağa kararlı idim. Konuya dönerek, dedim ki : - Ya yabancı ya.Larlar arasında... - Yabancılar arasında bende en derin

tesiri bırakan ve

lün� taraflannı ortaya koyuyor. Fransızlara

Proust'u İngiliz­

bugün dahi en çok beğendiğim

yazar Ha.reel Proust'dur. Maale­ sef onu geç keşfettim, 1922 lerde, yani otuzundan sonra. O sll'a­ la.rda Fransızlar Proust'u sevmezlerdi. Aristokratbğa özeniyor diye. Halbuki a.rist.okratlan "ridiculiser" ediyor, onbnn gü­ ler tanıttı. Türkçeye de ilk defa ben tercüme ettim: "Du cıôre

de chez Swann"ı... - Proust'da

beğendiğiniz

şey nedir ?

- ince ve kuvvetli psikolojisi: Burgu gibi deler deler, insan ruhunun dibine, içgüdülerine kadar iner .. .

- Sizce en çok hangi eserleriniz üzerinde Prousıtun tesiri olmuştur ? - IDç şüphesiz ''Sodom ve Gomore" üzerinde.

Öyle mn.­

nediyor om ki, Proust bana bazı konulara dokunmak cesaretini verdi. Fakat, tabii Sodom ve Gomore'de Proust tesiri dışında da çok şey var: Her şeyden evvel muayyen bir devrin tablosu. Sonra, ntilli bakımdan ıııuayyen çevrelerdeki aşağıhk duygusu... - Nur Baba"yı ne gibi şartların tesiriyle y�dınız ?

mı ? O bir hayal Jnrıklığının mahsulüdür. Bir zamanlar ben bir inanış, bir heyecan ihtiyaciyle Bektaşiliğe - Nur Baba'yı

273


sanlınıştım. Tasavvufu dinden ayn bir şey olarak görüyordlım. BirQok Bektaşi tekkesine devam ettim. Bir Derviş ibrahim var­ dı. O beni götürürdü. Ümmi bir arkadaştı... Fakat Bektaşilikte

umduğumu bulamadım. Ve Nur Baba'yı bir hıncın t.esiriyle yaz-

dım

•••

- Bektaşilikten soğumak, sizi toptan tasavvuftan da mı soğuttu ? - Bunu diyemem, çünkü Yunus Emre'yi keşfettikten son­ uzun zaman tadına doyamadım. Bugün bile zevkle okurum. Köprülü'ye Yunus Emre'yi ben tanıttım. O da hemen meşhur eserini yazdı. Bilirsiniz, Yunus için Mevlil.na'nın sözünü: ''Bu Yörük oğlanı bizi bile g�ti" der. Ywıus Emre'nin en çok be­ ğendiğim beyti de şu : ra,

"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm."

Ben sefir iken, dışanda, dip'lk>ıı&ı.tik ziyafetlerde, yabancı sef"ırlere tercüme ederdik bu m.ısraJan, hanımla ben. Hayran kalırlardı. - Sayın üstad, eserleriniz arasında, en çok kendinizi ifa­ de ettiği:ııi z, kendinizden verdiğiniz eseriniz hangisidir ? - Bilmem ki. Hepsi de, meselii. "Hüküm Gecesi". Ger­ çi romanın kahramanı ve hatta. ikinci derecedeki şahısı1ardan hiç biri ben değilim. Onların başından geçen benim başımdan geçmemiştir. Fakat olay olarak değilse de, duygu olarak, ben o devri ta içimde yaşadım ve romanda yaşatııığ ıa a çalıştım. - En çok beğendiğiniz romanınız hangisidir, bunu sora­

bilir miyim ? - Beğendiğim mi? Aslına bakarsanız, hiç bir roı$Jlımı tam olarak beğenmem. Kendini beğenmiş insan değilim ben 274

.•.


Bunu

söylerken gülüyordu.

- Beğenmek

değil,

ni, roman nev'i hakkında

gun olanı .

tercih etmek diyelim isterseniz . Ya­

bugün

..

sahip olduğunuz görüşlere uy­

- Belki de "Panorama" Bütün bir devir var o romanda. Gerçekçi, objektif bir görüşle yapılmış bir ..Peinture sociale" Sırası gebnişken şunu söylemeliyim. mühimdir : "Sosyal ger­ çek�ik" dedikleri şey, tek baş:iııa., sanat eseri yaratmak iç.in kafi değildir. Bu bakımdan ben, 1933 de Moskova'da toplanan Yazarlar Kongresi'nde Rusla.n � tenkid ettim. ''Birinci Ci­ han Harbi'nden evvel mükemmel edebiyatınız vardı, o zaman­ dan beri !bir şey yap�adınız" dedim. Fransızlardan Aragon da bana katılW.. Gazetelerde resmim çıktı. Günün adamı oldum. Ya... Açıkça söyledim Ruslara. Dedim ld... •..

