Altan Deliorman - Tanıdığım Atsız

Page 1


Tamdığım Atsız

�RKU�-) YAYINLARI


Tanıdığım Atsız Yayın hakları: ©Altan Deliorman 2. baskı ı Mart 2000 34.20.Y.0123.125 ISBN-975-7728-37-3 Kapak: Pınar Deniz Teknik Hazırlık: Bayrak Basım/Yayım/Tanıtım Teknik Servisi Baskı ve

ORKUN

Cilt: Tavaslı

Matbaacılık

Yayınları: 1

Horhor Cad. 20, D:1, Fatih-İstanbul Tel: (0212) 531 87 48 •Belgegeçer: (0212) 532 24 18 Genel

Dağıtım

Bayrak Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Tel: (0212) 512 06 95 •Belgegeçer (0212) 512 06 96


Bütün Eserleri: 4

Tanıdığım Atsız Yeniden gözden geçirilmiş, ilaveli 2. basım

Altan DELİORMAN


Sunuş

A

tsız'ın adı günden güne büyüyor. Düşünceleri ve görüşleri,

zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Aziz batıra')ı, ölüm yıldö­ ııüm/erinde, yurdun her yerinde düzenlenen toplantı/arda saygı ile anılıyor. Türkçüler, onun yokluğunu derinden hissederken, A.tsız'ı daha iyi tanımak ve daha iyi anlamak isteyenlerin de sa­ yısı hızla artıyor. Bu, sadece bir vefa borcundan ileri gelmiyor. Atsız çapında şahsiyet/erin çok azaldığı bir ortamda ona duyu­ lan özlem de o nispette çoğalıyor. Atsız'ı, edebf ve ilmf eserlerini okuyarak tanımak, fikirlerini öğrenmek elbette mümkündür. Ama, onun, çok çeşitli cepheleri yanında, tabif ki, bir de "insan" tarafı var. Bu tarafını, onu an­ cak yakından tanımış olanlar bilebilir. Altan Del:onnan, "Tanı­ dığım Atsız" da, onu, özellikle bu yönüyle anlatıyor. Dünya gö­ rüşü, insanlara bakışı, davranış/an, bayat tarzı, öfkeleri, tepkile­ ri, sevinçleri, kederleri, hayalleri ve hayal kınklıklan ile... Biyog­ rafi edebiyatımızda, bu tür eserler, yazık ki, pek nadirdir. "Tanı­ dığım Atsız", bu yönüyle o nadir eserlerden biridir. Bu kitapta, sadece Atsız'ı değil, yaşadığı dönemin onunla il­ gili veya onu ilgilendiren kısa hikayelerini, anekdot/an ve çevre­ sindeki bazı şahsiyet/eri de bulacaksınız. Onlann çoğu şimdi rah­ mete kavuşmuştur. Ama, hemen hepsinin Atsız'ın kişiliğinden ve fikirlerinden etkilendik/eri muhakkaktır. 'Tanıdığım Atsız", yayınlandığı yıllarda geniş bir ilgiyle karşı/anmıştır. Karakter/eri arasında Atsız'ın da yer aldığı bazı romanlara bilgi kaynağı olmuştur. Aranmasına ve beklenmesine rağmen, eserin yeni basımının uzun yıllar yapılamaması, yaza­ nn yoğun meslek hayatının zaruretleri yüzündendir. İkinci bas­ kı yapılırken, ilk baskıda unutulmuş veya ihmal edilmiş bazı bö-


6

TANIDIGIM ATSIZ

lümlerle yeni fotoğraflar da eklenmiştir. Böylece, kitabın daba zengin hir muhteua kazanığını söylemek mümkündür. Orkun >'ayın/an, ilk kitap olarak "Tanıdığım Atsız"ı yayın­ lamaktan ıneınnııııluk duymaktadır. Aynı zamanda, bunu bir görel' olarak kabul etmektedir. Örnek Türkçü şahsiyetlerin daha yakırıdwı tanınması, Türk toplumu için kazanç olacaktır.

"Tanıdığım Atsız", bu yolda ilk adımdır.

ORKUN YAYINLARI


Birkaç söz

A

TSIZ'LA ilgili hatıralarımı, O'nun vefatını takip eden gün yaz­

maya başlamıştım. O sırada günlük bir gazetede yayınlanan bu yazı­ ların dokuz-on gün devam edeceğini sanıyordum. Öyle olmadı. Çe­ şitli olaylarla yoğurulmuş yıllardan hafızamda kalanlar tahminimden çokmuş. Yazılarım iki ay'ı aşkın bir süre devam etmesine rağmen, ancak 1960'a kadar olan dönemi kağıda dökmek imkanını bulabil­ dim. Bu hatıraların yayınlanması geniş bir ilgi gördü. Çeşitli çevreler­ den, tanıdık-tanımadık farklı nesillerden teşvik ve takdir topladı. Ki­ tap hfüine getirilmesi dileği yaygınlaştı. Bunun üzerine, 1960 sonrası devreyi de yazarak, hatıraları tamamlamak düşüncesi bende yerleşti. Bu kitap, kısaca anlattığım gelişmenin sonucu olarak ortaya çıktı. Atsız, çeşitli yönleri bulunan bir şahsiyetti. Fikir adamı, yazar, şa­ ir, romancı, bilgin ve öğretmen olarak, yaşadığı çağa kuvvetli tesirler vermişti. Fakat O'nun daha çok dava adamı, ülkücü yönü, inancı uğ­ rundaki mücadeleci tarafı dikkat çekicidir. Zamanındaki ve kendisin­ den sonraki nesillere de en ziyade bu yönü ile etkili olmuştur. Türk­ lüğe derin bir sevgi ile bağlanmak ve ona karşılıksız hizmet etmek fikrini yüceltmiştir. Buna karşılık, içinde yaşadığı cemiyetin bir kesi­ mi ona sevgisini

ve

gönlünü vermiştir. Bu, az şey değildir. Bir başka

kesimi de Atsız'a hıncını, öfkesini, nefretini, demir parmaklıkların ar­ kasını. yeraltı zindanlarını reva görmüştür. Bir bakıma Atsız, vicdan­ larda -ve kendi vatanında- mahkum edilmek istenmiştir. O'nun bu büyük ıztıraba yiğitçe katlanışı, bir destan motifi kadar muhteşemdir. Bu çapla bir şahsiyetin hayatını, görüşlerini, ruh ve karakter yapı­ sını öğrenmek (hele şu dönemde) genç nesillerin hem hakkı, hem vazifesi olmalıdır. budur.

"Tanıdığım Atsız"ın

yazılmasındaki asıl sebep de


TANIDIGIM ATSIZ

8

Atsız, lise devresindeki ilk edebiyat öğretmenimdi. Bir başka de­ yişle, Atsız'ın öğretmenlik hayatının bitiş noktasında yetiştirdiği son öğrencilerindenim. Bu beraberlik, sonraki yıllarda da devam edip git­ miştir. Atsız'ın hayatından bir dönemi yazmak için bana cesaret ve­ ren, bu beraberliğin hatıralarıdır. Bu kitap bir inceleme değildir. O, başka tarz bir çalışmayı gerek­ tirir. Adeta bir yargılama, bir hüküm verme.. Ben bunu yapmaktan mümkün olduğu kadar kaçındım. Sadece gördüklerimi, bildiklerimi, duyduklarımı tespit etmeye çalıştım. Bunu yaparken, Atsız'ın yaşadı­ ğı dönemin atmosferine ve önemli bazı olaylarına da temas etmek gerekti. Bilhassa genç okuyucular için, onları bilmeden, Atsız'ın tutu­ munu ve tepkilerini değerlendirmek çok zor olacaktı. Yer yer, ana konudan uzaklaşılmış gibi bir görüntü sezilirse bundandır. Atsız\ olduğu gibi anlatmaya çalıştım. Ama O'na, başkalarının aç­ tığı pencerelerden değil, kendi görüş açımdan bakmakla yetindim. Böyle olunca "objektif" davranmak güçleşiyor. Yine de zamanın ara­ ya koyduğu mesafe, bana bir ölçüde yardımcı olmuş sayılabilir. Dö­ külen takvim yaprakları hafızalardan bazı izleri siliyor ama, duygula­ rın bir ölçüde törpülenmesine de imkan veriyor. Tarihe intikal etmiş veya edecek şahısların, bütün beşeri vasıfla­ rından soyularak ele alınmasına taraftar değilim. Onların ümitleri, ha­ yalleri, zaafları, iradeleri, sabırları, isyanları... hasılı ruh dünyaları üzerine çekilecek bir perdenin faydalı olacağını sanmıyorum. Bu davranış tarzı, portrelerin netliğini kaybettiriyor. Parlak ve ışıklı hat­ ların üzerine rastgele vurulan fırça darbeleri tablonun değerini azal­ tıyor. Bu tutum, Atsız'a ve düşüncelerine hiç ısınamamış, O'nu daha sağlığında manen mahkum etmeye kalkışmış olanların hoşuna gitme­ yebilir. Atsız'ı insan üstü bir varlık gibi görmek ve göstermek isteyen­ ler varsa, onları da yadırgatabilir. Ama Atsız'ı dümdüz bir fotoğraf gi­ bi görmek yerine, duygu ve sezgi derinliğinin üçüncü boyutuyla da seyretmeyi tercih edenler, sanırım bana hak vereceklerdir.

Son cümlesini yazdıktan sonra

"Tanıdığun Atsız"ı

baştan oku­

dum. Her satırda beni tedirgin eden bir şüphenin gerçek olduğunu gördüm: Elimde olmaksızın, kendimden ne kadar çok bahsetmişim. Fakat başka ne yapabilirdim? Aslında, bu kitabın tamamlanmasını iki yıl kadar geciktiren de böyle bir endişeydi. Şüphesiz, aynı hatıralar başka biçimde de yazıya aktarılabilirdi. Ama, o zaman bir fon perde-


TANIDIGIM ATSIZ

9

sinden mahıum kalmak zarureti belirecekti. Bu, daha büyük bir mah­ zurdu. Olduğu gibi bırakmayı uygun buldum. Göz alıcı renklere bü­ rünerek gurub eden güneşin yanında bir çoban yıldızının zayıf pırıl­ tısını okuyucuların bağışlayacağı ümidindeyim. Atsız'ın şahsiyeti ve eserleri üzerinde yapılmasını beklediğimiz ciddi araştırmalara, bu hatıraların yardımı dokunursa, umulan fayda­ lardan biri sağlanmış olacaktır. Büyük Türk milletinin daha nice Atsız'lara ihtiyacı var. Bu kitap, onları yetiştirecek mübarek öğretmenlere küçük bir armağandır. Altan Deliorman 5 Kasım 1978, istanbul



BİRİNCİ BÖLÜM

Hoca

ve

'Talebesi

«BEN EDEBİYAT ÖGRETMENİNİZ NİHAL ATSIZ»

D

ers zili çaldı. Ilık bir sonbahar günüydü. Haydarpaşa

Lisesi'nin denize bakan büyük anfilerinden birindeydik. Sınıf kapısının üzerindeki beyaz bir kağıtta, çini mürekkebiyle IV-0 yazılıydı. Lisenin ilk sınıfı... Bizim deyimimizle ·dokuzuncu sı­ nıf... Daha böyle 15 kadar dokuzuncu sınıf vardı.

Dersimiz edebiyattı. O öğrenim yılının ilk edebiyat dersi. Az sonra sınıf kapısından içeri orta boylu, dolgunca, gri el­ biseli bir zat girdi. Kırk beş yaşlarında vardı. Sağ elinde, kilit kısmı içe dönük olarak tı.:tulmuş siyah bir çanta taşıyordu. Hep birden ayağa kalktık. - Buyurun, oturun! Kürsüye çıktı. Çantasından kitaplarını ve not defterini, ce­ ketinin cebinden cep saatini çıkardı. Saati, karşısına gelecek

şekilde, kürsünün üzerine yerleştirdi. Kitapları da yan tarafa koydu. Sınıf mümessilinin yoklama tekmilini aldı. Sonra prog­ ram defterine dersin konusunu yazdı. Sınıf henüz kararını verememişti. Nasıl bir hoca? Sert mi,

yumuşak mı? Otoriter mi, uysal mı? Bu yüzden gürültü yoktu. Herkes merakla bekliyordu.

Mümessil yerine oturunca edebiyat hocası yüzünü sınıfa

çevirdi. Bütün sıraları ve öğrencileri yavaş yavaş süzdü.

O zaman farkına vardım. Burnu hafif kavisliydi. Çok geniş, üste doğru çıkıkça bir alı'�i vardı. Saçları sağ yandan ayrılmıştı


12

T A N I DIG I M ATS I Z

ve u zun bir perçem alnının sol tarafına düşmüşrü. Gözleri ateş parçası gibiydi. - Ben, edebiyat öğretmeniniz Nihal Atsız! İçime büyük bir ferahlık, bir sevinç yayıldı. "Yarabbi şükür" diye mırıldandığımı hatırlıyorum.

KÜÇÜK BİR YÜREKTE BÜYÜK BİR DİLEK Liselerin açılmasına yakın günlerde bir gazete haberi gözü­ me ilişmişti. ·Vekalet emrinde bulunan Nihat Atsız, Haydarpa­ şa Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir.•

O yıl Üsküdar'a taşınmıştık. Benim kaydım da Haydarpaşa Lisesi'ne yaptırılmıştı . Şimdi Nihat Atsız da bu liseye öğretmen tayin ediliyordu. Ünlü bir şahsiyetti mutlaka. Ama kimdi, ünü nereden geliyordu? Niye vek:11et emrindeydi? Vekalet emrinde olmak ne demekti? Bütün öğretmenler vekalet emrinde değil miydi? Bu soruların cevaplarını bilemiyordum. O sırada 1 4-15 yaş­ larındaydım. "Atsız,, adı zihnimde belirsiz ve galiba çok uzak­ larda kalmış bir hatırayı canlandırır gibiydi, o kadar! Ama, şöh­ retli bir bocanın sınıfında okumak ne kadar iyi olacaktı! O ga­ zete haberini gördükten sonra ilk düşüncelerim bunlar olmuş­ tu. Fakat bu ihtimalin çok uzak olduğunu, okul açıldıktan son­ ra anladım. O koca lisede kırk kadar, belki de daha fazla sınıf vardı. Atsız'ın benim okuduğum sınıfa hoca olarak gelmesi, ol­ sa olsa yüzde on ihtimaldi. Ne yazık! Ama, işte o küçük ihtimal gerçekleşmişti. Ders yılı başında bazen görülen, bir sınıftan alınıp başka bir 8ınıfa verilme du­ rumu olmazsa artık onun talebesiydim. Benimle birlikte altmış beş kişi daha! Kalabaiık bir sınıf.

uTEHLİKELİ" BİR ..REJİM DÜŞMANI" Haydarpaşa Lisesi'ne olduğu gibi başka liselere de pek çok öğretmen yeniden tayin edilmişti. Gazeteler onların tayin ha­ berlerini neden yazmıyordu da, Atsız'ınkini yazıyordu? Onu di­ ğer öğretmenlerden ayıran özellik neydi?


TANIDIÖIM ATSIZ

l3

Yavaş yavaş onu da öğrendim. Atsız "tehlikeli.. bir kimseydi. Bir kere ·lrkçı-Turancı..ydı. (O zamanlar Türkçülere Irkçı­ Turancı denilmesi modaydı. Üstelik eski rejimin vazgeçilmez bir alışkanlığıydı). Bu sıfat, büyük bir suçlamayı da beraberin­ de taşır gibiydi. Birine Türkçü denilmesi, zaten o kimsenin pek tekin olmadığına işaret sayılırdı. Hele bir de ..Jrkçı-Turancı.. di­ ye anılması uğursuzluk, hatta felaket haberi addedilirdi.

O kadar değil, Atsız üstelik "Atatürk düşmanı0 idi. Bu, ırk­ çılıktan da, Turancılıktan da korkunç bir suçlamaydı. Bütün bunların dışında, hapiste de yatmıştı. Devrin cum­ hurbaşkanı 19 Mayıs 1 944 nutkunda, bütün milletin huzurun­ da vermiş veriştirmiş, arkadaşlarıyla birlikte Atsız'ı da ..vatan haini• ilan etmişti. Vaktiyle hükumet darbesi yapmaya bile kal­ kışmıştı. Dernek Atsız rejim dışı, korkunç, dolayısıyla tehlikeli bir in­ sandı. Gerçi askeri mahkemede beraat etmişti. Ama, ne gam! Re­ jimin bütün borazanları bir kere hüküm vermişlerdi. Bu yüz­ den öğretmenlik yapmasına müsaade edilmemişti. Peki, nasıl geçinecekti? Yazı ve kitap yazarak, Türkiye Yayınevi'nin (ki sa­ hibi Tahsin Demiray'dı ve son derece milliyetçi -yani o da teh­ likeli- bir zattı) ahşap binasındaki loş odalarda tarihi eserler ha­ zırlayarak. . . Kolay değildi tabii! Zira o tarihlerde 0946-1 950 "Demokra­ si" yılları) bir tek gazete yoktu ki, Atsız'm yazılarını yayımlasın. Deıniray'ınki hariç, bir tek yayınevi yoktu ki, kitaplarını bassın. Türkçülük o günlerde,1 geçerek bugüne geldi. Hemen bütün basın, hele CHP'nin gazeteleri, Atsız'ı (1) mı­ maralı rejim düşmanı ilan etmekteydi. Aynı günlerde Nazım Hikmet'in affı ve hapisten salıverilmesi için kampanya açan, imza toplayan da aynı basındı. O yıllar, sanırım, Atsız'ın 70 yıllık ömrünün en ıstıraplı, en bunalımlı yıllarıdır.

Derken 1950 yılının baharı gelmişti . Arka arkaya iki önem­ li olay; Mareşal'ın ölümü ve 14 Mayıs seçimleri.


TANID!G I M A T S I Z

14

Mareşal Fevzi Çakmak'ın hastalığı, daha sonra da vefatı ha­ zin, fakat manalı işaretlere vesile olmuştu. Devrin Cumhu rbaşkanı İsmet İnönü, Mareşalın yattığı has­ tahaneye onu ziyaret için gitmişti. Mareşal , bu eski silah arka­ daşını, üstelik o sırada devlet başkanlığı makamında bulunma­ sına rağmen, huzuruna kabul etmemişti. Mareşalın vefat ettiği gün, radyo normal yayınına devam et­ miş; bu eski ve şerefli asker, milletin sevgiyle bağrına bastığı bu İstikial Savaşı kahramanı ölüm döşeginde yatarken şarkılar, türküler, dans havaları çalmayı durdurmamıştı. O sıkı rejimde bu neşeli yayın, yüksek yerden talimat almaksızın yapılamaz­ dı. Radyo, şimdiki gibi "TARAFSIZ" değildi, tekti ve doğrudan doğruya hükumete bağlıydı. Bunun üzerine milliyetçi gençler radyoyu şiddetle protesto eden gösteriler ve yürüyüşler yap­ mışlardı. Gözaltına alınanlar, tutuklananlar bir hayliydi. Mareşalın cenaze merasimi de pek muhteşem olmuştu. İs­ tanbul caddeleri ve hele Beyazıt Meydanı görülmemiş bir ka­ labalıkla hınca hınç dolmuştu. Damların üstü, ağaçlar bile in­ sanlarla kaplıydı. O gün okula gitmemiş, birkaç arkadaş Mareşalın cenaze merasimine koşmuştuk. Ancak Marmara Kıraathanesi'nin en üst katındaki geniş terasta yer bulabilmiştik. Mahşeri bir kala­ balık meydanı ve caddeleri doldurmuştu. Mareşalın cenazesi, Beyazıt Camii'ndeki namazdan sonra eller üzerinde Eyüp Sul­ tan'a kadar taşınmıştı. Resmi görevliler ses bile çıkaramamışlar­ dı. Bir ay sonra da 14 Mayıs seçimleri yapılmıştı. Sonuç, bek­ lenenin çok üstünde bir başarı ile, Demokrat Parti lehine tecel­ li etmişti.

İLK TANIŞMA Atsız, bütün bu olup bitenleri adeta inzivaya çekildiği Mal­ tepe'deki ahşap evinden ibretle takip ediyordu . Bakalım şimdi ne olacaktı? Demokrat Parti ileri gelenleri dört yıl boyunca Milli Şef'in ceberrutluğundan, zindanlardan, tabutluklardan bahsetmemişler miydi? Seçim propagandaları'­ nın temel konularından biri de bu değil miydi? İşte Demokrat Parti iktidardaydı.


T A N I D!G I M A T S I Z

15

Milliyetçiler teşkilatlanmaya başlamıştı. Çeşitli dernekler bir araya gelerek ..Milliyetçiler Federasyonu•nu kurmuşlardı. (Bu federasyon bir yıl sonra Türk Milliyetçiler Derneği adını ala­ caktı) Milliyetçi dergilerin yayımlanmasına engel

olunmuyor­

du. Hatta 1944'te yargılanan Türkçüler arasından Meclis'e gi­

renler bile vardı. Mesela Sait Bilgiç 1950'de Isparta'dan millet­ vekili seçilmişti. Nihayet 1950 sonbaharında Atsız da yeniden öğretmenliğe iade edilmişti. O günün idarecileri, bu tayini kimbilir ne kadar

düşünüp taşındıktan sonra, büyük bir cesaret örneği olarak ve hatta mükafatmış gibi yapmışlardı. İşte, karşımda, kürsüde oturan oydu. - Şimdi numaralarınızı ve adlarınızı okuyacağım. Adını okuduğum ayağa kalksın! Sonra not defterini açmış, numara sırasıyla okumaya başla­ mıştı. Nihayet sıra bana gelmişti. - 2400 Altan Deliorman! - Benim efendim! - Deliorman mı? - Evet efendim! - Peki, otur! Böylece Atsız Beyle tanışmıştık. Bu tanışıklık, günler, geceler, yıllar boyu, ine-çıka, yakınla­

şa-uzaklaşa tam yirmi beş yıl devam edecekti. Yani çeyrek asır. Gözlerini kapadığı son güne kadar.

BİR SONBAHAR AKŞAMI Sonbahar yağışlarının yeni yeni hızlanmaya başladığı bir akşam üstü, okul dağılışında hocamız Atsız'ı Kadıköy'e yürür­ ken gördüm. Yanında bir hanım ve bir de çocuk vardı. Eşi ve oğluymuş. Bedriye Atsız yine bizim lisede tarih öğretmeniydi. İleriki yıllarda onun da öğrencisi olacaktım. Oğlu ise Yağ­ mur'muş. Ortaokul öğrencisi: Lisenin orta kısmında, 1. sınıfta öğrenciymiş.


TANIDIGIM ATSIZ

16

Atsız'ın elinde yine o siyah çantası vardı. Sırtında herhalde birçok yıl giyilmiş siyah bir pal to, başında fötr şapka. Rüzgar­ dan ters dönmüş şemsiyesini açmaya çal ı şıyo rdu Nihayet şem­ siye düzeldi. Oldukça hızlanan yağmurun altında sakin ve te­ laşsız yürüyorlardı. Atsız , şemsiyeyi karısının ve oğlunun üstle­ rine tu tu y ordu Kendis i ıs la nıyordu ama, aldırdığı yoktu . .

.

Peki ama, niye tramvay veya (o sırada, seyrek de olsa, tek tük bulunabilen) dol mu şa binmiyordu? O zaman anlayamadığım

davranışın sebebini yıllar ge­ kalabalıktan ve sıkışık yerler­ den hoşlanmazdı. Mecbur kalmadıkça kalabal ığa girmezdi. Sessizliği, yalnızlığı tercih ederdi. Bir de yürüyüşü çok severdi. İmkan bulduğu kadar yürümek isterdi. bu

çince kavrar gibi o l d u m . Atsız,

Ailesine bağlı bir erkekti. Fedakardı da. Bu fedakarlığının bil hass a milli konularda olduğunu, Türklük ve Türkçülük söz konusu olduğu zaman şahsi her şeyinden vazgeçeceğini son­ ralan görecek ve anlaya caktı m Ama, o yağmurlu günde gör­ düğüm tablo, o şemsiye meselesi bana ailesi üzerine kanat germiş yırtıcı bir ku ş manzarası nı hatırlatmı ştı Bu kadar yıl sonra bile, o günü hatırlayışımın asıl sebebi herhalde bu inti­ ba olsa gerektir. .

.

EDEBİYAT İÇİNDE TÜRKLÜK ŞUURU Edebiyat dersleri bir ha yli ilerle mişti Vezinlere gelmiştik Hece vezni nisbeten kolaydı. Önce bir beyit veya bir kıt'a yaz­ dırır, sonra veznini bulmamızı isterdi. Mesela beşli hece vezni için Ziya Gökalp'ın şu kıt'asını yazdırdığını hatırlıyorum: .

.

Demez taş, kaya Yürürüz yaya. Türküz, gideriz Kızılelmaya.

On birli hece vezni Yurdakul'dandı:

için

yazdırdığı örnek de Mehmet Emin

«Ben bir Türk'üm, dinim cinsim uludur!" Biz bu m an zu melerin vezinlerini b u lmaya çalışırken şuur a ltım ıza yavaş yavaş Türklük sevgisinin yerleştiğini, kökleştiği-


TANIDIGIM

ATSIZ

l7

hissetmiyorduk. Yalnız bazı kelimelere aklımız takılıyordu: .Türküz, gideriz Kızılelmaya". ni

Kızılelma mı? O da ne demekti? Neresiydi? Nasıl bir yerdi? Bir memleket mi, yoksa bir toprak parçası mıydı? Çok mu uzak tı? Dimağımızda burgulanan bu sorular bizi daha çok öğren­ meye sevk ediyordu . Sonra sırayla bazı şeyleri anlıyorduk. Kı­ zılelma 'nın meyva cinsinden bir şey olmadığını, erişilmesi mu­ hakkak gereken bir menzil, bir hedef ve belki bir ülkü oldu­ ğunu öğreniyordu k .

13eş hececilerden, bir devrin ünlü şairi ve us ta fıkra yazarı

Yusuf Ziya Ortaç'ın bir yazısını okumuştum. Mehmet Eınin Yurdakul'dan bahsediyordu. Milletvekili olarak Mecliste bulun­ duğu yıllarda söz alır, fakat hep konunun dışında konuşur­ muş. Meclis reisi kendisini ikaz eder sık sık ·Beyefendi, sade­ de geliniz .. demek lüzumunu duyarmış. Mehmet Eınin, ·sadede arkadaşlar gelecek efendim" der ve konuşmasına devam eder­ miş. Yusuf Ziya Ortaç, hükmünü şöyle bağlıyordu: zavallı ,

..

Mebmet Eıniıı, hiç sadede gelemedi; şiirde bile!· Şüphesiz Mehmet Eınin Yurdakul'u pek büyük bir .. şair·

saymak imkanı yok. Ama şu pek sade, pek basit cümledeki iki kelime bile nesillere ışık tutmuştur: ·Dinim, cinsim uludur! .. Millet tarifinin kısacık, yalın bir örneği. Türkiye'de bir kanat. Atsız'a durmadan ·dinsizlik, İslamiyet düşmanlığı, ş a manlık vb." gibi isnatlarda bulunmuştur. Atsız, din düşmanı olsaydı, kö rpecik delikanlıların zihinlerine ·dinim, cinsim u l udur sözünü nakşeder miydi, diye hala düşünürüm. Atsız'ın gönlü hece vezn ind eydi Bu vezin, milli veznimizdL Dilimizin yapısına, fonetiğine çok uygundu. Şiirlerinin hemen hepsini (birkaç istisna dışında) bu vezinl e yazmıştır. Fakat aruz veznini de benimsemişti . Bu veznin Türkçeye uygun şekilde çok ustaca kullanıldığını görmüş, kendisi de birkaç şiirinde be�zer ustalıkla aruz kalıplarının içine girmekten kaçınmamış­ tı. Ama serbest vezin denen vezinsizlik? Onu bir türlü anlaya­ mıyor ve sevemiyordu. "

.

Aruz veznini belletirken değişik bir yol takip ediyordu. Ön­ ce vezinlerin şeklini ve isimlefini öğretiyor, örnek veriyor, son­ ra bu vezne göre birer mısra veya beyit yazmar:1ızı istiyordu.


TANIDIGIM ATS!Z

18

Özene bezene yazmaya çabalıyorduk. Kulağı aruz veznine son derece alışmıştı. Manaya aldırış etmiyor, fakat vezindeki en kü­ çük aksaklığı hemen yakalıyordu. ·Feilatün, feilatün, feilatün, feilı1n· veznine örnek olarak ders içinde şu beyti yazmıştım:

..sandalın gölgesi inmiş suya durgun ve beyaz Gölde her akşamı mahzun yaşadık sanki bu yaz

..

Okudum. Güldü. Bir daha okuttu. - Senin adın Deliorman'dı değil mi? - Evet efendim. Zannettim ki, ·şiir·imi beğendi. Ben beğenmiştim ya! Hal­ buki çok daha güzellerini yazan arkadaşlar vardı. Meğerse iş başkaymış. İlk hecenin uzun (veya kapalı) kullanılabileceğini söylemişti, ben de öyle yapmıştım. Aslından önce istisna yı kul­ lanmam hoşuna gitmiş. Olsun, Hocanın dikkatini çekebilmiştim ya! Bu, benim için yeterdi. Atsız'ın usulü öyleydi. Devrenin yarısından çoğunu ders vermekle geçirirdi. Anlatır, öğretirdi. Çok da iyi öğretirdi. Son­ ra bir yazılı imtihan yapardı. Daha sonra sıra sözlü imtihana gelirdi. Numara sırasıyla sözlüye kaldırır, o güne kadar öğret­ miş olduğu derslerin tamamından sorardı. Yazılı notlarını açık­ ça okurdu . Kimin ne aldığı belli olurdu. Sözlü sonunda da ver­ diği notu söylerdi . Herkes kaç aldığını, yazılı ve sözlü ortala­ masının kaç tuttuğunu bilirdi. Notu bol değildi, ama insaflıydı. Kimsenin, hakkından şikayetçi olduğunu görmedim. Sadece bir hususta müsamahası yoktu . Sözlü imtihana kalkan herke­ sin İstiklal Marşı'nı ezbere okumasını şart koşmuştu. Okuya­ mayan olursa onu yerine oturtur ve: ·Tostoparlak, yusyuvarlak bir sıfır· derdi. Arkasından da ilave ederdi: ·Hiç olmazsa bunun veznini öğren: Failatün-Ffülatün-Failün•.

TÜRKÇÜLÜGÜN TARİHi DERGİSİ: ORKUN ' O yıl ORKUN dergisi yayımlanmaya başlamıştı. Orkun, Türkçülerin o güne kadar çıkardıkları en kuvvetli ve sistemli dergiydi. Haftalıktı. Sahibi İsmet Tümtürk'tü. Yazı ve idare iş-


T A N ID I G I M AT S I Z

19

]erini de o yönetiyordu. Başyazarı ise Atsız'dı. Derginin çıktı­ ğından uzun zaman haberim olmamıştı. Ders yılının ortasında bir sayısını tesadüfen gördüm. İçindeki fikri yazılar, 1944 Irk­ çılık-Turancılık davasının hatıraları, ..Qrkundan Sesler.. başlıklı mizahi bir sayfa, kahramanlık şiirleri ve Ülküdaşlarla Başbaşa gibi bölümler vardı. Başlığının altında

du»

«Bütün Türkler bir or­

mısraı yazılıydı. Fiyatı da 25 kuruştu. 16 sahife olarak çıkı­ yordu ve hiç aksamıyordu . Hatırladığıma göre cuma günleri yayınlanıyordu.

Önce Atsız'ın yazılarını okudum. Sonra diğer yazılar da me­ rakımı çekti. Gitgide bütün sahifeleri, virgülüne kadar okuma­ ya başladım. Kısa zamanda tiryakisi olmuştum. Edebiyat notlarım çok iyiydi. Atsız'dan iyi not alabilmek için bütün derslerden çok, edebiyat çalışır olmuştum. Fakat taş çatlasa 9'dan fazla not alamıyordum. Kompozisyon notum da öyleydi. Sınıfta en yüksek not gerçi 9'du. Ama ben mutlaka 10 almak istiyordum. Bir türlü olmuyordu.

Orkun'un okuyucusu olduğumu Atsız'a hiç belli etmemeye çalışıyordum. Sanıyordum ki, Orkun'u, ondan 10 alabilmek

için okuduğum hissine kapılacak. Bu, bana biraz dalkavukluk veya en azından hocaya yaranma teşebbüsü gibi geliyordu. Orkun'u okula bile götürmüyordum. Orkun dergisinden biraz bahsetmek istiyorum. Çünkü bu dergi, pek çok Türkçünün yetişmesinde bir okul vazifesi gör­ müştür. 68 hafta çıkan Orkun'un eski sayılarını karıştıranlar,

onun sahifeleri arasında günümüzün pek çok şöhretini göre­

ceklerdir. Mesela Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı mer­ hum Alparslan Türkeş'in müstear adla birkaç yazısının yayım­ landığını hatırlıyorum. Milli Selamet Partisi Genel Başkan Yar­ dımcılığı yapmış olan merhum Fehmi Cumalıoğlu'nun da Gü­ neydoğu Anadolu'daki giyim tarzına ait birkaç yazılık, cevap­

lara ve tartışmalara yol açan bir yazı serisi Orkun'da yayımlan­ mıştı. Yazarlar, şairler, avukatlar, doktorlar, gazeteciler, banka­ cılar, mühendisler, ticaret erbabı, yüksek kademede memur­ lar. . . çoğu Orkun'dan feyz almıştır.

