Akil Abbas - Dolu (Karabağ Romanı)

Page 1



IX31�lJ AKİL ABBAS K.ARABAG ROMAN 1

Aktaranlar

Alpertunga Altaylı - Seyfettin Altaylı

Ankara. 2009


Akil Abbas Dolu Dengll Yayınlan : 11 Azerbaycan Edebiyatı : 7 Birinci Bosım Mıın 2009

O BcngO Telif Ajansı G enel Yayın Yllnetmenl

Şllkrll KARACA Yayın Koordlnatllrll Ömer KÜÇÜKMEHMETOÔLU Aktaranlar: Alpertunga ALTAYLI Seyfettin ALTAY LI Dllzeltme Ahmet

[)()(;AN

SayfaTasanmı veTeknik Hazırlık Bengll Telif Ajansı K apakTasanmı lbrahim SAÔLAM Basla Sisıem orseı Yayıncılık Ağaç işleri Siı.521 Sk. No:32-34 lvedik/ANKARA Tel: 0.312.395 81 12

Faks: 0.312.395 81 14

KÜTÜPHANE BiLGi KARTI Abbas, Akil Dolu Roman I Akil Abbas 1. Baskı,146 s.,13,5 x 21,5 2009 Ankara ISBN: 978-605-5988-14-2 1. T llrk

2. Roman

*BENGÜ BENGÜ YAVINLAR I Bllklllm Sokak No: 20122 Kavaklıdere-ANKARA Tel: 0.3 l 2.42S 23 00

Faks: 0.3 l 2.42S 00 88

e-posla: bilgi@benguyayincilik.com


Ricam şıı; bu eserde kimse bir şey aramasın. çünkü yazılanlar yazar ıalıa)'.)'ii/ündeıı başka bir şey değildiı:


ÖN SÖZ Türkler, dünyanın en eski ve en köklü kültürüne sahip millet­ lerindendir ve tarihle yaşıttırlar. Türklerin dünyada ilk vatan tuttukları yer, merkezi İran sınır­ lan içinde kalan bugünkü Urmiye gölü etrafı merkez olmakla bir­ likte Doğu-Güneydoğu Anadolu, Kür-Aras ırmakları arası, Dağlık Karabağ sınırlarına kadar giden, Nahçıvan-Kuzey-Güney Azerbay­ can topraklarıyla Çatalhöyük'ten Kızılırmak sahillerine kadar uza­ nan yerlerdir. Orta Asya ise bizim ata vatanımızdır, oralara bu böl­ gelerden gitmiş vatan yapmış ve bir kısmımız kavimler göçüyle geri dönüp, tekraren kaynayıp karışmışız. Son zamanlarda Nahçıvan, Hocalı-Gedebey bölgesi, Hakkari vb. yerlerde bulunan arkeolojik buluntular bizim bu tezimizi doğrulamaktadır. Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi, içinde bulunduk­ ları bölgede yaşayan farklı ulusların dillerinden de etkilenmişler­ dir. Azerbaycan Türkçesi özellikle Farsça ve Rusçadan etkilenirken, Türkiye Türkçesi Osmanlı döneminde Arapça ve Farsçadan, ilerle­ yen dönemlerde ise Batı dillerinden etkilenmiştir. Günümüzde her

ilci dil de çağın getirdiği zorunluluklar nedeniyle İngilizceden etki­ lenmeye devam etmektedir. Dili oluşturan, geliştiren ve onu yaşatacak olan da insandır. Kimliğimizin, kültürümüzün ve tarihimizin bir parçası olan Türk­ çemiz öylesine geniş bir alana yayılmıştır ki, biz ancak bu coğraf­ yalardaki yabancı etkisinin azaltılmasıyla onu koruyabiliriz. Ancak bu, dilin ve toplumun uzun zaman diliminde içine sindirdiği yaban­ cı kökenli kelimelerin atılması ya da dile yabancı kelimelerin gir­ memesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Çünkü bu, yapılması imkansız ve dilin doğasına aykın bir durumdur. Dilin de insan gibi

5


yaşadığı, geliştiği ve değiştiği unutulmamalıdır. Yapılması gereken yabancı etkisinin dilin özüne saldırı şeklinde yoğunlaşmasını ön­ lemektir. Kısacası, milli kimliğimizin mührü özelliğindeki dilimi­ ze son derece büyük bir kıskançlıkla sahip çıkmalı ve onu yaban­ cı etkilerden korumalıyız. Entelektüel görünmek, bilgiçlik kuruntu­ suna saplanmak adına, yabancı kelime, terim, deyim ve atasözlerini kullanıp, ulu babalanmızdan bize miras bırakılan güzelim dilimizi ayaklar altına alırcasına aşağılamamalı ve onu katletmemeliyiz. Bu­ nun için de kurumlardan çok toplumun bilinçlenmesi ve dilimize sa­ hip çıkması, yeni nesilleri bu doğrultuda yönlendirmesi gerekmek­ tedir. Dilimiz bize şanlı tarihimizin ve ulu babalarımızın hatırasıdır, bu hatıraya sahip çıkmak ise her Türkün en önemli görevi ve sorum­ luluğudur. Bu konuda özellikle yazarlara, şairlere ve basın mensup­ larına büyük sorumluluk düşmektedir. 1970'li yıllardan beri Güney ve Kuzey Azerbaycan'da sevilen ve çok okunan birçok yazar ve şairi Türkiye okuyucusuna tanıttım. Nesillerin milli ruhunu yok ederek yön vermek isteyen Sovyet Rus İmparatorluğu(toprağı bol olsun)'na büyük darbeler indiren kar­ deş Azerbaycan'ın büyük şair ve yazarlan, Azerbaycan Devleti'nin kurucusu merhum Mehmet Emin Resulzade, Bahtiyar Vahapzade, Memmed Araz, Halil Rıza Ulutürk, Hidayet Orucoğlu, Anar, Nebi Hazri, Memmed İsmail, Rüstem Behrudi, Kamil Efseroğlu, Mev­ lüt Süleymanlı, Güney Azerbaycanlı Şehriyar, Sehend, Savalan, Ali Azeri, Semed Serdamiya, gibi şahsiyetlerin tanıtılmasında ve eser­ lerinin Türk okuyucusuyla buluşmasında emek harcadım. Manen hür olmayan insanlardan ve toplumlardan büyük şahsi­ yetler çıkaramazsınız; çünkü oradaki nesiller kul psikolojisi ile ye­ tişirler. Azerbaycan sahası her on yılda bir kırılmasına rağmen hep manen hür oldu ve fırsatını bulunca da bağımsızlığını elde etti. Bu yolda büyük emek harcayan devlet kuruculan olan M. E. Resulza­ deler, Nesip Bey Yusufbeyliler, Ali Merdan Topçubaşılar, büyük fi­ kir ve sanat adanılan Hüseyinzade Aliler, Üzeyir Hacıbeyliler, Ah­ met Cevatlar, Hüseyin Cavitler, Mikail Müşfikler, 1 937- 3 8 yıl­ lannda başlayan Stalin adlı celladın soykırımından ülkeyi ve hal­ kı çok fazla hasara uğratmadan çıkaran Samet V urgun gibi şair ve siyaset adanılan, onların öğrencileri olan şahsiyetler ne yazık ki, Türkiye'mizde pek fazla tanınmamaktadır. Aramızda coğrafi ve kültürel birliktelik vardır; ancak bazı farklılıkların olduğu da bir gerçektir. İşte bu farklılıklan ancak bir6


birimizi çok iyi tanımakla ortadan kaldırabiliriz. Bu tür eserleri ha­ zırlayıp sunmanın asıl gayesi de bu olmalıdır. Biraz da Türkiye Türkçesi'ne aktardığım eserin sahibi hakkın­ da bilgi vermek istiyorum. Akil Abbas'ı 1 98 8 yılında eşimle Azerbaycan'a gittiğimde ta­ nıdım. Ailece çok sevdiğimiz ve saydığımız, kendisine "emmi" diye hitap ettiğim Azerbaycan 'ın büyük ve görkemli şairi Memmed Araz bizleri o zaman evine konuk ettiğinde Akil Abbas'ı tanımış sevmiş­ tim. Akil Bey'in muhterem eşi İrade hanını Memnıed Araz'ın büyük kızıdır. Bizler için tarihi bir anı olan o günü asla unutamam. Akil Abbas Bey, Azerbaycan'ın füsunkar beldesi, tarihi topra­ ğı Karabağ'ın Ağdam bölgesindendir. Akil Abbas, 1 953 yılında Ağcabedi şehrinin Bayat ilinin Ha­ cılar köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini Ağdanı'da alarak 1 970 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine gi­ rerek buradan mezun oldu. 1 976- 1 97 7 yıllannda Ağsu bölgesinde öğretmenliğe başladı, 1 977- 1 9 87 yılları arasında "Elm ve Heyat" ga­ zetesinde muhabir olarak çalıştı. 1987- 1 990 yılları arasında ··sovet Kendi" gazetesinde şube müdürlüğü görevini yürüttü ve 1 990- 1 992 yıllan arasında "Edalet" gazetesinde redaktör olarak çalıştı ve 1 992 yılında gazetenin bağımsız olarak çıkmaya başlamasıyla birlikte ge­ nel yayın yönetmenliğini üstlendi. Son Azerbaycan seçimlerinde si­ yasete atıldı ve milletvekili oldu. bu görevini halen yürütmektedir. l 986 yılından beri " Azerbaycan Yazıçılar Birliği"nin üyesidir. Akil Abbas'ın şimdiye kadar "Evleri Köndelen Yar, En Hoş­ beht ( Mutlu) Adam, Batmangılınc, Çadırda Üzeyir Hacıbeyov Do­ ğulabilmez, Dolu" adlı eserleri yayınlanmıştır. Başta "Gızıl Gelem ( Altın Kalem)" adlı ödül olmak kaydıyla birçok mükafat kazanmıştır. 22. 7. 2005 tarihinde Azerbaycan Dev­ let Başkanı İlham Aliyev'in imzaladığı kararname ile "Azerbaycan Cumhuriyeti Emektar Gazeteci" ödülüne layık görülmüştür. Evli ve iki çocuk babasıdır. Akil Abbas, Gözünü budaktan sakınmayan ve en son söyleye­ ceği sözü en başta söyleyen bir gazeteci. yazar ve siyaset hadimidir. Çok yakından takip ettiğim Azerbaycan edebiyatında. Karabağ sa­ vaşlarında Azerbaycan'ın kaybetmesinin gerçek nedenlerini şimdi­ ye kadar Akil Abbas gibi kimse açıkça yazamamış, dile getirememiş­ tir. Bana göre " Dolu" romanı Azerbaycan edebiyatında bir milattır. Sevgili okuyucum, yapılan bir iş varsa orada mutlaka haı::ılar da olacaktır. Bu hatalardan kurtulmanın yolu da sizlerin objektif gö7


ıüşlerinizi ve tenkitlerinizi bildirmenizden geçmektedir. Mükemme­ le ulaşmanın yegane yolunun tenkitten geçtiği inancını taşımakta­ yım ve yapacağınız tenkitlerinizi kendime bir şiar olarak alacağımı bilmenizi özellikle rica ediyorum. Bu sebeple aktarma ile ilgili gö­ ıüş ve tenkitlerinizi İnternet adresime yollamanızdan minnettar ka­ lacağımı bilmenizi isterim. Saygılarımla. altayli_s@yahoo.com Seyfettin Altaylı 22. 1 1 . 2008

Gölbaşı-Ankara

8


"DOLU" EDEBİYATIN "KARABAGNAMESİ"DİR Nizami CAFEROV Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Muhabir Üyesi, Milletvekili.

Savaş edebiyatının özellikle savaş devrinde yazılıp oluşturul­ ması taraftanyım. Bu düşüncem konuya klasik bakış açımdır. Biz birinci, özellikle de İkinci Dünya Savaşı devrinde oluşmuş edebi­ yatı biliyoruz. Neler dendiğinden ve neler yazıldığından haberda­ nz. Bir de savaş sonrası edebiyat vardır. Artık o savaş edebiyatı de­ ğildir, çünkü savaş edebiyatının duygusallığı, olaylann kesin değer­ lendirilmesi, genel esaslann belirlenmemesi, vatanseverlik duygula­ nnın güçlü, değerlendirmelerin zayıf olması. kısacası savaş konu­ sunda ciddi düşüncelerin bulunmaması, bunun yerine savaşın rit­ mi, gidişatı, algılanması, hissiyatının yansıdığı edebiyattır. Savaş­ tan sonra oluşturulan edebiyat ise artık savaşı genel çerçevesiyle dü­

şünen, çıkanlan sonuçlara dayayan edebiyattır. Edebiyat burada ar­ tık genel şekliyle ele alınmaktadır. Bu konuda birçok defa düşünce­ mi belirtmişim. Karabağ savaşı veya resmi belgelerde yazıldığı gibi Ennenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ savaşı devri . . . O devirde oluşan edebiyat pek fazla güçlü olmadı. çünkü bu dev­ rin problemleri son derece fazla ve çeşitli idi. Yalnızca Azerbaycan ve Ennenistan arasındaki anlaşmazlıkla bitmiyordu. Orada milli ba­ ğımsızlık hareketi. Sovyetler Birliği İmparatorluğu'nun darmadağın olması, etnik tartışmalar, sistemin çökmesi ve yerine neyin geleceği bilinmeyen bir devir. .. Bu çetrefilli dunıın da olaylann asıl çehresi­ ni ortaya çıkarmaya engel oldu. Duygusallıklar da son derece kamıa­ şıktı. Çünkü burada birçok taraf vardı ve bunlar da süreci etkiliyordu. 9


Savaş devrinde yazılan edebi örneklerin istatistiği elimizde­ dir ve bunlann geneli gazetecilik alanına aittir. Buradaki özdeyişler ve heyecanlar daha fazla ve daha güçlüdür. Kahramanlıklar hep ön plana çıkanlıyor ve o konuda fikir yürütülüyor; ancak işin ilginç tara­ fı savaş sonrası edebiyatı mutlaka savaş dönemi edebiyatına dayan­ makta ve onun gazeteciliğine güvenmektedir. Kısaca, o devrin veri­ lerinden faydalanmaktadır. Bir edebiyat, önceki edebiyatın varisidir. Elbette savaş sonrası edebiyatı, savaş devri edebiyatından, arşivler­ den ve diğer resmi belgelerden faydalanabilir. Savaş devrinin edebi­ yatı neyi hazmetmişse, gazetecilik alanındaki bütün karmaşıklığı ile birlikte kendinden sonra gelen edebiyatın temeli olmaktadır. "Dolu" romanı bunun en bariz örneğidir. Genelde Karabağ Savaşı ile ilgili olarak şimdiye kadar oku­ duğum ve pek fazla olmayan eserler içinde "Dolu" romanı kadar dolgun ve geniş bir eser okumadım. Benim düşünceme göre Akil Abbas'ın Karabağ bölgesinin toplumsal-siyasi, coğrafi ve sosyal muhitini çok güzel biliyor, bura insanının nelere muktediri olduğun­ dan haberdardır ve bu da eseri daha farklı kılmaktadır. Akil Abbas, Karabağ'ın en tanınmış aydınlanndan en şirret gençlerine varası­ ya kadar hepsini çok iyi tanıdığı için oluşturduğu sosyo-etnografik manzara son derece gerçekçi ve tahlilcidir. Eserde bütün detaylar en ince ayrıntısına kadar göz önünde bulundurulmuştur. Meydana ge­ len savaşın coğrafi-etnografik fonu veya oluşacak anlaşmazlıklann görüldüğü çevreyi çok iyi tanıdığı için her şeyi romanda kesin çiz­ gileriyle tasvir edebilmiştir. Bu olaylar nasıl başladı, Dünyanın En Zengin Şehri akJa hayale sığmayacak bir kolaylıkla düşman karşı­ sında teslim bayrağını çekti! Romanın konusu bile, daha çok yazann oluşturduğu manzaranın kendisidir. Yani eserin konusu, o manzara­ yı bütünleştirmekte, kesin çizgileriyle belirtirsek okuyucuyu konu peşine takıp götürmüyor, okuyucu konuyu takip etmiyor, süjeler­ de sürekli olarak bir mecburiyet oluşuyor. Romandaki konularda bir vecizelik hakimdir. Sanki belirli bir süje ortaya atılıyor ve çıkan so­ nuç da o manzarayı tamamlıyor, ona yeni çizgiler kazandırıyor. Bence bu eser daha çok karakterleri ifade etmektedir. Burada Dünyanın En Zengin Şehri'nin de, buraya edilen müdahalenin de kendine has karakteri vardır. Çünkü müdahale bir süreç olarak sunul­ mamakta, bir karakter olarak yansıtılmaktadır. Ayrıca Karabağ'ın iş­ galinin kendisi de, işgale yardımcı olanlar da bir karakter olarak tak­ dim edilmektedir. Romanda karakterlerin birbirlerinden ayrılması­ nı değil birleşmesi sürecine şahit olmaktayız, dolayısıyla bu durum 10


da gözümüzün önünde bir manzara canlandırmaktadır. Zaten herke­ sin gözünde bir Karabağ yarası yer etmiştir ve bu yara zaman zaman belirginleşerek bir eşzamanlılık (senkron) anına, bir kader yazgısı­ na çevrilmiştir. Yazıda bir süreç yer tutmaz, daha doğrusu yazı süre­ cinin anlamla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kullanılan süreç işin teknik yönüdür, romanda da bu özellik göze çarpmaktadır. Akil Abbas'ın önceki eserlerini de okumuşum, onlarda da durum aynıdır. Abbas, olayları elastiki olarak zihinlerimizde oluşturduğumuz man­ zaraya, yani Karabağ'ın işgali sürecine dahil edebilmiştir. Bizler za­ ten Karabağ ve onunla ilgili olayları hukuki ve siyasi olarak değer­ lendirmede herhangi bir problemle karşılaşmamışız. Karabağ'da oluşan süreçlerle ilgili belgeler konusunda da kendi değerlendirme­ mizi yapmışız. Konu, devlet seviyesinde belirli bir değerlendirme­ ye tabi tutulsa da, edebiyatın yaptığı analizin bambaşka olduğunu Akil Abbas'ın romanını okuduktan sonra anladım; çünkü, devletin değerlendirmesinde insan faktörü göz önüne alınmaz, alınmış olsa da çok cılız kalmaktadır. "Dolu" romanında bu faktör, diğer taraf­ tan maddi ve manevi değerlerimiz en ön plandadır. Bu değerlerimi­ zin, Karabağ savaşlarında hangi rolü üstlendiğini yalnızca edebiyat ve sanat bir bütün olarak yansıtabiliyor. Kısacası, Dünyanın En Zen­ gin Şehri karakterini devletin belgelerinde bulamazsınız, o, yalnız­ ca edebiyatta geçer ve Akil Abbas da bunu becerebilmiş bir yazardır. Bu, Ağdam şehrine verilen en güzel değerdir. Bizim neyi kaybetti­ ğimizi düşünmemiz konusunda en gerçek ifadeleri edebiyat dile ge­ tirmektedir. Bir an, Karabağ'da musikimizi, sanat icra eden sesimi­ zi, kısaca romanda dile getirildiği gibi Kadir Rüstemov'un sesini yi­ tirdiğimizi düşünecek olursak, bunu da ancak edebiyat dile getirebi­ liyor. Sonra bu roman edebiyatın da ciddi bir tarihi yansıttığını ifade etmektedir. Ayrı ayrı insanlar, örnek olarak Ağdam'ı savunanlar, on­ ların ilginç kaderleri, hepsi bu romanda çok güzel tasvir edilmiştir. Romanda geçen kahramanlardan bazıları vaktiyle suç işlemiş. Akil Abbas o suçluluğun da anatomisini ana hatlarıyla ortaya çıkarnıış, bu insanların neden suça yöneldiklerini de güzel bir şekilde sunmuş­ tur. Ağdam şehrinde suç işlenmiş ve bu suçların bir hüküınet bir de başka yönü var. Hükümetin suçladığı ve hapse tıktığı insanlar nasıl oluyor da Rusların aşırı desteğiyle Ermenilerin şehri işgal hareketi­ ne karşı en önce karşı koyuyor? Örnek olarak halk niçin o suçlularla birlikte omuz omuza çarpışarak kendini ifade etti!? Bu gibi somla­ rın cevabı "Dolu" romanda vardır. Bu, Akil Abbas'ın en büyük bu­ luntularından, daha doğrusu gerçekleri söylemek bağlamındaki kcil


şiflerinden biridir. Her seferinde suçluların bulunduğu annosfere yu­ karılarda pek de iyi sözler ifade edilmemesine rağmen halk ve çev­ re onlara dayanmakta, onlara güvenmektedir. Hatta resmi daireler de onlara önem vermek mecburiyetinde kalıyor. Y önetici kurum­ lar parçalanabilir, hakimiyeti elde etmek için her türlü faaliyete yö­ nelebiliyor, ancak suçluların oluşturduğu kurum parçalanmıyor ve hfilcimiyeti elde etmeği göz önüne bile almıyor. Sanki onların gene­ tik yapışında bağımsızlığı savunma vardır. Bundan dolayı onlar hal­ kı savunma sorumluluğunu üstleniyorlar. Romanda göze çarpan en önemli öğelerden birisi budur. Olaylar kendi akışına devam etse de At Belinde Olan Adam kendi iğrenç işlerini devam ettiriyor, aynı duyguyu evlatlarına da mi­ ras bırakıyor, onlar da şartlara göre bunu yaşatıyorlar. Bu durum­ da bile yine cezalandırılanlar aynı suçlanmış kurum oluyor, suçlu­ lukla herhangi bir ilgileri bulunmasa bile. Hayat yine de onlar için son derece tezatlarla dolu ve çekilmez oluyor. Bu da şu anlamı ta­ şıyor; halk, kendi ruhu ve benliği ile içinde yaşadığı devletinin ken­ dine ait olmadığını anladığı anda ister istemez suça yöneliyor. Yani, halkın karakterini, milli benliğini, etnik gücünü, kısaca özünü yansı­ tan onun kendi devletidir. Bu da, romanda çok güzel bir dille işleni­ yor ve düşünülen devlet ortada bulunmadığı anda halkı suçlanan ke­ simin savunacağı ortaya çıkıyor. Onlar ölüme hazır güçlerdir. Kendi konumunu savunan At Belinde Olan Adam ve onun gibileri ise ken­ di menfaati peşindedir. Ne yazık ki, Ağdam'ı savunan suçlanan mu­ hitin insanları ise dağınıktır. Ne kadar saf ve temiz olsalar da, suçlu­ luğun deneyimleri de onlarda mevcuttur. İşte bu detaylar onların bir­ leşmesine, el ele vermesine engel oluyor. Onlar yalnızca toplumun menfaati söz konusu olduğu zaman omuz omuza verebiliyorlar. Atıl­ gan olduktan için verdikleri sözü tutup halkın kendilerine inanmasını ve güvenmesini sağlıyorlar. Erkeklik denilen ahlaka sahipler. Diğer taraf ise yalnızca kendi vasıflan doğrultusunda yüriidüğünden bir­ leşemiyor. Eserin en başanlı yönlerinden birisi de yazarın olayların başladığı zaman oluşan şartlan etnografik, sosyal, siyasi ve biyolojik yönden kesin çizgilerle ifade etmesidir. Halkın genlerinde bulunan bağımsızlıkla ilgili enerjinin daha çok suçlananlarda kendini göster­ mesi ve bu kurum vasıtasıyla anında yankı bulması ve halkın özünü ifade eden devlete duyulan istek romanda yansıtılıyor. Roman, düşünce yönünden, diğer taraftan yazarın kendi dün­ yasının derinliklerinden kaynaklanan bir Türkçülük anlayışına. sa­ hiptir. Bu anlamda Akil Abbas'ın milli düşüncesi, Karabağlı ruhunu takdim etmesi, aynca Türkçülük anlayışı ile olaylara yaklaşımı son 12


derece doğaldır. Hem de resmi görev yürüten karakterlerden, suç­ lu kurumun temsilcilerine kadar herkeste, daha doğrusu romanın ta­ mamında çok rahat bir şekilde hissedilmektedir. Romanın başka bir yönü de şudur: Türkiye Türkleri Karabağ probleminde büyük rol oynadılar, bu bilinen bir gerçe ktir ve bu Türkiyc'nin kardeşlik bor­ cu idi. Türkler 1918- 1920 yılları arasında da aynı misyonu yerine getirmişlerdi. Ancak romanda Türkiye'nin desteği ve yardımı bir­ kaç tabakası olan büyük bir hasretle ifade edilmektedir. Yazar önce Türkiye'nin meydana gelen olaylarda Azerbaycan'a yardım ettiğini biliyor, ancak bu yardımın daha belirgin çizgilerle ve daha fazla ol­ ması gerektiğini düşünüyor. Bu durum hem yazarın, hem de karak­ terlerin hasretinde hisse dilme kt edir Üçüncü katmanda ise yardımın .

az olmasına yazar biraz alayli bir dille yaklaşıyor. Zannımca bu çok önemlidir, çünkü Türkiye'de bazı güçler olaylardan kendi gayeleri için faydalanıyorlardı. Bunu da tahlilci bir dille ancak yazar dile ge­ tirebilirdi. Bu durum, Karabağ'la ilgili olarak yazılan eserlerin hiç­ birinde göze çarpmıyor. Genelde eserde çok çeşitli planlar vardır ve hiçbiri münferit olarak düşünülmemiştir. Onlar manzarayı, olayları çok iyi bilen ve onun içinde olan güzel bir yazarın eseridir. Bu sebeple bütün planlar bir bütün teşkil etmektedir. Eseri okuyup bitirince ondan doymadığını hissediyorsun ve etki­ si sürüp gitmektedir. Bu da Akil Abbas'ın bir edebi yöntemidir. Bana göre nitelikli edebiyat, ne kadar inceliklere yönelse de, ne kadar tahlil­ ci olsa da i çt epi lid ir ( empülsiv). Yani, düşünülen yeri geldiği anda söy­ lenmeli ve yazılmalıdır. Sonradan yazılabilecek veya bunu devam et­ tirebilecek bir eser de yazılabilir, Akil Abbas da yeni bir eser yazabi­ lir, ancak o bambaşka bir eser olur. Çünkü "Dolu" tam anlamıyla biti­

rilmiş bir romandır. Başı ve sonu arasında bir ahenk vardır. Hayat önce ne idiyse, sonunda da aynı duruma dönüyor. ortada yalnızca Karabağ

yoktur. Ağdam'ın yerine Çadır Şehirleri ikame edilmiş, ancak önceki ilişkiler artık yok olmuştur, lakin o ilişkilerin yavaş yavaş kendi yoluna düştüğü de hissedilmektedir. Yani At Belinde Olan Adam'ın oğlu ba­ basından tamamen ayn ve yeni bir davranışla kendini gösteriyor. sen de okuyucu olarak bu ilişkilere uymaya mecbur oluyorsun. Kahraman­ lık bu defa ce phe de veya Karabağ'da değil, hapishanede satranç oyu­ nunda kendini g öste riyor. Yani Ağdamın yiğidi kendi yeteneğini bu defa satrançta gösteriyor. Eser dar bir manzara ile başlıyor, yani Dünyanın En Zengin Şehri ile. Oradaki bütün manzarayı gözler önüne seriyor. Oraya ge­ len misafirlere kadar herkes kendi simasını sunuyor, kısaca dar bir 13


Karabağ manzarası karşınıza çıkıyor. Sonra tecavüzler, karmaka­ nşıklık, ahenksizlik, bunun oluşturduğu mücadeleler ve sonuçta Karabağ'ın kaybedilmesi . .. Kahramanlıklar, ardınca aynı bölgeye olan yaklaşım, dedikodu seviyesinde izah edilen ve Karabağ'ın, Ka­ rabağlılar tarafından savunulmaması, düşmana verilmesi . . . Büyük bir enerji ile Karabağ karakteri meydana getirilse de yazar o devir­ de Karabağ'ın savunulmasının imkansızlığını gözler önüne seriyor. bütün bu konulan Akil Abbas bir yazar üslubu ile, vasıtacılık yap­ madan işin içyüzünü ortaya çıkararak manzaranın, karakterin ken­ di ölçüsünün boyutunu takdim ediyor. Bu da, okuduğun şeyin ha­ fızanda yer etmesini sağlıyor. İnsan kendisini olayların içinde zan­ nediyor. Tenkitlerdeki, diyaloglardaki sözleri duyuyor gibi oluyor­ sun; doğal olarak bu da, bir yazann tecrübesini ve gözlem yeteneği­ nin ürünüdür. Eserin sona ermesini takip oldukça geniş bir manzara insanın gözü önünde canlanıyor. Okuyucu bu dünyanın En Zengin Şehri'nin mahiyetini her anlamda tasavvuruna getirebiliyor ve neyi kaybettiğini çok iyi anlıyor. Romanda özellikle vurgulanacak yön bana göre şudur: Ya­ zar, kimseyi suçlu olarak görmüyor ve suçlamıyor. Kesin olarak bir gücü karşısına almıyor, göz önünde yalnızca bir manzara canlan­ dırarak "Manzara bundan ibarettir " diyor. Hiçbir düşünce ileri sür­ meden manzarayı olduğu gibi sunuyor. Bu da, doğru anlamda ede­ biyat demektir. Olaylan günümüze taşımaması ve devam ettirme­ mesi önemli bir olgudur. O devri bütün gerçekleriyle birlikte yaza­ rak, Karabağ'ın kaderinin devletin elinde olduğunu gösteriyor. Ya­ zann işi burada bitiyor ve konuyu devletin yetkisine havale ediyor. Eğer bu devri de yazmış olsaydı (Evet, eserde bazı göndermeler var­ dır. Örnek olarak Merhum Devlet Başkanımız Haydar Aliyev'e kar­ şı yaklaşım, onun fikirleri vs.) eser ister istemez siyasi bir anlam ka­ zanabilir ve edebiyat eseri olarak algılanamazdı. Eser gerçekten tarifi imkansız bir güç, istek ve samimiyetle kale­ me alınmış. Bu konuda her türlü sahtekarlık edilebilirdi. Akil Abbas'ın bunlardan bir tanesine bile itibar etmemesi onu son derece başanlı kıl­ mıştır. Eser, halkın ruhunu ifade ettiği için halka aittir. Romanı okudu­ ğum zaman hem Akil Abbas'ın yazarlık anlayışına, hem de esere bir özgeçmiş olarak yaklaşımına hayran kaldım. Eserin bir Karabağname olarak yazıldığı, halkın yazdığı edebiyatın "Karabağname"si olduğu inancına kapıldım. Bu eseri ben son derece başanlı, samimi ve büyük bir genelleştirme ile tamamlanmış estetik bir örnek olarak kabul edi­ yorum. Bu sebeple de yazan tebrik ediyorum. 14


Üzerinde gözyaşlarından başka hiçbir şeyi olmayan şehit analarına hağışlıyorıım.

!.BÖLÜM Gece yarısını az bir zaman geçmişti. Boğucu bir sıcaklık var­ dı ve böylesi bir sıcaklıkla sık karşılaşmayan şehir bunalıyordu. Tek bir yaprak bile kımıldamıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yorulmuşlardı. Aniden bu bulutsuz, açık, boğucu sı­ caktan yıldızları da yorulup göz kırpmayan gökler birden bire gürül­ deyip Dolu1 nasıl vurduysa şehir irkilerek uyandı. .. Ve uyanır uyan­ maz da kendini dışarıya dar attı. . . . Her dolu yağdığında bu şehirde davullu zurnalı düğün der­ nek oluşurdu, elbette davulu ve zurnayı da dolunun kendisi getirirdi. Ancak dolu bağ bahçeye de, otomobillere de, pencerelerin camları­ na da, fakirlerin fukara damlarına da, dışarıda yakaladığı insanlara da zarar vermesine rağmen halk yine de onu sevinçle karşılardı. Do­ lunun yağması beş veya on dakika sürse de bu kısacık zamanın tadı lezzeti damaklardan uzun müddet silinip gitmezdi. Hasretle beklenen dolu başlar başlamaz davul ve zurnanın se­ sini duyar gibi herkes sevinçle dışarıya koşuşurdu. Dışarıya çıkar çıkmaz da dolu tutmayan bir tarafa sığınır. doluyla birlikte yayılan eşsiz baldıran kokusunu andıran bir kokuyu büyük bir hazla ciğerle­ rine çekip keyiflenir, avuçlarını dolunun geldiği göklere doğnı tuta­ rak bulutların arasından süzülen Tanrı ışığının seyrine dalarak. bina­ ları, toprağı, ağaçlan, pencereleri dövmesinden oluşan ve Tanrı'dan 1

K.ıırabağ'dn yaşoyoo Türkler Rushınn ço k namlulu rokcıot;:ırl::ınnın fulattı�ı ım:muy..· ··ulllu" dı� ııı\hı

15


başka hiçbir bestekann besteleyemeyeceği olağanüstü bu musiki­ yi dinlerdi. Küçükler ise büyüklerin kızmasına, bağırıp çağırmasına bak­ maz dolunun altında sevinçle zıplayıp durur, avuçlayarak topladık­ lan bu küçücük buz parçalannı birbirine fırlatır, arada bir de ağızla­ rına atarak şekerleme gibi emer, dolunun keyfini çıkanrdı. Geceleri de anneleri kaba etlerine tokadı yapıştırarak sırtlarına bardak atardı. . . . Gece yansını biraz geçmişti. Boğucu bir hava hakimdi ve böylesi bir sıcaklığa alışmamış şehir bunalıyordu. Yaprak dahi kıpır­ damıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yo­ rulup takatsiz kalmıştı. Aniden bu bulutsuz, açık, sıcaktan yorulup yıldızlan da göz kırpmayan gökler, birdenbire nasıl gürleyerek dolu yağdırmaya başladıysa şehir de ani olarak irkilip uyandı. . . Ve uya­ nır uyanmaz da kendini dışarıya attı. .. . Ancak Dolu'nun sevincini tatmaya, getirdiği soyulmuş baldıran kokusunu ciğerlerine çekmeye, Tann'dan başka hiçbir bestekann besteleyemediği bu olağanüstü musikiyi dinlemek için değil. Çocuklar bu Dolu ile oynayamıyordu, ağızlanna atıp şeker­ leme gibi ememiyordu. Bu Dolu'nun musikisi de insana haz vermi­ yor, beyinlere dolu gibi çarparak ruhunu eziyordu. Gökten dolu de­ ğil, Azrail yağıyordu. Kimi nerede yakalıyorsa orada da pençesine alıp eziyordu. Sambocu Eldar'ı da gece nöbetinden döndüğü zaman Lenin Parkının başında yakalamıştı. Sabah görevine çıkan birliğin askerleri itfaiye arabasının da yardımıyla parça parça olmuş uzuvlarını bin bir güçlükle toplayabilmişlerdi. Ses sanatçısı Barat'ın eşini evin içinde hem de uykunun en tatlı anında yakalamıştı. Kendilerini kaybettikle­ rinden alelacele onu hastaneye ulaştırdıklarında kadının sağ kolunun evde kaldığını fark etmişlerdi. Elde edebildiğini içerek yatağına ka­ las gibi kapaklanmış Sarhoş Çapay sabahleyin uyandığında evin tam ortasında parçalanmamış bir dolunun saplandığını görerek: -Bunu kim yolladı be!?-demişti. Herkes bu Dolu'dan kurtulmak için başını alıp nere geldiy­ se kaçmak istiyordu. Arabası olanlar çoluk çocuğunu ona doldura­ rak şehirden uzaklaştınyor ve köyün yolunu tutuyordu. Köyde fa­ lan hısım akrabası olmayanlar ise şehrin kenarında dolu tutmayan bir yerde ya arabada veya ağaçlann altında geceyi geçiriyordu. Ara­ bası olmayanlar ise çoluk çocuğunu evin en emniyetli yerine doğ­ ru çekiyor ve çaresizliğin ağırlığı altında yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine doğru bakmaya utanıyordu. Çoluk çocu16


ğun bu korkulu bakışları, onları dışarıdaki dolunun uyandırdığı kor­ kudan da beter sarsıyordu. Ve bu Dolu, insanları aniden saldıran bir köpek gibi daima gece yarısını biraz geçtikten sonra, uykunun en tatlı anında yakalı­ yordu. Gecenin zifiri karanlığıyla birlikte, Dolu'nun beyinlere dolu gibi çarparak büyük bir gürültüyle patlayıp ruhunu yerle bir ettiği insanlar, fırtınanın sahile fırlattığı balıklara benziyordu. Y ine gece yarısını biraz geçmişti . . . Ve şehri Dolu öylesine dö­ vüyordu ki, arabası olanlar çoluk çocuğunu arabaya atıp şehirden çı­ karmaya çalışıyordu. Arabası olmayanlar ise yine çocuklarını evin en emniyetli yerine doğru toplayarak, ümitlerini çoktan beridir on­ ları unutmuş Tanrı'ya bağlayarak, mahcubiyetlerinden dona kalmış yavrularının korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerine de bakmaya ce­ saret edemiyorlardı. . . . . . Bu Sahipsiz Devlet'in bu Sah'ipsiz Evlatları, önü düşman, arkası ise hiçbir şeye dayanmayan siperin içinde silahlarını en çok sevdikleri insanlar gibi bağırlarına basarak içleri kan anlayarak şeh­ rin üzerine yağan Dolu'ya kederle, çaresizlikle bakıyorlardı. -Allah'ım, sen yardımcımız ol! -Allah'ım, sen bizleri koru! &- Yarattığı dünyayı onun iradesi dışında yörüngesinden çıkaran insanlara hiddetlenmiş Tanrı artık yorulmuştu. Savaşta hayatını kay­ beden bu suçsuz gençler gibi o da zamanından önce yaşlanmıştı. Çizgisini şaşırmış insanların yönünü tekrar doğru tarafa çevirmek için bir peygambere ihtiyaç olduğunu görerek melekleri yeryüzü­ ne yollamıştı ki, bu peygamberi bulsunlar. Melekler de yeryüzünün altını üstüne çevirseler de Tanrı'nın istediğini bulamamışlardı. So­ nunda Tanrı'nın yanına eli boş dönmekten korkan melekler tesadü­ fen gökyüzü gibi temiz, Zemzem pınarı gibi saf. gözyaşı gibi dupdu­ ru bir ses duymuşlardı. Ses sahibinin üzerine üşüşmüşler. sesini. ka­ nından, ruhundan soyarak Tanrı'ya hediye götüm1üşlerdi. Ve artık kendi yarattıklarıyla uğraşamayan Tanrı gazabı­ nı yatıştırmak, biraz olsun yorgunluğunu gidermek istedikte Kadir Rüstemov'u dinliyordu. Bu ses, insanları mahşer meydanına topla­ yarak mizan teraziyi kurmasına, şeytanın da bayram etmesine engel oluyordu. Kadir Rüstemov'un sesi ruhuna öylesine sinmişti ki. ne Sahipsiz Evlatlarının, ne de onların ana ve bacılarının yakarışlarını duymuyordu. Ve bu Sahipsiz Evlatlar, kendilerine şah damarların­ dan yakın bildikleri Tanrı'ya yalvara yalvara şehrin üzerine yağan Dolu'nun nereleri döv.düğüDü...anlam&Y.«sıHışryorl_ar�ı. •

:jld� ..

.'.

·.:.

·:·

17

...


Peleng: -Galiba büyük binayı dövüyorlar. Evleri o binanın yanındaydı. Qayret: -Yok be, görmüyor musun merkezde patlıyor. Drakon:

-O zaman bizim evlerimizi de dövüyor! Bu Sahipsiz Devlet'in bu Sahipsiz Evlatları yalnızca sabah açıldıktan sonra bu Dolu'nun kimin anasını, kimin yavrusunu, ki­ min bütün ailesini mahvettiğini anlayacaklardı. Her şeyden, hatta yalvarmalarının semeresini görmediklerinden Tann'dan da ümitle­ rini kesmiş bu Sahipsiz Evlatlar hiddetlerinden parmaklarını, du­ daklarını kemiriyordu. Bazıları katlanamıyor, siperden çıkarak hay­ kıra haykıra fırlıyor ve karşı taraftan bağırıp çağırmadan onu nişan alarak atılan kurşunlardan birinin kurbanı oluyordu . . . "'"'"'

. . . Düşmanın dört beş kurşunla işini bitirdikten sonra hiddeti biraz olsun dinse de, sandıktaki otuz iki kurşunun tamamını karşı­ da atın üzerinde duran adamın kamına doldursa "offf'' bile demez­ di. Sanki atın üzerindekinin kamı kurşunları yemek için yanıp tutu­ şuyordu. Düşman olsun ne çıkar, onun da kendine mahsus bir güzel­ liği vardır; hiç olmasa dersin ki, karşımdaki düşman merttir ve se­ nin kanını içmek isteyen, bundan müthiş bir zevk duyan bir düşman­ dır. Sen de ona göre tavır takınırsın. Karşında duran bu düşmanda o duyguları asla bulamazsın. Bu durum düşmanlığın kendinden de be­ terdi. Bu da insanın kendi içinde taşıdığı onulmaz bir hastalık gibiy­ di. Bu hastalıkla birlikte yaşamak mecburiyetinde idiler. Aynı gök­ leri, aynı toprağı, aynı kanı, aynı şehri paylaşıyorlardı. Aynı gökle­ ri, aynı toprağı, aynı kanı birlikte bölüşseler de bu şehri aynı şekil­ de paylaşmamışlardı. Birinin kısmetine dünyanın en zengin şehrinin pazarında et sa­ tılan küçücük bir dükkan düşmüştü. Şu karşıda atın üzerinde duran şahsın payına ise dedelerinden miras kalmış gibi neredeyse şehrin yansı düşmüştü. Parti sekreterlerine, şehrin yöneticilerine, bilmem hangi kertenkelelere yaltaklık yapa yapa kendine de yaltaklık yap­ tırmasını başarmıştı. Atını sağa da dörtnala sürmüştü, sola da. Atın belinden hiç inmemişti. Şimdi de atın belindeydi, ancak eskisi gibi onu koşturamıyordu. Yalnızca o değil, hatta yaltaklandığı şehir yö­ neticileri de, reisler de atlarını artık eskisi gibi koşturamıyorlardı. Dünya kendi yörüngesinden çıkmış, almış başını gidiyordu. 18


Nereye gidiyordu ... !? Kendi yarattıklarının yörüngesinden çıkar­ dıkları bu Dünya'nın nereye gittiğini Tanrı bile bilmiyordu. Ve şim­ di, kendi mihverinden çıkardığı bu insanlardan başını alıp bilinnez bir menzile doğru koşturan bu Dünya'da insanlar öyle bir hale düş­ müştü ki, içlerinde nefretten başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu nefret simalarına aksetmişti, yüzlerinden zehir zıkkım yağıyordu. Mihve­ rinden çıkarak hem kendinden, hem de Tanrı'dan başını alıp da ka­ çan bu Dünya'da bu şehir, bu şehrin insanları öylesine yaşlanmışlar­ dı ki, sanki akıllarını kaybetmişlerdi. Bu hastalığa da en çok gençler tutulmuştu. Daha düne kadar savaşları hep sinema perdesinde sey­ reden bu Delirmiş Gençler kendilerini aniden bir savaş filminin or­ tasında bulmuşlardı. Elbette bu kendi istekleri doğrultusunda oluş­ mamıştı, onları bu savaşın ortasına zorla atmışlardı. Bu dehşet kokan filmin senaryosıınu dünyanın Büyük Dev­ letlerinin Büyük Saraylan'nda yazmışlardı. Filmin rejisörlüğü­ nü de Tarkovski'yi de, Tofik Tağızade'yi de kıskandıracak kimse­ lere havale etmişlerdi. Bu rejisörler de, Büyük Devletlerin Büyük Saraylan'nda oturmuş çekilmekte olan filmin günlük yapımlarını seyrediyorlardı. Filmin figüranları ise ne senaryodan, ne de rejisö­ rün yaptıklarından haberi vardı. Bu filmi daha önce seyrettiklerin­ den ayıran yegane fark ise patlayan bombaların gerçek olmalarıydı. İnsanlar gerçekten de kurşunlanıyor, çocukların kafası kesiliyor, ka­ dınlara gerçekten tecavüz ediliyordu. Bir de bu filmi daha önce gör­ düklerinden ayıran bir diğer fark bunun bir türlü sona ermemesiydi. Bunun sonu ufukta bile görünmüyordu. Fazıl Bey'in sinema salonunda seyrettikleri bütün filmlerde bi­ zimkilerin attığı (o zaman Ruslar da bizimkiydi, Ukraynalılar da. Letonyalılar da, hatta Ermenilerin kendileri de) her kurşunla bir Al­ man askeri kamını tutup yere devriliyor ve zavallı Almanların attığı kurşunlar ise hep karavana gidiyordu. Elbette bu Almanların nişan almadaki beceriksizliğinden değil, senaryoyu yazanlar da. yapım­ cılar da bizimkilerin hısım akrabasıydı. Seyrettiğimiz bu filmde ise bizimkiler artık Ruslar, Ukraynalılar, Letonyalılar, Emıeniler değil gerçekten bizimkiydi. "Holywood"un ve "Mosfilm"in ortak yapımı olan bu Film'de senaristler de, yapımcılar da Ermenilerin hısım ak­ rabasıydı. Geçmişteki bizimkiler Ermenilere en pahalı

ve

yeni ya­

pım silahlan verseler de, şimdiki zamandaki bizimkileri onların kar­ şısında eli yalın bırakmışlardı. Bu Film'de fırlatılan bombalar bizle­ rin tepesine yağıyordu. Yakılan, yıkılan evler bizim, kafası kesilen çocuklar bizim, tecavüze uğrayan kadınlar bizim kadınlarımızdı. Bu Film'deki Almanlar bizdik. 19


Çarpışmaların birinde bizimkilerin eline bir Ermeni kızı düş­ müştü. İntikam duygusu gözlerini karartan bizim delirmiş gençler ona tecavüze yeltenmişlerdi. Ancak korkudan tir tir titreyen zavallı kızın insanın kanını donduran yalvanşlı bakışları, henüz insanlığı­ nı tamamen kaybetmemiş O'nu harekete geçirmiş ve gençlere engel olmuştu. Yaralı bir şekilde aç kurtlann eline düşmüş çaresiz, ümi­ dini Tann'dan da kesmiş bu kıza tecavüze uğramasına bigane kala­ mazdı. Hiç önemi yoktu, belki de bu kız günün birinde onu vuracak­ tı, ancak şimdi karşısında yarın kendini vuracak bir düşmanı değil, Tann 'nın ondan imdat dileyen bir varlığını görüyordu. İntikam hır­ sıyla deli divaneye dönmüş gençler bu kızı kurşun yağmuruna tut­ saydı belki de farkında bile olamazdı, ancak tecavüze uğramasını kabullenememişti. Kızcağızı çalılığın ardına atmak isteyen Delir­ miş Gençleri durdurmuştu. -Dokunmayın! Tartışma başlamıştı. -Onlar bizimkilere tecavüz edebiliyor değil mi!? -Onlar Ermeni, biz ise değiliz! O'nu iyi tanımayanlardan birisi: -Eeey ne efeleniyorsun öyle?-Diyerek kızın üzerine doğru yü­ rüdüğünde O, mermiyi namluya sürerek bağırmıştı: -Kimin erkekliği varsa buyursun! Delik deşik ederim! Biz Er­ meni değiliz dedim!!! Yuvalarından fırlamış gözlerini gören gençler geri çekilmişti. Sonra kızın üzerinden soyulmuş elbiselerini tüfeğin namlusuyla kal­ dırarak üzerine annışn. -Giyin! Çık git buradan!

Muz gibi soyularak anadan üryan hale getirilen bembeyaz te­ niyle, yiyenin damağına müthiş bir lezzet sunacak bu kızcağız de­ minden beri mahrem yerlerini örten elleri titreye titreye elbiselerini alıp alelacele giyinmiş, ancak yerinden kıpırdayamamıştı. -Çek git dedim sana! Kulaklanna inanamayan kız yavaş yavaş geri çekilmeye başlamıştı ve korka korka sormuştu: -Kardeş, adın ne? -Senin kardeşinin ... Çek git dedim. -Hz. Abbas'a2 yemin veriyorum, adın ne? Karabağ Ermenileri bizimkilere yemin vermek istediğinde Hz. 2 Hz. Abbas, Hz. Ali'nin oğludur ve üvey luırdeşi H1_ HOseyin"le birlikte Kerbcla savaşında şehit oldu. Şii (Caferi) inancına sahip TDrlıler Hz. Abbas'ı çok severler ve ona edilen veya verilen yemine kesinlikle uyarlar.

20


Abbas'ın adını anıyorlardı. Onlar da, Karabağlılann Tann'dan daha çok Hazreti Abbas'tan çekindiklerini çok iyi biliyorlardı. Kızın böylesine ağır bir yemin vermesi O'nu kızdırmıştı: -Sana tecavüz edip kurşunlamadığımdan dolayı adım eşşoğlu eşektir! Defol dedim, kahpe! Kız artık hiçbir şey sormadı, Ermeni köyüne doğru dönüp koşmaya başladı, asla da geri bakmadı. Akşam kumandan Ermeni kızını bıraktığı için laf söylediğinde: -Komutanım, ben kadın davası değil, toprak davası peşindeyim. Şimdi O ve diğerleri toprak kavgasına tutuştuğunda at belindeki adam hiçbir şey olmamış gibi kendi keyfiyle meşguldü. Toprak kavgasına tutuşan ve bu uğurda canlarını feda eden vurgun vurmuşı gençlerin her şeyini, hatta nişan yüZüklerini bile satarak onun da evini barkını, yurdunu yuvasını, ailesini, namusunu koruması onun umurunda bile değildi. Ve şimdi sırtlarına asker elbisesi değil kefen geçirmiş bu Vurgun Vurmuş Gençler siperde omuz omuza çarpıştık­ tan Musa'nın Bakfı'de ayaklarının ikisi de kesilmiş annesinin dok­ toruna vermek için bin manat parayı bulamıyorlardı. Atın Belindeki Adam bu Vurgun Vurmuş Gençlere hep yuka­ rıdan bakmış ve onlara insan muamelesi bile yapmamıştı. Onlann verdiği selamı bazen iş olsun diye almış olsa da birçoğuna selam bile vermemişti. Onlara sokak çocuğu gözüyle bakmış. horlamıştı. Yalnızca o mu, at belinde olanların tamamı her gününü pavyonlar­ da veya Hankendi'nde4 Ermeni kızlarının koynunda geçiren. '"bana neden ters ters baktın" diyerek anlamsız kavgalar çıkaran ve Fazıl Bey'in sinemasının arkasındaki caddeyi gladyatör meydanına çevi­ ren bu gençler (O zamanlar bu gençler henüz delinnemişti, yani an­ lan vurgun vurmamıştı), ne istediklerini henüz anlamış değillerdi. Aslında gençler bu dünyadan ne bekliyorlar onu dahi bilmiyorlardı. Dünya çok büyüktü ve bu kocaman dünyada bilmedikleri çok şeyler vardı. Bu kocaman dünyada bilmedikleri o birçok şeyi öğrenme ar­ zusunda olmadıklanndan dolayı kendi kafalarına göre takılıyorlar­ dı. Toplumun onlara hangi gözle bakması umurlarında bile değildi. Vatan to praklannı koruyup savunmayı ülkü edinen. hıçhir şeyi olm::ıy3n ,.c Yl'gıınc scr-vdkn l'l.m

canl annı bu y ol a adaynn gençler. 4

Dağlık Karabağ"da G argar ınnağı s ah i l inde. Karabağ sıradağlan cıcğındc. Karabağ Hanı Pcnah Ali Han'ın oğlu Mchdikulu ifan tarafmdan kurulan köy, l l�m ıarnfından kumldu!}undan dolayı l'nun adına atfen Hankcn di, Ho.n'm köyü adıyla anı l mış vc 27 Nisan 1920 Bolşc,·ik Rus işg.alindcn ��'nr.ı

oluşturul an Sovycı yönetimi ınnıfındnn 1923 yılında. A:urhaycan'ın Holşc\' ik Ruı;.lar ı::ırnfınd::ın ışg;-ı­

l inc yardımcı olan Toşmık Ponisi mensubu ve Türk düşmanı Sh:ph;ın Ş.:ıumy.ın · ın adı \\.'rılcn:k S1ı..·p.1-

n akert olarak udlandml mış. 1991 yı lın d a Azcrhaycan'ın ha�ım�ı7.h�ını ka7.:.ınm;ı!'ıyla n!i-ıl adını ıckr.ır kazan mı şıır. DoQ:hk Kombağ'1n önemli şehirlerinden birıdır ve Emıcni ış.galı ahındndır.