.••

Üstad bu bahsi uzattıkça uzatıyor. Belli ki, sol gibi yorum­ lanan bazı fikirleri dolayısiyle, kendisini Sovyet

rejimi hayranı

sayabileceklere karşı delillere, vakalara dayanan tekzipte bu­ lunmak arzusu var içinde .

..

Sözünü kesiyorum : - Romanlarınızı nasıl yazarsınız ?

Mevzuunuz

kafanızda

olgunlaştıktan sonra mı kağıda dökersiniz, yoksa yazdıkça konu gelişir?

- Yazdıkça, yazdıkça.... Mevzu kendisi romancıyı sürük­ ler Hatta bazen dekor veya şahıslar... Ben, meseli, muhayyi­ lemin öni.i� serdiği sahneleri bir film seyreder gibi seyreder ve gördüklerimi anlatırım. Bunlar benim dışım.da olan şeyler­ miş gibi... O kadar ki, Panorama'yı yazarken, bir yerinde duy­ gulanarak, kalemi bırakıp ağladığımı hatırlı.yorum... Sonra, ''Kirahk Konak" yok mu? Nedense en çok tutunmuş roma.nla­ nmdan biridir. Ben bunu para ka.za.nmak iç.in, bir gazetede tef­ rika edilmek üzere yazrnağa başladım ve ilk cümlesini yazdığım ..•

.•

275


mevzuu hakkında en ufak fikrim yoktu. Fakat ya7.dık­ mevzuu yumak gibi �ddı.

7.3.Rla.D. ça,

- Bir

daha dünyaya gelmek mümkün olsa idi, hangi mes­

leği seçerdiniz ?

- Ben mi? Tereddüt etmeden aynı mesleği, yani roman­ mı ! Bir kere ha­ kiki hayatta kendiniz olarak yaşıyorsunuz. Bundan başka, ha­ yaliniiin kurduğu dünyada yarattığınız her şahısla ayrıca yaşıyorsunuz. Bir de, kendi yaşadığınız bu hayatları başkalan­ na, bütün okuyucularınıza yaşatıyorsunuz.., cıhğı . Romancılıktan daha zevkli m� var .

- Daha uzun seneler yaşayın ve yaşatın, üsta.d. Size çok çok teşekkür ederim. Edebiyat tarihimiz için kıymetli

bilgiler

verdiniz, sanatınız hakkında mühim noktalan aydınlattınız. Menırıuniyet dolu bir gülüş birdenbire yüzünü gençleştiri­ yor, kocaman siyah gözlerine canlılık ve parlaklık veriyor. Za­ rif bir ne2.aket

ve

tevazu ile :

- Ben size t.eşekkiir ede�

Elini sıkıp ayrılıyorum. ("Türk Edebiyatı" dergisi, Ağustos 1914 )

276


tÇtNDEK.tt.ER ÖNSöZ I. Aüdillhak Hamit Tarhan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . II. Mehmet Emin Yurdakul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . m. Yahya Kemai Beyatlı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . IV. Yakup Kadri Karaosmanoğlu . . . . . . . . . . . . . . . . . v. F3.zıl Ahmet Aykaç VI. Behçet Kemal Çağlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. .. . . . VII. Sabahattin Ali . VIII. Salih Zeki Aktay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..................................... IX. Şükfıfe Nihal x. Refik Hfilit Karay . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XI. İsmail Ha.mi Danişmend . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XII. Abdülhak Şinasi Hisar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIII. Celfil Sahir Erozan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIV. Halide Edip Adıvar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . xv. Cevat Fehmi Başkut . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVI. Peyami Safa . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVII. Orhan Seyfi Orhon . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XVIII. Ahmet Hamdi Tanpınar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XIX. Hüseyin Nihal Atsız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . XX. Halide Nusret Zorlutuna .. . . . ... .

.

.

.

.

s.

.

s.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

s.

. .

s.

. . . .

.

. .

. . . . . . . . .

.

. _. . . . . . . . . .

.

. .

.

. .

. .

. .

.

. .

EK 1. 2. 3.

:

s. s.

.

. . . .

. . .

. . . .

.

s. s. s. s. s. s. s. s.

7 17 29 39 51 63 81 91 101 111 123 139 147 157

167 181 s. 193 s. 203 s. s.

s. s.

211 231

ÜÇ EDEBİ GöRÜŞME

Halide Edip ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yahya Kemal ile görüşme . . . . . . .. Yakup Kadri ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

. . .

. . . . .

. . . . . . .

. .

s. s. s.

245 255

271 277



AD i LE

AYDA ' N I N

ES E R L E R i

fra.nsızca :

1.

Le Drame interieur de Mallarme. 1955

2.

Un n:plomat.e turc aupres du Roi-Soleil. 1956

3.

Les Etrusques eta.ient-ils des Turcs? 1971

türkçe :

1.

Yahya Kemal'in kendi ağmıdan fikirleri ve sanat gö rüşleri. 1962

2.

Etrüksler Türk mü idi? 1974

3.

Yahya Kemal'in fikir ve şiir dünyası. 1979

4.

Dergi ve gazet.elerde sanat ve edebiyat üzerine lOO'den fazla yazı.

fi '

279



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.