Orkun'un ilk sayılarında Türkçülere teklifler adı ile kısa tavsiyeler yapılıyordu. Bunlardan biri, yaygın cılarak kullanılan


TANID!GIM ATSIZ

20

(numara kısaltması) No'nun yerine Nu. şeklinin tercih edilme­ si görüşüydü ...Na•., Fransızca

numero kelimesinin ilk ve son

harfleri alınarak yapılmış bir kısaltmaydı. Ama, milletlerarası değildi. Almanlar, kendi dillerindeki nummer in baş ve son harflerini alıp Nr. şekline sokmuşlardı. Bizim, No'yu, ay111 du­ rumda Na. haline getirmemiz doğru olmazdı. Çünkü numa­ ra 'yı hatırlacmıyordu. O halde, birinci ve ikinci harflerini alarak '

·Nu". şeklinde kısaltmamızda yarar vardı.

Y;ıb'.ıncı kültüre ait olan şeyleri faydasız ve lüzumsuz yere

kullanmak, ancak "aşağılık duygusu.. nun sonucuydu. Halbuki Türkiye'de Türk kültürünü hakim kılmak, yabancı tes irleri sil­ kip atmak zorundaydık. Ayrıca, Türkçülüğü nazariye olmaktan <;ıkanp hayata uygulamanın yol ları da bulunmalıydı. ..Atsız im­ ..

zası

il e yapılan teklifin gerekçesi buydu.

En başta, Atsız ve yakınlan, bu ilkeye titizlikle u ym u şl ardı. Aımı, o dönemde, eski alışkanlık devam ediyordu ve ><teklif pek etkili olmamışa benziyordu.

..

Ben öyle zannederken, sanırım henüz 1952 yazıydı, PTT idaresinden gelen resmi bir haber kağıdında ..Nu". diye yazıldı­ ğını görmeyeyim-ini? Pek şaşmıştım. Aynı zamanda, her düşün­

cenin de günün birinde gerçekleşip işte böyle uygulama alanı bile bulabileceğinin dersini almıştım. O resmi kağıdı hazırlayan

veya ko n tr o l eden yetkiJ:, herhalde Türkçü veya en azından

Orkun okuyucusuydu . Bu teklif, sonraki yıllarda oldukça benimsendi ve yaygın­

laştı. Bugün Türkçülerin çoğu ·Nu." şeklini kullanmaktadır.

Atsız, ..Bay.., ve ..Bayan" kelimelerini de doğru bulmuyordu.

Bay, ..zengin" demekti. Halbuki, h i ta p şeklindeki .baynların hepsi zengin değ ild i . Ayrıca, öyle olsa bile. kendilerine bu şe­ .

kilde hitap edilmesi yakışıksızdı. Onun yerine, eskiden olduğu

gibi ve hfüa canlılığını koruduğu şekilde ..bey" sözünün (.beğ• şeklinde y a zılarak) kullanılması doğru olurdu.

Bir süre sonra, İsmel Tümtürk'e ya zdı ğım kısa mektuplara

gelen cevapların zarfında "Altan D eliorman B." şeklinde kısalt­ maları görmeye başladım. Atsız'ın mektuplarında nasıl olduğu­

mı hatırlayamıyorum. Aramızdaki ho ca talebe münasebetJeri sebebiyle sadece adımı yazmış ola bili r -

.

Bay-bayan tarzında kull anımın bir sakıncası daha vardı. Bu


TANIDIÔIM ATSIZ

durumda ·bay ın veya bayan ın ..

..

..

21

ismin başına gelmesi gereki­

yordu. O da, Avrupadaki mösyö, mister, herr kullanımlarının

kopyası anlamını taşıyordu . Türkçede ise bey veya hanım, ad­

dan sonraya gelirdi.

Orkun'daki ..tek!if ler arasında bu son hususa yer verilme­ ..

mişti. Konuşul muş ve İsmet Tümtürk'ün itirazı ile karşılanmış olabilir. İsmet Bey, titiz bir hukukçuydu ve kamın! sakıncaları iyi bilirdi. Bazı unvan ve lakapların kullanılmasını yasaklayan kanun «bey.., uhanım., gibi kelimeleri de i çine alıyordu ve hala

yü rürlükteydi (sanırım, bugün de öyledir) . Bu bakımdan, Or­ kun'da böyle bir «teklif..e alenen yer verilmesi, mahkemeden celp gelmesine yol açabilirdi. Zarfların nasıl yazıldığına ise al­ dırış eden yoktu.

ORKUN NASIL ÇIKAR, NASIL DAGITILIRDI? Bir cuma günü, Orkun'da, idareden okuyuculara yazılmış bir mesaj gördüm. Orkun pek çok yerde dağıtılamıyordu. Ba­ yiler derginin dağıtımını baltalıyor, satışına engel olmak iste­

yen eller bu baltalamayı teşvik ediyordu. Bunun için okuyucu­ lardan zamanı müsait olanlar, Orkun'u idarehaneden alıp en

yakıniarındaki bayilere bırakabilir ve hesapları tahsil edebilir­

lerse derginin satışı birkaç misli artabilirdi.

Orkun'un kapanmaması için harcanacak gayretlerde benim

de bir payım olması gerektiğini düşündüm. Kadıköy iskelesin­ den Altıyol civarına ve Üsküdar iskelesinden çarşı içine kadar bütün bayileri dolaştım. Orkun hakikaten yoktu. Hatta bayile­ rin çoğu böyle bir derginin yayımlandığını bile duymamışlardı. Karar verdim: Bu iki semtte Orkun'u ben dağıtacaktım.

Bir akşam üstü okul dağıldıktan sonra Sirkeci'ye geçtim.

Dergide yazılı olan idarehane adresini aradım, buldum. Büyük Postahane'nin (o zaman Adliye de postahane binasının yarısı­

nı paylaşıyordu) karşı sırasında küçük bir bina. Dar, dik ve ol­ dukça karanlık merdivenleri tırmandım. Birinci katta iki kapı

vardı. Birinin üzerinde ..Avukat İsmet Tümtürk" yazılıydı. Her­ halde burası olacaktı . Kapıyı çaldım: İçerden ses gelince aç­ tıın, girdim. Küçük bir oda, iki koltuk, bir masa. Masada orta boylu, gözlüklü, güler yüzlü, bıyıklı bir zat oturuyordu. - İ smet Tümtürk Bey?


TANIDIÖIM ATSIZ

22

- Evet, benim. Kendimi tanıttım. Niçin geldiğimi anlattım. İsmet Tüm­ türk'ün yüzüne bir gülümseme yayıldı. Koltuklardan birinde yer gösterdi:

- Bakın, öyle yapmayalım . Siz sadece Üsküdar veya Kadı­

köy semtini üzerinize alın. İkisi birden ağır gelir. Seksen mec­ mua çoktur. Kırk tane verelim. Bu semtlerden birinde dağıtın. Her hafta gelir, dergileri buradan alırsınız. Bir önceki sayının parasını da tahsil eder, getirirsiniz.

·

Sonra, aynı odaya açılan küçük bir kapıya doğru seslendi: - İhsan Bey! Kapı açıldı: esmer, zayıf, gençten biri içeri baktı. - İhsan Bey, bu ülküdaşımıza kırk tane Orkun verin. Bun­ dan sonra da her hafta gelip sizden aynı miktarda dergi alacak. - Peki efendim. İsmet Tümtürk'le ve derginin idare, muhasebe, postalama işlerinde ona yardım eden İhsan Sağnak'la böylece tanıştım.

Artık her perşembe akşamı Orkun idarehanesine gidiyor, hem kırk dergiyi alıyor, hem de o sırada postalanmakta olan dergi­ lerin adres kesme, yapıştırma, bantlama işlerine yardım ediyor­ dum. Orada geçirdiğim bir - iki saat bana en zevkli, en unu­ tulmaz anlar olarak geliyordu.

Ne İsmet Tümtürk'ün, At5ız'ın talebesi olduğumdan haberi

vardı; ne de Atsız'ın, Orkun'un dağıtımına yardım ettiğimden.

Böylece, kendimi isimsiz ..kahraman·.Iardan sayıyordum. Bu, bana ayrı bir gurur veriyordu . Üstelik, bu şekilde davranışım, Atsız'ın ·karşılık beklemeden fedakarlıkta bulunmak· prensibi­ ne de uyuyordu . Bu sebeple ayrı bir sevinç hissediyordum.

Orkun'u sadece Üsküdar'daki gazete ve dergi bayilerine dağıtıyordum. Bir kısmı on tane, bazıları da üçer beşer tane alı­

yorlardı . Fakat iş ilerledikçe zorlukları da meydana çıkıyordu . Dergilerin çoğu satılıyordu . Ama hesap almaya sıra gelince ba­

yiler işi yokuşa sürüyorlardı. Tahsilat bir türlü düzene girmi­

yordu . Para almak için fazla da sıkıştıramıyordum . ..ya Orkun'u

satmaktan vaz geçerlerse" diye düşünüyordum. Hiç olmazsa yirmi-otuz okuyucunun eline geçebilen derginin, bu yayılma imkanını devam ettirmek lazımdı.


TANID!ÖIM ATS!Z

23

Orkun kapanıncaya kadar bu dağıtım işini sürdürdüm. Fa­

kat Türkiye'de dergi, kitap dağıtımındaki zorlukları ve düzen­ sizliği ilk defa ciddi olarak bu teşebbüsümde gördüm. Aradan hemen hemen elli yıl geçti. Çeşitli dergiler çıkardım, çıkaran­ larla birlikte çalıştım. Aynı zorlukları hep yaşadım. Bir yayıne­ vinin yönetimiyle görevli olduğum yıllarda da aynı zorluklarla mücadele edip durdum.

Orkun, benim için sadece bir ülkü işi değil, bir basın de­ nemesi de oldu . Aynı zamanda bir ülkü dergisinin ne zor şartlar altında yü­ rütülebildiğini de yakından gördüm. Atsız, bu zor işin gönüllü­ sü idi. Para, muhasebe, idare, baskı işlerine pek karışmazdı.

Bu nlar benim işim değil, ben yapmaya kalkarsam üstelik büs­ bütün bozarım, derdi. O ağır işlerin gönüllüsü, daha doğrusu fedaisi İsmet Tümtürk'tü. Mesleki çalışmalarının yanı sıra der­

ginin kağıt temininden basılmasına, dağıtılmasına, abone ve posta işlerine kadar o meşgul olurdu . Derginin yaşatılması için gereken parayı sağlamak gibi en zor iş onun üzerindeydi. Ara sıra yazdığı yazılar da dergiye bir başka hava vermekteydi. Atsız'la İ smet Tümtürk'ün, bu iki eski mücadele ve hapis­

hane arkadaşının en verimli iş birliği, sanırım Orkun'un yayım­ landığı yıllara rastlar.

ÜÇ BÜYÜK TÜRK VE ATATÜRK Atsız'ın Haydarpaşa Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı­ ğı yıllarda şimdiki gibi iki değil, üç kanaat dönemi vardı. Üç

sözlü,

üç yazılı sınav yapılır, üç de ödev verilirdi. Atsız, ödev­

leri ders içinde yazdırırdı. Kağıtları çabuk okur, birkaç ders sonra notları açıklardı. İlk yılın ödev konularından ikisini hatırlıyorum. Birincisi ..savaşın ve barışın faydaları ve zararları.., ikincisi ise ·Türk ta­

rihinden en beğendiğiniz üç büyük şahsiyetin adı11 idi.

İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıntıları üzerinden uzun zaman geçmemişti. Savaş aleyhtarlığı bütün dünyayı kavramıştı. Sava­ şın faydalan hakkında fikir ileri sürmek kolay değildi. Gerçi Orku n'da savaşın gerekliliği ve milletçe savaşa daima hazır bu­ lunulmasının kaçınılmazlığı hakkında çeşitİi yazılar yayımlanı­ yordu . Bunları okuyor ve için için hak da veriyordum. Ama


T A N ID IÖIM

24

ATSIZ

ödevde, okuduklarımı yazmaktan çekiniyordum. Orkun oku­ yucusu ve hele dağıtıcısı olmamın "büyük sııTınnı Atsız'a hisset­ tirmek istemiyordum. Belki çocukça ve aşırı bir çekingenlikti.

Bu yüzden, barışın büyük yapıcılığından ve savaşların yıkıcılı­

ğından bol bol dem vuran bir ödev yazdım.

Ağabeyim o sıralarda genç bir hakimdi ve izinli olarak İs­

tanbul' da bulunuyordu . Kendisine, edebiyat ödevimin konusu­ mı ve n eler yazdığımı anlatınca: - Sen bu ödevden not al amazsın, 'demişti. - Niçin?

- Çünkü Atsız savaşır. faydası na inanır. Onun inancının aksine ya zdığın için senin notunu kırar. Birkaç gün sonra ödev notları okundu. Yine 9 almıştım. Ama bu sefer şaşırmıştım. Bir taraftan ağabeyimin söyledikleri­

ni düşünüyor, bir taraftan da, inancının aksine olsa bile, düz­

gün yazılmış bir ödevden Atsız'ın not kırmamış olmasına ş aşı­ yordum. Her şeye rağmen, Atsız'ı henüz iyi tanımıyordum. Onun, hakkı teslim eden, dürüstlükten bir nebze olsun ayrıl­ mayan yaradılışının ve karakterinin yabancısı sayılırdım.

Yalnız bir tarizini de, notumu okurken, eklemeyi unutmamıştı:

- 2400 Altan. İşte bu da barışsever bir arkadaşınız . . . Doğrusunu söyleyeyim; bu söz yüreğime işledi. İkinci ödevin toplu cevaplarından, üç büyük Türk'ün kim­ ler olduğunu anlamak bir hayli zordu . Sınıfın çoğunluğu Ata­ türk üzerinde birleşmişti. Fakat diğer ikisi için, arkadaşlar Me­ te'den Fatih'e, Kanuni'den İsmet İnönü'ye kadar uzanan çeşit­

li isimler yazmışlardı. Niçin bu isimleri tercih ettiklerini de kı­ sa kısa açıklıyorlardı. Birinci ödevin notlarını okurken yaptlğı gibi, ikincisinin de

notlarını o kurken Atsız, kendisine göre Türk tarihinin üç bü­ yük şahsiyetini aç ıkladı ve sebeplerini saydı. Atsız, Türk tarihinden sadece üç isim sayabilınenin gerçek­

ten çok güç olduğunu söylüyordu . O kadar çok kahraman, d evlet adamı, san'atkar, bilgin vardı ki, bunlardan üç tanesini ayırmak, diğerlerinin hakkını yemek sayılabilirdi. Ama, mu· hakkak bir ayırım yapmak gerekirse ilk iki isim tartışmasız Me;


T A N I D I G I M ATS I Z

25

ve Kür Şad'dı. Üçüncü isim de Alp Arslan ile Fatih Sul­ tan M ehmed'den biri olabilirdi.

ıe

Mete, Türkleri ilk defa bir bayrak altından toplayan ve bü­ yük bir imparatorluk halinde teşkilatlandıran şahsiyetti. Ku­ man dan, kahraman, başbuğ ve büyük bir devlet adamı idi. Da­ ha da önemlisi, milll şuura tam anlamı ile sahip bir ülkü ada­ mıydı . Kür Şad ise, fedakarlığın ve feragatin örneği olmakla kal­ mamış, Türkleri yok olmaktan kurtaracak bir teşebbüse giriş­ miş , sonunda hayatı nı seve seve vermiş, fakat dağılıp ufalan­ ınakta olan Türk soyunun Çin esaretinden kurtulmasını sağla­ mıştı. Türklük onun sayesinde payidar olabilmişti. Alp Arslan, Türklere yeni bir yurt kazandırmış, yiğit bir ku­ mandan ve devlet başkanıydı. Fatih de bilinen özelliklere sa­ hip, çağ açıp çağ kapamış büyük ve ileri görüşlü bir önderdi. Peki ya Atatürk? Bütün sınıf onu merak ediyordu . Atsız, ni­ çin onu saymıyordu? Halbuki bize öğretilen şaşmaz ve tartışıl­ maz gerçek, Atatürk'ün Türk tarihinin en büyük şahsiyeti, en yüce dahisi olduğu idi. İçimizden biri sordu . Atsız, cevabını hiç çekinmeden ve açık yüreklilikle verdi: ·A tatürk şüphesiz iyi bir askerdi. Çanakkale Savaşı 'nda ba­ şanlı olmuş, Mfllf Mücadele 'de önderlik görevini layıkı ile yü­ rütmüştü. Türk tarihinde yeni bir merhalenin öncüsüydü. Bunlann hepsi doğruydu. Fakat bütün Türk tarihini göz önü­ ne aldığımız zaman bu başanlar üç büyük şahsiyetin arasına girebilmeye yeter değildi. Üstelik tarih henüz her şeyi açıklığa kavuşturmamıştı. Son yüzyılın olayları çok yeniydi ve o döne­ min heyecanı henüz yaşanıyordu. Bu devre hakkında soğuk­ kanlılıkla h üküm verilmesi beklenemezdi. Zaman geçtikten sonra, belki yüz yıllık bir devreyi aşınca daha gerçek yatgıya varmak mümkün olabilecekti.·

ATSIZ'IN ÖGRETMENLİGİ Atsız'ın Haydarpaşa Lisesi'ndeki ilk öğretmenlik yılında, bi­ zim sınıfta edebiyat dersinden _galiba sadece iki kişi kaldı . Di­ ğerleri hep iyi not almışlardı. O iki kişi de "şahane" tembeldi. Yani bütün dersleri kırıktı. Bu sonuçta ne iltimas vardı, ne hoş-


L\ N I D I G I M

26

ATS J Z

görü. Atsız. edebiya t dersini, her öğrencinin en az 5 alacağı ka­ dar öğretmişti . Atsız'ın ö ğre tm enl i ğini gördükten sonra, en

haylaz t<ılebenin bile nasıl gayrete gelebileceğini, hoca iyi öğ­ retirse dersini pekala öğrenebileceğini anladım. O günden be­

ri bol bol düşük not vererek öğrencileri kırıp geçiren, sınıfın

yarısından fazlasını bırakan öğretmenlerin öğretmenliğine şa­

şa rım .

Son kanaat

dönemindeki yazılı i mtihanda bulunamamıştım.

O yüz de n , yazılıya giremeyen diğer ögrencilerle birlikte, Atsız, beni de öğretmenler odasına çağırdı ve orada im ti han e tti . Soruların hepsini doğru cevaplandırdım. Nihayet, dudakla­ rın da hafif bir tebessümle gözlerimin içine bakarak bir beyit ya zd ı rdı :

«Yüksel ki yerin bu yer değildir Dünyaya geliş hüner değildir... - Bu beytin

v

eznini bul bakalım .

Duru bir Türkçe ile yazıldığı ve 5/S'lik heve veznine de uy­ duğu için şaşırmak üzereydim. Fakat, benim de aruza · karşı yatkınlığım artmıştı. Kısa ve uzun heceleri çabuk bulabildim: - Mef'Glü I Mefailün / FeGlün. - Aferin! Sana kocaman bir dokuz numara . Ama bu beyti unu tma . Atsız'ın, öğrencisi Altan'ın boynuna astığı "barışseverlik· yaftasından sonra, bu ikinci tarizi, unutulacak cinsten değildi. Birkaç antolojiyi karıştırıp bu beytin n erede n alınmış o ldu­ ğunu a raştırdım. Namık Kemal'in bir terkib-i bend'i idi . Cez­

mi romanının kahramanlarından Adil Giray' ın ağzından söy­ lenmişt i. Bir h ayl i uzundu. Bana sorularını takip eden vasıta beyitlerinden biri şöyleydi:

..Yüksel ki boyun kadar kalırsın Sa'y eyle ki bihüner kalırsın... Emsalim arasında zama n o kadar uzun Ats ız ' ın boyumu ima gücendirmemek için

hayli uzun boylu bir çocuktum. Zaman boylu oluşuma üz üldüğüm bile vakiydi. ederek bu beyti yazdırdığını, fakat beni kısmından vazgeçtiğini sezinlemiş-

ik i n c i


T AN J D I Ô I M ATS I Z

27

riın. Bir rarafran da, bu kapalı mesajda bir teşvik edası hisseder gibi olmuştum. O yüzden hafif bir gurur duyuyordum. İlk ders yılının sonunda Atsız'ın sevdiği, fakat pek güvene­ mediği bir öğrencisi olabilmiştim. Benim Türkçü olmayışıma biraz kızar, biraz şaşar gibi bir hali vardı. Ama doğrudan doğ­ nıya bir tesir yapmak yolunu asla seçmiyordu .

«SUÇ ÜSTÜ .. Atsız'la aramızdaki buzlar, ikinci ders yılının başında bir­ den çözülüverdi. Biraz dikbaşlı, lüzumsuz yere mağrur ve had­ dinden fa zla çekingen öğrencisi ile Atsı z arasındaki yakınlaş­ m a , asıl o günden itibaren başlayarak gelişti. Şöyle oldu : 1 95 1 -52 ders yılı henüz başlamıştı. Eskiden olduğu gibi, muntazaman Orkun idarehanesine gidiyor, ara sıra yardım edi­ yor, dergileri alıyor ve dağıtımını yapıyordum. Bir akşam üzeri yine İsmet Tümtürk'ün yazıhanesine git­ miştim. O gün tahsilattan aldığım parayı teslim edecektim. Ka­ pıyı çaldım ve içeri girdim. İsmet Tümtürk masasında oturu­ yordu . Koltukların birinde bir deniz subayı ve öbüründe de . . evet, öbüründe de Hocam Atsız. .

Göz göze geldik. Suç üstü yakalanmış gibiydim. Kıpkırmızı kesildiğimi hissettim. Öylece kalakaldım . Atsız, İsmet Tümtürk'e baktı: - Ooo, bu bizim Altan. Sen onu tanıyor musun? Bu sefer şaşırmak sırası Tümtürk'teydi: - Evet, sen nereden tanıyorsun? - Alcan benim talebemdir. Sonra İsmet Bey kısaca anlattı. Benim çoktan beri Or­ ku n'un dağıtımına yardım ettiğimi söyledi ve g?-liba takdirkar birkaç kelime daha ekledi. Büsbütün mahcup olmuştum. Parayı teslim ettim, hafifçe selam vererek kendimi dışarı at tını.

-

Fena yakalanmıştım. Ama artık sırrımdaki ağırlık kalkmış sayılırdı. Bir bakıma ferahlamıştım.


TA N I D I G ! M A T S I Z

28

TÜRK MİLLİYETÇİLER DERNEGİ O sene, yani 1 9 5 l 'in son aylarında Türk Milliyetçiler Der­ neği nin çalışmalarına katılmaya başladim. '

195 1 'in ilkbaharında Türk Kültür Ocağı, Türk Kültür Çalış­ maları Derneği Türk Kültür Derneği, Genç Türkler Derneği, Türk Gençlik Teşkilatı gibi milliyetçi derneklerin oluşturduğu Milliyetçiler Federasyonu, Türk Milliyetçiler Derneği adını ala­ rak merkezi ve tek bir teşkilat haline gelm iş ti ,

.

Derneğin genel merkezi Ank:ıra'da idi ve genel başkanı da Hal Ok Ka ramağralı ydı (Daha sonra Ankara'da İlahiyat Fakülte­ si'nde profesör olan tanınmış sanat tarih ç imiz.) Genel Sek re te r rahmetli Erhan Löker'di (Daha sonra avukat oldu. Akdeniz kı­ yılarındaki müessif bir deniz kazasında Doç. Dr. Yaşar Kutlu­ ay'la birlikte, Allah'ın rahmetine kavuştu.) '

Türk Milliyetçiler Derneği sür' atle yayılmaya başlamıştı. Yurdun her yerinde şubeler açılıyor, coşkun bir m illiyetçilik havası memleketin dört bucağını sarıyordu. Orkun'la birlikte çeşitl i yerlerde çeşitli milliyetçi dergiler yayımlanıyordu. Hafı­ zam yanıltmıyorsa bunların sayısı 1 5-20 arasıydı. Derneğin İstanpul Şubesi, Cağaloğlu ile Yeşildirek arasın­ da, Rüstempaşa Medresesi'nde idi. Kubbeli, küçük bir salonu vardı. İç pencereleri oldukça geniş bir avluya bakmaktaydı. O avludan hatırımda kalanları araştırıyorum; gözlerimin önünde sadece iki sahne canlanıyor: Arkadaşları, Gökhan Evliyaoğlu nu aralarına alır ve şiirleri­ ni okuturlardı. Evliyaoğlu, o sırada sanırım Hukuk Fakülte­ si'nin ilk sınıflarında okuyan bir gençti. Güzel şiirleri vardı . İn­ sanı tarihin derinliklerine çeken, musıkili şiirler. Güzel de okurdu. '

Bir de avlunun bir köşesinde kocaman yeşile çalan renk­ te bir heykel kafası. Yüksekliği hemen hemen bir insan boyu kadardı. Bedeninden ayrılmış ve terk edilmiş olarak öyle du­ rurdu. Yakından neyin nesi olduğu pek anlaşılmazdı . Uzaktan bakılınca İsmet İnönü'nün hatları fark edil irdi Sonradan öğ­ rendim: Taksim de p arkın meydana bakan cephesine dikile­ cekmiş. Kaidesi hazırlanmış, heykel yapılmış, fakat yerine ko­ nulmadan iktidar değişikliği olmuş. Heykelden vazgeçilmiş Kimbilir nasıl gelmişse gel miş heykelin baş ı Rüstempaşa Med,

.

'

,

,


TA N ı D I G ıM ATSIZ

29

resesi'nin avlusuna, sanki nisbet yapar gibi Türk Milliyetçiler Dern eği kapısının karşısına konulmuş. Heykelin Taksim'deki kaidesi ise uzun yıllar, olduğu gibi bırakılmıştır. Her hafta seminerler yapılırdı . Bunların çoğunu merhum

Nurettin Topçu idare ederdi. İsmail Hami Danişmend, Os­ ınanlı tarihi üzerine seri konferanslar verirdi . Bir toplantıda Ca­

hid Okurer'in de bulunduğunu hatılıyorum. Okurer, o sırada Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri 'nin özel kalem müdürüy­ dü. Daha sonraki yıllarda Nurettin Topçu ile biraz, fakat daha ziyade İsmail Hami ve Cahid Okurer ile yakınlığım olacaktı. Gençler arasında Fethi Geınuhluoğlu "ağabey" olarak sevi­ l iyor ve sayılıyordu . Güzel ve tesirli konuşuyor, fakat biraz ge­ ıilerde kalmayı tercih ediyordu. (Sonra Spor ve Sergi Sarayı ınüdürlüğü , Milli Eğitim Bakanlığı özel kalem müdürlüğü, Odalar Birliği basın müşavirliği, Türkpetrol Vakfı umumi katip­ liği yaptı. 1 977'de en verimli çağında vefat etti. Din ü devlet aş­ kının canlı bir örneğiydi). Şube Başkanı Bekir Berk'ti. Şadi Pehlivanoğlu, Nevzat Yalçıntaş, Ahmet Çavdaroğlu , Remzi Sa­ karya , İhsan Koloğlu, Mehmet Emin Alpkan, Cahit Aydoğan, Celal Erçıkan hatırlayabildiğim diğer simalar. Aralarından çoğu ilerki yıllarda ilim adamı, milletvekili, gazeteci, doktor, avukat, iş adamı oldular. Bir kısmı başladığı yolda yürümeyi bırakma­ dı. Bir kısmı ise başka istikametlere saptı. Onların sayısı olduk­ ça azdır. Bir kısmı da hayatın karanlıklarında kaybolup gitti . Ülkü yolunda hizmetlerine rastlanmadı. Unutuldular. Atsız'ı Türk Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesinde hiç görmedim. Evvelce de belirttiğim gibi o, kalabalığa karışmak­ tan fazla hoşlanmıyordu . Orkun'da yazıyordu ya, gençler o ya­ zıları okusunlar, gidilecek yolu kendileri seçsinlerdi. Derneğin toplantı salonu, sabit iskemlelerle doluydu. Bun­ lar sıra halindeydi ve önlerinde not tutmak için masaya benzer tahta kısımlar vardı. En hoşuma giden tarafı kitap satılan bir n:asaydı. Satışa su­ nulan kitaplar, masanın üzerinde istif edilmiş olarak duru rdu. Başında kimse beklemezdi. Dileyen dilediği kit:.. b ı alır, parası­ nı kumbara gibi bir kabın içine bırakırdı. Üyelerin vicdanına bırakılmış bir iş. Tam bir itimat havası. Sonradan merak edip sormuşumdur, kitap satış hesaplarında açık çıkmış mıdır diye. Hemen hemen hiç çıkmazmış.


30

TA N I D ıG J M A T S I Z

«DALKAVUKLAR GECESİ» VE «KUYRUK ACISI» Atsız'ın eskiden yayımlanmış broşür ve kitaplarını bulmak kolay değildi. Haydarpaşa Lisesi'nin kütüphanesinde

«Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar,, adlı eserinin bir nüshası vardı. 1 9 30'larda çıkardığı «Ats ız Mecmua,,nın bir koleksiyonu da Fatih'teki Millet Kütüphanesi'nde bulunmaktaydı. Onları

ora­

Yürüyüş ., ..900. Yıl­ dönümü.., «Proleter-Burjuva Donk,i.şot Nazım Hikmetof Yoldaşa Cevap.. ve «Dalkavuklar Gecesi,, adlı kitap ve bro­ larda buldum, okudum.

«

Çanakkale'ye

şürlerini de Beyazıt'taki Devlet Kitaplığında bulabildim. Dalka­ vuklar Gecesi'ni istediğim zaman görevli memure bu kitabı vem1ek istemedi. Niçin okumak istediğimi sordu . O zaman ya­ lan söylemek zorunda kaldım. Edebiyat öğretmeni bir görev vermişti, onu hazırlayacaktım. Bu kitabı onun için okumam ge­ rekiyordu . Bu hiciv eserini ancak o suretle okumak imkanını bulabildim. Atsız'ın kitaplarını arar ve okurken, Türkçüler arasında geç­ miş olan tatsız çekişmeleri ve çatışmaları da ister istemez öğ­ rendim. 1 940'tan sonra birlikte Türkçü dergiler yayınlayan At­ sız ve Reha Oğuz Türkkan daha sonraları anlaşmazlığa düş­ müşlerdi. Türkçüler arasındaki küçük bir grup bu anlaşmazlık­ ta Reha Oğuz'u, daha geniş bir grup da Atsız'ı desteklemişler­ di . Bir kısmı da tarafsız kalmışlardı. Fakat işin kötü tarafı, bu anlaşmazlık yayın sahasına aktarılmış, iki taraf da birbirlerini suçlayan yazılar ve broşürler neşretmişlerdi «Hesap Veriyo­ rum.,, aHesap Böyle Verilir» ve «Kuyruk Acısı,, gibi broşür­ ler bu çekişmenin açığa çıkan ibretli belgeleriydi (") . Milliyetçiler Derneği'nin kitaplığında ·Kuyruk Acısı,. broşü­ ründen bir nüsha vardı . Bu broşürü okumak isteyen bir genç milliyetçiye, şube başkanı ·Bu eski tartışmaları okumanın bir (') Bu tartışmalar, Türkiye'n;n iç

ve dış politikası ile ilgilenen Batılı yazarların

eserlerinde de akis bulmuştur. Edward Weisband ·İkinci Dünya Savaşında İnö­ nü'nün Dış Politikası• adlı eserinde (Milliyet Yayınları, Tarih Dizisi: 31 , İstanbul

1974) ·Savaş yıllarında Türkiye'deki Turancılık hareketi birtakım küçük grupla­

ra bölünmüştü• leme kted i r (296.sh .). İngilizce yayınlanan eserinde (Turkey's Politics:

The Transition to a M ulty-Pa rty System, Princeton 1959) Kemal H. Karpat, Türkçüler arasındaki münakaşaları şu şe kilde özetlemektedir: ·194 1 -4 2 yılları arasına , ırkçı iki li­ der, Reha Oğuz Türkkan ve Nihal Atsız arasındaki tartışma, karşılıklı olarak birbirleri­ ni daha az -saf kan· olmakla suçlamaya duyanıyordu ve ikisi de birbirinin şeceresini didikleyerek kanının yüzde birinin bile Türk olmadığını ispatlama

gayreti

içindeyd i .·


TAN IDIÖJM ATSIZ

31

faydası olmadığını, yeni v e yapıcı eserleri okumanın daha iyi ola cağım• tavsiye etmiş ve o broşürü vermek istememişti .