21


Çünkü onlar bu topluma da, onun kanunlarına da çoktan sırt çevir­ mişler, onlara tükürüp geçip gitmişlerdi. Bazen içine tükürdükleri kanunların pençesine düşüp birer birer dolaştıkları hapishaneler bile onları yıldıramamıştı. Korkularını analarının kamında bırakıp dün­ yaya gelmişlerdi. Ekseriyetinin iki adı vardı; birisi babalarının ver­ diği, diğerleri de Dede Korkut'un boy boylayıp soy soylamadan ver­ diği değil kendi kazandıktan ad idi. Bu adı da karakterleriyle, yum­ ruklarıyla, dünyaya bakış tarzlarıyla, kendilerini savaş filmlerindeki kahramanlara benzetmeleriyle almışlardı. Ve Şeytanın Evlatları dünyayı yörüngesinden çıkardığında, Bü­ yük Devletlerin senaristleri, film yapımcıları, onları zorla iterek ger­ çek savaşlı Film'in tam ortasına attığında, onlara yukarıdan aşağı­ ya doğru bakanlar ve dünyanın en zengin şehrinin keyfini sürenler aradan öylesine sıvıştılar ki, bu Film'de figüran rolünde bile görün­ mediler. Ancak onlar kendi gibilerini etraflarına toplayarak belki de, her şeyden daha çok kazandıkları adın şerefi için, pazarlarında atom bombalarının satılmasıyla övündükleri Dünyanın En Zengin şehrinin şerefini korumak için ileri atıldılar. Ve hiç kimse, yalnızca atın be­ linde dünyayı kurtarmış gibi kibirle duran bizimkiler değil, hatta bu Film'in Büyük Devletlerin Büyük Saraylarında yaşayan senaristleri de, yapımcıları da bunu beklemiyorlardı. Asalak zannederek yukarı­ dan baktıktan bu ipsiz sapsızların, topa tüfeğe karşı eli yalın hücum edeceğini ve yazdıktan senaryoyu bozacaklarını, Film'in yapımcıları­ nı çok zor duruma düşüreceklerini, Film'i en kısa zamanda bitirmeğe engel olacaklarını, bin yıl yatsalar uykularına bile girmezdi. Şimdi Atın Belinde Olan Adam, atın belinde değil Büyük Dev­ letlerin Büyük Saraylarında yazılan Film'in senaryosunu bozan, ya­ pımcılarını çok zor duruma düşüren bu Vurgun Vurmuş Gençlerin karşısında korkusundan küçük dilini yutarak baka kalmıştı. Her za­ manki edasından bir eser bile yoktu. Yutkuna yutkuna hiçbir zaman kale almadığı bu Vurgun Vurmuş Gençlere bakıyordu. Belki de şim­ di şimdi insan gözünde görmeye mecbur olduğu bu Vurgun Vurmuş Gençlerden birisinin araya girmesini ve düştüğü zor durumdan ken­ dini kurtarmasını bekliyordu. Baktı, baktı, bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiçbirinin ona yardım etmek düşüncesinde olmadığını hissetti. Gençlerin suratın­ dan zehir zıkkım yağıyordu. Atın Belinde Olan Adam nerden bile­ cekti ki, onlar savaşın içinde değil, savaş onların içinde yaşıyordu. Artık onların damarlarında kıpkırmızı kan yerine kapkara bir nefret seli dolaşmaktadır. Bu nefret yalnızca düşman için değil, onlardan 22


olmayanların tamamına aitti, hatta onlardan olmayan kardeşleri bile olsa, bu geçerliydi. Zehir zıkkım tadında ekşi bir erik yemiş gibi yüzünü gözü­ nü buruşturarak büyük bir merak içinde olayın sonunu bekleyen bu Vurgun Vurmuş Gençlerden yardım ummaya değmeyeceğini anla­ yarak sakin davranmaya çalıştı: -Yahu kardeşler, bana öyle bir nazarla bakıyorsunuz ki, sanki ben de Ermeniyim. Drakon: -Sen Ermeni'den de kötüsün, deyyus oğlu deyyus! Gençliğinde o da kimselerin önünde eğilmemiş, büzülmemişti. Durumu şimdi de o kadar kötü değildi. Teke tek kavgada belki de bu gençlerin birçoğunu alt eder�i. hatta Drakon'un kendini de. An­ cak savaşın yamyama çevirdiği bu Vurgun Vurmuş Gençlere cevap vermek için son derece cesur olmak gerekirdi, o cesaretin de onda esamisi okunmuyordu. Drakon, onun otuz iki kurşunun hasretini çeken kamına silahın namlusunu dayadı: -Çıkar pantolonunu! At Belinde Olan Adam yıldınm çarpmış gibi irkildi: -Ne diyorsun sen? -Çıkar pantolonunu diyorum! -Kocaman adamsın! Çok da ileri gittin! -Çıkar pantolonunu dedim! Ya buradan don gömlek gidersin ya da seni kalbura çeviririm. At Belinde Olan Adam gözlerini bile kırpıştınnadan afal afal etrafındakilere bakındı. Ancak bu Vurgun Vurmuş Gençlerden hiç­ biri onun davetkar bakışlarına cevap vermedi. Birisi alaylı bir edayla: -Şimdiye kadar o kadar insanı pantolonsuz bırakmışsın ki. şimdi sıra sendedir! Bir canavar sürüsünün ortasına düşen kuzuyu andırdığını

ve

herhangi bir çıkış yolunun da olmadığını anladı. O çıkannasa bu de­ lirmiş gençler pantolonunu çıkaracaklar. artık o zaman kendini as­ maktan başka yol kalmayacaktı; başladı yalvannaya: -Yahu neler diyorsunuz siz. ben yaşını başını almış bir insanım. hepimiz hısım akrabayız, çoğunuzun babasıyla tuz ekmek kesmişim. Drakon söylediklerini unutmuşa pek benzemiyordu: -Bizim hısım akrabalarımız seninkiler gibi Bakfı'de keyif çat­ mıyor, siperlerde can veriyorlar. Çıkar pantolonunu! 23


-Yahu, beni de, kendinizi de rezil etmeyin! Ayıptır! Halkı üze­ rimize güldürmeyin! Para için insan böyle şeyler yapmaz. Parayı se­ nin istediğini bilemedim, ne kadar gerekiyorsa birini yollayayım gi­ dip getirsin. Drakon nerdeyse silahın namlusuyla karnını delecekti: -Çıkar! -Yahu bir azıcık saygılı ve gayret sahibi ol! Beni böylesine tahkir etme! Bu şehirde düşmanlık tohumu ekme! Drakon: -Gayretsiz senin neslindir! -Diyerek tüfeğin kundağıyla göğ­ süne bir tane indirdi. Atın Belinde Olan Adam sendeledi ancak düşmedi, dengesi­ ni sağlayabildi. -Başından büyük işlere kalkışıyorsun, Drakon! Benim panto­ lonumu çıkaran daha anasından doğmadı. Drakon o anda adamın tepesinin üzerinden bir şarjörü boşalttı. Atın üzerindeki adam kurşunlann ona değdiğini zannetti ve kurşun yemiş gibi geriye sıçrayıp devrildi. Drakon tüfeği karnına dayayarak bağırdı: -Çıkar pantolonunu! -Y üzünde bir damlacık kan bile kalma­ mıştı. Artık ölümü göze alan Atın Belindeki Adam tüfeğin namlu­ sundan yapıştı: -Çek tetiği deyyus! Neslini pantolonsuz bırakmaz isem yedi sülaleme lanet! Drakon yanındakilere döndü: -Çıkarın bunun pantolonunu! Vurgun Vurmuş Gençler hemen Atın Belindeki Adamın üzeri­ ne çullandılar. Deminden beri bir kenarda durarak olaylan izleyen Peleng baktı ki, deliye dönmüş gençler adamın pantolonunu çıkarmaya ça­ lışıyor, kendine hakim olamadı. İlerleyerek akbabalara dönmüş bu Vurgun Vurmuş Gençlerin her birini bir tarafa itti: -Yahu, ayıptır! Zaten olan oldu-diyerek Drakon'a yaklaştı; -Bu davranış senin biri bir yiğide yakışmaz! Vur öldür, ancak adamı re­ zil kepaze etme! Drakon, Peleng'i bir kenara itti: -Sen ne diyorsun be!? -Diyorum ki, yeter, bırak gitsin. Erkek erkeğin pantolonunu çıkarmaz! 24


Drakon: -Sen kanşma!-Sonra yine Vurgun Vurmuş Gençlere emir verdi:- İşinize bakın. Ancak Peleng geri çekilmedi ve yeniden gençlerin önünü kes­ ti. Peleng'in ona meydan okuduğunu gören Drakon bu defa kendini kaybetti, kolundan tuttuğu gibi bir kenara fırlattı: -Sana karışma dedim!? Peleng düştüğü yerden kalktı, hiddetinden dudağını nasıl ısır­ dıysa dişinin geçtiği yerden akan kan çenesine doğru indi. Dudağı­ nın kanını emip yere tükürdü, elinin arkasıyla ağzını sildi ve yeni­ den araya girdi: -Drakon, bırak gitsin dedim. Ben sana vurmak istemiyorum. -Ulan enik, sen de mi adam oldun? -Büyüğümsün, karde"şimsin, sana cevap vermiyorum, yoksa . . . Vurgun Vurmuş Gençler, At Belindeki Adamı unutup onların arasına girdiler. -Yahu bırakın, kocaman adamlarsınız, bir deyyus için kavga edip toplumu üzerimize güldürmeyin. Drakon aklını kaybetmiş gibiydi ve hiçbir şey duymak istemi­ yordu: -Yakına gelenin anasını ağlatırım! -Dedi ve Pcleng'in gırtla­ ğından yapıştı, -Yoksa ne . . . Gırtlağını Drakon'un mengeneye benzeyen parmaklarından kurtarmaya çalışan Peleng artık tahammül edemedi: -Yoksa ben senin pantolonunu . . . -Hıı, benim!? Drakon, Peleng'in gırtlağını bıraktı ve ona vurmak istedi. an­ cak Peleng daha atik davrandı. Ve Drakon hayatında birinci defa ilk darbeyi yedi. Bu ani darbeden dolayı kendini kaybetti, bir anlığa eli ile yüzünü tutarak kafasını salladı, sonra da bir canavar nasıl saldı­ rırsa Peleng'e öyle saldırdı. Biraz önce ncrdeyse pantolonsuz kalacak olan At Belindeki Adam artık kendine gelmişti ve istihza ile her gün siperlerde sırt sır­ ta vererek yatan bu yiğitlerin kendi yüzünden birbirlerine vahşicesi­ ne yumruk sallamasını seyrediyordu. Edilen bütün küfürlere rağmen Vurgun Vummş Gençler yeni­ den onları birbirinden ayırmaya çalıştılar ve yeniden Drakon 'tın ho­ roz sesi duymamış küfürlerini duydular. Birisi seslendi: -Yahu bırakın da birbirlerinin etini yesinler. Y üzleri gözleri kan revandı, hiçbiri teslim olmak istemiyordu. ancak Drakon Peleng'c galip gelmişti. 25


Bu anda birliğin bahçesine bir zırhlı girdi ve gelip kavganın yanında durdu. Birisi araçtan iner inmez haykırdı : -Ne böyle durup bakınıyorsunuz be!? Aralayın! -Komutan! Araya girene ana bacı küfiil etmişler. -Aralayın dedim size!-dedi komutan ve kendisi kavga edenlerin arasına girdi. Komutanın araya girdiğini gören Vurgun Vurmuş Gençler de atıldılar kavgacıların üzerine ve bin bir güçlükle onları birbirinden ayırdılar. Aralanır aralanmaz da her biri silıihını kaparak birbirine doğrulttular. Komutan aralarına girdi: -İndirin silıihları, ahmaklar! İndirin dedim! Drakon: -Komutan çekil! Bu eniği delik delik edeceğim. Peleng haykırdı: -Eniğin sesi geliyor. Komutan yapıştı ikisinin de silahının namlusundan ve daya­ dı kendi böğıüne: -O zaman beni vurun! Vurun be, itler! Çekin tetiği de içiniz rahatlasın! Neden çekmiyorsunuz?! Drakon: -Çekil komutan, vallahi sıkarım! -Çeksene tetiği ne durmuşsun! ? Çek ki, Ermeniler bayram etsin! Drakon silahını indirerek bağırdı: -Peleng, ananı ağlatmasam kahpe çocuğuyum. Peleng: -Kimin anası ağlayacak göıüıüz. Sonuna kadar gitmeyen de kahpenin dölüdür. Komutan: -Kesin sesinizi! -Sonra bu Vurgun Vurmuş Gençlere emretti;­ Alın bunların silahlarını! Hiç kimse bu emri yerine

getirmeğe

cesaret

edemedi.

Drakon'un canını almak mümkündü, ancak silahını asla. Sovyetler Birliği'nin astığı astık, kestiği kestik döneminde bile Drakon açık­ tan açığa silahla dolaşmıştı. Hiçbir Allah'ın kulu ona gözünün üs­ tünde kaşın var diyememişti. Komutan: -Emrediyorum! Peleng, gönülsüz bir şekilde emre uydu ve silahı kendi teslim etti, ancak Drakon üç dört adım geri çekildi: -Benim silahımı alan daha anasından doğmadı! Yaklaşana sıkanın! 26


-Ver silahı, dedim! -Komutan, bu tüfeği bana sen vermedin, sen de alasın! Arabamı satıp gidip ta Tiflis'ten aldım. Komutan emre uymaktan çekinen Vurgun Vunnuş Gençlere yeniden emretti: -Alın silahını! Vurgun Vurmuş Gençler ilerleyince Drakon bir iki adım daha geri çekildi ve ağzından köpükler saçarak: -Yaklaşanın . . . Komutan: -Sen Kur'an üzerine yemin ettin! Drakon, bir engerek yılanının kuyruğu üzerinde doğrulup her an saldınya hazırmış gibi beklemesini andınyordu: -Ben toprağımızı korumak için yemin etmişim, silahımı sana vermek için değil! At Belinde Olan Adamın vücuduna saplanmış bin bir tane di­ ken yavaş yavaş çıkmaktaydı. Bundan büyük bir lezzet duyuyor ve içinde "Hadi, gebertin birbirinizi it oğlu itler!" diyordu. Komutan daha da sertleşti: -Hapsedin bunu! Drakon: -Beni mi? Biçerim hepinizi! -Dedi ve bahçe kapısına doğru yöneldi. -Tüküreyim hepinize, ben yokum! Peleng, sen yoksun! Sen ölüsün artık! Birlikte olan yaşlılardan birisi: -Komutan, bırak gitsin. Birazdan hiddeti geçer. Onu da anlama­ lıyız. Gözünün önünde öylesine yiğit bir kardeşini vurup şehit ettiler. Vurgun Vurmuş Gençlerden bir haylisi de Drakon\ın ardınca gitti. Onların tamamı Drakon'a duyduğu sevgi için birliğe gelen mi­ lislerdi. Onlan gören Drakon geri dönerek hiddetle haykırdı: -Siz nereye be! İt herifler! Dönün geriye! Drakon gitti, birliğin bahçe kapısından çıktığı anda bir şarjör mermiyi havaya boşalttı. Komutan hiddetten yaşarmış gözlerini sildi. Nefesi sıklaşmış­ tı, oksijen alamıyor gibiydi. Son zamanlarda sinirlendiğinde bu hep oluyordu. Bir hayli öksürdü, nefes yollarını açıyor gibiydi. Biraz sa­ kinleşti, sonra Peleng'e sordu: -Niye boğuşuyordunuz? Peleng, kafasıyla At Belinden İnmiş Adamı gösterdi ve Komu­ tan onu şimdi şimdi gördü, etrafındakilere sordu: 27


-Bu burada ne arıyor? Vurgun Vunnuş Gençler: -Drakon dedi ki, gidin arabanın bagajına tıkıp getirin, biz de getirdik. Ancak acıdık bagaja tıkmadık. -Niçin? Peleng: -Pantolonunu çıkarmak istiyordu, ben de engel oldum. Komutan kulaklarına inanamadı. Drakon 'un, yılan gibi topladığı zenginliğin üzerinde kıvnlıp yatan, evi barkı yerle bir edilenle­ re

yardım etmeyen yüksek görevli adamlardan hoşlanmadığını, sık

sık onları rahatsız ettiğini, hatta bazılarına sutyen yolladığını bili­ yordu. Bu görevlilerin milis birliğine gönüllü olarak yardım etseler de bazılarının Drakon 'un korkusundan yaptığını iyi biliyordu. An­ cak Komutan, bindiği zırhlı arabayı kolhoz başkanının kendi arzu­ suyla değil, Drakon 'un korkusuyla satın alıp ona verdiğini bilmiyor­ du. Bu tür şeyler yüzünden birkaç defa Drakon 'u azarlamıştı bile. "Kimseyi buna mecbur etmemek gerekir, halk bize kötü gözle ba­ kıyor" demişti. Drakon da hep bu cevabı vermişti: -Komutan, bu paralan adamların kendisi darp etmiyor ya! Hepsini bu halkın cebinden çıkarmışlar! Savaşacak cesaretleri yok­ sa da canlan çıksın şimdi biraz millet yolunda harcasınlar. Drakon'dan bu tür şeyler beklenebilirdi. Birisini dövebilir, bi­ rini cezalandırabilir, birini arabanın bagajına tıkabilir, uf bile deme­ den birini öldürmek bile onun için bir yudum su içmek gibi bir şey­ di, ancak birinin pantolonunu çıkarmak . . . Buna, onun kabul etti­ ği kanunlar bile izin vermiyordu. Bu sebeple Komutan hayret etti: -Neden? -Para istemiş, vermemiş . . . Vurgun Vunnuş Gençlerden birisi Peleng'e kızarak: -Sen de bilmediğin şeye burnunu sokma. Öyle değil Komutan. Dün Musa'lann evine roket mermisi isabet etmiş, anasını Bakfı'ye götürdüler, kadının ayaklannın ikisini de kesmişler. Sabahın erken saatlerinde Musa telefon açmış ve doktorlann bin manats para iste­ diklerini söylemişti. Drakon da yolladı ve gidin ondan alın dedi. Biz de gittik vermedi. Drakon da sinirlendi ve gerisini de siz duydunuz. Komutan, hep At Belinde Olan Adam'ı baştan ayağa değil, ayaktan başa doğru şöyle bir süzdü, sonra da öksürüp ciğerinden çı­ kan balgamı adamın suratına fırlatmaktan son anda kendini tutabil­ di ve yere tükürdü: S

Azerbaycan pan birimi. 28


-Yahu sen ne kancık adammışsın be! Bakü 'den gelen yüksek rütbelilerin kıçını yalıyorsun, kendininkine geldikte beş manata acı­ yorsun?! Drakon'un elinden bin bir güçlilkle kurtulan adam yeniden kırk �ınlık kuyunun dibine yuvarlandı. Kendini haklı çıkarırcasına: -Komutan! Seyyid Lazım Ağa 'nın6 ceddine yemin olsun bile­ medim. Her gün o geliyor bana para ver, bu geliyor par ver, ben ko­ poğlusu ne bileyim kim kimdir. Bana sizin istediğinizi demediler ki! Komutan baktı ki, hiddeti onu esir alarak ardınca çekip sürük­ lüyor ve böyle giderse elinden bir kaza çıkacak. Zaten adları kötüye çıkmıştı. Hükümet onları Ermenilere değil de kendine düşman ola­ rak görüyordu ve bu gönüllü �burları halk nazarında iki paralık et­ mek için elinden ne geliyorsa onu yapıyor, haklarında yüzlerce şa­ yia yayıyordu. Geceleri Dolu başladığında yavrularını alıp canları­ nı kurtarmak isteyenler kapılarını bile kilitlemeye fırsat bulamıyor­ du. Sahipsiz ve kapısı açık bırakılmış evler hemen her gece yağma ediliyordu. Sabahleyin dönüp de evlerinin yağmalandığını görenler şikiiyet bile etmiyorlardı . Kime şikiiyet edeceklerdi ki, milis güçle­ ri siperde, yönetici siperde idi. Hükümet de, şehirde meydana gelen yağma ve hırsızlık olaylarının tamamını milis birliğinin üzerine yı­ kıyordu. Onların da ne ellerine Kur 'an-ı Kerim'i alıp ev ev dolaşa­ rak yemin etmeğe zamanlan vardı, ne de hevesleri. Kafaları savaş­ la meşguldü. Bu tür söylentilerden dolayı bıkıp usanan Komutan bir gün şe­ hir yöneticisinin önüne çıktı: -Reis, dışarıdan gelen hırsızlar şehirde girmedikleri ev bırak­ madılar. Hükümet de bu tür olayları bizim boynumuza yıkıyor. Ya bunları önlersin veya kötü şeyler olacak! -Komutan, vallahi gücüm yetmiyor. Ermenilerle mi çarpışa­ yım, yoksa bu şerefsizlerle mi uğraşayım bilmiyorum. Bir değil. iki değil, kocaman bir şebekedir. Komşu şehirlerde yaşıyorlar ve bura­ ya gelerek halledip sıvışıyorlar. Bu şehirlerin yöneticilerine durumu anlatıyorum, diyorlar ki, hırsızlık senin şehrinde oluyor, canın çık­ sın kendin bul. Söyle bakayım şimdi ben ne yapayım, Ermeniyle mi çarpışayım, hırsız mı arayayım, ne halt edeyim?! Komutan gerçekten Reis'in böylesi bir kargaşada, hercümerç­ likte meydanı boş bulan hırsızlara gücünün yetmediğini anlamıştı . Ve hırsızlara haber yollayarak demişti ki; biraz insan olsunlar . . . An­ cak hırsızlar onu dinlememişti. 6

Azerbaycan TOrldcri ıuafıııdan �Eı Ağa"" şeklinde de anılan. son derece saygı gClsırriıcn scy11

29


Komutan bir daha onları uyarmıştı: -Beni havsaladan çıkarmayın! Hırsızların reisi de ona mukabil haber yollayarak demişti ki; "Elinden geleni ardına koma". Bu cevabın alınmasından on-on beş gün sonra, hırsız çetesi­ nin lideri ağzından kurşunlanmış halde Lenin Meydanı'nın ortası­ na atılmıştı. Hatta elini bileğinden keserek göğsüne bırakmışlardı. Halk bir anda etrafına toplanmıştı: -Seni vuranın eline kurban olayım. -Kadın donu çalan deyyus. -Geber şimdi. Komutan biraz onlardan uzakta Drakon 'la yan yana durmuş halkı seyrediyordu. Şehrin Reis' i ona yaklaşarak usulca: -Komutan, hiç olmasa bu deyyusun cesedini Ermenilerin tara­ fına atsaydınız. -O zaman başkalarına ders olmazdı. Bırak halk kimin kim ol­ duğunu anlasın. -Komutan, ifşa edilemeyecek bir işi yükledin boynumuza, ola­ yın failini bulmam için gırtlağa çıkarıp asabımı bozacaklar. Drakon şimdi yeni hükümetin eline koz vermişti. Hükümet bi­ rinin üstüne binini de ilave ederek At Belinden İnmeyen Adamı gö­ türüp milis taburunda dövdüklerini ve parasını aldıklarını bilmem neleri, neleri şehre yayacaktı. Komutanın gözünün önünde bu can­ lanıyordu, yoksa memnuniyetle bu herifin pantolonunu kendisi çı­ karıp kafasına geçiriverirdi. Sinirine hakim oldu: -Atın bunu dışarı! Vurgun Vurmuş Gençler At Belinden İnmeyen Adamı bir anda karga tulumba ederek kapıdan dışarıya fırlattılar. Ömür boyu başkalarını tahkir eden, onlara bin bir hakaret eden adam. şimdi kendisi aşağılanmış bir şekilde "hesabı sonraya kalsın" diyerek işyerine döndü. Komutan yine öksürmeye başladı, hiddetten kafası kazana dönmüştü. Sinirlendiği zaman hep iki bardak demli çay içerdi. İçtiği bu iki bardak çay yalnızca onun hiddetini yatıştırmıyor, aynı zaman­ da ağrılarını da dindiriyordu. Y üzünü çayhaneye döndüğünde ceviz ağacının altında durarak deminden beri olayları şaşkınlıkla izleyen yabancı birine takıldı ve yine zıvanadan çıktı. . . .. . Olmuyor, olmuyordu. . ! Ne kadar uğraşsa da göklerden ya­ ğan bela ateşinin içinde vurgun vurmuş bu gençleri asker yapmak, 30


onlara askeri düzeni aşılamak mümkün olmuyordu. Buna zaman da yoktu. Diğer taraftan defalarca Savunma Bakanlığı 'na başvursa da gençlere talim yaptırmak için birliğe profesyonel subaylar yollamı­ yorlardı. O da, ortaokul ve lisede askerlik dersi veren öğretmenlere yalvararak birliğe eğitim vermek için getirmişti. Aslında onların da çoğu uzman değildi, yalnızca askerlik hizmetini yapmış kimselerdi. Yine de sağ olsunlar, çocuklara az çok silahlan söküp yağlamayı, te­ mizlemeği, kurşun atmayı öğretebiliyorlardı. Önceleri taburun bahçesinde iğne atsan yere düşmezdi. Buraya kendini göstermeye, Vurgun Vurmuş Gençlerden duyduklannın üs­ tüne binini de ilave ederek, orada burada kendileri yapmış gibi an­ latma düşüncesiyle gelenlerin sayısı, savaşmak için gelenlerden kat kat fazla olurdu. Buraya İmaret diyorlardı. Savaş başlayana kadar "Karabağ" futbol takımının stadyumu olduğundan dolayı buraya yönelenler sanki bir futbol maçını izlemeye geliyordu. Komutan buna engel olmak için çok eziyet çekmişti. Hatta üç dört defa birkaç kişiyi pa­ taklamıştı bile, ancak yine de engel olamıyordu. Kimseleri içeri bı­ rakmaması için kapıya nöbetçi de dikmişti, lakin yine de çiti, duva­ rı aşarak içeri girenler oluyordu. -Nöbetçi! Nöbetçi koşar adımla geldi. -Buyurun, Komutanım! -Bunu kim içeri bıraktı! ? Nöbetçi korkarak: -Bakfi'den gelmiş, gazetecidir, sizinle konuşmak istiyor. -Nöbetçinin görevi ne? -Birliğin bahçesine yabancılan sokmamak ! -Hadi git kendi komutanına söyle seni yirmi dört saatliğine ceza evine kapatsın. -Oldu, Komutanım! Komutan: -Bu gazeteciler de, umduğu her şeyi burada bulacağını zanne­ diyor. Yahu kardeşim, buraya dalından ceviz dökülmüyor. bomba yağdınlıyor, bomba. . . Pekala, gel bakalım. Çayhaneye doğru yöneldi, gazeteci de onun ardınca. Kahn:­ dekiler hemen saygı işareti olarak ayağa kalktılar, Komutan eli ile oturmalannı işaret etti. Bir masada domino oynuyorlardı: -Kaldırın onu, kim domino oynamak istiyorsa varıp gitsin kendi viranesinde oynasın. -Sonra gazeteciye döndü: -Otursana be adam, kolundan tutarak mı oturtacağım? 31


Belki de hayatında ilk defa böylesine sert bir şekilde karşıla­ nan gazeteci şaşırmıştı, çekine çekine oturdu. İki demlik çay getir­ diler, birini özel olarak Komutan, diğerini de konuk için. Komutan önce konuğa, sonra da kendine çay koydu: -Çayını iç. Kusura bakma, limonumuz yok, çölün düzündeyiz. -O anda gazeteciye ekşimekle iyi bir şey yapmadığını anladı. Gelen

misafirdi ve bu zavallının ne suçu vardı, gülümsemeğe çalıştı: Kafa­ na takma. Günlerimiz böyle geçiyor. Milleti Ermeni'nin karşısında eli yalın ve aciz bırakmışlar. Kimsede havsala kalmamış. Hoş geldi­ niz, sizi dinliyorum. Gazeteci biraz olsun rahatladı. -Sizinle röportaj yapmak istiyorum. -Sevgili dostum, geçen gün bir kahpe gelmiş. En kutsal varlığı olan canını vererek şehit olan yiğitler bir tarafta kalmış, düşmüş şehre o sokak senin, bu cadde benim. Nerede bir kilitli kapı varsa hepsini çektirmiş. Dün televizyonda seyrettim. Halk şehri bırakıp kaçmış-diyordu. Saçından yakalayıp pisliğin ortasına daldıracaksın ve diyeceksin ki, peki Ermenilere engel olanlar kim? Hükümet mi? Yoksa senin baban mı? Kim kaçmış be kahpe, nereye kaçmış?!

Şu

köşede gördüğün okulda derse giren öğrencileri Amerika'dan mı ge­ tirdiler?! Olmadı be dostum .. ! Bari bırakın öldüğümüz yerde rahat can verelim. Ermeni bir taraftan, hükümet bir taraftan, siz de bir ta­ raftan. Heey, oradan Gayret Dağarcığı'nı sesleyin. Hükümet yoktur beyim. Var, ama kim için, kendileri için. Hükümet hükümet olsaydı, aklımız arkamızda kalmadan savaşmamız için kadını, çoluk çocu­ ğu çoktan buradan çıkarmalıydı. İnsan ne kadar dayanabilir!? Gece siperdesin, sabah gelip bir bakıyorsun roket düşmüş ocağına, evini barkını, aileni parça parça etmiş. Bu yöneticileri dünyaya anneleri getirmiş de, bizleri inek mi doğurmuş?! Sizinkiler çocuk da, bizim­ kiler ecinni mi?! Ailelere ne kadar ısrar etsem de, mecbur bıraksam da çocuklarını şehirden uzaklaştırmıyor, kendilerine, gururlarına ye­ diremiyorlar. Ayıptır diyorlar; ama roket ayıp falan dinlemiyor be, dinlemiyor! Gece burada mıydın? -Buradaydım. -Atılan roketi gördün mü? -Gördüm. -Donuna kaçırmadın değil mi.. ? . .. Gece Dolu fırlatılmaya başladığında ilk patlamada bina öy­ lesine titredi ki, zelzele olduğunu zannetti. Yattığı yerden fırladı ve don gömlek kendini pencereden dışarıya attı. Ev sahibi ise onun 32


pencereden kendini dışarıya atışını seyrederek güldü. Önce çocuk­ larını bodruma indirdi, sonra dönüp onun pantolonunu aldı ve bah­ çeye çıkarak üzerine attı: -Al giyin! Ayıptır. Ermeniler aniden gelirse rezil oluruz bu halinle. T i treye titreye sordu: -Ne bu? -Şekerlemedir, Ermeniler atıyor. Ev sahibinin böylesine sakin ve temkinli olması bile onun tit­ remesini durduramadı. Ev sahibi misafirinin müthiş bir korku duy­ duğunu, neredeyse delirmek haddine geldiğini hi ssedip bir bardak votka getirdi: -Al iç! Al, utanma. Biz de önceleri böyle oluyorduk. Votkayı bir nefese dikt i , aldığı soğanı da cima gibi ısırdı. Votka onu biraz sakinleştirdi. Ancak Dolu dindikten sonra tekrar eve dön­ meye çekindi ve bahçedeki kütüklerin birinin üzerine oturdu. -Bir bardak daha . . . Ev sahibi gidip bir bardak votka daha getirdi ve güle güle: -İt oğlu i tlerin votkası roketin ilacıdır. İkinci bardaktan sonra kendine gelerek sordu: -Peki çocuklar için korkmuyor musun? -Korkmaz olur muyum? İnsan değil miyim? Eşime git köye diyorum gitmiyor, seni bırakıp nereye gideyim diyor. Çocuklar, ana­ mız gitmiyorsa biz de gitm iyoruz diyor. Şimdi bu halkın neler çek­ tiğini anlıyor musun .. !? .. . Geceyi yeniden hatırlayan gazeteci: -Gerçek şu ki, çok korktum. Bu anda askeri elbisenin i çinde adeta kaybolan, elindeki tüfek­ ten en fazla iki üç karış uzun olan esmer tenli bir çocuk yaklaşarak asker selamı verdi: -Yoldaş Komutan! Asker Gayret Dağarcığı, emrinizi bekliyor! -Yaklaş bakalım! Bunun kaç yaşında olduğunu biliyor ımısuıl"� On beş. Siperden çı karamıyorum. On defa kovdum, gittim baktım yine sipere yatmış. Artık kovmuyorum. -Gidebilirsin. -Oldu ! -Diye Gayret Dağarcığı yine asker selamı vererek dönüp gitti. -Bunları konu edinin, bunu yazın be ! Niçin arayıp beş altı kapa­ lı kapıyı çekerek götürüp televizyonda gösteriyor. herkes kaçnıı� diye gürültü koparıyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Enncnilere sinyal yollayarak, şehir boşalmış, korkmayın mı demek istiyorsunuz? 33


-Ben o hanımın çektiklerinin suçunu üstlenemem. Komutan soğumuş çayını alıp yere serpti ve bardağına yeniden çay koydu, bir yudum içerek sözlerine devam etti: -Git söyle! Git o doktoru bul, o şerefsizi ifşa et. Yaz, de ki, birisi canını veriyor, diğeri de canını veren yiğidin anasından para istiyor. Zakir Fahri'nin nişanlı kardeşi Kamil'i Ermeniler Nahçıvanik'de diri diri yakmışlardı. Annesi, kardeşleri saçını başını yolup ağlarken 1 8 yaşındaki bacısı hışımla ortaya çıkarak ağlayanlara ne dedi bili­ yor musun? Dedi ki, "Bunu Dünyanın En Zengin şehrine düğüne mi yollamıştınız? Düğünde sarhoş olup, kavga edipte mi bıçaklayarak öldürmüşler?! Yoksa düğünden çıkarken trafik kazasına uğrayıp da mı canından olmuş? Bunu millet yolunda ölüme yollamıştınız, o gi­ derek can vermiş, artık ne diye kendinizi helak ediyorsunuz?!" Ha­ yır, bunlan yazmazsın. Biliyor musun gidip de ne yazacaksın?! Öy­ lesi yiğitler bir tarafta kalacak, demin gördüklerini yazacaksın. Ya­ zacaksın ki, Halk Cephesi mensupları eşkıyalık yapıyor, görevlile­ ri soyup soğana çeviriyor, birbirlerini öldürüyor; çünkü senin hükü­ metin bunu istiyor. Gazeteci kafasını hayır anlamında salladı: -Komutan, ben hükürnetin gazetecisi değilim, eğer olsaydım, hü­ kümetin görevlendirdiği adamın yanına giderdim, buraya gelmezdim. -Al çayını iç. Gücenme, gerçek budur. Bakii 'de yaşıyorsunuz ve buradan haberiniz yok. İnsanlar deli gibidir, söylenen her söze kı­ zıp kendilerini kaybediyorlar. Gazetede çıkan normal bir yalan, in­ sana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dünkü o programdan sonra şehir halkı isyanlardaydı. Eğer ben engel olmasam gençler gi­ dip onu saçlarından yakalayıp stüdyonun önünde yerlerde sürüye­ ceklerdi. Röportaj a gelince . . . Dostum bilirsin, savaşta üç tip insan vardır. Çarpışanlar, tankın üzerinde fotoğraf çektirenler, bir de rö­ portaj yaptıranlar. Bu büyüklükteki şehirde iki tank vardır. Birisini şehir halkı para toplayarak satın aldı ve Karaağaç mezarlığında Er­ menilerin önünü keserek bu tarafa geçmelerine engel oluyor. Diğe­ rini de devlet başkanı Ayaz Muttalibov kendi adamlarına yollamış, galiba bizler, Sovyetler Birliği'nin düşman olarak beynimize kazı­ dığı Almanlarız. O tank, Beyaz Saray'ın karşısında bekleyerek için­ dekileri biz Almanlardan koruyor. Fotoğraf çektirmek içindir, isti­ yorsan git birisini de sen çektir. Bizim taburdakiler savaşçıdır, fo­ toğraf çektirenlerin yerini de gösterdim. Röportaj verenler de Be­ yaz Saray'dadır, gece olur olmaz kaçıp gidiyorlar komşu Berde şeh­ rine. Hatta öylesi var ki, Berde'den bu tarafa doğru bir adım bile at­ mıyor. Şoförleri gelip bizim izin kağıtlarımıza mühür basıp gidiyor. 34


-Bunlardan haberim var. -Haberin var, gidip yazsana, neden yazmıyorsun? Dostum, Nietzsche diyor ki . . . Nietzsche'nin adını duyan gazeteci-aslında kendisi de onu okumamıştı, yalnızca adını duymuştu ve bir de Hitler ' in onu çok sevdiğini biliyordu-hayretini gizleyemedi. -Siz Nietzsche'yi okudunuz mu? Bana dediler ki, sizin yük­ sek tahsiliniz yok. -Yüksek okullarda Nietzsche'yi okutuyorlar mı? Bir de sana şunu demek istiyorum, kim benim yüksek tahsil yapmadığımı söy­ lemiş? Yüksek tahsilim var. Bi liyor musun hocam kim olmuş ! ? El­ çibey! -Üniversitede okudunuz mu? -Hıı! Altıncı kampta Elçibey bana yarım sömestr hocalık yaptı. Birisi Bey'i kırdığı için kafasını klozete soktum, okuldan atıldım ve diplomayı gidip Kalım şehrinde aldım. Ne diyordum, hıı. Dinle. Ni­ etzsche diyor ki, öleceğim, beni bu toprağa gömeceksiniz ve bu top­ rağı benim için daha çok seveceksiniz. Şimdi bizler ölüp gidiyoruz ancak sizlere bu toprağı sevdiremiyoruz! Sizin bu toprağı sevmeniz için şu gördüğün milletin yarısı ölüp gitmelidir. Elbette sevip sev­ meyeceğinizi Allah bilir. Ne ise . . . Kusura bakma dostum. hem ba­ şım ağrıyor, hem de işim çok. Komutan soğuyarak biraz daha koyulaşmış çayı bu defa yere dökmedi ve alıp su gibi kafasına dikti, sonra da ayağa kalktı. -Şimdi bana röportaj vermeyecek misiniz? -Neden vermeyeyim, vereceğim dostum. -Peki ne zaman? -İnşallah Hankendi'nde ! -Dedi ve çaycıya döndü: -O şairi bulun, sabahleyin buralarda miskin miskin dolaşıyordu. Konuğu ona teslim edin. Bir kenarda durmuş Şair onlara doğnı ilerleyerek : -Buradayım Komutan. -Ayık mısın? -Komutan, bir kafa ayıksa ve sarhoş değilse kökünden kes. fırlat gitsin. Şaka yapıyorum, senin korkundan buralara sarhoş mu gelinir! '.' -Akıllanmış gibisin. İyi. misafirimizi sana emanet ediyorum. -Baş üstüne Komutan. Zaten bizde gecelemişt i. -Tencere yuvarlanıp kapağını bulmuş desene! Dostum. sana bir şey diyeyim, mutlaka duymuşsun. Savaş başladığında Samed 35


Vurgun7 şöyle yazıyordu; Bilsin ana toprak, işitsin vatan, Si lahlanmış askerim ben bu günden. Peki hani bu günün Samed Vurgunları? Hani? Hani Resul Rıza' lar8, Süleyman Rilstem ' ler9, öldilrilldiller mi?! Neden gelmi­ yorlar? Bakıl'deki Lenin Meydanında10, millet, vatan diye annem de çıkıp nara atar! Buraya gelsinler, buraya! Gelip de silah kuşanıp bize katılsınlar demiyorum. Gelip baksınlar bir, ölmüş milyilz, sağ mıyız! Gelsinler de kefenini boynuna geçirmiş bu yiğitlerle görüş­ sünler, onlara moral versinler, cesaretlendirsinler. . . Şair: -Neden öyle diyorsun Komutan, geliyorlar. -Dedi ve üç dört şahsın adını da andı. -Aydın Memedov' u 1 1 diyorsan o benim için geliyor, hapis­ hanede beraber yattık. Sağ olsun, arada bir gelip çocuklara ve hat­ ta bana da nasihat ediyor. Diğer andıklann ise zaten buralıdır. Bil­ miyorum içleri yandığı için mi, yoksa evlerine bomba falan isabet edip etmediğini anlamak için mi geliyorlar? ! İyi,

Tann sizlerle ol­

sun, sonra görüşürüz. Şair, gidin Bayat'ta Azer Hüseyn ' in orada bir iki lokma bir şeyler yiyin, bırak gece orada kalsın boşu boşuna bom­ balara kurban gitmesin. Şair: -Başım üzerine. Gazeteci: -Komutan, izin verin sizinle bir defa savaşa gideyim. -Olmaz ! Sen git kaleminle çarpış dostum ! Git de yazılarında bu çocuktan dile getir. Boş ver, git ne yazarsan yaz, ama erkek gibi 1

Azerbaycan"ın tanınmış şairi 2 1 .3 . 1 906 Kıı2ak/Salahlı-27.S.1 956 Balctl. AUTbaycan'da yeni tipli

epik şiirin oluşumwıu sağlayan sanatkarlardan en önemlisidir. Şiirleri son derece akıcı ve saf bir TOrk­ çeyle yazılmıştır. Şiirlerinin çoğunun sosyalist kar.ılcterli olması, Lenin, Sıalin gibi komOnisı liderle­

re övgQJer dizmesi, yaşadığı çağda bir kazaya kurban giımeyerck halkına daha çok faydalı olmasının

zaruretinden kaynalılarırnışıır. Eserleri: Seçilmiş Dram Eserleri ve Poemleri, Seçilmiş Eserleri, El Bi­ lir Ki Sen Menimsen, Eserleri (6 cilı).

8

1 9.5. 1 9 1 0 Göyçay- 1 .4 . 1 9 8 1 Bakü. Azcrbaycan'ın boyllk şairi ve sanat adamıdır. Yeni tip şiir ala­

mını Azerbaycan cdcbiyaıına ıaşıyan bir edebiyaıçı ve sanaıçıdır. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Vakii Var­ ken. OOn Bugün ve Yarın, YOzll KOlcye, Hava Hakkında. Hayal Duyumlan. 9

19()6. 1 987 BakO.

ômrtınan sonuna kadar komOnizmc sadık kalarak yaşamış, defalarca milleıve­

kili seçilerek parlarnenıoda görev yapmlfhr. GOncy Azcrbaycan'lı şair Şehriyar ile mckıuplaşmalan

ıızel öneme maliktir, çllnkll bu manzum mektuplar Kuzcy Azcrbaycan'da milli dllşOncenin gelişmesi­

ne yardımcı olmuşıur. Eserleri: Seçilmiş Eserler, Bir Az. Da Mehebbctten, Veıen Teraneleri, iki Sahil,

Gtlııqli Sahillerde, KönOI. Menim Gllnqim. 10

Bağımsızlık baıeUU başladığında halk tarafından '"Azatlık Meydanı" adı verilmit ve bala da öyle

ıı

Aydın Mmıınedov, Azerbaycan'ın """ devirdeki önemli bilim adarnlanndan biriydi. Bağımsızlık

anılmaktadır. Elçibey, bir milyonluk mitingleri butada yapmıştır. hareldıı

başladığında karıınl ık gOçler ortadan kaldırdılar.

36


yaz, gerçekleri yaz. O kahpeyi görürsen de ki, bir daha buralara ge­ leyim demesin, yoksa kadın yüzü görmemiş bu çocukların önüne atarım, feleğini şaşırırlar. Gazeteci hem yürüyor hem de Şair'e dert yanıyordu: -Çok yazık, Bakfı'den buraya kadar yol teptim benimle röportaj yapmadı. Şair: -Yahu sen ne akılsız adamsın be. Bundan da güzel röportaj olur mu? Peleng, Komutan'ın biraz sakinleştiğini görüp ardınca yürüdü: -Komutan! Komutan yürümesine devam ederek: -Seni dinliyorum. -Komutan! B ir hata yaptım, deki siliihımı geri versinler. Benim ' arabam falan yok ki, satıp yenisini alayım. Komutan durdu, suratından pişmanlık yağan Peleng'e baktı-bu çocuklar ne kadar erken yaşlandılar Tanrım. Savaş bu gençleri her gün biraz daha yaşlandınyordu. Şansları yaver giderek kendilerine değmeyen kurşunlar ruhlarına, sevgilerine, arzularına saplanıyordu. Aslında farkında olmadan sevgileri de, arzuları da, ruhları da çoktan ölmüştü. Yalnızca yarına olan ümitleri yaşıyordu ve o ümitli yarın­ ları ölümden kurtarmak uğruna savaşa tutuşmuşlardı. "Ne yaşıyor­ sak, boşuna yaşıyoruz" diyorlardı. Her gün boşuna yaşayan, dünya­ da yanna olan ümidinden ve elindeki siliihından başka hiçbir şeyi olmayan bu gencin siliihını elinden almak son derece ağır bir ceza idi. Böylesine yaşlanmış gençler geceleri eşine değil, silahına sarı­ lıp yatıyordu. Gönlünü almak için Peleng'in saçından şefkatle ya­ pıştı ve tepeden tırnağa sevgi dolu sözler dudaklarından döküldü: -Peki! Yann bakarız! Şimdi başka bir konuyu hallet. Doktor ne kadar para istemişti? -Bin manat. Komutan, cebindeki paraları çıkarıp saydı, toplam altmış beş manatı vardı, on beşini alıp cebine koydu, elli manalı Peleng'e verdi. -Al bunu, bizimkilere de söyle, kim ne kadar yardım edebilir­ se toplayın ve doktora yollayın. Ha tamam, verin gazeteciye o gö­ türsün.

Komutan "bizimkiler" diye, şehirdeki çocukları kastediyor­ du. Şehirdeki gençler savaş başlayalı beri atın belinde dolaşanlar­ dan geri kalır bir yaşam sünnüyordu. Evleri barkları, arabaları vardı. Kimi kıraathane çalıştırıyor, kimisinin mağazası, kiminin yemek­ hanesi vardı. Çay evi, dük.kanı, yemekhanesi olmayanların da pa37


rayı nereden bulduğu ve nasıl geçindiğini sormak ayıp kabul edi­ liyordu. Her türlü meşakkate katlanıp iyi para kazanmayı da güzel bir hayat sürmeyi de becerebiliyorlardı. Çoğu alışverişle meşguldü. Moskova'dan girip Kiyev'den çıkıyor, Kiyev'den girip Riga'dan çı­ kıyorlardı. Son zamanlarda Polonya'ya bile yönelmişlerdi. Dünya­ larca malı şehre taşıyıp getiriyorlardı. Hatta Moskova' da bulunma­ yan şeyleri bu şehrin pazarında bulmak mümkündü. Hatta ortada, Dünyanın bu En Zengin Şehri 'nin pazarında atom bombasının bile satıldığı söylentileri dolaşmaktaydı. Çocuklar bazen şakaya getirip: -Bombamız var, ancak müşterisi olmadığından dolayı ortalığa çıkarmıyoruz. -diyordu. Ancak savaş her şeyi alt üst etti. Artık para kazanmak gibi bir düşünce kimsenin aklına bile gelmiyordu. Restoranlarda şampan­ yalar patlatılmıyor, kimse Moskova'dan alıp getirdiği "Mercedes" marka otomobiline binip fors atmıyor, dünyalarca mal bu şehre akı­ tılmıyordu. Moskova'dan girip Kiyev'den çıkan, Kiyev'den girip Riga 'dan çıkan çocuklar ellerindekileri avuçlanndakileri siliiha cep­ haneye yatırıp iki yıldır siperlerden çıkmıyorlardı. Elbette keseden yiyorlardı, ancak bu kese dipsiz kuyu değildi. Hükümetin bütün tehditlerine rağmen şehrin zenginleri gönül­ lü milislere yardım elini uzatıyordu. Ancak bu kadar gönüllüyü ye­ dirip içirmek, silahını cephanesini temin etmek bir şehrin gücünün yeteceği şey değildi. Ellerinde avuç dolusu altınlarla Gence şehrin­ de, Şerbak 'ın12 önünde sıralarını bekliyorlardı ki, bırakınız BTR'yi hiç olmazsa bir uçaksavar veya tanksavar alabilsinler. Dünyanın bu En Zengin Şehri, Şerbak'ı dünyanın en zengin generali yapmış­ tı. Altın sudan ucuzdu ve bir makineli tüfeğe bir avuç altın veri­ yorlardı. Buraya bir kalaşnikov tüfeği getirip bir araba alıp götür­ mek mümkündü. Evlerde kebe ve halı kalmamıştı-tek namlulu bir av tüfeğine bile bir halı veriyorlardı. Bir kutu mermi verip bir kebe alıp götürebilirdiniz. Bu bostanı irileyerek13 en iyilerini seçip gö­ türmek için her taraftan akın akın geliyorlardı, hatta Gürcistan'dan bile. Buradaki malları araba araba taşıyorlardı, hem de insafsızcası­ na. Tarın 'yı, Peygamber'i akıllarına bile getirmeden Dünyanın En Zengin Şehri 'nin zenginliğini soyup soğana çeviriyor, adeta yağ­ ma ediyorlardı. Bu toplum hem soyuluyordu, hem kurşunlanıp öldürülüyor, hem de alay konusu oluyordu: 12

1992 yılına kadar A7.erbayc an'da bulunan Rus ordulan komutanı.

13

Bostanın ilk yclişen OrOnlerini al ma.

38


-Ne oldu be! Öylesine yüksekten alıyordunuz! Şimdi ise Er­ menilerin karşısında aciz kalmış gibisiniz . . . ! Soyulup soğana çevrilmeye, ölmeye tahammül edilebil iyor. ancak bu alaylı ifadeleri asla sindiremiyorlardı. Böylesine alaycı ifadeler, toplumu Enneni kurşunlarından daha beter yaralıyor, sar­ sıyordu. Diğer bölgelerden gayret damarı kabararak gelen gönüllü ler­ den başka halkın geneli bu savaşa, Ennenistan ' ın Azerbaycan ' a açtığı savaş gözüyle değil, Ennenistan ' ı n, Dünyanın E n Zengin Şehri 'yle savaşı gibi bakıyordu. Şimdi Komutan çok iyi biliyordu ki, kendininkiler de artık es­ kisi gibi değil . B irçokları soyulup soğana çevrilmiş ocaklarında, yal­ nızca zevahiri kurtarıyorlardı, zaten başkaca çareleri de yoktu. Sava­ şa gönüllü gelenlerden para istemek son derece ayıp kaçardı, zaten gelenler genelde fakir fukara çocukları idi. Onlara herhangi bir şahıs silah falan alıp vennemişti. Ellerindeki avuçlarındakini satarak sava­ şacakları silahı, menniyi kendileri almıştı. Hatta son zamanlarda yi­ yeceklerini bile kendileriyle birlikte getiriyorlardı ki, yerli halkın elin­ de avucunda kalan son yiyecek kırıntılarına ortak olmasınlar. Komutan da bu duruma müthiş sinir oluyordu. -İnsan utancından yerin dibine girecek gibi oluyor. Hem gel burada çarpış, hem de yiyeceğini kendinle birlikte getir. O, gelen gönüllüleri biraz olsun durumu iyi olan ailelere ema­ net etmişti. Onlar da bu gönüllü yiğitleri kendi evlatlarından ayır­ mıyorlard ı : -Gayretinize kurban yavrum! Komutan, parayı Peleng'e verdikten sonra uzak laşt ı ; ancak üç dört adım attıktan sonra ne düşündüyse durdu: -Buraya

gel !

-Pannağındaki

nişan

yüzüğünü

de

çıkarıp

Peleng'e uzattı. -Olur ya, yetmezse bunu da ilave edersiniz . •••

A t Belinde Olan Adam bürosuna girer ginnez baktı k i . Şehir Sekreteri'ne ait telefon bas bas bağırıyor. koşarak ahizeyi kaldırd ı : -Buyurun yoldaş Sekreter! -O ne be!? Duydum ki, Halk Cephes i ' nin adamları pantolonunu indiriyonnuş . . . -Yoldaş Sekreter . . . -Çıkannaları gerekird i . Bir yağlı urgan a l da gırtlağına geçir' Ulan topu topu bin manattır be ! ? Halk bu yolda canını veriyor. Bu şehre gelip mi lyonlarca para toplamışsın. şimdi o milyonlardan beş 39


manatı bu toplum için harcamaya geberiyorsun. Şu deyyus Polye­ niçko denen herif istediğinde koştura koştura götürüyorsun ama . . . -Yoldaş Sekreter, vallahi . . . -Lafımı kesme. Kulağına kar suyu kaçmış galiba, bu şehrin sekreteriyim ha!a. Beni görevden alasıya kadar seni öyle yaparım ki, köpeğe de bir ekmek borçlu kalırsın. Yüz bin manat al doğru Gence'ye git, o Şerbak mıdır, ne şerefsizdir bilmem, onun adamla­ rına ver, kendisiyle konuşmuşum, bir şeyler verecekler al getir tabu­ ra

ver. Şu sırtlan muhasebecin var ya, ona tembihle her birliğe on-on

beş bin manat para versin. Sucuk ekmek yiye yiye zavallıların ba­ ğırsakları kurumuş. -Başım gözüm üstüne, Yoldaş Sekreter! Başım üstüne . . . ! Koltuğa çuval gibi yığıldı, sanki üzerinden tank geçmiş ti, bü­ tün organlan ezik ezik olmuştu, vücudu tepeden tırnağa ağrı için­ deydi. Nekir Münki r ' in değneğinin tadını daha ölmeden tatmış, öbür dünyaya giderek cehennemi görüp geri dönmüştü. Evet, Drakon 'un Vurgun Vurmuş Gençleri ondan önce de, at belinde dolaşanların ta­ mamını çarmıha germişti, ancak kendisi gibi tahkir etmemişti. Bu hakarete katlanmak mümkün değildi. Hangi yolla olursa olsun in­ tikamını almalıydı veya başını alıp bu şehirden gitmeliydi. Hoş, bu şehirden kaçmak da meseleyi halletmiyordu. İntikamını almasa bu dert onu ömrünün sonuna kadar ezecekti. Kendini bırak, onu en çok rahatsız eden Bakı1'de yaşayan oğlu idi. Oğlu birkaç defa babasına: -Baba, kendime yediremiyorum, bakana bir rapor yazarak iş ye­ rimi değiştirmek ve gelip sizdeki milis birliğine katılmak istiyorum. Oğlunun söyledikleri onu müthiş sinirlendirmişti: -Başından büyük halt etme, otur oturduğun yerde. Ben bura­ dayım yeter! Oğlu konuyu duyana kadar meseleyi halletmeliydi. Yoksa oğlu babasının böylesine tahkir edilmesine katlanamaz, işe karışabilirdi. Bu da At Belinde Olan Adam'a pahalıya patlardı. Kafası kazan gibiydi, hiçbir şey düşünemiyordu. Kalktı, buz­ dolabından bir votka çıkardı, ne yaptıysa şişenin ağzını açamadı, başparmağını yaraladı ; hiddetinden şişeyi yere çaldı, dönüp koltuğa yayıldı ve zile basıp Baş Muhasebeci 'yi sesledi. İçeri giren Baş Muhasip ortalığa dağılmış şişe kırıklarına hay­ retle bakarak sordu. -Müdür Bey, ne oldu? -Zıkkımın kökü oldu. Oradan bir votka ç ıkar. 40


Baş Muhasip dolaptan bir votka çıkardı, özenle ağzını açtı ve masanın üzerindeki bardaklardan birini doldurarak önüne koydu. -Evden nefis köfte getinnişim. -Hiçbir şey istemiyorum.-Dedi ve bardağı alıp kafasına dikti, sonra bir sigara çıkard ı . O ' nun yakmasına izin vennedi, kendi yak­ tı. -Bana bak, oradan yüz bin manat getir. Bir bak bakalım şu vira­ nede kaç tane gönüllü birliği var. Götür onların her birine on beş bin manat ver. Bir de Halk Cephesi ' nden birisi var hani, adını bilmiyo­ rum, babası bizde çalışıyordu, Peleng midir ne diyorlar, bildiğim ka­ darıyla sizin komşunuzdur. -Evet. -Sana saygı sevgi gösteriyor mu? -Gösteriyor, Cepheci olmasına bakma iyi çocuktur. Bir şey mi yapılacak? -Gece geleceğim size, onu seslersin. Biraz sohbet edeceğim. Ancak onların birliğine para falan götünne, asabını bozabilirler. Sonra kendim bir şey yollarım. Hadi git işlerinle uğraş. Baş Muhasebeci çıktı. At Belinde Olan Adam bardağa tekrar votka doldurarak kafa­ sına dikerek kendi kendine söylendi: -Önemli değil, sen Drakon ol, ben de ben! ***

Komutan her bölüğün sorumlularını toplayıp gereken emirle­ ri verdikten sonra nöbet yerlerini teftiş etmek gayesiyle karargahtan çıktı. Peleng kapının ağzında dunnuştu. -Bir şey toplayabi ldin mi? -Yüzüğü de hesaplarsak yedi yüz manat. -Re i s ' i n yanına uğra, benim yolladığımı söyle, geri kalan kısmını da ondan al ve yolla. -Komutan . . . -Peleng, parayı yolla ve git yat. Yarın konuşuruz. -Oldu, Komutan.

***

Peleng eve girince suratının dağınık halini gören anası şaşırd ı . Önceleri, h e r sabah çarpışmaya yolladığı evlatlarının eve dö­ nüşünü endişeyle çırpınan bir kalple beklemek, analara çok zor geli­ yordu. Çocuklar cepheden dönünceye kadar yürekleri ağızlarına ge­ liyordu. Gün boyu o kadar adak adıyorlardı ki. bütün ev barklarını satsalar bile Tann ' ya olan borçlarını ödeyemezlcrd i . Ancak gün geç­ tikçe analar buna da al ıştı, aynen Dolu' ların gümbürdemesine alı :;; 41


tıklan gibi. Hatta durumu öylesine kabullendiler ki, her sabah san­ ki oğullarını kör kurşuna hedef olacak yerlere değil, eskilerde oldu­ ğu gibi çalışmaya yolluyorlardı. Yiğitlerinin Ermeniler gibi sakal bı­ rakmasına izin vermiyor ve "böyle de asker mi olur?" diyorlardı. Bu şehirde her şey normal karşılanıyordu artık, hatta ölüm bile. Ölüm olayı bir olurdu, beş olurdu, yüz olurdu . . . Camide ta­ but yapmak için tahta bulamıyorlardı. Çoktan beridir, Dünyanın En Zengin Şehri' ndeki yas törenleri büyük bir tantana içinde yapıl ıyor­ du, evet evet, büyük bir tantana içinde. Aslında yas törenleri var mıydı, yok muydu bu da bilinmiyordu. Ölenleri camide yıkıyorlar, bazen yıkamak da mümkün olmuyor, elbiseleriyle birlikte kefen­ leyerek götürüp doğruca şehitler mezarl ığında defnediyorlardı. Ne üçü, ne yedisi, ne kırkı için ihsan veriliyordu. Yalnızca kurulan ça­ dırda, ilk gün taziye için gelenler bir bardak çay içip şehit olanın ya­ kınlarına ve silah arkadaşlanna başsağlığı verip kalkıp gidiyorlardı. Ne ihsan vermeye zaman vardı, ne de yas çadınnda oturup imamın söylediklerini dinlemeye. Çoğu defa taziye meclislerine imam da yetmiyordu. Bu şehir de, aynen dünya gibi yörüngesinden çıkmıştı. İmamı da yetmeyen bu şehirde her gün sabah sabah, kör kur­ şunlann c irit attığı cepheye aynen işe yollar gibi yolladığı oğlunun suratını darmadağın gören ana hayrete düşmüş halde sordu: -Oyyy! Tann canımı alsın, yüzünün hali ne yavrum? ! -Arabadan düştüm. -Dur yaralanna merhem süreyim. -Gerekmez, önemli değil. -Yemek getireyim mi? -Yemiyorum, yorgunluktan geberiyorum. Bırak da biraz uyuyayım, bir iki saat sonra uyandınrsın o zaman yerim. -Öyleyse bir bardak çay iç de öyle uyu, -dedi anası ve gidip çay koyup getirdi; diyorlar ki Musa'nın anasının ayaklannı kesmiş­ ler, doğru mu? -Hıı, doğrudur. -Zavallı lar. Kadın bu h8lde, kendileri de mevsimin bu anında evsiz ocaksız kaldı lar. Ocağın sönsün senin, ey halkı bu duruma dü­ şüren. Karağacı 'ya da bomba atılmış diyorlar, doğru mu? Her akşam eve geldiğinde anası sorulan peş peşe sıralıyor­ du. Ve öyle sorular soruyordu ki, onlann cevabını hiç devlet baş­ kanı da bilmiyordu. Reagen 'den başlayıp Turgut Özal'da, Ayaz Muttalibov ' dan başlayıp Elçibey'de bitiriyordu. En sonunda da kir­ veleri Ermeni Vartan ' ın yedi sülalesinin mezarına küfrediyor; -Bu 42


ocakta yediğiniz ekmek burnunuzdan fitil fitil gelsin! -diyordu. -Yavrum, peki bu Türkler niçin yardıma gelmiyorlar? -Gelmişler anacığım, gelmişler! -Tannın sana şükürler olsun. Peki kurban olduklarım neredeler? -Baku'de dönerhane yapıyorlar. -Dönerhane nedir yavrum? -Dönerhane, silah fabrikasıdır. -Onların ayaklarının bastığı yere kurban olayım! Onlar olmasa, Ermeniler bizi çoktan topluca katledip bitirmişti.

-Mutallibov ile Elçibey14 yine mi geçinemiyorlar? -Geçinemiyorlar anacığım, geçinemiyorlar. Mutalibov Ruslarla sarmaş dolaş. -İtibar Memmedov 'u hapisten bıraktılar mı? -Çoktan salıvermişler. -Halil Rıza Ulutürk'ü de mi? -Onu da bırakmışlar. -Allah 'ım sana şükürler olsun. Herkes, hükümetin parti sekreterimizi görevden uzaklaştıracağını söylüyor, doğru mu? -Halkın ağzı torba değil ki büzesin ana.

Sorular yeniden başlamıştı. -Demedin ama, Karağacı'ya roket atmışlar mı. atmamışlar mı? Son günlerde Dolu art arda birkaç defa Karağacı"da gümbürdemiş, birçok mezarı damrndağın etmişti. İşin tersliğine bakın. Dolu' lardan birisi de gelip tam babasının mezarına düşmüştü. Ço­ cuklarla gidip darmadağın olmuş mezarı tekrar onam1aya çalı şmı:;i!ı. -Atmışlar. 14

24. 6. 1938 Kclcki/Ordubod·22. R. 2000 Anlrnra_ Nııhçıvan'ın 20. y\1..1.y ı llt.ı yc11�11r<lığı \'L' Ttlrk ıa­

rihinc bohşcl tiğ i önemli şnhsi yctlcrdcn ve dcv lcı odBmlanndan bırıdir. 1 9".' 0 ' h y ı llardan ıuharcn ılh.·­

gol olarak milli boğımsızhk yolundaki çalışmalarına yönddı 1 97� yı l ı nda rnılli fo3hycıkrındı:n dol.ı­ yı tutuklandı ve bir yıl hapis yall lk tnn sonra hır.ı k ı ldı . ı\zcrbay�an l l;ılk Ccplh:M 'nın kunılın;ı�ı ı,-rn ıı..·. şcbbUs c dcnh: rdcn biri o l du ve Cephe kurulur kumlmaz haşk:ınl ı !!a J;.C'Unldi .-\urbayl"an Parlam1.•1fü'I· su Holk Ccphcsi'nin baskısıyln 1 8 . 1 0. 1 99 1 tan hınde b:,�nnsıılıkla ılgılı kararı n· an.ıy:t.;.::ıyı kahul 1.·1 1 1 2 Mo.n 1 992 ınrihindc önce TUrki yc ve d iğe r di1nya de\'kıkri ı�ırafmda.n ıanınnıası�·la Aıerb;ıy1.·.m B�I ve AGIT'c üye kabul edildi. EbOlfcz Eıçibcy 7. 6. 1 99! ıonhind< yapı l an g<nd «çınıık J,·"kı ha>ka· nı ol du. hôkimi ycnc onenk on ay kalabil di . 80 bm k ışı lik Ru� orJusunu tek kurşun :umadnn lllk1.·1.kn çıkardı ve birçok rcfonnlor ynpıı . Ülkenin İ\"İm.· düşlilğO k arı�ı kl ı �ı ı;evresı y01.UnJcn gu.kn·nu.·� ın1.·1.· Nahçıvon Meclis D oşk.ıım lla ydur Aliycv'i Jıwcı ede rek htikı mi ycıi nnA tc�lım L'lll ,.L. kllyıl �1.· k� ı · � L· dOn dO. Bir m ü ddei bumdo kn l dıkın n �onru ıckrur 01\kü'yc döne rek ımıhakfcı g,l'ırc,·ııu yOnHlll Ya· kolan dığı nmonsız hnsınlık schchiylc Anknm'yn ıcda.vı iı;in geldi \'e bur.ıdu \"efoı etil :\ıL·rl:lay ...-.m·ın s iyasi tarihinde Birleşik Azcrbn ycnn idculini ilk defo o dik gelirdi \'C hu Y''l'.l:a HılHh :\ ı.c rhay"·,m H ı r · l iAi a dlı leşkilntı kurdu.

43


Anası dizlerini dövüp karyolanın üzerine çöktü: -Kancık oğlu kancıklar. Ölüleri de rahat bırakmıyorlar. Nereye düşmüş? -Korkma, kenannda patlamış. -Babanın mezarına bir şey olmuş mu? -Hayır! Anası yalvardı: -Kurbanın olayım, yann beni mezarlığa götür. -Babası rahmet, şimdi mezar ziyaret etme zamanı m ı ! ? Yorulmuşum diyorum, bırak da biraz uyuyayım. Anası yine devam etti : -Acaba bugün de roket atarlar mı? -Sana köye git dedim ama. -Sizi bu ateşin içinde bırakıp nereye gideyim be oğul?! -O zaman sana ne atacaklar mı, atmayacaklar mı? Kendini karyolanın üzerine bir külçe gibi bıraktı ve elbiseleri­ ni bile soyunmadı. Zaten çok nadir zamanlarda üstünü başını çıka­ rırdı, gecenin neler getireceğini önceden kestirmek mümkün değil­ di. Öylesine yorulmuştu ki, yatağa kendini atmasıyla dalıp gitme­ si bir oldu. Anası bir hayli onu seyretti. Oğlunun büyüdüğünü görüp kalbi bir garip çarptı. Nazan dokunmasın diye oğlunun poposunu kaşıdı: -Maşallah! Erkek olmuş da sakalı çıkıyor! •••

Drakon bir türlü kendine gelemiyordu. Peleng yumruğu su­ ratına değil, tam kalbinin üzerine bıçak gibi indirmişti. Elinde büyüyen-kurşun yağmurunun içinden kendi canını hiçe sayarak sağ salim çıkardığı ve şehit kardeşinin yerine kardeş edindiği genç-ona, Drakon'a el kaldırmıştı! Hem de herkesin gözü önünde! Defalarca Ermeni kurşunundan koruduğu genci şimdi kendisi gözünü kırpma­ dan kurşunlamak istiyordu, kurşunlayacaktı da. Ok yaydan çıkmış ve bir kere dil ine getirmişti artık. Dünyanın En Zengin Şehri'nde herkesi bir şeyle tanıyorlar­ dı. Kimini görevi ve mevkisi, kimini parası, kimini soyu sopu, O'nu da sözünün eri olarak tanıyorlardı. Kim neye sahipse onun semere­ sini görmüştü. Ancak O, sahip olduğu "sözünün eri" meziyetinden dolayı Magadan'a1s giderek beyaz ayılan görerek geri dönmüştü. Ve Magadan 'da sözü geçenlerin içinde sözü geçen birisi olup dönmüştü. Her tarafta olduğu gibi Dünyanın En Zengin Şehri 'nin parti ıs

Rusya"da en bOyOk hapi•hanenin olduğu yer.

44


sekreteri, bölge yöneticisi, savcısı, reisi vardı, ancak diğer şehirler­ den farklı olarak bu şehrin devlet tarafından tayin edilmeyen, ancak herkes tarafından kabul gören kendi sekreteri, yöneticisi, savcısı, re­ isi vardı. Hükümetin tayin ettikleri, halk tarafından kabul gören şah­ siyetlerin dediklerini kabul etmek, onların sözünü dinlemek mecbu­ riyetindeydi. Buraya gelen her görevli Sovyet kanunlarıyla değil, bu şehrin kanunlarına göre hareket etmel iydi. Buradaki yazılmamış ka­ nunları önemsemeyen ve "Ben bu şehirde nizam intizam yaratıp dü­ zeni sağlayacağım" diyenler de olmuştu. Ancak böyleleri, bir gün ya makamında ağzından kurşunlanmış, ya bir kalabalık tarafından eşek sudan gelene kadar dövülmüş, ya da evi yakılmıştı. Genelde bu şehirde Sovyet kanunları sökmezdi ve tam yetmiş yıldır burada o kanunları hayala geçirememişlerdi. l 930'lu yıllarda bu şehirde Sovyet idaresini· oluşturmak isteyen önemli bir ihti lalciyi makamında asmışlardı. Aradan otuz yıl geçtikten sonra babasının öcünü almak gayesiyle bu şehre görevli gelen oğlunun cesedi de bir ay geçmeden Gargar ırmağında bulunmuştu. Bu şehrin kendine ait Fantoması, Zorrosu, Şakası, Cakası, Ştir­ litsi vardı ve hala dağlarda kuş uçurtmayan Kaçak Nebi' leri 1 r· vardı. Bu Nebiler bazen ovaya inip arkadaşlarının düğünlerine ve yakınla­ rına taziyeye geliyordu. Milis güçleri de hangi kaçağın şu anda ki­ min düğününde, kimin yasında olduğunu biliyordu. Ve hiçbir milis başını belaya sokarak cesedinin Gargar ırmağında bulunmasını is­ temezdi. Dünyanın En Zengin Şehri'ne yönetici olmak için "Gidip ora­ da düzeni sağlayacağım ve kaçakları kollan bağlı bir şekilde Bayıl Hapishanesi 'ne yollayacağım" diyerek isteğine nail olan ve yönetici olarak şehre gelen reislerden birisi bir kaçağın evine gitmiş, oğlunun yerini ona demeyen anasını dövmüş, sövüp saymıştı. Reisine bir türlü laf geçiremeyen yardımcısı kafasını sallayarak şunları demişti: -Reis, kendi ocağını da söndürdün, bizimkini de. Reis hiddetle: -Yahu, şu omzundaki apoletlerden, belindeki tabancandan utan! Böyle korkaklık gösterdiğiniz için sizi adan1 yerine koymuyorlar! -Reis, yaşlı bir kadını dövmek yiğitlik değildir. Bu şehri iyi ta­ nımıyorsun, bu toplumu hiç mi hiç bilmiyorsun. Bunun altından kal­ kamayacağız. -O kadar korkuyorsan git raporunu yaz. 16

Yıllnrca dağlarda işgalci Çor Rusyıı.. ı"n• karşı çorpışun hır halk kohranıanı

45


-Raporla kurtulabilseydik gam yemezdim ! Ertesi giln Reis'in öğlene kadar işe gelmediğini görilp evine giden memurlar onun cesedini bahçenin ortasında, ağzına başörtil bağlanmış şekilde buldular. Bu şehrin cüsseli bir aksakalına toplantıda hakaret eden tayin edilmiş parti sekreterinin, halkın kendine parti sekreteri kabul etti­ ği şahsın emriyle Fazıl Bey ' in sinema salonunun önünde kravatını makasla kesip yaka cebine sokmuşlardı. Tayinle gelen sekreter de o gün bu şehirden başını alıp gitmiş, bir daha onu buralarda kimse gönnemişti. Tayin edilmemiş sekreterlerin, tayin edilmiş sekreterle­ re söyledikleri bir söz vardı: "Ya bu şehrin kanunlarına göre hareket eder, veya bu şehirde yaşayamazsınız!" Savaş başladığında şehrin tayin edilmiş görevlileri, Hadım Ü lke' nin Hakim Lideri ' nin17 hatasından dolayı Ennenilerin topunun tüfeğinin önünde aciz kalıp şehri koruyamadığında, tayin edilmeyen yöneticiler buranın sorumluluğunu kendi ilzerlerine almışlardı. Şe­ hir artık onların elindeydi. Drakon da Magadan 'dan döndüğünden beri bu şehrin tayin edilmemiş reisi idi. Bir devletten maaş falan almıyordu, bir de her­ kesin gözü önünde taşıdığı si lahı ruhsatsızdı. Tayin edilmiş reisler­ den bir farkı da pazar esnafından ve dükkan sahiplerinden haraç al­ mıyordu, onun işi ensesi kalın fillerle idi. Ufak tefek para ve hayvan hırsızlığını çıkarsanız bu şehirde hırsızlık çok nadiren görülürdü. Tayin edilmiş reisler göğüslerini gururla kabartarak yukarılara bunun kendi becerileri olduğunu ile­ tiyorlardı. Ancak herkes, Drakon 'un korkusundan dolayı bu şehre hırsızlann adım atmadığını iyi biliyordu. En büyük problemleri de Drakon hallederdi. Reisin, savcının çözemediği şeyleri o hallederdi. Bazen reisin veya savcının da ona işleri düşüyordu. -Drakon, ne olursun . . . . . . Şehirde bir haber bomba gibi patladı. Konser vennek için turneye çıkan Reşid Behbudov'un kalpağını ve hançerini öğlen vak­ tinde kapısında polis, içeride beş altı hizmetçisi olan konuk evinden çalmışlardı. Şehir halkı ani olarak ayaklanmıştı. Bakü 'den açılan te­ lefonlardan dolayı yöneticiler nerdeyse donlarına edecekti . Reşid Behbudov konserlerini yanda kesmişti: -O bilyüklükteki Amerika' da benim herhangi bir şeyime do­ kunan olmadı. .. ! . . . O zamanlar Amerika'da hırsızlığın, eşkıyalığın bini bir para 17

O donemde Azerbaycan KomOnisı Portisi Merkez Komitesi Başkanı Ayaz Munnlibov.

46


idi. Bir insanın canı bir para değerinde idi. İ nsanları sokak ortasında bile soyup soğana çeviriyorlardı.

Bu tür olaylardan dolayı Charles

Heider açlık grevine başlamış ve bir deri bir kemik kalmıştı. SİTA I " , Charles'e duyduğu sevgiden dolayı elini ekmeğe sünneyen Sovyet­ ler Birliği halkına O ' nun her gün yüz gram kaybett iğini bildiriyordu: -Ey dünyanın ilerici ve medeni halkları, Charles Heider lam 45 gündür başlattığı açlık grevini devam ettiriyor. Dünyanın ilerici ve medeni halklarının kaptanı da bizdik. Şimdi öylesine kanunsuzluk yuvasına dönmüş Amerika'da Reşid Behbudov'a dokunmuyorlar, ancak böylesine ilerici bir halk dünyanın e n tanınmış sanatçısının kalpağını ve hançerini çalıyor . . . . . . -Beni dünyaya geldiğim şehirde soydular. Gerçekten de çok

ayıp

şeydi. Aksakallar toplanıp Reşid

Behbudov ' dan özür dilçmek için gitmişlerdi: -Sana ondan da güzel kalpak hazırlatır, hançerini de altından yaptırırız. Reşid Behbudov: -Kaybolan şeylerin peşinde değilim, benim kavgam şerefimi korumaktır. Ben bunu hırsızlık olarak değil, şahsıma sataşma olarak algılıyorum. Beni en çok üzen şey ise kendimizden olanların bana böyle bir şeyi reva gönnesidir. Böylesine serzenişte bulunmaya hakkı vardı, çünkü ne para­ sına, ne altın saatine, ne de bir otomobil kadar pahalı olan pırlan­

ta yüzüğüne dokunmamışlar, yalnızca kalpağını ve hançeri n i almış­ lardı, o kadar. Reis önce hizmetçilerin topuna bir güzel sopa çektirdi. -Reis, yavrularımız sana kurban olsun ! Seyid Lazım Ağa ' n ın ceddine yemin olsun biz yapmam ışız. -Reis, almış olsak pahalı olan şeyleri al ırdık. O hançer yüz ma­ nat etmez. O kalpaktan güze llerini de bizim ustalar topu topu yüz.

yüz elli manata yapıyor. Reis de zaval l ı ların doğru söylediğini gönnüş yakalarını bı­ rakm ıştı. Ne Reis böylesi garip bir h ı rsızlık olayını gönnüştü. ne de Dünyanın En Zengin Şehri. Herkes kendine göre bir şeyler söylüyordu: -Galiba bunu düşmanları yapmış. -Yahu, böylesi bir rezillik olur mu? Dünyaya rezi l kepaze olduk. Kardeşi m bu Reşid Behbudov ' u değil Penah H an ' ı 1 " rahatsız ı8

Sovycllcr Birliği Telgraf Ajansı .

ı9

Hnnlık l or dOncmindc K arabn!\ Hum .

47


etmek demektir. Reşid Behbudov'un dünyaya geldiği Bayat köyü halkı da topluca gelerek Konuk Evi'nin karşısında toplanmışlardı: -Ya kalpakla hançer bulunur veya kan dökülür. Reis gelip onlara hitaben: -Yahu çekip gidin viranenize, sizler nereden çıktınız be? Bıra­ kın da başımızın çaresine bakalım. Ancak halk dağılmamıştı: -O zaman Beyimizi verin götürüp gidelim. Madem siz koruya­ mıyorsunuz, biz götürüp koruruz. Başından aşağı kaynar sular dökülen Reis'in tepesi atmıştı: -Yahu sizin de, konuğunuzun da . . . Şimdi hepinizi sokacağım kodese. Sekreter bunu haber alır almaz hemen Reis' e haber uçurmuştu: -Be ahmak herif, bu olay az geldi de ikincisini de sen mi işle­ mek istiyorsun. Halka dokunayım deme, git de kaybolan şeyleri bul, yoksa parti üyelik kartını alıp veririm Reşid Behbudov'a. Reis, halkın dağılmadığını ve durumun nazikliğini görüp içeri girerek Reşid Behbudov'a yalvarmıştı: -Kurbanın olayım Reşid Bey, kaybolan şeylerini birkaç saate bulacağım. Erkek sözü veriyorum ! Çık da halka durumu anlat, dağı­ lıp evlerine gitsinler. Yoksa şehir halkı da bunlara uyacak olursa val­ lahi beni Sibirya 'ya sürerler. Reşid Behbudov da Reis'in Sibirya'ya yollanmasını isteme­ mişti. Çıkıp köylülerinden ricada bulunmuş ve dağılmalarını iste­ mişti. Köye gitme ve onlar için özel bir konser verme konusunda kendilerine kesin söz vermişti. Gözleri dolan, sicim gibi yaşlar akıtan, Reşid Behbudov'u ku­ caklayıp öpen köylüleri böylelikle dağılmışlar, ancak evlerine git­ memişlerdi. Topluca gelip Konuk Evi'nin tam önündeki çayhane­ de oturarak sonucun ne olacağını merakla beklemeğe başlamışlardı. Her taraftan ümidini kesen Reis, Savcı 'yı da alıp doğruca Ba­ yat köyündeki Azer Hüseyin'in yemekhanesine gitmiş, Drakon'u da oraya sesletmişti. Reis: -Drakon, seni ikimizin de çok sevdiğini biliyorsun. Sen bizim öz kardeşimizsin. -Teşekkür ederim. -Bizler ölmüşüz Drakon! -Yalla, bildiğim kadarıyla ölülerle Molla Reşit meşgul oluyor. 48


Savcı: -Şakanın sırası değil, gerçekten durum son derece vahim. Se­ nin yardımın gerekli. Yardım et kaybolan şeyleri bulalım. Drakon: -Doğrusunu isterseniz benim de moralimi bozmuş, şehrimiz için büyük bir lekedir. Zaten araştırıyorum. Bunu hırsız yapma­ mış. Eğer hırsız almış olsaydı diğer şeyleri götürürdü. Yok rahat­ sız etmekmiş, ne bileyim düşmanlıkmış bunlar bence boş laflardır. Bana kalırsa bunda başka bir gaye vardır. Çocuklara tembih etmi­ şim, meşgul oluyorlar. Benim de aklıma bir şey takılmış, bulacağım; ancak bir şartım var. Savcı: -Buyurun ! -Ben, kaybolan şeyleri bulacağıma söz veriyorum, ancak siz de hırsızı yakalamayacağınız konusunda söz vermelisiniz. Savcı: -Erkek sözü veriyorum, yakalamayacağım. Sevdikleri kızlara yetişkin olduklannı ispat etmek için henüz sigara içmeye başlayan ve okulların önünde kavga etmeği alışkan­ lık edinen yaramaz yeni yetmeler, aralanndaki problemleri hallet­ mek için Fazıl Bey'in sinema salonunun arkasındaki bulvarda top­ lanıyordu. Drakon da vaktiyle bu bulvarda birçok şey yüzünden çok kavgalar etmişti. Drakon, birisini bulvara yollayarak içlerinde en otoriter olanı­ nı alıp getirmesini söyledi. Yeni yetmeler ne kadar ipsiz sapsız olsalar ve kimseyi takmasa­ lar da Drakon 'un isteğini hemen yerine getirdiler ve koşarak geldiler. Drakon onlarla çok sert ve kesin bir tonla konuştu : -Reşid Behbudov 'a ait şeyleri kim götürmüşse bir saat içinde burada olmasını istiyorum. Kim ve niçin götürmüş beni ilgi lendir­ miyor. Hiçbir kimse de cezalandırılmayacak; ancak dediğim vakte kadar burada olmazlarsa, her biriniz okulun önünde, hem de peşine düştüğünüz kızların gözü önünde eşek sudan gelene kadar patakla­ nacaksınız. Anlaşıldı mı?! Hadi kalkın! Yarım saat sonra bu ipsizler kendileri gibi bir ipsiz sapsızla geri döndüler, hem de kalpak ve hançerle birlikte. -Ulan fırıldakçı düzenbaz, ne yapacaktın bunları? -Drakon emmi, bir arkadaşımla kız yüzünden bahse tutuştuk da onun için. - İyi, peki bunları nasıl yürüttün? 49


-Sınıf arkadaşımızın anası Konuk Evi 'nde hizmetçidir. O'ndan Reşid Behbudov'un kaçta geldiğini ve kaçta uyuduğunu öğrenmiş­ tim. Ben de sokaktaki meşe ağacından dama atladım, oradan içeri­ ye girdim. Baktım uyumuş, sessizce aldım ve girdiğim gibi de geri döndüm. -Adın ne? -Peleng. -Ulan üçkağıtçı sen müthiş birine benziyorsun ! ? Hadi kaile tabanlannı yağla. Ancak unutma, erkek baş kesebilir, insan vurabilir, ama hırsızlık yapmaz. Oldu mu? -Oldu, Drakon emmi. Rei s ' le Savcı sanki yeniden dünyaya gelmişlerdi, ancak Reşid Bey onlann sevincini kursaklannda bıraktı. -Hayır olmaz, bunlan götüren buraya gelmelidir! Bir bakayım hele bunu bana neden yapmış? -Reşid Bey, Tann hakkı için bir çocuktur, ona ceza bile veri­ lemez. Arkadaşlanna nasıl bir yaramaz olduğunu göstermek iste­ miş o kadar. -Gelmez ise konseri falan unutun. Drakon, Peleng ' i alıp geldi Konuk Evi 'ne. Peleng: Reşid Emmi, Seyid Lazım Ağa'mın ceddine yemin olsun ben de sizin gibi meşhur olmak istiyorum. Güzel de sesim var, i stersen bir türkü çağırayım. Çocuklarla bahse girmiştik, affet beni . Reşid Behbudov bir hayli güldükten sonra: -Hadi bir parça söyle bakalım, eğer hoşuma giderse seni affe­ derim. Peleng de elini kulağının ardına dayayarak yüksek sesle türkü çağırmaya başladı. Reşid Behbudov onu kucaklayarak bağnna bastı: -Yavrum sen büyük bir sanatçıymışsın be! Bu kalpağı da, bu hançeri de sana hediye ediyorum. Şehir bu haberle çallcalanıp durdu. Peleng o hançeri beline bağ­ layıp dolaşmasa da, kalpağı takarak Dünyanın En Zengin Şehri 'nde fors attı. Altında Mercedes arabası olanlar bile böylesine fors atama­ mıştı. Peleng o akşam konserde Reşid Behbudov'la "Laleler" türkü­ sünü birlikte söyledi-elbette kalpağı başında ve hançeri belinde ol­ mak kaydıyla. Ertesi gün Dünyanın En Zengin Şehri 'nin yüksek perdeden konuşan para babalan Peleng'den bu hançeri almak için adam üstü­ ne adam yolladılar. Hatta ona araba teklif edenler de oldu.

50


Peleng:-Bunu bana Reşid Emmi hediye etti, hiçbir şeyle değişmem.-diyerek tekliflerin tamamını geri çevirdi. Şimdi ise, Reşid Behbudov 'un kalpağını takan, hançerini be­ line bağlayan Peleng, aynı hançerle Drakon ' u vunnuş olsaydı dahi ona vurduğu yumruk kadar yaralamaz ve sarsmazdı. İçinde volkan­ lar patlıyordu. H ıçkırarak, içini boşaltana kadar, el leri kollan ölü gibi yanına sarkana kadar ağlamak istiyordu; belki o zaman içinde­ ki volkanları söndürebi l irdi. Gözünün önünde en yakın arkadaşları kör kurşunlara hedef olup ruhunu teslim etmiş, bombalarla parça parça olmuş ağlama­ mıştı. Siperde kucağında can veren kardeşini de defnettiği zaman ağlayamamıştı. Göz pınarları kupkuru kurumuştu. Bu sebeple de içinde ağlamak için bir damla bile gözyaşı bulamıyordu. Kendine gelmek için gözlerini kapayıp bir hayli öyle kala kaldı, ancak bece­ remedi . Alnını üç dört defa arabanın direksiyonuna hızla vurdu. al­ nının acısı, beyninin içindeki acıyı bir azıcık sakinleştirdi . Bir yer­ lere gitmek ve buradan uzaklaşmak isti yordu, ancak gidilecek bir yer de yoktu. Son karannı verdi-sabahleyin Peleng'i vuracaktı . Bu kararından sonra Peleng'i vunnuş gibi biraz sakinleşti. Zaman gc­ çinnek için arabayı şehirden biraz uzakta bulunan Cevizli Parka­ Fam i l ' in yemekhanesine doğru sürdü. Dünyanın henüz yörüngesin­ den çıkmadığı bir zamanda şehirli gençlerin uğrak yeri olan ve her zaman konukları olan yemekhane şimdi boştu . Yaln ızca bir masada yan askeri elbiseli altı yedi kişi otunnuştu. Görünüşlerinden gönül­ lü olduklan belliydi. Aksanlarından bu tarafın çocuklan olmadıkla­ nnı anladı, selam verdi. Gençler buralı olmasalar da onu tanıdılar \'e saygı işareti olarak ayağa kalkıp sofralarına davet ettiler. -Teşekkür ederim, afiyet olsun ! Diyerek parkın en uç köşesin­ de bulunan masalardan birine doğru yöneldi. Büfeci hemen koşarak geldi ve elindeki bezle masayı temizleye temizleye: -Reis hoş geldin! Neden böyle yalnızsın? -Müdürünüz nerde? -B iraz önce Sekreter yukarı doğru gid iyordu. Abda l ' daki kontrol noktasındaki çocukların iki gündür aç olduğunu söyledi. O da. onlara yiyecek ve içecek götürüp Sekreter ' i n ardınca gitti. N e

arzu

ediyorsun, ne getireyim? Haram i ' deki çocuklar biraz domalan yol­ lamış, i l k üründür, pişinnelerini söyleyeyim mi? -Hayır, istemiyorum. Bir şişe votka. Şu konukların hesabını da bana yaz. 51


-Kafana takma. Müdür, dışandan gelen gönüllülerden para fa­ lan almamamızı tembihledi. Biraz peynir, yeşillik falan . . . -Olur. Ne kadar istese de votkayı içemedi . •••

Komutan kontrol noktalarını dolaştı, e n sonunda Abdal'a var­ dı. Nöbet tutan gençler iki gündür aç susuz olduklannı söyleyip şikayet ettiler. İyi ki, biraz önce Famil bir şeyler getirdi yoksa bu gece de aç kalacaklardı. Komutan şakayla: -Yahu Müslüman değil misiniz? Ramazan ayı olduğunu düşü­ nün. -Sonra sordu; -Drakon buralara geldi mi? -Hayır, dün buradaydı. Komutan ' ın asabı bozuldu. Demek ki, Drakon gitmiş ve böy­ le bir zamanda onlan yalnız bırakmıştı. Şehre doğru yöneldi. Gargar ırmağının üzerinde Şelli ' li20 Eldar ile karşılaştı. -Durum nasıl? -İ yi değil, Komutan! Çok kötüdür! Beş altı kalaşnikofla ne yapılabilir ki? Tek namlulu av tüfekleriyle tanka ve zırhlılara karşı çarpışmak durumundayız. Hep söz veriyorlar. Geçen gün Ermeni­ ler az daha köyü alacaklardı, Reis imdada gelmese durum çok kötü olacaktı. Yabalarla, baltalarla it sürülerini kovup çıkardık. Allah' ın mermisini bile belirli bir miktarda veriyorlar. Malı, davan satıp mer­ miye vermişiz, bilmiyorum bunlar bitince ne yapacağız. Bizimkisi tam Nasrettin Hoca'nın fıkrasını andınyor. Savaşa eli yalın gidiyor, belki bir Ermeni'yi öldürüp silahını alınz diyoruz. silahı elde edin­ ce de bir kavgadır başlıyor ve kime vereceğini, kimin gönlünü kıra­ cağını bilmiyorsun. Komutan güldü ve şakayla omzuna bir yumruk atarak: -Bizimki de Nasrettin Hoca'nın fıkrasının ta kendisidir, ancak orta hallisindendir. Evvelsi gün biraz ganimet elde ettik. Çocukla­ n yolla üç dört tane kalaşnikofla bir tane de yepyeni makineli tü­ fek vereyim. -Gerçekten mi?! -Tabii ki, gerçek. Beyaz Saray'da neler konuşuluyor? Başka yerlerde parti komitesi binalanna Beyaz Saray diyorlar, burada ise Konuk Evi 'ne. Bakı1'den Ermenilere engel olmak için değil, halkı uyutmak gayesiyle yollanan bütün yüksek görevliler de, yakın veya uzak şehirlerden güya yardım adı altında yollanan, 20 Ağdam'da bir köy.

52


aslında ise omuzu kalabalık görevli lere yaranmaya gelen yönetici­ ler buraya toplanıyordu. Bu Beyaz Saray denen yer ikinci Merkezi Komite'ye dönmüştü. Ancak bu ikinci M erkezi Komite 'yi ülkenin Birinci adamı değil ikinci adamı yönetiyordu. "05" plakalı arabala­ rın birisi girip diğeri çıkıyordu. Alacalı bulacalı telefonlar susmak bilmiyordu. Bahçe ise yarın yapılacak düğün için hazırlanan damat evine benziyordu. Beyaz Saray ' ın eşik ağası da elinde bir tomar anahtarla mer­ divenin yanında oturmuş, önünde demli bir bardak çay vardı . Öyle yorgun bir görünüşü vardı ki, sanki ülkenin bütün problemlerinden o sorumluydu. -Ağcabedi'den bir turaç yollamışlar, ne yapalım? -Yollayın aşağıdaki kadınlar temizlesinler. -Şemkir'den konyak yollamışlar. -Onu bodruma koyun. -Salyan'dan geldim sekreterimiz havyar yollam ış. -Götürüp buzdolabına yerleştirin. -Yollanan bu etleri ne yapalım? -Yahu bunu bana niye soruyorsun, verin aşçıya. Eşik Ağası da vakit buldukça yeni aldığı "Jiguli" marka araba­ sına binip çayhaneye geliyordu, anahtarları da hep elindeydi. -Vallahi yorulmuşum, billahi yorulmuşum. Her şey bana ha­ vale edilmiş, ben zavallı ne yapayım? Geçen gün Polyeniçko 'ya; "Yahu Viktor Petroviç Allah 'tan korkun, hiç olmazsa bir hafta za­ man verin dinleneyim." -Hayır sen olmazsan biz mahvoluruz-ded i . Orada bulunan gençler takıldılar: -Gerçekten de senin işin son derece ağırdır. Birisi kova istiyor. birisi tabak, birisi sabun . . . Konuk Evi'nin bahçesi karınca yuvası gibiydi. Dışarıdan ba­ kanlar, hükümetin ileri gelenlerinin burada Karabağ meselesini hal­ lettiğini zannederdi. Diğer taraftan burası dünyada neler olup bittiğini halkın haber aldığı yerdi. Bahçe kapısının önü sürekli insanlarla dolu oluyordu. Şikayet için gelenler, kaçkınlar, burada yaşayanlar, oğlu esir olan­ lar, evinde Dolu gümbürdeyenler, yardım isteyenler. bilmem kim. kim . . . Bir de şehre Dolu fırlatıldığında köye iyi bir haber götür­ mek isteyenler-kimi ararsan burada bulurdun. Kapıdaki nöbetçiler de duyduklarının üstüne binini katıp mil lete satıyordu. -Polyaniçko gece burada idi. Erkek adamdır. Problem bugün yarın çözülür dedi, Moskova bizi destekliyor. 53


-Gece Yoldaş Muttalibov telekonferansla toplanh yapıyordu. Savaş çıkaran Ermenilerin anasını ağlatacaklar. -Savunma Bakanı yeni tanklar aldığımızı söylüyor. Baksana şundan. Kapının önündeki tankı gösteriyorlardı. -Gorbaçov2 1 , Ağambekyan'a22 -Defol git. . ! -demiş. -Raisa Gorbaçova. Ermenilerin hediye ettiği yüzüğü suratlarına fırlatmış . . . Köyden gelenler de burada duyduklarının üstüne onunu ilave ederek sevine sevine köye, şehirden gelenler de çayhanelere dönü­ yorlardı. -Polyaniçko23 gece buraya gelmişmiş. Demiş ki, problemin halline çok az kaldı, Moskova bizi destekliyor. -Mutall ibov gece telekonferansla toplantı yapmış. On-on beş güne kalmaz savaş çıkaran Ermenileri kazığa oturtacaklar. -Gorbaçov da Ağambekyan ' ın yüzüne karşı yedi sülalesine küfretmiş. -Şerbak'tan yeni tanklar almışız. -Alisaib Bey24, Teşkilat Komitesi ' nde25 Pagosyan' ı26 herkesin önünde eşek sudan gelene kadar dövmüş. -Polyaniçko, Zori Balayan 'ı27 Hankendi'nden köpek gibi kovmuş. Bir hengame de Beyaz Saray'ın karşısındaki çayhanede idi. Bura­ sı, Bakü 'den gelenlerle-gelecekte merkezi komitede görev yapacaklarla dolup taşıyordu. Anadilciler, Çenlibelciler, Yurtcular, Cepheciler (Halk Cephesi. S.A), Demokratlar, Sosyal Demokratlar . . . Her grup da şehrin irikıyım yiğitlerinden birini kendi tarafı­ na çekiyordu. Bazen de işsiz güçsüz, hiçbir işe yaramayan kimsele­ ri şehirdeki Lenin meydanında toplayıp mikrofonu kapmak için da­ laşarak, biraz Bakfı'deki hükümeti, biraz mahalli idareyi yerip, bi­ raz da Ermenilere hakaret ederek yumruklarını havaya kaldırıyor: -Sıkı durun, biz buradayız! -Diye haykırıyorlar, sonra da dağı­ lıp gidiyorlardı. Komutan bu çayhanenin önünden her geçtiğinde sinir küpü oluyordu: 21

Sovycılcr Birliği KomOnisı Paı1isi Merkezi Komiıesi Sckn:ıcri.

22

O donemde Moskova'da yaşayan Enneni kOkenli ekonomisı.

23

1 992 yıllannda Azerbaycan KomOnisı Paı1isi ikinci sekn:ıeri_

24

O devirde Azerbaycan Adaleı Bakanı.

ıs

Karabağ'da, A7.erbaycan Dcvleti'nin cephe bölgelerindeki işlerle ilgili olanıi< kwulan devlet birimi.

26

Dağlık Karabağ'da aynhkçı Enneni ıcrOrisılerinin lideri.

27

Meşhur Ennenı yv.an.

54


-Bu şehri Sovyet Hükümeti mahvedemedi, ancak Baklı 'dcn gelen bu çocuklar darmadağın edecekler. Bir seferinde arabadan inerek çayhaneye girmiş: -Yahu burada ne avare avare oturmuşsunuz böyle? ! Ya silahı kapıp halka uyun veya . . . gidin, bırakın öldüğümüz yerde ölelim. Yoksa bir gün topunuzu arabaya doldurup Gargar tarafında Ermeni­ lerin önüne boşaltacağım. Elçibey'e telefon açmıştı: -Bey! Bu çocukları buradan çek! Gelip şehirde bozgunculuk edip halkı parçalıyorlar. Ancak bu konuyu Elçibey de hal ledemezdi. Elçibey ne yapsa yine faydası yoktu, çünkü onun da haberdar olmadığı senaryo böy­ le yazılmıştı. Bakfı'den gelen bu işsiz güçsüz takımı Çayhane'de, özel görev­ le gelenler de Beyaz Saray'.da kendi keyiflerine göre takılıyorlardı. Saunada yorgunluklarını atıp dinlendikten sonra Şemkir Kon­ yağından ufak ufak götürüp bilardo masası başında onun bunun de­ dikodusunu yapmakla meşguldüler. Kimini göreve atıyor, kimini gö­ revden a lıyor, kiminin de ne olduğunu ifşa ederek güya yüzüne karşı övüyor, ancak rakiplerine karşı onların kim olduğunu anlatıp ele ver­ miş oluyorlardı. Biraz içtikten sonra bazıları azıcık cesaretlenip hü­ kümete de, partiye de küfrediyordu. Çünkü bu parti de, bu hükümet de şu zavallıları perişan ve mutsuz etmiş kötü duruma düşürmüştü. Kendilerine hiçbir yetki vermeden sorumluluk yüklemişler ve m i lle­ tin küflünün, bedduasının, tükürüğünün muhatabı etmişlerdi. En çok küfreden de Sağlık Bakan Yardımcısı idi: -Böyle giderse halk bizi kazığa oturtacak. B irinci Sekreter' in28 temsilcisi: -Sizi bilmem ama, ben artık bu halka yalan konuşmaktan bık­ mışım, büyük bir mahcubiyet duyuyorum. Kendi aralarında böyle konuşmuş olsalar da mitinglerde Halk Cephesi mensuplarına fırsat vermiyor, Cepheciler bir söz söyledi­ ğinde onlar on kat fazlasını dile getiriyorlardı. Öylesine yüksek per­ deden konuşuyorlardı ki, dinleyen de hüküınetin Hankendi ' n i Er­ menilerden temizlediğini, şimdi de Zengezur ' u�• halletmeye başla­ dığını zannederdi. Bakfı ' den koşup gelen ve bir yaralı pannağa da işemeye yete28

Ayoz Muttaıibov.

29

Bolşevik Ruslar 27 Nisan 1920 yılında Azerbaycan·ı işgal cmkh:n s.onra l lJ � l yılında Lcnın'ın

emriyle Zcngczur koridorunu Azcrbaycan'dM alarak Ennı:nilı:rı.� hcdıyc cttılı.�r Asıl gaye .-\ı:ı:rh.1� ('aıı

ile TOrkiye'nin arasında doğal bir Ermeni koridoru ı·nratmaktı.

55


neği ve yetkisi olmayanlar da Parti Sekreteri' ni gırtlağa çıkarmıştı. -Kardeşlerim! Ey benim canlarım, gözümün nurları ! Burada niçin toplanıyorsunuz? Niçin faydalı bir şeye el atmıyorsunuz! -Niyeymiş o?! Peki bu yardımlara ne diyeceksin?! Sekreter'in en çok sinir olduğu şey de bu yardımlardı. Yardım geldiğinde neredeyse aklını kaçırır gibi oluyordu. Bir bakıyordun, Birinci'nin Hollyvood artistlerine benzeyen kırmızı kravatlı fotoğ­ rafını taşıyan dört beş araba, davulla-zurnayla her sokakta henüz bu­ luğ çağına ermiş bir gencin yasının tutulduğu şehre girerek gelip Le­ nin Meydanında durdu. Yardım getirenler, çoktan beridir Lenin'in yıkanmayan heykelinin altında bir iki nutuk atarak Birinci'yi iyice övüp göklere çıkardıktan, selamlarını halka ulaştırdıktan sonra, un, patates, soğan, kavun ve karpuzdan oluşan yardımın dağıtılması tö­ renine başlardı. Ermenilerin yakıp yıktığı köylerden kaçıp bu şeh­ re sığınanlar, Dünyanın En Zengin Şehri 'nden en fakir şehrine dön­ mekte olan bu şehrin kendi fakir fukarası meydana akın ediyordu. Bir hengamedir kopup gidiyor, insanlar birbirini ite kaka yardım al­ maya çalışıyordu. Son günlere kadar mal mülk sahibi olan zengin insanlar bile bir çuval un için yumruklaşıyordu. Düne kadar basit bir küfür için cana kastedilen bu şehirde küfrün bini bir para idi. Ne ak­ sakalı dinleyen vardı, ne de kadını, kızı. Sekreter, bu insanların böylesine alçaltılmasını ve alçalmasını kabullenemiyordu. Pencereden gördüğü bu müthiş sahneyi seyretti­ ği zaman etkilenip bazen çocuk gibi ağlıyordu. En sonunda yardı­ mın meydanda dağıtılmasını engelledi. Davul zurnayı da yasaklaya­ rak, gelen yardımların şehir ticaret idaresinin ambarına teslim edil­ mesini, oradan da doğruca Ermeni çemberinde olan köylere ulaştı­ rılmasını emretti. -Ben kimsenin yardımını istemiyorum, bu şehir henüz ölmedi. Ama şehir yavaş yavaş ölüyordu. Bu da hem Baklı 'dekilerin, hem de Beyaz Saray'daki görevli­ lerin pek hoşuna gitmedi, tartışma ortamı meydana geldi. Ancak Sekreter geri adım atmadı: -Halkı dilenci durumuna düşürdünüz, şimdi de karpuz pay­ lamakla övünüyorsunuz. Bu halka, kadını, çoluk çocuğu koruması için karpuz değil, menni, tüfek paylamak gerekiyor. Sekreterin canı öylesine sıkılmıştı ki, birkaç defa hatta yukarı­ ya telefon ederek ağzını açıp gözünü yummuştu. -Anlamıyorum, bu zavallı halkı mı idare edeyim, Ermenilerle mi çarpışayım, yoksa yolladığınız bu bakanlara mı hizmet edeyim ! ? 56


Yukarıdan ona: -Halk Cephesi mensupları gibi konuşuyorsun. Seni oraya yol­ lamışlar ki, ÇEKA'nın10 söylediklerini dile getiresin, Cepheci lerin deği l ! -Diye cevap vermişlerd i . -Burada Cepheci falan yok. Burada yalın el iyle toprağını ko­ ruyan halk vardır. Halk Cephesi ' nin ne demek olduğunu bile bilmi­ yorlar, üstelik bombaların gölgesinde yaşıyorlar. -Bil iyoruz seni konuşturan Nahçıvan'daki şahıstır31 , onun ta­ raftansın. Seni görevden almadığım ıza şükret. -O'nun ekmeğini siz benden daha çok yemişsiniz. Acele etme­ yin yedikleriniz burnunuzdan fitil fitil gelecek. Beni de görevden al­ makla tehdit etmeyin. Burası benim kendi şehrimdir, mahvolan top­ lum da benim halkımdır. Tabut yapmak için tahta bile bulamıyorum. Tüküreyi m sizin verdiğiniz göreve. Görevden alırsanız el ime bir tü­ fek alır varıp halkımla omuz omuza çarpışırım. Geleceğiniz için en­ dişelenmelisiniz! Canınızı sı kmayın böyle giderse bu mil let önüne katıp sizi denize dökecek ! Bütün bunları Baştaki ' ne, birinin üzerine onunu da ilave ede­ rek ulaştırmışlardı. -Yoldaş

Muttalibov,

O

kimseyi

dinlem iyor.

Her

hafta

Nahçıvan'dadır. Görev yaptığı şehrin insanları ekmek bulamıyor. o ise Nahçıvan'a un yolluyor. Mutal libov: -Arının peteğine çomak sokmayın, zaten şehir fokur fokur kaynıyor, bendini bir yı karsa çok kötü olur. Bırakın şimdi l ik çalış­ sın, sonra bir şeyler düşünürüz . . . -Elinde kaç tane gönüllü tabur var, kendini general falan zan­ nediyor. -Viktor Petrovi ç ' i de adam hesabına almıyor. -Konuşmasından, şehrin babasından kendine miras kaldığını falan zannedersin. -Telefon açıyoruz ya ahizeyi kaldırmıyor veya kaldırdığında da ağzını açıp gözünü yumuyor. Mutallibov: -Halkı üzerine kışkırtın. -O şehrin çocuğudur, kendi halkıdır. -Lafazanlık etmeyin, kendi şehriymiş, kendi halkıymı�. Maaşlarını biraz geciktirin, yakıtını azaltın sonra bakın baka l ı m kcn30

Gizli isıihbaraı !lrgUIO.