«ATSIZ MECMUA., VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Okuduğum bu eserler bende bit soruya cevap aramak ih­ tiyacını da beraberinde getiriyordu . Atsız Mecmua'nın koleksi­ yonunda Peıtev Naili:, Sabahattin Ali gibi imzalar görmüştüm. Bunlar sonraki yıllarda solculuğun aşırı ucunu seçmişlerdi. De­ mek başlangıçta milliyetçi idiler. Onları Marksizme sürükleyen sebepler nelerdi? Bu sorunun cevabını uzun zaman aramışım­ dır. Yıllar sonra bir gün Dr. Cezmi Türk ile görüşüyordum. Cez­ mi Türk, Tahsin Demiray'ın sahibi bulunduğu ve u mumi neş­ riyatını kendisinin idare ettiği Çakmak mecmuasının idareha­ nesinde şunları söylemişti: - Başlangıçta milliyetçi olan bazı kimselerin sonradan Marksizme geçtikleri doğrudur. Bunların arasından birini tanı­ rım . Türk milliyetçiliğine o kadar bağlıydı ki, kendisini hadım ettirmek istiyordu . Bu suretle evlenmek, çoluk çocuk sahibi ol­ mak gibi "dert" !erden u zak kalacak, bütün ömrünü Türk mil­ liyetçiliğine ve Türklüğe adayacaktı. Ne gariptir, Türk halk edebiyatı ile meşgul bulunan bu zat, şimdi aşırı solcudur. - Niye böyle oldu? Dr. Cezmi Türk, bunun sebebini Ziya Gökalp'ın, Durkhe­ im'in görüşlerine fazla bağlanmasında buluyordu. Bu görüşler, Türk cemiyetinin yapısına uygun gelmiyordu. Bu uyumsuzluk, bazı kimselerin böyle cephe değiştirmesine yol açıyordu. Bu, Prens Sabahaddin'in "Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüsü Şahsi.. prensiplerine bağlandığını anladığım Dr. Cezmi Türk'ün şahsi görüşüydü. Onunkine benzeyen veya tam zıt yönde olan daha pek çok görüşü zamanla dinledim. Gökalp'ın mane­ vi ve islimi değerlere tam ve gerektiği ölçüde yer vermemiş ol­ duğunu iddia edenlere de rastladım. Bunların sayısı bugün da­ hi az değildir. Sonra, Atsız'a da bu soruyu sorduğum olmuştur. O ne, Cez­ mi Türk'ün, ne diğerlerinin görüşündeydi. Kendi talebesi ara­ sından bile solculuğa meyleden çıkmıştı. Hayatın akışı ve güç-


T A N I D ! G I M ATS I Z

32

l ü propaganda sistemlerinin durmadan işlerilişi b u sonucu do­ ğurmuştu .

İ tiraf ederim, bu hazin sorunun cevabı, bugün bile benim için tam ve kesin olarak aydınlanmış değil .

YAKIN GEÇMİŞTEN BİR DERS Atsız'ın k itapla rından broşürlerinden, yazılarından ve ona cevap olarak yayınlanan broşürlerde n al dığ ım bir ders v a rdır ki onun hep faydasın ı gördüm . ,

Türkçüler arasında zaman zam an anl aşmazl ık ç ı kma s ı tabi'i sayılabilirdi. Gönül isterdi ki bu n lar hiç olmasın. Fakat, Türk milliyetçisi rahat bir insan tipi deği ldi r Türk millerinin bugün içinde bu lundu ğ u durumdan rahatsızdır, daha ileri ve daha güçlü olmayı diler. Milli değerlere verilen önemin azlığı, kamu­ oyunun duyarsızlığı, ilgisizliği karşısında da tedirgindir. Türk­ lüğün geleceği için yapılması gereken hamlelerin yetersizliği yüzünden, milli şuurun geliştirilmemesinden, Türk tarihine, di­ line, temel değer hükümlerine ilgisiz ve hatta düşman davra­ nışların yayılmasından, artmasından da rahatsızlık duymakta­ dır. Bu yüzden, Türk milliyetçisi, çok kere hm,;ın bir insan ol­ maktadır. Bu hırçınlık zaman zaman tartışmalara, kavgalara, kırgınlıklara dönüşebilmektedir. Öze l hayatında sakin ve uysal olan Türkçülerden çoğunun, ülkü me selelerinde haşin ve uz­ laşmaz bir tavır alışlarının gerçek sebebi belki de bu olabilir. .

Atsız da öyleydi: Çekingen, hassas yaradılışlı, mütevazı bir kimseydi. Peki ama ülkü faaliyet i nde niçin bu kadar hırçın ve

kavgacı olmuştu? Bu, çok kimseye izahı güç bir tezat gibi gö­ rünüyor. Halbuki tezat değil, bir sebep n etice bağlantısı olma­ lıdır. -

Düşmana karşı fikir savaşında Türkçülerin hırçınlığı mak u l ve makbul karşılanır da birbirlerine karşı tutumlarında son de­ rece yumuşak ve anlaşıylı davranmaları beklenmez mi? Elbette beklenmeli. Fa ka t ta tbikatta bu her zaman mümkün olamıyor ,

,

.

1 944'ten önce gördüğümüz örneklere, 1 944 'ten, 1 950'den sonra da yenilerini ekleyebiliriz. Bu davranışları renkid etn)ek kolay o lu yor Fakat önlemek ve t edavi etmek bir hayli güç. .

Türk mill iyetçiliği nin isimsiz bir eri olarak giriştiğim bütü n


T A N IDIGIM ATS IZ

33

neşriyat ve teşkilat çalışmalarında , sonraki yıllarda bunlardan p ek çoğu , benim de başıma gelecekti. Duyduğum hayal ve gö­ nül kırıklığı çok kere tarifsiz olacaktı. Fakat, eski Türkçülerin tartışmalarından ve kavgalarından aldığım dersi ve ibreti hiç unutmayacaktım. Bu anlaşmazlıkları hiçbir zaman yazıya ve hele dergi, gazete sayfalarına dökmeyecektim. Türk Milliyetçiler Derneği'nin o zamanki İ stanbul Şubesi Başkanı'nın ikazını hep haklı görmüşümdür. Sonraları bizzat kendisi saf değiştirmesine, başka yönlere kayıp gitmesine rağ­ men ona bile güleıyüz göstermeyi tercih etmişimdir. Atsız'dan dolaylı olarak bir öğrendiğim de bu rnetod oldu.

«BOZKURTLARIN ÖLÜMÜ» .. Bozkurtların Ölümü.. ve ..Bozkuıtlar Diriliyor• romanlarını onuncu sınıfa geçtiğim yaz okudum. Feridun Fazıl Tülbent­ çi'nin, Abdullah Ziya Kazanoğlu 'nun, Turhan Tan'ın tarihi ro­ manlarını da okumuştum ama, bu iki eser onlardan ne kadar farklı, ne kadar güzeldi. ·Bozkurtların Ölümü,.nün son satırını okuyup kitabı kapadığım zaman bütün benliğimi kavrayan ve asla gerçekleşmeyecek olan bir dilekle kavrulmuştum: - Keşke ben de o çağda yaşasaydım! On yıl kadar sonra Mill1 Yol adında haftalık bir dergi çıkar­ dık . Bu derginin ilk sayılarında bir anket açılmıştı. Okuyucula­ ra sorulan sorulardan biri de şuydu : ·Elinizde olsa hangi çağ­ da yaşamak isterdiniz?.. Cevapların büyük bir kısmında, benim Bozkurtların Ölü­ mü 'nü bitirdiğim andaki duygu canlandırılıyordu : Gök Türkler çağında. Kür Şad'ın yaşadığı çağda yaşamak. fakat cevaplar arasında çok daha manalı başkaları da var­ dı. Okuyuculardan bir kısmı şimdi yaşadıkları çağdan memnun olduklarını, çünkü Türklüğün bu müşkül zamanında yaşama­ nın kendilerine daha büyük hizmet ve vazifeler yüklediğini, bu zorlukları yenmek için çalışmak fırsatı verdiğini belirtiyorlardı. Bu cevapları daha çok beğenmiştim.

Atsız da beğenmişti. An�.etin sonuçları üzerinde konuşur­ ken, ikinci düşünüş şeklinin bir ülkücüye daha çok yaraştığını söylemişti. Çünkü Gök Türkler çağında yaşamak nihayet kişi-


34

TANIDIGIM ATSIZ

nin kendisi bakımından güzel bir şeydi. Yani bir şahsi zevk meselesiydi. Halbuki bugün yaşamak, daha çok fedakarlık is­ temekteydi. Benliğini feda etmeyi, her şeyden geçerek Türklük için çalışmayı gerektiriyordu.

ATSIZ'IN GEÇİCİ «DOKUNULMAZLIGI» Atsız'ın Haydarpaşa Lisesi'ndeki öğretmenliğinin ikinci yılı bir hayli hareketli geçti. Bir grup arkadaş, o güne kadar lisede çıkarılmayan, fakat diğer liselerde varlığını işittiğimiz, hatta gördüğümüz ·Duvar Gazetesi" çıkarma işine giriştik. Resim odasını ..yazıhane· yap­ tık. Yazılar yazıldı, resimler çizildi, kartonlar hazırlandı. Niha­ yet Duvar Gazetesi çıkarıldı. Ama ne gazete! Orkun'un kopyası. Hatta o kadar da değil, Orkun'dan bile ateşli ve heyecanlı. Sevgili Duvar Gazetemiz birkaç gün yaşayabildi. Okul ida­ resi gazetenin çıkışını yasakladı ve çıkardığımız nüshayı da du ­ vardan indirtti. O kadar emek verdiğimiz ve bütün heyecanla­ rımızı üzerine serp işti rdiğimiz karton gazetemiz iki hademenin elinde kıvrılarak, bükülerek götürüldü. Hocamız Atsız o gazeteyi bilmem hiç gördü mü? Onunla bu konuyu konuşmamıştık bile. Tabii okul idaresi, Atsız ın biz­ leri kışkırttığım, bu gazeteyi belki de onun çıkarttırdığını san­ mıştı . Atsız'a kimsenin bir şey demeye gücü yetecek gibi de­ ğildi. B izim ceza almamamıza, hiçbir tenbine maruz kalmama­ mıza belki de onun "dokunulmazlığı" sebep olmuştu. Manevi bir dokunulmazlıktı bu. Atsız'ın şahsiyeti, idarenin otoritesini çok çok aşıyordu. Hele o günlerde. '

ATSIZ'DAN YARDIM İSTEGİMİZ İ kinci teşebbüsümüz ·Edebiyat Kolu.. kurmak oldu. Hay­ darpaşa Lisesi 'nde bir edebiyat veya kültür kolu yoktu. Birkaç arkadaş okul müdürüne hitaben yazılmış bir dilekçeyi imzala­ dık. Aldım, müdüre götürdüm. Müdürümüz Bahattin Örnek:i l iyi niyetli ve anl ayışlı bir zattı. (Sonradan 1954 seçimlerinde · Demokrat Parti listesinden Sivas Milletvekili olarak meclise gi­ recekti). Fakat o bile teşebbüsten çekindi. Artık ·mimli.. bir öğ-


35

T AN I D I G I M A T S I Z

renci sayıldığım için benim karıştığım (hele, bilse ki başı çek­ tiğim) bir işten ürker gibiydi . Müracaatımızı kabul etmedi.

o zaman çaresiz Atsız Beye başvurduk . Bize yardımcı ol­ masın ı rica ettik. O ana kadar bu işlerden haberi bile yoktu. Kötü bir iş miydi bu? Mektepte edebi faaliyetlerin yapılmasın­ dan niçin ürkütüyordu? Bize neden itimat edilmiyordu?

isyanımızı gülümseyerek dinledi. Bize hak veriyordu . Ama okul idaresinin de kendine göre bir tutumu vardı. Yine de meşgul olacaktı.

Bir müddet sonra •gayrıresını.. izin çıktı. Faaliyetler edebi­ yat öğretmenlerinin nezaretinde yürütülecekti. Biz de bu şartı ister istemez kabul ettik. Ama tatbikatta bütün çalışmalar ede­ biyat kolunun, öğrencilerden teşekkül eden idare heyetinin kontrolünde kaldı. Bu edebiyat kolu, 1 954'te liseden mezun olmamıza kadar çok başarılı çalışmalar yaptı. Haydarpaşa Lisesi, milliyetçi okul­ lar arasında en ön plana çıktı. Kuvvetli ve oldukça kalabalık

bir milliyetçi grup teşekkül etti. Bu gruptakiler bugün bile bir­ birleriyle haberleşmekte, ilgilenmekte, bazen o günlerin hatı­ ralarını yad etmektedir.

SERBEST SEMİNER SAATLERİ Liselerin dört yıla çıkarıldığı dönemde, ders programlarına

serbest çalışma saatleri konulmuştu . Bunlara 'seminer' diyor­ duk. Her semineri bir öğretmen idare eder, öğrenciler o ders­ le ilgili zorluklarını, anlamadıkları hususları öğretmene sorar,

bilgilerini genişletirlerdi. Seminerlere her sınıftan öğrencinin katılması serbestti. Bazı seminerler üç-beş öğrencinin katılımıy­

la yapılırken, bilhassa iki öğretmenin semineri çok kalabalık olurdu. Bunlardan biri Atsız'ın, ikincisi başka bir edebiyat öğ­

Mahir İz'in idare ettiğiydi. Atsız'ın seminerinde, sıra­ larda oturacak yer bile bulunmazdı ("'). retmeni,

(•) Uğur Dennan Kubbealcı Akademi Mecmuasında

o

günlerin he yecanlı seminer

saatlerinden bahsediyor. (M. Uğur Derman; Mahir Hoca'dan izler: Kubbealrı Akademi Mecmuası, Yıl 4, Sayı 1 , Ocak 1975, sh. 1 5.) Tam onun anlattığı gibiydi . (Uğur Derman lisede sanırım benden bir s ın ıf ilerdeydi.

Sonra eczacılık tahsili yaptı, eczacı oldu. Tü rk

hat saıı'atı üzerine yaptığı değerli ve ritiz .araşcırmaları, san'at tarihimizin çeşitli konu­

ları hakkındaki neşriyatı ile tanınmış çok değerli bir müdekkiktir. Şimdi Türkpetrol Vakfı U mu mi Katibidir.)


36

T A N I D I G I M ATS I Z

Atsız, ilk seminerinde Orhun Yazıtlarını ve Göktürk alfabe­ sini anlatmıştı. Ondan sonraki seminerleri, öğrencilerin soraca­ ğı sorulara hasretti. İ steyen kalkıp istediği soruyu soruyor, o da ceva p !andırıyordu . Bu durumdan yararlanmak için, ben ve iki-üç arkadaşım, aramızda sözleştik. Sıra ile kalkıp Namık Kemal 'e, Ziya Gö­ kalp'a, Türk tarihine dair sorular sormaya başladık. Böylece At­ sız'a konuşma alanları açılıyor, Türklük ve Türkçülükle ilgili konulan anlatması mümkün oluyordu .· Ö ğrenmek istediğimiz çok şey vardı. Şu Amerikan yardımı neyin nesiydi? Masonluk denilen şey nereden çıkmıştı? Bunlar ne yapmak istiyorlardı? D r . Rıza Nur kimdi? v . b . Zamanla, Atsız'ın seminer .saatleri, mil­ liyetçilik bahisleriyle ilgili bir zemin üzerine oturdu . Artık , haf­ tada iki saat son derece verimli anlar yaşıyorduk. Bozkurtların Ölümü'nü okuyan arkadaşlarımız vardı. Ta­

bii, benim gibi, onlar da bu tarihi romanın derin etkisi altında kalmışlardı. Atsız'a bu konuda soru soranlar da bir hayli faz­ laydı. Sonunda, Atsız'ın seminerleri daha büyük bir rağbet gör­ meye başladı. Onun hasta olup da gelemediği, bu yüzden boş geçen seminer saatlerinde mahzunluk duyuyorduk. Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun, okul kütüphanesinde bula­ bildiğim hemen bütün tarihi romanlarını daha ortaokul yılla­ rında okumuştum: Gültekin, Kızıltuğ, Kozanoğlu, Sarıbeniz vb. Bir seminerde Atsız'a, Abdullah Ziya ve romanları hakkında ne düşündüğünü sordum. Atsız, bu tarihi romanların, milliyetçi bir neslin yetişmesinde ve tarih şuurunun uyanmasında olum­ lu etkileri bulunduğunu söyledi. Ancak, tarihi gerçeklerle ilgi­ si çok azdı . Yer ve şahıs isimleri aslına uygun değildi. Daha çok, macera ekseni etrafında kaleme alınmışlardı. Ama, yine de şüphesiz faydalıydılar. Abdullah Ziya Kozanoğlu ' nun bir gün patronum olacağını o sırada nereden bilebilirdim ki? Liseyi bitirdiğim yıl, bir yayın kuruluşunda işe girmiştim. Türkiye'ye yeni girmeye başlayan ofset tekniğini öğrenip uy­ guluyor, resim işlerinde yardımcı oluyordum. Bir gün gazete­ de bir ilan gördüm. Yeni yayınlanacak bir gazete, benim rrieş� gul olduğum konularda çalıştırılmak üzere eleman arıyordu. Soruşturdum . Bu gazete ''Tan" gazetesiymiş. Marksistlerin yö­ netiminde iken 194S'te üniversite gençliği tarafından tahrip


TANIDIGIM ATSIZ

37

yüzden kapanan Tan gazetes i bu defa, başka bir hüviyetle yeniden çıkaca kmı ş. Gazetenin iki ortağı vardı. Halil Lütfi D ördü ncü ve Abdu ll ah Ziya Kozanoğlu. Halil Lütfi, Tan'ın eski pa tro n u ydu . Gazete binası ve ma k in ele r onundu. Abdul­ lah Ziya ise, müteahhitlikten iyi para kazanmıştı. Ş i mdi haber edil en ve bu

,

,

ve magazin ağırlıklı bir gazete hazırlıyorlardı . Bunu öğrenince,

Arsız a gittim. Durumu anlattım. Abdullah '

Ziya Kozanoğlu ile tanışıp tanışmadığını öğrenmek istiyordum. dostuymuş. (Kozanoğlu 'nun romanla rın ı Türkiye Yayıne­

Eski

vi yayınlamıştı. Türkiye Yayınevi ile 1946-1 949 arasındaki iş ilişk isi sırasında Atsız'ın, Kozanoğlu ile tanışmış olması mu h te­

meldir). Beni kendisine tavsiye etmet;inin mümkün olup ola­ mayacağını sordum. Masanın üzerinden hemen bir k ağıt çe kti , eski yazıyla b irk aç satır yazdı. Bitirince ba na okudu. "Azizim

Abdullah Ziya Beğ, Altan eski talebemdir" diye başlıyor ve hakkımda övücü sözlerle devam e diyordu .

Sonra mektubu bana verdi. Birkaç gün geçince Tan matba­

asına gidip Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu buldum. Niçin geldi­

ğimi anlattım. Hocanın kendisine yazdığı mektubu da verdim. Abdullah Ziya, mektubu okudu . Benimle biraz konuştu, yaptı­

ğım işleri gördü ve "Yarın sabah gel, işe başla" dedi. Çalışaca­ ğım masaya kadar da götürüp yapacağım işleri önüme yığdı. O zamana göre iyi bir haftalık vereceklerdi.

Sanırım iki-üç hafta çalıştım. Bu arada ortaklar bozuştular, gazetenin çıkarılması işi suya düştü. Derlenip toparlanmış kad­

ro dağıldı. Diğerlerini bilmem ama ben hiçbir ücret alamadım. Buna karşılık tecrübe edindiğimi düşünüp kendimi yine de karlı saydım.

GÖKALP VE ISTANBUL Hoca'nın, derslerde üzerinde özellikle durduğu iki husus

vardı. Bunları bir kere söylem�, sonra da, hfüi yanlış· söyleyip yazanları defalarca uyarmıştı. Birincisi, ·İstanbul ..un "i" harfi ile yazılmasını hatalı buluyor­

du. Istanbul kelimesi artık Türkçeleşmişti, üstelik en büyük şehrimizin adıydı. Onun için, Türkçedeki ses uyumu kuralına

göre söylenip yazılması gerekirdi. Yani kalın heceyle başlıyor­ sa öyle, ince heceyle başlıyorsa yine öyle devam etmeliydi. Bu


T A N IDIGIM ATSIZ

38

bakımdan ·Yahudi aksanı" ile değil, Türkçe telaffuz edilmeliy­ di . İkincisi de, Ziya Gökalp adının yazılış şekliyle ilgiliydi. Gö­ kalp'taki aıp., yiğit, kahraman demekti. Türkçe bir kelimeydi ..

ve kalın ..a. ile telaffuz edilmeliydi. ..a0>01n inceltilerek okunma­ sı, Avrupa'daki Alp dağlarının telaffuzu gibi okunması demek­ ti. Bu durumda kelimenin anlamı da değişiyordu . Tabii olarak, Gökalp'ten, Gökalp'i, Gökalp'in değil; Gökalp'tan, Gökalp'ı, Gökalp'm şeklinde yazılıp okunması lazımdı.

Doğru ve makuldü. Ondan sonra, yazarlık hayatım boyun­ ca Gökalp 'ı, hep Hoca'nın işaret ettiği gibi yazıp söyledim. Is­ tanbul'u da uzun yıllar öyle kullandım. Ama bunda başarılı olamadım. O kadar alışılmış ve yerleşmişti ki, ne kadar •ı" ile yazsam, yazılarım hep ..İstanbul.. olarak basılıyordu . Nihayet pes edip ben de akıntıya uymak zorunda kaldım.

ORKUN'UN KAPANIŞI Atsız'ın daha önce çıkarttığı üç dergi de hükumet tarafın­ dan kapatılmıştı. Atsız Mecmua, Orhun ve 1 943'de yine Or­ hun . . . İlk Orhun 1933'te yayınlanmıştı. 9 sayı çıktıktan sonra 1934 Temmuzunda ·hükumetin iç ve dış siyasetine aykırı neş­

riyat yaptığı" gerekçesiyle yayım izni kaldırılmıştı. 1 Ekim 1 943'te yeniden yayınlanmaya başladığı zaman eski Orhun'un kaldığı yerden devam maksadıyla 10. sayı olarak numaralandı­ rılmıştı. Meşhur iki açık mektubun neşrinden sonra 1944'te, 16. sayıda tekrar kapatılmıştı. Tek şef sisteminin adeta bir icabı olan bu kapatmalara karşı yapdacak bir şey yoktu :

Fakat bu sefer Orkun, 68 sayı çıktıktan sonra kendiliğinden

kapanıyordu .

Yazık! Demek ki, Türkçülük, haftalık bir dergiyi yaşatabile­

cek kadar güçlenmemişti.

Aklımıza gelen ilk ihtimal buydu . Ve, belki de doğruya en yakın ihtimaldi. Orkun'un kapanma sebebini Atsız şöyle açıklıyordu : "Biı·çok Türkçünün, maddi, manevf yardım iyle çıkmakta olan Orkun, onu idare edenlerin yorgunluğu yüzünden kapa­ nıyor. Bu kararı verenlerin ızdırabı büyüktür. Uzun konuşma,


TA N I D ! G I M ATSIZ

39

tartış ma ve danışmalardan sonra, yapılacak başka bir şey ol­ madığı için bu neticeye vanlmıştır. r'urdun her tarafındaki genç Tü1·kçülerin, bu sonuç karşı­ sında duyacak/an acıyı düşünmek bizi elem içinde bırakmak­ ta ve bahta lanet etmeye sevketmektedir.

Türkçülüğün bayrağını, ilerde yeniden açmak üzere şim­ dilik kapatıyoruz. Bu bayrağın yeniden açılması, şahıs olarak mutlaka yine bizim idare edeceğimiz bir derginin çıkması ma­ nasında anlaşılmamalıdır. Türkçülük bayrağını yükseltenler yoruldukça, yıprandıkça, düştükçe, o bayrak, bir adım geri­ den gelenler tarafından kavranacak ve Türkçülük ordusu, bir çığ gibi büyüyerek hep ileriye, büyük ülküye, Kızıl Elma ya doğru yürüyecektir.•

Derginin sahibi ve neşriyat müdürü durumunda olan İsmet Tümtürk de Orkun'un kapanışını izah ederken, bunun parasız­

lıktan değil, vakit ayıracak ülküdaşların azlığından ve bilhassa Atsız'ın uzun zamandır teşhis olunamayan müzmin hastalığı sebebiyle dergide çalışamamasından ileri geldiğini belirtiyor­ du . (*) Demek Atsız hastaydı. Halbuki derslerini bir gün bile ak­ satmadan muntazam okula geliyor, hastalığıni gösterecek hiç­ bir belirti sezilmiyordu.

Bu da Atsız'ca bir davranıştı: Vazifesine bağlılık, intizam,

acısını belli etmemek.

Atsız, Orkun'un kapanış sayısında (diğer sayılardan farklı olarak iki -misli hacimle ve dolgun münderecatla çıkmıştı) yaz­ dığı ..veda başlıklı yazı ile. bütün Türkçülere sesleniyordu. Bu hazin yazıda, Orkun'dan değil, hayattan ayrılır gibi bir eda var­ dı. Sanki son bir seliim, sanki bir vasiyet, s4nki yiğitçe bi r kay­ bolu ş ..

.

Gönül dilerdi ki, cenaze merasiminde kabri başında At­ sız'ın bu son ya zısından bir parça okunsun, o kadar. Zira bu yazısında Atsız, hayat ve ölüm hakkındaki düşüncelerini de, bir sanatkar üslubu ile dile getirmekteydi: (") Atsız'ın yıllar sonra yayınlanan meknıplarından (bk. o,·kun 10. sayı, Aralık

1998) gerçek sebebin bu olmadığı anlaşılmaktadır. Asıl sebep, Orkun'da, o zamanki Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'?i savuna rı yazıların yayunlanmış olmasıdır. Atsız, bu

. neşriyatı tasvip etmiyordu. Orkun'un bu şekilde yayımlanmasından ise kapatılmasının daha iyi olacağını düşünüyordu.


T A N ID I G I M A T S I Z

40

"Hayat ve ölüm . . . Bunlann ikisi de güzeldir. Fakat esas ve

ebedi. otaıı ölümdür. Öteki

bir rüya kadar geçici ve aldatıc ıdır. sinesinde yatmak . . . İşte bizim nasi­

Büyük ve esrarlı kaiııatıı ı bimiz budur. Bu nasibimizi almadan öııcelıi kısa rüya ale­ m inde kendimizi ölü m kadar ebedf bir.fikre vermek ve o fikir uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptı rmaktan şeı·ej­ li ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize, Tanrı Dağında bekleyen ecdat

rublanııa ve

bizzat Tanrıya kavuşturacak şanlı ve gü zel

hir ölümdüı·. Bu ölümün güzelliği ile i�ki ve şehvet içindeki

ba­

yatın. çirkinliğini düşünmek hakikatı anlamaya da yardım edecektir. Ülkü yolunda ölenlerin, ebedf karanlık içinde kaybolurken hajizalarda bir ışık gibi parlama/an güzel, fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzakta bulunarak karanlıkla bir o/malan ondan daha güzeldir. Yaşamak, sadece kısa bir an yaşamaktır. ÖlürYI: ise kaina­ tın ebedfliğinde, hatıralardan ve gönüllerden de silindikten sonra sonsuzlukta sonuna kadar yaşamakta devam etmektir. Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel, hatırlan­ madan, gönüllerden silinerek, unutularak yaşamak ondan da ne kadar güzeldir. Her fedakdrlık muhteşemdir. Fakat eserine imza koymamak, ülkü uğrunda ad bırakmadan silinmek her şeyden daha muhteşemdir. "

Atsız'ın Türkçülere ebedl bir miras gibi bıraktığı bu satırlar

daima hatırlanacak gibidir. Nice Türkçü , şu birkaç cümleden ders alarak ülkü yolunda fedakarlıkla çalışmayı gaye edinmiş­ tir:

"Türkçüler' Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her dü­ şünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında döküle dökü­ le, fakat bir an durmadan Moskofa kar_şı Köprüköy taarruzu­ mt yapan Türk alayı gibi ülküye doğru ilerleyiniz! Bu ilerleme

sırasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Onları mukadderata, tarihin.şerefyaprağına ve Tanrı ya bıra­ karak yürümekte devam ediniz ve en büyük kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz

.•

ORKUN'DA KİMLER YAZDI? Orkun dergisinde yazıları yayımlanmış olanlardan çoğu sonraki yıllarda faal memleket vazifeleri almışlar, sorumluluk-


T A N I D ı G ! M ATS I Z

41

ıar yükle nmiş ler, devlet kademelerinde ve özel işlerinde başa­ rı l ı olmuşlardır. Orkun'da en çok yazısı çıkanlar Atsız, İsmet Tümtürk,

Nejdet Sançar, Zeki Sofuoğlu, H. Fethi Gözler, Nuri Tar­ han, Faik Gö:zübüyük, Fehmi Cumalıoğlu'dur. Diğerleri arasında tanınmış Türk milliyetçilerinden Dr.

Mustafa Hakkı Akansel, Dr. İzeddin Şadan, Dr. Şerif Kor­ kut, Hüseyin Namık Orkun bulunmaktadır. Öteki imzalardan bazılarını şöylece hatırlayalım:

Hakkın rahmetine kavuşanlar: Arif Nihat Asya (o zaman milletvekili idi. Büyük ve değer­

li şair, yazar, eğitimci), Arık Ozan (Asıl adı Mustafa Arif Arık. Çok kabiliyetli bir şair, yetişmiş bir idareciydi. Kaymakamlık

yaptı. Genç yaşta aramızdan ayrıldı), Hikmet Tanyu (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde profesörlük ve dekan lık yaptı. Çok sayıda eseri ve ilmi makalesi yayımlandı), İsmail Hami Danişmend (tanınmış tarihç i müellif. "İzahlı Osmanlı ,

Tarihi Kronolojisi" -6 cilt en önemli eseridir), Faruk K. De­ mirtaş (Ti mu rtaş İ lim adamı, eğitimci, yazar. İ . Ü . Edebiyat Fa­ -

-

kültesi'nde profesörken vefat etti), Zeki Ömer Defne (tanın mış şair ve eğitimci), Yıldırım Niyazi Gençaydın (öğretmen,

­

ünlü şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu . Yayınlar Genel Mü­

dür Muavinliği, Devlet Kitapları Genel Müdürlüğü, Türk Musi­

kisi Devlet Konservatuarı Genel Sekreterl iği yaptı. Emekli ol­ duktan sonra Türk Edebiyatı Vakfı müdürlüğünde bulu ndu ),

Orhan Şaik Gökyay (eğit im ci edebiyat tenkidcisi ve tarihçi­ si , ünlü şair) Selahattin Ertürk (Hacettepe Üniversitesi'nde profesörlük yaptı, şair), H. Fethi Gözler (eğitimci, idareci, araştırmacı) , Kemaloğlu (Muharrem Ergin , tanınmış ilim ve fi­ ,

,

kir adamı, türkolog, yazar, İ . Ü . Edebiyat Fakültesi'nde profe­ sörken emekli oldu), Tahsin Ünal (tarihçi, müellif, emekli al­ bay) , i. Hakkı Yılanlıoğlu (emekli subay, şair ve yazar. Mil­ letvekilliği yaptı) .

Bu kitabın yeni basımı yapılırken hayatta olanlar ise şu

is iml erdir : Mehmet Gökalp (şair, folklor yazarı, emekli savcı), Cahit Aydoğan ( İktisa tçı şair, iş adamı. Ankara Ticaret Odası ,

Başkanlığında, Adalet Partisi Ankara İl Başkanlığında bulun­ du), Haluk Karamağralı (Sanat tarihçisi, Ankara Üniversitesi


T A N I D I G I M ATSIZ

42

İlahiyat Fakültesi'nde profesörken emekli oldu. 1953'de kapa­

tılan Türk Milliyetçiler Derneği'nin ilk genel başkanıydı) , M. Fahrettin Kırzıoğlu (tarihçi, Atatürk Üniversitesi'nde profe­ sörken emekli oldu . Çok sayıda eseri vardır), Refet Körüklü (Maliye Bakanlığı'nda şube müdürüyken emekli oldu . Şair Ye­

ni Orkun dergisinin sahibi ve Orkun dergisinin (çıkışı: 1998) yazı kurulu üyesi), Kaya Özdemiroğlu (Sendikacı. TÜRK-İŞ Genel Sekreter Yardımcılığı ve milletvekilliği yaptı) , Nureddin

Özdemir (Şair, avukat, milletvekili) , .Necati Sepetçioğlu (ta­ nınmış romancı, müellif, idareci) . Necmeddin Sefercioğlu (A. Ü . Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, Gazi Üniversite­

si'nde öğretim üyeliği yaptı. Profesör, İletişim Fakültesi Halkla

İlişkiler ve Tanıtım Bölümü başkanıyken emekli oldu. Orkun dergisi bilim kurulu üyesi), Ali Vehip Tümer (avukat), Orhan

Türkdoğan (tanınmış sosyolog, müellif, Atatürk Üniversitesi ve İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi olarak görev yaptı,

Orkun dergisi danışma kurulu üyesi), Nevzat Yalçıntaş (ikti­ satçı, idareci. İ . Ü . İktisat Fakültesi'nde profesörlük yaptı. Dev­

let Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Daire Başkanlığı, TRT Genel Müdürlüğü görevlerinde bulundu . Aydınlar Ocağı genel başkanlığından sonra siyasete girerek milletvekili seçildi) .

Orkun'da şiir ve yazıları çıkmış olanlar arasında, sonraki

yıllarda Türkçülükten uzaklaşmış olanlar da vardır: Müşir Ka­ ya Canpolat (avukat, TİP milletvekili adayı, İstanbul Barosu yönetim kurulu üyesi) , Ali Püsküllüoğlu (Türk Dil Kuru­ mu'nda uzman), Hikmet Dizdaroğlu (eğitimci, Varlık dergisi

yazarı). Fakat bunların sayısı o kadar azdır ki, bir büyük fikir hareketi içinde bu kadar ·fire• normal sayılmalıdır.

İKİLİ AMELİYAT Atsız'ın Haydarpaşa Lisesi'nde öğretmen olduğu dönemde liseler dört seneydi, yani on ikinci sınıftan mezun olunuyordu. Sıralar. anfi şeklindeydi. Bir sırada yedi-sekiz kişi oturuyorduk.