31

Haydar Aliycv kastediliyor.

57


di halkı başına neler açıyor. Sonra oraya köpek sürüsü gibi adamlar yollamışım, neler yapıyorlar peki? Dışarıdan gelenlerle yerliler ara­ sında kavga çıkarın, ne halt karıştırıyorsanız karıştırın. Sonra KGB ' nin başkanını çağırtarak: -Senin bu Cephecilerin içinde ajanın falan yok mu?! -Var Ayaz Niyazoviç. -Peki, niçin o şehre yollamıyorsun? Bu büyüklükteki cumhuriyet bir şehrin elinde zelil olmuş. Yolla da orayı dannadağın etsinler. -Baş üstüne! Büyüklerden birini vurdururum. -Hayır, öyle olmaz. Sen nasıl KGB ' cisin? ! Öyle bir kumpas kur ki, kendileri birbiri n i vursun. -O da başım üstüne! . . . Birinci 'nin emri aynı gece yerine getirildi. Yüksek Sovyet top­ lantısından çıkıp Dünyanın En Zengin Şehri 'ne dönmek isteyen bölge milletvekili Eldar Bağırov'u

9. M ikrorayon'da otomobi linde vurdular.

Olayın üzerinden beş dakika geçmeden Cumhuriyet Savcılığı resmi beyanat yayınlayarak, m i l letvekili Eldar Bağırov' u Dünyanın En Zengin Şehri 'nin gönüllü taburlarından birinin komutanı olan Yaver ' in vurduğunu ileri sürdü. . . . Şel l i ' l i Eldar sürekli olarak Beyaz Saray 'da olmuş ve hep aynı sözleri yine duymuştu. - Biraz da sabredin . . . . . . -Önemli değil, Komutan. Orada yalnızca Sağlık Bakanı'nın yardımcısından başka kimse yok. Geçen gün köye gelmişti. Beni bir kenara çekti ve çocuklara paylamam için on bin manat para ver­ di. Almıyordum. Yalvar yakar dedi ki, "kardeşim benim de gücüm buna yetiyor, bizden herhangi bir şey de beklemeyin ve kendi başı­ nızın çaresine bakın". Biraz da ilaç falan getinnişti. Bugün yine git­ miştim. Dedim ki, halkın durumu çok kötüdür, diyorlar ki, Mutta­ l i bov Moskova ile konuşmuş, bugün yarın Ruslar Erivan ' ı bomba­ layacak. Bunlar bizi koyun zannediyor. Ayak direyince de diyorlar ki, git Sekreter ' i nden iste. Sekreter ' i n topu, tüfeği, tankı m ı var di­ yorum. Sonra Sekreter savunma bakanı mıdır? Az veya çok yine de yard ı m ediyorsa sağ olsun . Komutan bir sigara yaktı, birini de ona uzattı . -İçmiyorum, dert başka şeye izin veriyor mu?! -Savunma Bakam orada değil miydi? -Ondan bakan mı olur?! Sarhoşun biridir, şimdiye kadar bir kişi bile ayık gönnemiş. Geçen gün başımıza gelenlere bakın. Bu 58


yakınlarda Goronboy'un-1 2 Sekreteri biraz yardım getirmişti. Emmi­ oğlu bize erzak falan lazım değil, mermi gerek dediğimde bana ne dese beğen irsin; "kardeşim vallahi biz de sizin gibiyiz, ancak bir şey ler bulmak için çaba harcayacağım". Sağ olsun erkek adammış, gider gitmez uzun menzilli bir lop yollamıştı. Askeran 'da Ermeni­ lerin bir zırhlısı var bizi canımızdan bezdirmiş. Adını andığın o Ba­ kan, geçen gün gelmiş iki tane de topçu getirmişti. Güya o zırhlıyı vuracaklardı. Zırhlı yerine bizim Karağacı 'daki su ambarını vurdu­ lar. Halk boğup öldürüyordu, el lerinden zorla aldım. Bunlar bu ülke­ yi mahvedecekler, bizi de boşu boşuna öldürtüyorlar, tıfı l yavru ları­ mıza yazık oluyor. Bu mil leti mahvetmeye çalışıyorlar sanki. -Moralini bozma. Sen ümidini kaybedecek birisi değilsin. -Bu durumda yarınlara ne kadar ümitle bakabilirsin? Ümidi topa yerleştirip düşmana atamıyorsunuz kardeşim! Lenkeran 'dan beş altı tane gönüllü gelmişti, gencecik çocuklardı. Her biri bir ateş parçasıydı, evvelki gün ikisini vurdular. B irisi çok t ı fıldı ve kuca­ ğımda can verdi. Can verdiğinde "-Dayı bırakma öleyi m ! " diyor­ du. Buna hangi i t oğlu i t katlanır!? Babası erkek adammış, çocuğun naşını götürmedi. Dedi ki, "Şehit nerede canını teslim etmişse. ora­ da da defnedilmelidir. Oğlum bu şehirde ruhunu teslim etmiş bura­ da da defnedin". Dün toprağa verdik. Yas tutmak için Lenkeran · a da dönmedi, oğlunun tüfeğini alıp sipere girdi. Ne ise! Seni de yordum. Üstelik benden daha iyi durumda da değilsin. Gel köye gidelim. ço­ cuklar seni görüp biraz moral bulsunlar. -Başka zamana kalsın. Drakon'u arıyorum. gördün mü'? -Demin şehre gittiğimde Cevizli Park tarafa doğru gidiyordu. O aşağılık herif için Drakon 'u üzmekle iyi etmemişsin. Keşke bırak­ saydın pantolonunu çıkarıp kafasına geçirseydi o namert oğlu na­ merdin. Geçen gün bizim çocuklar para venneden gidip garaj ından biraz benzin almışlardı. Zaval l ı garaj müdürünü döve döve öldürü­ yormuş. B ir istedim gidip idare binasının tam ortasında atıp yere tekmeleyeyim, sonra "lanet şeytana" deyip vazgeçtim. Zaten adımız çıkmış dokuza inmez sekize. Kucaklaşıp ayrıldılar. Komutan arabaya b i ndiğinde: -Yarın çocukları yolla, dediklerimi verey im. -Dedi. Komutan Cevizli Park 'a doğru gitti, ancak Drakon · u b u lamadı. Büfeci : -Komutan, h i ç yemek dahi yemed i. Baksana votkası d a masa32

Goron çayı s.-.hihndc, Gence-Kazak ovmanda buhınnn lıır şehir (i,nan allı ökı TUrk\·ı." lk b.ull.ı·

mlon "kurgan'' kelimesinden ıorcmışıir.

59


nın üzerinde öylece duruyor. Etnik temizlikle Ermenistan'dan çıka­ nlan çocuklar yemek yiyordu, onlarla kalkıp gitti. Ancak nereye git­ tiler bilmiyorum.

•••

A t Belinde Olan Adam telefonu alıp Reis'in numarasını çevirdi. Hal hatır sorduktan sonra: -Reis, şimdiye kadar sana kucak dolusu para vermemiş miyim? Söyledikleri Reis'e dokundu: -Babanın parasını mı bağışladın? -İyi, iyi, sinirlenme de dinle. Bugünkü olayı duymamış olamazsın. Reis bilmez göründü: -Her gün yüzlerce olay oluyor, hangisini kastediyorsun? -Senin haber toplama şebeken KGB 'den daha iyi çalışıyor. Ne dediğimi biliyorsun. -Duymuşum. -Onu kodese lıktır, bir güzel de sopa çektir. Yemin ederim, sana Baku' de üç odalı bir ev almazsam erkek değilim. -Heeey, aklını mı oynattın, Drakon'u kodese tıkmak mı olur? Be­ nim de mi pantolonumu çıkannalannı istiyorsun?! Doğrusu, bizi par­ maklıklar arkasına tıkmadı.klanndan dolayı onlara teşekkür etmeliyiz. -O zaman gel başka türlü konuşalım. -Buyurun. -Reis, Etağa 'nın ceddine yemin olsun, yann seni Gence'ye reis yollatmayan alçak oğlu alçaktır. Bakfı'de üç odalı ev de dahil. İçin­ den başka şey geçiyorsa ona da hazırım. -Vay beee ! Bu ne bu cömertlik böyle? Sonra? -Reis, kimse bilmese de ben senin gücünü biliyorum. Emrine amade üç-dört yüz tane polisin var. Yer altı dünyası da seni iyi tanıyor. -Ağzındaki baklayı çıkar. -Bak, yine diyorum. Baku'de üç odalı ev, Gence'ye reis, bir diplomat çanta dolusu da para. -Bunlan dedin, asıl maksadını söyle. -Onu öldürt. Reis, yıldınm çarpmış gibi irkildi. -Şerefsiz sensin! Bütün neslindir! Namussuz oğlu namussuz!

-

Dedi ve telefonun ahizesini nasıl yerine çarptıysa ahize ortadan ikiye bölündü ve eli yaralandı; -İt oğlu it! Bunun için Ermeniler anamızı. . . Art arda üçüncü darbeyi de alan At Belinde Olan Adam da ahi­

zeyi fırlattı. 60


-Şu azgınlığa bak hele. Sanki torba ile para verdiğim adam de­

Zararı yok, altta kalanın canı

ğil.

çıksın. Seni görevden aldınp bu şe­

hirden köpek gibi kovdurmasam adam değilim! •••

Devletin İkinci Adamı33 saunada yıkanıp çıkmıştı, elinde bir bardak "Asekeran" birası vardı. -İt oğlu it Enneniler bira yapmasını çok güzel beceriyor. Çek birasının sadece adı var, bizimkilerin tadı, -diyerek biradan azı­ cık taşlann üzerine döktü. İçeriyi bir anda biranın tadı ve kokusu bürüdü,-Oh, oh, oh be! Hıı, şimdi söyle bakalım işler nasıl gidiyor? -Viktor Petroviç, şehirdeki durum iç açıcı değil, herkes başı­ nın çaresine baksın havası ha�imdir. Sekreter, Halk Cephesi men­ suplanyla düşüp kalkıyor, gizlice onları silahlandırıyor. Bir ayağı da Nahçıvan'dadır. Bugün Şerbak'tan yüz bin manatlık silah aldırtarak getirtm iş, parası­ nı da benden almıştı. Reis de suçlulann hepsini elinin altında topla­ mış. KGB mensuptan da onlar için çalışıyor. Baku'de, Şeki'de sak­ lanmış Ennenileri buldurup götürüp Cepheciler'e veriyor. Şu anda Cepheciler ' i n bodrumunda altı yedi tane Enneni var. Birisi de gali­ ba Şaumyarıkend ' in ya sekreteridir veya sekreterin kardeşi . İkinci süpürgeyi ona verdi: -Vur bakalım. At Belinde Olan Adam süpürgeyi soğuk suya daldırdı, sudan

da biraz alıp İkinci'nin sırtına serpti, sonra da süpürgeyle yavaş ya­ vaş

vurmaya

başladı.

İkinci, süpürgenin dokunuşlanndan büyük bir haz duydu: -Biraz kuvvetlice

vur.

Ayaklanmın altına da

vur.

Hah. böyle.

Az kaldı, bugün yann Sekreter ' i , o mesele . . . Birinci i le konuştum. Ama öyle yapın ki, Cepheciler onu kendileri kovsunlar diyor. -Cepheci lerin ona dokunmayacağını söyledim ama. Bölgenin insanıdır ve geniş bir kabilesi var, hısımı akrabası çoktur. büyük bir nesildir. -Şu taşlann üzerine biraz daha bira serp. Hıı, iyi. Şantaj ya­ pın. Şimdi bakanlarla da ayn ayrı konuşacağım. Çalışmak gerek­ tir, çalışmak. Onlann silahı varsa sizin de paranız var. Para silahtan yüz kat daha güçlüdür. Para akıtın ve kendi kendilerini mahvetme­ sini sağlayın. At Belinde Olan Adam'ın eline Reis'in defterini düm1ek için büyük bir fırsat geçmişti: 3)

Azerbaycan KomOnisı Partiı:i Sekreter Yardımcısı Viktor Pcınwıç.

61


-Bugün bir Cepheci tüfeği üzerime doğrulttu, nerdeyse beni öldürecekti. Reis'e durumu anlattım, gerekeni yapmayı bırak bana ana avrat küfür etti. Polislere ait tüfeklerin yansı Cephecilerin elin­ dedir. Savaş başladığından beri onların safında yer almış. Cephe­ cileri toplayıp milis birliğine doldurmuş. O, şehirdeki görevini yü­ rüttüğü müddetçe Cepheciler meydanda at oynatacak. Allah sonu­ nu hayır etsin. -İyi, şimdi meşgul ol urum . İkinci havuza girdi, bütün yorgunluğunu havuzun buz gibi su­ yuna akıttı ve yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. Havuzdan çıkıp kurulandı, salona geçti.

Sofra hazırdı. Bakanlar, bakan yardımc ı ­

ları o n u bekl iyordu, kimse sofraya e l i n i uzatmamıştı. Saunanın sı­ caklığından börten yüzünden kan damlıyordu. Mendille alnında to­ murcuklanmış ter damlalarını sildi, masada olanlara göz gezdirdi. Sekreter ' i görmeyince sordu: -Sekreter hani? Sağlık bakan yardımcısı: -Gülablı 'yaJ.I gitti. Ermenilerin orada aktifleştiği söyleniyor. -Geleceğimi bilmiyor muydu? -Söylemiştik. İkinci, sinirlendi: -Bu adam tam anlamıyla azgınlaşmış. İt oğlu it. Sofraya reçel dizen çaycı durdu, onun söylediklerini bütün şe­ hir halkı için küfür kabul etti. Bu halkın bir huyu vardı, hatta sevme­ dikleri bir hemşerilerine bile başkasının küfür etmesini kabul ede­ mez, bunu kendilerine yediremezlerdi: -Rica ediyorum bizim Sekreter'e hakaret etmeyin. Şimdiye kadar ağzından bir defa bile olsun "evet", "hayır" ke­ limelerinden başka bir söz duymadıklan çaycının bu sözleri orada oturanların hepsini şaşırttı; hayretle birbirlerine baktılar. İkinc i ' nin kendisi de beklemediği bu sözler karşısında sinir­ lenmek yerine daha çok hayrete düştü. -Ne dedin? -Hiç. Dedim ki, rica ediyorum bizim Sekreter'e gıyabında hakaret etmeyin. İkinci nasıl haykırdıysa dışarıdakiler de onun bağırtısını duydu ve içeride bir şeyler olduğunu hissettiler. -Defoool ! Çaycı henüz İkinc i ' nin önüne sürdüğü çayı aldı: 34

ı\Qdam"da b i r koy.

62


-Baş üstüne! O zaman çayınızı kendiniz korsunuz. -Dedi ve salondan çıktı, çıkarken de elindeki bardağı kapının ağzında duran At Belinde Olan Adam'a verdi; -Al !

İkinci'yi sanki engerek yılanı sokmuştu, yerinde kıvrım kıv­ nm kıvrı l ıyordu: -Allah ' ın çaycısı bile azmış. Yalnızca bu değil, bütün şehir ku­ durarak gemi azıya almış. Hepsini de şu Sekreter azdırmış. Ben ona gereken dersi veririm. -Savunma Bakan ı ' na döndü ; -Bu it oğlu itin eline kundağı kınk tek namlulu bir av tüfeği ver, yolla cepheye. Bu­ rada sofradaki artıkları yediğinden porsuk gibi şişmiş. Haber verin Reis'i buraya seslesinler. Kimse elini sofraya uzatmıyordu, herkesin iştahı kes ilmişti. İkinci de önündeki yemeği bir kenara itti: -Hadi şimdi söyleyin -bakalım, durum nasıl? Sağlık Bakan Yardımcısı: -İyi değil Viktor Petroviç. O büyüklükteki Teşkilat Komitesi Hankendi'nde ne yapıyor? Ermeniler her gün bir köyü yakıp yıkı­ yor. Şehirde bir tane bile sağlam bina kalmadı. Her Allah ' ı n günü Ermenistan'dan araba araba terörist yolluyorlar. Hatta diyorlar ki, içlerinde zenc iler bile var. -Ben oradaki durumu deği l, buradaki durumu sordum. -Ben de buradaki durumdan bahsediyorum. çünkü buradaki vaziyet orası ile i lintilidir. Orayı yoluna koymak gerek . . . İkinci onun lafını kesti: -Buradan bahsedin dedim. Bu seviyedeki hükümetsiniz otur­ muşsunuz burada, el inizde milis gücü, ordu. savcı; ancak şehri hır­ sızlar, eşkıyalar idare ediyor.

Hakimiyeti yitimıişsiniz. Sizi niçin

buraya yollamışlar? Sağlık Bakan Yardımcısı kimsenin kendi başına bela açmak iste­ mediğini gördü; ancak yine de İkinci'nin karşısında geri adım atmadı . -Viktor Petroviç, burada hırsız v e eşkıya denen şey yoktur. Evini barkını, çoluk çocuğunu koruyup savunmak isteyen halk var ve her gün de kayıp veriyor. Emıenilerin tankı. topu. roketi Yar. peki bu halkın neyi var?! Berdanka·15 ile çarpışıyorlar. Yaralı lara ilaç eriş­ tirilemiyor. Halk insanın suratına tükürüyor. Şehre her gece roket saldınsı yapı lıyor. -Biraz şişirmedin mi? Kaç saattir buradayım. hani roket. hani top'! -Sizin için fırlatmıyorlar. Siz kalkıp Askeran' ı öteye geçer geçmez tekrar başlayacaklar. 35

Rus ordusundn 1 K70- 1 89 1 yıllon ara�ındn kullanılım hır lOfı.· �.

63


Bu sözler İkinci 'nin suratında müthiş bir tokat gibi patladı : - İ k i tarafa d a çekilebilecek laflar etme. Sağlık Bakan Yardımcısı geri adım atmadı : -Siz sordunuz, b e n d e olanlan anlattım. İkinci baktı ki bakan yardımcısı ayağını diremiş geri çekilmiyor, artık üzerine varmadı ve Savunma Bakan ı ' na döndü. -Hani senin ordun? Bakan ayağa kalktı: -Benim ordum mu var? Şu bumu sümüklü çocuktan m ı diyor­ sunuz? Onlardan ordu mu olurmuş? Orduyu toplamışlar Bakıl 'ye. Görevimin toprağı mı, yoksa Merkezi Komite'yi mi korumak oldu­ ğunu bilmiyorum ! ? Sağlık Bakan Yardımcısı doğru diyor, halk yü­ zümüze tükürüyor. Yer yarılsa, yerin dibine girerim. -Neden girmiyorsun peki? Git de gir! -Yarılmıyor ama. -Ben yararım. -Nasıl isterseniz. Olayların nasıl bir sonuçla nihayetleneceğini bilmeyen görev­ l i lerin de artık canına tak etmişti. Bu halka ne kadar yalan söylene­ bil irdi ! ? Bu halk ne kadar aldatılab i lirdi?! Halk onların yüzüne kar­ şı "Siz Ermen i ' den de adisiniz" diyordu. Bu

zavallı lar

elbette

Ermeni ' den

kötü

değillerdi,

onları

Ermeni'den daha adi yapan bir türlü ellerinden bırakmak isteme­ dikleri görevleriydi. Hepsini bir görev çuvalının içine doldurmuş­ lar, ağzını da bağlamışlardı, çok çabalasalar da bu çuvaldan çıkamı­ yorlardı. Bu torbada, saçın içindeki kavurga gibi çatırdaya çatırda­ ya dönüp duruyorlardı. Tahammül edemeyerek çuvaldan çıkmak is­ teyenler de vardı, ancak ondan çıkmak isteyenleri öylesine bir çu­ vala tıkıyorlardı ki, bu onun yanında muştu gibi kalırdı. B u çuval, Bayıl Hapishanesinin duvarları gibi sağlamdı, onu delerek çıkmak imkansızdı. Ancak bazen diğer çuvalı göze alamayarak içlerini bo­ şaltanlar da bulunuyordu; lakin böylesi boşalmalar onlar için çok pa­ halıya patlıyordu. Böylesi toplantıların birinde İkinci 'ye karşı gele­ rek içini boşaltan savcı Şükür Rızayev ertesi gün Hankendi ' nde bu­ lunan Teşkilat Komitesi ' ne seslenmiş ve Ermeniler onu Komite'nin önünde rehin almı şlardı. Hükümet bütün ağır toplarını kullansa da herhangi bir faydası olmamıştı. Sekreter, hükümetin elinden hiçbir şey gelmediğini gör­ müş, Komutan ' a rica ederek konuyu halletmesini söylemişti. Ko­ mutan da aynı gün Drakon'la Peleng'i yollamıştı Hankendi ' ne . On64


lar da Ermenilerin liderleri nden birini gece evinden alıp getirmiş ve bodruma kapatmıştı. İ k inci ne kadar bağırıp çağırsa da bir faydası olmamıştı. Komutan ona haber yol l ayarak: -Ona deyin ki, proleterlerin ihtilalde kaybedecek yalnızca bir zinciri vardır, biz de onu çoktan kaybetmişiz. Bağırıp çağırmasın, yoksa onun kendini de alıp getiririz.-Demişti. İkinci bakmıştı ki, vaziyet kötüleşiyor bu tutumundan vazgeç­ mişti. Bundan sonra da Kumandan, yakaladıktan Ermeni 'yi Sav­ cı ile değiş tokuş etmişti. İkinci de hükümetin fiıne motorunu çalış­ tırmıştı. -Cephec iler Saveı 'yı Salatın Askerova 'nın3'' katili i le değiş tokuş etmişler. -Diyorlar ki, Savcı 'nın oğlundan bir hayli para almı şlar. -Vay alçaklar vay! İ kinci'nin emri üzerine gazeteler bu şayiayı ülke genelinde yaymışlardı. Ancak Komutan, "Kur'an-ı Kerim" alarak halkın huzuruna gi­ derek yemin etmem işti : "Kimin neler söylediği beni ilgilendinnez. neyin ne olduğunu kendim bil iyorum, yeter". Gazetelere tekzip bile yazmamıştı, çünkü cevabını yayınlamayacaklarını çok iyi bil iyordu. Yalnızca Salatın 'ın anasına haber yo llayarak "Anacığım bu tür şayi­ alara inanma" demişti. Salatı n ' ın anası da "Yavrum, bu tür şayialara en baştan inanmamıştım"-diye cevap yollamıştı. . . . İkinci, Savunma Bakan ı ' nın lafını ağzında yarım bırakarak: -Sen votkanın dibinden ayrılabil iyor musun ki. yere mi giresin. yoksa göğe mi ç ı kası n ! ? -Benim i ç k i içmem hükümetin işine yarıyor. Yoksa bu bumu sümüklü çocuklarla Stepanakert ' i 17 alt üst ederim. İ nanmıyorsanız biraz uzaklaşıp elini onların üzerinden çekin, o zaman orayı nasıl darmadağın ediyorum siz de seyred in. İkinc i : -Sabah sabah n e yed iniz böyle? Hepiniz maşa l lah bülbül g i b i ötüyorsunuz. B i risi içeri girerek: -Viktor Petroviç, Reis geldi-ded i . -Gel sin içeri. Salona giren Reis kapının ağzında duran A t Belinde Olan 36

Knrnbıığ sa\•aşlnnmJo

17

Dıık: linnkcndi.

vunılAmk

öldüri,lı:"n g�ızcıccı

65


Adam ' ı gördüğünde endişeye kapıldı, ancak istifini bozmadan is­ tihzalı bir şekilde: -Sende mi buradasın? Diyorlar ki, pantolonunu çıkarmışlar, üzerindeymiş! ?-Dedi, sonra da ilerleyip İkinc i ' nin tam önünde dur­ du ve kendini takdim etti : -Yoldaş Polyaniçko, şehrin emniyet amiri­ yim, emriniz üzerine geldim. İkinci: -Reis, aldığım malumata göre suçluları koruyorsun ! -Yanlış bilgidir, Yoldaş Polyaniçko. Benim Ermenilerle hiçbir i l işkim yoktur. KGB'den öğrenebilirsiniz. -Ben Ermenileri kastetmiyorum. -Onlardan başka suçlu tanımıyorum Yoldaş. ikinci sandalyesinden kalkıp gezinmeğe başlad ı : -Galiba l a f ebeliği yapıyorsun, benim n e demek istediğimi çok iyi b i l iyorsun. Günün öğlen vaktinde Cepheciler şehrin önemli bir şahsiyetinin evine girerek para istiyor, üzerine silah çekiyor, dövü­ yor, sen de bu işle ilgilenmiyorsun. Üstelik haber aldığıma göre on­ ları işe de almış el lerine de resmi silahlardan vermişsin. -Yoldaş Polyaniçko, biz deliller doğrultusunda suçluların üze­ rine gidiyoruz. O şahıs resmen bize müracaat etmemiştir. B uyursun resmi müracaatını yapsın, biz de araştıralım. İkinci meseleye gelin­ ce, i lgili bakan lık bize bir bölük oluşturmak için talimat yollamış. Talimatta deniyor ki, bölük buralı gençlerden oluşmalıdır. Ben de güvenilir ve yetenekl i gençleri bölüğe almışım. İkinci gelip Reis'in önünde durdu: -Sana emrediyorum, hemen şimdi git o serserileri yakalayıp hapse tık. -Yolaş Polyaniçko, ben bu emri yerine getiremem. -Niçin? -Onları hapsetsem Ermeni teröristleriyle kim çarpışacak, burada oturanlar mı? -On lardan bir hayli para iç ettiğin anlaşılıyor. Reis başka yolunun kalmadığını gördü; zaten yukarıdakilerin alçaltıcı emirlerinden, aşağıdakilerin küfürlerinden gırtlağa çıkmış­ tı. Yaptığı iş reislik değil köpek azabı idi ve buna mecburen katlanı­ yordu. Her gece Dolu ' nun altında makamında uyumaktan da, cami­ de şehitleri yıkatmaktan da, kulağı duya duya şehitlerin baba ve ana­ larının, kendinin ve kendisi gibi olanların geçmişlerinin mezarına ettiği küfürleri duymaktan da bıkıp usanmıştı. Ömür boyu doyum­ suz dinlenme merkezlerinde, buz gibi pınarların başında yiyip iç-

66


tikleri her şey, savaş başlayalı beri burnundan fitil fitil gelmekteyd i . Çoktan "lanet olsun" deyip çekip giderdi. Ama dünyanın rahat dö­ neminde, Dünyanın En Zengin Şehri'nden kazandığı paralarla ken­ disi de, yavruları da hayatın en güzel çağlarını yaşam ıştı. Neyi var­ sa Dünyanın En Zengin Şehri ' ne borçluydu. Bu şehirde para kazan­ mak için başka yerlerde olduğu gibi birilerini tehdit etmeye, yakala­ tıp içeri tıktırmaya, mali polisle tehdit etmeye gerek yoktu. Bu şehirde halk para kazanmas ını da, kazandığı paraları gö­ nülden gelerek harcamayı da iyi bili yordu. Bu şehirde görevli kim­ selerin cebine parayı neredeyse zorla tıkıyorlard ı . İşi düşen de, düş­ meyen de bunu yapıyordu. Bir elin verdiği parayı diğeri asla bi le­ mezdi. Halkla kaynayıp karışmış, onlardan biri olmuş, hırlısıyla da, hırsızıyla da düşüp kalkmıştı. Ve şimdi dünya yörüngesinden çıktı­ ğında gözü üzerinde besleyen ·ve onu kendinden biri olarak gören bu halkı dar günde yüzüstü bırakıp kaçmayı kendine ar bilmiş. erkekli­ ğine sığdıramamıştı. Bu halkla aynı siperde sırt sırta verip uyuyor­ du. Ne gecesi vardı ne de gündüzü. Gorbaçov, halkın elinde bulunan silahların toplanmasıyla i lgi­ li emri çıkardığında, Ermeniler bu emri kıçlarına silip kenefe atmış­ lardı. Bizde ise reisler daha fazla silah teslim etmek için kendilerini yiyip bitiriyorlardı, sanki önceden planladıkları pamuk kotasını dol­ duruyorlardı. Ancak O, yukarıdan ne kadar baskı yapılsa da kimse­ nin evine bir milis yol layıp silah istemedi. Bakanlıktan sormuşlard ı : -Sen o büyüklükteki şehirde bir tane bile silah bulamıyor musun? -Yok ! Ne yapayım, kendimi silah mı yapıp size teslim edeyim'' -Masal anlatma! Pazar yerinde kalaşnikof satılan şehirde nasıl silah bulamazsın? -Ne var biliyor musunuz? Önce Ermenilerin elindeki silahları toplayın, sonra da ben size bir vagon silah toplayıp vereceğim. Ben bu halkı topun tüfeğin önünde eli yalın bırakamam. Bununla da yetinmiyor, gizlice başka şehi rlere adam yollay ı p s i l a h ve mühimmat aldırıyor, bunların ekseriyet i n i de Enncni çem­ berindeki köylere yol luyordu. Halk da O ' na daha önce bu şehirde kazandığı paraları helal etmişti: -Kardeşim bu Reis erkek oğlu erkekmiş! Artık geri dönüş yoktu. vardı, vardı ama bu yol erkek oğlu er­ kekler için değildi. -Yoldaş Polyaniçko, ben de burada olan bütün göre,· li ler gibi 67


rüşvet almışım, hem de çok almışım. Rüşvet almak konusunda siz de iyi bir eğitim görmüşsünüz ve bundan dolayı hepimizin birin­ ci görevinin aldığımız rüşveti yukarıdaki lerle paylaşmak olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Ancak ben diğerlerinden farklı yol izlemiş, hep paralılardan rüşvet almışım, yetimden öksüzden değil. Sizin söyle­ dikleriniz öksüzler ve yetimlerdir, onların da parası yoktur. Ellerin­ de olup kalanları da satıp tüfek falan alıyor, hükümetin yapacağı işi yaparak şehirlerini savunuyorlar. İkinci, belki de hayatında şimdiye kadar böylesine sert bir ce­ vaba muhatap olmamıştı. Bu sebeple aklına bile getiremediği böy­ lesine sert bir cevap karşısında küplere bindi : -Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın? -Yoldaş Polyaniçko, öncelikle, sen değil, siz! Ben size siz diye hitap ediyorum. Ben milis teşkilatında görevli bir albayım, kimin karşısında olduğumu da çok iyi biliyorum. Oturanların tamamı soğuk soğuk terliyordu. Reis'in biraz kaba saba olduğunu bilseler de, O'nun, ülkenin ikinci şahsına karşı böy­ lesine sert bir karşılık vereceğini beklemiyorlardı. Reis kaderiyle oyun oynuyordu ve bu oyunda kaybettiğinin farkındaydı. Demin saunanın sıcaklığı, şimdi ise hiddetten dolayı kıpkırmı­ zı kesilen İkinci, yine alnının terini sildi ve mendili hiddetle masaya fırlattı. Bir şangırtı duyuldu ve galiba bir şeyler kırıldı: -Ben seni görevinden alıyorum. Devlet Başkanlığı Temsilcisi çoktan beridir tuz ekmek kesti­ ği Reis'i düştüğü kötü durumdan kurtarmak için İkinci'yi sakinleş­ tirmeğe çalıştı: -Viktor Petroviç, Reis iyi bir insandır, şehirde büyük saygı ve sevgi uyandırmıştır, halk onun bir dediğini iki etmez. Gece gündüz siperde, kurşunların altında yaşamaktadır. Ailesini bile şehirden çı­ karıp güvenli bir yere yollamamıştır . . . Sağlık Bakan Yardımcısı da Devlet Başkanlığı Temsilcisi 'ni destekledi: -Dün milis merkezine roket mermisi isabet etmiş ve gözünün önünde iki milis şehit olmuş. Çok büyük sarsıntı geçirmiş. Dün gece boyu yanında idim. Hala kendine gelememiş, bu sefer affedin. Ak­ sakalsınız! İnsan hata yapar, büyükler ise affedici olur. Ancak hiddetinden ve kibrinden boğazındaki damarlan patla­ yacak gibi şişen İkinci 'yi sakinleştiremediler: -Duymadın mı? Gidebilirsin! Ben seni görevinden aldım! Reis temkinini bozmadı: 68


-Yoldaş Polyaniçko, siz parti işini iyi bilirsiniz. Ama askeri işi iyi bi lmediğiniz anlaşıl ıyor. Ben askerim. Beni bu göreve iç işleri ba­ kanı tayin etmiş ve ancak o alabilir. Ben bakana tabiyim, size değ i l . Bakan emir verir, ben de emre uyar yerime tayin edilen şahsa göre­ vimi teslim ederim. -Önemli değil, ben şimdi bakanla konuşurum. Omzuna bir tü­ fek verip seni Stepanakert 'e yollar, gidip Kerkicihan' da'" bölge mi­ lis subayı gibi çalışırsın. Reis: -Ben askerim dedim. Bakan emrederse bir nefer gibi bu devle­ te hizmete devam ederim ve buna da hazınm. Şimdi gidebi l ir miyim? -Gidebilirsin! Reis bu defa asker selamı vermedi, bu defa biraz önce kendi­ ni savunanlara dönerek: -İkinize de teşekkür ederim. Beni savunduğunuz için değ i l . bu erkek bozuntu larının arasında erkekliğinizi koruduğunuz için. Dönüp odadan çıktı, çıktığında da kapının ağzında emre ama­ de bir şekilde duran At Belinde Olan Adam 'a: -Senin bu şehirden topladığın rüşvetleri burnunun iki deliğin­ den çekip çıkarmak bana borç olsun! -dedi. ***

Anası Peleng ' i uyandırmak için elini dokundurur dokundurmaz öyle irkilip kalktı ki, kadın korktu: -Bismillah! Bismillah! Peleng ürküntüyle: -Ne oldu? Yine m i roket fırlatıyorlar? -Hayır yavrum, dışarıda seni sesliyorlar. İlk aklına gelen, bunun Drakon olmasıydı, galiba hesaplaşmak için gelmişti, rengi ayazladı. -A yavrum sana söylüyorum, duymadın mı?! -Kimdir? -Merhum babanın muhasibidir. Rahatladı,

yan

odaya

geçti,

her

ihtimale

karşı

Reşid

B ehbudov ' un hediye ettiği hançeri beline bağladı ve bahçe kapısı­ na doğru yürüdü. -Komşu, gecenin bu vaktinde hayrola? -Hayır olur inşallah. Bize gidelim, sana diyeceklerim var. -Burada diyemez misin? 38

Hankeodi"nde bir kasabadır ve en eski Tilrk yerleşim yeridir 19412 yılınd> Emıcml<r şchn vakır

yıktı lor.

69


-Ev daha iyidir. -Gidelim d iyorsan, gidelim. İçeri girince, At Bel inde Olan Adam ' ı n divana uzandığını, kar­ şısında da bir bardak çay telev izyon seyrettiğini gördü. Televizyon­ da konser programı vard ı . Çocukken televizyonda Lübnan ' ı görünce d e l i divane oluyor­ du: B ir tarafta köyler, şehirler ateş a l ıp yanıyor, insanlar sokak orta­ sında vurulup yere seri liyor, diğer tarafta restoranlar, barlar, dansöz­ ler gırla gidiyordu. Çocuk aklıyla; "Bu ne biçim devlettir, bu ne bi­ çim m i llettir, böyle savaş mı olur?! -diye üşünüyordu. Ona göre, hatta herkes için savaş denen şey Büyük Vatan Muha­ rebesi39 idi- filmlerde gördükleri, kitaplarda okudukları-dedelerinin, babalarının çarpıştıkları, telef olduktan savaştı . B ütün ülkenin "Her şey cephe için, her şey galibiyet için!'' dediyi savaş. Çocuk akl ıyla bu Lübnanlılar niçin "Her şey cephe için! Her şey galibiyet için!" demiyor diye düşünüyordu. Ve hiçbir şekilde ne onun, ne de başka bir kimsenin, televizyonda seyrettikleri bu manzaranın aynısını bir gün gelip göreceklerini, yaşayacaklarını ve içinde yaşadıkları ü lke­ nin de aynen Lübnan gibi olacağını yatsalar rüyalarına b i le girmez­ di. M i lletin bir kısmı kitle halinde telef olurken diğer kısmı kendi keyfine göre hayat sürecekti ! Ve dahası, kendi ülkesinin düştüğü du­ rum, televizyonda gördüğü Lübnan ' ı n durumundan çok daha kötü durumda olacaktı. Şimdi At Belinde Olan Adam divana serilmiş, karşısında bir bardak demli çay, büyük bir keyifle bu m i llete mahsus o lmayan te­ levizyonun ekranında bu m i lletten olmayanların çat çatlasın vur pat­ lasın programını seyrediyordu. Girdiği kapıdan geri dönüp gitmek istedi, çevrilip komşusuna baktı, bir de ne görsün, eliyle kendi gırtlağından yapışmış, dönemedi. At Belinde Olan Adam, Peleng 'in gördüğü bu manzaradan hoşnut olmadığını anladı. Ayağa kalkıp televizyonu kapadı, ancak Pelen'ge yaklaşıp hoş geldin deyip tokalaşmaktan çekindi. E l i ha­ vada kalabi l irdi, bu da işleri berbat edebilird i : -İyi akşamlar. Gel otur kardeş. 39

ikinci Dünya Savaşı. Ne yazık ki. bağımsızlığını kazanan Azcıhaycan"da hala ikinci Dünya

Sava.ıı·na yani cmpcryulist emellerle başlatılan ve sömürgeci Almanya ile sömürgeci Rusya ara.-.nda ya· pılan savaşa Büyilk Vatan Muharebesi denmeye devam edilmektedir. Bu savaşla Azerbaycan 450 bin­

den fazla evladını kurban verdi. on binlerce evladı sakat kaldı. on binlerce ıon yer altı ve ycrOsUl scrvc­ tını Ruslar sömilrllp gOtOrdll. BOytık Vatan Muharebesi ıabirinin şimdi bile kullanılması Sovyeı Rus pro­ paganda mekanizmasının insanlann ruhuna ne denli işlediğinin delilidir. Yazar Akil Abbas"ın hu ıabiri istih1'1 ile kullandığı kanaatini ıaşımakıayım; çllnkll çok yakından tanıdığım Akil Abbas A7.cıhaycan·ın son dOnemdc yelişıirdiği Tllrkçll ve hürriyetçi fikirlerle mücehhez yiğil bir evladıdır.

70


Ancak Peleng otunnadı : -Hayır mıdır? -Gel bir otur hele. İnsansın, insan evladısın. Merhum babanı çok sever sayardım. İyi bir insandı. Y ı l larca beraber çalıştık. çok tuz ekmek k�stik. Gel, gel de otur hele. Peleng, babasının adının anı lmasından dolayı biraz yumuşar gibi oldu ve gönülsüz gönülsüz geçerek oturdu. At Belinde Olan Adam Baş Muhasib'e : -Bizi yalnız bırak, -ded i . Odada ikisi baş başa kald ı . -Öncel ikle sana teşekkür ederim, beni büyük bir rezaletten kurtardın. Ömıii m boyunca ben de, çocuklarım da sana borçlu ve minnettar kalacağız. -Ne senin, ne de yavrulannın bana herhangi bir borcu yoktur. -Hayır, borçluyuz!

Ben im

için kendini Drakon gibi bir ejder-

hanın önüne attın. Peleng ' i n bu tür konuşmaları dinlemeğe hevesi yoktu. Diğer taraftan iki gün kontrol noktasında geçirdiği uykusuzluk gözlerin­ den akıyordu: -Reis, -bu şehirde görevli kimselere reis diye h itap ed iliyordu.­ ne demek istiyorsan açıkça söyle, kontrol noktasına gideceğim. -Peki, madem ne demek istediğimi soruyorsun, ben de diye­ yim. -Elini atıp divanın altından bir çanta çıkardı ve masanın üze­ rine bırakt ı : -Dinle, burada istediğin kadar para var. Bu parayla Bakfı'de ev, araba alabil i r, evlenebilirsin. Bunu sana getirdim. Sabah sabah arkadaşı Musa' nın anası için bin manat paraya kıymayan adam birden bire nasıl böyle cömert kesilmişti. neden ak­ lına kendisi gelmişti? Evet gerçekten de Peleng ona büyük bir iyilik yapmıştı, büyük bir rezaletten kurtannıştı . Ancak Pcleng ·e göre bir kuruşun bile kıymetini bilen bu adanı kendine yapılan iyiliği bu ka­ dar para i le değerlendinne karakterinde birisi değildi . B i r kunışun bile hesap kitabını eden adam bu kadar parayı o iş için sokağa at­ mazdı. Galiba bunun altında başka bir sebep yatıyordu. -Reis, seni çok iyi tanıyorum. biliyorum paran da çok. ama sen bu kadar parayı boşu boşuna sokağa atacak insanlardan deği lsin. -Boşuna niye, hayatımı kurtardın. -Reis, açık konuş, dilinin altındaki baklayı çıkar. ne istiyorsun'' Lafı kem küm etmeden söylemek zordu, hem de çok zor. Konu kötü sonuçlanırsa onun için hiç de iyi olmazd ı . Zaten olan olmuştu. buradan öteye köy mü vard ı ! Olur veya olmazdı, ancak ne olur�a o l 71


sun bu iş yapılmalıydı. Bu sebeple lafı döndürüp dolaştırmadı ve ga­ yesini açıkça söyled i : -Tamam, ç o k açık konuşacağım, ancak cevap i ç i n acele etme. Beni dikkatle dinle. Drakon ' u benden daha iyi tanıyorsun. "Onu yapmazsam anam kahpedir!" demişse nerede olursan ol, seni öl­ düreceğini çok iyi bil iyorsun. Eldar Bağırov ' u vurdular, kim ağ­ zını açıp bir şey söyledi, seni de vursalar kim ne diyebil ir? Savaş hal indeyiz, kim kime dum dumadır. Endişelenme, çarpışmaların bi­ rinde işini bitir, arkandayım. Peleng, gözlerini kısıp karşısındaki adamı anlayamayacağı bir bakışla süzdü. Karşısındaki, sabahleyin korkusundan donuna eden şahsa benzemiyordu. Yine sabah sabah indirildiği atın beline atla­ yıp oturmuştu. Ve o bu atı taşlı, çakıllı yolda koşturmak istiyordu. Bu adam her şeyi parayla satın almayı öğrenmiş ve her şeyi elde edebilmişti-diplomayı da, görevi de, şanı şöhreti, saygıyı da, düğün­ lerde, taziyelerde meclisin en başköşesinde oturmasını da. Her şeyi satın alabilmişti-sekreterleri de, reisleri de, savcıları da, kendinden yukandakileri de, aşağıdakileri de. Ona göre bu dünyada her şey sa­ tıl ıyor, her şey alı nıyordu. Şimdi de onu satın almak istiyordu, değe­ rini bile belirlemişti, hatta cimrilik de etmemişti. Ej derhanın timsali olan insanlan satın almayı beceren birisi için O çok küçük bir eşya gibi olsa da, ortaya büyük para koymuştu. -Hu, ne diyorsun? Peleng bir hayli çanta dolusu paraya baktı. O, bir namerde ken­ di kardeşine kurşun sıktıracak kadar büyüktü, sonra yine bakışları­ nı karşıdakine çevirerek yukandan aşağıya, aşağıdan yukanya doğ­ ru bir güzel süzdü. Onun henüz anlamaya çalıştığı, henüz adım at­ tığı bir duygu dünyasını-şahsiyetini, benliğini satın almak isteyen bu adamın göğsünde dibine kadar saplanacak bir hançer yeri vard ı . Ancak O, Reşid Behbudov ' un hediye ettiği hançere elini uzatmadı. Gözlerinin önünde Musa 'nın bacaktan kesilmiş anası, doktora ver­ mek için kuruş kuruş topladıkları para, Komutan 'ın parmağından çıkardığı nişan yüzüğü, içinde yiyecekleri bir lokma bile et bulun­ mayan lahana çorbası gelip canlandı . . . Daha çok şeyler, bin bir tür­ lü şey gelip durdu gözlerinin önünde. Ancak o binlerce şeyin için­ de ne ev vardı, ne araba, ne de düğün. Zaten bir kızı sevmeye fır­ sat da bulamamışt ı ! Ve şimdi çok şeyler görünen gözlerinin önünde b i r çanta dolusu, aklına dahi gelemeyecek, uykusuna bile giremeye­ cek, gelecek neslini bile refaha erdirecek kadar para vardı. Acı acı gülümsedi. 72


- H ı ı , ne diyorsun? Bunu A l lah'tan başka ki mse bi lmeyecek. Peleng yine bir At Belinde Olan Adam 'a bakt ı, bir çantadaki paraya baktı, sonra da kalktı ayağa, çantayı kapatarak aldı: -Ne diyebiliri m k i ! -dedi ve odadan çıktı. A t Bel inde Olan Adam derinden bir nefes aldı: -Hadi bakalım, it oğl u i t ! Bakalım kim kimi pantolonsuz bıra­ kıyor!

***

Peleng bahçe kapısından girdiğinde anasının e l i koynunda. eşikte onu hasret ve endişeyle beklediğini gördü-gecenin bu vaktin­ de onun aniden seslenmesi kadını cndişclcndimı i ş ı i . -Gecenin bu vaktinde hayır mıdır oğu l? -Hayırdır, ana. İçeri geçtiler. Peleng çantayı masanın üzerine bırakıp açt ı. Anası paraları görünce dili damağı kurudu. hayretle bakakald ı : - B u n e a yavrum? H ı rsızlık m ı yaptın?-dedi v e b i tap b i r şek i l ­ de karyolanın üzerine çöktü. - Hırsızlık nereden çıktı ana? ! Bakü' den yollamış lar. taburun parasıdır. -Anası n ın inanmadığını görüp yemin etti:-Seyy i d Laz ı m Ağa'nın ceddine yemin olsun birliğin parasıdır. Anası yine inanmad ı : -De ki, Hz. Abbas ' a yem i n olsun ! -Hz. Abbas ' a yemin olsun ! Şimdi inandın m ı ? -Sonra da "Türk"ün adı gel i r gelmez sevinçten del iye dönen anasını hem ra­ hatlatmak, hem de sevindimıek için :-Türkler yollam ış-ded i . Anasının gözleri ayd ınland ı : -Oooy, onlara kurban olayım ! Ooy. onların ayak ların ın altın­ da öley i m ! -Bana b i r bardak ç a y getir, i ş i m var. Türklerin adını duyduktan sonra kendine gelen anası çay ge­ tirmek için gitti. "Bana b u kadar veriyorsa bu namerdin n e kadar parası \·ar bir bak hele" diye düşünen Peleng. elinin tersiyle paraları

:m

azla­

dı. Sanki şimdi darphaneden ç ı k m ı şlardı. İ l k d e fa güller ,.e çiçekkr gibi paranın da kendi kokusu olduğunu anladı. Aynen gülün

ve

ç i ç .:- ­

ğ i n kokusu gibi paranın da kendine has tatlı bir kokusu ,·amı ı ş . B l1 y ­ lesine güzel koku yayan paralardan iki demet alarak cebine koy d u . El inde ç a y olduğu halde odaya giren a n a s ı ne yapt ı ğ ı nı gördü: -Onları niye alıyorsun? -Lazım,-dedi. sonra iki üç demet a l ı p bir gazeteye sararak ana73


sına verd i : -Al bunu sağlam yerde sakla. Savaştır birden beni vurur­ larsa gerekli olur, alır kullanırsın. -Allah göstermesin, a yavrum ! -Allah bizi çoktan unutmuş ana. -Aptal aptal konuşma, ağzın eğilir. Peleng'in eli havada öyle kalakalmış parayı tutuyordu: -Hadi ana, a l sağlam bir yerde sakla. Anası yine paraya elini uzatmadı: -Birliğin parasıdır diyordun? -Hz. Abbas'a yemin olsun birliğindir. Tekrar alıp Komutan'a götüreceğim. Bunlar da benim payıma düşmüş. Şimdiye kadar sana yalan söyledim mi hiç?! Anası paralan alıp koynuna soktu, Peleng gülmeye başladı: -Amma da sağlam yere koydun, ana!-dedi, sonra da çanta­ yı karyolanın altına attı, alelacele bir iki yudum çay içti ve evden çıktı;-Sen yat, ben Musa 'nın kardeşine birkaç şey söyleyip geliyo­ rum. Musa'nın teyzesi gile uğradı. Eve Dolu isabet ettikten sonra Musa'nın bacı ve kardeşlerini teyzesinin eşi toplayıp kendi evlerine götürmüştü. Bahçe kapısını bir hayli çaldı: -Vay anam vay, ne kadar da ağır uykulan var! Nihayet Musa 'nın teyzesinin kocasının uykulu sesi duyuldu: -Yahu kimsin?! -Benim, Peleng. Kapı açıldı, Musa'nın eniştesi gecenin bu vaktinde Peleng ' i görür görmez Baklı 'den kötü b i r haber geldiğini zannetti v e selamsız sabahsız: -Kadın ruhunu teslim mi etmiş? -Hayır, iyidir. Musa kardeşine haber yollamış onun için geldim. -Geç içeri. -Sağ ol acelem var, bir zahmet seslersen. Sesleri duyup, Musa'nın kardeşi de eşiğe çıkmıştı, Peleng ' i görüp bahçe kapısına doğru indi, onların yanına vanr varmaz sordu: -Anam vefat mı etti? Peleng onun koluna girdi: -Uğursuz haber veren sizlersiniz. Hele bir gel bakalım. Dayı kusurumuza bakma. Musa'nın eniştesi: -Estağfurullah! -diyerek bahçeye girdi. Peleng cebinden iki demet para çıkardı ve uzattı Musa 'nın kardeşine: 74


-Al bunları. O da Peleng'in anası gibi ömründe ilk defa bu kadar para görüyordu, hayretle sordu: -Bunlar ne be? -Kör müsün? Para olduğunu gönnüyor musun? -Görüyorum ama, ne demek bu? -Bakfı'den Musa'nın arkadaşları yollamış. -Ecy, neden böylesine aptal aptal laflar ediyorsun! M usa dün o büyüklükteki Bakfı'de ilaç almak için elli manat para bulamam ış. Hangi dost, hangi arkadaş? ! Musa'nın arkadaşlarından birisi de sen­ sin açl ı ktan öğlen olmayınca yatağından kalkamıyorsun. Peleng sinirlendi: -Ne asabımı bozuyorsun be?! Dostları olmasın delikanlı yi­

ğitler olsun. Al git evin �zi yaptır, anan için de endişelenme. Bugün Musa'ya para yolladık. Ne böyle aval aval bakınıyorsun. alsana ! ­ dedi v e paraları bastı onun cebine. -Vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum, her kim yollamışsa A l lah çoluk çocuğunun karşısına çıkarsın. A l lah razı olsun. Peleng, duy­ dum ki, dün Drakon ' la kavga etmişsin? -Önemli değil, biraz atıştık. Musa 'nın kardeşi kafasını sallad ı : -Tartışmanızın boyutu suratından anlaşıl ıyor. Önemli değ i l deme, Drakon 'un ağzından l a f çıkmışsa seni vuracak. Yann sabah­ leyin Seyid Lazım Ağa'nın yanına gitsek iyi olurdu. Buradaki insanlar için Seyid Lazım Ağa' nın sözleri "ayet" ka­ dar saygındı , kimse onun sözünü yere düşümıezd i . Herkes onun fo­ toğrafını ceplerinde saklıyor, arabalarının ön camına yapıştırıyor. evlerinin en güzel yerine asıyordu. Yüzünden gözünden nur yağan Ağa, genelde pazarda Drakon 'un mağazasının tam karşısında kendi­ si için özel olarak ceviz ağacından yapılma sedirin üzerinde oturur­ du. Pazara gelenlerin ekseriyeti onun elinden öpmed.:n. hayır duası­ nı almadan pazardan çıkmazdı. Sadakası olanlar da onu burada bu­ lup verirdi. Dükkanın ağzında küçük bir sandık vardı

\'<!

bu sand ı k

akşama kadar sadaka ile dolardı. A m a Lazım Ağa bu sadakaya d i ­ ni b i l e sünnez, onun tamamını fakir fukaraya dağıtırdı. Yeni işe gi­ renler, yeni göreve tayin edilenler. kazançları bereketli olsun diye Ağa'dan bir iki manat para alıp giderdi. Bugünlerde bir Dolu gelip Ağa'ya on-on beş adım uzakl ıkta bir yere saplanmış, ancak patlamamışt ı . Şahidi oldukları bu mucize karşısında hayrete düşen halk. Dolu düşerken kılını bile kıpırdatma75


yan Ağa 'nın eline ayağına döşenmişti: -Ceddine kurban olalım, Ağa! Haber bir anda Karabağ'a yayılmış, hatta Ağa'nın ceddi halkı mahvolmaktan kurtardı -diye Bakfı 'ye bile ulaşmıştı. Savaş başlaya­ l ı beri bir hayli hırpalanan Dünyanın En Zengin Şehri 'nin en zengin bu pazarı yeniden canlanmaya başlamıştı-Ağa pazarda olduğu müd­ detçe, ceddi halkı koruyacaktı. Ve Musa ' nın kardeşi şimdi, Drakon neye yemin ederse etsin, Ağa 'nın bir tek kelimesinin bile her şeye yeteceğini çok iyi biliyordu. -Ne diyorsun, yann gidelim mi? Eğer çekiniyorsan ben gideyim. Musa'nın kardeşi, Peleng'in kalbini okuyordu, ancak kendine yedirmede güçlük çekiyordu: -O beni vurmaz! Bir laftır söyledi. Sonra benim elim armut toplamıyor ya?! -İyi be, öyle yüksekten atma. Yann sabah gidiyor muyuz, onu söyle? Peleng gülümsedi: -Bir şey demiyorum, gidelim diyorsan, gideriz . •••

Deminden beri uyumak için can atan Peleng ' in sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Sabaha kadar onu uyumaya bırakmayan şeyin karyolanın altında kendine has koku yayan bir çanta dolusu paranın olduğunu anlayamadı. Tan yeri ağam ağarmaz kalkıp bahçeye çık­ tı, belden yukarısını yıkadı. Sonra eve girerek bir iki lokma peynir ekmek yedi. Anası taş gibi uyumuştu, uyandırmaya kıyamadı, eği lip kemikleri çıkmış kupkuru elinden öptü ve evden çıktı. Birliğin bahçesinde her kafadan bir ses çıkıyor, bağırıp çağırmalar birbirini takip ediyor, arabalara akın ediyorlardı. -Nereye böyle? - Habere göre Ermeniler Gülablı'ya girm iş. Komutan ' ı n aracına doğru koştu. Elini uzatıp yürümeye başla­ yan arabanın kapısını açtı : -Komutan, peki ben?! -Mühi mmatçıya söyle, silahını versinler! •••

Tepeyi ele geçiren Ermeniler avuçları içine aldıkları köyü kur­ şun ve menni yağmuruna tutmuştu. Gökten, şimdiki değeri en ucuz olan ölüm yağmaktayd ı. Gökten yağan bu ucuz öl ümden canları­ nı kurtarmak için kadın, çoluk çocuk, genç yaşlı herkes, ayağı ya­ lın başı açı bir şekilde üzümlüklerin arasından aşağıya doğru koşu76


yordu. Çocukların haykırışı, kadınların feryadı insanın tüylerini di­ ken diken ediyordu. Bir kamyon yolun ortasında yanmaktayd ı , etraf parçalanm ı ş ce setlerle doluydu. Yolun kenarında bitmiş b i r d u l ağacının dalla­ rından bağırsakları dı şarıya fı rlamış birisi sarkıyordu ve henüz neler olup bittiğini anl amadan haykırıyordu: Sürücü kusar gibi oldu ve arabayı durdurup inmek isted i . Ko­ mutan ensesinin arkasına hiddetle bir tokat attı : -Sür, it herif! Halk telef oluyor! İdarenin önünde hayli silahlı asker toplanmıştı. Müdür birisinin yakasından yapışmış tokatlaya toaktlaya bağırıyordu: -Nereye böyle tabanlan yağlayıp kaçıyorsunuz ulan kahpe dölleri?! Komutan: -Durdur ! -diyerek hayktrd ı, sonra da araban ın dunnasını bile beklemeden kapıyı açarak fırladı ve arkadan gelenlere yukarı doğru ilerlemeleri için işaret ett i . Komutan ' ı gören Müdür b iraz daha cesaretlend i : -Namussuz herifler. . . Komutan askeri Müdür'ün elinden alıp bir kenara itti: -Beyim bir dur bakalım. Ne oldu? -Gönnüyor musun bu namussuzları, kontrol noktas ını terk edip kaçıyorlar. Komutan, korkudan ödleri patlayan, toz toprağın iç inde ade­ ta bir döküntüyü andıran burnundan sümük akan bu tıfıl askerle­ re baktı. . . . Bunların çoğunu Bakfı 'de sokaklarda yakalayıp cepheye getiriyor, parası olanların çocuklarını külli miktarda rüşvet alarak bırakıyor, fakir fukaranın çocuklarını ise Savunma Bakan l ı ğ ı ' nın adamlarına havale ediyorlard ı . Bazılarının üstiinde kimliği bik bu­ lunmuyordu. B ir de baktın "vallahi biz ortaokulda okuyan öğn:nci ­ yiz" d i y e hayk ırarak ağlıyorlard ı . Bunu k i m dinlerd i ? ! Savunma R a ­ kanlığı da hayatında bir defa b i le olsun e l i ne silah a l m a m ı ş bu bur­ nu sümüklü tıfı l lara hiçbir talim yaptımıadan. en azından psikolo­ jik olarak savaşa hazırlamadan. hatta beden ölçülerini bile a l madan üzerlerine rast gele asker elbisesi geçirip otobüse dolduruyor. Emıe­ ni lerin et kıyına makinelerinin önüne yolluyorlard ı . Sanki milletin neslini tilketmek için gayret gösteriyorlard ı . Böylesi askerlerin bir­ çoğu çarpı şmada kurşun seslerinden dolayı şoka giriyordu. Fırsat düştüğünde bu askerlerin yanına uğrayan Komutan. şoka giren çocuklara belki yüzüncü defa: 77


-A yavrum, kurşun sesinden korkma, eğer onun sesini duyu­ yorsan yaşıyorsun demektir, zaten sana kurşun saplanırsa sesini bir daha duyamazsın-diyordu. Ama bunun faydası var mıydı? Hayatlarında filmlerdekinden başka bir defa bile olsun kurşun sesini duymayan bu çocukların ba­ zıları çarpışma başlar başlamaz silahlarını bırakıp kaçıyor, bazıla­ rı da siperin içinde kulaklarını elleriyle tutup çocuklar gibi ağl ıyor­ du. Hatta altına edenler de oluyordu. Bunları suçlamak da insafsız­ lık olurdu; çünkü hepsi ana kuzusu idi, ekseriyetinin yüzünde tüy bile bitmemişti. Gözlerinin önünde böylesi tıfıl çocukların boşu boşuna ölüp gitmesine, sağ kalanların da bin bir hastalığın pençesine düşmesi­ ne tahammül edemeyen subaylar gizlice Komutan'ın yanına gele­ rek dediler k i : -Komutan, b i z i kimse dinlemiyor. Karşı gelenleri, "sen provo­ katörlük yapıyorsun " diyerek yakalayıp içeri tıkıyorlar. Yine sen­ den biraz olsun çekiniyorlar, bu çocukların boşu boşuna ölüp gitme­ sine engel ol. Komutan: -Tanrı hakkı için sizin hükümet Enneni'yi değil beni düşman zannediyor; ancak gayret göstereceğim. Kalkıp Sekreter 'in yanına gitmişti: -Sekreter Bey, sen bu şehrin sahibisin, bu halkın tıfıl çocukla­ rını hükümetin telef ettinnesine neden engel olmuyorsun? -Babası rahmetl ik, ne şehir, ne bölge, ne sahip, sen neden bah­ sediyorsun? Bu ülkenin sahibi var mı? Beni dinleyeceklerini mi zannediyorsun? Defalarca söyledim, tartıştım da. KGB 'de en ağır lafl arı söylemediğim kimse kalmadı, adamlar beni bilmem neresiy­ le dinledi. Bu zavallı ları hiç olmasa bizim taburlara bölüştürün, on­ lara biraz talim yaptıralım diyorum. Cephecilerin sayısını fazlalaş­ tınnak mı istiyorsun?-diye cevap veriyorlar. Sanki Cepheciler be­ nim adamımdır. Bizim taburlara venniyorsanız tamam, hiç olma­ sa Şirin M irzayev 'in birliğine verin diyorum, onu da kabul etmi­ yorlar. Çünkü yukarıların akla mantığa sığmayan emirlerini dinle­ mediği için Ş i ri n ' i de sevmiyorlar. Geçen gün Papravend 'de40 tabur komutanı Savunma Bakanı'nın gırtlağından yapışmış: "Tüfeği tut­ masını beceremeyen bu çocuklarla Ennenilerin karşısına nasıl çıka­ rız ? ! " -diyordu. Doğrusunu istersen sevmesem de Bakan'a acıdım, 40

Ağdam bölgesinde bir köy. Kolanlı adlı TUrk kabilesinin bir kolunun adını ıaşımakıadır. Kolanlı

boyu. Karabag llanlığı "nın oluşma•ında bUyUk rol oynamışıır.

78


oturup çocuk gibi ağladı. "Ben insan değil miyim zannediyorsunuz. benim çoluk çocuğum yok mu?! Ne yapabilirim k i ! ? Başkomutan olan devlet başkanımız ne emrediyorsa onu yapıyorum ."-diye ce­ vap verdi. -Hiç olmazsa o çocuklara verdikleri silahları bize versinl er, bu halka versinler, biz de kendi yapacağımız işi bilelim. Sekreter acı acı gülümsedi : -Komutan, deminden beri sana ne anlatıyorum, sen i s e silahları bize versinler diyorsun. Birisine diyorlar ki, Azrail herkese çocuk dağıtıyor, o da diyor ki, benim yavruma dokunmasın, onun verdi­ ği çocuğu istemiyorum. Elinizdekini almamışl arsa Allah 'a şükredin. Hiç olmasa onları ön cepheden çıkannaları için çalışacağım. Komutan ayrılırken: -Sekreter, aksakal ımızsın, seni kıramam. İzin ve o Beyaz Saray 'dakilerin her birinin eli.ne bir çifte verip sipere sokayım da dünyanın kaç bucak olduğunu görsünler ve akıl ları başlarına ge lsin. -Onlar piyondur, Komutan. B ı rak uğraşma. İçlerinde bizi sevenler de var, ama ne yapabilirler ki, zurnanın son dcliğidirler1 . . . Komutan, korkudan sapsarı kesilmiş bu t ı fıl askerlere baktı. Onları savaşa sürüp telef ettinnenin bir anlamı olmadığını gördü: -Komutanınız hani? -Vurdular! Çocukların yarısı da dağda mahvoldu' Komutan: -Bey, dokunma gitsinler. Kabahat bunlarda değ i l . bunları bura­ ya yollayan namussuzlardadır.-dedi ve askerlere döndü :-Si lahlarınızı bırakıp gidin. Bey, sen de silahları kendi adamlarına dağıt. yukarıya Abdal ' ın41 üstüne yolla. Orayı sağlamlaştırın. eğer oradan da gin:r­ lerse engel olmak imkansızlaşacak. Hadi siz de s i lah larınızı bırakın . Askerler önce birbirlerine baktı lar, sonra ba ş la r ı n ı aşağı i nd i r­ d i ler. Kimse mahcubiyetinden dolayı en önde s i hihını bırakmak is­ temiyordu. Komutan: -Heey, vakit yok, bırakın s i liihlarınızı dedim. Köyü te rk edip gid in! Üzümlüklerin içiyle gidin k i . sizleri biçip mahvetmesin ler. Bazıları utana utana silahını ge t i r i p Koınuıan ' ın önüne bırakıı ve bir tarafa çek ildi. Bazıları ise halci utana sıkıla dunmış Komutan ·a bakınıyordu. -Siz neyi bekliyorsunuz peki? Hadi gidin. utanmay ı n ' -Biz savaşa dönmek istiyoruz. 41

Ağdem şehrinin da� yamacında kıınılmu� hır kuyıl

79


Komutan artık sabredemedi: -Bey, silahları halka dağıt, bunları da kendinle birlikte al gö­ tür! Abda l ' a doğru çıkın! Dağ bizim işim izdir.-Dedi ve cevap bekle­ meden arabasına atladı:-Sür!

Namert oğlu namertler! Elin bu bumu sümüklü tıfıllarını kır­ dırmak için sokaklardan rastgele toplayıp yoll uyorlar. Çarpışabile­ cekler de Muttalibov'u koruyor. Önemli değil, hele bir bu Ermeni­ lerle işimiz bitsin sonra onun icabına bakanz. Tabur savaşa hazır durumda Komutan ' ı bekliyordu. Ulaşır ulaşmaz karargah komutanı malumat verdi: -Solda bir BMP' leri var, çıkıp yolu kurşun yağmuruna tutuyor ve sık sık da saklanıyor. Galiba makineli tüfekleri fazladır. İyi teçhiz olmuşlar. BMP' leri olmasaydı çok iyi olurdu. Zor olacak. Zırhlı va­ sıtamız olmasa bir şey yapamayacağız galiba. Şerefsizler, bu kadar önemli kontrol noktasını çoluk çocuğa emanet etmişler. Birisi nefes nefese kestirme yolla aşağıdan yukarıya doğru tır­ manıyordu, herkes sevindi: -Komutan! Bakın! Komutan geri döndü-Drakon idi-ciğeri dolusu nefes aldı, bel­ ki de hiçbir zaman bu kadar sevinmemişti, gözleri doldu. Bunu Vur­ gun Vurmuş Gençler de hissetti. Drakon varıp geldi. Durdu Komutan ' ın önünde, nefesini almadan ağır ağır konuştu: -Komutan ! M üsaade edin malumat vereyim! -Buyurun! -Savaş başlarken Ağbulak'ta kontrol noktasındaydım. Ulaşamadım yoksa buradaki ileri nöbetçi yerini almalarına izin vermez­ dim. Zavallılann hepsi tıfı l çocuktur, ama komutanları müthiş biriy­ di, uzaktan keskin nişancıyla vurmuşlar. Komutanları vurulur vurul­ maz da korkuya kapılmışlar. Bir BMP' leri var, Rus'tur it oğlu it, ta­ nıyorum. Çok iyi çalışıyor. Bir tane bomba atarları, iki tane de maki­ neli tüfekleri var. Çok değiller, otuz veya otuz beş kişi ancak varlar. Drakon askerlik yapmamıştı, buradakilerin de çoğu aynı du­ rumdaydı. Askerlik yapanlar da iki yıl boyunca kalaşnikofun yüzü­ nü bile görmemişti. Ya inşaat taburunda çalışmışlar veya yemekha­ nelerde, ambarlarda askerlik yapmış, yahut da general lerin yazlık­ larını beklemişlerdi. Hepsi de askerden dönünce palavra sıkarak ge­ neralin kızını tavladığını söylilyordu; ancak şimdiye kadar asker­ den bırakın bir generalin kızını, binbaşının kızını da kendiyle birlik­ te alıp getirene rastlanmamıştı. Alıp getirdikleri kızların babaları ya 80


elektrikçi idi, ya şoför, ya da biraz daha ileri gitse tüccar kızı idi. Bir de askerden dönenlerin tamamı bıyıklı oluyordu. Onunla da forsla­ rından geçilmiyordu, diyorlardı ki, komutan ne kadar baskı yapsa da bıyıklarımı kesmedim: -Dedim ki, komutan, biz Azerbaycan lılar erkek oğlu erkeğiz! Erkeğin de bıyıkları olur. Bıyıksız komutanlar onlara göre erkek deği ldi, ama bıyıksız komutanların yazlığında hizmet eden, akşamları onların köpeklerini gezdiren bizim bıyıklı lar, erkek oğlu erkekti. Böylesi yerlerde general kızları ile keyif çatmak( ! ), generalle­ rin yazlıklarında hizmet etmek için Ruslara yal vara yalvara bir sürü rüşvet veriyorlardı. Rüşvet vermeseler bile bizimkilerin yerinin ya inşaat taburu, ya yemekha.ne veya çayhane olacağı ak ı l larına bile gelmezdi . En fazlası, paralı olanlar da general lerin yazlığına yo l ­ lanıyordu, elbette general kızları i le keyif çatmaya değil, general kızlarına hizmetçi l ik etmeğe. Rus o kadar akılsız mıydı ki, bizim­ k ileri götürüp roketatarları, uçakları, tank ları, topları kullanmasını öğretsin. Üstelik i ftiharla diyorduk ki, Hacı Zeyne labidin Tağızade. Çar'a külli miktarda para vermiş ki, bizimki leri askere götüm1esin­ ler. Güya para vermezse o götürecekmiş' Ancak bu savaş çok kısa bir zamanda, askerlik yapmayan, ya da askerde general kızlarıyla dolaştıklarını iddia edip yüksek perde­ den atan bu Vurgun Vurmuş Gençlere çok şey öğretmişti. Hatta öyle şeyler öğretmişti ki, savaş yüzü görmeyen yinni yıllık subay dahi onu öğrenememişti. Kurşunların sesinden hangi silahtan sıkı ldığını. merminin sesinden ise nasıl bir loptan atıldığını anlıyorlard ı . Gene l ­ de b u s ilahlan dışarıdan gelen paralı askerler kullandığından dolayı karşıda kaç tane paralı asker olduğunu da ç ı karıyorlard ı . Çarpışmaların birinde b i r zenci cesedini e l e geç irmişlerd i . Er­ meniler bu zencinin cesedini birkaç Azerbaycan askeriyle değiş to­ kuş etmişti. Ermenilerin, bu zencinin cesed ini canlı Azerbaycan askerleriyle değiş tokuş ettiğinin sebebini bizim Vurgun Vumrnş Gençlerimiz bir türlü akıl larına bile getim1cmişler. ona neden hu kadar değer biçildiğinin farkına pek varamam ışlardı ! Drakon da bu işte ustaların ustasıydı. onun kadar silahın sesini tanıyan ikinci bir şahıs yoktu. Bu anda BMP yine ortaya çıktı ve yolda giden arabalardan b i ­ rini vurdu. Komutan: -Hadi gidiyoruz! Üç koldan ilerleyeceğiz. Kendinizi boşu bo81


şuna kurşuna hedef etmeyin. Keskin nişancı sen sağ taraftaki tepe­ ye çık, oradan çalış. Kurşunu atar atmaz da yerini değiştir. Drakon, sen kendi adamlannı al sağdan çıkın. Ben de merkezde olacağım. Şimdi Katır Memmet 'ten42 Vanya 'yı isteyeceğim. Verirse işimiz ko­ lay olacak. Zor durumda kalırsak ölümüne çarpışacağız. Beri baştan açık konuşayım, korkan varsa şimdiden dönüp gitsin, onu asla suç­ lamayız. Ancak savaşta dönüp kaçan olursa kendim arkadan vuru­ rum! Ya Allah ! Drakon: -Komutan, izin verin bir şey demek istiyorum. -Çabuk ol. -Komutan, buraları avucumun içi gibi bi ldiğimden haberin vardır. Sovyet hükümeti beni üç yıl bu ormanlarda yakalayamadı. İzin ver şu BMP' nin işini bitireyim. Onlann gücü BMP'dedir. Siz yerinizi sağlamlaştırın, hücum etmeyin, çok değil yanın saat beni bekleyin. Peleng bir adım öne çıktı: -Komutan, bana da izin ver. Biz keşif koluna sürekli beraber çıkmışız. Komutan: -Hayır! Sen bana burada gereksin. Peleng, bakışlarıyla Drakon'a yalvarıyordu ve Drakon farkına vardı: -Bırak gelsin. Endişelenme, ben onu bulvarda vuracağım. Komutan yine kabul etmedi. -Hayır, onun için demiyorum, Peleng bana burada gerek. İstiyorsan başka birini götür. Drakon: -Peki, o zaman kimseyi istemiyorum, tek başıma gideceğim. Komutan son komutlarını da verdi, Vurgun Vurmuş Gençler siper alıp savaşa başladılar. Komutan telsizi aldı: 42

Kaıır Memmed Gence"de Sosyalizm uğrunda çalışmış b i r şahısıır. 1 907 yıl ınd a Goranboy"un Ah­

meıli köyünde bır zenginı öldürerek kaçak dUşmUş. Çar Rusyası "na karşı çarpışmıı ancak yakal anara k

lrkuL•k'a sürillmOş ancak yolda kaçarak ıekrar Azerbaycan '• dönerek Çorlıkla mücadele elmiş, 1 9 1 4

) ıl ınıla ıekrar yakalanarak lrkuısk"a sürillmUş ve o n yıl burada k aldığı mU ddene Sosyolizrni bcnimsc­

mış, 1 9 1 7 Ekim devıiminden sonra ıekrar Azerbaycan"a donınflş. Ermeni Sıephan Ş au myan. M. Aziz·

bcyov g1bı lıderlerle defalarca görilşerck ıalimaılannı almış ve 2K Mayıs 1 9 1 8 yılındo kurulan Azer­ baycan Halk Cumhurıyeıi"ne karşı çarpışmışıır. Feıeli Han Huylu hiikOmcıinin yolladığı 500 kişilik milli güçler ıarafından Gence'de çembere alınmış ve 1 9 1 9 yılımla OldUrillmUşlilr.

Kaıır Mcmmed lakaplı Yakup Rl7.a da onun adını alarak Karabağ ,,l\ aşlarında bU yllk kahromanhklar

gösıcrerck Ermenilere kan kıısıurdu. 1 992 yıl ı Mayıs a yın da Ağd am ' a i laç \'C ııbbi malzeme gölilrdU·

ğümde kendisiyle görOşUp rOponaj yapmış ve TUrkiye 'nin Sesi Radyosu Azerbaycan TOrkçcsi scrvı­ •inde yayınlamışıım. Ne yazık kı bu halk kahramanı sonra hapsedildi ve hapisle öldOrilldU.

82


-Karta l ! Karta l ! Ben Komutanım! Karta l ! Karta l ! Telsizden Reis' in sesi duyuldu: -Kartal dinlemede! Kartal dinlemede! -Kartal ! Ermeniler Gülablı'nın üstündeki kontrol noktas ı n almışlar. Halk telef ol uyor. Savaşa girdim. Bize yardım yol la. Kanal ! Duydun mu? -Duyuyorum Komutan! Duyuyorum! M i lis taburu sana yard ı ­ m a geliyor, kendim d e geliyorum. S ı k ı dur! -Erkek adamsın Rei s ! -Artık ben reis falan değilim. Gece görevden aldılar. B e n i de taburunun l i stesine i lave et. -Şaka mı yapıyorsun? -Şakanın zamanı mı? Geliyorum! Sıkı dur! Bu anda telsizden Katı r ' ın sesi duyuldu: -Komutan! Duyuyor musun? Komutan ! Komutanın yüreği dağ gibi oldu: -Sesinize kurbanlar keseyim be! -Komutan benimkiler geliyor. Anladın değil mi. kimi yol luyorum? -Anladım ! Anladım! -Sıkı dur! -Sıkı sıkıya yerimdey i m ! -dedi

Komutan. sonra çocuklara

döndü:-Katır tankı yollamış. H erkese söyleyin moralleri yüksel s i n . -Katır tankı yollamış . . . -Katır tankı yollamış . . . -Vanya43 geliyor . . . Drakon avucunun içi gibi bildiği izlerle Enııen i l e rin arkasına sarkıyordu. Yukarı tırmandıkça nefes nefese kalı y o rd u . H er s;l \ a� girdiğinde kendine küfrediyordu: "Nerden bilecektim ki. bu şerefs i z savaş çıkacak, yoksa içki v e sigara içer miydim? ! " Gençl erin e l i nde sigara görür görmez hemen kapıp fı rlatırd ı : -Ben i ç t i m de apolet m i kazandı m ! Yine kendine küfrede ede yukarı doğru tınııan ıyordu. A i rden arkasından birilerinin geldiğini hissett i . Ağaçlardan birinin ark a s ın a saklandı, bıçağını çıkardı-bu anda Peleng tıknefes patikada görün­ dü, omzunda da bomba atar. Drakon durakladı. - Eey, sen nereye? Peleng: -Seni yalnız bırakab ilir miyim?! B M P ' y i bomb;ı ile de\ ir43

Tonkçı"nın odı.

83


mek çok zordur. Bunu görüyor musun?-diye omzundaki bomba ata­ n

gösterdi. -Bunu nereden aldın? -Almadım, ormanda buldum. Bizimkiler kaçarken atmış. Ya-

zık ki, bir tek bombası var. -Seni vurmamdan korkmuyor musun? -Hayır. -Niçin? -Elin varmaz da ondan! -Peki, hadi gidiyoruz. Bunu sonra hallederiz. Savaş çok zor geçiyordu. Komutan sık sık Vurgun Vurmuş Gençlere haber yolluyordu: -Gayretinize kurban olayım! Sıkı durun! Ardımızda olanlar analarımız ve bacılarımızdır yiğitlerim. Zavallı insanın gayret denen şeyi ne yapabi lird i ! Gayretin gücü makineli tüfeğin, otomatik silahın kurşunları karşısında aciz­ di. Gayret her şeyi yapıyor olsa bile B MP ' n in gücüne erişemiyor­ du. Gayretin gücü, ancak göğsünü kurşunların, mermilerin karşısın­ da hedef yapmaya, bu toprak uğrunda can vermeye yetebiliyordu ve vermekten de kimse çekinmiyordu. Gayret artık göğsünü düşmanın kurşunlarına hedef yapmıştı. Genelde filmlerde "Umaaa" diyerek Alman makineli tüfekle­ rinin karşısında siperlerden fırlayıp çıkmak mümkündü, ancak bu Film'de "uma" diyerek Ermenilerin makineli tüfeklerinin karşısına fırlayıp çıkmak imkansızdı. Çünkü o fi lmlerde rej i sörler "uma" di­ yenlerin tarafındaydı, bu Film'de ise makineli tüfek kullananların. Tepeye yaklaşmak imkansızdı. Kafasını kaldıran kurşunu yiyip gi­ diyordu. BMP de kendi görevini yapıyor, aniden ortaya çıkıyor ve yardıma gelen vasıtalardan birini vurarak tekrar yerine dönüp sakla­ nıyordu. Vurulan vasıtayı gören diğer araçlar da korkup üzümlükten dışarıya çıkamıyordu. Milis güçlerinin getirdiği bomba atar da işe yaramıyordu, sonra onu kullananlar da tecrübesizdi. Komutan: -Peleng ' i sesleyi n ! O bomba atan bil iyor. Ancak Peleng'i bulamadılar. -Komutan, Peleng yok. -Nasıl yani yok ! ? -Yok işte. Kaçmış olabilir m i ? -Aptal aptal konuşmayın. -Vallahi yok. Ya kaçmış veya vurulmuş. 84


Komutan kurşun yemiş gibi sarsıldı. Savaşta en korkunç şey biri nin firar etmesiydi. Hatta bir tek askerin bile savaşı bırakıp kaç­ mas ı bir süıil neferin ölümünden de kötü etki yapıyordu. Aslında

bütün çarpışmalarda kahramanlar ancak yüzde yirmi kadar olurdu,

zaten onlar da savaşın kazanılmasında yeterli oluyordu. Yüzde kırk ise o yüzde yirmiye bakarak savaşıyor, geride kalan yüzde kırklık

bölüm ise özveriyle çarpışan yüzde altmışlık bölüme bakıp gayrete geliyor ve çarpışıyordu. Yalnız bir tek asker firar etti mi bütün dü­ zen bozuluyordu. Şimdi Peleng bırakıp kaçmışsa düzen sarsılabi l i r­ di. Bu sebeple Komutan: -Peki, öyle yapın ki, çocuklar bilmesin. Komutan yine telsizi aldı: -Katır! Katır! Duyuyor musun? Telsizden tankçı Vanya 'nın sesi geldi: -Dinliyorum Komutan! Dinliyorum � -Vanya, telef oluyoruz! -Dinliyorum, Komutan, bekle! Çocuklan telef ettirme! Ulaştım! Komutan bilgi istedi. -Ölenler de var, yaralananlar da. -Yaralı lan ortadan çıkarabilir misi niz? Sağlıkçı nerede? -Bakülülerden birisi doktormuş, sağlıkçı olarak çal ışıyor. Ancak çocuklardan birinin durumu çok ağırdır. -Yaralıları benim arabamla şehre yollayın. ***

BMP'ni n saklandığı yere yüz-yüz e l l i adım kala durdular. bu­ rada ormanlık alan b itmekteydi, yaklaşmak çok zordu. B M P " dekiler her şeyden çok emindi, yerlerini de iyi seçmişlerd i . Birisi tampo­ nun üzerine oturmuş sigara içiyordu. B M P ' nin üzerinde haç işareti de yoktu. Bu zırhlı vasıtaların tümü Hankendi ' ndeki 366. Mekani­ ze Rus Alay ı 'nın idi. Ermenilere veriyorlardı . Herhangi bir yoklama olduğunda da topluyorlardı Alay ' ın bahçesine. -Buyurun vasıtaları­ mızın tamamı buradadır. -diyorlardı. Drakon: -Dört beş tane böyle B M P'miz olursa Askeran ' ı44 çoktan yer­ le bir etmiştik. Peleng: -Şerbak, bir tanesini iki yüz elli bine satı yor, gidip alsalar ya. 44

Hocalı bölgesinde, Gargıır ınnağı s.ohilindc şehir. 1 8. Yüzyı lda K�1raha� Hanı rcnahalı ifan. h.l.i-k.ı

bir bilgiye göre de Mchrnli Han ' m yaptırdığı Askl·r.ın ka lcs ın in adıııJ;m alınmı�ur E:-:kı- Ar.u1 :-lVknnın birleşmesinden oluşmuşıur. Amn. Azerbaycan TUrkçcsindc ya1.1. O\'a ;mlamındadır

'""'

Kt'ır-.-\r.ı� lh.·lmk­

ri B.rasındcı kalan yazıya dn Amn dcnilmcktı..-dir. Aran d:ı "Arran·· Türk dc\'lı..· ımın adından g"·lm"·kıı:du

85


-Bize bin manatı bile esirgemeyenler iki yüz elli bin manaıa BMP mi alacak?! Hadi, işine bak. Vurabilecek misin? -Anasını da ağlatacağım. Peleng bir ağacın arkasına geçip yerleşti. Mesafeyi iyice ölçüp biçti, hata yapmamalıydı. Bomba atan okşayarak öptü. Hep böyk yapar ve savaşa girdiğinde silahını sevgi li gibi okşayıp öperdi. Bir seferinde BMP'yi vurduktan sonra sevinçten bomba atan öpmüştü . Dudakları ve bumu öyle yanmıştı ki, ağzı bumu sarılı şe ­ kilde bir hayli dolaşmak mecburiyetinde kalmıştı. Şimdi onun bomba atan öptüğünü gören Drakon şakayla: -Heey, o kız değil, demirdir. Dikkat et sonra birden öpmeye kalkışırsın! O zaman sana yeni ağız ve burun almalıyız. Gereken anı beklemeğe başladı . Sadece bir atımlık mermisi vardı ve her şey bu memıiye bağlı idi. Biricik mermisiyle bu hedeti on ik iden vuracak bir atış gerekiyordu . . . Drakon, Peleng' in heyecan landığını hissett i : -Toparla kendini ! Şunu unutma, vuramasan seni gerçekten ö l ­ düreceğim. Acele etme. İlk değil ki? Ben biraz yukarıya ç ıkıyorum. şu taşı görüyor musun, onuıı arkasına. Benim işaretimi bekle. Yine diyorum, korkuya kapılma. Vuramasan ben halledeceğim, endişe­ lenme. Bomba atabileceğim menziline kadar beni koru ki, koşab ilc­ yim, tamam mı? Peleng kafası ile "tamam" i şareti yaptı. Drakon otların çalıların içiyle gösterdiği kayaya doğru sürüıı­ meğe başladı. Drakon ' un kayaya ulaşana kadar geçen beş dakikalık zaman Peleng'e bir saat kadar uzun geldi. Drakon yerine vardı ve tüfeği­ ni yere bıraktı, sonra çantasından iki bomba alarak kemerine taktı. Mesafeyi göz kararıyla ölçtü, bombayı fırlatmak için otuz kırk adını kadar koşmak gerekiyordu. Her anı bir yıl kadar sürecek büyük bir mesafeydi . Bu otuz kırk adımda vurulmamalıydı. Kendini toparla­ yıp gücünü topladı. kendine tamamen emin olduktan sonra Peleng'e işaret ett i . BMP'yi gözüne kestirse d e Peleng' i soğuk terler basmıştı. Elin­ dekine pek güvenmiyordu. Tek atımlık bomba atarlar pek güven vemıi­ yordu, defalarca onları zor durumda bırakmıştı. Elinin arkası ile alnın­ daki terleri sildi, parmağını tetiğe yerleştirdi ve BMP'yi nişan aldı, ama tetiği çekmedi. Buna hazır olmadığını hissetti. Yine yüzünün gözünün terini sildi, yine parmağını tetiğe yerleştirdi, derinden bir nefes aldı ve sonra bütün nefesini bırakıp bir an donup kaldı ve . . . 86


. . . BMP'yi ateş bürüdü. B M P 'nin vurulduğunu gören Komutan sevinçle haykırd ı : -Drakon B M P ' y i vurdu! Drakon geri geri sürünmeğe başladı. Peleng ise ağaca yasla­ nıp gözünün yaşını sil iyordu. Sürüne sürüne gelip Peleng ' e dört be� adım kalasıya kadar ulaşan Drakon baş parmağını kaldırıp: -Yiğit adamsın ! -dedi. Bu anda yanan BMP' nin arkasından el inde karabina tüfeği olan bir Ermeni ç ıkarak Drakon ' un sırtını nişan aldı. Her şey bir anda-Ermeni ' nin yanan BMP' nin arkasından çıkması da, Drakon'u nişan alması da, Peleng'in haykırması da ve kendini ışığa doğru sıç­ rayan yılan gibi Drakon ' a saplanmak için uçan kurşuna doğru ken­ dini atması da, kurşunu yemiş Peleng' in Drakon · un üzerine düşme­ si de, bir anda . . . milyarlarca yıllık dünya tarihinin yalnızca bir anın­ da, bir göz kırpımında . . . -oldu. Drakon kurşun sesini duyup geri döndüğünde Emıcni i k i n­ ci mermiyi de hazneye yerleştiriyordu, fırsat bulamadı. Drakon silahını çevirip bir şarjörü onun üzerine boşa lttı. Alelacele Peleng ' i ormanın derinliklerine doğru sürüklemeğc başladı. Peleng hırıltılı bir sesle: -Şerefsiz beni vurdu mu? -Korkma, korkma önemli deği l . BMP'nin vurulması Ermenileri şaşkına çevimıişt i . B i rkaç ta­ nesi koşarak yanan BMP'nin yanına gelmiş, aval aval etraflarına ba­ kınıyor, ancak ateşin hangi taraftan açıldığını kestiremiyorlard ı . Or­ manı ateşe ıunnaya başladılar, ancak Drakon onlara karş ı l ık vemıe­ di, Peleng' i biraz daha derinlere doğru sürükled i . Ermeniler bir i k i şarjör boşalttıktan sonra karşılık gelmediği­ ni görüp durdular ve ormana girmeğe cesaret edemeyip önceki s i ­ perlerine döndüler. Drakon, Ermenilerin onun peşiee gelmediğine emin o lduktan sonra durdu. Peleng yine inledi : -Şerefsiz beni vurdu mu? -Sana endişelenme dedim! Önemli bir şeyin yok! Peleng ' i soydu. Kurşun sağ göğsünden g i nııişt i . Yarayı bağlamak için menninin birinin k u rşu nu n u çıkard ı . b:.ı­ ruttan yaranın üzerine azıcık döktü

ve

yakt ı . Peleng sümkürdü. son­

ra vücudu ti tredi titredi ve sakinleşti. Kendisi de üzer i n i ç ıkard ı . !! 7


gömleğini yaranın üzerine basıp kemeri ile sıkı sıkıya bağladı ve onu omzuna aldı. Biraz gittikten sonra yoruldu, azıcık nefeslenmek için yere bıraktı. Peleng zayıf bir sesle yine sordu: -De ki, kardeşimin mezarına yemin olsun önemli deği l ! ? -Kardeşimin mezarına yemin olsun önemli değil-dedi Drakon. sonra bir sigara yakıp Peleng'in dudakları arasına yerleştirdi. Peleng sigaranın bal gibi gelen acı dumanını ciğerlerine zor­ la çekti. Bu acı duman, duyduğu bütün acıların üzerine sanki sünger çekti, bir nefes daha aldı. Yara ne kadar sıkı sıkıya sarılsa da kan dunnuyordu, bekle­ nemezdi, gücünü toplayıp tekrar onu sırtına aldı, ancak Peleng yal­ vardı: -Kurbanın olayım bırak yere, göğsüm deliniyor, bırak, bırak yere. İ ndirip yavaşça yere uzattı ve başını dizinin üzerine aldı. -Ö lmeme engel ol kardeş, bırakma öleyim. Ö lmek istemiyorum. Drakon kahır fırtınasında boğulur gibi oldu, yutkunarak içinden haykırarak çıkmak isteyen hıçkırığı güçlükle önledi: -Kardeşimin mezarına yemin olsun önemli değil dedim sana. Ya, ben seni hiç bu kadar korkak bir halde gönnemiştim. -Ö lümden korkmuyorum be! -Peki o zaman neden böyle aptal aptal laflar ediyorsun? -Anamın yüreği dayanamayacak. -Yahu aptal aptal konuşma. B iraz da tahammül et ki, seni doktora ulaştırabileyim. Drakon onu yeniden omzuna almak istedi, ancak Peleng yine bırakmadı. -Dokunma! Kurbanın olayım dokunma ! Galiba ölüyorum, bı­ rak da rahat can vereyim. Eziyet etme! Drakon: -Korkma, ölmene müsaade etmem. Seni Azrail'e vennem . ­ dedi sorıra onu sakinleştinnek için şakaya getinnek istedi;- İ nşallah seni kendim öldüreceğim. Hem de biliyor musun nerede? -Bulvarda mı? -Hayır, Şuşa'da, Cıdır Düzü 'nde45• -Şuşa'da ölseydim, "of' bile demezdim. -B iraz sustu, yeniden kendini toparlayarak konuşmaya başladı;-Acaba çocuklar kontrol noktasını geri alabildiler mi? 45

Cıdır Düzü. Şuşa vilayetinde bir zamanlar at yarışlarının yapıldığı. ancak sonralar

mesire yerine çevrilen düzlük.

88


-Hı, aldılar. Bizimkilerin tüfeklerinin sesini duymuyor musun? -Drakon ! -Canım! -Seni kardeşinin mezarı üstüne yemin veriyorum, doğru söyle beni vuracak mıydın? Kahırdan boğulan Drakon, yarasının üzerinden öptü: -Seni vurmaya elim varır mı?! Kendimi vururdum ama seni vuramazdım ! -Ben de ! Peleng'in vücudu soğuktan yaprak gibi titrese de dudakları ateş gibiydi. Alevlenmiş dudaklarını diliyle ıslatmak istedi, ancak dili de kor gibiydi: -Su istiyorum. Yakınlarda bir pınar vardı. Şehirde sıcaktan bunaldıkları za­ man peynir ekmek, kavun karpuz götürüp buraya pınarın başına ko­ şuyorlardı. Kavun karpuzu, votkaları pınarın buz gibi suyuna yatırı­ yor sonra da keyif çatıyorlardı. Biraz çakırkey if olduktan sonra pı­ narın gözesinden beş tane taş çıkarmak için bahse tutuşurlardı. Şim­ diye kadar kimse gözeden beş tane taş çıkaramamıştı, çünkü su elle­ rini bir anda buza çeviriyordu . . . B i rilerinin arabası su kaynattığında şakayla ona: -Kardeş, Gülablı'ya doğru git, Soğukbulak ' ın suyundan devri­ daime koy ki, yakanı bu azaptan kurtarabilesin. Bak biz yıllar önce doldurduk arabamız halii su kaynatmak nedir bilmiyor. -Şimdi getiririm.-diyerek Drakon pınara doğru koştu. Ağzını pınarın suyuna dayayıp doyana kadar içti, başındaki saçları da, ayak parmakları da suyu hissett i . Sonra kalpağını suyla doldurup döndü. Peleng 'in yüzünde kan namına bir şey kalmamış­ tı. Getirdiği suyu onun yüzüne, göğsüne serpti ve dudaklarını ıslatt ı . ancak içmesine izin vermedi . Peleng yalvard ı : -Ver içeyim, zaten ölüyorum. Drakon artık onun yüzüne konmuş ölüm perdesini görüyordu. Peleng'i ölümün pençesinden kurtaramayacağını anlayıp başını bi­ raz kaldırdı ve suyu ona yavaş yavaş içinneye başladı: -iç! Peleng suyu yudum yudum içti, sonra git gide sönmeye başla­ yan bir sesle: -Gerisini kafama dök. Drakon kalan suyu kafasına döktü, a"lında o kadar da su kalınaını�ıı . 89


-H111. Beni atfet Drakon sana el kaldırdım. Drakon, anama der­ sin Reşid Behbudov'un kalpağını da, hançerini de sana versin. Sen de onu benim adıma oğluna hediye et. -İnşallah kendin hediye edersin. -Drakon,- yutkundu, sanki küçük d i line yapışıp kalmış son sözlerini söyledi;-Yazık . . . Drakon . . . -Can Drakon! -Ben gerdek görmedim, kız yüzü görmedim be . . . Drakon onun başını göğsüne basıp sıkı sıkıya sarıldı, ancak bu defa tahammül edemedi ve demin gırtlağından geri çevirdiği haykı­ rışa engel olmaya gücü yetmedi, hıçkırdı . . . Ve öyle hıçkırdı ki, gözyaşlarına duyduğu bütün hıncını aldı. Ancak Peleng ne bu hıçkırıkları duydu, ne de Drakon 'un göz­ yaşlarını gördü . . . . . . Peleng Şuşa'da idi . . . Drakon, Peleng ' i otların üzerine uzattı. Gözleri açık kalmış­ tı, ağaçların üzerinden görünen küçücük bir delikten aydınlık gök­ yüzüne bakıyordu-Drakon ' un eli O'nun gözlerini kapamaya var­ madı, başını bağrına basıp saçlarından öpmeğe başladı. B i r hayli böyle oturdu. Peleng'in biraz önce bir damla bile kan kalmayan

ve

Drakon 'un dün yumruklarını arka arkaya indirdiği yüzü nura boyan­ mış, ışık saçıyordu-bu dakika Dünyanın En Güzel Ölüsü onun kuca­ ğındaydı. O da Dünyanın bu En Güzel Ölüsü'nü bağrına basıp ağ­ lıyordu, ancak gözlerinden yaş değil kan akıyordu, kıpkırmızı kan. Peleng ne onun hıçkırıklarını duyuyor, ne de yanaklarından akan kıpkırmızı kanı görüyordu-bakışları ağaçların arasından gö­ rünen bir parçacık gökyüzüne takılmıştı ve o kadarcık gökyüzün­ de Tanrı ' yı arıyordu . . . Kirpiklerinde de iki damla kurumuş gözya­ şı vardı . . . N i hayet Drakon, Peleng ' i kucağından yere uzattı, sonra ceke­ tini büküp başının altına koydu. Eğilip son defa yarasından öptü, tü­ feği bir kenara fı rlattı. Bombaları yeniden kemerine takıp yukarı tır­ manmaya başladı. B M P ' den hala duman çıkıyordu. Sürüne sürüne gelip ona ulaş­ tı, biraz durup dinlendi. Buradan sipere bomba atamazdı, hem mesa­ fe uzaktı, hem de kollarında o kadar güç kalmamıştı, biraz yaklaş­ mak gerekti. Di kkatli bir şekilde sipere doğru sürünmeğe başlad ı . Ermeniler, yağmur g i b i yağan kurşunlardan kafa larını b i l e dışarıya çıkaramıyorlardı. Vanya 'nın tankı görevini iyi yapıyordu. Bütün gücünü topladı, ayağa kalktı ve . . . 90


-Alın, sizin bacınız ı . . . Var gücüyle bombayı sipere fırlattı ve ikinciyi <le öylesine bir süratle yolladı ki, iki bomba aynı anda patlamış gibi geldi. Ermeniler, art arda patlayan iki bombanın yaraıt ığı ürküntüden­ sipere top mermisi düştüğünü zannettil er-sağ kalan Ermen i ler ceset­ lerin havaya uçtuğu siperden çıkıp gerisin geriye kaçmaya başladı­ lar. Ve karşılarında gözlerinden kıpkırmızı kan akan Drakon'u gör­

düler. Otomatik tüfekler tamaka ile haykırd ı . Drakon ise ya lnızca elleriyle kana boyanmış yüzünü kurşunlardan korumaya çalışlı. ve: -Ah . . . Drakon 'un omzundaki melekler baktılar ki, kurşunlar son anda anasını seslemeğe izin vermeyecek, kendilerini kurşunlara siper et­ ti ler. Kurşunlar melekleri delik deşik ett i , ancak bu bir anlık zaman. Drakon'un anasını seslemesine yetti de arttı bile . . . . . . Anaaa . . . Yarattığı dünyayı O ' nun iradesi dışında yörüngesinden ç ı ka­ ran, insanlara hiddetlenen Tanrı ' nın tahammülü artık kalmamışt ı . Savaşta helak olan b u zavallı gençler gibi o d a vaktinden önce yaş­ lanmıştı sank i . Kıblesini şaşırmış insanların yüzünü yeniden kıble­ ye döndürmek için bir yol göstericiğe iht iyaç olduğunu gönnüştü. Ve bu yalvacı bulmak ümidiyle yeryüzüne yolladığı melekler dün­ yanın altını üstüne getirseler de Tanrı 'nın isted iğini bulamamışlar­ dı. Tanrı'nın yanına eli boş şekilde dönmeye de çekiniyorlard ı . Bir­ den gökyüzü gibi temiz, Zemzem suyu gibi saf. gözyaşı gibi dupdu­ ru

bir ses duymuşlardı. B u sesi sahibinin kanından. ruhundan soyun­

durarak Tann 'ya hediye getinnişlerd i . Ve kendi yaratt ıklarının böy­ lesine azgınlaştığını, yola gelmediğini gören Tanrı h iddetini biraz olsun yatıştırmak, biraz nefeslenmek için Kadir RüslemO\· ·un güzel sesini dinliyordu. Yarattığı bu sesin güzel liği O ' nu mahşeri. k ı ya­ met gününü koparınaya, Şeytanı bayram etıneğe b ı rakmıyordu. Ka­ dir Rüstemov ' un sesi O ' na öylesine etki etmişti ki. Sahipsiz De\·le­ tin, Sahipsiz Evliitları 'nın yakarışlarını duymuyordu. Şimdi de duy­ mayacaktı . . . Kadir Rüstemov ' un sesi "Ah ana" feryadını duyup ürperdi \ e sustu. Ve Tanrı bu an Drakon ' un feryad ını duydu. Yaratı ığı bu şahe­ serin son arzusunu içinde boğmad ı . . . . . . "Ah ana" sedası bir anda cenneti ti tretti . . . Drakon'un anası bu sesi duyup irki ldi: -Can yavrum, anan sana kurban! . . . B u anda Peleng ' i n bir parçac ı k gökyüzünde Tanrı ' y ı arayan 91


gözleri güçlü bir ışık, bir nur gördü-Tanrı, Dünyanın bu En Gü zel Ô lüsü 'ne bir nur gibi, bir ışık gibi göründü-ve Peleng, rahatlamış b i r şekilde gözlerini kapad ı . . . . . . Drakon ise anasının kucağına sığındı: -Müthiş yorulmuşum ana. Bırak da biraz uyuyayım. -Uyu, yavrum, uyu! "Laylay balam, a taytay. Laylay dedim yatasan, Gızılgüle batasan, Gızılgülün içinde şirin yuhu tapasan. Laylay balam, a laylay . . . "46 . . . Drakon, kızıl kanlara boyanarak tatlı bir uyku bulmuştu . . . . . . Tabur zirveyi ele geçirmiş, bayrağı da tepeye dikmişti. Komutan Drakon ' u bağrına basmıştı. Yavrusu vurulmuş bir kaplan gibi göğsünden hala kan akmakta olan yaraları yalıyordu. Galibiyet sevincini bir anda yitiren Vurgun Vurmuş Gençler başlarını aşağı indirmiş sessiz bir şeklide bekliyorlardı. Son yıllar­ da ilk defa gözyaşı döken Komutan'ın ağlayıp iyice içini boşaltma­ sını bekliyorlardı. Sonunda Komutan ' ı Drakon 'un üzerinden çekip kopardılar ve . . . . . . Alkanlar içinde tatlı bir uykuya dalmış Drakon ' u omuzları­ na aldılar . . . Komutan ise bin yılın yorgunu gibi peşlerine takılmıştı. Ormana girdiler. Çığırla azıcık gitmişlerdi birden durdular. Komutan seslendi: -Ne oldu? Niçin durdunuz? -Komutan, bir oraya baksana!-diyc Vurgun Vurmuş Gençler ağaçların birinin altında uzanmış Peleng' i gösterdiler ve Drakon' u yere bırakıp ona doğru koştular. Dünyanın En Güzel Ô lüsü'nün göğsünde sanki gelincikler açmıştı-ağrıdan sızıdan uzak, yüzünde Tanrı 'nın nuru, mutlu bir şe­ kilde uyumuştu, Drakon 'un da ceketi başını altında. Komutan hiçbir şey diyemedi, yalnızca üç dört saat önce korkup firar ettiğini zannederek kötü sözler sarf ettiği Peleng ' in­ Dünyanın bu En Güzel Ô lüsü'nün ayaklarının ucunda dizleri üze­ rine çöktü . . .

•••

. . . Yas çadırını taburun bahçesinde kurmuşlardı. Baş tarafa as­ tıkları kebenin üzerinde biraz önce toprağa emanet ettikleri yiğitle46

Azerbaycan'da annelerin yavnılannı yatırmak için SOylcdikleri bir ninni.

92


ıin kırmızı kurdeleli fotoğrafları il iştiri lmişti-ortada da Drakon ile Peleng ' in. Bütün şehir akıp buraya gelmişti. Beyaz Saray ' ın saygın ko­ nukları ( ! ) da teşrif etmişti. Vurgun Vurmuş Gençler önce onları yas meclisine almak istemese de, Komutan onlara engel olmuştu: -Dokunmayın! Zavallılardır! Yastan düşmanı bile kovmazlar. Komutan yas sahibi gibi oturmuştu çadırın kapısında, Reis de yanında. Meclistekiler son derece sessiz ve fısı ltıyla konuşuyorlardı, dı­ şarıdan bakan, bu büyüklükteki yas mec lisinin boş olduğunu zan­ nederdi. Arada bir, sigara yakılan çakmakların ve bir de Molla ' n ı n "Faatiha" diye yüksekten söylediği ses duyuluyordu. Molla ' dan başka kimse sofraya dizilmiş çaya elini bile sünnüyordu. Çaylar bu­ harlana buharlana soğuyup gidiyordu. Çaycı, soğumuş çayları taze­ lese de onlar yine buharlana buharlana soğuyordu. Sessizliği Komutan ' ın ani hıçkırıkları bozdu: -Rei s ! Belim kırıldı, Reis! Bu niçin başımıza geldi ey Tanrı m ! Neden böyle takdir buyurdun ! ? Reis O ' n u sakinleştirmeğe çalıştı : -Heey, tamam, tama m ! Kendine hakim ol, koca adams ı n ! Dost var, düşman var! -Reis, ne dosttan, ne düşmandan bahsediyorsun ! Yaa. beni bı­ rak, b u şehrin beli kırı ldı.

Bu anda çadıra siyah başörtülü bir kadın girdi. erkeklerin mec­ lisine asla kadın girmediğinden dolayı herkes şaşırıp kaldı-Peleng ' i n anası idi, elinde d e b i r çanta. Gelip Komutan ·ın karşısında durdu. Komutan ağlamasını kesip ani olarak ayağa kalkt ı. çadırdaki herkes de ona uydu. Kadın Komutan ' ın kanlanmış gözlerine bakıp doluktu, kara yazmasının ucuyla yaşarmış gözlerini sildi. sonra elin­ deki çantayı masanın üzerine bıraktı. -Komutan, Çocuk bunu dün gece getirmişti. Diyordu ki. Türkler yollamış. Komutan afalladı : -Kimler yollamış? -Türkler. Tabura yollamışlar dedi. Dedi ki. yarın götürüp vereceğim Komutan 'a. Sonuç böyle oldu! Alın. Komutan çantanın ağzını açtı, hayretle bir çantadaki paralara. bir Peleng ' i n anasına, bir de çadırdakilere baktı-omuzlarını s ilkti . Peleng'in anası daha sonra e l in i koynuna sokup. bir şeylere büktüğü demetleri de çıkardı, onu da masanın üzerine koydu: 93


-Bunu da, başıma bir şey gelir veya ölürsem sana gerekebilir diye, bana vermişti. Neyime gerek? Alın bunu da! Şehit olmuş bu çocukların analarına yolla. -Sonra çadırdakilere döndil: -Hepinize kurban olay ı m ! Yeter ki, sizler sağ salim yaşayın! Ye çadırdan çıktı. Çadıra yine bir mezarlık sükutu çöktü, kimse bu silkCıtu boz­ maya cesaret edemiyordu. Çaylar yine soğumuştu ve çaycının soğu­ muş çayları da tazelemeye cesareti yetmiyordu, omzunda mendil, boynunu büküp çadınn ağzında durmuştu. Haber bir anda şehre yayıldı: -Türkler çocuklara para yollamışlar . . . -Diyorlar ki, kendileri de geliyor. . . -Hadi bakalım, it oğlu itin Ermenileri ! Kardeşlerimizin bizi yalnız bırakacağını m ı zannediyordunuz . . . Ve İkinc i ' ye haber verdiler . . . . . . Taburun bahçesine Türk bayrağı asmışlar! . . . Taburun bahçesine asılan ise Türkiye 'nin bayrağı değil, Drakon'un gömleği idi, Peleng ' i n kanlı gömleği idi . . .