Benim yerim en önde, sağda, sınıf kapısının en yakınındaki sı­ raydı. Bu sebeple hocaların ve bilhassa Atsız'ın sınıfa girişini,

çıkışını çok yakından takip edebiliyordum. Kış günleri elinde daima bir mendil taşırdı. Ders sırasında da bu mendili bırak­ maz, sık sık burnunu silerdi. Belki de bu yüzden burnu kışın hemen hep kırmızımtrak bir renk alırdı.


TAN I DI G I M ATSIZ

43

Neden böyle olduğunu sonraları sormuşumdur. - Ben kış geldi mi altı ay nezle olurum, diye cevap vermişti. Başka da bir şikayeti yok gibiydi. Fakat o senenin yaz tati­

linde Nümune Hastahane'sine yattı ve ciddi bir ameliyat geçir­ di. Ziyaretine gittiğimiz zaman, hekimlerin asıl ameliyattan başka bir ikinci ameliyatı daha, (hazır bayıltmışken) yapmış ol­ duğunu söyledi.

Bir de şekerden muzdaripti. O yüzden perhizine dikkat

eder, şekerli maddeler yemez, çay içerken yerini tutacak bir tadlandırıcı kullanırdı.

ON NUMARA KİME VERİLİR? Sınıfta edebiyat ve kompozisyon derslerinden on alan artık

iki kişi vard ı . Biri bendim, diğeri •şair..

adıyla andığımız Erk Yurtsever. Yanyana otururduk. O da milliyetçiydi. Yaşından umulmayacak, gayet güzel hicivler, kasideler, gazeller yazardı. Hep aruzla ve öz Türkçe. Arapça, Farsça kelime ve terkipleri birbirine karıştırarak . . . Garip ama hoş mısralar böylece ortaya çıkardı . Lisenin ilk sınıfında niçin dokuz numaradan yukarı alama­

dığımı şimdi anlıyordum. Atsız, o bir numarayı saklıyordu . An­ cak, dokuz alabilen talebesi eğer milliyetçi ise o bir numarayı

da ekliyordu . Bir Türk çocuğunun, Türk gencinin milliyetçi ol­ mamasını kabul edemiyordu.

DELİ DUMRUL Aynı sınıfta okuduğumuz, Armağan Gence adında bir ar­ kadaşım vardı. O da edebiyata meraklıydı. Bir gün gelip dedi ki: - Altan, seninle birlikte bir radyofonik piyes yazabilir mi­ yiz? Mesela, Dede Korkut hikayelerinden birini. Düşündüm. Bu fikir bana da cazip geldi. O sıralar radyofo­

nik piyesler dinleyici topluyordu. İçlerinde hayli güzel olanlar fa vardı. Ama, radyofonik piyes nasıl yazılır, tekniği nedir, bu­ m pek bilmiyorduk.


TA N I D I G I M A T S I Z

44

Armağan : - Aldırma, dedi. Nasıl olsa öğreniriz. Hem bizim İ stanbul Radyosu'nda bir tanıdığımız da var. Araştırıp soruşturduk. Senaıyolar bulduk. Aklımız yattı: Pe. kala yapabilirdik. Dede Korkut hikayelerinden Deli Dumrul'u seçtik. Dah a derinlemesine bilgi edinmek için Beyazıt Kütü p: hanesi'ne gidip Orhan Şaik Gökyay'ın Dede Korkut eserini in. celedim, notlar çıkardım. Oturup kaleme aldık. Yazı makine. miz olmadığı için elle temize çektik. Ama, o arada aklımıza ye. ni bir fikir geldi. Biz bu Deli Dumrul'u sahne eseri haline ge. tirsek hiç de fena olmazdı. Hem okulun temsil kolu vardı, on­ lar oynayabilirlerdi. B u defa, kısa bir piyes şekline soktuk. Pek zor olmadı. Zaten metnin kendisi piyes gibiydi. Yazma işi bitince, sahneye konulması için ne yapmanuı gerektiğini düşündük. Okulun temsil kolu başkanı Enver Na­ ci Gökşen'di. O da edebiyat öğretmeniydi. Ancak, kendisiyle yakınlığımız yoktu , bizi tanımıyordu. O zaman, Armağan dedi ki: - Atsız Hoca'ya söyleyelim. O seni seviyor. Mutlaka ilgilenir. Niye olmasın? Gidip Hoca'ya söyledim. çümsemedi. - İyi olm·-1 ş. Ben Enver

Beni

Naci'ye

ciddi ciddi dinledi. Hiç

kü­

söylerim, dedi.

Birkaç gün sonra beni öğretmenler odasına çağırdı. Biz öğ­ renciler, o odaya kolay kolay sokulamazdık. Çekine çekine git­ tim. Enver Naci Gökşen de oradaydı. Atsız Bey beni alıp En­ ver Naci'ye götürdü. Durumu anlattı. Enver Naci uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı bir adamdı. Yüzünde hiçbir ifade belir­ meden sessizce dinledi. Sonra "olur, bakarız.. gibi bir şeyler söyledi. Bizim böyle birdenbire ortaya çıkışımızdan, belki de tavassutla kendisine gidişimizden pek hoşlanmamış gibiydi. Yahut, bana öyle geldi. Cesaretim kırıldı. Armağan'a da bu hislerimi söyledim. Bir daha da Enver Naci Beyi aramadık. O da bize soracak değildi tabii. Piyesi güzelce katlayıp rafa kaldırdık.


TANID I U I M A T S I Z

45

(Liseyi Armağan'la beraber bitirdik. Sonra yollarımız ayrıl­

dı Ben üniversiteye yazıldım. O da bankacılığa intisap etti . [Jiun zaman görüşemedik. Bu kitabın ilk baskısı yapıldığı gün­ lerde beni telefonla aradı. "Tanıdığım Atsız,,ı alıp okumuş. Pek beğenmiş. Tebrik etti. T. İş Bankası'nın Üsküdar şubesinde müdürmüş. "Bir gün uğrarsan sevinirim" dedi. Birkaç hafta son­ ra gitim. Okul yıllarını ve birkaç yıl önce vefat etmiş olan At­ sız Hoca'yı andık. Delikanlı cesaretimize güldük. Armağan Gence, o buluşmamızdan birkaç yıl sonra, genç sayılacak bir ya şta vefat etti . )

ATSIZ'IN ANKARA'DAKİ KONFERANSI Türk Milliyetçiler Derneği sür'atle yayılıyordu . Yurdun dört köşesinde şubeler açılıyor, gençlik bu derneğe büyük bir ilgi gösteriyordu . Atsız'ın, Remzi Oğuz'un, Nurettin Topçu'nun görüşlerini paylaşanlar bu dernekte bir koalisyon halinde gi­ biydiler. Dışa karşı kenetlenmiş, içteki tartışmaları ve sürtüş­ meleri asgariye indirmişlerdi. Milliyetçiler Derneği o yıl ilk defa 3 Mayıs 1 944 hadiseleri­

nin yıldönümü dolayısıyla anma törenleri tertipledi. Bu tören­

ler ve derneğin hızla yayılışı, iki yıllık Demokrat Parti iktidarı­

nı sanki endişelendiriyordu . Bu endişe, ilk belirtilerini 1952 yı­ lının Mayısında ortaya döktü. Atsız, o yılın Mayısında Türk Milliyetçiler Derneği tarafın­

�an Ankara'ya davet edildi. Kendisinden bir konferans verme­ si isteniyordu. Konferansın konusu ..Devletimizin Kuruluşu• idi. Atsız'ın Türk tarihine bakışı, bir özellik taşıyordu . Kuvvet� li bir edebiyat tarihçisi olduğu kadar, ondan da kuvvetli bir ta­ rihçiydi. Ve tabii, sahası bütün Türk tarihini kucaklıyordu .

Türk tarihi boyunca çok sayıda devlet kurulmadığını, en fazla iki Türk devletinin varlığını ileri sürüyordu. Devlet isimleri,

bağlı oldukları hanedan veya rejimlere göre değişmiş olabilir­

di. Ama, bu , tarihin derinliklerinden bugüne kadar süregelmiş

olan Türk devletinin tekliği prensibini değiştiremezdi. Eğer

pek çok devlet kurulmuşsa, bu, Türklerin devlet kurma vasfı­ nı kuwetlendirici bir delil sayılamazdı. Zira, kurulan devletle­ rin uzun ömürlü olamadığına da bir işaret addedilebilirdi.

Atsız'ın Ankara'da bir konferans verdiğini gazetelerden öğ-


TA N I D IÔ I M A T S I Z

46

rendim. İki üç gün sonra o zamanın basınında bir vaveyiadır

koptu .

O zamanki basın? Nasıl bir basındı bu?

Bir

tek milliyetçi gazete yoktu . Çoğu masonik çevrelerin

denetiminde , CHP'li veya inkılap yobazı birtakım gazetelerdi.

Ahmet Emin Yalman ın Falih Rıfkı Atay ın Necmettin Sa­ dak'ın, Ali Naci Karacan'ın, Sedat Simavi'nin idaresindeki günlük basın Atsız ın hem şahsının, hem fikirlerinin tam kar'

,

'

,

'

'

:;asında oları bir basındı.

Ahmet Emin Yalman Selanik dönmesi olarak tanınırdı. Çı­

karcı ve oıtalığı karıştırıcı bir tutumu vardı. Vaktiyle Atatürk'e mu halefet etmeye kalkışmış, bir emi rle gazetesi kapatılmış, ya­

zı yazmaktan men edil mişti Bin bir rica ve tavassutla yıllarca .

sonra ye nide n basın hayatına dönme izni alınınca Halk Parti­

si nin dümen suyunda gitmiş, Demokrat Parti kurulduktan son­ '

ra da onun bayraktarlığını yapma hevesine kapılmıştı. Bu par­

ti iktidara gelince Vatan gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin en itibarlı kimselerden sayılır olmuştu . O yıllarda henüz

Demokrat Parti 'yi destekliyordu ve hükumet çevrelerinde tesir­

li oluyordu.

Falih Rıfkı Atay, CHP nimetlerinden sonuna kadar fayda­

lanmayı bilmişti. Atatürk'ten sonra İsmet Paşa'ya da hizmet et­

miş, Ul us 'u n başyazarlığını yapmıştı. İnkılapçı kadronun göz­

delerinden biri güçlü bir yazardı. CHP iktidardan düştükten ,

s onra

bu paıtiye ait matbaa makinelerini ..satın alarak.. İstan­

bul' da Dünya gazetesini çıkarmaya başlamıştı. Falih Rıfkı, üs­

telik 1 944'te Türkçülüğe karşı girişilen yıldırma harekatında Hasan-Ali Yücel ve İsmet İ nönü ile iş birliği yapmıştı. Bu saca­

yağının üçüncüsüydü. Dinmek bilmez bir milliyetçilik düşman­

lığı vardı. Atsız'ın şahsına ve Türkçülüğe karşı öfkeli, küçük düşürücü, iftiralarla dolu yazılar yazmıştı.

Necmeddin Sadak, Akşam gazetesinin başındaydı. Eskiden

beri ılımlı bir sol eğilimi vardı. Gerçi Darülfüm1n'da Ziya Gö­ kalp ın a sistanlığını yapmıştı ama, milliyetçiliğe bir türlü ısına­ '

mamıştı. Sosyologluğundan ziyade politikacılığı ile tanınıyor­

du . Milletvekili ve Dışişleri Bakanı olmuş, CHP 1 950'de kesin yenilgiye uğrayınca meclis dışında kalmıştı. 1 944'de Türkçüle­ re ka rşı en şiddetli yazıları yazanlardan biriydi .


TAN!DIÔIM ATSIZ

47

Ali Naci Karacan, henüz rotasını çizememişti. CHP devri­ nin türlü nimetleri kaybolunca ne yapacağını bilemez durum­ daydı . Eski partisini mi desteklemeliydi, yoksa iktidarın yeni sahiplerine mi yanaşmalıydı? Kesin dönüşünü bir iki sene son­ ra yapacaktı ama eski Halk Partisi alışkanlığını sürdüriip gidi­ yordu. Aslı İran! olduğu için Türk ırkçılığı iddiasında olan At­ s ız'dan hoşlanmadığı muhakkaktı. Zaten Babıali'deki şöhreti de "Acem Naci· idi. Sedat Simavi'nin Hürriyet'i o günlerde hamle üstüne ham­ le yapıyordu. Bütün diğer gazeteleri geride bırakan bulvar tipi Hürriyet, tirajda başa geçmişti, ama fikir yanı pek zayıftı. Sade­ ce Hikmet Bil günlük fıkra yazıyordu . Ama, o da umumi ha­ vanın tesirinden çıkamıyordu. Dr. İzeddin Ş adan ın ..inkılap Nevrozu .. adını taktığı ruh hali en ziyade Cu mhuriyet gazetesinde göriilmekteydi. Nadir Nadi, gazetenin başyazarıydı ve aynı zamanda Demokrat Par­ ti'nin Muğla milletvekili. Atsız'ı koyu bir Atatürk düşmanı ola­ rak tanıdığı için, onun aleyhinde olacak her harekete gönüllü katılması tabii idi. '

O günlerin gözde gazetelerinden biri olan Yeni Sabah ise henüz rotasını çizebilmiş değildi. Gazetenin sahibi olan Safa Kılıçlıoğlu, basın sahasına dışardan girmiş bir zattı. Sermaye­ si kuvvetliydi. Şükrü Baban ve Nihat Erim'le iş birliği halin­ deydi. Demokrat Parti erkanı ile de yakınlığı vardı ve onları destekliyordu . Yeni Sabah, her şeye rağmen milliyetçi sayıla­ cak halde değildi. Üstelik korkak sermayenin temsilcisi hüvi­ yetindeki Kılıçlıoğlu, kendisini tehlikeye atacak cesur bir çıkı­ şı yapmak heveslisi zaten olamazdı.

İşte böyle bir basın anşızın ateş püskürmeye başlamıştı. At­ sız yine sahnedeydi. Bu inkılap düşmanı maceracı, Türk genç­ liğini yanlış istikametlere sürüklemeye kalkışıyordu. Cumhuri­ yet rejimine karşı geliyordu. Irkçılık - Turancılık yeniden mi hortluyordu? Hemen bütün gazeteler, gizli bir elin kurduğu makineli oyuncaklar gibi, harekete geçmişlerdi. Atsız memurdu , öğret­ mendi. Nasıl oluyordu da bir öğretmen siyaset yapabiliyordu? Milli Eğitim Bakanı neredeydi? _Yoksa o da mı Atsız'la birliktey­ di? Hükumet ne yapıyordu? Bu olup biten irtica hawketlerine göz mü yumulacaktı?


T A N IDIG IM ATS I Z

48

Ortalık toza dumana bulanmıştı. Hakikat unutulmuştu . At­ sız Türk tarihine bakıştan mı bahsetti? Vay mürteci vay! Atsız Türk gençlerinin yine Gök Türkler çağındaki gibi yiğit ve akın­ cı oluşlarını mı özledi? Vay Turancı vay! . . Bizi savaşa sokacak, Cumhuriyetimizi torpilleyecek bu adam kahrolsundu. Hükumet de şaşırmış gibiydi. Şaşırmış mıydı, yoksa bu olup bitenler biraz da politik bakımdan işine mi geliyordu? Gazeteleri üzüntü ve heyecanla takip. ediyorduk. Bir şeyler olacaktı, kötü bir şeyler. Bunu hissediyor, seziyorduk. Ama ne olacaktı? Nihayet birkaç gün sonra karar açıklandı: Atsız öğretmen­ likten alınıyor, bir başka memuriyete sürülüyordu. Süleymani­ ye Kütüphanesi'nde uzman olarak çalışacaktı artık. Tabutluk işkencelerini siyası propagandasına malzeme edi­ nerek iktidara gelmiş Demokrat Parti, evlatlarını yemeye baş­ lamıştı. Atsız hadisesi son değildi, bunu başkaları takip edecekti.

SON DERS Kararın gazetelerde yayınlandığı gün bizim lisede, hele sı­ nıfımızda acı bir sessizlik hüküm sürmeye başlamıştı. Hepimiz kederliydik. O kadar sevdiğimiz, saydığımız hocamız Atsız'a açıkça haksızlık yapılıyordu . Edebiyat derslerimizde artık onun hocalığından mahrum kalacaktık. İki yanlı bir acıydı bu . Hem Atsız hesabına, hem bizim hesabımıza. Atsız giyimine, kuşamına pek özen göstermezdi . Hemen daima gri bir elbise giyerdi. Gösterişe kaçacak gibi bir şıklık içinde hiç görünmezdi. Ama, o ayrılış gününde onu ilk defa bu kadar itina ile giyinmiş gördüm. Yine gri bir elbise giymişti. Terziden yeni çıkmış, pantolon bıçak gibi ütülü, beyaz kolalı bir gömlek ve noktalı bir boyun bağı. . . Atsız'a civardan topladığımız kır çiçeklerinden bir buket sunduk. Sevgimizi ve içimize akıttığımız gözyaşlarımızı da bir� likte . . . Lisenin geniş bahçesinde son hatıra fotoğraflarını çektir­ dik. Atsız, resim çektirmekten pek hoşlanmazdı . Ama o gün hiç itiraz etmedi. (Bu resimlerden birini babamın o sırada çı­ karmakta olduğu haftalık gazetede yayımladık. Zehir gibi acı


T A N I D I G ! M ATS I Z

49

bir yazı ile birlikte. Yazıyı babam yazmıştı ve Atsız'ın uğradığı ha ksız muameleden dolayı hükumeti şiddetle tenkid ediyor­ du) .

Daha sonra edebiyat dersine sıra geldi. Ders yılı zaten ka­ panmak üzereydi. Dersler bitmiş, notlar idareye verilmişti. At­ sız o gün ilk defa o meşhur siyah çantası olmaksızın derse gel­ di. Her zamanki gibi sakin ve vakurdu . Kürsüye çıktı. Tam karşısında oturuyordum. Göz göze gelmek istemiyordum. Öf­ kenin ve hüznün, bu iki duygunun tesiriyle sanki yakışıksız bir hareket yapacak veya kendimi tutamayıp ağlayacak gibiydim. Yanımda oturan Erk Yurtsever ayağa kalktı ve: - Hocam, dedi, müsaade eder misiniz, yazdığım bir şiiri okuyabilir miyim? Atsız, Erk'i de çok severdi. Şiirlerini dinler, bazen düzelt­ meler yapardı. Arasıra böyle izin alıp şiir okumasına alışıktı. - Peki, oku bakalım. Yine bir hicviyeydi . Ama ne hicviye! Zehir zemberek. Ne o rezil basın kalıyordu, ne bu sürgün kararını veren bakanlık. Edebi bir hakaretname! Şiirin okunması bitince Atsız güldü. Hava yumuşamıştı. Sa­ de o değil, hepimiz giildük. Ortak isyanımızı bu manzume ne güzel ifade ediyordu. Bir başka arkadaşımız ayağa kalktı ve bu kararın nasıl, ni­ çin verildiğini sordu . Milli Eğitim Bakanı (rahmetli Tevfik İleri) milliyetçi bir kimseydi. Nasıl imza atmıştı bu karara? O zaman, deminki sakin ve gülümseyen Atsız'dan eser kal­ madı. Bir fırtına, bir kasırga gibiydi. Zaten gayet tesirli ve ahenkli konuşurdu . Yine aynı tesiri yaratarak bütün ders bo­ yunca konuştu, öğütler verdi. Dersin nasıl bittiğini anlayama­ dan ve bu nefis konuşmaya doyamadan zil çaldı . Bu zil sesi, Atsız'la lise yıllarındaki iki senelik beraberliği­ min sona erişini haber verir gibiydi. Artık aramızda yeni bir münasebet dönemi başlayacaktı. Hoca-talebe sevgi ve saygısını zorlamadan, fakat çok daha ya­ kınlaşarak , zaman zaman sırdaşlık seviyesine vararak . Veda dersinden çıkan Atsız, yine o sakin adımlarla öğret-


50

T A N I D I G I M ATS I Z

menler odasına doğru yürüdü. Uzun, upuzun koridorlarda git­ tikçe uzaklaşan, kaybolan bir gölge gibiydi. 1 7 yaşın saf ve samimi, her türlü basit hesaptan, günlük çı­ kar yorumlarından uzak Türkçülüğünde Atsız bir semboldü; hiç ölmeyecek gibi gelen, ama ölse de gönüllerde ilelebet ya­ şayacak olan bir sembol!


İKİNCİ BÖLÜM

.A.tsız'a Yakın Yıllar

ÜLKÜDAŞUGIN İLK ADllll

P ek sokulgan olmayan mizacım, Haydarpaşa Lisesi'nde­ ki son dersinden sonra Atsız'ı bir daha görmek ümidini bana

vermiyordu . Gerçi ona bir teşekkür borcum vardı (İkinci ders yılının sonunda bana Orkun'un tam bir koleksiyonunu hediye etmişti. Teşekkür borcum oydu) . Bunu okuldayken bir türlü yerine getirememiştim. Ama, evine gitmeyi de lüzumsuz bir gi­ rişkenlik olarak görüyordum. Tatile girdiğimiz günlerden birinde, şair arkadaşım Erk telaşla beni buldu: - Haydi, dedi, Hoca'ya gidiyoru z. - Hoca'ya mı? Nereye yani? - Evine . Maltepe'ye. Birlikte geleceğimizi söyledim. Başka hiçbir emrivakiden bu kadar memnun olamazdım. Gittik. Bizden başka birkaç genç daha vardı. Çekingen tabiatımı bilen Atsız, beni beklemiyor olmalı ki, kapıdan girdiği­ mizde: - Oooo, diye karşıladı. Gel bakalım Altan. Elini öpmek siydim de . Elini çekti . Ayrılırken ni öptürdüğünü

istedim, vermedi. Evladı yerindeydim, talebe­ öpmemden tabii bir şey olamazdı. D ikkatimi de sırayla hepimizin ellerini sıktı. Atsız'ın eli­ hiç görmedim.

O sıralarda, muhalefet lideri İsmet İnönü yurt gezileıine çı-


52

T A N I D IG I M ATS I Z

kıyar v e herkese, a k sakallı ihtiyarlara dahi elini öptürüyordu. Bu hazin tezadı düşündüm. Sonraki yıllarda, Atsız da, İsmet İnönü'nün bu el öptürme merakını çok tenkid etmiştir. O gün yukarı kattaki çalışma odasında oturduk. Masanın ve arka taraftaki kitap dolabının üzerinde 1 5 'ten fazla bozkurt heykelciği vardı. Kimi koşan, kimi oturan bozkurt. Kimi aylı, kimi pirinç, kimi demir. Çeşit çeşit bozkurtlar. İlk ziyaretimizdeki konu, 1 944 davasından hatıralar, Türk­ çenin sadeleşmesi ve Orhan Seyfi'nin bir hi�iv kitabı oldu. Orhan Seyfi Orhon, eski CHP milletvekiliydi. 1 95ü 'de se­ çilememişti. 1 940'larda, bacanağı (ve kendisi gibi beş hececi şairlerden) olan Yusuf Ziya Ortaç ile Çınaraltı mecmuasını yayımlamışlardı. Bu mecmua milliyetçi , Türkçü bir yayın orga­ nıydı. Atsız dahil, tanınmış Türkçülerden çoğunun orada yazı­ ları çıkmıştır. Atsız, Orhan Sey�i'nin hicviyelerinden bazılarını pek başarılı buluyor, CHP'li bir eski milletvekilinin kaleminden İsmet İ nönü'nün hicvedilmesi hoşuna gidiyordu . O yaz gecesi Maltepe istasyonundan trene binerken biraz sarhoş gibiydim. Tuhaf, catlı, ferahlık verici duygularla doluy­ dum . Atsız'la samimi bir omuzdaşlığın ilk adımını atmıştım.

FATİH SULTAN MEHMED HAN'IN TÜRBESİ'NDE Cağaloğlu 'ndan gelen caddenin Divanyolu'na ulaştığı yer­ de, sol köşede eski bir kıraathane vardı «Pehlivanlar Kahvesi" adıyla tanınırdı. Duvarlarında eski ve namlı pehlivanların boy boy renkli resimleri asılıydı. Hemen her tabakadan insanların, fakat daha ziyade yaşlıların ve özellikle emeklilerin geldiği bu kahve geniş ve yüksek tavanlıydı. Sonraki yıllarda yıkıldı ve ar­ sasına bir iş hanı yapıldı. Atsız'la burada buluşmak üzere sözleşmiştik. Bir yaz gü­ nüydü . 1 952'nin Temmuzu , belki de Ağustosu . Ben, liseden sı­ ra arkadaşım Erk'i de ya nıma alarak gittim. Biraz sonra Hoca da geldi (Atsız'ın adı aramızda artık "hoca·ydı. Gıyabında nadi­ ren Atsız Bey diye bahsettiğimiz de olurdu). Düşünüyorum: niçin buluşmuş olduğumuzu şimdi hatırla­ yamıyorum. Fakat, ayrılacağımız sırada, onun, her zamanki gi -


TA N I D I G I M A TS I Z

53

b i Köprü istikametine değil, Aksaray tarafına doğru yöneldiği­ ni. gördük. - Hocam, nereye? - Fatih 'e gidiyorum. Bugün Fatih Sultan Mehmed Han'ın türbesinde çalışacağız. Erk'le birbirimize bakıştık ve aynı anda, ikimiz birden: - Bizi de götürmez misiniz, diye sorduk. Gelmemizde bir mahzur var mı? Memnun olmuştu . - Hayır, hiçbir mahzur yok, dedi, beraber gidelim. Duraktan Edirnekapı-Bahçekapı tramvayına bindik. Biraz sonra Fatih'teydik. Türbeye vardığımız zaman, orada bizi küçük bir grubun beklediğini gördük. Bunlar, Atsız'ın kardeşi Nejdet Sançar ve hanımı Reşide Sançar, Atsız'ın hanımı Bedriye Atsız ve o sı­ rada galiba D iyarbakır'da lise öğretmeni olan Kırzıoğlu Fah­ rettin Beydi. Biraz vakit geçince İsmail Hami Danişmend de geldi. İsmail Hami gelene kadar Atsız, Kırzıoğlu 'na takıldı, durdu. Kırzıoğlu, Kürtlerin menşei üzerinde çalışmalar yapıyordu . Kürt adıyla anılan topluluğun bir Türk boyu olduğunu ispat et­ meye çalışıyordu. Onun ileri sürdüğü ilmi iddialara ve delille­ re Atsız başka delillerle cevap veriyor, sakin ve sağlam Kırzı­ oğlu'nu kızdırmak istiyordu. Fatih'in kapalı türbesi önünde ya­ rım saat kadar bu ilmi tartışmayı dinledik. İsmail Hami Danişmend o sıralarda Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazıyordu . Aynca Fetih Cemiyeti'nin de başka­ nıydı. İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü için hazırlıklar yapı­ lıyordu . Bu yıldönümünün büyük törenlerle kutlanması için gayret gösteriyordu (Bu gayretlerin nasıl önlendiğini ve İsmail Hami'nin Fetih Cemiyeti'nin başından nasıl zorla uzaklaştırıldı­ ğını ilerde anlatacağım) . Cumhuriyetin ilanında11 sonra çıkarılan bir kanunla bütün türbeler kapatılmıştı. Bu arada Fatih Sultan Mehmed'in türbe­ si de kilitlenmiş, kendi haline terk edilmişti. Dışardan bakıldı­ ğı zaman adeta bir izbeye dünmüş , yer yer ha rap olmaya yüz tutmuş görünüyordu. Pencere parmaklıklarına birkaç bez par-


54

T A N ! D I G I M ATS I Z

çası bağlanmıştı. Türbe kilitliydi, ziyaret yasaktı ama, Müslü­ man İstanbul halkı, Fatih'i evliyadan sayıyor, onu n ruhundan istimdatta bulunuyor, bu yüzden türbenin pencereleri önünde dua ediyor, hatta adaklar adıyordu . Türbedar, türbe kapısını açmaya bir türlü yanaşmıyordu . Nihayet İsmail Hami otoriter ve tehditkar bir tavır takındı. Fe­ tih Cemiyeti, gereken izni almıştı, türbeye girilecekti. Türbeda­ rın gözü o kadar korkutulmuştu ki, türbeden içeri bir canlının adım atmasını affolunmaz bir suç gibi görüyördu.

ATSIZ, OSMANLI DÜŞMANI MIYDI? En sonra karşısındaki adamın doğru söylediğine kanaat ge­ tirmiş, biraz da hatırı sayılır bir kimse olduğunu anlamış ola­ cak ki, eski, kocaman bir anahtar getirdi, kapıyı açtı. Hep birlikte içeri girdik. Önce burnumuza bir küf ve pas kokusu çarptı. Loşluğa ve bu tuhaf kokuya bir süre sonra alış­ tık. Anlaşılan, İsmail Hami ile Atsız önceden konuşmuş, gerek­ li tertibi almışlardı. Bedriye Atsız'ın yanında elektrik süpürge­ sinden bez parçalarına, küçük süpürgelerden parlatıcı madde­ lere kadar gerekli her şey vardı. - Şimdi burasını temizleyeceğiz. Kolları sıvadık. Kimimiz süpürme, kimimiz toz alma, kimi­ miz parlatma, cilalama işlerini üzerimize aldık. Yılların tozu, pası birikmişti. Sildikçe çıkıyor, bir türlü temizlenmek bilmi­ yordu . Hey koca Fatih! 2 1 yaşında İstanbul'u fetheden, ulaşılması güç Konstantiniyye Kızılelmasına erişen yüce dahi! Büyük Sul­ tan! Bu ne nankörlük! Biz evlatların mı, senin türbeni bu hal­ lere getinnişiz? Sana olan şükran borcumuzu, türbeni zamanın tahribatına terk ederek, adeta senden intikam alır gibi mi öde­ meye kalkışmışız? Bizi bu hale nasıl getirmişler? Hangi bilin­ mez eller bizi sana yabancı, hatta düşman kılmış? Eski bir dolabı temizlemeye çalışırken bunları düşünüyor, garip ve acı kaderimize lanetler savurarak gözyaşlarımı içime akıtmaya çalışıyordum. O gün , diyebilirim ki, Fatih'in ağır bir havayla dolu türbe­ sinde, yüz kitap okusam alamayacağım ibreti aldım.


TA N I D !G I M ATSIZ

55

Atsız'ın belki bilerek , belki farkında bile olmadan verdiği derslerin en değerlisi, orada geçirdiğim beş-altı saatlik zamana sığmıştır. Sandukanın örtüsü yırtılmış, kirlenmiş, solmuştu . Sanduka çevresindeki parmaklıklar eskimiş, dökülmüş, paslanmıştı. Ör­ tünün ölçüleri alındı, civardan bir usta getirildi, parmaklığın ta­ miri için anlaşmaya varıldı. Atsız'ı alış-veriş ederken hiç görme­ miştim. İlaç ve kitap alımlarının dışında, bir daha da görmeye­ cektim. Ama, ne yaman bir pazarlıkçı olduğunu orada anla­ dım . Birkaç lira eksiğine yaptırabilmek için, usta ile dakikalar­ ca pazarlık etti, dil döktü. İnsaflı ve vicdanlı bir adammış. Bu sözlere mi kandı, yoksa Fatih'in türbesindeki hara.biye mi içi yandı, bilemiyorum; sonunda azam! indirimi yaptı. O yaz akşamının alacakaranlığı perde perde inerken türbe­ den çıktık. Fatih'e kadar yürüdük. Orada ayrıldık. Atsız'ın o günkü ıstırabını unutmak kabil değil. Türbenin acıklı görünüşü, terk edilmiş hali onun gönlündeki yarayı büs­ bütün kanatmış olmalı, diye düşünürüm. Atsız'ı İslamiyetten ön.-::eki Türk tarihine önem veren, onun dışında mesela Osmanlı asırlarını hiçe sayan bir görüşe sahip­ miş gibi tanımak ve tanıtmak isteyenler, Fatih'in türbesinde o gün bizimle beraber olmalıydılar. Sanırım, 1 930'larda bir yazar, bütün Osmanlı padişahlarının isimlerini üniversite merkez binasından, çıkış kapısına kadar uzanan yola yazdırmak teklifinde bulunmuştu. Böylece üniver­ site öğrencisi, mecburen yürüyeceği yolda her gün o padişah­ ların isimlerini çiğneyecekti. Bu suretle padişahlardan öc alına­ caktı. Atsız. bu rezil teklifi unutmadı. Birkaç zaman sonra Tan­ rıdağ dergisinde "Osmanlı Padişahları.. başlığı ile yayımlanan yazısında, her padişahı teker teker inceliyor, hepsinin özellik­ lerini sıralıyor, büyüklüklerini anlatıyordu (*). Atsız'a göre, bü­ tün Osmanlı hanedanı içinde hakir görülebilecek bir tek şah­ siyet çıkmamıştı . (•) Atsız

lukkmdaki en isabetli tahlil yazısı Yılmaz Öztuna tarafından kaleme alın­

mıştır (Hayat Tarih Mecmuası, Maıt

1976, 3. Sayı). Atsız'ın Osmanlı tarihine vukufunu

Özıuna'nın bu yazısından da anlamak müinkündür. Bu konuda, ayrıca aynı müellifin Büyük Türkiye Tarihi, Türk Siyasi Tarihi ve Türk Medeniyeti Tarihi adlı eserinin dinin

1 04 . sayfasına bakılmalıdır.

8. cil­


56

T A N IDIÖIM ATSIZ

B u da , Atsız'ın, Türk tarihine bir bütün içindeki bakış tar­ zının unutulmaz örneğidir. Atsız'ın Osmanlı hanedanına karşı büyük saygısı vardı. Bu hanedana mensup olanların hayatta kalanları ve yurda dönenleri ile görüşür, gıyaplarında onlardan hürmetle bahsederdi.