94


il. BÖLÜM •••

Başını kaldıranın kafası kopuyordu, çapraz ateşte telef oluyor­ lardı. Topun tüfeğin sesi, ölen ve yaralananların haykırışlarına ka­ rışarak insanın tüylerini ürpertiyordu. Azra i l , yukarıda durmuş bu manzarayı dehşetle seyrediyordu, elindeki elma da çürümüştü. İ n­ sanların onu da kurşunlarla delik deşik edec e ğ i nde n çeki nerek aş ağı inmeğe korkuyordu, bir de ona ihtiyaç da y ok tu insanlar birb i ri n i n ,

Azrail ' i olmuştu. Hatta Azrail o kadar bıkıp usanmıştı k i . Tanrıya. görevinden istifasını kabul etmesi için yalvarıyordu. Çok ağır çar­ pışmalar görmüştü, ama bu hiçbirine b enze m i yord u . Bunu yalnız­ ca Komutan değil, Vurgun Vurmuş Gençler de h i ssediyordu. B u on­ ların son savaşı olduğunu da içlerinde du yuy orl a rdı . Ve bu son çar­ pışmada herkes kendi ölüsünü düşmana çok pahal ıya ödetmeye ça­ lışıyordu. Ş imdilik Gargar ırmağı onların kurtarıc ı s ı olmuştu.

Düş­

man mayınlardan korkarak zırhlıları ı mıağ a sokmaya cesaret ede­ miyordu, aslında ırmakta mayın falan da yoktu. Gargar · ı n üzerin­ deki tek köprüde düşmanın iki tankı alev alev yanı yordu-biri s i n i Komutan ' ın kendisi vurmuştu ve yolu kesmişti. B i rkaç dı:fa tank­ ları yoldan uzaklaştırmak için çaba gösterseler de Vurgun Vumıuş Gençler fırsat vemıemişti. Düşman bütün gücünü ortaya sümüiştü. Komutan baktı k i . karşılarındaki güç şimdiye kadar ça rp ı ş t ı kları Emıeni taburları de­ ğil, yıllarca tal i m yapmış düzenli ordudur. Komutan da nesi \·ar nesi yok ortaya döküyordu; ancak damarlarında kan yerine h i ddet \·c k ı z­ gınlık akan bu Vurgun Vumıuş G ençl er i n Azra i l olsalar bile bu or95


dunun karşısında tutunamayacağ ını da anlamıştı. Komutan kaç sefer diğer taburlarla irtibat kurmak istese de mümkün olmamıştı, telsizler çalışmıyordu. Şehre habere giden ço­ cuklar da ferahlatıcı bir haber getiremiyorlardı. Karağacı ' ya haber vermek için yolladığı Gayret Dağarcığı da geri dönmemişti. Gelen haberlerden düşmanın üç koldan hücuma geçtiği anlaşılıyordu. Sa­ vaş başlayalı beri düşman ilk defadır, bütün cephe boyunca atağa geçiyordu. Niyetleri açıkça belli oluyordu artık-şehri almak istiyor­ lardı. Aslında Ermeniler bu niyetlerini çoktan beridir belli etmişler­ di. Ve Dünyanın En Zengin Şehri , ne zamandan beri okyanusta ya­ payalnız ve batmakta olup "SOS" sinyali veren gemi idi. Komutan da şehri gibi yapayalnız kalmıştı: Eldar Bağırov'u47 gündüz gözü

BakU' de

sokak ortasında kurşunlamışlar,

Katır

Memmed' i hapishanede öldürmüşler, Allahverdi Bağırov'u48 bom­ ba atar ile vurmuşlar. Şirin Mirzayev'i49 mayına düşürmüşler, Gene­ ral Deli Erşad ' ı 50 "roket"le parçalamışlardı, sağ ve sol kolları olan Drakon'la Peleng de artık yoktu. Ve şimdi batmakta olan bu gemiyi tek başına kurtarmaya onun gücü yeterli değildi. Ne zamandır halkın moralini bozmak için halkın arasında şayia yayarak diyorlardı : -Şehri vermişler! Komutan da, Vurgun Vurmuş Gençler de: -Bu tür şayialara inanmayın. Biz daha ölmedik! Sağ olduğu­ muz müddette Ermeni bu şehre adım atamaz. Şimdi galiba artık "sağ olma" noktasının sonuna ulaşılmıştı. Komutan da bunu hissediyordu. Çarpışmaya başlamadan her zaman söylediklerini tekrarlamıştı: -Bakın, şunu diyorum, her kim korkuyorsa çarpışmaya girme­ sin. ancak savaş anında dönüp kaçarsa kendim vururum. Şimdi gi­ deni suçlamayacağım. Zaten çoktan beridir fazladan yaşayan Vurgun Vurmuş Genç­ ler birbirinin yüzüne bakmış ve hiç kimse bir tatlı canı için,-o tatlı canın da artık tatlılığı kalmamıştı-bin yıl sürecek bir suçlamanın al­ tına girememişti. 47

Milletvekili idi. A7.crbaycan'da oynanan oyunlan meclisle dile gctinnck istiyordu, ancak gece

48

Ağdam"daki Aı.crbaycan milisleri komuıanı. Ağdam'a gittiğimde kendisiyle ayak Usıu olsa da gö­

Muıtalibov"un adamları ıararından öldUrilldU.

�mUşıom. çok cesur bir Türk oğluydu. Kanıbağ savaşlarında şehiı oldu. 49

A7.crbaycan"da kunılan ilk milli orduda albay nııtı..-sinde bir komuınn.

50

Aslında ruıbolcu olun. ancak Korabağ savaşlarında bir milis ıabunı oluşıurarok Ermeni ve Rus

gOçlerine karşı çarpışan. halk ıararından da "General"" diye seslenen bir kahramon. KarabaA sovoşla­ nnda şehit oldu.

96


Komutan: -Kardeşler! Burası bizim Çanakkale' mizdir! Artık geri dönüş yolumuz kalmamıştır! Arkamızda el leri duada bekleşenler anaları­ mız ve bacılarımızdır! Ve Vurgun Vurmuş Gençler, arkalarında endişeyle bekleşen anaların ve bacılarının Tanrı 'nın duymadığı veya duymak istemedi­ ği dualarına sarılarak sonuncu çarpışmaya girmişlerdi. Geriden yar­ dım gelmeyeceği gün gibi aşikardı. Komutan son ümidini uçakla­ ra bağlamıştı, onlar da gelmek bilmiyordu, yalnızca gelecekler diye haberleri ulaşıyordu: -Mingeçevir'den51 havalanm ışlar. Şimdi Ermenileri paçavra­ ya çevirecekler. Bu haberlerin ulaşmasının üzerinden tam iki saat geçmişti, ama bir buçuk saatlik karayolu olan mesafeyi uçaklar iki saate kat edememişti. Artık bütün ümitleri kaybolan, hatta Tanrı ' dan da ümidini ke­ sen Komutan sık sık haykırıyordu: -Kardeşler, arkamızda bekleşenler anaları mız, bacılarımızdır1 Vurgun Vurmuş Gençler bu sözleri bütün siper boyunca birbirlerine ulaştırıyordu: -Arkamızdakiler analarımız ve bacılarımızdır! -Analarımız, bacılarımız .. ! Artık onlara ana ve bacılarının Tanrı 'ya ulaşmayan duaları da yardım edemiyordu-düşmanın sıktığı kurşunlar bu duaları da dua sahipleri gibi alkanlara boyamıştı. Toprak kendi oğu l larının kanıyla gelincik bahçesine dönüp lalezar olmuş, toprakta kan çiçekleri :ıç­ mıştı. Havada güllerin, çiçeklerin, bu yeşil alanların, bu toprağın ko­ kusu değil, kan kokusu duyuluyordu. Şehirden haber geldi: -Ermeniler Karağac ı ' y ı ele geçird i . Ahmetavar'' yanı yor. -Yedi yüz dokuz53 topunu tüfeğini almış kaçıyor. Komutan deliye döndü: -Nasıl yani kaçıyor?! -Kaçıyor işte! Kaçıyor! Komutan: -Yerinizde sıkı durun, ben hemen döneceğim. 5 1 Azcrboycnn'm K ü r ırmağı sahılındc kurulmuş ıarihi ��·lındır. .-\ lhanlarla ılı;ılı ı l k J.. ı ıalxkr hur.ıda bulunmuş ve Evliya Çclchi'nin scya.lrnln3mcsindt dl' adı :mılm;ıktallır 52

Ağdnm'dn köy.

53

Birliğin ndı.

97


Karağacı yoluna çıktığında dehşetle irkildi-ordu kaçıyordu, hem de yönü nereye düşerse oraya. Sokaklara dökülmüş halk kor­ ku iç inde savaşı bırakıp kaçan askerlere bakıyor, kimisi küfrediyor, kimisi beddua ediyor, kimisi ağlıyor, kimisi de çocuklarının el inden tutarak aşağı doğru koşturuyordu. Bazıları ise bağıra bağıra kaçan askerlerin önünü kesmeğe çalışıyordu: -Kurbanınız olayım, bu çoluk çocuğu bırakıp nereye kaçıyor­ sunuz?! Ancak ne ağlayana bakan vardı, ne de yalvarana. Yolun ke­ nannda birkaç tane vurulmuş zırhlı vardı. Tırtılı kırılmış bir tank da yolun kenarındaki eve girmişti, bahçeden feryatlar yükseliyordu. Arabasını önde gelen BTR'nin önünde durdurdu ve hemen arabadan ind i . BTR neredeyse arabasının üzerine çıkacaktı. Arka­ dan gelen zırhlı araçlar durdu. BTR'de olanlar indi ler: -Ne yapıyorsun be? -Elinin körü ne yapıyorum! Nereye tabanlan yağlıyorsunuz böyle?! -Görmüyor musun, yer gök darmadağın olmuş?! Gelenler Ermeni değil Rus ordusudur. -Çevirin BTR ' l eri ! Çevirin dedim! BTR'den inen bir subay üzerine yürüdü: -Çekil yoldan! Ölmek istiyorsan can senindir, cehennem de Tanrı 'nın. Askerler de subayın üzerine yürüdü. Bunu görünce biraz ce­ saretlenen halk da Komutan ' ı destekledi ve toplanıp yolu kestiler. Komutan önüne geleni tokatlayıp haykırıyordu: -Dönün geriye it oğlu itler! Dönün! Yoksa hepinizi kalbura çe­ viriri m ! Askerlerin başının üstünden bir şarjör menni boşalttı. Bu anda bir Niva marka cip gelip yanlarında durdu. Sarhoşluk­ tan sekiz çizen bir albay arabadan indi, gözleri baygın baygın süzü­ lerek iğrenç bir kibirle yukarıdan baka baka gelip Komutan 'ın önün­ de durdu: -Benim askerlerimi niçin dövüyorsun? -Nereye doğru kaçıyor bu köpek sürüsü? -Keyfi öyle istiyor! Canınız çıksın gidin şehrinizi kendiniz savunun ! Tepesi atmış Komutan ' ın tartışacak zamanı da, havsalası da kalmamıştı, albayın gırtlağından yapıştı: -Çevir askerlerini geri! 98


Albay, horoz sesi duymamış bir küfürle silahına yeltend i : -Çekil, ulan ! Artık Komutan ne yaptı kendi de bilemed i : -Senin . . . Tetiğr baslı, kurşunlar albayı çapul gibi büküp ya p ı ş t ı rd ı b i raz önce indiği Niva'ya. Albayın vurulduğunu gören askerler korkup gerisin geri kaçmaya başladı. Komutan atlayıp BTR ' in üzerine ç ı kt ı ve tüfeği sürücüsüne dayadı: -Dön geri, köpek! Komutan'ın gözünün önünde albayı nasıl delik d e ş i k elliği­ ni görüp ödü ağzına gelen sürücü yutkundu ve BTR ' i ge ri çevirdi. Komutan BTR'in üzerinde ellerini Karağae ı ' ya doğru sal laya·

rak haykırıyordu:

-Ardımca! Ardımca! Kardeşlerim! Ardımca! Bunu görüp maneviyatı yükselen d i ğer BTR ' l er de Komutan · ı n ardına düştüler. Halkın içinde eli silah tutanlar da ge r i dönen asker­ lere takı ldılar. Komutan, biraz önce küfrettiği sürücüye şimd i yalvarıyord u : -Sür gözünü sevdiğim, sür! Sür, sana kurban o l a y ı nı. s ü r ' -Komutan, vallahi bundan hızlı gitmiyor. -Sür, yavrum, süüür. . . O anda sanki Komutan ' ın arkasından ba ltanın arka tarafıyla vurdular, sesi de çıkmadı, yalnızca içini çeke bi l d i . . . ***

Küresel ısınma b u toplum için vaktinden y i mı i - y inııi b e ş y ı l önce gelmişti v e gökten tepelerine ateş yağıyordu. Ye başlarına ya­ ğan bu ateşin altında, kuynıkta beklemenin ne demek o l duğunu b i l ­ meyen insanların, bazen neredeyse saatlerce kuynıkta bekknıesi asıl cehennem azabıyd ı . Kendilerinin de bilmedikleri. belki d e hiç iş knıcd i k k ri \ ey a başkalarının işlediği suçun bunların bo y nu na yüklenmesi nden dola­ yı, Tanrı cehennemi onlara bu dünyada g ös t e riy o rd u . Katran kaza n ı ­ nı tersine çevirmiş v e onları d a b u k aza n ı n a h ın a topl amışt ı . Gökten yağan ateşten korunmak için b i r gö lge l i k b i l e yoktu. Bu ateş, çadırları öylesine ısıt ıyordu ki. azıcık d i n lenmek için içe­ r i gim1ek b i le mümkün değildi. Son zamanlarda b i r i k i tane artez­ yen kuyusu açılmıştı. Henüz ağaç d i km iş olsalar da onlar çok u fak­ tı. Azıcık parası olanlar az da olsa bu sı cak lı ktan konınmak için çiğ kerpiçten i lkel evler yaparak içine ginııişti. Böylesi barınaklar ya99


zın nispeten serin, kışın ise sıcak oluyordu. Önceleri yöneticiler bu binaların, kurulan çadır şehrinin görüntüsünü bozduğunu söyleseler de, sonra üzerine pek varmamışlardı. Yılanın çıyanın içinde gökten yağan ateşin yaktığı çadı­ rın altında zoraki yaşamaya alışabilseler de-eğer buna yaşamak denebiliyorsa-bu uzanan kuyruklara asla alışamıyorlardı. Kaçkınla­ rın mallarını yiyerek, besiye alınmış boğalara benzeyen memurlar, onları kuyruğa girmeye alıştırmak isteseler de faydası olmuyordu: -Eey kardeşler, bacılar, eey insanlar sıraya geçin! Bizi bu ya­ bancıların karşısında rezil kepaze etmeyin! Ama kim dinlerdi, yine sıra bozuluyor, itişme kakışma, bağır­ tı şamata-hem besiye alınmış boğaları andıran Memurları, hem de kendilerini yazın en kızgın çağında Avrupa'da işlerini güçlerini, ço­ luk çocuklarını bırakıp insani yardım getiren bu hümanist yabancı­ ların yanında kepaze ediyor, Doğu medeniyetini gözden düşüıiiyor­ lardı. Sanki Nizamilerin, Fuzulilerin nesilleri değil, Hitlerin, Napol­ yonlann hısım akrabaları idiler. Adına Büyük Vatan Muharebesi dedikleri İ kinci Dünya Savaşı'na katılmış olanlar, yardım geldiğinde bayram zannedip önemli günlerde giydikleri elbiselerini üstlerine geçirip, aldıkları bütün madalyaları ta kemerlerine ininceye kadar takıp takıştırıp yar­ dım dağıtılan yere geliyorlardı. Ancak sonralar, Almanlar geldiğin­ de o madalyaları falan takarak çıkmasınlar, şık olmuyor- diye yuka­ rıdan emir geldi. -Adamlar durumunuza acıyor, kalkıp o kadar yolu tepip sizlere bir şeyler getiriyorlar, aç kalmanızı istemiyorlar, siz de Almanya'yı darmadağın ederken aldığınız galibiyet madalyalarını takıp fors atı­ yorsunuz. Ondan sonra da İ kinci Dünya Savaşı'na katılanlar, "Böylesine insancıl bir halkın başkentini yerle bir ettikleri için" mahcubiyet du­ yuyorlardı. Hatta bir seferinde Sarhoş Çapay bir Alman'ı kucakla­ yıp, eniğin sahibini yalaması gibi yalamıştı: -Sana da kurban olayım, Hitler'e de! İ yi ki, tercümanlar onun söylediklerini başka türlü çevirmişlerdi. Bu kasabada ilk önce zorbalar, ikinci olarak, onlardan sonraki planda gelen zorbalar, sonra güçsüzler, en sonda da ayaklar altın­ da ezilenler gelip yardım payını alıp, gökten yağan ateşin fınna çe­ virdiği çadırlarına götürüyordu: İ ki kilo kesme şeker, iki kilo toz şe­ ker, on litre gazyağı, beş sabun, on beş kilo un ve küçücük kağıt po­ şetlerde beş tane çiçek tohumu. 1 00


Şu çiçek tohumlan niçin veril iyordu, Tanrı 'nın değil. insanla­ rın yarattığı bu cehennemde kime ve neye ge re k ti ! ? Gül ler çiçekler büyüse de artık bu insanların gü l l e ve çi çe k l e uğraşacak halleri mi kalmıştı?! Halk bunu anlayamıyordu. B u tohumların Baklı ' de özel mağazalarda sekiz, on, hatta on beş do l ara satıldığından haberleri de yoktu. Biraz geç de olsa bunu ö ğrend i ler, öğre ninc e de yabancı ların kendileri için düşündüğü gibi hiç de düşüncesiz ve akılsız olmadık­ larını gösterdiler. Bu tohumlar onlara büyük destek olmaya başlad ı . Dünyanın

yörüngesinden

henüz

ç ı kmadığı

dönemlerde

Bakü'ye misafir olarak gittiklerinde, el, tavuk, daha doğrusu köye ait matah olan ne varsa onlardan hediye götü rüy orlard ı . Şimdi ise bu çiçek tohumları en güzel hediye olarak kabul görüyordu. B i raz uya­ nıklar bu çiçek tohumunun ticaretini yapmaya başlayınca, hem gü­ zel paralar kazandılar, herp de ç i ç e k tohumlarının satıldığı ve kaç­ kınlara, fakir fukara olanlara h i ta p etmeyen o özel mağazalara bü­ yük darbe vurdular. Para babaları bile çiçek tohumlarını pahalı ma­

ğazalardan değil, pazarlarda kaçkınlardan-tohumların pahalı veya ucuz olmasına göre değil de, kaçkın soydaşlarına içleri sızladığın­ dan dolayı onlardan almaya başladılar. Ama Peleng'in anası ç i çe k tohumlarını onun t icaretini yapanla­ ra satmıyor, Ağcabedi ' deki54 şehit mezarlığında ebedi mekanlarında yatan Peleng' i n şehit kardeşlerinin mezarlarının etrafına ekiyordu. B u tohumlardan yeşeren bitkiler öylesine garip ve nefis ç içekler açı­ yordu ki, şehir halkı, ömründe ilk defa gördüğü bu güzel l i kler karşı­ sında hayretten donakalıyordu. Ondan sonra buranın zenginleri ar­ tık Çadır Şehri 'ne yönelmişti. Her seferinde Şehitler Hıyabanı ' na uğradığında. Peleng· in anasını burada gören ve bu güzel çiçekleri onun e k i p yet iştirdiğini öğrenen Devlet Başkanı55, yardımcısından sonnuştu : -Bu kadın hangi şehidin ana sıdı r? -Hiçbirinin. Onun oğlunun mezarı Karağac ı ' dadır. Başkan gözleri dolarak: -Ona ya bir kadro açın veya cebi nizden maaş bağlayın. Ancak Peleng'in anası maaşı almayı kabul etmemişti :

-Sağ olun yavrum, gerekm e z . Bunların tamamı benim Peleng­ lerimdir. Yine gökten başlarına ateş ya ğ ı yord u . Yine gökten tepelerine yağan bu ateşin altında yard ım arabalarının önünde izdiham \'arS4

Gargar mnağın ı n her iki sahilinde Kor-Anıs yazısınd:ı kurulmuş bır şchır

55

Haydıır Aliycv.

101


dı. Yine besiye alınmış boğalara dönmüş Memurlar kendilerini ya­ bancıların karşısında rezil etmemek için yalvarıyordu. Kim dinlerdi, faydası yoktu, yoktu! Kendilerini de, besiye alınmış boğalara benze­ yen bu zavallı Memurları da, rezil kepaze ediyorlardı. Peleng ' in anası da kendini yabancıların karşısında rezil eden­ lerin arasındaydı. Önceleri birkaç defa insanlardan merhamet um­ mak ve saygı göstermek gayesiyle onlara: -Ben şehit anasıyım-demişti. -Burada kim şehit anası değil ki! ?-diye cevaplamışlardı. Peleng gibi bir yiğidi kurban giden bir anaya, böylesi bir kur­ banlığın, kuyruğa girmeden yardım almasına herhangi bir faydası olmuyordu. İlk önceleri bu durumdan son derece rahatsız olsa da, sonralar ona da alıştı ve hiç kimseyi suçlamadı. Yardıma muhtaç olanların çoğunun yavrusu, aynen onun Pelengi gibi vatan yolunda kurban gittiğini gördü. Tanrı İbrahim Peygamber'e oğlu İsmai l ' i kurban etmemek için koç, oğullan kurban giden bu analara ise sabır ve gözyaşı yollamıştı. Bu yardımlar bir insanı rahata erdirecek ve mutlu edecek kadar olmasa da kulakları duya duya herkes söylenip duruyordu: -Şanslıya bak! Tek başına bir kadındır, bu kadar yardım nesi­ ne gerek?! Ve kimse bu şanslı, yalnız kadının aldığı yardımları bölüp yarı­ sını Musa 'nın anasıgile götürdüğünü bilmiyordu. Zaten günün yarı­ sını onlarda geçiriyordu. Musa'nın anasının yemeğini pişiriyor, su­ yunu taşıyor, Musa'nın kardeşi evde olmadığında kadının altını te­ mizliyor, yıkandınyordu. Baş başa verip geride kalan mutlu gün­ lerini özlemle ana ana Azrail ' in gelmesini bekliyorlardı. Azrai l ' in de işinin tıkırında gittiği günlerdi; taze fidanlara benzeyen yiğitle­ ri bırakıp, yaşı geçmiş işi bitmiş, başkalarını bırak kendilerine bile faydaları olmayan bu koca karıları ne yapacaktı k i ! ? Azrail onla­ rı çoktaaan unutmuştu. Allah ' ın ucuz bir ölümü b i le onlar için ma­ taha dönmüştü. Yalnızca gece olunca kendi çadırına gidiyordu. Yatağına gir­ diğinde de, Reşid Behbudov'un Peleng'e hediye ettiği kalpağı göğ­ sünün üzerine koyuyor, büyük bir haz duyarak kokl uyordu. Sabaha kadar Peleng'i çocuk iken nasıl yıkadığını, nasıl elinden tutup oku­ la götürdüğünü, sabah sabah nasıl çarpışmaya yolladığını gözünün önüne getiriyordu . . . Bunları düşüne düşüne mutlu oluyordu . . . Pe­ leng yanındaydı, kucağına sığınmıştı, saçlarının kokusunu hissedi­ yordu. Kokusunu hissettiği bu saçları okşaya okşaya ona güzel gü1 02


zel masallar anlatıyordu. Güzel güzel masallarla Pelcng ' i uyuttuk­ tan sonra ona yakışacak bir kız arıyordu. Ancak bu büyüklükteki Çadır Şehri'nde oğluna eş olacak bir kız bulam ıyordu. Ya lnızca ta­ rih öğretmeninin kızı diğerlerinden farklı idi, onu da Musa 'nın ana­ sı gözüne kestirmişti. Biri leri Bak ü ' den gelen görevli lere O'nda Reşid Bchbudov'un çok değerli bir hançerinin olduğunu söylem işti. Onlar da adam yol­ layıp hançeri satın almak istediklerini bildirmişlerdi. -Ne kadar para istiyorsan verecekler. -Açlıktan ölürüm de satmam. O, Pclcngimin yadigarıdır. Hançeri hep yastığının altında saklard ı . Musa 'nın kardeşi­ ne, "Ölüp gidersem bu hançeri hapisten çıktığında Komutan ' a verirsin"-demişti. Güneş doğduğunda, gecenin bütün o mutluluğu, kucağında uyumuş Peleng ile birlikte kaybolup gidiyor, bir cehennem sabahı açı l ı yordu. Bu sabahlar, yalnızca sıcak olduklarından dolayı cehen­ nem sabahı değildi . B u sabahl ar, günde lcırk sefer karş ı laştıkları ve birbirlerinden iğrenmeye başladıkları, aynı yardımla beslendiklerin­ den dolayı artık birbirine benzeyen ve yüzlerinde zerre kadar b i l e nur kalmamış insanları gördüklerinden dolayı değ i l d i . Evet. besiye al ınmış boğalara dönen Memurları görüyordu. Hükümet adamları­ nın "Bu sonbaharda evlerinize bark larınıza döneceksiniz" yalanları­ n ı duyuyordu. Bu açılan sabahlarda bu kadar insanın içinde Peleng olmadığından dolayı cehennem sabahı idi . •••

Gözlerini yavaş yavaş açtı, ama hiçbir şey göremedi . etrafa katran renginde bir zulmet çökmüştü. Sonra bu zulmetin içinde iğ­ nenin ucu büyüklükte ışık zerreleri göründü, zerreler yavaş yavaş büyümeğe başladı. Büyüdüler, büyüdüler. sonra onun gözlerini ka­ maştıracak büyük ve gür bir ış ığa döndüler. Gözleri n i n bir daha gö­ remeyeceğinden korkarak bu gür ışığa katlandı ve kirpik lerini bile yummadı, belki de gözlerini k ı rpmaya gücü kalmamıştı. Bu gür ışık seli bir hayli sürdü, sonra nasıl oluşmuşsa. öylece de kaybolup gitt i . Başını kaldırmak istedi , gücü yetmedi, sanki baş ını y ast ı ğ a ç i ­ vilemişlerdi. Önceleri bembeyaz tavanı gördü, sonra etrafa göz gez­ dirmek istedi, ancak bakışlarını odaklandığı noktadan k ı m ı l datama­ dı, sanki bakışlarını da aynı noktaya çivilemişlcrd i . Donmuş bir in­ san gibi hiçbir şey hi ssetmiyordu. Yavaş yavaş donu çözül üyor. bu don çözüldükçe vücudunun sızısını h i ssetse de ellerini

w

ayakları­

nı h i ssedemiyordu. Artık yatağa çivi lenmiş başı n ı n ağrısın ı da duy1 03


maya başladı . Bu ağrıyı duyduktan sonra tavana çivilenmiş bakışla­ rı yerinden koptu ve etrafta gezinmeğe başladı . Yalnızca şimdi ya­ nında oturan doktoru gördü. Doktor onun bileğinden tutmuştu, an­ cak o bunu hissetmiyordu. Doktorun dediklerini duymaya da bey­ nindeki uğultu izin vermiyordu. Doktorn baktı, baktı, sonra gözleri yoruldu ve bakışları yine dönüp tavanda daha önce tutunduğu nok­ tayı buldu ve oraya çivilendi. Şoktan çıktığını gören doktor: -Sana şükürler olsun Tanrım, kurtuldu ! -dedi ve ağladı. O ise, kaç zamandır ayılamadığı uykudan henüz uyanmas ı­

na rağmen, günlerdir uykusuz kalmış insanlar gibi uyumak istiyor­ du. Vücudunda duyduğu bütün sızı lara, ağrı lara rağmen yavaş ya­ vaş gözleri yeniden kapandı. Ayıldığında da asla hatırlayamayacağı tatlı bir uykuya daldı. Daldığı uyku o kadar tatlı ve güzeldi ki, biraz evvel yüzünden gözünden okunan ağrılar ve sızılar bir anda çek ilip kayboldu, yanaklarına hoş bir tebessüm kondu. Doktor, bu uykunun biraz öncekinden farklı bir şey olduğunu anlayarak rahat bir nefes aldı ve ayağa kalkarak hemşireye: -Benden izinsiz yanına ki mseyi bırakmayın-dedi. Hemşire: -O hakim kaç gündür kapının önünde ayılmasını bekliyor. De­

min de telefon açmıştı, galiba yine gelecek. -Halt etmiş. Sana bırakmayın diye söyledim ya. B ı rakmayın, o kadar. Biraz sonra ayı lacak, beni hemen sesleyin. Size ne sorarsa sorsun, ben gelene kadar herhangi bir cevap vermeyin. Şehir konu­ sunda asla bir şey söylemeyin . •••

Gökten ateş yağıyordu. O da, b u cehennem sıcağında önce güçlülerin, sonra onlardan az güçlülerin, sonra güçsüzlerin ve en sonunda da ayakaltında paspas olanlara sıra geldiğinde kendi pa­ yına düşecek gazyağı, sabun, ve çiçek tohumlarını falan alıp dön­ sün. Musa ' n ı n anası da deminden beri onun gelişini beklemekteydi . Yıllardır sırtından çı karamad ığı tek elbisesi rengi kaybolup bozaran tarih öğretmen i , Azerbaycan'a gelen Almanlar'a aydan arı, sudan duru Türkçesiyle Karabağ ' ı n kimin olduğunu, Ennen ilerin Karabağ'a hangi yüzyılda Çar Rusyası tarafından getiri lip yerleş­ tirildiğini belgelerle anlatıyordu. Almanlar da kafalarını sal layarak onun dediklerini onaylıyor, bu da Tarih Ôğretmeni 'nin gözlerini ya­ şartıyordu. Yine i l . Dünya Savaşına katılan gazilerden biri önemli giln1 04


terde giyindiği elbisesini sırtına geç irmiş, bütün madalyalarını la kemerine kadar takıp takıştırarak bu Yard ım Bayramı 'na ge lmi şti. Allah'tan, besiye alınmış boğalara dönen Memurlardan birisi lam zamanında onu görüp önünü kesti: -Bey emmi, kurbanın olayım, kaç defa dedik. Yahu, Allah aşkı­ na bu yardımı almaya gelirken şu süprüntü şeyleri takıp takıştımıayın! Bu ıvır zıvır şeyleri kazanmak için Mazdok 'tan Bertin' e kadar yaya giden ve ayağının birini bu yolda kurban veren aksaka l : -Neden, yavrum? Gelenler Yahudilerdir dediler ama? ! -Hayır emmi, hayır. Yahudiler diğer Çadır Şehri 'ne giıti ler. bunlar Almanlardır. Yahudiler geldiğinde sana şahsen haber vereceğim -Kusurumu bağışla be yavrum. Şu ıvır zıvırı kazanmak için Mazdok 'tan Berlin'e kadar çar­ pışa çarpışa yaya giden ve bu yolda bacağının b i rini ka ybed e n ak­ sakal üzerindekileri değişmek gayesiyle mahcubiyet içinde çad ı r ı ­ n a geri döndü. En sonunda sıra ayakaltında ezilenlere geldi. Peleng"iıı Anası da yardımını al ırken sordu: -Bunu kimler getirmiş, a yavrum? -Almanlar, teyzeciğim, Almanlar! Peleng'in Anası, sağlık evinin önündeki gölgeliğin altında pür dikkat Tarih Ôğretmeni'ni dinleyen konukların ya n ın a yöneldi ve varır vam1az selam verdikten sonra semirtilmiş boğalara benzeyen memurları göstererek: -Tanrı esirgesin yavrum, siz Alman olamazsın ız. Alman bunla­ rın ta kend isidir-dedi. Konuklar, -Hanım ne diyor?-diye sorunca, kıpkırmızı kes i len tercüman yutkunduktan sonra: -Hi iç, size teşekkür ediyor! Konuklar: -Dankın! Dankın ! -diye cevapladılar. Peleng' i n Anası: -Hıı, çok doğru diyorsunuz, dangıdırlar"' . •••

Sorgu Hakimi hangi polise dönüp e m i r verse de h içbiri Komutan ' ın koluna kelepçe vumıak istemedi. -Reis, kclcpçelemesck olmaz mı? -Kelepçeley in! -Reis, o bizim "milli kahraman" unvanı almış bir suhayını ızdır' 56

Kopek 1 05


-Kelepçeleyin, dedim! Ancak polisler emre uymadı ve birisi elindeki kelepçeyi Sorgu Hakimi'ne uzattı: -O zaman kelepçeyi kendin tak!

Sorgu Hakimi: -Ne diyorsun sen? -Duyduklarını. Hakim haykırd ı : -Senin rütbelerini söktürürüm! Polis: -Bağırma be! Senin çocuğun değilim ben! Suratının ortasına bir tane indirdim mi korkudan donuna edersin.-dedi, sonra da omzun­ daki rütbeleri hiddetle söküp kelepçe ile birlikte Sorgu Hakimi ' n in üzerine fırlattı,-AI! Sok . . . Ve kapıyı çarparak çıkıp gitti. Neye uğradığını bilemeyen Hakim polislerin direndiğini görüp üzerlerine varmadı. Eği lerek yerden kelepçeyi aldı ve Komutan ' ın bileklerine geçirdi. Komutan bir koluna takılan kelepçeye, bir sözü dinlenmedi­ ğinden dolayı morali bozulup rengi bembeyaz kesilen Hakim 'e, bir de başlarını aşağı eğmiş polislere baktı, tek kelime bile etmedi; ka­ fasını salladı ve mahcubiyetlerinden dolayı başlarını aşağı indirmiş polislerin önüne düşüp yürümeğe başladı. Doktor bu anda koşarak koridorda önlerini keserek sinirli bir şekilde Sorgu Hakimi ' ne döndü: -Ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Asap bozukluğunu hala üzerinden atamayan Hakim: -İş yapmıyor muyuz? ! Nasıl yani ne yapıyorum? Sizin görevi­ niz onu iyileştirmekti, benimki ise hapse tıkmak. Ben görevimi yapı­ yorum. Siz görevinizi yaparken gelip size engel olmaya çalıştım mı? -Kimse size görevinizi yapmayın demiyor, ama o kelepçele­ ri Komutan ' ı n kolundan çıkarın. Delikanlı adamsın, ne yazık ki, Komutan ' ı henüz iyice tanıyamamışsınız. Eğer kaçmak isteseydi buraya bir tabur polis de getirseydiniz engel olamazdınız. Ayıptır, o kelepçeleri ç ıkarın. Sorgu Hakimi bu defa mazlum mazlum: -Doktor, kanun buna müsaade etmiyor. -Ne kanunu be? Dı şarıdan haberiniz var mı? Halk sizi de, polisleri de ayakları altına alıp linç eder. Çıkarın ! Ben dışarıda bek­ leşen herkese "Komutan'ı Bakfı'ye tedaviye götürüyorlar" dedim. 1 06


Hakim artık üstelemedi , Komutan ' ı n kollarına taktığı kelepçe­ yi açarak polislere verd i . Hastaneyi terk etti ler. Komutan hastanenin kapısının eşiğinden adımını atar atmaz, bahçedeki izdihamdan bir alkış tufanı koptu: -Ko mu tan! -Ko mu tan ! Komutan elini göğsüne koyarak onu alkışlayanlara başıyla te­ şekkür etti ve gözleri bahçedeki izdihamı ne kadar süzse de onu kar­ şılayanların içinde Vurgun Vurmuş Gençlerden bir tanesini bile gö­ remedi. Morali son derece bozulmuş halde arabaya bind i . Komutan, arabanın içinde onu hapishaneye götürmek için bek­ leyen polislerden, taburun Vurgun Vurmuş Gençlerinin son neferi­ ne kadar hepsinin şehit olduğunu ve geri çekilmediğini öğrendi . . . -Arkamızdakiler analarımız, bacılarımızdır . . . -Arkamızdakiler analarımız, bacılarımızdır . . . ***

-İş bulabildin mi, yavrum? -Hayır, ana. Nereye gidiyorsam bir şey elde edemiyorum. -Ne beceriksizin biriymişsin be, Musa'ya hiç benzer tarafın yok. A yavrum, bu büyüklükteki şehirde kendine bir iş bulamıyor musun·> -Burayı bizim şehrimize benzetme be ana, burası küçücük bir kasabadır. On-on beş tane idaresi var ve herkesin de hısım akrabası. Gel başımızı alıp Baku'ye gidelim diyorum, gitmiyorsun. -Baku'de ne işim var, yavrum? Demiyor musun, bugün yarın evimize döneriz? -Döndüğümüzde de döneriz.

Ha buradan dönmüşsün, ha

Baku'den, ne farkı var bunun? -Farkı çoktur oğlum, buradan hiç olmazsa dağlarımız görünüyor. Sonra biz gittik diyelim, peki Peleng' in anası ne yapar? Tek başınadır. -Onu da götürüıilz. -Gitmez. O, Şehitler Hıyabanı ' n ı bırakıp hiçbir tarafa gitmez. Peki, Musa'dan haber falan alabildin mi? Musa öleli çok olmuştu. Pircemal ' de�" vurmuşlardı. çocuk­ lar cesedini bile almaya fırsat bulamamışlardı. Gerçeği anasına an­ latmıyordu. O ' nun kaybolduğunu, durumu Kızılhaç ' a bildirdikleri­ ni ve onların da kendileri gibi Musa 'yı aradıklarını söylem i ş t i . Yal­ nızca Musa ' nın kardeşi değil, birçokları kardeşlerinin şehit olduğu­ nu analarına söyleyemiyordu. Onların kaybolduklarını S7

Hocolı şehrinde bir koy.

1 07

ve

herhan-


gi bir haber alamadıklarını söylüyor, analarının ümitle yol bekleye­ rek mutlu olmalarını sağlıyorlardı. Musa 'nın Anası da her gelen sa­ bahı, oğlundan haber alır ümidiyle karşılıyordu. Oğlunu kaybetmiş bir ana hayli müddettir oğlunun öldüğünü bi lmemenin verdiği mut­ lulukla yaşıyordu. -Kızılhaç arıyor ana. Sen de, üç dört bin insanın kayıp olduğu­ nu bil iyorsun, bulmak çok zordur. -Ermenistan dediğin küçücük bir yerdir. Orada üç dört bin in­ sanı nasıl bir gizlilikle gözlerden uzakta saklayabiliyorlar da Kızıl­ haç bulamıyor a yavrum?! -Nerden bi leyim, ana. Bulurlar inşallah! Bir bakıyordun gazetelerde Kızılhaç ' ın alıp teslim ettiği bir esirin fotoğrafı yayınlanmış. Hemen o gazeteyi a larak getiriyordu: -Ana, bak, bu çocuk da bir yıldır kayıptı, şimdi bulmuşlar. Anasının gözleri aydınlanıyordu. Gazeteyi alıp kendi oğlunun fotoğrafıymış gibi öpüyordu. -İnşallah bizimkisi de bulunur . . . A yavrum bir şey söylersem bana güler misin? -Olur mu, ana. -Gelip çıksa evlendirirdik. Tarih Öğretmeni ' nin kızı çok hoşuma gidiyor. Maşallah çok akı llı ve terbiyeli bir kızdır. Musa 'nın da o kızda gözü vard ı . Birkaç defa, Musa'yı gördüğünde yüzünün renk­ ten renge girdiğini fark ettim. Kendine de, "Musa gelince seni ona alacağım" demişim. Ben öyle deyince gülümsüyor. Acaba Ermeni­ ler bizim evi de yakmışlar mı? •••

. . . Hakim konuşuyor, savcı konuşuyor, şahitler konuşuyor, devletin O'nu savunmak için tuttuğu avukat konuşuyordu. Yüzü­ ne karşı şahitlik edenlere acıyordu. Evlerinden barklarından olmuş, bir yerlerde çadırlarda kısılıp yaşayan bu insanlar bazen utançla­ rından başlarını kaldırıp ona bakamıyorlardı. O, bunu görünce de gülümsüyordu, çünkü henüz utanma duygularını yitirmemişlerdi. Hakim'e de acıyordu, sanki çok sevdiği birini yitirmişti ve yas için­ deydi; çünkü kararı o verecekti. Aslında verilecek karar henüz mah­ keme başlamadan yazılmıştı. Ceza Kanunu'nun, ırza geçme ve vatana ihanet maddeleri ha­ riç onu bütün maddelerle suçluyorlardı. Maddelerin içinde devlet malına el koymak bile vardı. Sorgulama yapı lırken bu suçlamayla ilgili olarak Hakim 'e: -Reis, ben kolhoz başkanı mı olmuşum, bölge yöneticisi göre1 08


vin de mi bulunmuşum !? Elimde hangi devlet malı vardı ki, onu ça­ lıp çırpayım? Hakim: -Komutan, ben de, herhangi bir devlet mal ını sahiplenmediği­ ni biliyorum, ancak ne yapabilirim, ben küçük bir devlet memuru­ yum. Kendin komutanlık yapmışsın. Sen askerlere ölüme gitmele­ ri için emrediyordun, onlar da gidiyor muydu!? Gidiyordu' Ben de

emre tabiyim. Ne emrediyorlarsa onu yerine getinneliyim, veya ge­ lip seninle aynı hücreyi paylaşmalıyım. Şimdi bir sürü çoluk çocu­ ğumu bırakıp senin yanında yatmamı reva görüyor musun? Ben bu karara imza atmayacağım, bir sürü hakim vardır. Komutan da, hakimin bir sürü çoluk çocuğunun kaderiyle oy­ namasını istememişti. Gülerek: -Yaz reis, yaz! Hangi suçlamalan yazarsan yaz altına imzamı basacağım. Şahsiyetsizliğini kabul ettin, erkek adamsın. Hakim, konuşuyor, savcı konuşuyor, avukat konuşuyordu . . O .

ise susuyordu. Konuşmanın herhangi bir faydası olmadığını anla­ dı, çünkü hakkında çok önceden karar verilmiş ve kalemi kınlmış­ tı. Nekir Münkir rolünü oynayan savc ıyla hakim de onu cehenneme yollamak için kendilerini yiyip bitiriyorlard ı . Nekir Münkirlere hak veriyordu, ancak b i r zamanlar göster­ diği çabalardan dolayı hayatlan kurtulan ve şimdi yüzüne karşı ya­ lancı şahitlik yapanlan bir türlü anlayamıyordu. Susuyor ve ist ihza ile bu yüzsüzleri baştan aşağı süzüyordu. Bu adamların yaşamala­ n, daha doğrusu şu günlere kadar gelip çıkarak yüzüne karşı yalan­ cı şahitlik yapmalan için her şeyini kurban etmişti. Birkaç sefer su­ ratların ı n ortasına sunturlu bir tükürük fırlatmak istemiş. sonra bu düşüncesinden vazgeçmişti. Suratlarına Tanrı 'nın tükürdüğü böyle­ si insanların yüzüne kulların tükünnesinin bir anlamı var mıydı ' ? Avukatı : -Her şeyi son anda söyleyeceklerin tayin edecek. asla kendi­ ni kaybetme, sinirlerine hakim ol ve "hata yaptım" de ve bağışlan­ manı dile. -Seni de, şu savcıyı da, o hakimi de, yalancı şahitleri de a ffediyorum. Avukat: -Gerisini kendin bil irsin. Aslında hiçbir şey söylemeyecekti. ancak bir şahidin söyle­ dikleri zıvanadan çıkmasına sebep oldu. Biraz önce şahitlerden bi­ risinin babası, Komutan ' ın oğlunu döve döve tabura götürdüğünü. 1 09


gençleri zor kul lanarak ölüme yolladığını söylemişti. Aslında doğnı söylüyordu. adamın oğlunu pazarın tam ortasında ve herkesin gözü önünde sille tokat pataklamıştı : -Ulan şerefsiz, senin akranların Nahçıvan'dan, Lenkeran 'dan, dünyanın öbür başından gelip burada senin evini barkını savunuyor. sen de pazarda kadın donu satıyorsun, olacak iş mi bu? ! Ertesi sabah gencin kendisi utana sıkıla tabura gelmiş v e "Ko­ mutan atfet" ben de taburda asker olup savaşmak istiyorum, demişti. Babasının lafını bitirmesinden sonra söz alan genç: -Komutan, babamı affet! Affet babamı ! Komutan neden beni ölümün pençesinden kurtardın?! Keşke o zaman ölüp gitseydim de seni kafeste görmeseydim. Komutan. damarlanmda dolaşan kan sana karşı yalancı şahitlik yapan babamı n kanı değil, yaralandığını zaman senin bana verdiğin kandır bunu unutma. Genç bunlan söyleyerek ağlad ı . Hakim de genci salondan çıkarmalannı söyledi. Genç dışan çıkarken: -Komutan ! Biz seni bekliyoruz! Seninle ölüme gitmeğe hazırız! Yıl lardır askeri disiplin aşılayamadığı bu genç, kapıdan çıkarken bir anda geri döndü ve topuklarını birleştirerek ona asker setamı verdi. Sorgulama boyunca yerinden kımıldamayan ve tek bir kelime dahi etmeyen Komutan da ayağa kalktı ve onun asker setamına mu­ kabele etti. Bu anda salonda bulunan bütün gençler ayağa kalktılar ve Komutan ' a asker selamı verdiler. Bu durumu gören hakim ne yapacağını şaşırdı ve mahkemeyi bir hafta erteledi . . .

***

. . . Komutan herhangi b i r şey söylemeyecekti, ancak gencin söylediği sözler onu konuşmaya mecbur etti. Biraz da geriden başladı: -Sayın hakim, savcıya soru sorabi lir miyim? -Buyurun sorun. -Sayın savcı, beni, kadınları ve çoluk çocuğu düşman elinde bırakarak kaçan albayı kurşunlamakla suçluyorsunuz. İ nsanları güç kul lanarak savaşa sokup telef ettirmekle, kanunsuz olarak sitahlı grup oluşturmakla, Rusların askeri birliklerinden silah ve mühim­ mat çalmakla, bilmem neyle, nelerle suçluyorsunuz. Şimdi ben size soruyorum. Sizin kucağınızda on sekiz yaşında bir delikanlı "emmi, ölmeme izin verme" diyerek can verdi mi? Çoluk çocuk, arkadaş1 ıo


(arın, Ermenilerin fı rlattığı roketlerle gözünün önünde parça parça oldu mu? Dişinle tırnağınla yaptırdığın evini bomba yerle bir elli mi? Oğlu şehit olan anaların tırnaklarıyla parçaladıkları yüzlerini gördün mü? Savcı: -Sayın hakim, suçlanan şahıs beni aşağılıyor. Hakim: -Suçlu sandalyesindesiniz, sözlerinize dikkat ediniz, yoksa . . . -Yoksa ne? Savcı benim iki defa kurşunlanmamı mı isteyecek ! ! Bana iki sefer kurşunlanma cezası mı vereceksiniz ! ? Ben. gö­ nüllü olarak tabur kurup eşkıyalık yapmadım, baş kesmedim, kim­ senin evini soymadım, bu toprağı korudum. Başınızın üzerindeki o bayrağı korudum. Beni, kurşunlamak tehdidi i le korkutamazs ınız. Zaten kaç yıldır fazladan yaşıyorum. Ö lmek, doğup büyüdüğün top­ rakların düşman çizmesi altında çiğnendiğini görmekten bin defa daha şereflidir. Tann ' nın, hangi günahımdan dolayı bu şerefi bana çok gördüğünü bilmiyorum! Ben gerçekten kurşunlanmaya layık b i ­ riyim, ancak Sayın Savcının ithamlarından dolayı değ i l . B e n i kur­ şunlamak gerek. Zamanında bu toprağı satanları o albay g i b i kur­ şunlamadığım için kurşunlamak gerek ! Bu toprağı koruyamad ığım­ dan dolayı kurşunlanmalıyım Sayın Hakim. İ zin verin b i r soru daha sorarak lafımı bitirmek istiyorum. Hakim: -Buyurun, ancak ahlaki değerlere uyun. -Sayın Savcı, sizin Diyarbakır val i s i Reşit Paşa ·nın mahkemesinden haberiniz var m ı . . ? " . . . Hakim O'na soruyor: -Siz doktorsunuz. Kendi paranızla ş i fahaneler yaptırıp insan­ lara parasız yardımlar yapmışsınız. Nasıl oldu da, sizin gibi insanc ıl birisi sürüyle Ermeninin telefine sebep oldu'.1 Reşit Paşa: -Ben doktorum, ama önce Türküm ! M i l letimin Emıenilcr tara­ fından katledilmesine bir Türk gibi katlanamazdım. -Neden önce yaşlı lara ve çocuklara dokunmamaları için emir vermiş, sonra emrinizi geri alarak onların da öldürülmesini emret­ mişsiniz? -Bir gece yılan sokınuşçasına uykudan uyand ı m . B u çocu k l ar da büyüyüp ermeni olacaktı, aynen babaları

ve

amcaları gibi. h i Linı

bebelerimizi süngüye takıp havaya kaldıracaktı. 111


-Hiç vicdan azabı çekmediniz mi? -Kesinlikle! Şimdi bana şunu söyleyin, Antranik ' in adamları nın Karabağ 'da, Şuşa'da benim anamın, bacımın çıplak sırtında se ­ maver yakıp su kaynatıyor, bundan haberiniz var mı?! Hamile ka­ dınlarımızın karnını yarıp ana rahmindeki çocuğu çıkarıp can ver­ mekte olan anasının gözleri önünde kafasını koparmasından haberi­ niz var m ı ! '? Bacı kardeşlerimizi bir barınağa toplayıp diri diri yak­ malarından haberiniz var mı?! Var! ancak onları kimse yargılamı­ yor . . . " Hakim hükmünü veriyor: "Diyarbakır valisi Reşit Paşa gırtla­ ğına kurşun sıkı larak idam edilsin! "-diye. Reşit Paşa gece hapishaneden kaçıyor ve evine geliyor. Kısa bir mektup yazıyor, sonra da gırtlağına kurşun sıkarak intihar ed i­ yor. Paşa, mektubunda şunları yazmış:"Benim ölümüm Türk devle­ tine gerekse, kendi kendimi öldürürüm. Sizin beni kurşunlamanızı istemedim, çünkü gelecek nesiller -'Bunlar Reşit Paşa'yı kurşunla­ yanların evlatlarıdır! ' -diye sizin evlatlarınızın suratına tükürecekti. Ben sizin nesillerinizi o tükürüklerden ve suçlamalardan kurtarıyo­ rum. Onların hiçbir suçu yoktur" . . . Savcı' nın, bırak Reşit Paşa 'run mahkemesinden, Diyarbakır' ın bile nerede o lduğundan haberi yoktu. O'nun için bunları bilmesine gerek bile yoktu : -Ne Diyarbakır!? Ne Reşit Paşa?! Bunun bizimle ne ilgisi var? Komutan: -Belki gerçekten de ilgisi yoktur! Ancak bu benim son sözle­ rimdi. Kararınız ne ise kabul ediyorum . . . . Ancak Komutan yanılıyordu. Yıl lar geçmiş, tek bir şahıs bile Reşit Paşa 'ya kurşuna dizilme cezası verenlerin evlatlarının ve torun larının suratına tükürmemişti. Türklerin kendisi de Reşit Paşa'yı çoktaaan unutmuşlardı. Bir kişi, yalnızca bir kişi bile . . . Ay­ nen, Mikail Müşfi k ' is8 kurşunlayanların ne kendilerinin, ne de nesil­ lerinin yüzüne tükürülmediği gibi . . . . Onların da nesil leri sonralan görevlere getirildi ler, insanları yakaladı lar, astı lar, kestiler, yakalandı lar, asıldılar, kesildiler ve şim­ di de onlardan iki tanesi bu mahkeme salonunda bataklık baykuşu gibi ötüp duruyordu . . .

•••

5H

Az.crbaycan"ın milli düşünceli şairlerinden biridir, Sovyetler airliği'nin hayala geçirdiği Türklc· rin aydınlannı katletme .Orecinin ilk kurbanlanndandır. Bakü'nOn Bayıl semtinde kurşuna dizilerek şchıı edilmıştir.

1 12


. . . Şeytan59' ı n çocuğu, Tanrı Evladı 'nın sakalına elini uzaıtı

ve

alaylı bir i fadeyle: -Doğu'nun Shakespeare ' i bu mudur? Şeytan'ın etrafta bulunan çocukları

60

kahkahayla güldüler. O

Tanrı Evladı 'nın ise kılı bile kıpırdamadı-sakalına el uzatarak onu aşağılayan ve hakaret edenlerden öylesine yüksekti k i ! İ sa Peygam­ ber, kendini çarmıha gerenlere nasıl bakıyor idiyse, O da Şeytan ' ı n buradaki evlatlarına öyle bakıyordu. İ sa Peygamber Tanrı ' dan ken­ dini çarmıha gerenleri a ffetmesini istem işti. O da peygamber karakterli biri idi, ancak onu, dedesi Nesimi', ı gibi böylesi bir davranış içinde görenler korkularından Şair dediler. Şimdi Şair62, İ sa Peygamber'den farklı davranarak, ona insanın ak­ lına bile gelemeyecek işkenceleri verenler için Tanrı ' dan af dilemi­ yordu. Bir de Tanrı, İ sa Peygamber ' i çarmıha gerenleri onun rica­ sıyla affetmemişti, peki o zaman bu, Tanrı 'nın işine neden karışsın'1 Bütün bu işkencelere rağmen Tann 'ya darı lmıyordu, O ' n un her şe­ yin sahibi olmasından, her şeye vakıf olmasından asla şüphe duy­ muyordu. Tann kendi peygamberinin çarmıha gerilmesine katlan­ mıştı; onun alçaltılıp hakarete maruz kalması İ sa Peygamber"in kar­ şı karşıya kaldığı ıstıraplar, Tanrı için o kadar da büyük bir fac i a ola­ rak düşünülemezdi. Tanrı , Hz. Muhammed ' i n taşlanmasına katlan­ mıştı; onun sakalının yolunması, Hz. Muhammed ' i n taşlanmasının yanında ne olabi l i rdi ki?! İ sa Peygamber'i çarmıha gerenler tam iki bin yıldır aynı çarmı­ hın, Hz. Muhammed ' i taşlayanlar ise bin dört yüz yıldır "Kur·an-ı Kerim"in karşısında diz çökmüş, Tann'nın kendilerini bağışlaması­ nı diliyorlardı. İ sa Peygamber ' i çarmıha gerenler de, gerdirenler de. Muham59

Sıalin.

60

Sıalin"in ccllaılan .

61

Derisi soyularak idam edilen. Azerbaycan'ın büyük hurnli ş;tirı lmadcJl.1111 Nl·sımı

62

Azcrbaycan'm görkemli milli şairi Hüseyi n C:l\'İI. 14. 1 0 1 81(! Naht;ı\'an·:' 12 1 lq ı lrkuhı­

""' kLlhurn harl!'�;iıırıın \.'il l\nı:nı­ li şairidir. ilk ıalısilmi Nahçl\'an'da almış, Tcbriz'dc Talibıyl' nıcdn·s..·�ınd.: <lt.•vam 1!'11ınm? J;ıh.1 'l'rtr.ı

Toyşcı-Şcvçenko köyü. Azerbaycan milli bağı msız lı k . ortak Türk dılı

lstnnbul Ünivcrsilcsi Edebiyat Fakühes i n..• gin:rck J Q09 yılım.1:.ı mı:ıun olnıu�ıur Tah:-.ılını l;ım;ıınl.ı·

dıktan sonra Azcrboycan'a dönmüş \'C Oğrctmenl ı k yapmı�ıır. Mehmet 1-: ı nı n Rı..· sulıadı..· · � ...· y .ı k ın hırı olmuşıur. Milli beğımsızlık devrinde Oncmli c!'.crler \'Cnni� vı..· yı..·nı ncslın mılli ı.. ı ınlı�rnı l'tılın;ı,ında

öneml i rol oynamışıır. Azcrhaycan'm Bolşc\'lk Rus işgalini yaşamış. anc ak ı..•sı..·rkrııuk mılli du�·�ııl.ı­ n ıcrcnnom etmiştir. 1 937 yılımla Stnlin'ın m i l l i dHşüncc l ı Türklere karşı c"' ı ırJ ı � ı ıı..·rl,rı..· ...·n öııtk m.ı·

ruz kolonlardan biri olmuş "ranıürkist", "ııanıur.ınısl'". ··rorkıyı..· ...·a!'.usu"' olar;ık 11h;1111 cdılcfl"k ıuıuk­

lonmış ve 8 yıl harsc mahkı.lm c<l ılcrck önce Magadan'a. sonrn J;ı l ll-10 yılınd:ı Sıhıı;.· a · n ı ı ı ı rı.. uı ...ı.. · . ı

sUrtılcrck cc1Jlcvinc yollnnnuş. omdo oğır ışkcncclcrc nuınu killar.ık l lJ-1 1 y ılınd;ı Sıhı� .ı · lı.ı nıhu · nu Tann ' ya teslim cımişıir. I QS(l yılı Mon oy ında SSCIJ Y Uksck Mahlcmcsı " nın kararı ık ıııh�ı ı ı ı;ılı..: cdilmişıir. Nnaşı oradBn alınnmk NBhçıvım'11 gcıi n lı:rck c\· ın0.1.csinın yakmlanmb ...ı..·..ı nı..·dılmı�ııı

1 13


met Peygamber' i taşlayanlar da, taşlatanlar da cehenneme giden uzun ve azaplı yolda kendi sıralarını bekliyorlardı. Onun sakalını yolanlan da cehenneme giden uzun ve azaplı bir yol bekliyordu. Şair' in kendisi bile cennete gideceğine inanmıyordu. Evet, hayatında hiç günah işlememişti; ama cennete gitmek, İ sa Peygamber' le, Muhammet Peygamber' le aynı havayı teneffüs et­ mek, aynı suyu içmek, aynı göğün altında yaşamak için hayatta hiç­ bir günah işlememek çok az gelirdi. Ama cehenneme de gitmeyecekti, çünkü artık cehennemin için­ deydi ve Tann kendi kuluna iki defa cehennem azabı göstermezdi. Cehennemlik değildi, cennetin de yolu kapalı idi. Şükürler ol­ sun dünyaya geldiği topraklarda Ashabı Kehf'e benzeyen bir yer vardı, ancak ne onun, ne de bir başkasının böyle bir yerden habe­ ri vardı. Çünkü gökten nazil olan kutsal kitaplann hiçbirinde bura­ sı tasvir edilmemişti. O kitaplarda yalnızca cennet ve cehennem tas­ vir ediliyordu. Cennet ve cehennem insanlar için yaratılmıştı, o ise insan değildi. Tann'nın insan görkeminde dünyaya yolladığı ve ar­ tık misyonu tamamlanmakta olan bir meleği idi. Misyonunu tamam­ ladıktan sonra da dedesi Nesimi gibi, Tanrı 'nın dergahında bulunan ve hiçbir kutsal kitapta tasvir edilmeyen Ashabı Kehf'e benzer yere dönecekti. İbrahim Peygamber kendini değil oğlunu Tanrı'ya kurban ada­ mıştı. O ise kendini, çok sevdiği Tanrı 'sına kurban etmişti. Tanrı, İ b­ rahim Peygamber' in sadakatini değerlendirerek oğlu İsmail'i kur­ ban etmeğe izin vermemiş üstelik mükafatlandırmıştı. Kendisini Tann 'sına kurban olarak adamış Şair ise Tanrı ' dan hiçbir mükafat falan istemiyor, beklemiyordu. O beklesin veya beklemesin, iste­ sin veya istemesin, Tanrı onun mükafatını verecekti. Tann, kendi dergahındaki Ashabı Kehf'te ona, dedesi Nesimi'nin yanında ebedi bir ömür hediye edecekti. Şair, kendinden birkaç yıl sonra dünyaya gelen Kadir Rüstemov'un sesini burada duyacaktı. Şair, bu olup bitenlerden habersizdi. O dergaha ise upuzun ve meşakkatli bir yol vardı. Şeytanın evlatları henüz bu dört du­ var arasında ona işkence veriyordu. Şeytan'ın Evlattan sonra onu Sibirya'daki Şeytan Evlatlannın yanına yollayacaktı. Sibirya'daki Şeytan Evlatlannın da vereceği ıstıraplara uzun müddet katlanmak mecburiyetinde kalacaktı. O günlere daha bir hayli zaman vardı. Bir zamanlar Şeytan' ın kendinin tıkıldığı ve bir gün gelip Komutan 'ın kapatılacağı dört duvar arasında ona işkence eden Şeytan Evlatlarına gülüyordu. 1 14


Şeytan ' ı n Evlatları onun bu soğukkanlı tavrı karşısında zıvanadan çıkıyor, bağıra çağıra hakaret ediyor, tekmeliyor ve yorulup biraz dinleniyor, sonra tekmelerine kaldıkları yerden devam ediyorlar, sonra yine bağırıp çağırıyor ve yine yorul uyorlard ı . Sonra dönüp yalvarmaya başlıyorlard ı . Yazd ıkları suçlamaları kabul etmesi için yalvarıyorlard ı : Hadi, itirafnameni imzala, sen de kurtul, biz de kurtulalım . . . O ise, imzalamak yerine yalnızca gülümsüyordu. Bir seferinde onu koridorda götürürken dövülmekten yuma­ ğa dönmüş Çingiz Yıldırı m ' ı gördü, iki Şeytan Evladı zorla sürük­ leyip götürüyorlardı. Vücudundaki ve ruhundaki bütün acıl ara, ağrı­ l ara ve sızılara rağmen bu sefer onu delicesine bir gülme tuttu. Onu götüren ve Çingiz Yıldırı m ' ı sürükleyen Şeytan Evlatları -bu neye gülüyor?! diye şaşırıp kaldılar. O, niçin güldüğünü bir kendi b i l i ­ yordu, b i r de Çingiz Y ı ldırım. Bakışları birkaç sefer kesişt i . Ç i ngiz Yıldırı m ' ın artık ölmekte olan bakışlarıyla ondan affedi lmesi ni um­ duğunu anlad ı . Kutsal kitaplarda "Tanrı bağışlayanları sever"· d i ye yazıyordu, o affetmedi. Çingiz Yıldırım, ölmekte olan bakışlarıyla ona yalvara yalvara yanından geçip gitti-Azrail de el inde bir kokuş­ muş elma ile onunla birlikte gidiyordu-vatan haini olmadığı halde sorgu hakiminin önüne sürdürdüğü suçlama kararını. daha doğrusu kendi ölüm kararını imzalamıştı. Topu topu yirmi dakika sonra Şey­ tanın Evlatları onu kurşunlayacaktı ve Azrail de kendi göre\" ini ye­ rine getirecekti. Geçen gün Azrail k ırgın nazarlarla Şair ' e bakarak-Rahmeti Rahmana kavuşmuşun oğlu, şu imzayı at da bir de senin ard ı nca Sibirya'ya gitmeyey i m ! -dedi . Ancak Sibirya ' da sabırsızlıkla Azrai l ' i beklerken. kendi ken­ dini "Çingiz Yıldı n m ' ı niçin affetmedim" diye suç luyordu . . . . . . Ve şimdi bilmem ne kadar insanla karşılaşmaktan an ı k g ına gelmiş, Şair ' e yapılan işkencelerin şahidi olan bu soğuk duYarlar onu pek fazla ürkütmüyordu. Bu soğuk duvarları y ı llar önce gör­ müş, onlarla yıllarca arkadaşlık yapm ıştı. Herkes gibi o da y ı l larca arkadaşl ı k ettiği bu duvarlarla çok dertleşmiş, onlarla sohbet etmiş­ ti. Yalan değil, önceleri birbirlerini anlamaları pek kolay olmamış­ tı, ama sonunda birbirlerinin farkına vannışlard ı . B i rb i rkri n i anla­ d ılar derken o, duvarlarla dertleşmeği öğrenmişti, aslında bu du\ ar­ lar çoktandır insanları anlayabiliyordu. ·

O, diğer tutsaklar gibi bu duvarların topu topu b i r adım öte

yüzünde hürriyet denen çok tatlı bir şeyin olduğunu kendine den 115


edinmedi-topu topu bir adım ötedeki hürriyetin tadını çıkaramayan­ lar için oranın buradan ne farkı vardı ! Kendini çok hür görmek iste­ se de işlerin yoğunluğundan yakasını kwtarıp hürriyetin keyfini çı­ karamamıştı. Kalıma'dan onu hürriyete taşıyan tren, getirip ateşin, acıların, ıstırapların kucağına atmıştı. Tren onu hürriyete değil, şehit analarının gözyaşlarına, yavrusunun cesedi düşman elinde kalan ba­ banın önünde aciz kalarak deli divane olmaya taşımıştı. Bu gözyaş­ larından, bu ahlardan, nalelerden hem kendini, hem de gözyaşı akı­ tanları kurtarmak için silaha sarılmıştı. . . . . . Bu da vardığı son, işte yine onu karşılayan soğuk duvarlar. . . Dünya ile sürtüşse de, kaderine boyun eğip bu dört duvar ara­ sına girmişti. Öbür hücrelerde yatanların da, ruhları hür olsun, te­ selli bulsunlar diye "Kur-an" okuyup, namaz kıldıklarını b i liyor­ du. Ancak o ne Kur'an okuyor, ne de namaz kıl ıyordu; çünkü onun için artık namaz kılınacak kıble kalmamıştı-Ermeniler kıblesi­ ni ateşe verip yakmışlar, yıkmışlar, okunacak kutsal bir kitap dahi bırakmamışlardı-her şey onun için bitmişti. Ş i mdi bu dört duvarın arasında idi. Eskiden beri tanıdığı Reis'ten bir satranç vermesi için ricada bulunmuş, Reis de kendi evinden bir satranç getirerek ver­ mişti. Günün çoğu vaktini kendi kendine satranç oynayarak geçi­ riyordu. Herkesin dilinde idi, hatta gazeteler de, buranın bir gün müze olacağını yazıyordu. Burada yatan meşhur insanları küçücük bir halk nasıl yetiştirmişti, bu gerçekten mucize idi ! Yalnızca son yüz­ yı lda bu duvarlar kaç tane lideri görüp yolcu etmişti-Stalin'i, Ne­ riman Nerimanov'u6l , Mehmet Emin Resulzade ' yi64, Mir Cafer 63

Neriman Nerimano\" 14. 4. 1 870 (Tillis}- 19. 3. 1925 (Moskova), yıllan orasında yaşayan.

Azcrbaycan'ın yetiştirdiği milli kom!lnisılerdcn biridir, Azerbaycan Cumhuriyeıi'nin 27 Nisan 1920 tarihinde Bolşcvi.k Rus işgaline maruz kalmasında en büyük rolü oynayan gafil bir sosyalisııir. işgal­ den sonra Ermeniler ve Ruslann Azcrbaycan'da yaptıklan katliamlar ve soygunlan görtlnce ne kadar büyük bir hata yaptığını anlamış, Lenin'c yakın olsa da Moskova'ya güya yüksek mevki verilerek gO­ !ürülcrek tedrici olarak zchirlctilmiştir. 64

Mehmet Emin Resul7.adc, 3 1 . 1. 1 8 84 Bakü-Novhanı k0yQ·6. 3. 1955 Ankara. Azerbaycan'ın

Türk tarihine 1 9-20. yüzyılda kazandırdığı fenomen devlet ve siyaset odamı olup, Azerbaycan Halk Cumhuriycti 'nin kurucusudur. ilk tahsilini Sultan Mccit Ganizade 'nin 2 Numaralı Rus-Tatar (Azer­ baycan) okulunda aldı, Bakü teknik okulunu bitirip genç yaşlannda ihtihilci harekete yöneldi. Müslü­ man Gençlik Tcşkilaıı'nı kurup başkanlığını yürüttü ( 1 902 - 1 903), 1 904 yılında Rus Sosyol Demok­ rot işçi Partisi Bakü Komitesi ne7.dindc Müslüman Sosyol Demokrat Hümmet grubunu kurdurdu, 1 905- 1 907 yıllan anısında Rusyo'da meydana gelen ihtilıilden raydalonarak Ali Merdan Topçubaşı, Ahmet Ağooğlu, Ali Bey Hüscyiru:ade, Hasan Bey Zenlabi vb. birlikte Çar Rusya 'sına karşı mOca­ dclcyc girişti, "Türkleşmek, lslarnlaşmak, Çağdaşlaşmak" mellruresiyle siyasi gOrtışlc:rini pekiştirdi. Rusya"da Çarlığın eski nüfuzunu kazanmasıyla birlikte 1 907 yılında lran'a geçmek mecburiyetinde kaldı ve 1 9 1 1 yılına kadar Güney A7.erbaycan TOrklOğünOn uyanışında Onemli işler yaptı, Scııor Han ve Bağır Hanlarla gOrtlştO ve bunda kaldığı zamanda lranı Nov g87.etesini çıkardı. Aynı devirde Seyid Hasan Tağızade ile birlikte lran Demokrat Partisi'ni kurmuş, Meşrutiyet Harck.ılıı'nın bustınlmasın­ dan sonra Hasan Tağızadc ile birlikte TOrkiyc'yc geçti . Çarlığın takibinden kurtulmak için Türkiyc'yc

116


Bağırov•uM, Ebillfez Elçibey'i. Bu duvarlarla dünyanın en meşhur şairleri, bestekarları, yazar­ ları dertleşmişti. Bu duvarlara alışamayan, onlarla dost olamayan Salman Milmtaz66, Mikail Müşfik67 ve Ahmet Cevat'ı'•K bu duvarla­ rın arasında kurşunlamışlardı. Azerbaycan Türk Cumhuriyeti ' n i ku­ ranl arı da, onu yıkanları da bu duvarların arasında idam etmişlerdi . . . . . . Ayna Sultanova'nın69 saçlarını kökten kesmişler, suratında küçü cük bir salim yer bile bırakmamışlardı. Elleri iskemlenin arka-

gelen Ahmcı Ağaoğlu ve Ali Bey Hoscyin1.adc ile işbirliği yapıı ve Türk O ca ğı ' na gırdi 1 9 1 3 yılın­

da Romanovlar hancdanınm 300. yıh dolayısıyla çıkanlan artan yararlanarak Azcrbaycan·a döne re k MOsavaı Panisi'nin liderliğine seçildi. 1 9 1 7 Şubaı ih ıilal i ylc Rus csarcıindcki halklara mılli muh,..n ­ ycl hakkı tanınması yolunda mücadele etli, 1917 Nisanında Karkas Müslümanlan Kuru l ıay ı ve M a y ı ..

ayında Rusya MOslilmanlannın Moskova'da yapılan k urulıay l anna kaı ıld ı. fi k ı rl crin ı başan yla 'avun· du, ileri silrdOğil "milli mahalli muhıariyc/'' programı büyük oy fark ı yl a kabul cd ı l d ı .

Aynı yılın l l aıı­

ran ayında MOsavaı Partisi ile Nesip Bey Yusufbeyli'nin başk an l ığı n ı yürüıtOğü Turk Adcmı Mcrkczı­

ycı Panisi birleşıi ve Resulzade yine başkan seçildi. Ennenılerin. Rusl•nn kışkınm.... ı ı lc 1 9 1 K y ı l ı n · da Zengczur. Karnbağ, Şirvan, Gubn, Nahçıvan'da yapııklan kaıl iam la Mü�avat'ın bınası ve Açık Sciz gazetesi yakıld1. M. E. Rcsul7..adc anık Rusyn'dan aynlarak tam bağım s ı z bir Aı:crba yı: an de\ lc11nın kurulması çalışmalanna başladı. Trans Kafkasya Seymi dağ ıldı ktan sonra Batum Konfcransı'nda ka­

ııldığından dolayı gizli oylama ile gıyaben Azerbaycan Milli Şurası'nın baş kan lı ğına scçıldı ,.• 2X Ma­ yıs 1 9 1 8 yılında Azerbaycan Halk Curnhuriyeti'ni arkadaşlanyla birlıkıe kurdu 2 3 ay ba,kanlık cıı ıgı

Azerbaycan dcvleıinc büyQk şeyler kazandırdı, onun dünya dc\'leılcri ıarafından rc4'mcn tanınma...ını

sağladı. Kalkasya'nın elinden giıtiğini gören Bolşevik Ruslar, içcrıdek ı ı şbirl i kç ilcr \C gafı l l cn n yardı­ mıyla 27 Nisan 1920 yılında Azerbaycan Cumhuriyeıi'ni işgal cıı i . M . E. Resu l,.adc g11.lı faal ıyc ı c ha,­

ladı ve Lahıc'da bir müddet saklandı ve Müsavat'ın gizli merkezinin kwulması cmrinı \·crdı. 1 7 Ağus·

ıos 1920 ıarihinde yakalanıp hapsedildi, ancak Sıalin'in cmrıylc hapisıcn ç ı kan l arak MoskO\ a'ya go· tarO.ldO, bir müddet sonra gizlice Pcıcrsburg'dan Fin landiya ' ya geçerek orac.Jan Türkıy.:-'ye �ığındı

Bu )'lldan sonra uluslar arası alanda Azcrbaycan'ın işgaline karşı m ücadele ettı ve r\nkara"da ruhunu

Tann'ya ıeslim elli. 65

Stalin ı.amanında Azerbaycan Komünist Panisi Sekreteri ol;:m \'e Azerbaycanlı bın lcrce ;ıyJının

Enncnilerin cntrikalanyla öldürOlmesine yeşil ışık yakan. en sonunda kendi de y ine Enm:nı lc r 'ı.: Ru,.

lar "Pantürkist ve Turancı" dnmgasma maruz kalarak kurşuna dizilen yöneticisi 66

Azerbaycan'm görkemli edibi. şairi ve bilim adamıdır. 27 Nisan 1 920 tan hind..· Azı:rba�·cJn · ı n

Bloşevik Rus işgaline uğramasını sindirememiş. b u sebeple ıakibaıa ugra)'arak 1 94 1 yılında "Panıur­ kist. Turancı" suçlamalan sonucu kurşunlanarak şehiı cdilmişıir. 67

S.6. 1 908 Bakü- 1 2. 3 . 1 939 Bakü. Şair ve öğretmen bir ailedendir. Küçük )'aş l arda babam kalan

MOşfik'i yakın akrabalan himayesine almış, ilkokulu Rusça öğrcıim yapan bir ok ulda . sonra Baku "�­

retmen okulunda sonra da 42 numaralı okulda ıahsilini dı:vam cuinn iş tir. 1 9J 1 yı l ında rı:dagl'J ı ..·ns·

ıitasQnOn dil ve edcbiyaı bölümünden mezun olarak öğrı.:ımcnlik yapmıştır. Komünısı 1ulmunun ı l k

kurbanı olan şahsiyeılerden biri olarak BakU'nün Bayıl scmtind.:- ·· Panıürk i st . Tlirkıy..� casusu. Turan­ cı" suçlaması sonucu kurşuna dizilmiştir. Eserleri: KOlcklcr; Günün Seslen, Buruklar :\r.ısınd:.ı. s ..·,·ıl­ miş Eserler, Ouygu Yarpaklan. Yene O Bağ Olayd ı . Edebiyyat Ncğnıcsi.

68 S.S. 1 892 Şemkir (Seyfeli köyü)- 1 2 . 1 0. 1 937. Azcıbaycan 'ın isıiklal şaırıdır. Balkan ' " 1 . Dunya

Savaşı yıllanmla Türkiyc'yc gelen Oç hcycııc bulunmuş, B al k an savaşlannda Ahdnlla

Ş;uk ık h ı rl ı •ı,·

Kafkas gönOllOleri birliğinde Trakya cephesinde M ch mcıçik lcrlc omuz omuza duşm an a kal'\'ı çarrı;­

mış, Kanı ve Erzurum'un işgalinde Ruslar ve Enncnilcnn ru lmtı nc uJ:'.?rayan A nad�' lu lu kardı:şlı:nnın yardımma koşmuşıur. Aurbaycan'ın Bolşe\'İk Ruslar ıamfmdan işgalındcn sonr.ı müı..·adcksını dı..•\ ;mı

eııinniş, ancak 1936-1937 yıl lannda ısıırnplı hir mahkcmcdı:n sonr.:ı B ay ı l hapıshanl':!ıolmtl· kur.-un;\ ı..l ı ­

zile.rck şehit edilmiştir. Eşi de Bolşevik Rus zulmünden nasibim olmış ''"' o da harı�ı:dilmış. ,ı;ıh;ı stm­ ra cin 8 yıl sürgün hayatı yaşamış.lir. Sevilerek okumm ·· ç ırp ın ırd ı Kar.ıdcnız" iürkı..l � ü :\hml'I c..·\<HLı aittir. 69

Azcrboycon"do 27 Nisan 1920 Bolşevik Ru� işgtt l indcn :ıı;onru kunılnn N ..·rıman I" ..�nmJ.fü'I\ lu.lktl­

metinde bakanlık yapmış ve 1937 yılında Sıalin'in cmri)' lc Oldürillmüşlür

1 17


s ı na bağlanmıştı, ayakları da sandalyenin ayaklarına. O kadar işken­ ce yapmışlardı ki, artık hiçbir acı falan duymuyordu, hafızasını ta­ mamen y i tirmiş, hatta kendi kimliğini b i le unutmuştu. Karşısında onun gibi işkencelere maruz kalan, aynen kendisi gibi sandalyeye bağlanan adamın da kendi eşi Ham it Sultanov olduğunu b i lm iyordu. Promete ' de olduğu gibi kargalar kuzgunlar gelip kalbini söküp çıkarıyor, her biri bir taraftan çekiştirerek parçalıyorlardı . . . . . . Azra i l ' in elindeki elma artık buruşmuş, kokusu falan da kalmam ıştı. Tanrı ' n ı n, Ayna Sultanova 'ya biçtiği ömıiin bitmesine daha çok vardı. Azrail buraya, Ham it Sultanov'un ruhunu teslim al­ mak için gelmişti. Ancak Tanrı ' n ı n yarattığı bir yeteneğe edilen zul­ me, işkenceye katlanamadığından buraya niçin geldiğini unutmuş­ tu. Ham i t Sultanov, artık Tann ' n ı n kendine bahşettiği ömürden faz­ la yaşıyordu. Azrail, Ayna Sultanova ' y ı kurtarmak istiyordu. Azrail olsa da bu kadın ı n çektiği ıstıraplara katlanamıyor, Tanrı ' n ı n çizdiği ömür yolunu kesmeğe cesaret edemiyordu. Yalnızca bir yetkisinden faydalanarak yaratı lmış bu yeteneğin bütün duygularını, yapılan iş­ kenceleri duymasın diye elinden almıştı. Bir zamanlar Nesimi 'ye de böyle bir iyilik yapmıştı. Hamit Sultanov bütün işkencelere katlanıyordu, ancak gözü­ nün önünde eşinin, namusunun bu şekilde aşağılanmasına katlana­ m ıyordu. Ö lmek istiyor, ancak ölem iyordu. Gördükleri karşısında hayretten dona kalan Azrail, Tann ' nın, Hamit Sultanov ' un canını al­ masıyla i l g i l i emri n i unutmuştu. Tan n ' n ı n değil de, Şeyta n ' ı n kulu olanlar, kocasının gözleri önünde eşine tecavüz ediyorlar, başına b i n türlü bela açıyorlard ı . Azrai l ' i n merhamet göstermesinden dolayı kadın bunu hissedemi­ yordu, ancak eşi bunları göıiiy or, inliyor, gah Tanrı 'ya yalvarıyor, gah beddua ediyor, gah Azra i l ' i sesl iyordu. Azrail yanında durmuş olsa da ne onun yalvarışlarını duyuyor, ne de ilenmelerini-elinde bo­ zulmuş elma, öylece donup kalmıştı. Eğer Azrail o idiyse, peki bun­ lar kimdi?! Eğer Tanrı insanların can ı n ı almak için onu görevlendir­ m i şse, Tanrı ' n ı n ona verdiği yetkiyi sahiplenenler kimlerd i ! ? Bu iş­ kenceleri uygulayanları F i ravun 'un durumuna düşüıiirdil, ancak bu onun yetki s i dışındaydı-onlar daha uzun bir ömür süreceklerd i . Az­ rail ilk defa kend i n i çok aciz hissetti. Tanrı ' n ı n takdiri i le Ayna Hanı m ' ın ömıii n e 33 yıl iki ay 1 5 gün iki saat 1 1 dakika vard ı . Öyleyse bu kadın daha 3 3 yıl iki ay 1 5 gün i k i saat 1 1 dakika böylesi işkencelere katlanarak yaşamalıyd ı . Azrail artık katlanamıyor, el indeki e l m a da tamamen bozulup git­ memişti. Ve Azrail . . . 118


. . . Bozulmuş elmayı Ayna Han ı m ' a koklattı, ama o bu koku­ yu hissedemedi; aslında elmanın kokusu falan da kalmamıştı. Eli­ ni atıp göğsündeki kalbini çekip ç ı kardı. Kalp, parça parça olmuştu ve rengi siyaha çalan koyu bir kana bulaşmıştı. Bunu gören Hamit Sultanov ' un artık Azra i l ' e bir ihtiyacı kalmadı. Rahat bir nefes aldı ve Tanrı 'nın yarattığı kul lardan bir tanesi ilk defa Azrail 'siz falan ru­ hunu tesl i m etti. Azrail'in kafası Ayna Hanı m ' ı kurtamıakla meşgul olduğundan Hamit Sultanov'un canını kendisiyle birlikte alıp git­ meyi unuttu, onun canı öylece duvarlar arasında kalakaldı. Azrail

gökyüzüne

yükseldikten

sonra

Tanrı 'nın,

Hamit

Sultanov'un canını alması için kendine verdiği emri hatırlad ı . Bu unutkanlığından dolayı cezalanacağını, hem de ağır şekilde ceza­ landırılacağını anladı. Çünkü ikinci defadır Tanrı ' nın takdirini bo­ zuyordu. İ l k defa bu emri Nesimi ' nin derisi yüzüldüğü zaman boz­ muştu, O, büyük şairin canını bir saat önce alarak Şeytanın Evlatla­ rının verdiği işkenceyi duymamasını sağl amıştı. . . Azrail ' in katlanamadığı bu işkenceleri bir zamanlar her gün gören bu duvarlar, eğer gördüklerini d i le getirselerdi mi llet hayret­ ten donakalırdı. Duvarlar da m i l leti hayrete düşümıemck için susu­ yor ve bildiklerini bir devlet sım gibi saklıyorlardı . O da, buranın bir gün dünyada eşi ve benzeri olmayan bir mü­ zeye döneceğine, bütün dünyanın akın akın bu müzeyi seyretmek için Bakfı'ye geleceğine inanıyordu. İ l k defa yakalandığında Şuşa 'da zindanda yatmıştı. Hem de. Han kızı Natevan ' ın kardeşinin anısı için yaptırdığı hapishanede . . . . . . O, kardeşini Rus Çarı Nikola yakalatıp S i birya'ya yollamak istediği zaman Çar'a: -Zat-ı muhteremlerimiz, izin verin Şuşa ' da bir hapishane yap­ tırayı m , kardeşim de cezas ını o hapishanede çeksin. Çar Nikola hazretleri de Han Kızı'nın sözünü yere düşümıemişti . . . . . . Şuşa son saatlerini yaşıyordu . . . Generaller halkı düşmanın karşısında e l i yalın bırakıp toz olmuşlar. gidip Laç ı n · ı n yamac ı n ın ön kısm ında içki içiyorlardı. Halk şehri terk ediyordu. Hapishane müdürü nöbetçilere: -Açın kapı ları ! Bütün kapılar açıldı, tutsaklar bahçeye doldular. Reis: -Ermeniler artık şehre ginnek üzereler. Siz suçlu olsanız da ben sizleri ölüme terk edip gidemem. Hepiniz s e rb e sts i n i z . Kim 1 19

Gı-


nını kurtarabiliyorsa kurtarsın. Buradan kaçmayı hiçbir zaman aklına dahi getirmeyen tutsak­ lar birbirlerine baktılar. Hapishane yapılalı yüz yirmi yıl olmuş ve bu zaman zarfında yalnızca bir kaçış olayı yaşanmıştı. Hapishanenin tayin edilmemiş reisi ileriye doğru bir iki adım ahp: -Reis, bir erkeklik yapıyorsun, gel birisini daha yap! Emir ver hapishanede ne kadar silah varsa bize versinler. Suçlanmızı hiç ol­ mazsa kanımızla yıkayalım! Reis, operasyonlardan sorumlu yardımcısına baktı: -Ne diyorsun? Yardımcı: -Silahları dağıtın. Tutsaklann hepsi bir nefer gibi günahlannı kanlanyla yıkadı­ lar. Generallerin bırakıp kaçtıklan şehri birkaç saat savunabildiler ve eli yalın şehir halkı da bu zaman zarfında kadınını, çoluk çocuğu­ nu oluşabilecek ikinci Hocalı Soykınmı'ndan kurtarabildi . . . . . . Hem de Han Kızı ' nın kardeşinin yattığı " 1 5 " numaralı hüc­ rede. Bu meşhur hücrede yatmak için Reis'e iyi para vermişti. O yıl­ larda bu hücrede yatmak övünç duyulacak bir şey gibi kabul edili­ yordu: -Ulan düdük makarnası, sen benimle aşık atabilir misin ! Ben Şuşa'da on beş numaralı hücrede yatmışım be! . . . Tanrım, sen esirge . . . Yönetimin rengi olmasından dolayı mahkılmlann nefret etme­ sine rağmen bu hücreyi diğerlerinden ayırmak için kapının üstün­ deki " 1 5" rakamını da kırmızı r!!nkte yazmışlardı. Bu hücre mü­ dürlere hapishane kadar para kazandırıyordu. Yiyecek ve içecek­ ler buraya Cıdır Düzü'nden getiriliyordu. Duvarlannda halı, kilim, yerde kebeler vardı. Nefeslik adlanan küçücük penceresinden Top­ hane seyredilebiliyor, Taşaltı çayının şınltısı dinlenebiliyordu. Tu­ tuklular, böylesi dinlendirici bir musikiyle kendini az da olsa Cıdır Düzü'ndeki hür insanlar gibi hissedebiliyordu. Kısaca, Şuşa'da yaz aylannda bir evin aylık kirası yüz manat idiyse bu hücrenin kirası üç yüz manat idi, hem de şahıs başına. Hapishanede hiçbir hücrenin üstündeki rakamı kırmızı boya ile yazmamışlardı. Hangi birini yazacaklardı ki?! Her birinde bırakı­ nız Han Kızı'nın kardeşini, hatta kendinden de meşhur insanlar yat­ mıştı. Hatta bir hücreyi birkaç meşhur insan sahipleniyordu. O, böy­ lesine meşhur insanlann yanında listeye bile giremiyordu. 1 20


Şuşa'daki " 1 5" numaralı hücrenin dışındaki pahalı hücreler­ de Azerbaycan parası değil, Amerikan dolan geçerl iyd i . O da paha­ lı bir hücredeydi, ancak ne parası, ne de şöhreti buraya düşmesine yardımcı olmuştu-Reis bir zamanlar bu " 1 5" numaralı hücrenin so­ rumlusu olmuştu. Bir zamanlar Şair ' e işkence edilen bu pahalı hücrede şimdi kendisi yatıyordu. Vaktiyle Mehmet Emin Resulzade ' n in, Stal i n ' in bu hücreden kaçmasını sağlayarak dünyaya büyük bir kötülük yap­ tığını, sonralar aynı Stalin ' in, Mehmet Emin ' e bu hücrede işkence yaptırdığından haberi b i le yoktu. Oturmuş düşünüyordu; burası bir gün gelip müze olsa da ken­ di adı orada yer almayacaktı; çünkü burada yatan meşhurların ara­ sında onun ismi çok yavan kalırdı. . . . Ama o da, diğerleri de, buranın bir gün müzeye çevrilece­ ğini yazan gazeteciler de hata yapıyorlardı-burası asla müze olma­ yacaktı. Para babalarından birisi bir gün burayı satın alıp özelleşti­ recek, sonra da söktürüp yerinde metre karesi beş bin dolara satı­ lan gökdelenler yaptıracaktı . Dünyada ruhların varlığına inanan

ve

bu ruhların anlan rahat uyumaya müsaade etmeyeceğinden habersiz kimseler, ya da böyle şeylere inanmayanlar bu gökdelende aldıkla­ n

evlerden hayır görmeyeceklerd i . B u ona satacaktı, o diğerine, so­

nunda hiç kimse buradan ev almak istemeyecekti. Geceleri bu b i na­ larda şimdi Şehitler H ıyabanı ' nın altında bulunan Çemberekend'" mezarl ığının yerinde yapılmış dört gökdelen gibi ışıklar yanmaya­ caktı. Günlerin birinde Bakfı'de hafif bir deprem olacak ve bu b i na­ lar o zelzelede çökecek, daha sonra hiç k imse buralarda yeni b i nalar yapmaya cesaret edemeyecekti. Şehrin belediye başkanı burada bü­ yük bir park yapacak ve bir tane de tabela yazdırıp önüne astıracakt ı . O zamana daha ç o k vard ı . Ş a i r ' e , Şeytan Evlatlarının işkence ettiği hücrenin duvarları arasında oturmuş, düşünmekten yorgun dü­ şerek kendi kendine satranç oynuyordu . . . ***

Akşam saat sekiz haberlerinde okunan Devlet Başkan ı ' n ı ıı ta­ limatı Çadır Şehri ' n i Dolu gibi sarstı. Bu ani dolunun sc,·inciyk herkes çadırdan dışarıya fırlad ı . Şeh i rde çalıp çağımrn g ı rla gitıııı.:BokO'dc şimdiki Şehidler l hyobonı'nm olduğu yerdi r. Azerbaycan Dc\' lı:lı'nın kunılma!'>ı � olun­ da can lannı veren, özel likle de Türkiye'den Azcrbaycan·a yun..hm3 gu.Jcnlcrın dı:fncdıl<lı�ı moar\ı\.. ­

70

h. Bolşevik Rus işgalinden sonra bu mc1.nrlık )'l!"rlc bir \."<.! ildi \'C park yapıldı. Aurhay1..·;m'1 ı��;ıl Clh.·rı

1 1 . Kızılordu'nun komutanı Kirov'un heykeli yapıldı. 20 Ckak 1990 katliamında şdut lllanlar tnır.ıy.ı

defnedildi ve bağımsızlık tekrar ko.zonıldıktan sonro Kin.w 'un hcykclı OOymımı ıp ıakıl:ır.ıl-. :-.ı)kuh·ır ulıld1. Şu antla Kom Yonvor denen 20 Ocok keılinmındn \'C Kornba� sa\'aşlnnnda �chıt l'kınlar hur.ıJ:ı yaımakıadır. Nur içinde yotsııılor.

121


ye başladı. Sanki halka "artık yann evinize dönüyorsunuz" şeklin­ de bir şey söylenmişti. En son böylesi bir tantana Türkiye 'nin, Dünya Kupası final­ lerinde üçüncü olduğu gece yaşanmıştı. Halk kitleler halinde, na­ ralar atarak sokaklara, caddelere akın etmişti . . . Ağlayan mı dersin, elinde Türkiye bayraklarını sal layan mı dersin, kocaman ateşler ya­ kan mı . . . Aniden gürüldeyen bu uğultuyla, uykusunun en tatlı yerinde n s ıçrayarak uyanan Musa'nın anası oğlunun yüzündeki sevinci göre­ rek sordu: -Ne oldu, a yavrum? -Türkler galip geldi. -Karabağ ' ı mı geri aldılar? -Ne Karabağ be? Futbolda ana, dünya şampiyonasında galip geldiler. Musa'nın anası kafasını sallayıp: -Allah akıl fikir versin! Ben de, savaş bittiğini zannettim. Yediden yetmişe herkes Peleng'in anasına müjde vermeye koştu: -Devlet Başkanı Peleng'e "Milli Kahraman" unvanı verd i ! Çadınn kapısı açıktı. . . . . . Peleng'in anası divanda yüzükoyun uzanmış, alt kirpikle­ rinin ucunda iki damla yaş birikmişti. Ona şah damarından da ya­ kın olan Tanrı 'yı arayan bakışları, açık kapıdan göıiinen bir parça­ cık kararmı ş gökyüzüne takılıp kalmıştı . . . Sol eli aşağı sarkmıştı. Sağ elinde ise bir kalpak vardı-Reşid Behbudov'un Peleng'e hedi­ ye ettiği kalpak . . . Peleng 'in anasına müjde vermeye gidenlerin hiçbirisi ona ver­ diği müjdenin karşılığını alamadı . . . •••

Dünyanın en tatlı şeyi olan hürriyetin tadını, lezzetini duymadı sank i . Bu hürriyetin hasretini az çekmemişti. Gelen hürriyetin tadı olmazsa, bir hürriyette onu hiçbir kimse herhangi bir yerde beklemi­ yorsa, o hürriyet kime gerekti-böylesine tatsız, tuzsuz hürriyet ona da gerek değildi . . . Demir kapılar gıcırtıyla ardınca kapandığında bu altı mi lyarlık dünyada kendini içeride yattığı günlerden daha yalnız hissetti. Nere­ ye gitsin, kime gitsin?! Hangi yüzle Dünyanın En Zengin Şehri 'nin her tarafa dağılmış halkının karşısına çıksın?! Savaş, Tanrı 'nın ona verebileceği, ancak vakit bulup da veremediği bütün şeyleri elinden almış, karşılığında ise beyazlaşmış saçlar, bir de dünya büyüklüğün1 22


deki acıyı ve sızıyı güç bela taşıyabilen, her an kopup yere yuvarla­ nabilecek bir yürek vennişti. Azıcık da çoktan unutularak yalnızca sararmış gazete sayfalannda kalan, ne kendine, ne de herhangi biri­ ne gerekmeyecek bir şöhret ihsan etmişti. Geçen bu on yıl içinde hiç kim se onun adını, sırf onun adı olduğu için oğluna vermemişti, hat­ ta ölümün pençesinden kurtardığı insanlar bile.

Karabağ halkının Nasrettin Hoca ' nın fıkralarında geçen yor­ gan davası bitmiş, olan zavallı lara, güçsüzlere olmuş, dünya geri dönerek kendi yörüngesine oturmuştu. Artık kendi etrafında yirmi dört saat, güneşin etrafında üç yüz altmış beş gün. on iki saat dö­ nerek keyfini sürüyor, kendince bir şov gerçekleştiriyordu. Bu şo­ vun kahramanları, onun gibi nice savaş kahramanlarını çoktaaan unutturmuştu. Hem baldızı; hem de kayın biraderinin eşi ile aşk ha­ yatı yaşayan, kayın anasının kendine duyduğu ilgiye kayıtsız ka­ lan Hose Antuan Rodrigues'in kayın anasının ıstırapları bir taraf­ tan, dostu i le birlikte trafik kazasına kurban giden Diana 'nın ölümü­ nü acısı bir taraftan, "Aşka Sürgün" dizisindeki kızın gözyaşları bir taraftan-insanları müthiş etkilemişti . . . İ nsan böylelerine acı yor. hat­ ta içi c ızzz ederek yanıp kavruluyordu . . . Vaktiyle attan indirip çayhaneden kovdukları kimseler şimdi yine at belinde idi. Bir "Jiguli" marka araba almak için yanıp tutuşan. ancak elde edemeyenler şimdi ithal otomobi llerle korumalar eşl iğinde dolaşıyorlar, her gün gazete sayfalannı süslüyorlard ı . En meşhur sa­ natçılardan bile meşhur olmuşlardı. Yıl boyu seyahat ediyorlardı. Bü­

yük büyük devletlerin yöneticileri ile yiyip iç iyor. göz alıcı fotoğraflar çektiriyorlardı. Yakalanma furyasında bir tanesinin bile bumu kanama­ mış, ara yerde kendisi gibi fakir fukaraların canı çıkmıştı. Kendinin tamamen unutulduğunu düşünüyordu . . . . . . B u insanların tıynetine bakın hele; milyonlarca parayı ye­ diklerinden dolayı hapsedilenleri, düne kadar demokrasiye de. ken­ dilerine de küfreden devlet memurlarını savunan komiteler oluştu­ ruyorlard ı . Siyasi çizgi lerinden dolayı takibata uğrayan n: h::ıp�edi­ len kimselerin l istesine kendi adlarını da i lave ediyor

ve

Avrupa ' n ın

kapılarını aşındırıyorlardı. Ama bu kadar yıl zarfında bir defa bile olsa onu hatırlamamışlardı . . . . . . Peş peşe adamlar gitti . . . -Bey . . . . . . Bey, sözünü önceden de sevmiyordu. Ona "Bey" diye hitap edince sinirleniyordu: 1 23


-Yahu, ne "bey, bey" diye tutturmuşsunuz? Beyin anası ya beyle yatağa girer veya babası bey kızıyla. Benim ne anam bey­ le aynı yatağa girmiş, ne de babam bey kızıyla. Yoksulun köpeğine "gümüş" adını verdiği gibi hepiniz "bey" adını almışsınız. Beylerin toprağında düşman tanlcı at oynatamaz. Bir seferinde Bakô'den telefon açmışlardı: -Bey'in71 Kömekçisiyim72, Bey diyor ki . . . O da Kömekçi 'nin lafını ağzına tıkamıştı: -Dostum, beyin kömekçisi olmuyor, hizmetçisi oluyor!­ diyerek telefonu onun yüzüne kapamıştı . . . . -Bey, bizim partiye geç, yann öbür gün hfilcimiyete geliyoruz. .. -Bey, bu anda ülkede iki parti var birisi YAP73, diğeri de bizimkidir, başkan, onun yardımcılığı görevini size teklif ediyor. . . -Bey, İtibar Bey'� sizi akşam yemeğine davet ediyor . . . -Bey, Resul Beyn New York'tan telefon etmişti, seni soruyordu . . . -Bey, başkan, Karabağ Azadlık Teşkilatı'nı gelsin ona vereyim diyor. . . . . . Bey, bey, bey . . . Ev sahibi korkmaya, endişelenmeğe başlamıştı: -Yavrum gücenme, başka bir ev bulup taşınsan nasıl olur? Böl­ geden sorumlu polis subayı her gün mahallededir. Oğlumun küçü­ cük bir büfesi var, güç bela geçiniyoruz. Allah'ını seversen darıl­ ma emi . . . -Peki teyze, peki, birkaç güne ayrılır başka yere giderim. Gece bu oda ona, bir zamanlar Şeytan'ın kendisinin yattığı, Şeytan ' ın emri ile Mehmet Emin Resulzade' nin dövüldüğü, Şair'e işkence verildiği, Avrupa'dan gelen insan haklarını savunan millet­ vekillerini satrançta evire çevire yendiği hücreden de soğuk, karan­ lık ve dar geldi. Azrail ' in bozulmuş elmasını bile koklamadan canı­ nı teslim eden Ayna Sultanova'ya yapılan işkencelere katlanamaya­ rak çatlayan duvarların arasında kendini hiç bu kadar kötü hissetme­ mişti. Canı sıkıldı. Yüzlerce yiğidi bir işareti ile ölüme yollayan, ayağını yere vur­ duğunda Dünyanın En Zengin Şehri gibi bir şehri tir tir titreten, ba­ kanların gırtlağından bir kuşun boğazına yapışır gibi yapışan biri71

Elçibey'e Azabaycanhlar kısaca '"Bey"" diye hiıap ediyorlardı.

72

ôz.el kalem müdllrO.

73

Merhum Haydar Aliycv"in kurdup Yeni Azerbaycan Panisi.

74

Azerbaycan Milli lsıiklaJ Panisi"ni 1 99 1 yıllarında kuran hibar Mcmmcdov.

7S

Haydar Aliycv döneminde Azerbaycan Milli Meclis Başkanlığı görevini yııroıcn, daha "°nrn yol­ lan ayrılan ve şu anda ABD'de yaşayan siyDBclçi.

1 24


ne bu büyüklükteki ülkede-yolunda her şeyini kurban verdiği bu bü­

yüklükteki ülkede Allah ' ın kiralık bir odasını

bile çok görüyorlard ı .