BİRTAKIM MEMURLAR ARASINDA BİR YABANCI Atsız, Haydnpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğinden Süley­ maniye Kütüphanesi'ndeki uzmanlığa tayin edildikten sonra on yedi yıl daha çalıştı. 1 969'da emekli oldu. Bu on yedi yıl boyunca, her gün Maltepe'deki evinden Süleymaniye'ye kadar gidip geldi. İkişer saat gidiş-gelişten günde dört saati yollarda geçiyordu. Yol zahmetinden değil ama, zaman kaybından şi­ kayetini çok işitmişimdir. Tevekkülle katlandı . O, mihnete kat­ lanmasını severdi, minnete ise asla! O yüzden kimseye minnet etmedi, ricada, tavassutta bulunmak isteyenlere engel oldu. Şu dörtlüğü, o uzun yolların acı hatırasını dile getirmekte­ dir:

Yürür gün doğmadan yollarda her gün Sakat, sessiz ve aksak bir hayalet İçerden: Bir ziyan olmuş ömürdür, Dışardan: Neymiş artık var, hayal et. Süleymaniye Kütüphanesi'nde ilk çalıştığı yer, sol taraftaki kapıdan girilen avluya bakıyordu. Camekanlarla ayrılmış bir koridor, salon haline getirilmişti. Burada yedi-sekiz memur ça­ lışıyordu . Çoğu yaşlı, emeklilik sonrası çalışan kimselerdi . Ken­ di aralarında alçak sesle konuşurlar, ürkek tavırlarla dolaşırlar, masalarının üzerine kapanıp sessizce bir kitabın sahifeleri ara­ sında kaybolurlardı. Atsız, onların arasında ne kadar yabancı kalırdı. Davranışı ile, konuşuşu ile, fikirleri ve hayat görüşü ile, o koca salonda bir başka dünyanın adamı gibiydi . Süleymani­ ye Kütüphanesi'nin o memurlarından bazılarına, sonradan yaz­ dığı ·Ruh Adam" adlı kitabında tesadüf etmişimdir. Hele birisi vardı ki, ihtida etmiş, kambur, ihtiyar bir adamdı: Osman Re­ şer. Onu, daha sonra Edebiyat Fakültesi'nin İsl:im Araştırmala­ rı Kütüphanesi'nde de çok gördüm.


TANI D I Ô I M ATS I Z

57

Ruh Adam! Bu kitabın varlığı ile ilk defa işte o Süleymani­ ye Kütüphanesi'nde karşılaştım. Atsız, bu kitabından (pek de adeti olmadığı halde) övgüyle ve ümitle bahsediyordu . Konu­ sunu a nl atmıyordu ama, sembclik bir roman olduğunu , çıkma­ sının zamana bağlı bulunduğunu gizlemiyordu . Niye zamana bağlıydı? Bunu ancak yayımlanan romanı okuduktan ve aile hayatının geçirdiği dalgalanmaları, u zaktan da olsa, takip ettik­ ten sonra anlayacaktım .

"Z VİTAMİNİ.. Ruh Adam'dan başka bir de hicviyesini a nl atı rdı. Dalkavuk­ lar Gecesi'ne bir nevi zeyl olarak yazmıştı. İsmet Paşa devrini hicvediyordu . Mesela o ki tapta bir Hasan-Ali tipi çizilmişti ki anlatırken kendisi bile gülerdi. ,

Devr-i sabıkta vekiller ve yaran toplanır. Ciddi tartışmala­ ra ve memleket meseleleri ü zerinde müzakerelere girişirler. Hasan-Ali kalkar ve insan isimlerinin birbirine benzediğinden, dolayısıyla karıştığından bahseder. Teklif olarak da , vatandaş­ lara numara verilmesini ileri sürer. Artık isiml e kimse çağrılma­ yacak, onun yerine numarası söylenecektir. Bu parlak görüş derhal kabul edilir. Şef sorar: - Niye tatbikata başlamıyoruz? Şimdi, bu radan başlayarak herkese numara verelim. Onlar kendi isimlerini unutsunlar, numaralannı bellesinler. Bundan sonra öyle çağıralım. Herke­ se örnek oluruz. Vatandaşlar da bu sistemi kolayca benimser­ ler. İtiraz mümkün mü? Alkışlarla kabul edilir ve isim yerine numara takılmaya başlanır. Tabii 1 numarayı şef alır ve sırasıy­ la herkese numaraları dağıtılır. Fakat aksilik bu ya, Hasan­ Ali'ye sıra gelince son olarak 99 numara verilmiş olur. Hasan Ali de mecburen 1 00 numara olur. O gün, bu gün Hasan-Ali 100 numara olarak çağrılır .

­

Bu hicviye, önce, 1 959'da Büyük Doğu dergisinde ..z Vita­ mini" başlığı ve Selim Pusat takma adı ile yayınlanmış, sonra kitap halinde de çıkmıştır.


58

TANJDIÔIM ATSIZ

SÜLEYMANİYE'DEKİ SÜRGÜN S üleymaniye Kütüphanesi'ne Atsız'ı ziyaret ıçın bir hayli gelen olurdu. Mesai saatlerine rastlaması bu ziyaretleri Atsız için biraz rahatsızlık verici hale sokardı ama, nezaketi dolayı­ sıyla ses de çıkarmazdı. Aslında, o kendisini burada bir nevi sü rgün sayıyordu . Bunu açıkça söylemiyordu ama, halinden anlaşılıyordu . Buna rağmen küskünlük göstermiyor, vazifesine sarılıyor, hatta heyecanla sarılıyordu. Bir keresinde Mükrimin Halil'i Atsız'ın yanında gördüm. At­ sız, vaktiyle, Haydarpaşa Lisesi'nde öğretmenken bir konferans vermesi için onu davet etmişti. O zaman Mükrimin Halil'i din­ lemek fırsatını bulmuştum. Lisenin jimnastik salonunda konuş­ muştu. Okulun konferans salonu dar ve karanlıktı. Kışın üste­ lik soğuk da oluyordu. Onun i çin jimnastik salonuna sıralar ve kürsü konulmuş, konferans burada verilmişti. Ama, nihayet o resmi bir konuşmaydı . Selçuklu tarihinden bir bölüm. Burada ise çok rahat ve açık konuşuyordu . Konu İstiklal Mahkemeleri'ne intikal ediyor, Mükrimin Halil, bu mah­ kemelerin tasvirini ve tahlilini öylesine güzel yapıyordu ki, hayran kalmamak mümkün değildi. Merhum Osman Turan'a da orada rastladım. O sırada mil­ letvekili idi . Osman Turan'la Atsız'ın maceralı bir buluşmaları daha olmuştu. 1 944 Mayısı'nda Sabahattin Ali davası için An­ kara'ya gittiği zaman. Atsız'ı fakültedeki odasında misafir eden Osman Turan'dı. O zaman doçentti. Bu kısa misafirlik, Osman Turan'ın başına tek şef devrinin bir hayli belasını getirmişti. (Osman Turan, 27 Mayıs'tan sonra Yassıada'da yargılandı. Bu süre içinde tutuklu kaldı. Beraat etti. Tekrar politikaya atıldı. Milletvekili ve Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı oldu . Si­ yasetle bağdaşamayıp ayrıldı. 1 977'de vefat etti. Selçuklu tari­ hinin büyük uzmanlarındandı. ) Bunlar istisna edilirse Atsız'ın ziyaretçileri, daha çok genç­ lerdi. Biz eski talebelerinden birkaçı, Orkun okuyucusu olup da Anadolu'dan İstanbul'a yüksek tahsile gelmiş olanlar veya uzaktan tanıyıp da yakından görüşüp konuşmak isteyenler. Sıkıntılı bir durum olmaması için ben ziyaretlerimi en çok çıkış saatlerine rastlatırdım. Kütüphaneden birlikte çıkar, Kara­ köy'e kadar yürürdük. Yolda hem konuşur, hem o günlerin


TA N I D I G I M ATSIZ

59

havadisleri üzerinde ..dedikodu .. yapardık. Onu vapura bindirir, sonra dönerdim. Karaköy'den öte Atsız'ın uzun bir yolu daha vardı. Vapurdan Haydarpaşa'da iner, oradan banliyö trenine biner, Maltepe'ye kadar trenle giderdi. Bu macera her gün tek­ rarlanırdı. O zaman banliyö trenleri elektrikli değildi. Bu yüz­ den Haydarpaşa-Maltepe arası bir hayli çekerdi. Atsız'ın odası daha sonra kütüphane içinde bir başka kıs­ ma nakledildi. Kütüphanenin sağ giriş kapısındaki avludan ge­ çilen bir odaydı bu . Az-çok müstakil sayılabilirdi. Burada daha rahat konuşmak , görüşmek imkanı bulunabiliyordu. Bir aralık İstanbul'daki diğer kütüphanelerde de görevlen­ dirildi. Bu kütüphanelerde bulunan yazma eserlerin ayrımına, tasnifine memur edildi. Mesela Üsküdar'da çarşı içindeki kü­ tüphanede bir hayli zaman çalıştı. Süleymaniye'de ilk çalıştığı kısmı, hele öğleden sonraları ve yaz günleri güneş tam manasıyla doldururdu . Dayanılmaz bir sıcak, salonu kavururdu . Perdeler çekilir, ama sıcağın önü­ ne geçilemezdi. O zaman bahçeye çıkardık. Çiçekli, bakımlı bir bahçeydi. Serin de olurdu. Taşlık kısmında gidip· gelerek konu şmamıza devam ederdik. ·Türk Tarihi.. adını taşıyan eserini o yıllarda ( 1 955'ten son­ ra) yazmaya hız vermişti . Galiba Selçuklular devrine kadar da gelmişti. Bu kitabın bitmesfrıi ne kadar isterdi. Nasip değilmiş. Büyük bir kısmını!1- belki de tamamının yazılmış olmasına rağ­ men basılı halini görmek Atsız'a kısmet olmadı. "Türk Tari­ hi.,nin akıbeti meçhul kaldı.

ATSIZ, BİR SEMBOLDÜ Bir aralık, gençlik yıllarına ait hatıralarını Büyük Doğu der­ gisinde yayınladı. Büyük Doğu'nun en çok satıldığı devreydi. 1 959-60 yılları olmalı. Ben o yıllarda yedek subay olarak Sive­ rek'te bulunuyordum. Dergiyi bayiden aldıktan sonra ilk oku­ duğum kısım o hatırat olurdu . Atsız'ı yakından tanıyanlar için o hatıralar pek canlı, pek cana yakın gelirdi. Atsız'ın Büyük Doğu ile, bunun dışında, pek yakın ilgisi ol­ mamıştı. Fakat Necip Fazıl ile epey hatırası vardı. Çeşitli vesi­ leler onları bir araya getirmişti: Necip Fazıl'a ait hatıralarını za­ man zaman gülerek anlatırdı.


60

TAN IDJG I M ATSIZ

Bu anlattıklarımdan ikisi hafızamda yer etmiştir. Necip Fazıl, kendisinin ·süper mürşit.. olarak anılmasından hoşlanırdı. En azından, böyle bir unvana itiraz etmezdi. Sokak­ ta da, çok kere arkasında beş-altı genç adam olduğu halde do­ laşırdı. Bir gün , dergimi bastırdığım matbaanın önünden, yine arkasında küçük bir grup olduğu halde geçiyordu . Kapıda ayak üzeri konuştuğumuz matbaa sahibi, manzarayı garip bul­ muş olacak ki, biraz da istihza ile: ·Bak, demişti, mürşitle mü­ ritleri . Ey güzel Allahım!.. Necip Fazıl 'ın sanatına ve kalemine diyecek yoktu . Gerçek­ ten .. süper ..di. Ancak, işin ·mürşitlik" tarafı biraz karışıktı. Necip Fazıl, bir gün Türkçüleri evine davet etmiş. Atsız ve birkaç arkadaşı kalkıp gitmişler. Gösterişli bir evde oturduğu söylenirdi. Hizmetçisi, uşağı, aşçısı ile şatafatlı bir hayat yaşa­ dığını işitmiştim. Bir ramazan günüymüş. M isafirleri salona he­ men almamışlar. Beklerken içerden gelen çatal kaşık sesleri­ ni, tabakların aceleyle toplanışından çıkan şıngırtıları işitiyor­ larmış. Salona girdiklerinde ortalığı tertemiz bulmuşlar. Necip Fazıl, bir ara fırsatını düşürüp, ramazan gibi mübarek bir ayda oruç tutmayanlara da verip veriştirmiş. Atsız, küçük bir kahkaha atarak sözü bağlamıştı: - Ortalığı toplamışlardı ama balık kokusunu yok edeme­ mişlerdi. İçerisi balıkhane gibi kokuyordu . Benzer bir olayı da, rahmetli dostum Refik Özdek anlatmış­ tı. Kendisi bir ara Yeni İstanbul gazetesinde çalışıyordu . İyi Fransızca bildiği için tercümeler yapıyor, seyahat yazıları yazı­ yordu . Sanırım 1 962-1963 yılları olmalı. Bir ara, tirajı artırır ümidiyle Necip Fazıl'a fıkra yazdırmaya başlamışlar. Gazetede onun ve Refik Özdek'in masaları yan yana imiş. Yine bir rama­ zan günüymüş. Necip Fazıl, bir yandan çay içiyor, bir yandan da kaşar peyniri, zeytin gibi şeylerle karnını doyuruyormuş. O sırada hademe görünüp Necip Fazıl 'a ziyaretçilerinin g�ldiğini haber vermiş. Masa komşusu, çay bardağını ve yediklerinden arta kalanları elinin tersiyle hemen Refik Özdek'in önüne sür­ müş. Gelenlerin kılık kıyafetlerinden, davranışlarından Anado­ lulu saf Müslümanlar olduğu belliymiş. Necip Fazıl onları bu­ yur edip oturttuktan sonra, Refik Özdek'i ve önünde duran ne­ valeyi işaret edip:


T A N I D IG I M ATS IZ

61

- İşte bunlar böyledir, mübarek ramazanda oruç tutmaz, ne bulsalar atıştırırlar, demiş. Refik Özdek, kendine mahsus gülüşüyle, gözlerini kısarak: - Mahcubiyetimden vallahi ağzımı açıp bir şey söyleyeme­ diın, sadece özür dilercesine bakakaldım, demişti. Bir aralık çalıştığım neşriyat kuruluşunun sahibi genç bir adamdı. Babası, çeşitli maharet ve marifetlere sahip Münir Hayri Egeli idi . "Eski Bir Atatürkçü .. mahlası ile yazılar, kitaplar yazmıştı. Gazeteciliği, yayıncılığı, sergiciliği bilir, hamurunu kendi eliyle yoğurup şekillendirdiği Atatürk madalyonları ha­ zırlayıp pazarlardı. Rejisördü, birkaç film çekmişti . Atatürk dö­ neminde sahneye konulan "Bayönder" gibi operaların metinle­ rini yazmıştı. Bir gün, laf arasında ondan bahsettiğim zaman, Atsız, kendisini tanıdığını söyledi. Sonra da onunla ilgili bir ha­ tırasını anlattı. Bir gün bir cenazeye gitmiş. Merhumu son yolculuğuna uğurlamaya gelenler arasında Münir Hayri Egeli ile Necip Fa­ zıl da varmış. Defin merasimi bittikten sonra mezarlıktan çık­ mak üzere yürürlerken, Münir Hayri, Atsız'ın yanına gelmiş. Demiş ki: "Şimdi Necip Fazıl'la konuştum. Bir dergi çıkarmak için anlaştık . Ama sen de bizimle beraber olacaksın. Düşün he­ le, bir Türkçü, bir Atatürkçü ve bir de İslamcı. Bu dergi alimal­ lah satış rekoru kırar.• Sonra da ilave etmiş: - Hele birkaç sayı geçip, dergi otursun, o zaman Necip Fa­ zıl'ı başımızdan def ederiz. O ayrılınca, bu defa Necip Fazıl yanaşmış. D ergi projesini anlatmış. ·Çok karlı bir iş., diyormuş. Sözünü bitirince de, At­ sız'ın kulağına eğilip: - Dergi haftalık olacak, demiş. Birkaç hafta sonra bu heri­ fi savarız, dergi ikimize kalır. Atsız gülüyordu: - Ortaklık dediğin de işte böyle sağlam olmalı. Onlara de­ dim ki, bu işi siz ikiniz yapın, beni karıştırmayın. Tabii ne dergi çıkmış, ne de ortakların birbirlerini saf dışı etmelerine l üzum kalmış.


62

TANI D I G I M ATS I Z

Aradan yıllar geçti. Necip Fazıl, gazetecilik hatıralarını ..füi ­ bıaJi.. adıyla yazdı. Bu hfüıralar önce bir gazetede tefrika edil­ di, sonra kitap halinde çıktı. Bunlarda Atsız'la ilgili bir şey yok­ tu . Ancak, kitabın ikinci baskısında, Necip Fazıl, Babıali hatıra­ ları arasında bu defa Atsız'a da yer vermişti. Yazdığına göre, bir gün Atsız'a telefon edip sormuş: - İslamiyet hakkında ne düşünüyorsun? O da açık açık cevap vermiş: - Milletimin dini olduğu için saygılıyım. Necip Fazıl, bundan sonraki satırlarda verip veriştiriyordu . Bu ne demekmiş? İslamiyete, özünden çok, milletin dini oldu­ ğu için saygı duymak da neymiş? "İşte bunlar böyle zındık ta­ ifesidir" demeye getiriyordu . Bu satırları okuyunca, Refik Özdek'in anlattıklarını bir ke­ re daha hatırlamışımdır. Babıali tefrikası, Atsız hayattayken yayınlanmıştı. Kitabın ikinci baskısı ise Atsız'ın vefatından sonra yapıldı. Necip Fazıl, bu baskıya ilaveler yapmış, bu arada Atsız'la ilgili bölümü de eklemiş. Atsız artık hayatta değildi. Ne cevap vermesine imkan vardı, ne de bir açıklama yapmasına. Necip Fazıl'ın yazdıkları doğru muydu? O konuşma aynen mi aktarılmıştı? Yoksa, böy­ le bir konuşma hiç mi yapılmamıştı? Karakter metaneti, işte böyle zamanlarda belli oluyor . • • •

Atsız'ın en yalnız olduğu devreler belki de 1 954 sonrasıdır. Süleymaniye Kütüphanesi'nde unutulmuş, kaderine terk edil­ miş biri! Çevresinde birkaç ülkücü talebesi, eski dostlardan ba­ zıları, o kadar . . . Bazen sıkılır, derdini açmak ihtiyacını duy;ır­ dı. Ailevi meselelerden hiç bahsetmezdi. Zaten yakışık da al­ mazdı. Ben, onun talebesiydim. Üstelik aramızda 30 yaş fark vardı. Atsız'a karşı belli b�r mesafeyi korumaya her zaman dik­ kat etmişimdir. Buna rağmen, evlatları demiyeyim ama , belki yeğenlerinden biri kadar yakınlıkla, birçok meselesini açmak­ tan kaçınmazdı. Ben bunları sür'atle unutmaya çalışırdım. At­ sız, benim için, bütün bu meselelerin uzağında ve ötesinde bir kimseydi. Benim nazarımda bir varlık olmaktan öte, sanki bir semboldü.


TANID!ÖIM ATSIZ

63

Şimdi, şu satırları yazarken düşünüyorum da, o bahsettiği konulardaki hemen her �eyi unutmuşum. Ve ne kadar iyi, ne kadar iyi etmişim.

ATSIZ VE SPOR Atsız, kardeşi Nejdet Sançar'dan döğüşkendi, ama onun ka­ dar sportmen miydi, bilmiyorum. Nejdet Sançar, gençliğinde, Fenerbahçe takımında futbol bile oynamış. Atsız'ın, fikir kav­ gasından, bu türlü sporlara zaman bulabilmiş olduğunu sanmı­ yorum. Fakat, spora, hele Türk sporlarına tutkunluğu vardı . Güreş müsabakalarını heyecanla takip ederdi. Bizim güreşçiler galip geldiler mi pek sevinirdi. 1950'ler, Türk güreşinin parlak çağıydı. Avrupa ve dünya şampiyonaları sırasında konumuz ekseriya güreş olurdu. Atsız, ciride, kılıç oyununa, biniciliğe de meraklıydı. Atlı ve silahlı sporlan bizim Orta Asya'dan beri ya­ şattığımız spor dalları olarak görürdü . Bir Türk kılıç oyunu ustasını Atsız'ın vasıtasıyla nasıl tanı­ dığımı da anlatmam gerek. 500. FETİH YILDÖNÜMÜ HAZIRLIKLARI

1953 yılı, İstanbul'un fethinin 500 . yıldönümüne rastlıyor­ du . Fetih yıldönümünün coşkun gösterilerle kutlanması bütün milletin, İstanbulluların ve hele Atsız'ın candan dileğiydi. Peki, biz gençler ne yapabilirdik? 1952 yazı girerken, çoğu Atsız'ın öğrencisi olan bir grup genç toplandık, bu konuyu tartıştık. Fetih Cemiyeti kurulmuş­ tu ve çalışıyordu . Hükumet de hazırlıklar yapıyordu . Ama bü­ tün bunlar bizim dışımızda oluyordu. Bizlerin yapabileceği şeyler de olmalıydı. Bunun için bir demek kurmamız gereki­ yordu . Lise öğrencileri arasında bu derneği teşkilatlandırabilir, gösterilere milll bir hava verilmesi için gayret sarf edebilirdik. ..fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği..nin kurulmasına böyle­ ce karar verildi. Hazırlık toplantılarını bizim evde yaptık. Der­ neğin genel merkezi de bizim ev oldu . İçimizde 18 yaşını bi­ tirmiş olanlar dernek kurucusu olarak vilayete bildirilecekti. Benim yaşım henüz tutmuyordu, o yüzden kurucular arasına giremedim.


64

T A N IDIGIM ATSIZ

Dernek tüzüğünü kısa bir zamanda, fakat yoğun şekilde çalışarak hazırladık. Son şeklini vermek üzere bir pazar günü Atsız'a gittim . Çok kere giriş kapısının sağ tarafındaki odada oturur, konuşurdu k . Gelen misafirlerin çoğunu , Atsız orada ka­ bul ederdi. Geniş sayılmayacak, demir parmaklıklı pencereleri sokağa bakan ve öğleden sonraları hayli loş olan bir odaydı burası. Fakat o gün burada değil yukardaki çalışma odasında oturduk. Nejdet Sançar, eşiyle birlikte yaz tatiline gelmişti ve onlarda misafir kalıyordu . Yukardaki odanın, dip tarafına ko­ nulmuş olan masada çalışıyordu . Sanırım, o sıralarda liseler için bir edebiyat ders kitabı hazırlamakla meşgul dü . Tüzük üzerinde bir-iki saat çalıştık. Evet, her şey iyiydi. Güzel hazırlanmıştı, yalnız dili çok ağırdı. Eski hukuki terim­ lerle ve kelimelerle doluydu. Bunlar ayıklanıp daha Türkçeleş­ tirilemez miydi? Atsız'ın bu düşünceyi ileri sürmesi, bizim için bir talimattı. Vakit o kadar azdı ki, tüzüğün bir an önce vilayete verilmesi için, değişikliklerin derhal yapılması gerekiyordu . Elektriklerin kesik olduğu bir gece sabaha kadar oturup mum ışığında ça­ lıştık. Türkistanlı ve benim daha ortaokulun ilk sınıfından ar­ kadaşım olan bir genç Türkçü Ziyaeddin BabaJrurban ile tü­ züğün bütün kelimelerini Türkçeleştirdik. Karşılığını bulamadı­ ğımız kelimeleri de çeşitli sözlüklerden tarayıp çıkardık. İfrat ve tefrit denilen şeyin bu olduğunu sonraki yıllarda daha iyi anlamışımdır. Nihayet tüzük o hale geldi ki, vilayette­ ki görevli memurlar okudukları zaman anlayabilmişler midir, kestiremiyorum. Arasıra Babakurban'la buluştuğumuz vakit, kurduğumuz "Tüzük Türkçeleştirme Komisyonti..nun mum ışı­ ğında sabaha kadar çalışmasını hatırlarız. Bir başka ışıksız toplantımızı da Sirkeci'de Türk Basın Bir­ liği'nin saionunda yaptık. Kalabalık değildik. Fakat arkadaşlar Üsküdar'a kadar gelemeyecek durumdaydı. Merkezi bir yerde toplanmamız gerekiyorde. Babam o sıralarda Türk Basın Birli­ ği'nin sekreteri olarak çalışıyordu. Hakkı Tarık Us, inatla ya­ şatmaya çalıştığı Basın Birliği'ne matbaasının bir iki odasını ve salonunu tahsis etmişti. Akşam üstü orada toplandık. El-ayak çekilmişti. Derneğin idare heyeti seçilecekti. Fakat elektrikler kontak yapınca, civardan aldığımız mumları yakmak zorunda kaldık. Ne garip tesadüftür: Fetih Yıllarını AYDINLATMA Der-


T A l\ I D I G I M A T S I Z

65

neği'nin toplantıları hep ışıksız, KARANLIK gecelere denk dü­ şüyordu.

KILIÇ GAZETESİ Dernek resmen kuruldu . Şimdi iş, tüzüğün yayımlanması­ na gelmişti. Gazeteler dünyanın parasını istiyorlardı. O zaman pratik bir çare düşündük. Kendimiz küçük bir gazete çıkarıp hem tüzüğü, hem de istediğimiz birkaç yazıyı yayımlasak ol­ maz mıydı? Cemiyetler Kanununa baktık: olmayacak bir şey değildi. Engelleyici bir hüküm konulmamıştı. KILIÇ gazetesi böylece çıkarıldı. Küçücük, dört sahifelik bir gazeteydi. İki sahifesi tüzükle dolmuştu. Birinci ve ikinci sahifelerde ise makaleler, anketler, haberler vardı. Anket sorularını sorduklarımız arasında Atsız ve İsmail Hami Danişmend de bulunuyordu. Gazete bin adet ba­ sılmıştı, kağıdı da dahil olmak üzere bize maliyeti kırk lira ci­ varındaydı . O kırk lirayı da kendi aramızda bin zorlukla topla­ mıştık. O sıralarda ccKomünizme Karşı Mücadele» <i.dında bir ga­ zete çıkarılıyordu . O da küçük boydu ama içinde tanınmış im­ zalar, güzel yazılar vardı. Üniversite gençleri bu gazeteyi, Köp­ rü'de, Kadıköy iskelesinde bağırarak satıyorlardı. On beş gün­ de bir yayımlanan gazetenin satışı böylelikle bir hayli yükseli­ yordu . O gazetenin satış usulünü örnek aldık. Arkadaşlar toplan­

dık. Bir pazar günü, gazeteler koltuğumuzun altında, Köprü ta­ rafına geçtik. Belli mesafelerle sıralanarak gazeteyi satışa sun� duk. Bütün gayretimize rağmen satış hiç de iyi gitmiyordu. Adalarda eğlenceye, geziye giden gruplar bize tuhaf tuhaf ba­ kıyorlardı. Bazısı ilgileniyor, duruyor, soruyor sonra almaktan vazgeçip yürüyor, gidiyordu. Öğlene kadar "çalıştıktan .. sonra bir aray:a :;elip hesap kitap yaptık. Topu topu on bir gazete satılmıştı. Yirmi beş kuruştan 275 kuruş. Bizim için tam bir bozgun! Gazete11in maliyetini böyle satışla çıkaramayacağımız anlaşılıyordu. Zararı sineye çekmek lazımdı. Öyle yaptık. Çalışmalar işte böyle sürüp giderken, bir taraftan da, önü­ müzdeki ders yılında yapacağımız faaliyetin neler olabileceği-


T A N I D I G J M ATS ! Z

66

n i tespit ediyorduk. Bunları konuşurken Atsız, 500. yıldönümü gösterilerinde bir Türk kıl ıcı gösterisi yapmanın ne kadar gü­ zel olacağı n ı söyledi. Evet, so n derece ç eki ci bir fikirdi. Ama kim yapabilirdi ki? -

S i z yap abil i rs ini z .

- Biz mi? Ama Hocam, bi z kılıç oyununu bil m i yoruz ki. Hadi öğrenelim. Ama kim öğretecek?

- Ben size bir kılıç ustasının adresini bulayım. O nu n adını işitmiş, fakat kendisiyle tanışmamıştım. Siz gidip bulun. Birkaç gün sonra adres elimizdeydi . Cağaloğlu , Mollafena­ ri Sokağı. Yerilen adrese gittik. Eski, yıkık dökük, i zbe bir bi­ nayla ka rş ılaşt ık . Dış kapısı hemen hemen yok s ay ıl ırdı . Kap­ karanlık merdivenleri çıktık. Sahanl ıktaki bir odanın kırık dö­ kük kap ıs ını çal dı k . Hiç se s yoktu . Defalarca çalmamıza rağ­ men ses veren olmadı. Düşündük, sabah erken gelirsek belki o nu uy anmada n evde y ak alayabil irdik.

KILIÇ USTASI Atsız merakla s o ruyo rdu : ·Ne oldu? Kılıç ustasını bulabildi­ niz mi? Onunla konuşab ildiniz mi?.. Nihayet bir sabah ustayı y a ka ladı k . Uyku sersemi bir ses, kapıyı ısrarla çalış ımıza karş ı lık verdi: ­

- Kimdir o, s ab ahın bu köıünde? Kimdik biz? Ne diyecektik? Adam ne Atsız'ı tan ıy ordu , ne bizi? Biraz sonra kap ı aralandı: bembeyaz sakallı, iri kemikli, babacan, fakat çatı k kaş lı bi r ihtiyar kap ıda belirdi. - Evet, ne is tiyorsu nuz?

- Sizinle biraz görüşmek i stiyoru z . - Lahavle! Evlatlar, siz kimi arıyorsu nu z? Yanlış gel miş olmaya sı n ız . Adını s öyl edi k, evet kendis iydi . Bizi buyu r etti .

Yalnız başına yaşayan bir bekarın, hem de yoksul ve yaşlı b ir bekarın odası. En lüzumlu eşyalar : Yatak, yorgan, kırık bir masa, iki b ac ağı sallanan bir iskemle. Paçavraya ben ze r iki bez


TA N J D I Ô ! M ATS I Z

67

parçası, perde yerine kullanılmış. Birkaç tencere, sahan, bir gaz ocağı . Duvarda birkaç çivi çakılı. Fakat, bundan ibaret değil . Tam yatağın baş ucuna gele­ cek şekilde iki büyük kılıç yan yana duvara asılmıştı. Arkada­ şımla göz göze geldik. Tamam, kılıç ustasının evine yakışan da işte buydu . Ustanın üzerinde eskice, fakat temiz, beyaz bir gömlek var­ dı. Ayağında da paçalarından bağlı, beyaz Amerikan bir don. Yatağına oturmuştu (Zaten oturacak başka bir yer de yoktu). Üstüne başka bir şey giymeye lüzum görmeden sordu : - Anlatın bakalım, ne istiyorsunuz? Anlattık. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi bir bir ortaya döktük. Dinledi, dinledi. Sonra: - Evlatlar, dedi, tam adamına gelmişsiniz. Beni artık herkes unuttu bellemiştim. Kılıç oyunu öldü sanıyordum. Beni aradı­ nız, buldunuz. Demek bu oyunu öğrenmek istiyorsunuz. Pe­ kala' Ama, bakın, şimdiden söyleyeyim: Bu oyun zordur, çok çalışmak ister. Ben 73 yaşındayım. Belim büküldü, yine de dinç sayılırım. Size bunu öğretirim. Uzandı, duvara asılı olan kılıçlardan birini aldı. Kınından çıkardı, elinde şöyle bir teraziledi. Sonra birkaç hareket göste­ riverdi. Kolay gözüküyordu . Yapılamayacak gibi değildi. - Şimdi gördünüz. Bir de siz tekrarlayın bakalım. Kılıcı elime aldım. Allah Allah! Dimdik tutması bile zordu . Ağırdı. Sanki bileğimi aşağı doğru çekiyordu. Elimi alıştırdık­ tan sonra ihtiyar ustanın hareketlerini taklide çalıştım. Nafile! Bileğim dönmüyordu . Eklem yerleri sanki tahta.laşmıştı. Usta güldü: - Evet, dedi, işte böyle. O çok kolay gözüken hareketi bi­ le yapmak için bileğinizin alışkın hale gelmesi lazım. Bunun için de aylarca çalışmak ister. Var mısınız? - Varız. Öğlene kadar oturduk. Bize eski gösterilerinden, hatırala­ rından bahsetti. En müthiş gösterisi o ağır kılıcı sekiz - on met­ re havaya fırlatmak, sonra düŞerken tam kabzasından yakala­ maktı. Aynı zamanda tehlikeli bir oyundu bu . Kılıcın keskin


TA N ID I Ö I M ATS I Z

68

yüzü rastladığı takdirde, insanın parmaklarının doğranması iş­ ten değildi. Başka bir gün buluşmak üzere ayrıldık. Atsız, kılıç ustasını buluşumuza ve onunla konuşmamıza pek sevindi . Neler anlattığını teker teker sordu . Bu, Türk kılıç oyununun son temsilcisiydi. Ölmeden önce bu oyunu başka­ larına öğretmesi muhakkak lazımdı. İnsanlar ölümlüydü. Fakat bu türlü güzel gelenekler devamlı olmalıydı. Tek çare, Türkçü gençlerin bu oyunu öğrenip yaşatmalarıydı.