Ancak onu bundan daha fazla sarsan başka b i r şey vardı. Yaralardan akan kanlar henüz kurumadan insanlar her şeyi unutmuşlard ı . Bu dünyada sanki hiçbir şey olmamıştı-ne Dünyanın En Zengin Şehri, ne Karabağ, ne şehitler, ne de kucaklarda "emmi, bırakma öleyim" diyerek can veren ve henüz gerdek yüzü gönnemiş Vurgun Vunnuş Gençler-herkes kendi işinin peşindeydi . Kapısına kadar gelip b i r şeyler teklif eden elçi lerin patronla­ rının asıl gayesinin ise, onun eskiden yaptığı hizmetlerini değerlen­ dinnek yerine yalnızca kendi gayeleri uğrunda kullanmak olduğu­ nu çok iyi biliyordu. Elçi lerin hiçbirine kötü söz diyerek kapıdan kovmam ıştı. Alaylı bir ifade ile gelen elçi leri dinlemiş ve "düşünürüm" demiş­ ti. Elçiler de onun istihzalı tavrını gönnezden gelmiş. yalnızca d i n­ lemişlerdi. Ancak bir tanesi onu zıvanadan çıkardı. Yiğit bir delikanlıydı ve vaktiyle bir şehri savunuyordu. Savaşın yorgunluğunu ve atmosferini unutması için onu da Bayıl'daki pahalı otelin'", pahalı hücrelerinin bi­ rine dinlenmeye yollamışlardı. Savaş havasını içinden atana kadar ora­ da dinlenmişti, sonra Devlet Başkanı ' nın affıyla çıkmıştı. -Utanmıyor musun? -Neden utanacağım? -Bir şehri savunan yiğittin, şimdi birinin korumasını üstlenmişsin. Yani bu adam, koruduğun o şehi rden daha mı paha l ıdır? B i r de gazeteye beyanat vererek, ona bir laf söylemek isteyen benim cesedimi çiğneyip geçtikten sonra onu yapmalıdır diyorsun. Senin cesedin, savunduğun şehirde kalmal ı yd ı . İ kimiz de. cesetlerimizin oralarda kalmamasından dolayı utanç duymalıyız. Kafamı kaldırıp halkın yüzüne bakamıyorum. "Şehrin öldüğünde sen neden ölme­ din" diyerek yüzüme tüküreceklerini zannediyorum. Şimdi de. mah­ cubiyetten ölüp yerin dibine geçmek şöyle dursun, utanıp s ı k ı lma­ dan bir de kalkıp bana gelerek, senin yaptığın gibi bir iti konımamı teklif ediyorsun. Ayıp be ! Onu yapacağımıza gel de gidip kendi boy­ numuza yağlı urganı geçirelim. Bu laflar gelen adama kurşun gibi işlemişt i . Başını aşağı eğip kıpkınnızı kesilmiş ve tek kelime etmeden kalkıp gitm i şti. Ertesi gün gazeteler onun partiden istifa ettiğini yazmışlardı. Sabahı, bu şekilde asla içinden çıkamayacağı düşünceler gir76

Bayıl Hapishonosi. 1 25


dabında açtı. Giyinip evden çıktı. Hapishaneden çıktıktan sonra kaç sefer tanıdık bir yerlere gitmek istemiş, ancak yapamam ıştı. Gelen adama dediği gibi, halkın yüzüne tüküreceğinden korkmuştu. Dün­ yanın En Zengin Şehri ' nin düşman eline geçmesinde en büyük ka­ bahati kendinde görüyordu. Kaç y ı ldır kaldıramadığı bu yükün al­ tında eziliyordu. Sonra bu yükün onu ömrünün sonuna kadar ezece­ ğini ve bu ezilmişlikle ölüp gideceğini biliyordu. Ona göre Komutan çoktan ölüp gitmişti, şimdi nefes alıp vererek yaşayan ise Komutan değildi, peki kimdi, onu kendi de bilmiyordu. Dışan çıktığında ev sahibi: -H ı ı yavrum, ne diyorsun? -Endişelenme teyze, kasabaya gidiyorum, iki üç gün sonra gelip eşyalarımı alıp götüreceğim. -Darı lma oğu l ! Her şeyi anladığının farkındayım ! -Kın lmam ! "Şamahinka" denen yere doğru gitti. Dünya kurulalı beri kasabalara, diğer şehirlere giden arabalar burada müşteri bekliyordu: -Yevlak 'a iki kişi . . . �Gence'ye, Gence'ye . . . -Göyçay'a iki kişi . . . Arabalanna müşteri bekleyenler onu görünce etrafını sardı lar: -Nereye, kardeş? -Dünyanın En Zengin Şehri ' ne. -Nereye? -Duyduğunuz yere. Birbirlerine baktılar: -Bu ne diyor be? ! Üzerinde eski bir asker gömleği olan genç sürücü: -Emmi, ben o tarafa gidiyorum. Sen şurada park ı n içinde bir bardak çay iç, beş-on dakikaya bir-iki kişi de bulayım sonra gideriz. Çayhanede pek fazla kimse yoktu. Bir masada iki yaşlı adam başlannı ellerinin arasına almış satranç oynuyordu. Birisi de sanki futbol takımlarından birinin taraftanymış gibi yerinde duramıyor­ du. Satrancı çok sevdiğinden biraz onlara yakın masaya çöktü. Gözü satrançta idi. Yanlanndaki adam oynayanlara göz açtırmıyordu, ba­ zen birisine hamle yolu gösteriyordu, bazen de diğerine. Oynayan­ lar ise onun gösterdiği hamleyi yapmıyorlard ı . O da sinirleniyordu: -Yaa, vallahi bunu bilmiyorsunuz. -Bırak da şu zıkkımı rahat oynayalım be! 1 26


Satranç oynadığında dünyayı da, kendini de, hatta Dünyanın En Zengin Şehri ' n i de unutuyordu. Karalı akl ı 64 haneli bir tahıa parçası nı, aklı karalı 3 2 figürü insan akl ının henüz sonuna kadar va­ ramadığı bir mucize olarak görüyordu. Bu fi gürl erden on altı tane­ si onun yönetimindeydi, hatta Tanrı ' nın yeryüzündeki gölgesi olan şahı da. Satrancı insanların yaratmadığını, çünkü insanın böylesi bir mucizeyi keşfedebilecek akla sahip olmadığını hiç dil inden düşür­ müyordu. "Yeri de, göğü de nasıl yaratmışsa, satrancı da Tanrı ken­ disi için yaratmıştır. Tanrı, ona itaatinden uzaklaşmış bu dünyayı ya­ rattığına pişmandır, ancak onları mahvederek hesap sormak istemi­ yor. İ nsanların canını almaktan yorulup bitkin düşen ve kaç milyon yıldır elinde istifa dilekçes j olmak kaydıyla dergah ı n ı n ağzında du­ rarak boynunu büken Azrai l ' den kurtulmak istediğinde bir an her şeyi unutmak ve d inlenmek için kendi kendisiyle satranç oynuyor"­ diyordu. Ve şunu da ekliyordu; "Fisher, Tann' nın işine karı şıp bu muc i­ zenin ne o lduğunu anlamak istediği için, Tanrı onun akl ını e l i nden aldı ve satrancın bir sır olarak kalmasını isted i . Satrançla ilgi l i dü­ şüncelerin i dile getirdiği zaman, onun bir mucizevi oyun olduğun­ dan habersiz olan arkadaştan: -Yaa, vallahi sen aklını kaybetmişsin- diyordu. B i raz kültürlü arkadaştan: -Marks, satrancın dünyanın en ahmak oyunu olduğunu söylemiş. Dünya, Tanrı'nın iradesi dışına çıktığında arkadaşları : -Galiba, Al lah ' ı n kafası satrançla meşguldür.-demişti. Hapishanede, tutsak arkadaştan onun satranç oynadığında bütün acılardan ve sıkıntı lardan sıyrıldığını görmüşlerd i . Altıncı bölü­ me haber salmışlar, onlar da orada özel bir satranç tahtası yaptırarak Komutan 'a yollamışlardı. Hapishane müdüründen çok edebiyat öğretmenine benzeyen. tutsaklara, özellikle de gençlere nasihat etmekten bıkıp usanmayan Reis de satranç hastası olduğundan dolayı, azıcık satranç b i lenle­ ri Komutan'la aynı koğuşa yol luyordu. Bazen de bir bahane bulup onun yanına gidiyor, Komutan ' l a büyük bir hazla bir iki parti sat­ ranç oynuyordu; sürekli o larak da yen i liyordu. Her sefer yen i ldiğin­ de kafasını sallayıp: .Komutan, vallahi sen satranc ın peş ini bırakmasan çoktan dünya şampiyonu olurdun. -diyordu. Rei s ' in , Komutan 'la eski arkadaş olduklarından dolayı ona özel bir saygı duymasından herkes haberdard ı . Hatta yukarıların da 1 27


bundan haberi vardı. Reis birkaç sefer Büyük Reis'e düşüncesini açarak demişti: -Avrupa'da hapishaneler arasında çeşitli spor turnuvaları dü­ zenleniyor. Biz de satranç yarışması yapsak nasıl olur?! Büyük Reis: -Aklından zorun mu var! İ stiyorsan yeni bir yıldız yarışma­ sı yap, ha! Reis bir seferinde Avrupa' dan gelen insan haklan savunucula­ rını döndürüp dolaştırıp onun koğuşuna getirmiş, onu da siyasi tut­ saklar l istesine geçirmek istemişti . İ nsan hakları savunucularına ön­ ceden, onun Halk Cephesi'nin en tanınmış simalarından biri oldu­ ğunu söylemişti. "Komutan'a da, içinde neler varsa söyle" diye işa­ ret etmişti. -Herhangi bir şikayetiniz var mı? -Hayır. -Neden hapse düştünüz? - İ nsanı niçin hapse atarlar? Suç işledim de ondan. -Hangi suçu? -Birini öldürdüm . -Önceleri Halk Cephesi saflarında mücadele ettiniz mi? -Hayır. -Kendinizi siyasi tutsak olarak kabul ediyor musunuz? -Hayır, ben siyasetçi değilim. Reis de morali bozuk bir şekilde kafasını sallayıp kulağına eği­ lerek fısıltıyla: -Babası rahmet, böylesi önemli görevler taşıyan insanları tutup ayağına getirmişim, sen de "birini öldürdüm" diyorsun! -Yalan mı konuşayım? İ nsan haklan savunucuları masanın üstünde müzede sergile­ nen eşyalara benzeyen son derece güzel satranç tahtasına hayran hayran bakmışlar, figürleri ellerine alıp ilgiyle teker teker süzerek: "Hiçbir yerde böylesine güzel satranç görmedik" -demişlerdi. Reis de böbürlenerek demişti ki: -Tutsaklar yaptı . Avrupalı konuklar buna inanmamıştı: -Gerçekten de bunu tutsaklar mı yapmış? -Evet. -Peki kimler oynuyor bununla? Reis, Komutan ' ı göstermişti. -Bizimle oynar mı? 1 28


Reis: -Komutan, şu Avrupalılara bir ders ver. İller, kendilerinden daha akıllı insanların olmadığını zannediyorlar. Komutan gülümseyerek: -Senin hatırın için peki. Komutan da her iki hukukçuyu satranç tahtasının üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa sürükleyerek perişan etmişti. Komutan'a art arda yenilen ve bu duruma hayret eden konuk­ lardan birisi ona bakıp omuzlarını si lkerek: -Olağanüstü bir şey bu ! Ben profesyonel satranç oyuncusu­ yum, zamanında dünya şampiyonalarına da katıldım ve böylesine rastlamadım. Bu adam Fisher gibi oynuyor. Reis: -Komutan, gördün mü, bunlar da benim dediklerimi tekrar ediyor. Konuklar oradan ayrılırken kendi kartvizitlerini Komutan ' a vererek, Avrupa'ya yolu 'düşerse mutlaka kendilerini aramalarını rica etmişlerdi. Sonra da elini kuvvetle sıkıp samimi bir ifade i le: -Şampiyon!-diyerek çıkıp gitmişlerdi. Komutan da hiçbir zaman misafiri olmayacağı insanların kar­ tını nezaket icabı olsa da kabul etmemişti . Konukların kırılmaması için de kartları Reis almıştı. Ancak Komutan, satranç tahtasını onla­ ra hediye etmişti. Konuklar almak istemeyip: -Hayır, böylesine pahalı bir hediyeyi kabul edemeyiz-demişt i . Reis d e onlara: Bu halkın çok özel bir geleneği vardır, konu-

ğun hoşlandığı şeyi mutlaka ona hediye ederler, eğer konuk onu al­ mazsa kendilerini hakarete uğramış kabul ederler. Çok rica ediyo­ rum, halkımızın geleneğine saygı göstererek hediyeyi kabul edin! -demişti. Konuklar da, geleneğe saygı göstennek mecburiyetinde kala­ rak Komutan ' ın hediyesini kabul etmişlerdi. Onlar gittikten sonra hapishane ile ilgili özel bir rapor hazırla­ mışlardı. Her zaman Avrupal ıların sert tenkitlerine maruz kalan Bü­

yük Reis, raporu okuyunca hayret etmiş ve Küçük Rei s ' i sesleınişıi: -Sen onlara, bizi övmeleri için neler yaptın? -Ben değil, Komutan yaptı. Sonra olayı anlatmıştı. Küçük Reis: -Reis, vallahi doğru diyorum, gel bir yarışına düzenleyel im. Görüyorsun işte! -Peki, düşünürüm. Büyüklerle konuşayım. bakalun ne diyorlar. 1 29


Komutan bir seferinde sordu: -Reis, benimle arkadaşlık yaptığın için korkmuyor musun? Reis yan şaka: -Sağ olasıca, ben sizlerle aynı yerde tam yirmi sekiz yıldır ceza çekiyorum. Daha beş yılım var. Sen benden daha erken çıkacaksın. Benim koğuşumda klima var, bir de silrücüm her öğlen bana yeme­ ğimi getiriyor, farkımız yalnızca budur. Serbest bırakıldığında odasında son defa Komutan ' la satranç oynayan ve yine de kaybeden Reis aynldıklarında: -Komutan, Allah' ını seversen vaktin olduğunda uğra satranç oynarız . . . -demişti . . . . Şimdi gözil satranca takı lıp kalmış, çayı da soğumuştu. Her yanlış hamle yapıldığında rahatsızlık duyarak yerinde kımıldanıyor, diğer seyirci gibi az kalsın mildahale etmek istiyordu. B i rden en ar­ kadaki masalardan bi rinden Dünyanın En Zengin Şehri 'nin adının an ı ldığını duydu. -Hayır, oraya gitmedim. Gukasyan ' ın da oraya gitmemi is­ temediğini anladım, ben de ilstelemedim. B i r de, orada taş ilstün­ de taş kalmamış, hiçbir şey yok ki?! Her yer darmadağın olmuş. Hocal ı ' ya, Askeran ' a gittim. Dünyanın En Zengin Şehri'ne giren ilk tankın üzerinde fotoğraf bile çektirdim. -Peki Şuşa' ya?

-Gukasyan ' l a birlikte Cıdır Dilzü'ne, oradan İ sa Bulağ ı ' na gittik, bana güzel bir ziyafet çekti. Komutan ' ı soğuk terler bastı, geri döndü, üç yakışıklı gençti . . . Birisini hemen tanıdı . . . . . . -Bu konuda yazın be! Nedir böyle beş altı tane kapalı kapı­ yı bulup çekerek götürüp televizyonda gösteriyor ve bağınp çağıra­ rak "halk kaçmış" diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz, gayeniz ne? Ermenilere, "çekinmeyin, şehirde kimse kalmamış" diye sinyal m i yol luyorsunuz?! -Benim o hanımın yaptığı programla ilgim yok. Soğumuş çayını alıp yere serpti, bardağını yeniden doldurdu, bir yudum içtikten sonra sözlerini devam ettirdi: -Git! Git de o doktoru bul ve o şerefsizi rezil et! B i risi bu va­ tan için canını veriyor, diğeri de o gencin, düşman bombasıyla ya­ ralanm ış anasını amel i yat ettiği için para istiyor. Hayır, bunlan yaz­ mazsın sen. Gidip ne yazacağını biliyor musun?! Öylesi yiğitler bir tarafta duracak, demin gördilklerini yazacaksın. Halk Cephes i ' nin adanılan eşkıyalık yapıyor, görevlileri soyuyor, birbirlerinin kanı­ nı içiyor-diyeceksin; çilnkü senin hilkilmetin böyle yazmanı istiyor. 1 30


Gazeteci kafasını salladı: -Komutan, ben hükümetin adamı değilim. Eğer öyle olsaydım hükümetin yetkililerinin yanına giderdim, buraya gelmezdim. -Al çayını iç. Kırılma, gerçek budur işte. Bakfı'de oturuyorsu­ nuz, buradan haberiniz yok. İ nsanlar deli gibi hareket edi yor, söyle­ nen her laftan küplere biniyor. Gazetede çıkan önemsiz bir yalan ha­ ber insana Ermeni kurşunundan daha beter işliyor. Dün o program­ dan sonra şehir hiddetle dalgalandı. Ben olmasam çocuklar gidip o programı yapanın stüdyonun önünde pesti lini çıkarıp, leş gibi yer­ lerde sürükleyecekti. Dediğin röportaja gelince . . . B i l iyorsun dos­ tum, savaşta üç çeşit insan vardır. Çarpışanl ar, tankın üzerinde fo­ toğraf çektirenler, bir de röportaj ver!':nler. Bu kocaman şeh irde iki tanecik tank vardır, birisini halk kendi parasıyla almış ve Karağa­ cı mezarlığında Ermenilerin önünü kesmiş, diğerini de Muttalibov kendi adamlarına yollamış. sanki biz Sovycılcr Birliği iktidarının beyinlere düşman olarak kazıdığı Almanlarız. Beyaz Saray ' ı n önün­ dedir, oradakilere nöbet tutuyor. Fotoğraf çckti rınek isteyenler için­ dir, istiyorsan git birini de sen çektir. Bizim taburdakiler savaşçıdır. fotoğraf çektirilen yeri de gösterdim. Röportaj verenler de Beyaz Saray 'da bi lardo oynuyorlar. Gecenin karanlığı çöker çökmez de ka­ çıp Berde'ye gidiyorlar. Şimdiye kadar bir tanesi bile buraya atılan bombalardan birinin dahi sesini duymam ıştır. Hana Berde'den bu tarafa adımını atmayanlar da vardır. Süıiicüleri gelip izin kağıtlarını mühürletip götüıiiyor. -Bunları biliyorum . -Haberin varsa g i t d e yaz, neden yazmıyorsun . . ? . . . -Gukasyan ilginç biridir. Kendisiyle bir röportaj yaptım. bir­ kaç güne kalmaz gazetede yayınlayacağım . . . . - İ nsan ne kadar moralini yüksek tutabilir? Morali topa dol­ durup mermi yerine fırlatmıyorlar canım ! Lenkeran'dan beş-a l t ı tane gönüllü gelmiş. Tıfıl çocuklardır ve her biri ateş gibidir. h\'cl­ si gün ikisini vurdular. Birisi henüz çocukluk çağını bitiriyordu. ku­ cağımda ruhunu teslim etti . Can verirken: "Emmi. bırakma ökyim. emmi . . . " -diyordu . . . . -Erivan'da Köçeryan ' la göıiiştük . . . . Drakon'u bağrına basmış, yavrusu vurulmuş kaplan gibi göğsünden akan kanı henüz kurumamış yaralarını yal ıyordu . . . 131


. . . Yerinden kalktı ve kalkması ile deminden beri Gukasyan'dan bahseden gence nasıl bir tane indirdiyse, çocuk arkadaki masaya uçtu ve masayla birlikte yere yuvarlandı-çayhane aniden irkildi. Ya­ kasından tutup kaldırdı ve yumruğunu tekrar indirdi. Genç yere dev­ rilince tekmelemeye başladı. Arkadaşlarına yardım etmeğe yeltenen diğer gençlere de: -Sizin de . . . Hangine vurduysa yerinden kalkamadı. Üçünü de birbirine katmış pataklıyordu. Kimse aralamak için yaklaşamıyordu. Birisi bağırmaya başladı: -Pol is! Polis! Polisi sesleyin! Bağınp çağırmayı duyarak koşup gelen deminki Asker Göm­ lekli Sürücü onun kolundan tutup çayhaneden çıkarmaya çalışıyor­ du: -Emmi, polisler şimdi akın eder. Gel seni buradan çıkarayım. Gelsene be! Dövdüklerinin üçü de yerde inliyordu, hiddeti biraz olsun geç­ miş gibiydi. Masanın üzerinde duran fotoğraf makinesi gözüne ta­ kıldı, a l ıp yere çaldı. Asker Gömlekli Sürücü ise kolundan çekerek yalvarıyordu: -Hadi, gel artık ! Öyle bir tavırla yalvarıyordu ki, gelen polisler sanki onu ya­ kalayacaktı. Dövdükleri bir türlü kendine gelemiyordu. Çoktan beridir böy­ lesine içine sinercesine birilerini dövmemişti. Attığı dayak içine sin­ mişti. Kolunu Asker Gömlekli Sürücü ' nün elinden kurtardı , sonra da mendille elinin kanını sildi, üstünü başını çırptı ve hiçbir şey ol­ mamış gibi masasına döndü. Kıraathanedekiler hayretle bir yerde inleyenlere, bir de dönüp ona bakıyordu. Satranç oynayanlar da dur­ muşlard ı . Çayını içmek istedi, baktı soğumuş, çaycıyı sesledi: -Dostum bana bir çay getir. Asker Gömlekli Sürücü: -Bu ne biçim insan, be ! ? "' "' *

-Reis, çocuklar birisini yakalayıp getirmiş ler. -Niçin? -Şamahinka'daki kıraathanede üç gazeteciği dövmüş. -Kimi dövmüş? - Üç gazeteciyi. 1 32


Reis yerinden kalktı, ellerini birbirine vurarak kahkahayla güldü: -Eline sağlık, amma yapmış, haa! Gırtlağımıza çıkarmışlar! Nerede çalışıyorlar? -Bilmiyorum, Reis. Ama çok berbat in sa n l a ra benziyorlar. De­ minden beri telefon açmadıkları yer kalmadı. A merika nın Sesi , BBC, Hürriyet Radyosu, bilmem nere, nere. Öy les in e bir gürü l tü '

koparmışlar ki, müthiş! Hepsi de, "Bizi iktidar dövdürmüş" d iyor. -Halt ediyorlar. Döven kim? - İ ki sabıkası var, üst üste yirmi yıl yatm ış. -Kaç yıl? -Yirmi yıl! İ çeriden henüz çıkmış. -Kavga neden olmuş? -Bilmiyoruz. -Şahit var m ı ? -Hayır. -Yahu, o büyüklükteki çayhanede kim se yok muymuş? -Olmaz olur mu, ama kimse şahitlik yap m ak istememiş. - İ yi. Önce şu gazeteci leri sesle. Gazetec iler, suratları çarşamba çanağına dönmüş. üst başları yırtılmış halde bağıra çağıra içeri girdiler. Reis birisini hemen tanı­ dı. Avrupa'yı suyoluna çeviren tanınmış gazetec i lerden biriydi . Ga­ yet yüksekten, "Başımıza iş açtık" diyerek rahatsızlığını bildird i . Sahte bir saygı edasıyla ayağa kalktı. B i risi telefonla konuşuyordu: -Evet, bizi müthiş bir şekilde dövüp h ı rpa l adı lar fotoğraf ma­ ,

kinemizi parçaladılar. . . Reis: -Eey, yoldaş, şu telefonu kapa. Kapa! Buradan ç ıkınca ne ka­ dar istersen konuşabilirsin. Şimdi oturun bakalım neler oldu. Yüzü gözü çarşamba çanağına dönen: -Hiç biz de bilmiyoruz ! ? Kıraathanede otunnuş çay içiyorduk. o da yanımızdaki masada oturuyordu. Ü stelik arkası da bize dö n ük ­ tü. Aniden yerinden kalkıp bana saldırdı ve dövmeye başladı . Arka­ daşlar engel olmak isteyince onları da bana katıp pataklad ı . Sonra da sizinkiler geldiler. -Durduk yerde mi sizi dövdü? Hem de hiç bi r sebep falan o l ­ madan? Her tarafı, boğulmuş itlerin halini andıran diğeri: -Sebebi m i var? Bey emir venniş ya. B i z kendi aramızda soh­ bet ediyorduk, o da satranç oynayanları seyrediyordu. A n iden ga l i 1 küfürler savurarak üzerimize çullandı. 133


Yüzü gözü darmadağın olan diğeri: -Reis, ben bil iyorum, bu iktidarın işidir. Hayatıma karşı düzen ­ lenmiş bir suikasttır. Reis: - İ yi, amma da uzattın. Ne iktidar, ne suikast! Evinizde eşinizle kavga ettiğinizde bile suçu iktidara yüklüyorsunuz. Üç kişi bir ada­ ma cevap veremiyorsunuz ! İ ktidar sizin kollarınızı mı bağlamıştı?! Suratı çarşamba çanağına dönen: -Kör değiliz herhalde! Her şeyi görüyoruz! Deminden beri yardımcının odasında oturtmuşlar. Birisi çay getiriyor, birisi çikola­ ta. Biraz sonra kebap falan da ısmarlayacaklar. Elemanlarınız da ku­ laklarım duya duya "Bunları pataklamakla iyi etmişsin" d iyor. Diğeri: -Sizinkiler daha yolda ona "Babasına rahmet, adanılan döv­ müşsün kaç git" diyordu. Bizi bilirkişiye götürün diyoruz, götür­ müyorlar. Diğeri: -Ben bunun peşini bırakmayacağım, Avrupa'yı buraya topla­ yacağım. Reis kendine zorla hakim oldu: - İ y i be, boyundan büyük laflar etme. İ ktidarın bütün işi gücü bit­ miş sizin peşinize takılmış, öyle mi! Avrupa, yok bilmem BM?! Biz başkalarının arzusuna göre çalışmıyoruz, kanunları yürütüyoruz.­ diye masanın üzerindeki kanun kitabını gösterdi-şimdi her şeyi or­ taya çıkarırız. Sizi dövmüş. Kanun neyi gerektiriyorsa o şekilde de cezasını alacak. Şimdi ifadelerinizi alacaklar, sQnra da mahkemeye sevk edecekler. Reis sorgu hakimine seslendi: -Şimdilik bunların ifadesini al, söyle onu da getirsinler. Sizler de gidin elinizi yüzünüzü yıkayın, kılığınızı değiştirin. Erkek kavga eder, normaldir. Döver de, dövülür de. Dayak yiyenlerden biri: -Reis, peki doktor? -Duymadın mı, şimdi seslerler. Hele bir gidip ifadelerinizi verin. Yukarıdan telefon açtı lar. -Sende bir vukuat olmuş diyorlar? - Önemli bir şey yok, normal bir kavgadır. Çayhanede birisi üç kişiyi dövmüş, çocuklar da yakalayıp getirmişler. -Heey, ne kişiden bahsediyorsun ! ? Hepsi gazetecidir be! Birisi de Avrupa' nın eşiğini aşındırmış. Biraz önce Kamu Denetçisi (om1 34


budsman) telefon etmişti. Konuya ciddiyetle eği l, kendileriyle sert bir dille konuşma. Şu Avrupa'nın eşiğini aşındırana da dikkatli dav­ ran, yoksa bütün Avrupa'yı ayaklandırıp asabımızı bozacaklar. -Onu ben de tanıyonım. Her gün Erivan 'da. Hankendi ' nde sümsünüyor. Ya lnızca kafasına sıkı lması kalmış. -Ne halt etmiş kendisi bilir. Sana dikkatli ol di yorum . -Baş üstüne! Endişelenme, yoluna koyacağım. Gazetecileri döveni getirdiler. Orta boylu, çelimsizin biriyd i . Bakışları yılan ınki gibi soğuktu. Her tarafından özensizl ik yağıyor­ du, sanki dünya umurunda deği ldi. Feleğin çemberinden geçtiği her hal i nden belli oluyordu. Reis: -Oturun. Çay getirsinler mi? -Teşekkür ederi m. Yardımcınızın odasında içtim,-gülümsed i . polisin b u kadar samimi v e şefkatli olduğunu bilmiyordum. -Şimdi söyleyin bakalım neler oldu, kavganın sebebi ne? -Reis, bir hiç yüzünden oldu. Hoşlanmadım ve hepsini patakladım. -Hoşlanmadığınız kimseleri dövüyor musunuz? -Bazen oluyor. - İ sterseniz biraz ciddi konuşalım h ı ı ? ! -Reis, b e n hep ciddiyim, ç o k konuşmayı d a sevmem. Y i n e d i yorum, hoşlanmadığım i ç i n adamları dövdüm. -Böyle bir şey için yedi yıl hapis yatacağınızdan haberi n i z Yar galiba?! -Biliyorum. Adım suç işlemeye meyilli çıkmış. o n y ı l da vere­ bilirler. Önemli değil gidip yatarız. -Bile bile basit bir şey için kavga çıkarıp yed i . sekiz y ı l içeride yatmayı göze almanız pek akla yatkın görünmüyor. -Reis, ben sorgu hakimine verdiğim ifadede de bu şekilde söy­ lemişim, başkaca diyeceğim yoktu r. -Dinleyin, genç biri değilsiniz. boşu boştına kavga ç ı k a racak birine de asla benzemiyorsunuz. Bunun mutlaka bir sebebi ,·ardır. Kaçabileceğiniz halde kaçmamanız benim için çok çok öneml idir. Neden? Köroğlu, yiğitlik on ise. dokuz tanesi kaçmaktır demiş. -Ben, kaçmayı yiğitlik kabul eden Köroğlulann tonınu değ.ilim. -Yinni yıl hapis yatmanızın sebebi ne idi? -Reis, iyi bir insana benzediğinizi göriiyonıın . N e kend i n i z i yorun, ne d e beni. H e r şey karşınızdaki belgede yazılmış. Reis, sorgu hakiminin aldığı ifadeyi öniine çek i p okumaya 1 35


başladı. Adına, soyadına ve doğum yerine gözü takılınca durdu, ba­ şını kaldırıp dikkatle onun yüzüne baktı, sonra tekrar okudu . . . . . . Ayn ı şehirde dünyaya gelmişler, aynı okulda okumuşlardı. Onun spor çantasını taşıma üstünde sınıf arkadaşlarıyla az kavgaya tutuşmamıştı. O çantayı taşımak şansı kime isabet ederse, arkadaş­ larının yanında onun forsundan geçilmezdi. Kendisi de bu çantayı çok taşımış ve akranları karşısında ne çalımlar satmıştı. Stadyumda arkadaşlarıyla kalenin arkasında durup onun attığı şutlarda uzakla­ şan toplan az toplamamıştı. . . . Aradan uzun yıllar geçmişti. Vaktiyle çantasını taşımaktan gurur duyduğu, çantasını taşıdığı için arkadaşlarına çalım sattığı, kızların yanıp tutuştuğu o sevimli, güler yüzlü yiğitten en küçük bir eser bile kalmam ıştı. Aradan geçen yıllar bir zamanların müthiş de­ likanlısının saçlarına, alnındaki kırışıklıklara, simasına sinerek ta­ nınmayacak hale getirmişti, ancak gözlerine gücü yetememişti. Onu gözlerinden tanıdı. Reis'in yüzü allak bullak oldu, gözleri dolarak el indeki kağıdı bir kenara itti, masadan kalkarak ona yaklaştı ve kucakladı : -Komutan ! Donup kaldı: -Ne? -Sen Komutansın! Tanıdım seni, Komutan ! Affet, geç tanıdım! Affet, Komutan! Şaşırmış bir halde sordu: -Kimsin sen? -Hatırlamazsınız. Aynı okulda okumuşuz. Siz bizden dört beş sını f üstte idiniz. O zaman size Teğmen diyorlardı, savaşta Komu­ tan oldunuz. Futbol oynamaya giderken sizin spor çantanızı o kadar taşımışım ki ! Okulda herkes sizden korkardı. Bir defa bizim oku­ lun kızlarına laf attıkları için pazarın önünde iki gence müthiş da­ yak atmıştınız, hala gözlerimin önündedir. Siz yakalandığınız za­ man okuldaki kızların hepsi ağlamıştı, hatta öğretmenler bile. Reis son derece samimi konuşuyordu. Ortaokul ve liseyi göz­ lerinin önünde canlandırdı, ama bir türlü Reis ' i hatırlayamadı. -Kimin oğlusunuz? -At Belinde Olan Adam ' ı n . . . . At Belinde Olan Adam ' ı baştan ayağa değil, ayaktan başa kadar süzdü, sonra öksürdü, gelen balgamı onun suratına tükürmek­ ten kendine güç bela engel oldu ve yere tükürdü: 1 36


-Yahu, sen ne şerefsiz adamsın be! Bakfı'den gelenlerin k ı ç ı n ı yıkıyorsun, neden kendi insanlarına b e ş manalı esirgiyorsun? ! Drakon'un elinden bin bir güçlükle kurtulan At Bel inde Olan Adam şimdi yeniden kırk arşınlık kuyunun dibini boylam ıştı. Ken­ dini haklı çıkannak istedi: -Komutan ! Seyit Lazım Ağa ' nın ceddine yemin olsun bileme­ dim. Her gün o geliyor para ver, bu geliyor para ver. Ben köpoğlusu nereden bileceğim kim kimdir. Sizin istediğinizi bana demedi ler k i 1 Komutan, hiddetinin onu kötülüklere doğru sürükled iğini v e böyle giderse elinden b i r kaza çıkacağını anladı, zaten adları kötü­ ye çıkmıştı bir kere, çünkü hükümet onlar için her gün yüz tane şa­ yia yayıyordu. Şimdi Drakon hüKümetin eline yine bir koz vermişti. Hükü­ met birinin üzerine beşini de i lave ederek, "At Belinde Olan Adam · ı götürüp taburda dövmüşler, parasını elinden almışlar" bi lmem ne. bilmem ne şeklindeki şayiaları şehre yayacaktı. Komutan ' ın gözle­ ri önünde şimdi bunlar canlanıyordu, yoksa büyük bir memnuniyet­ le onun pantolonunu çıkarır kafasına geçirirdi. Kendine hakim oldu: -Atın bunu dışarı ! Çocuklar bir anda At Belinde Olan Adam ·ı karga tulumba bah­ çe kapısından dışarıya fırlattılar. . . . . . Komutan, biraz önce gözleri dolarak onu bağrına basan ada­ mın At Belinde Olan Adam olduğunu şimdi anlad ı . ama çok gençti . Reis, Komutan ' ı bir de bağrına bastı: -Gazeteler sizden çok bahsettiler. Mahkemeniz hakk ı nda sü­ rekli b i lgiler verdiler. Babam da sizden çok bahsetmiş. Hatta bir defa babamı ölümden kurtannışsınız. -Unutmuşum ! Onlar artık geçmişte kaldı. -Hayır, hayır, hiçbir şey geçmişte kalmam ış. Siz demeseniz de, o Enneni yengesini neden dövdüğünüzü ben şi mdi anlad ı m . Komu­ tan, göıüyorsunuz işte. Sovyet Hükümeti zamanında böylelerini ya kurşuna diziyorlardı veya Sibirya'da çüıiitüyorlard ı . Ama biz bun­ ların kılına bile dokunamıyoruz, Avrupa ise donlarını kafalarına ter� geçiriyor. Deminden beri Avrupa 'da aramadık yer b ı rakmadılar. N e ise, Avrupa da halı ediyor, onlar da. Reis yerine dönerek telefonu ald ı : -Olayı kayda geç irdiniz m i ? Çok iyi. H enüz bir şey yapma­ yın, gerekirse size söyleri m . A rabayı da getirin. çıkıyonım. Yard ı m ­ c ı içeri gelsin. 137


At Belinde Olan Adam ' ın at belindeki oğlunun bu beklenme­ yen tavrı Komutan ' ı öylesine şaşırtmıştı ki, ne yapacağını, ne diye­ ceğini şaşırmıştı. İ şin nereye varacağını bekliyordu. Yardımcı içeri girdi: -Evet Reis. -Al bu anahtarları, kasayı aç ve on bin dolar al ver şu deyyuslara. Fotoğraf makinelerini alsınlar, gerisini de aralarında pay et­ sinler. Ş ikayetlerini geri almalarını söyle. Kabul etmeseler, doktoru sesle ve ona bunların içkili olduğunu, yaşlı birini dövdüklerini rapo­ runa işlemesini söyle. Zaten şahit falan da yok. Bırak nereye gider­ lerse gitsinler ve ne yaparlarsa yapsınlar. Strasbourg'a değil gidip ta Bush 'a şikayet etsinler. Duyduklarına inanamadı. Bu gerçekten At Belinde Olan Adam ' ın oğlu muydu!? Gerçekten, vaktiyle ayaklan kesilmiş Musa'nın anasına bin manatı esirgemeyen bir adamın oğlu muydu şimdi onu hapisten kurtarmak için on bin dolan gözden çıkaran? ! Ama Komutan Reis'in son sözlerini kabul etmedi: -Reis, teşekkür ederim. Sizi anlıyorum, bana yardım etmek is­ tiyorsunuz. On yıl da hapiste yatanın, ancak dövülmek sözünü ka­ bullenemem. Ben onları dövdüm. -Komutan, onları dövmekle çok iyi etmişsiniz. Ben de sizi bı­ rakıyorum, sizi yakalayıp içeri atamam. Halk sonra ne der bana? Hele babam! Yüzüme tükürür. Şimdi kalkın, kalkın bakayım. -Nereye? -Nasıl yani nereye? Bize ! Babamın sizi görünce nasıl sevineceğini tahmin edebiliyor musunuz! Ancak Komutan gitmedi: -Sağ olun Reis. Babanıza selamımı söyleyin. Vakit geçtir. Baş­ ka bir zaman görüşüıüz. Ben şehir dışına çıkmalıydım, bu olay oldu kalakaldım. -Rica ediyorum! -Söz veriyorum, ayn bir zaman gideriz. Şimdi izin verirseniz ben gideyim. Reis cebinden kartvizitini çıkardı: -Alın bunu. Burada benim telefonlarım var. Ne gerekirse, ne zaman isterseniz, gecenin saat ikisinde bile olsa çekinmeden telefon edin. Bir küçük kardeşinize telefon açtığınızı düşünün. Komutan kartviziti aldı: -Ederim. -Bekleyeceğim ha. Babam da bekleyecek. Şimdi gerçekten ka1 38


sabaya mı gidiyorsunuz? -Essahtan gidiyorum. Aşağı indiler. Reis bir kişiyi sesledi. -Buyurun Reis. -Konu şu, Komutan 'ı kasabaya götüreceksin, onun eınrindesin. -Baş üstüne Reis! Komutan karşı geldi: -Reis, gerekmez. Kendim bir arabaya atlayıp gideceğim. Reis neredeyse yalvarırcasına: -Komutan, lütfen beni kırma. Reis ' le birlikte idare binasından çıktı lar. Komutan baktı ki, demin onu kasabaya götürecek Asker Göm­ lekli Sürücü binanın önünde bir o yana, bir bu yana adıml ıyor, hay­ retle sordu: -Sen burada ne ariyorsun böyle? -Nasıl yani, ne arıyorsun?! Seni bekliyorum! -Beni mi? -Elbette seni? Kasabaya gidelim demedin m i . Seni bırakıp gitmem erkekliğe yakışır mıydı? Komutan güldü: -Reis, görüyorsunuz işte, arabam hazır. beni bekliyor. Reis: -Ne diyebilirim ki, iyi yolculuklar. Ama döndüğünde beni mutlaka bul, bekleyeceğim. Arabaya binip camı indirdi ve sordu: -Reis, siz gerçekten At Belinde Olan Adam ' ın oğlu musunuz'11 Reis öylesine bir saflıkla yemin etti ki: -Vallahi doğru! ***

Gece uykusuz kaldığından dolayı yol boyu arabada uyudu. As­ ker Gömlekli Sürücü yol almak için sohbete can atsa da onu uyan­ dırmaya kıyamadı. N ihayet menzile vardılar. buradan öteye yol yok­ tu. Buradan öteye giden yolu belini kırarak geçilmez etmişlerdi. Asker Gömlekli Sürücü onu uyandırmaya mecbur oldu: -Emmi, eey emm i ! -Taş gibi uyumuşum demek. -Hıı, çok güzel uyumuştunuz. uyandınnaya kı yam adım. Yol bitmese yine uyandırmayacaktım . Arabadan indi ler. -Peki dostum, sen buradan dön. 1 39


-Peki sen? -Ben burada kalacağım, biraz işim var. -Bekleyeyim mi? Sonra bize gideriz. Evimiz burada yakınlarda, Çadır Şehri'ndedir. -Hayır, teşekkür ederim. Zaten bugün sana çok eziyet verdim.­ dedi ve elini cebine atıp para çıkardı,-ben kaça getiriyorsun bilmi­ yorum, ne kadar gerekiyorsa al. -Neler diyorsun emmi, para ne?! İçeride iken polisler senden bahsediyorlardı. Ben de adını duymuşum. Büyükler çayhanede hak­ kında çok şeyler konuşuyorlardı, şimdi de d i llerinden düşürmüyor­ lar. Babam şehit olmuş, adı Cemil'di, belki tanırsınız. Komutan çok çaba sarf etse de böyle birisini hatırlayamadı, ancak genci de kırmak istemedi : -Tanıyordum. Çok gayretli b i r savaşçıydı. Asker Gömlekli Sürücü öylesine sevindi ki, Komutan, söyle­ diği tatlı yalanla böylesi bir genci sevindirdiğinden dolayı içi bir tu­ haf oldu. -Emmi, babam gerçekten mi, kendisini tankın altına atarak onu saf dışı bırakmış? -Hıı, oğul doğru. -Diyorlardı da inanmıyordum, şimdi inandım. Asker Gömlekli Sürücü öylesine mutlu oldu ki-babası kendini Ermeni tankının altına atmıştı. -Ne diyorsun emmi, bekleyeyim de bize gidelim mi? -Hayır, sen git. Asker Gömlekli Sürücü bir parça kağıda telefonunu yazıp Komutan'a verd i : -Emmi, bu benim telefonumdur. Ne zaman araba lazım olsa bana telefon et. Babamın ruhuna yemin olsun para falan gerek değil. -Telefon ederim. Asker Gömlekli Sürücü, Komutan' ı , babasını bağrına basıyor­ muş gibi kucaklayarak öptü ve dönüp gitti. Dünyanın En Zengin Şehri 'ne beş adım kala yolun ortasında derin bir hendek yapmışlardı. Eğer bu son hendek idiyse-nasıl olu­ yordu da, hendekten ötede koyun güdenler, tarla ekenler, ot taşıyan­ lar hiçbir şey olmamış gibi kendi işlerinin peşindelerd i ! ? B i r zamanlar dünyanın e n işlek yolunun hendekten öte yüzü­ nü otlar bürümüştü. Elini uzatsa şehre ulaşabilirdi, ama kimse, uzat­ sa elleri ulaşacak şehre, geçen bunca yıl zarfında elini uzatmayı ak­ lına bile getirmemişti. Kaç yı ldır bu şehrin bir el boyu uzaklığında1 40


ki çadırlarda, çiğ kerpiçten yapılan ilkel barınaklarda vaktiyle baş­ kentlerine bayraklarını diktikleri Almanlardan yardım bekleye bek­ leye, akşamları da televizyonda Rodrigues 'in kayın an ası nın ıstırap­ larını kendilerine dert edine edine, arada bir koyun eti yiye yiye ya­ şamaya alışmışlardı. Bu alışkanlık onları öylesine itaatkar etmişti k i , b i r sabah yataklarından kalkıp ellerini v e yüzlerini bile yıkamadan bu hendeği atlayarak bir el uzaklığındaki mesafeyi geçip, evlerine barklarına ve mezarlıklarına gitmeği akıl larına bile getirmiyorlard ı . Vaktiyle ölüme e l i yalın giden yiğitlerin hepsi öldürülmüş m ü ? ! Ba­ balar artık Drakonlar ekmiyorlar mıydı?! Analar artık Pclengler do­ ğunnuyor muydu?! Atlayıp hendeği geçti. Ot basmış yol ile bir zamanlar Dünyanın En Zengin Şehri 'ne yöneldi. Elini kolunu sallaya sallaya gidiyordu. Biraz ötede koyun kuzu otlatan 1 3 - 1 4 yaşında bir çocuk ona seslendi: -Emmi, eey emmi! Emmii! -Emm i ! Eey emmi! Emmiii! Durdu: -Ne var a yavrum?

-Emmi o tarafa gitme! -Neden yavrum? -Oralar Ennenilerindir! Oralar Ennenilerindir! Oralar Ermeni lerindir! Bu sözler onu aniden saldıran bir köpek gibi ısırdı. Bu çocuğa, oralar Ermeni lerin­ dir, oralara gitme diye tembih etmişler. Ve çocuk oraların gerçekten Ennenilerin o lduğunu zannediyordu. -Korkma yavrum ! -Gitme emmi. Evvelki gün orada bir askerimizi vurdular. -Anladım oğlum! Yine elini kolunu sallayarak yola koyuldu. Karşısına bir hen­ dek daha çıktı. Buranın hendek değil si per olduğunu anladı. Artık onun için de yolun bittiğini anladı. İ ç i istese de ayakların ı n gitmedi­ ğini gördü. Kendini hiç bu kadar alçalmış

ve

aşağılanmış hissetme­

mişti. Kendi kendinden utandı, büyük bir mahcubiyet duyup. c l k ­ riyle başını tutarak hendeğin başında oturdu. İ nsanı her an öldürebilecek bu a ğrı l a rl a Dünyanın En Zengin Şehri 'ne elini uzatsa ulaşacak bir el boydaki mesafede dumuışıu . Bu şehrin binlerce şehidinden-ölüp, canlarını kurban verd i kleri şehrin öldüğünden habersiz olan mutlu insanlardan biri o l a m a m as ı . i ç i n i 141


yakıp kavuruyordu. Tanrı bir suçundan dolayı bu mutluluğu ona çok görmüştü. Şimdi öylesine aciz bir durumda idi ki, elini uzatsa doku­ nacak şehre, Çadır Şehri 'nde yaşayanlar gibi elini uzatmaya kudreti yetmiyordu. Sevdiği birinin cesedinin ortada kalıp, kurda kuşa yem olmasına engel olamayan insanlarınkine benzeyen duygularla, elini uzatsa dokunabileceği şehri bir hayli seyretti. Etti, etti . . . Bayat'a döndü, doğruca Azer Hüseyin' in kebapçı dükkanına. İ nsanlar, ellerini uzatsalar dokunacakları şehrin bir el boyu uzaklığında, hiçbir şey olmamış gibi kendi aleminde, yiyip içiyor­ lardı . Bilmem nereden akın edip gelen aşıkların her biri bir sofranın başında çalıp çağırıyordu. -Belke bu yerlere bir de gelmedim77 -Meşebeyi78, meşebeyi, meşebeyi . . . -Çal oynasın Ejder emi . . . -Ağdam bir gözümdü, Berde bir gözüm . . . Birisi Memmed Araz' dan, birisi Hüseyin Arif'ten, birisi Dede Şemkir'den çalıp çağıran aşıkların dedikleri kimsenin kılını bile kı­ pırdatmıyordu, çünkü dinlemiyorlardı. Bazen sendeleye sendeleye ''Belke bu yerlere bir de gelmedim" türküsünü okuyan aşıkların ce­ bine para basıyor, sarhoş olanlar ise ozanı kucaklayıp her iki yana­ ğından şapır şupur öpüyordu: -Eey, şu Meşebeyini tekrar söyle. Canına kurban olayım, Me­ şebeyi, caan teyze . . . Tekrar bu yerlere geleceğine inanmayan şairden, Meşebeyi 'nin göz kırptığı teyzeden, bir gözü Ağdam, bir gözü Berde olan boşbo­ ğazdan uzak olmak için yemekhanenin en aşağı kısmındaki çınar ağacının altında durup garsonu sesledi: -A yavrum, buraya bir masa sandalye bul getir. Hemen masayı ve sandalyeyi bulup getirdiler, masanın üzerini özenle örttüler. -Ne yiyeceksiniz? -Ö nce bir bardak çay getir. Garson, yalnızca çay söylediği için biraz bozuldu, ancak dik­ katle ona baktı. O ise bu bakışlardan hoşlanmadı: -Ne var yavrum, hoşuna gitmedim mi? • • •

11

A7.erbaycan'ın milli şairi Memmed Araz'ın yazdığı "Salamaı Gal" adlı şiirdendir.

78 Onnan muhafa.7.a memuru. (Bu mısra Azcrbaycan'ın gl!rkemli şairi Hüseyin Aririn Meşe Beyi şiirindcndir).

1 42


-Tanrı esirgesin dayı. Sizi birine benzettim de. -Kime benzetiyorsan hata yapıyorsun. -Affedersin. -Affettim. Garson gitti ve hemen de geri döndü, masanın üzerine çay, re­ çel ve limonu bıraktıktan sonra sözlerine dikkat ederek: -Dayı, rahatsız olmazsan bir şey sormak istiyordum.

-A yavrum, ne asap bozucu biriymişsin be, git kendi işinle meşgul ol. A şıklar kendilerinden geçmişçesine çal ıp çağırıyorlard ı : -Belke b u yerlere b i r d e gelmedim . . -Ağdam bir gözümdü, Berde bir gözüm . . . -Karabağ, can Karabağ . . . B i rbirlerinin şerefine kadeh kaldıranlar kendilerini yiyip biti'

riyorlard ı :

-Şuşa'da, Cıdır Düzü'nde yiyip içmek kı smet olsun inşal lah. -İyi dostların sağlığına . . . Birisi, aşığa en fazla para veren kimseyi adeta yalı yordu: -Senin sağlığına, Karabağ'da senden gayretli ve yiğit birisi yok . . .

O da bundan büyük keyif duyuyor ve çalımla diğer masalara bakınıyordu. Komutan kendini çok kötü hissederek çayı bir kenara itti. kal­ kıp kebapçının al tından geçen suya indi. A rtezyen kuyuları topra­ ğın ciğerini söküp bütün küçük suları kurutsa da Karabağ H a ıı ı "nın kızı Hamide H an ı m ' ı n çektirdiği bu kanala gücü yctemem işti. Para­ sı çok olanlar artezyen kuyuları nın suyunu kurutamadığı bu küçü­ cük arktan su taşıtıyorlardı. Önce yüzüstü yatarak bu küçük akarsuya ağzını dayadı

n�

yıllar­

ca hasret kaldığı, neredeyse tadını unuttuğu bu doyumsuz sudan doya­ na kadar içti. Sonra elini yüzünü bir güzel yıkadı. ancak bundan. içtiği su kadar tat alamadı. Soyunup bu buz gibi suyun içine girdi ve gözleri­ ni yumarak mutlu çocukluk çağlarını hatırlamak istedi . . . . . . Sık sık kaçıp buraya gelirler ve bu buz gibi suda yıkanmak­ tan doymak bil mezlerd i . O zamanlar kendileri de dupduru idi. ama böylesine soğuk değil, gençl i k ateşiyle yanıyorlard ı . Henüz kızların yüreklerini yakıp kavurdukları çağlard ı . Suyun gözesine doğru yü­ züp gitmekten zevk alıyorlard ı . İ l erilerde su daha da du ru luyo r. saf­ laşıyor ve biraz daha soğuyordu. Kanalın çıktığı derinlikler güver­ cin yuvasıyla doluydu, elini atsan yakalayabilirdin. Ancak onlar b i r 1 43


tanesine bile dokunmazlardı. Nineleri sürekli olarak onlara "güver­ cinler imamlann79 kanından yaratılmışlar" -diyordu. En çok sevdikleri şey ise, kanalda gümüşi renkte parlayan kü­ çücük balıklan yakalamaktı. Bazen bu balıklan yakalamak için sa­ atlerce yarışırlardı. Ancak bu yarışta kimse galip gelemiyordu. O, kaybetmeği hiç sevmese ve tutuştuğu bahislerde hiçbir zaman kay­ betmese de bu küçücük gümüşi balıklara yeniliyordu. Filmlerde kartalların aniden suya dalıp balık kapmalarını çok görmüştü. O da kartal gibi süratle dalarak bu gümüşi parıltılı balıklardan yalnızca bir tanesini yakalamayı çok istiyordu, ancak başarılı olamıyordu. Bu kanalda yüze yüze, balıklara da yenile yenile büyüdüler. . . . . . Gözlerini kapamış, birlikte bu kanalda yüze yüze, gümüşi parıltılı balıklara yenile yenile büyüdükleri arkadaşlarını hatırlıyor­ du. Kendinden başka bütün arkadaşları savaşta şehit olmuştu. Son­ ra Drakon 'u, Peleng'i, Gülablı yolunda bağırsakları ağacın dalla­ rına dolaşmış ve henüz neler olduğunu anlayamadan duyduğu acı­ dan dolayı canhıraş haykmşlar çıkaran adamı, ateş alıp yanan şeh­ ri hatırladı-gözünü açtı, her şey bir anda yok oldu, bir kanalın suyu idi, bir kendisi, bir de yanında korkusuzcasına yüzen gümüşi renk­ lerle parıldayan minnacık balıklar. . . . . . Gökyüzü apaçık, dünya yemyeşildi. B ir yerlerde kuzu gü­ den bir çocuk Kadir Rüstemov ' u taklit edercesine türkü okuyordu: -Goyuptur inzitannda80, neyçün81 gelmez, neyçün gelmez . . . Sesi dünyayı bürümüştü. Onlar da yemyeşil dünyada, gökyü­ zü gibi temiz ve duru göklerin altında kuzu güden çocuğun tatlı se­ sinin içinde yüzen küçücük, pırıl pırıl balıklan yakalamak için ken­ dilerini yiyip bitiriyorlard ı . . . . . . Aynen çocukken yaptığı gibi bu minnacık, gümüşi balıklar­ dan birisini yakalamak için elini attı, yakaladı da. Balık elinin için­ de öylesine çırpınıyordu ki, sanki elinde çırpınan balık değil bir yü­ rekti. Çekip sudan çıkarmak istedi, ancak ne yaptıysa gücü bu küçü­ cük balığa yetmedi. Balık kanalın yukarı kısmına, derinliklere doğ­ ru

yüzmeğe başladı. Balık yüzüyor ve onu da kendisiyle birlikte çe­

kip götürüyordu. Balık onu derinlere çektikçe su daha da tatlılaşı­ yor, daha da duruluyor ve biraz daha soğuyordu. Kaç yıldır bu tadın, bu duruluğun hasretini çektiğinden keyifle balığın ardınca yüzüyor­ du. Bu minnacık, gümüşi renkte parlayan balığın onu nasıl ardınca 79

Şii-Caferi inancında Hz. Ali ve onu ıalıip eden 12

80

Hasretinde bıraJcını,

81

Neden

1 44

imam kasıediliyor.


çekip götürdüğünün farkında da deği ldi. Birden

etrafında

başkalarının

da

yüzdüğünü

hisseni,

döndüğünde-Drakon 'u gördü. Pırıl pırıl yanan küçücük bir balık onu ardına takmış götürüyordu. Peleng'i gördü, aynı şekildeki bir balık da onu götürüyordu. Taburun bütün çocukları nı gördü, her biri bir balık yakalamıştı ve yakaladıkları balıklar onları kendi peşlerine takmış çekip götürüyorlardı. Hepsinin yüzünde tarifsiz bir sevinç vardı, hepsi kendi arzusu­ na kavuşmuştu-hepsi balık yakalam ışt ı . Komutan da, çocuklar da uzaklardan bir ses duyuyorlardı . . . Uzaklardan, çook uzaklardan, çook çok uzaklardan Kad i r Rüstemov'un sesi geliyordu: -Bu derenin uzunuJ Tanrı gaytar82 Balıklar da onları çekip bu sese doğru götürüyordu! • • •

. . . Aniden binlerce at ağız ağza vererek nasıl kişnediyse ve gökler nasıl gürlediyse kırlar, ağaçlar, ırmaklar, dağlar ürperdi . Şim­ şekler gökyüzünü parça parça etti. Ye göklerin deri nli klerinden ge­ len öylesine bir dolu başladı ki . . . . Herkes aniden sıçrayıp yerinden kalktı ve sevinçle kendini dışarı att ı . . . 1988-2007

Dünyanın En Zengin Şehri

82

DöndUr. geri çevir. Bu mısra ''Snn Gelin" odıyle okunan halk türkOsUndenJir. Parçanın a...,.ıl adı ·-��ohan ��1� tar ı;uTunu··ı.ıur ki, Şchriyor'ın "Haydar Babayo Sıı lom"' adlı m::mzum cser1ndc de g"·çmckıt:dır \ "'' m ıll'llı.ı ı� �- .1�l.U"J.11\ beri gUnunıUzc kadar gelip çıkan bir halk ıorkOsUdUr.

145



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.