GERÇEKLE YÜZ YÜZE Kılıç ustası ile görüşmelerimiz devam etti. Bir gün yatağı­ nın altından, katlanmış beyaz elbiseler çıkardı . Giyindi. Şimdi karşımızda bir yeniçeri kocası duruyordu . Bu elbisenin hangi kumaştan yapıldığını, başlığın hazırlandığı maddeyi, çizmele­ rin yumuşaklığını, hangi deriden yapılması gerektiğini uzun uzun anlattı. Haydi oyunu öğrendik diyelim, bu elbiseleri diktirecek pa­ ramız var mıydı? Sonra kendisi yaşlı, kimsesiz, yoksul bir adamdı. Bu dersleri seve seve verecekti, ama onun bu zahme­ tine karşı nasıl ödeme yapacaktık? Yavaş yavaş gerçekle yüz yüze gelmeye başlıyorduk. Daha önce bunları pek düşünmemiştik. Para? Önemli değildi. Çalışa­ caktık, yoktan var edecektik. Enerjimiz ve inancımız tamdı ya, yeter artardı. Şimdi, tam iş ciddileşmeye başladığı zaman paranın nankör çehresi önümüze engel olarak dikiliyordu . Ama,

bir çaresini bulacaktık. Nasıl? İşte onu kestiremiyor­

duk . Aklımıza bir fikir geldi. Ustayı alıp, Milliyetçiler Demeği'ne götürdük. İdare Heyeti ile tanıştırdık. Bu kılıç: kurslarını Milli­ yetçiler Derneği tertiplesindi, ödemeyi de o yapsındı. Biz de gidip orada öğrenirdik. Bizimle beraber daha yüzlerce kişi de. Milliyetçiler Derneği'nin ödeme yapacak kadar parası var sanıyorduk. Onun da bizim kadar fakir olduğunu ne bilelim? Teklifimiz iyi karşılandı, ama sıra ödeme işine gelince me­ sele sürüncemede kaldı.


T A N I D I G IM ATSIZ

69

Usta iyi adamdı. Bir taraftan kılıç kullanmayı bize yavaş ya­ vaş öğretmeye başlamıştı. Önce kalın ve bir kılıç boyunda so­ palar hazırlamıştık. Kılıç yerine bunlarla çalışacaktık. Bileğimiz alışacak, duruşları ve vuruşları öğrenecektik. Kıiıçla çalışmala­ ra daha sonra geçecektik. Bu kılıçların belli ağırlığı vardı. Kab­ zası falan maddeden yapılmalıydı. Şöyle çelik olmalıydı , bükü­ mü şöyle verilmeliydi. Bu kılıçları yapacak bir tek usta kalmış­ tı. O da yaşlı bir adamdı. İşte bir mesele daha. Bu kılıçları nasıl yaptıracaktık? Yeni­ çeri elbiselerini diktirsek, çizmelerini yaptır.sak, kılıçlarını ta­ ınamlatsak bile bineceğimiz atları nasıl temin edecektik? Hele biz İstanbul çocukları ata ustalıkla binmeyi nasıl öğrenecektik? Bunların hepsi bize kolay ve halledilebilir geliyordu . Hayalin güzelliği ve çekiciliği vardı ya, onun büyüsüne ka­ pılmıştık. Atsız'ın gözünde de bu hayalin canlandığını görür gi­ bi oluyordum. Fatih Sultan Mehmed Han'ın türbesi önünden takım takım atlılar geçiyordu . Kılıçları yaman, duruşları yaman­ dı. Ata binişleri, inişleri, kılıç şakırdatışları, oynayışları bir baş­ kaydı onların. Bunlar yeni Türk gençleriydi. M:Jli köke bağlı, tarihe vurgun, Türkçülüğün ilerki zafer yıllarını hazırlayacak gençler.

KILIÇ KURSLARI O ders yılı başlar başlamaz, Derneğin teşkilatını genişlet­ meye giriştik. Çeşitli liselerdeki arkadaşlarla tanıştık. O liseler­ de şubeler açtık. Vefa ve İstanbul Erkek Lisesi bunların başın­ da geliyordu. Şube açılan yerlerde ilk işimiz kılıç kursları ter­ tiplemek oldu .

Haydarpaşa Lisesi'nde kendi kendimize yaptığımız ilanlar­ la kırk-elli kadar öğrenci, kurslara devama başladı. Beden eği­ limi hocaları, jimnastik salonunun bir köşesindeki çalışmaları hayretle, biraz da öfkeyle seyrediyorlardı, ama ne gam! Onlar, idareden izin aldığımızı sanıyorlardı. İ dare de, herhalde jim­ nastik hocalarının böyle bir kurs hazırladığını nnnediyor ol­ malıydı. Dersler bitince, akşam q zerleri haftada üç gün kurslara ini­ yorduk . Kılıç ustası gelmiyordu . Onun bize öğrettiği hareketle­ ri biz de diğer öğrencilere belletiyorduk. Ö nce bir hayal kırık-


70

TANIDıGJM ATS I Z

lığı oluyordu. Kursa gelenler kılıçla çalışacaklarını sanıyorlar, kılıç yerine sopaları görünce biraz burkuluyorlardı. Ku rsumu za ilk yazılanlar arasında Atsız'ın büyük oğlu Yağ­ mur da vardı. O sırada ortaokulun son sınıfında olmalıydı. Ba­ zı günler elinde keman kutusuyla okuldan çıkardı . Şimdi de kı­ lıç kursuna geliyordu. Çalışkan bir talebeydi. Birkaç dönem if­ tihara geçtiğini hatırlıyorum. Bizim kılıç kurslarının nasıl gittiğini Atsız, oğlu Yağmur'dan takip ediyordu . Bir adım atılmıştı, belki sonu da gelirdi. Sonu elbet geldi. Ama, nasıl? Hayallerimizi altüst eden, umulmadık bir şekilde.

MALTEPE, FEYZULLAH CADDESİ, 9 Bu adres, pek çok eski Türkçünün hafızasında kazılı gibi­ dir. Orası Atsız'ın ev adresiydi. Eski, fakat bakımlı, yan cephe­ lerinden biri çinko ile kaplanmış, iki katlı, arkada küçük bah­ çesi bulunan bir ev. Kapıdan girilince bir taşlık vardı. Oradan bir odaya ve bir başka taşlığa geçilirdi. Arkadaki taşlıktan da mutfağa ve başka bir odaya girilir, mutfaktan arka bahçeye çı­ kılırdı. Üst katta üç oda ve bir sofa vardı. Atsız'ın kitapları pek çoktu. Bunların bir kısmı birinci kat­ taki ön odada dururdu. Bu odanın arkadaki çıkıntısı çalışma köşesi gibi tertip edilmişti. Birinci katın arka odasında da , ki­ tapların yerleştirildiği, kalın tahtadan yapılmış, sandığa benzer dolaplar vardı. Bir gün bir kitaba bakmak gerekti . Arka oda­ ya geçtik. Kitabı ararken, sandıkların yapılış tarzı dikkatimi çekti. Bunların uzun kenarlarından biri açıktı ve üstüste konul­ duğu zaman bir kütüphane manzarası alıyordu. Niçin bu tarz bir kitaplık yaptırdığını sordum. - Yangın tehlikesine karşı bu en iyi çaredir, diye cevap verdi. Burası ahşap bir ev; yangın çıktığı takdirde, en önce kur­ tarmam gereken bu kitaplardır. Sandıkları birer birer dışarı ta­ şıdım mı mühim bir kısmını kurtarabilirim. Bana bu usulü Dr. Rıza Nur gösterdi. O da, oradan oraya dolaşmak zorunda kal­ mıştı. Kitaplarını terk edemiyordu. Hem taşınmak, hem yangı­ na karşı korunmak için bu yolu bulmuş. Ben de onu tatbik et­ tim.


TA N I D I Ô I M ATSIZ

71

O zaman, doğrusu bu yangın tedbirine pek aklım yatma­ mıştı. Fakat ne kadar isabetli olduğunu birkaç yıl sonra anla­ dun: Evimiz ahşaptı. Bir gece yarısı yangın çıktı: Uyanıncaya ve olup biteni anlayıncaya kadar ev alevler içinde kaldı. Bir sa­ at sonra ise üstünden dumanlar tüten bir enkaz haline gelmiş­ ti . Ü ç binden fazla kitabım, benim için kıymetli olan evrak, ku­ pür, koleksiyon vb. tamamen yandı, kül oldu. Tavandan üze­ rime kıvılcım yağmuru ve kor parçaları yağarken kitaplarıma son bir defa ümitsizlikle baktığımı hatırlıyorum. Atsız'ın san­ dıklan gibi muhafazalı bir yerde bulunsalardı, hiç olmazsa bir kısmını kmtarabilirdirn sanıyorum. O yangın telaşının ortasın­ da, Maltepe'deki evin arka odasında Atsız'ın bana söyledikleri şimşek gibi zihnimden geçti. ARMA VE SELAM

Arka odadaki kitaplara bakarken bir arma gözüme ilişmiş­ ti. Bunun ne olduğunu sordum. Atsız: - Bu , Avrupa'daki tanınmış ailelerden birinin armasıdır, dedi. Bizde de bu armaların kullanılması lazımdır. Köklü aileler böylelikle ortaya çıkmalı, kimin hangi sülaleden geldiği anla­ şılmalıdır. İlerde, Türkçülük zafere eriştiği gün, bu sistemi mu­ hakkak koymalıyız. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, bu görüşü bana pek sempatik gelmemişti. Yadırgamıştım. Gerçi, Anadolu'da pek çok oymağın böyle kendine mahsus damgaları, işaretleri bu­ lunduğunu biliyordum. Fakat bu armalar bana Avrupa dere­ beyliğini canlandırır gibi geliyordu. Birtakım semboller, haçlı bayrakları ve çoğu haçlı, kartallı armalar. İlk çağırışım buydu. Hemen arkasından Haçlı sürülerinin Anadolu'ya dalışını gö­ rür gibi oluyordum. Belki çok mübalağalı bir intiba. Ama o an­ da, hatta ondan sonra hissim hep böyle kaldı. Atsız öyleydi: yerine göre tam bir demokrat, bazen de mü­ kemmel bir aristokrat. Atsız'ın bana garip gözüken düşüncelerinden biri de başka bir teklifi olmuştu. Türk ordusundaki üniformaların Alameri­ kan olmasından şikayetçiydi. Buha ben de katılıyordum. Ame­ rikan yardımının başlamasıyla Türk subay ve erlerinin kıyafet-


72

T A N IDIGIM ATSIZ

!eri de değiştirilmişti. Önce yadırgamış, sonra alışmıştık. Fakat, Türk ordusunun kılığı, kıyafeti niçin başka ülkelerin askerleri­ ne benzesindi? Onların kendilerine mahsus üniformaları olma­ sı daha doğru değil miydi? Bir gün bu konuyu görüşürken, Atsız, selam şeklinin de millileştirilmesi gerektiğini söyledi. Yürürlükteki selam tarzı Avrupa ordularının selam tarzı idi . Peki, nasıl olmalıydı? - Eskiden, demişti Atsız, selam şöyle verilirdi: Sağ el önce göğse götürülür, sonra çeneye dokundurulurdu. Şimdi de ona benzer bir usul bu lunabilir. Mesela, yine sağ el önce göğse, sonra çeneye dokundurulur, daha sonra da alın hizasına götü­ rülerek selam verilir. G özümde canlandırdığım zaman, Atsız'ın düşündüğü bu usule pek göniüm yatmadı. Bugünkü üniformayı giymiş bir su­ baym bu şekilde selam verecek olması bana hayli tuhaf geldi. Ama Atsız için karşısındakinin şu veya bu şekilde düşün­ mesi o kadar önemli değildi. Doğru olduğuna inandığı şeyin sonuna kadar müdafaasını yapar, bugünkü şartlar içinde ge­ çerli olup olmaması onu pek ilgilendirmezdi. O, yarınların adamıydı . Türklüğün geleceğinde yaşar; yüz yıl, hatta bin yıl sonrasının rüyasını görürdü . • • •

1 952 yazında Atsız, liseler için tarih ders kitapları hazırlı­ yordu . Bu ders kitapları, hanımı Bedriye Atsız ve Galatasaray Lisesi tarih öğretmenlerinden hirinin isimleri altında yayınlana­ caktı . Benim elimden ufak tefek resim ve harita işleri geliyordu . Atsız'a kitap haritalarının hazırlanmasında yardımcı olabilece­ ğimi söyledim. İyi karşıladı. Yardım etmeyi hakikaten istiyordum ama, asıl dileğim baş­ kaydı . Atsız'la birlikte olabilmek, onun yanında birkaç saat da olsa oturup konuşabilmek imkanı beni çok daha fazla çekiyor­ du. Maltepe'deki evin giriş taşlığına konulmuş masada birkaç gün çalışarak haritaları düzenledik. Atsız'ın evinde ilk defa o günlerde yemek yedim. Çalışmalar sabahtan akşama kadar


TANJD!GIM ATSIZ

73

sürdüğü için, öğle yemeği mecburen araya giriyordu. İ yi bir te­ sadüf ki, o günlerde Atsız'ı ziyarete gelen de olmadı. Bir hay­ li iş çıkarıldı.

«AYASOFYA'NIN FETIIİ» PROJESİ Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği'ni kurduğumuz yaz, At­ sız'la birlikte •müthiş.. bir proje üzerinde çalıştık. İ kimizin de aklının ve vicdanının almadığı bir h usus vardı. Fatih Sultan Mehmed Han, İ stanbul'u fethettikten sonra Aya­ sofya Kilisesi'ni camiye çevirmişti. İ lk cuma namazını bura da kılmıştı. Ondan sonra asırlar boyu , Ayasofya, İ stanbul'da bütün Türklüğün bir mührü olarak kalmıştı. Hristiyan Batı dünyası bunu bir türlü hazmedememişti. Ayasofya'yı yeniden ele geçir­ mek, Hristiyanlık için bir ideal halini almıştı. Türk ordusu Vi­ yana önlerindeyken dahi bu rüyayı terk etmemişlerdi . Daha sonra gerileme çağı başlamış, nihayet İ stanbul düşman işgali altına girmişti. O tarihte bile, Ayasofya kilise haline getirileme­ mişti. Fakat, Milli Mücadele'den ve cumhuriyetin kurulmasın­ dan sonra, Ayasofya'nın müze haline getirilmesine karar veril­ mişti . İ badete kapatılmış, yani bir nevi taviz verilmişti. Niçin? Bu tavizi vermeye kimin hakkı vardı? At5ız, Ayasofya'nın camiye çevrilmesini gönülden istiyordu ama , bunu İ slami b ir görüş olarak ileri sürmüyordu . Milli gu­ rur incitilmişti. Batının sinsi empeıyalizmi karşısında bir gerile­ meydi bu . Düzeltilmesi lazımdı. Yeni Demokrat Parti iktidarı, milletin eğilimleri istikametin­ de müsbet kararlar vermişti. Fakat bu hususta niçin cesur dav­ ranmıyordu? Pekala! Madem hükumet yapmıyordu, biz yapardık. Biz? Yani İ stanbul' da belki bir avuç bile sayılmayacak Türk­ çüler . . . Bir emrivaki yapılması, b u işin halli için gerekliydi. Önce bu büyük yapının giriş noktalarının tespit edilmesi lazımdı. Nasıl korunuyordu? Nereden girilebilirdi? 1952 y azının sıcak günlerinden çoğunu Ayasofya'nın serin­

liğinde geçirdim. Adım hesabıyla uzunluğunu, genişliğini, ka-


74

T A N ID I G I M A T S J Z

pılarını ölçtüm. Bahçedeki demir parmaklıkların yüksekliğini, dış kapının haricinde girilebilecek noktaları kağıt üzerine ge­ çirdim. Yorucu ve heyecanlı bir çalışmadan sonra yapının ka­ ba bir planı elimizdeydi. Plan hazırdı ama, Ayasofya yeniden nasıl ..fethedilecekti?.. Fetih yıldönümünde, yani 29 Mayıs 1 953 günü geçit resmi­ ne katılacaktık. Atlar üzerinde, beyaz keçekülahlarımızla ve keskin kılıçlarımızla birkaç takım genç, merasim dönüşü atla­ rımızı Ayasofya üzerine sürecektik. Ne heybetli bir tabloydu bu! Ayasofya'ya girdikten sonra hutbe okunacak ve namaz kı­ lınacaktı. Böylelikle, Ayasofya yeniden İslama ve Türk'e döne­ cekti. • • •

Bu projeden, Atsız'la benden başka, sadece iki kişinin ha­ beri vardı: Babamın ve merhum Nuri Demirağ'ın. Gençlerin böyle bir hareket tasarladıklarından, bir gün, ba­ bam Nuri Demirağ'a bahsetmiş. Demirağ temiz duygulu, vatan­ sever, saf bir insandı. Son derece heyecanlanmış, kendisinin de bu gençlerin yanında yer alacağını ve hutbeyi bizzat oku­ mak istediğini söylemiş. Babam, tecrübeli bir mücadele adamıydı. Bulgaristan'da Bulgar faşizmine ve vahşetine karşı Türklerin hakkını savun­ mak için gazetesiyle, servetiyle birlikte canını da kaç kereler tehlikeye atmıştı. Son derece gözüpek bir adamdı. Bulgar hü­ klımetinin kendisini ortadan kaldıracağı sırada, Türkiye'nin şiddetli bir notası sayesinde anavatana gönderilmişti. Bir daha Bu lgaristan'a asla ayak basmaması şartıyla. Fakat İkinci Dünya Savaşı'nın son yıllarında yine gizlice, bu sefer Yakıt gazetesi­ nin temsilcisi olarak Bulgaristan'a girmişti. Kızılordu'nun Bul­ garistan'ı işgalinde oradaydı. Binbir türlü dehşet verici macera­ dan sıyrılarak sağ dönmüştü. Onun için, bu projeyi çok tabii karşılıyordu. Topun ağzın­ da kendi evladının bulunması onu hiç de tedirgin etmiyordu. Türk'ün hakkı olan bir hareketti. Yapılmalıydı. Benim bu işe girmeme hiç itirazı olmamıştı. Nuri Demirağ, o sıralarda hala Milli Kalkınma Partisi'nin li­ deriydi. Gerçi bu partinin artık bir gücü kalmamıştı. Oylar De-


TA N I D I G I M A T S I Z

75

mokrat Parti'de toplanmıştı. Fakat Demirağ'm büyük Buick arabasının önünde MKP bayrağı dalgalanır, sarı pirinç harfler­ le MKP yazılı plakalar bu siyah lüks arabayı ve deniz motoru­ nu süslerdi. İ slamcı olduğu kadar Türkçüydü. Ama, galiba İ s­ met Paşa'ya duyduğu hınç bunların her ikisinden de ağır bası­ yordu. Ayasofya'nın yeniden fethi teşebbüsü gerçekleşseydi ve suç halini alsaydı, sanık sandalyesinde belki Atsız'la birlikte Nuri Demirağ da oturacaktı. Birbirlerinden habersiz, ama giri­ şilen işin haklılığına tam inanmış olarak. Kaderin başka türlü tecelli edeceği aklıma bile gelmiyordu. Madem haklı olduğumuza inanıyorduk; isterse iki kişi, isterse bin kişi olsun, bu teşebbüsün gerçekleşmesi için çalışacaktık. 1953 DARBESİ

Gidişat başka türlü bir seyir takip edecek ve Türk Milliyet­ çiliğine 1953 darbesi, bu sefer hiç beklenmedik bir yerden, De­ mokrat Parti iktidarından gelecekti. Türk Milliyetçiler Derneği gittikçe kuvvetleniyordu. Şubele­ ri memleket sathına yayılıyor, buralarda heyecanlı toplantılar yapılıyordu . Dinamik bir gençlik kitlesi bazı çevreler için, ya­ vaş yavaş ·korku verici" bir güç haline geliyordu. 1952 yazında yapılan kurultayda Isparta Milletvekili Sait Bilgiç genel başkanlığa seçilmişti. Kurultay çok hareketli ve heyecanlı geçmişti. Başkanlık divanında Sait Bilgiç, Remzi Oğuz Arık başkan ve başkan vekili olarak bulunuyorlardı. Anadolu'dan gelen delegeler Genel Merkezin çalışmalarını tas­ vip eden konuşmalar yapıyorlardı. Kayseri delegesi Nevzat Türkden (şimdi Kayseri'de avukat), Kırıkkale delegesi Kaya Özdemiroğlu, Tire delegesi Nihat Kurtcan, Ankara delegesi Mustafa Hacıömeroğlu (emekli veteriner hekim, vefat etti) , Genel Merkez çalışmalarını desteklemişlerdi. Nevzat Yalçın­ taş, Bekir Berk, Ali Yörük (1970'lerde vefat ettiğinde Bizim Anadolu gazetesinde yazarlık yapıyordu) , Ayasofya'nın tekrar ibadete açılmasını, radyolarda Türk müziğine daha çok yer ve­ rilmesini, 1 Mayıs Bahar Bayrafrı.ının 6 Mayıs gününe alınması­ nı teklif eden konuşmalar yapmışlardı.


76

T A N !DIGIM ATS IZ

Demek, komünistleri ve Nazım Hikmet'in affı için imza ve­ renleri tel'in toplantıları da tertiplemişti. İstanbul Şubesinin ça­ lışmaları artık Rüsternpaşa Medresesi'ne sığmıyor, daha büyük toplantılar o zaman Halk Eğitim Merkezi'nin kontrolünde bu­ lunan MTIB salonunda yapılıyordu . Beri taraftan Millet Partisi de hatırı sayılır bir gelişme için­ deydi. Gerçi Mecliste bir tek temsilcisi vardı. Fakat Kırşehir'den gelen ve Osman Bölükbaşı adını taşıyan bu genç hatip söz alıp konu şmaya başla dı mı, muhalif-muvafık herkesin takdiri­ ni topluyor, onunla başa çıkmak iktidar için mesele halini alı­ yordtı . Köylere kadar yayılan ocak-bucaklarıyla bu parti muha­ fazakar görüşü tem si l ediyor, halk arasındaki tesiri ve nüfuzu da günden güne artıyordu. Demokrat Parti erkanı, bu iki teşekkülü de, kendi iktidar­ ları için tehlike olarak görmeye başlamıştı. Çare? Bir punduna getirip her iki kuruluşu kapattırmak. Böyle bir fırsat, Demokrat Parti'nin eline 1 953'ün ilk gün­ lerinde geçti. Serdengeçti mecmuasında yayınlanan bir yazıyı vesile eden Başbakan Adnan Menderes, Gaziantep'te beklen­ meyen bir nutuk vermişti. Ö nce komünizmin gelişmesine mey­ dan verilmeyeceğini ileri sürmüş, sonra da komünistlerin çeşit­ li maskeler altında faaliyet gösterebileceklerini iddia etmişti. Bu maskelerden biri de mukaddesatçılıktı. Onlara da fırsat ve­ rilmeyecekti. Birkaç gün sonra Ankara Savcılığı harekete geçiyor ve An­ kara Sulh Ceza Mahkemesi, Türk Milliyetçiler Demeği'nin ·din ve ırk esasları üzerine kurulduğu ve faaliyetlerini bu yolda ge­ liştirdiği" iddiasını yerinde bularak kapatılmasına karar veriyor­ du. Telle verilen emir üzerine Derneğin bütün şubeleri mühür­ leniyor, mallarına el konuluyor, Dernek yetkilileri de onar lira para cezasına mahkum ediliyordu. Fakat, ek tedhiş tedbirleri de unutulmayacaktı. Türk Milli­ yetçiler Derneği ile yakın ilgisi bilinen Cahit Okurer, Milli Eğitim Bakanlığı özel kalem müdürlüğünden alınıyor, Derne­ ğin Genel Başkanı Sait Bilgiç ve genel idare kurulu üyesi Dr. Tahsin Tola, Demokrat Parti'den ihraç ediliyorlardı. Her ikisi de Isparta milletvekiliydi . Sait Bilgiç bu hengame arasında tam bir yiğitlikle dimdik durmuş, bu icraatı şiddetle tenkid eden beyanlarda bulunmaktan kaçınmamıştı.


TAN IDIGIM ATSIZ

77

Ö bür tarafta uşerefü basın.. yeniden taarruza geçmişti . Ah­ met Eınin Yalman, salvo atışlarda başı çekiyordu . Ö tekiler de onun peşine takılmışlardı . Şimdi sadece Yeni Sabah bu icraata mu halefet ediyor, diğerleri Ahmet Emin'i destekliyordu . Ahmet Emin Yalman, o sıralarda Demokrat Parti'nin hala gözdesi durumundaydı. Kadere bakınız. Aradan zaman geçecek, Sait Bilgiç yeniden Demokrat Parti'ye dönecek, Ahmet Emin Yalman ise Demok­ rat Parti'nin tam karşısında, CHP saflarında yer alacaktır. 1 960 darbesinden sonra da Ahmet Emin yine hürriyet kah­ ramanı, basın şampiyonu olarak ortaya çıkacak, Sait Bilgiç ise Yassıada'da idam talebi ile yargılanacaktır.

Kimin kimden yana olduğunu, samimi şekilde kimin kimi desteklediğini en iyi zaman göstermiştir.

MAIA1YA SUİKASDI Ahmet Emin'in Demokrat Parti ileri gelenlerinin gözünde pek itibarlı bulunduğu o günlerde, Malatya'da bir suikast ya­ pıldı. Hüseyin Üzmez adında bir genç, Vatan başyazarının üzerine tabancasını boşalttı. Ahmet Emin ağırca yaralandı. Ortalık birbirine girdi. Hükumet erkanı olayı kınayan demeçleri arka arkaya yağ­ dırırken, Malatya'ya özel bir uçak gönderildi. Devlet Başkanı, Vatan başyazarının hatırını sormak için ayağına gitti. Gazeteler ayaklandı. Radyo ateş püskürmeye başladı. Ve . . . bütün bunların sonunda tevkifler başladı. İlk kafilede Necip Fazıl, Osman Yüksel (Serdengeçti), Mustafa Bağışlayıcı (Samsun' da Büyük Cihad isimli gazetenin sahibi) bulunuyordu . Bunlar elleri kelepçeli olarak, süngülü jandarmalar arasından geçirilerek hapishaneye konuldu, mah­ kemeye çıkarıldı. Birkaç assubay ve bazı gençlerle birlikte, tu­ tuklananların sayısı yirmiyi aşıyordu . Peki, Necip Fazıl'ın, Serdengeçti'nin, Bağışlayıcı'nın, Malat­ ya'daki olayla ne ilgileri vardi? İddiaya göre, yazdıkları yazılar­ la, Hüseyin Ü zmez'i suça azmettirenler onlardı.


T A N I D IG I M ATS I Z

78

Muhakeme sonunda Hüseyin Ü zmez mahkum edilecek, di­ ğerleri beraat edecekti ama, cezaevinde heba olan günler bir daha geri gelmeyecekti.

ATSIZ'IN YUMUŞAK TEPKİSİ Kadıköy Meydanı'nda Atsız'la konuşuyorduk. Bir öğle üze­ riydi. Galiba yağmur çiseliyordu. Sabah, gazetede okuduğum haberleri anlattım. Kimlerin tutuklandığını, haklarında hangi suçtan soruşturma açıldığını yazan gazeteleri henüz görmemiş­ ti. Anlattıklarımı dinledi. O sıralarda Serdengeçti, en çok oku­ nan dergilerden biriydi. Sahibi , başyazarı, yazarı, dağıtıcısı, ida­ recisi . . . hepsi Osman Yüksel'di. Genç, ateşli, pervasız bir mil­ liyetçiydi. İ yi bir mizah yazarıydı. Fıkralarında, makalelerinde bile mizahı, kafiyeyi, seciyi ihmal etmezdi. Biraz derbeder, se­ razat bir mizacı vardı. 1 965-69 devresinde bir dönem milletve­ killiği de yaptı. Osman Yüksel, adından ziyade Serdengeçti na­ mı ile tanınıyordu . Onun da tutuklandığını söyledim. Atsız gülümsedi: - Ha, şu bizim Deli Osman mı? Ö fkeyle karışık bir tepkisini beklerken böyle sakin, adeta hafife alır bir ifadeyle karşılaşınca şaşırmıştım. - Yani Serdengeçti, diye tekrarladım. - Evet, evet, Deli Osman işte. Sonra başka konulara geçti. Bu yıldırma hareketinin pek tutmayacağından emin görünüyordu . Atsız'ın bu sözlerini sonra düşündüm. Osman Yüksel'i da­ ha 1 944'lerden, Ankara'dan beri tanıyordu. 3 Mayıs nümayişle­ rine karıştığı, hatta başı çekenlerden biri olduğu için o zaman takibata uğramıştı. Tutuklanmış, ifadesi alınmış, sorgusu gün­ lerce sürmüştü . Bununla da kalmamış, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin felsefe bölümü son sınıfından kovulmuştu. Bütün hak aramaları boşa gitmişti.

Hocaoğlu Selabattin Ertürk'ün bir şiir kitabını hatırlıyor­ dum . "Kükreyiş .. adını taşıyordu. Bu kitaba Atsız bir önsöz yaz­ mıştı. O yazısında, Ertürk'le birlikte Osman Yüksel'den de öv­ güyle söz ediyordu .


TA N I D IG I M ATSIZ

79

Peki ama, takdir ettiği bu genç şairden niye ·deli" diye bah­ sediyor ve tutuklanmasını pek önemsemiyordu?

BİR TAKDİR İFADESİ Atsız'ın davranışları hakkında edindiğim önceki bilgilerim­ den ve sezişimden hareket ederek şöyle bir sonuca ulaştığımı iyi hatırlıyorum: Atsız, .. deli" sözüyle, aslında bir takdir ifadesin­ de bulunuyordu. Hayret verecek kadar cesur, gözüpek, atılgan kimselere .. deli· denilmez miydi? Belki biraz eskimiş, tarihin karanlık kö­ şelerinde kaybolmaya yüz tutmuş bir deyimdi. Ama, Atsız gi­ bi, tarihin içinden gelen ve adeta tarihle birlikte yaşayan, ma­ zimizle iftihar eden ve sanki her nefes alışında tarihi ciğerleri­ ne çeken birine ·deli» sözü hala çok canlı ve çok manalı geli­ yor olmalıydı. Yıllar sonra, 1 9. yüzyıl Osmanlı tarihinin bir bölümünü us­ talıkla anlatan İ ngiliz amirali Sir Adolphus Slade'in bir tasvi­ rini okurken, o yağmurlu günde Kadıköy Meydanı'nda Atsız'la konuşmamızı hatırlamışımdır. Adolphus Slade, 1 829 Türk - Rus savaşlarını tasvir ederken ünlü ..deli" süvarileri öyle bir anlatrriıştır ki, hayran olmamak mümkün değil. Şumnu'dan hareket eden ve beş gün sonra Arnavutköy ci­ varına varan Türk serdarı Reşid Mehmed Paşa Rusların şid­ detli mukavemeti ile karşılaşır. Adolphus Slade o çarpışmayı ş(:)yle naklediyor: " Türkler iki hücumu takiben civardaki bir vadiye mevzilen. diler. O esnada sahraya intikal etmekte olan General Rotb, Türk askerinin dağınık bir şekilde çekildiğini görerek birlikle­ rini üzer/erine sürdü ve süvarilerle taarruza geçti. Fakat, evde­ ki pazar çarşıya uymadı; Türklerin ünlü ·deli· süvarileri öyle­ sine bir hışımla atıldılar ki, Rus süvarileri hayatlannda bu ka­ dar hızlı at sürmemişlerdir. Deli süvariler bununla yetinme­ yip, kale nizamına girmiş bulunan Rus piyade kıta/arı üzeri­ ne at sürdüler, piyadeyi kılıçtan geçirdikleri gibi, iki Rus topu­ nu ganimet aldılar.•

Böyle cesur, yiğit savaşçılardı "Deli Süvariler". Deli'lik on­ ları yücelten bir sıfattı.


80

T A N I D I G I M ATS IZ

Atsız, Osman Yüksel 'e böyle bir ..deli,,liği yakıştırmış olma­ lıydı. İ kincisi, Serdengeçti'nin gözüpekliğini biliyordu . Onun bu yıldırma gayretlerinden ürkmeyeceğini ve gerilemeyeceğini de tahmin ediyordu . Sonra, kendi başından da, buna benzer ve bundan kat kat korkunç nice işler geçmişti. Perva gösterme­ mek gerekti . Her ülkü ve dava adamının başına bunlar gelebi­ lirdi. Lüzumundan fazla önemsenecek ne vardı bunda? Atsız, yazılarında başka türlü yazan, hayatını başka türlü yaşayan ..kahraman.,lardan değildi. Neyse, oydu. İ şte şu davra­ nış tarzı bile, şiirlerindeki, ülkü yazılarındal<i edanın tıpatıp ay­ nı i<li .

BASKINIAR VE SORGULAR Bu sert dalgalanmaların serpintileri bize kadar ulaştı. Fetih Yıllarını Aydınlatma Demeği'nin kurucuları polis tarafından te­ ker teker sorguya çekilmeye başlandı. Hemen hepimiz öğren­ ciydik. İ çimizden bazısı yatılı okullarda okudukları için, İ stan­ bul dışındaydılar. Haber ilk defa onlardan geldi. Aramaya ta­ bi tutulmuşlardı. Dolapları altüst edilmiş, kitapları, dergileri el­ lerinden alınmış, okul idareleri ve polis tarafından sorguya çe­ kilmişlerdi. Daha sonra sıra İ stanbul'dakilere geldi. Bir-iki haf­ ta içinde hemen hepsinin evlerine baskınlar yapıldı. Emniyete götü rüldüler, ifadeleri alındı. Bu dernek niye kurulmuştu? Ne yapılmak isteniyordu? Başka kimler vardı? Elebaşı kimdi? Yaşım tutmadığı için, ben Derneğin resmen kurucusu ola­ mamıştım ama, seziyordum ki, izler bana doğru gelmektedir. Atsız olup bitenlere aldırmıyordu. Bunlar da gelip geçecek­ ti. Unutmamak lazımdı: Bugünün Türkçüleri, büyük Türk tari­ hinin içinde bir zerre kadar önemsiz neferlerdi. Türklük yaşa­ yacak, güçlenecek, büyüyecekti. Günümüzün ülkücüleri elbet­ te fedakarlıkta bulunacaklar, gerekirse her türlü eziyete göğüs gerecekler, yokluğa katlanacaklardı. Onlar, kendilerini feda edeceklerdi ki, Türklük yücelsin ve kuvvet kazansın. Atsız'ın bu düşüncelerini yakından bildiğim için, ben de birtakım önemsiz işler oluyormuş tavrı içindeydim. Kendim için pek endişem yoktu . Atsız'dan, şeref ve gurur sahibi olma­ yı öğrenmiştim. Bunlardan başka ne servetim, ne şahsiyetim,


TAN!DIGIM ATSIZ

81

ne şöhretim vardı . Fakat giriştiğimiz teşebbüslerden diğer ar­ kadaşlarıma bir fenalık gelmesini ve hele neticenin

Atsız'a

doğru uzanmasını kesinlikle istemiyordum. Aramalar sırasında eğlenceli ve garip şeyler de oluyordu. Mesela polis, yatılı bir arkadaşın kitaplarını aramış, sonra bun­ ların arasından •suç delili· olarak milliyetçi birkaç dergiyi alıp gitmişti. Bir başka arkadaşın evine yapılan baskında da eski­ den kalan bir coğrafya atlasına ciddiyetle •el konulmuştu•.

At­

las, eski harflerle basılmışti. Kimbilir, belki de o atlası gizli planlar sanmışlardı. Tabi!, atlası basanların bir kabahati yoktu .

O tarihte henüz harf inkılabı yapılmamıştı. Kabahatin büyüğü, eski harfli bir kitabı evinde, diğer kitaplarının arasında bulun­ duran kimsede olmalıydı.

SUÇ DELİLLERİ EMNİYEITE İlk aramalar başlayınca, sık sık görüştüğümüz arkadaşlarla bir karara vardık : Evlerimizdeki milliyetçi kitapları, dergi ko­ leksiyonlarını, hele mektup vb. gibi yazılı evrak varsa onları başka yerlere götürecektik.

Çünkü bu türlü matbu eserler tam

bir •suç delili· teşkil ediyordu. İşin biraz da şakasındaydık ama, bizi en çok ürküten, pek mütevazı harçlıklarımızdan, yol ve yemek paralarımızdan artırarak satın aldığımız dergi ve kitap­ lara el konulması tehlikesiydi. Bunlar gitti mi bir daha gelmi­ yordu . Söz buraya gelince, Atsız'ın öğrencisi ve benim yakın arka­ daşım Erk'in başına gelenleri kısaca anlatmak gerek. Erk , böyle •suç• sayılabilecek dergi ve kitaplarını bir bavu­ la doldurmuş, dayısının evine götürmek üzere yola çıkmıştı. Fakat o gün, merak ettiğimiz bir duruşma vardı. Hep birlikte o duruşmayı takibe gitmiştik. Bavul da elindeydi. Demokrat

Parti'nin

Fehmi Ustaoğlu

Samsun

milletvekillerinden

Hasan

adında yaşlı bir zat, mahalli gazetelerden bi­

rinde bir yazı yazmıştı. Bizim ·devrimci• basın o yazıyı ele al­ mış, kıyametleri koparmaya başlamıştı. Ustaoğlu hakkında kü­ çük düşürücü, tahkir edici, aşağılayıcı yazılar, karikatürler ya­ yımlıyorlardı. İsmet Tümtürk ve Bekir Berk de, Ustaoğlu'nun vekaletini alarak tahkir edici neşriyat yapan gazeteler aleyhine dava açmışlardı. Bu dava bir hayli alaka toplamıştı. Siyasi tari-


TAN IDIGIM ATSIZ

82

himize "Ustaoğlu Davası" olarak geçecek olan yargılamalar sı­ rasında Tümtürk hukuki, Bekir Berk de hamasi mütalaalarda bulunuyorlardı. Duruşmalar, Büyük Postahane'nin yanındaki Adliyede yapılıyordu . Daha celse başlamadan duruşma salonu hıncahınç doluyordu . Duruşmayı ayakta, nefessiz, sıkışık bir vaziyette dinliyorduk. Vatan, Cumhuriyet, Son Dakika gibi gazetelerin avukatları olarak Reşit Aşçıoğlu'nu, Burhan Apaydın'ı, Mehmet Ali Sebük'ü hatırlıyorum. Erk'in bavulu elinde olduğu halde duruşmayı dinlemiş, oturum kapanınca dışarı çıkmıştık. O sırada kasketli, pardesü­ lü biri yanımıza yaklaştı: - Bir dakika bizimle gelir misiniz?

Ö nce anl�yaıp.adık. Adamın yüzüne baktık. '.·

. .,

- --='>

.i

Nıerkbe kadar gideceğiz. 'Farnam! �' �elillerini emin bir yere

. � Polis.

nakledeceğimiz sıra­ da yakalanmıştık. Şüphesiz çoktan beri takip ediyorlar, bizi kolluyorlardı. - Hepimiz mi? - Hayır, sadece bu arkadaş. Bir sivil daha peydah oldu ve şair arkadaşımız ikisinin ara­ sında, Sanasaryan Hanı'na doğru yollandı. Biz de iki a rkadaş­ tık. onların peşini bırakmadık. Merak ediyorduk. Ne yapacak­ lardı? Eziyet mi edeceklerdi? Yoksa yeni bir «tabutluk devri da­ ha mı başlayacaktı? ..

Polislerle Erk önde, biz arkada, emniyet müdürlüğünün ka­ pısından girdik, merdivenleri çıktık. Arkadaşımızı bir kapıdan içeri soktular. Biz dışarda kaldık. Bekliyorduk. Saatler geçti. İkindi, akşam, gece oldu. Haber vermek iste­ dik, olmadı. Haber almak istedik, kapı yüzümüze kapandı. Ni­ hayet şöyle düşündük: •Ü kadar dergi ve kitabı teker teker el­ den geçirmek kolay değil. Herhalde sorgusunu da yapıyorlar. Bu gece burada kalacak, anlaşılan. En iyisi, gidip evine haber verelim. Merak etmesinler. Ertesi günü de yatak, yiyecek getir­ sinler." Emniyet Müdürlüğünden çıktık, gittik.


T A N I D I G I M A TS I Z

83

O caanım dergi koleksiyonlarına çok acıyorduk . Ertesi günü mesele anlaşıldı . Arkadaşımızı gece yarısı serbest bırakmışlardı. O da evine gidip yatmıştı. Hem de, elinde kitap ve dergi dolu bavulu ile. Peki, nasıl olmuştu bu inanılmaz hadise? Erk'i bizim D ernek meselesiyle ilgili olarak müdüriyete gö­ türmemişlerdi. Duruşma sırasında aşka gelmiş, birkaç kere ..ya­ şa, varol" diye haykırmıştı. Bu haykırmalar da, hep Ustaoğ­ lu'nun avukatları konuşurken olmuştu . Sivil polisler, onu mim­ lemişler, biraz gözdağı vermek için müdüriyete götürüp akşa­ ma kadar alıkoymuşlardı . Polis, Erk'in bizim dernek başkanı olduğundan da haber­ dar değildi, elindeki bavulda ..müthiş delillerin" saklı olduğun­ dan da. Bu yüzden, bavulu açtırmamışlardı bile. Elinden alınacak sandığı kitaplar ve dergiler de en emni­ yetli yeri emniyet müdürlüğünde bulmuşlardı. Bu hadiseyi Atsız yıllarca sonra öğrendi. Ve çok güldü. Olup bitenleri o günlerde Atsız'a pek anlatmıyorduk ki . . . Bizim telaşa kapıldığımızı sanır, belki de yiğitliğimizden şüp­ helenir diye, olsa gerek.

EMNİYETfE Nihayet, bir öğleden sonra polisler bizim evi de bastılar. Ben okuldaydım. Evde sadece, hasta yatan annem varmış. Her tarafı aramışlar, dolaplarımı baş aşağı çevirip, içindekileri yer­ lere döküp saçmışlar ve birkaç kitap alıp gitmişler. Evin dışa­ rısı sarılmış, merdiven başlarında tedbir alınmış, arama bir hay­ li sürmüş. İki-üç gün sonra, bir sabah erken saatte kapı çalındı. Şap­ kası sol kaşının üzerine yatmış, kahverengi pardesülü biri: - Altan Deliorman'ın evi burası mı? diye sordu . - Evet. - Kendisi nerede?


T A N I D IG I M ATS ! Z

84

- Altan Deliorman benim. - Allah Allah! İnanmaz gözlerle bakıyordu . Karşısındaki bu bıyığı terle­ memiş, çelimsiz çocuk muydu o? - Pekila. Ben burada bekleyeyim. Siz giyinin. Biraz mü­ düriyete kadar gideceğiz. Hasta yatan anneme az sonra geleceğimi söyledim. Çıktık.

Bir gün önce şiddetli bir zelzele olmuştu. Balıkesir, Gönen ta­

raflarında bir hayli ev yıkılmış, nice ocak sönmüştü. Merak ediyordum. Gazetelerde ri.e haber vardı acaba? Üsküdar iske­ lesine geldiğimiz zaman memura sordum: - Bir gazete alabilir miyim? - Eh, peki. Ama vapurda okursunuz, sonra bırakırsınız. Adam pek nazik davranıyordu . Hayırdır inşallah!

Üsküdar'dan Köprü'ye giden vapura bindiğimiz zaman tedirginliğim artmaya başladı. Sivil memur sigara üstüne sigara içiyor, hafiften esen rüzgar dumanları yüzüme doğru getiriyor­

du. Sigara dumanı ile dolu vapur salonlarına alışıktım. Hiç de rahatsız olmazdım. Fakat şimdi bu dumanlar beni boğacak gi­ bi geliyordu. Az sonra farkettim. Bana sıkıntı veren sigara du­ manı değil, yanımdaki memurun varlığı idi. Bir nevi göz altın­

daydım. Şuradan şuraya izinsiz gitmem mümkün değildi. San­ ki memurun eli iki yakamı kavramış, beni sarsıyordu . Çelikten

bir pençe kolumu yakalamış gibiydi. Bir taraftan zelzele fotoğ­ raflarına bakıyor, bir taraftan da polis memurunun yüz ifadesi­ ni tahlile çalışıyordum. Kayttsız, durgun, düşünceli bir hali var­

dı. Benim için yeni ve çarpıcı olan böyle bir durumla, yüzler­ ce belki binlerce defa karşı karşıya gelmiş bir görevli. Beni ev­ den alıp müdüriyete teslim edince görevi bitecek, bu sefer bel­ ki bir başkasının evine yollanacaktı. Kimbilir ne dertleri, sıkın­ tıları vardı. Durgun ve düşünceli olması belki bundan ötürüy­ dü. Polisler bana hep değişik, korkunç kimseler gibi gelirdi.

Halbuki işte alelade, sıradan bir insandı. Ablak bir surat, bıyık­ larının yanında çenesine doğru sarkmış iki derin çizgi, hafif kırlaşmış saçlar. . . Sivil polis olmasa, posta memuru, tapu memuru, nüfus me­

muru, iskele memuru olurdu. Bu çehrenin kaderi sanki başka türlü tecelli edemez gibiydi.


TA N I D I Ö ! M A T S I Z

85

Köprüden Emniyet Müdürlüğü'ne kadar yürüdük. Bulutlu , serin, kapanık bir hava. Elimdeki gazeteyi girişteki memura verdim. Sanasaryan Hanı'nın bitip tükenmez gibi görünen mer­ divenlerini tırmandık. En üst kata çıktık. Galiba teras katı. İ çiçe veya yan yana iki ay resmi çizili bir kapının önünde durduk. Memur kapıyı çaldı. Biraz bekledik. Sonra hafifçe aralanan kapıdan çatık kaşlı bir surat göründü. Yanımdaki memuru görünce kapıyı biraz daha araladı. Bekleşen kalabalığın arasından sıyrılıp içeri gir­ dik. İ lk defa o anda dirseğimde sivil memurun temasını hisset­ tim. Artık "içerdeydim. .. Girmesi o kadar zor olmamıştı. Ama çıkması bilmem nasıl olacaktı? - Sen burada bekle. Ben haber vereyim. Koridorda gidip gelenler, bekleşenler vardı. Çoğu ayakta duruyordu . Otura otura beklemekten yorulmuş olacaklardı. Park sıralarına benzer bir sırada boş yer gördüm, oraya iliştim. Ö nce dakikaları saydım. Yarım saat, kırk beş dakika . . . Son­ ra saatlere sıra geldi. Sinirlerim bozulur gibi olmuştu . Ne gibi bir suçlamayla karşılaşacağımı bilemiyordum. Burada bekletil­ memin ne alemi vardı? İşte gelmiştim. Bir an önce sorgumu yapsalardı ya! Nihayet bir başka memur göründü. İ şaret etti, kalktım.

PARMAKSIZ HAMDİ Cadde ü zerine bakan, ama karşısındaki hanların damların­ dan başka bir manzarası olmayan odanın kapısından girdik. Genişçe bir oda. Sağda büyük, onun karşısındaki duvar dibin­ de küçük bir masa. Maroken iki koltuk, birkaç sandalye. - Gel bakalım. Şöyle otur. Büyük masanın başında oturan gözlüklü, saçları dökülmüş, mer;n ur bıyıklı adam bana maroken koltuklardan birini göste­ riyordu . Ö nce bu senli benli konuşmadan sıkıldım. Amma teklifsiz-


TA N ID I Ô I M ATS I Z

86

di. Ötesinden berisinden samanlar fışkırmış, birkaç kere ya­ manmış koltuğa iliştim. Gözlüklü memura herkes saygı gösteriyordu. Anlaşılan bu­ ranın müdürü, yahut amiriydi. - Biz hemşehriyiz, diye söz başladı. Babanı tanının. Ne ka­ dar vatanperver bir kimse olduğunu bilirim. Sen bu işlere na­ sıl karıştın? - Hangi işlere? - Bu irtica hareketlerine! Anlamamış gibi yapma. Şimdi güzel güzel konuşuyoruz. Bizi zor kullanmaya mecbur bırakma. Sorduklarıma doğru cevap ver. Karışmam! Anlaşıldı. İş çetinleşiyordu. Tehditler başlamış, yumuşak davranışların yerine korku verme metodu geçirilmişti . Gözlüklü memur (veya amir) zile bastı. Gelen birine: - Altan Deliorman'ın dosyasını getirin, dedi. Zabıt katibine de söyleyin. Makinasını alıp gelsin. Dosya · ha! Hakkımda dosya mı vardı? Evet, hem de kalın bir klasör. Memur az sonra o kalın kla­ sörle döndü . Bir başkası da getirdiği makinayı büyük masanın yanında bir yere yerleştirdi. Hazırlandı. Sorgu başlamıştı . Ooo, iş amma da ciddileşiyordu. Orkun'un dağıtımına yardım ettiğim sıralarda, İsmet Tüm­

türk'ün yazıhanesinde tanıştığım İhsan Sağnak la sonraları ar­ '

kadaşlığımızı ilerletmiştik. Bizim Kılıç gazetesinin imtiyaz sahi­ bi olarak onu göstermiştik. Demek kurulduğu sırada, kurucu­ lar arasında o da vardı . Bir kere de Hasan Ferit Cansever'e, Tünel başındaki muayenehanesinde görüşmek üzere, onunla beraber gitmiştik. Sonra İhsan, öğretmen olmuş, Orkun kapa­ nınca İstanbul'dan ayrılmıştı. O sıralarda Biga veya Ezine taraf­ larında bir köyde öğretmendi. Sık sık mektuplaşıyorduk. Köy­ de sıkıldığı ve yapacak işi de az olduğu için bana gayet . uzun mektuplar yazıyordu. Ben de ona, vakit geçirtmek gayretiyle, aynı uzunlukta mektuplarla cevap veriyor, İstanbul ve Ankara haberlerini de ekliyordum . Meğer İhsan ·milliyetçi· olduğu için ihbar edilmiş. Polis birtakım mektuplarına el koymuş. Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneğfnin kurucularından olduğu için,


TAN IDIGIM ATSIZ

87

jandarma köydeki evinde ve okulda arama yapmış. Postada ele geçmeyen mektupları da bu sırada müsadere edilmiş. Başka mektuplarla beraber benim yazdıklarım da polisin eline geçmiş. Mektuplarda ön�mli ne olabilirdi? Havai şeyler. ·· Meğer pek o kadar da havai değilmiş? Mesela o sırada hü­ kumetin giriştiği ·milliyetçileri sindirme.. harekatını bol biberli bir üslupla · tenkid eden satırlar varmış. Türk-Yunan yakınlaş­ masını ve Yugoslavya'nın da katılımıyla bir "Balkan Paktı" ku­ rulmasını gaye edinmiş olan dış politikamız da, bu tenkidler­ den bolca nasibini alıyormuş. Mektuplar ortaya döküldü . Baştan aşağı kalın kırmızı ka­ lemle çizilmişlerdi. Birkaç kopya olarak çoğaltılmış, her kop­ yaya bu kırmızı işaretler konulmuştu. Öyle ki, bazı sahifelerde yazıdan çok işaret vardı. O zaman hatırladım. Balkan Paktı'nı ve Yunanistan'la ya­ kınlaşma teşebbüslerini kıyasıya tenkid edişimin sebebi, bu te­ şebbüslerin iç politikaya aksedişinden ileri geliyordu. Yunanis­ tan'la daha samimi ilişki kurabilmek için hükumet, 500. Fetih Yıldönümünün kudanmasını ağırdan almaya başlamıştı. Hatta bu törenlerin iptal edileceği söylentileri dahi yaygınlaşmıştı. Fetih Cemiyeti'nde birtakım oyunlar cereyan ediyordu . Bunla­ rı yakından takip ettiğim için, kendi hesabıma ateş püskürü­ yordum. Atsız da elbette ki aynı düşüncedeydi. Yunan'a yak­ laşmak için bu büyük zaferimizin kutlanmasını engellemek onun havsalasına sığacak şey değildi. Mesele buraya gelince, bizim Atsız'la düşündüğümüz ·Aya­ sofya'nın yeniden fethi· projesi de işin içine karışmış mıydı acaba? Sorgunun başlamasından bir-iki saat sonra öğle vakti geldi. İyice acıkmıştım. Zabıt tutulmasına ara verildi. Biraz sonra me­ murlardan biri bir tepsi getirdi. Et yemeği (galiba döner) ve yo­ ğurt vardı. Orta halli bir memur yemeği sayılırdı ama, o sırada bana mükellef bir ziyafe� sofrası gibi geliyordu. Polis şefi kar­ şımda yiyor, ben yutkunuyordum. Hiç ilgilenmiyormuş gibi davranarak yemeğin bitmesini bekledim. Zaten başka bir şey de yapamazdım. ·Git• demezler­ se nereye gidebilirdim ki?


T A N ! D I G I M ATS I Z

88

Sonra ikinci devre başladı. Bir aralık, sorgumu yapan zat: - Bana Parmaksız Hamdi derler, ben kimleri konuşturma­ dım ki, diye haykırmaz mı? Vay vay vay! Parmaksız Hamdi buydu ha! Onun şöhretini bilmem hangi vesileyle önceden duymuştum. Becerikli bir po­ lis olduğunu hatırlıyordum. Parmaksız Hamdi, şimdi adamakıllı sertleşmişti. Bağırıp ça­ ğırıyor, tehditler savuruyor, ağzımdan lif almaya çalışıyordu. Aslında söyleyebileceğim pek bir şey yoktu. Suçumuz yoktu ki söyleyeyim. Yalnız sözün dönüp dolaşıp şu Ayasofya mese­ lesine gelmesinden, benim de ağzımdan münasebetsiz bir laf kaçırmamdan korkuyordum. Sorgum beş buçuk saat sürdü. Bittiği zaman akşam karan­ lığı çoktan basmıştı. Zaptı makinadan çıkardılar. Okudum. Aleyhimde kullanılacak bir tarafı yoktu. İmzaladım. Parmaksız Hamdi de yorucu bir gün geçirmişti. Ayağa kalktı: - Oğlum, dedi, senin iyi niyetini anlıyorum. Ama, bu işler­ le hiç uğraşmayıp derslerine çalışsan daha iyi edersin. Sonra elini uzattı: - Haydi şimdi güle güle. Emniyet Müdürlüğü'nden çıktım. Üsküdar'a geçtim. Zaval­ lı annem evde merak içinde bekliyordu. Kendi hastalığını unutmuş, benim derdime düşmüştü. Tabii, bu soruşturmalardan bir şey çıkmadı. Bir şey yoktu ki çıksın. Kılıç gazetesi zaten bir kereye mahsus olmak üzere çıkarıl­ mıştı. Bir daha yayımlanmadı. Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği dağıldı. Kurucuiarın bir­ kaçı ürkmüştü . Sindiler, kopup gittiler. Kalanlar, doğru belle­ dikleri yolda yürümeye devam ettiler. Bugün yetişkin milliyet­ çiler olarak ülkü uğrunda çalışmaya devam ediyorlar. Hiçbiri o yılların heyecanını kaybetmiş değil. Ben -yazık ki- Parmaksız Hamdi'yi bir daha göremedim.


TANIDIGIM ATSIZ

89

Yıllar sonra küçük bir gazete haberinden ölmüş olduğunu öğ­ rendim. Onu, on yıl, yirmi yıl sonra görmüş olsaydım şunu söyle­ meyi isterdim: - Hamdi Bey. Beni o gün bir hayli ürkütmüştünüz. Ama şimdi anlıyorum ki, iyi davranmışsınız. o polis usullerini, ba­ ğırıp çağırmaları, benim kamım açken karşıma geçip bir güzel yemek yemenizi bile anlayışla karşılıyorum. İyi

davrandığını­

zı, zaptı aleyhimde olacak şekilde tanzim ettirmemenizden se­ ziyorum. Buna karşılık ben sizin öğüdünüzü hiç tutamadım. Türkçülüğü kendime dert edindim. Hem o işlerle uğraştım, hem de derslerimi çalıştım. Hiç de pişman değilim. Sorgulardan sonra, bu Parmaksız Hamdi'yi tanıyıp tanıma­ dığını Atsız'a sormuştum. Tanıyormuş. Onlar 1944 olayları do­ layısıyla tutuklu iken de Parmaksız Hamdi orada amir veya müdür yardımcısı imiş. - Onun tuhaf bir adeti vardır, demişti. Portakalın kabuğu­ nu soyar, üzerine karabiber döküp öyle yer. Atsız'la tasarladığımız •müthiş• proje de çıkmaza girdi. Aya­ sofya'yı yeniden fethedemedik. Ya benim Emniyet'teki o kocaman dosyam? Bir emniyet yetkilisi, on yıl kadar sonra bana o dosyanın hayli kabarmış olduğunu söylemişti. Hiç üzülmedim. O dosya benim iftiharımdır. Üzüldüğüm bir husus vardı. Neden sonra, Parmaksız Ham­ di'nin Emniyet 1 . Şubede komünist masasına baktığını öğren­ miştim. Milliyetçilerle meşgul olan bir kısım

bulunmadığı için

benim sorgumu da o yapmış. Komünist masasının amiri tara­ fından sorguya çekilmiş olmak doğrusu çok ağırıma gitti.

500.

FETİH YILINI KUTLAMA MESELESİ

1 953 yılının milliyetçilik hareketleri içinde bir olay daha ge­ lip geçti. Atsız, bu hadisenin içinde veya ortasında değildi, ama yine de ilgiliydi ve uzaktan da olsa ibretle takip ediyordu. Hükumetin,

500. yıldönümünü kutlamaktan neredeyse


90

TAN ! DIGIM ATSIZ

vazgeçmek üzere olduğunu anlıyorduk. Bu davranışın bir ör­ neğini yakından gördük ve içinde yaşadık. Ferih Cemiyeti'nin başında İsmail Hami Danişmend bulu­ nuyordu . İdare heyetindekilerden h:ıtırladıklarım Avukat Ercü­ ment Bey, Avukat Nadire Güler (sanırım karikatürist Cemal Nadir'in hanımı idi), Ord. Prof. Ali Fuad Başgil dir. '

İsmail Hami vazifesine ciddiyetle sarılmıştı. Fetih yıldönü­ münün emsalsiz şekilde kutlanabilmesi için yapı�an çalışmala­ rın temposu gittikçe artıyordu . Bu sırada, İsmail Hami ile hü­ kumet arasında bir sürtüşme meydana geldiği söylentileri ya­ yıldı. Resmi yetkililer, kutlama işinin biraz ağırdan alınmasını istemişlerdi. ' Evet, merasim yapılacaktı ama, dış politikadaki yeni gelişmelerin ışığında, bunun dostlarımızı gücendirecek bir hale gelmemesi lazımdı. İsmail Hami ise bu fikre karşı şiddetle direniyordu. İstan­ bul'un fethi, tarihimizin en şanlı doruk noktalarından biriydi. Başkası gücenecek diye kendi zaferimizin yıldönümünü kutla­ maktan niçin vazgeçecektik? Hem sonra, Yunanlılara ne olu­ yordu? Biz, İstanbul'u onlardan almamıştık ki! Köhnemiş, çü­ rümüş Bizans'ı bir darbeyle yere sermiş, tarihin karanlıklarına itmiştik. Roma'nın son kalıntısı, Fatih'in kılıcı altında eğilmişti. Bugünkü minik Yunanistan, Bizans'ın mirasçısı mıydı? Kendini öyle mi sanıyordu? Eğer öyle ise, özrü kabahatinden büyüktü. Bizans'ın varisi olmak, İstanbul üzerinde hak iddiasını devam ettirmek demekti. Yunanistan hala bu rüyayı mı görüyordu? İstanbul'un 500. fetih yıldönümünü kutlamaktan vazgeç­ memiz demek, Yunanlıların bu hayallerine cesaret vermek de­ mekti. Türk'ün gururu kırılmamalıydı. Atsız da öyle düşünüyordu. Fakat, hükumet, İsmail H:imi'nin çaresine bakmak ve onu Fetih Cemiyeti başkanlığından uzaklaştırmak yollarını arıyordu artık. Bunun için, önce idare heyeti üyeleri arasında ikilik çıkar­ manın kolaylığı denendi. Bunda başarı sağlanınca genel kurul toplantısına gidildi. Bulunan çare, Fetih Cemiyeti' ne yeni üye­ ler kaydedilmesi ve onların oyları ile İsmail Hami'nin başkan­ lıktan uzaklaştırılması, hatta idare heyetine bile girememesi idi.


T A N I D IG I M ATS I Z

91

B izim Fetih Derneğimizin faaliyette olduğu günlerde Fetih Cemiyeti ile temas kurma imkanlarını araştırmıştık. Bizi bir ida­ re heyeti toplantısına davet etmişlerdi. Gittik. Yeşilay'ın Cağal­ oğlu'ndaki binasında bir odada toplanılmıştı. Bizden başka Milliyetçiler Derneği'ni temsilen de iki kişi gelmişti: Bekir Berk ve Celfil Erçıkan. Bekir Berk avukattı ve yanılmıyorsam Celal Erçıkan da Tıp Fakültesinin son sınıflarında öğrenciydi (Erçıkan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde göz hastalıklan mütehassısı ve profesör olmuş, bu görevden emekliye ayrıl­ mıştır.) O irtibat kurma teşebbüsünden bizim için müspet sayıla­ bilecek bir sonuç çı kmam ış tı Konuşmuş, ta n ışm ış tık . O kadar. .

Fakat İsmail Hami aleyhindeki faaliyetten haberimiz olu­ yordu. Bu haberlerin bir kısmını Atsız vasıtasıyla alıyorduk, bir kısmını da şimdi adını hatırlayamadığım bir üniversite talebe­ sinden. Bu genç, İsmail Hami'nin yakınıydı. Bahçekapı'da Ga­ ranti Hanının bir odasında çalışıyor, zaman zaman bizi son ge­ lişmelerden haberdar ediyordu . Genel kurul toplantısının arefesinde biz de bir çare bulduk. Fetih Cemiyeti'nin kongresine katılacaktık . Üye değildik ama kongre başlayınca bir talepte bulunarak üyeliğimizin genel ku­ rul oylarına sunulmasını isteyecektik. En yüksek karar organı genel kuruldu. Üyeliğimizin kesin kabulüne karar verecek en yetkili organ da o olmalıydı. Üyeliğe kabul edilirsek idare he­ yeti seçiminde oylarımızı İsmail Hami'nin ve beraber çalışaca­ ğı arkadaşlarının seçilmesi için kullanacaktık. Kongre günü, o zaman Bahçekapı'daki 4. Vakıf Hanı'nın üst katında bulunan İstanbul Ticaret Odası salonuna topluca gittik. Genel Kurul toplantısı orada yapılıyordu . On beş kadar gençtik. Bir kısmımız (ben de) on sekiz yaşını bile doldurma­ mıştık. Yani dernek üyesi olma hakkımız dahi kanunen yoktu. Ama, kim bakar.

FAHRETTİN KERİM İLE KARŞI KARŞIYA Genel kurul toplantısı açılıp da, kongre başkanlığı seçimi­ ne geçileceği sırada Fahrettin Kerim Gökay salona girdi. O sırada İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı idi. (Üç büyük şeh­ rin belediye başkanları o yıllarda hükumet tarafından tayin edi-


T A N I D I G I M ATS I Z

92

lirdi. Belediye başkanlığı için seçim yapılmazdı.) Doğru baş­ kanlık kürsüsüne yürüdü ve koltuğa oturdu . Sonra: - Fetih Cemiyeti'nin genel kurul başkanı olarak toplantıyı açıyorum, dedi. D erhal protestoya başladık. Bu da nereden çıkmıştı? Böyle şey olamazdı. Demokratik değildi. Haklı bir tasarruf da değildi. Seçim yapılmalıydı. Fahrettin Kerim, o zaman küçük bir broşür çıkardı ve oku­ maya başladı: - Fetih Cemiyeti Nizamnamesinin 4. maddesine göre, İstan­ bul Valisi, dilediği zaman genel kurula başkanlık edebilir. İşte bu maddeye istinaden Fetih Cemiyeti'nin bu genel kurul top­ lantısına, İstanbul Valisi olmak sıfatı ile başkanlık ediyorum. Doğrusu, söylenecek bir sözümüz kalmamıştı. CHP'nin es­ ki il başkanı, Demokrat Parti'iıin de yeni ve sempatik valisi, hukuken haklıydı. Oyunun ilk raundunu kaybetmiştik. Sonra gündemin görüşülmesine geçildi. Seçimler yaklaşırken bir önerge hazırlayıp başkanlık diva­ nına verdik. Altına imzalarımızı attığımız bu önergede üye ol­ mak istediğimizi belirtiyor, bu dileğimizin genel kurul üyeleri­ nin oylarına sunulmasını istiyorduk. Fahrettin Kerim, önergeyi sessizce okudu, sonra önündeki evrakın arasına koydu . Biraz bekledik, baktık ki vakit geçtiği halde önergemiz oya konulmuyor, o zaman cemiyet üyelerinden biri müdahale etti. Genel kurulda misafir olarak bulunanlardan bazılarının yazılı bir isteği vardı. Başkan bunu okutmalıydı. Fahrettin Kerim oralı olmadı. Salonun arka sıralarında oturuyorduk. Kalktım, yan tarafta­ ki koridordan hışımla geçerek başkanlık kürsününün önüne geldim. - Size bir önerge imzalayıp verdik, dedim. Niye okutmu­ yorsunuz? Vali tatlı tatlı gülümseyerek bakıyordu . Sanki bu öfkeli genç, kendisine hitap etmiyordu.


TAN IDIGIM ATSIZ

93

- Başkanlık divanına bir önerge verilmiştir. Reye koymanız lazım. Salonda tansiyon artıyordu . Benim haykırışım, toplantıdaki iki grubun ayaklanmasına, karşılıklı lif atışmalarına, hatta el kol hareketlerine yol açmıştı. Fahrettin Kerim: - Başkanlık divanı her önergeyi okutmak mecburiyetinde değildir, diye cevap verdi. Bununla beraber, sırası geldiği za­ man sizin de önergenizi reye koyacağım. Sırası geldiği zaman mı? Yani sırası geçtikten sonra. Seçim yapılıp bitsin, bizim üyeliğimizi reye koyacak. Ama bu arada biz oy kullanmamış olacaktık. Basit bir kongre taktiği. Vali, bi­ zim oyunumuzu bozmak için bu taktiği ustalıkla kullanıyordu. - Madem öyle, diye haykırdım, önergemizi geri alıyoruz. Size yardımcı olmak üzere buraya gelmiştik. Artık üye de ol­ mak istemiyoruz. Toplantınızı terk ediyoruz. Bu kongre usul­ süzdür, mesuliyetine katılmıyoruz. Bu sözlerim üzerine, arka sıralardaki arkadaşlarım birden ayağa kalktılar. Sıra kapakları vuruldu. Gürültü yeniden arttı. Topluca kapıya doğru yürüdük. Fahrettin Kerim arkamızdan bağırıyordu: - Durun, gitmeyin. Bizim gençlere ihtiyacımız var. Kim dinler artık. Mücadeleyi kaybetmiştik. Hırsımızdan so­ luyor, akşamın lanetli karanlığında Sirkeci'ye doğru yürürken 500. fetih yıldönümünün candan kutlanması hayaline biraz da­ ha veda ediyorduk. Atsız, kongredeki heyecanlı ve hareketli havayı haber al­ mıştı. Tabii İsmail Hami seçilememiş, Fetih Cemiyeti de böyle­ likle etkili bir organ olmaktan çıkarılmıştı. 29 MAYIS 1953

O sene İstanbul'un fetih törenleri pek sade yapıldı. İstan­ bul halkı büyük rağbet göstermi.ş, Fatih Camii'nin önündeki avluyu ve çevresini hıncahınç doldurmuştu . Öyle kalabalık ol­ muştu ki, atlı polis ve asker müdahale etmek zorunda kalmış­ tı. Ama, yapılan tören pek baştan savmaydı. Bir atlı polisin co-


94

T A N I D I G I M ATS IZ

pu kulağımın dibinden geçerken, bakımlı ve iri atların ayakla­ rı altında ezilme tehlikesi atlatırken ürkmüyordum. Kanım donmuştu sanki. O kadar üzüntülüydüm. 29 Mayıs 1 953 gününü unutmam kabil değil . Sevinç ve coş­ kunluk vesilesi olacak bir gün, benim için gam ve kederle yük­ lü geçmişti.

Kısa süren merasim bittikten sonra, Şehzadebaşı'ndan ge­ çerken yüksek sesle çalan radyoya takıldım. B�hçet Kemal konuşuyordu. Bu hatib-i şehir, yine o coşkun ve bağırmaktan kısılmış sesiyle destanlar dünyasından bir feryat gibiydi. İşin tuhafı , okuduğu şiirler arasında Gökhan Evliyaoğlu'nun Konstantiniyye Kızılelması kitabından alınmış parçalar da var­ dı. Niye tuhaf olsun? Fakat o günkü baskı havası içinde bu te­ zadı tabii karşılamak mümkün olamıyordu. Evliyaoğlu, Milli­ yetçiler Derneği üyesiydi. Maneviyatçıydı. Hükumet ise bu der­ neğin fikriyatına cephe almış, teşkilatın kapısına kilit asmıştı. Türk Milliyetçiler Derneği mensubu bir şairin, adını radyodan ve in kılapçı Behçet Kemal'in sesinden işitmek garip gelmek­ teydi. Sonra Sultanahmet Camii ile Ayasofya arasında bir sıraya oturmuştum . Şu gürül gürül akan kalabalığın, neşeli insanların, bayram sevinci yaşayan İ stanbul halkının arasında Ayasofya ne kadar sessiz, mahzun, kaderine terk edilmiş görünüyordu. Ne kapısını açan vardı, ne bir dua okuyan. Ne yüzünde nur, ne kubbesinde ezan . . . Yunanlı dostlarımız belki d e memnun edilmişlerdi. Ama, ancak bir müddet için. Balkan Paktı, ölü doğmuş bir çocuk gi­ bi, sanki zorla imzalanmıştı. Bir süre sonra Yugoslavya işin ucunu bırakmıştı. Çok geçmeden, bir-iki yıl sonra Kıbrıs'ta Türklerin katline başlanmış, İstanbul'da da 6/7 Eylül Hadisele­ ri meydana gelmişti. 500. yıldönümünden verilen taviz böylece boşa gitmişti.

ATSIZ BİZİ «TAHRİK.. Mİ ETMİŞTİ? 1 953 senesinin yazına bu hava içinde giriyorduk. Hayli ha­ reketli bir sene geçirmiştik. Atsız, Haydarpaşa Lisesi'nden ay­ rılalı bir yıl olmuştu. Bu bir yıl içinde onunla ülküdaş, omuz­ daş, hatta sırdaş olmuştuk .


T A N I D J G I M ATS I Z

95

Şimdi, aradan neredeyse yarım asır geçtikten sonra düşü­ nüyorum. Acaba, benim ve arkadaşlarımın, henüz lise öğren­ cisi olmamıza rağmen, böyle maceralı teşebbüslere girişme­ mizde Atsız'ın günahı var mıydı? Bir başka deyişle, bizi kışkırt­ mış, birtakım işlere sevk etmiş, gençleri ·karanlık emellerine" alet mi etmişti? Türkçülüğün saf ve tertemiz heyecanını yaşamayanların böyle düşünmesi kabildir. Halbuki, bırakınız Atsız'ın bizi teş­ vik etmesini, biz onun ağır ve durgun davranmasından yakını­ yorduk. Memuriyet mi? Bıraksındı memuriyeti. Kalemini elini alsındı, Türkçülüğün dinamizmini artırsındı. Zindan mı? Ne çı­ kardı? O, zindanların yabancısı değildi. Bu sefer biz de gere­ kirse, onunla birlikte (ve şerefle) hapis yatardık. Hayır! Ne kadar tarafsız düşünmeye, hislerimden sıyrılmış olarak ne kadar idrakimi zorlamaya çalışsam da, Atsız'm bizle­ ri tahrik ettiğini söylemem mümkün değil. Akıp gidiyorduk . Hırçın bir dere gibiydik. Türkiye'de Türkçülüğün üvey evlat muamelesi görmesini hazmedemiyorduk. Diyebilirim ki, Atsız bizi yumuşak bir yatakta akmaya zorlamıyordu . Daha az öfke­ li olmamızı, daha •mutedil" milliyetçi olmamızı arzulamıyordu . Aşırılığımız, onun gözünde •aşm·lık değildi. Türklüğü sevme­ nin ve onun uğrunda fedakarlığa kalkışmanın •aşm·lığı mı olu rmuş? Hangi aşırılık? 1 95 3 'ten sonra Türk milliyetçiliği tam bir uyutulma dönemine girmiş olacaktı . Taaa 1 960'a kadar. Komü­ nizme karşı da uyutucu tedbirler alınmıştı. Büyük tevkifat ya­ pılmış, neşriyat durdurulmuş, partileri kapatılmıştı. Aşırı sağ - aşırı sol dengelemesi o zamanlar Türk milliyet­ çileri ile Şefik Hüsnü hempaları arasında sağlanmaya çalışılır­ dı. 1953'te iktidar, milliyetçiliğin ve komünist faaliyetlerin üze­ rine birer yorgan örttü . Yedi yıl sonra yorganlar çekildi. Gö­ rünen şuydu; milliyetçilik sakin sakin uyumuştu ve örtülere sa­ rıldığı günkü kadardı. Komünizm ise uyur görünmüştü, ama boyuna beslenmişti. Azmanlaşmış, canlanmış, kanlanmış, mil­ liyetçil iğe tepeden bakar olmuştu. Kabahat olsun diye değil, tahriklere kapılarak yaptığı ve kendi mukadderatını da tayin eden bu davranışı, Demokrat Parti'nin hatalar hanesine yazılmalıdır.


TA N I DI G I M ATSIZ

96

BİTMEYEN MİSAFİRLER 1 953'ün yaz tatilinde Atsız Ankara'ya gitmiş, orada kardeşi Nejdet Sançar'ın evinde misafir kalmıştı. Bir müddet sonra döndüğünde, Maltepe'ye onu ziyarete gitmiştim. Çok neşeli bir günündeydi. Hayli misafir vardı. Ailece görüştükleri kimseler az olduğu için, misafirlerle Atsız meşgul oluyordu . Hanımı da onların çoğunu tanıyordu . 1944 hadiselerinde çileyi müşterek çekmişlerdi . O kara günlerden kalma dostların s�yısı az değil­ di. Sonraki yeni tanışmalarla Atsız'ın çevresi oldukça genişle­ mişti. Misafirsiz kaldıkları gün pek azdı. Bedriye Atsız "hoş gel­ diniz" demek için şöyle bir uğrar, sonra işinin başına veya ken­ di misafirlerinin arasına dönerdi. Atsız'a gösterilen saygıdan ve beslenen sevgiden büyükçe bir pay da daima ona ayrılırdı. Sı­ cakkanlı , güler yüzlü, ciddi bir hanımefendiydi. Öğretmenlik­ ten ileri geldiğini sandığım hafif bir otoriteyi evinde belli etme­ meye çalışırdı. Atsız ara sıra seslenirdi: - Bedriye, gel bak, kimden bahsediyoruz.

O zaman misafir odasına gelir, konuşmalara katılırdı. İlgi çekici bir konu açıldığı zaman, eklediği bilgi ve hatıralarla o konunun genişlemesine yardım eden mükeırunel bir dinleyi­ ciydi. Hep merakımı çekmiştir: "Bedriye Atsız, kocasının, aile ha­ yatını gölgelediği muhakkak olan bitip tükenmez ziyaretçileri­ ne, ülkü çilesine nasıl tahammül ediyordu?· Atsız, geçinilmesi kolay olan bir aile erkeği miydi? Zaman zaman sertleşmesi, kırıcı ve haşin bir hal alması, sakin görünen tabiatının altında fırtınalar ve yanardağlarla dolu bir iç alemi olması müşterek hayatın sürdürülmesini zorlaştırmıyor muydu? Bu soruya cevap aramak benim ne işimdi, ne haddimdi. Fakat aradan geçen yıllar bu endişelerimde büyük ölçüde isa­ bet payı olduğunu göstermiştir. Bu yüzdendir ki Atsız, ömrü­ nün son on beş yılını yalnız geçirmiştir (*) . (") Atsız, eşi Bedriye Hanımdan uzak geçen yıllann sonunda ondan aynlmaya ka­ ilamını ölümünden kısa bir süre önce almıştır.

rar vermiş, boşanma


T 4. N I D I Ô I M A T S I Z

97

BİR FAL HİKAYESİ O sıcak tatil gününde Bedriye Atsız, yakın komşularının güzel kızıyla yanımıza gelmiş: ·Biz deniz kenarına kadar gidi­ yoruz, az sonra döneriz· demişti.

Onlar gidince Atsız, diğer misafirlerden sıyrılıp yanıma

oturmuştu . Onlar aralarında konuşur ve ·dünya işlerini düzene

sokarken•. Ankara'dan getirdiği bir haberi kulağıma fısıldamış­ tı: - Ankara'da beni bir falcıya götürdüler. Bilirsin, fala filan

pek inanmam ama, o falcının söyledikleri bir hayli düşündürü­ cü. Beni hiç tanımıyordu. Buna rağmen kaç yaşımda olduğu­

nu, başımdan neler geçtiğini, mesleğimi bir bir saydı. Geçmişe ait söyledikleri neyse, fakat geleceğe dair kehanetleri bilmem çıkacak mı? Benim daha otuz yıl yaşayacağımı iddia etti. İki oğlum olduğumu da bildi. Bunlardan küçük olanı hayırlıdır, dedi. Son yıllarında senin için yalnızlık gözüküyor, dedi.

Kadere inanmışların tevekkülü ile gülümsüyordu . Atsız ira­ de adamıydı. Onun için bu anlattıkları beni çok şaşırtmıştı. Öy­ le görünüyordu ki, falcının söyledikleri ona tesir etmişti. Sözleri bitince mahzun bir eda ile kaşlarını kaldırdı. Sustu. Atsız irade adamıydı. Doğru. Ama, en azından onun kadar

da hayal ve duygu adamıydı.

1 953 yazının o gününü ve Atsız'ın falcı macerasını hep ha­

tırladım. Gariptir ki, Ankaralı o meçhul falcının kehanetleri bü­

yük ölçüde doğru çıktı. Belki ben bile tesir altında kalmış ol­ malıyım ki, Atsız'ın ölüm haberini aldığım zaman inanamadım. Derhal falcının söyledikleri aklıma geldi. Sanki ecelin erişmesi­ ne daha sekiz yıl varmış gibime geliyordu. Halbuki vadeyi kim bilebilir? O, ne fala ne aritmetiğe sığıyor.

DR. RIZA NUR VE ATSIZ Atsız' ın, Dr. Rıza Nur'a karşı derin bir sevgisi ve saygısı var­

dı. Rıza Nur, Mustafa Kemal Paşa ile, fakat daha çok İsmet Pa­ şa ile geçinemediği ve hayatını tehlikede gördüğü için, cum­ huriyetin ilanından bir-iki yıl sonra yurt dışına çıkmıştı.

Meb'usluktan da istifa etmişti. · fransa'da ve Mısır'da yaşamış, Atatürk'ün vefatından sonra Türkiye'ye dönmüştü. Son dört yı-


TANIDIGIM ATSIZ

98

!mı ilmi çalışma ile ve Tanrıdağ dergisini yayımlamakla tüket­ mişti. Atsız, Dr. Rıza Nur'la Oğuzname vesilesiyle tanışmıştı. Rıza Nur, Oğuzname'yi İskenderiye'de yayınlamıştı. Atsız bu neşir­ den bir tane edinmek istiyordu . Caferoğlu'na sormuştu . O da: - Kendisine yaz kardaşım, iyi adamdır, gönderir, demişti. Bunun üzerine İskenderiye'ye bir mektup yazmış, Oğuzna­ me'den bir nüsha göndermesini rica etmişti. Dr. Rıza Nur da göndermişti. İkisi arasındaki tanışıklık böyle başlamış ve yıllar­ ca , ecel onları ayırana kadar sürüp gitmişti. Birbirlerini ancak resimlerden tanıyorlardı. Fakat, uzaktan dahi Atsız, Rıza Nur'un büyük itimadını ve sevgisini kazanmıştı. Dr. Rıza Nur, sürgünde iken, yurda döndüğü zaman ilmi ve edebi bir cemiyet kurmayı tasarlıyordu. Altındağ adını taşıya­ cak bu cemiyetin bir de organı olacaktı. Cemiyet toplantıları haftada bir yapılacak, kitaplar yayımlanacaktı. Cemiyete üye olacaklarda ·Türk cinsi, namuslu, alim, edip ve Türkçü olma­ ları" şartı aranacaktı. Rıza Nur bir de liste hazırlamıştı. Kendile­ ri kabul ederlerse, Cemiyete üye yazılacakların arasında Zeki

Velidi, Mükrimin Halil, Dr. Süheyl (Ünver), Peyami Safa, Reşat Nuri gibi kimseler vardı. Bunların arasına ·NihaJ,, adı ile Atsız'ı da katmıştı . Atsız, Dr. Rıza Nur'u ilk defa, Mısır'dan geldiği gün görmüş­ tü. B edriye Atsız'la birlikte onu karşılamaya gitmişlerdi. Vapur rıhtıma yanaştığı zaman önce Rıza Nur, Atsız'ı tanımış ve ·Ni­ hal.. diye seslenmişti. Aslında Atsız, Dr. Rıza Nur'u daha 20 yaşındayken uzaktan tanımıştı. "Türk Tarihi" adlı eserini okuduğu zaman çok heye­ canlanmıştı. Kardeşi Nejdet Sançar da on beş yaşlarındaydı. At­ sız, kardeşi ile bahse girmişti . Eğer okuyabilirse, her cildi için, okuduktan sonra ona beş kuruş verecekti. Eser 12 ciltti. Nejdet Sançar, 1 2 cildi o kadar heyecanla ve beğenerek okumuştu ki, bahsi kazanması işten bile olmamıştı. Fakat ağabeyinin verdiği altmış kuruşu da almamıştı. Rıza Nur Türkiye'ye döndükten sonra Tanrıdağ dergisini çı­ karmaya başlamıştı. Bu derginin yayımlanmasında Atsız'ın da yardımı oluyordu . Lakin, hiçbir hastalığı ve şikayeti olmayan Rıza Nur, bir gece Taksim'deki apartıman dairesinde aniden öl-


T A N I D IGIM ATSIZ

müştü. Ölüm haberini Atsız'a

o

99

zaman tıp talebesi olan Dr.

Külahlıoğlu vermişti . Donup kalmışlardı. Sonra hazırlanmış ve Rıza Nur'un ·Tolunay.. dediği Bedriye Hanımla birlikte son ziyaretine gitmişlerdi. Atsız, Dr. Rıza Nur'un manevi evladı idi. Doktorun çocuğu olmamıştı. Başka mirasçısı da bulunsun istemiyordu . Bellibaşh ve en ziyade önem verdiği serveti de Sinop'taki kütüphanesiy­ di. Atsız, manevi evladı olarak onun bu mirası ile meşgul ol­ mayı görev bilmişti . Öldüğü zaman kabrini yaptırmış, üzerine de ·Türklük için yaşadı, öldü" diye yazdırmıştı . Rıza Nur'un, Atsız'ın şahsiyeti üzerinde değilse bile, fikirle­ rinin gelişmesi üzerinde tesiri olmuştur. Onun hatırasına bağlı­ lığını, Atsız'ın kaleme aldığı şu bir-iki cümle gösterir: ·Son derece şuurlu, uyanık ve engin bir sevgiyle Türklüğe bağlı idi. Her konuda fikri, hem de derin ve kendisine mahsus fikri olan bir mütefekkirdi. Bütün ömrü boyunca Türklük için yaşamış ve ölümü de o uğurda olmuştur.•

Atsız'ın, böylesine yakından tanıdığı ve bağlandığı Rıza Nur'un hatırasını yaşatmak isteyeceği şüphesizdi. Bunun için de Orkun dergisinin yayımlandığı sırada, bu dergide bir ilan çıkmıştı: "8 Eylül günü Büyük Türkçü Dr. Rıza Nur'un ölüm yıldö­ nümüdür. 8 Eylül 1951 Cumartesi günü İstanbul'daki Türkçü­ ler merhumun kabrini ziyaret edeceklerdir. Her türlü alayişten uzak, samimf bir anış şeklinde yapılacak bu ziyarete katılmak isteyen Türkçüler 8 Eylül Cumartesi günü saat 1 6'da Topka­ pı 'da sur dışındaki kahvelerin önünde bulunsunlar. O saatte oradan topluca hareketle yürünerek merhumun Merkezefendi mezarlığındaki kabrine gidilecektir.•

O ziyarette ben bulunmamıştım. Türkçülüğe bağlanışımı Atsız'dan gizleme gayretim o ziyarete gitmemi engellemişti. Fa­ kat Orkun kapandıktan sonra, hem bir geleneği devam ettir­ mek, hem bir nebze de olsa, Orkun'un hatırasını yaşatabilmek için, Atsız'ın da tasvibiyle, Rıza Nur'un kabrini ziyaret işini ter­ tiplemeyi ben üzerime aldım. İlk ziyareti 1953'te yaptık. Birkaç gençtik. Aramıza ilk defa katılanlar da olmuştu .


T A N I D I G I M ATSIZ

100

1 954'teki ziyaret sırasında müthiş bir yağmur yağıyordu . İliklerimize kadar ıslanmıştık. Atsız, aramızda yoktu . Üzerime aldığım vazifeyi sonraki yıllarda da inatla ve sabır­ la yürüttüm. Bir keresinde kimse gelmedi, yalnız gittim. 1956 yılındaki ziyarette sayımız bir hayli artmıştı. Galiba on kişiydik. Atsız da vardı. Yine Topkapı dışında buluşmuş ve Merkezefen­ di'ye kadar yürümüştük. Yoldaki konuşmalar daha çok Rıza Nur ve Türkçülük üzerineydi. O sırada Ocak gazetesini yayın­ layan

Burhaneddin Şener'in (daha sonra 'İstanbul'da matba­

acılık ve yayımcılık, Ankara'da inşaat işleri yaptı. 1 993'te vefat etti), Melunet Emin Alpkan'ın (daha sonra Bizim Anadolu gazetesini yayımladı, Türkiye gazetesinde çalıştığı sırada vefat etti) , İsmet Tümtürk'ün de bu ziyarete katıldıklarını hatırlıyo­ rum. Dönüşte Topkapı'<lan tramvaya binmiştik. Şehremini'den geçerken bir doktorun tabelasını görmüştük. Soyadı ·Turancı­ ol· idi. Atsız, bu tesadüften pek hoşlanmış, gevrek bir kahka­ , ha atarak: - İşte, demişti, hayatımda işittiğim en güzel emirlerden biri . Sonraları iş biraz tavsadı. Son ziyar�t, 1962 Eylülünde ya­ pıldı. O sırada yayınladığımız Milli Yol dergisinde de Or­ kun 'daki geleneği devam ettirmiştik. Sayımız yine pek fazla değildi. Daha sonraki yıllarda Dr. Rıza Nur'un hatıraları yayımlan­ dı. Rıza Nur, siyasi, şahsi ve,fikri hatıralarını Paris'te iken yaz­ mış ve el yazması olan bu hatıraları Avrupa'daki kütüphanele­ re teslim etmişti. Hatıralar mirasçılarına dahi verilmeyecek ve 1 960'tan önce yayınlanmayacaktı. Arap harfleriyle ve el yazısı ile yazılnuş olan bu hatıralar '1 967'den sonra ratllll»

«Hayat ve Hatı­

adı altında neşredildi . Fakat çıkan kitaplar savcılığın

emri ile toplatıldı. Ancak el altından satışı yapılabildi

e).

(•) ·Hayat ve Haııralım·ı okuduktan sonra, Atsız'ın, Dr. Rıza Nur hakkındaki olum­ lu görüşlerinin büyük ölçüde değişliği anlaşılmaktadır (Atsız'ın Mektupları: Orkun, 10. Sayı, Aralık 1998). Nitekim, 1964-1975 yılları arasında yayunlanan Ötüken dergisinde, artık Rıza Nur'dan eski hayranlıkla bahsedilmediği,

tedir.

hatta hiç bahsedilmediği görülmek­


TANIDIGIM ATSIZ

101

ATSIZ, YARININ RÜYASINI YAŞAYARAK ÖLDÜ Atsız, bugünkü fikir yapımızda ve cemiyet hayatımızda, muhakkak ki derin tesirler bırakmış bir şahsiyettir. Her şeyden önce ülkü adamıdır, kavgacıdır ve mücadelecidir. Burada, Atsız'ın mizacı ile zıtlaşan bir durumu tespit etme­ mek imkansız. Atsız, sessizliği, yalnızlığı seven adamdı. İçine kapanıktı. Şahsi duygularını çok kere belli etmezdi. Açığa vurdukları, Türklük ve Türkçülükle ilgili olanlardır. Bu yaradılışta bir adam, nasıl oldu da, bütün hayatını bitip tükenmek bilmez çatışmalarla geçirdi? Bu çatışmalar Atsız'ın alınyazısıdır. Başka bir şey yapamaz­ dı. Elinden bir şey gelmezdi. O, kaderin çizdiği yolda yürümek zorundaydı, öyle yaptı. Daha Kadıköy Sultanisi'nden ve Askeri Tıbbiye'den başla­ yan mücadele ve kavga hırsı onu ömrünün sonuna kadar bı­ rakmadı. Hayal gücünün kuvvetli oluşu, san'atkar mizacı ve hissi davranışları zaman zaman fikirlerinin ve yazılarının arası­ na karışarak onları biraz çarpıcı, biraz buruk hale getirmiştir. Hırçınlığı, sert, tavizsiz ve korkusuz davranışları, ona haya­ tın mihnetini ve çilesini getirdi. Bunlardan şikayetçi olmadı. Sa­ dece bir kırıklık, bir anlaşılmama hissi, zaman zaman bezgin­ lik ve insanlara karşı güvensizlik. . . Belki iç alemine çekiliş. Tepkisi bundan ibaret kaldı. İnsanlara ve insan kavramına kar­ şı kayıtsız, soğuk, hatta küçümseyici bakışı, ola ki, bu tepkinin gizli bir belirtisidir. İnsanlarda sık sık rastladığı küçük hesaplar, çıkarcılık, maddecilik onu hep iğrendirdi. Bu yüzden, cemiyetin arasına karışmaktan, kendi deyimiyle "mezellet"e daha yakın şahit ol­ maktan kaçındı. Bu büyük kaçış, Atsız'ı toplumun geçirdiği de­ ğişiklikleri yakından görmek imkanından uzaklaştırdı. İnziva­ sında zaman zaman hayrete, zaman zaman dehşete kapıldı. Uğrunda hayatını verdiği ve bambaşka bir dünya içinde gör­ meyi ümit ettiği ·millet• bu muydu? Sanmam ki, bugünkü kar­ makarışık ve düzensiz toplum hayatı onu cezbetmiş olsun. At­ sız, yarının rüyasını yaşayarak öldü.


102

TANIDJGIM ATSIZ

EDEBİYAT GÜNÜ Haydarpaşa Lisesi'nde öğrenciliğimin devam ettiği yıllarda, Atsız'la daha ziyade vapurda veya trende buluşurduk. Bazen, Karaköy tarafına geçer, onun bineceği vapurda kendisini bek­ lerdim. Beraberce Haydarpaşa iskelesine kadar gelirdik. Va­ pur çok kere kalabalık olurdu. Meraklı kulakların bizim tarafı­ mıza fazlaca uzandığı zamanlar konuşmamız bitmemişse, tren­ de sürdürürdük. Haydarpaşa'dan kalkan banliyö trenine biner, Maltepe'ye kadar yola devam ederdik. ·

Tatil günleri ise ekseriya Maltepe:deki evine giderdim. Üniversiteye geçtikten sonra bu konuşmalar, Süleymaniye­ Karaköy arasında yapılmaya başlandı. Not tutmayı -yazık ki­ pek sevmezdim. Eğer tutmuş olsaydım, yıllar boyu hangi ko­ nuların ağırlık kazandığını gösteren ve o günlerin milliyetçilik havasını veren zengin malzemeye sahip olacaktım. Bu konuşmalardan birini hatırlıyorum. Haydarpaşa'dan tre­ ne binmiştik. O günlerde, lisede büyük bir edebiyat günü ter­ tipliyorduk. 1950'lerin ortaları, edebiyat matinesi, şiir matinesi, edebiyat günü adı altında yapılan toplantıların moda olduğu yıllardı. Bu toplantılara daha çok sol eğilimli yazar ve şairler çağrılır, böylece etkili bir propagandaya zemin hazırlanırdı. Bizim tertiplediğimiz toplantı ise tam aksi istikametteydi.

Peyami Safa, Nihad Sami Banarlı, Nezihe Araz, Fikret Ba­ ha Berke, Zeki Ömer Defne, Necati Sepetçioğlu gibi isim­ leri davet etmiştik. Bunların arasına Atsız'ı da ilave etmek isti­ yorduk . Bu konuda iznini almak üzere Haydarpaşa istasyonu­ na gitmiştim. Atsız böyle toplantılara katılmayı pek istemiyordu . Adının ilan edilmesinde de fayda görmüyordu . Yine birtakım olaylara sebebiyet vermekten çekinir gibiydi. - Dilediğiniz şiiri okuyun Hocam. Mutlaka hamasi olması şart değil. - Canım, sen bunlara şiir mi diyorsun. Birkaç manzume iş­ te . Okunacak nesi var ki? Halbuki orada, burada çıkmış şiirleri, bir de ·Yolların So­ nu" adlı şiir kitabı bizim pek beğendiğimiz eserlerdi. Böyle dü­ şünmesini, böyle konuşmasını yadırgıyor, tevazuuna veriyor­ duk.


T A N ! D I G I M ATS I Z

1 03

Uzun uzun dil dökmemden sonra razı oldu. Adını ilan et­ memizde bir mahzur yoktu. Ama o gün gelip gelemeyeceğini temin edemezdi. Pekala! İstediğimizin yarısına kavuşmuştuk. Lisenin iç duvarlarına asılmış otuz kadar dövizdeki şair, edib, tenkidci, hikayeci arasında Atsız'ın ismi de büyük harf­ lerle yazılmıştı. Artık ok yaydan çıkmıştı. İçin için bir şeyler kaynıyordu ama, kimse de engel olmaya kalkışmıyordu . Atsız'ın baldızı ve Prof. Mehmet Kaplan'ın hanımı olan Behice Kaplan Haydarpaşa Lisesi'nde edebiyat öğretmeniydi. Bir gün beni yanına çağırdı: - Altan, oğlum, dedi, bu ilan ettiğiniz isimlerin hepsi ken­ disini dünyanın merkezi olarak görürler. Onların takdiminde nasıl bir sıra takip edeceksiniz ki bir karışıklığa, bir itiraza mey­ dan vermeyesiniz? - Merak etmeyin Hocanım. İşler yolunda gidecek. Behice Hanım boynunu bükmüş, pek de inanmaz gözlerle bakıp uzaklaşmıştı. Edebiyat günü gerçekten pek kalabalık ve heyecanlı geçti. Fakat Atsız gelmemişti. İstiyorduk ki, Atsız hep önde bulunsun, davet edildiği her toplantıya katılsın, her yerde konuşsun, kitleleri coştursun. Bi­ ze göre Türkçülük böyle yayılacak, böyle güçlenecekti. Ama o, ölçülü bir çekingenlik içinde görünüyor, çok kere geride kalmayı tercih ediyordu. Atsız'ın bu davranışına biraz üzülüyor, biraz kırılıyorduk ama, duygularımızı saklamaya çalışıyor, açığa vurmuyorduk. Belki de bizim b ilemediğimiz birtakım sebepler vardı. Şimdi, yılların ardından bakınca, o dönemde, bütün yakın­ lığıma rağmen Atsız'ı yine de iyi anlayamamış olduğum hissi­ ne kapılıyorum.

3 MAYIS KUTI.AMALARI NASIL BAŞLADI? 3 Mayıs 1944 tarihi, Atsız'ın hayatında bir dönüm noktası olmuştur. O zaman otuz dokuz yaşındaydı. Kapalı bir çevrede


1 04

TANIDIG!M ATSIZ

süregelen gizli kavga 3 Mayıs 1 944'te milletin huzuruna çıktı. Ankara'daki gösteriler ve onu takip eden tutuklamalar, yargıla­ malar Atsız'ı günün şahsiyeti haline getirdi. Sabahattin Ali <li­ vası dolayısıyla başlayan bu nümayişler kısa zamanda tek şef sistemine karşı ilk büyük ve toplu muhalefet çıkışına dönüştü. Atsız, bir bakıma 3 Mayıs'ların adamı oldu. Atsız'ın 70 yıllık ömrünün son yarısı, 3 Mayıs 1 944'ün hatı­ rasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu hareket ·Atsız· adının yayılması­ na ve duyulmasına yol açtığı kadar, ondan da büyük ölçüde Türkçülüğün gelişmesine sebep oldu. O yıllarda yapılan baskı hareketleri, umulanın tersi sonuçlar verdi ve Türk Milliyetçiliği vatan sathında sistemli olarak yayıldı. Birçok gençlerin yüreği­ ne ülkü ateşi düşürdü ve tohum yıllarca sonra meyvasını ver­ di. Bugün yüz binlerin vicdanında ve iz'anında, o günkü kıvıl­ cımın yangını tutuşmuştur. Bu, mukaddes bir yangındır. 3 Mayıs günü, şimdi bütün milliyetçi gençliğin coşkunluk­ la kutladığı bir bayram h:ilini almıştır. Memleketin dört buca­ ğında ·Türkçülük Günleri· tertipleniyor, iman hamlesi yenileni­ yor. 3 Mayıs'ın günden güne kuvvetlenmesi, yaygınlaşıp tutun­ ması, hafızalardan silinmeyecek şekilde kökleşmesi nasıl oldu? Yıllar önce 3 Mayıs nasıl kutlanmaya başladı? İbret verici olma­ sa bu macerayı yazmak belki lüzumsuzdur. Fakat bilirunesin­ de şu yönden fayda var ki, en ümitsiz zamanlarda bile ülkücü, inancını zayıflatmamalı, geleceğe ümitle ve güvenle bakmak­ tan vazgeçmemelidir. Belki daha önce başka şehirlerde 3 Mayıs kutlamaları ya­ pılmıştır. Bunları pek bilemiyorum. iscanbul'da ise, Dr. Rıza Nur'un kabrini ziyaret ve hatırasını anmak geleneğine benzer başka bir geleneği yaşatma teşebbüsü 1950'lerin genç Türkçü­ lerinden çıktı. 1953'te, 3 Mayıs'ı anmak için bir toplantı yapmak fikri ger­ çekleşmedi. Fakat 1954'ün 3 Mayısında bu teşebbüsü muhak­ kak gerçekleştirmek azmimiz sarsılmadı.

İLK ANMA GÜNÜ 1 954 Nisanının son günlerinde ismen tanıdığımız 25 kadar Türkçüye davet mektubu yazdık. Elle çoğattık ve kiminin ad-


TA N I D I Ö J M A T S I Z

!05

resine posta ile gönderdik, kimine elden verdik . Toplantı 3 Mayıs 1 954 günü, Yıldız Parkı'nda yapılacaktı. Bir kır gezin­ tisi şeklinde olacak ve herkes yemeğini beraberinde getirecek­ U.

O gün, teşebbüsün tertipleyicisi olarak Yıldız Parkı'na en önce ben gittim. Güneşli, ılık bir gündü. Her taraf yemyeşil çi­ menlerle kaplıydı. Yer yer çiçekler açmıştı. Hele papatyalar, Yıldız Parkı 'nın asude köşelerine kadar yayılıyordu. Parkın tespit ettiğimiz yerinde uzun zaman bekledim. Ge­ len giden olmadı. Vardığımda saat lO'du. Öğle oldu, yemek vakti geçti. Üç-dört saat ortalıkta kimse gözükmedi. Artık be­ nim de ümidim sarsılmıştı. Bu kutlama teşebbüsü tutmayacak­ tı galiba. İçimde bir kırıklık, bir eziklik duyar gibiydim. Nihayet biri göründü. Tanımıyordum: Yaklaştığı zaman kim olduğunu sordum. Adı Yusuf Kadıgil'miş. 3 Mayıs 1 944 tutuklularından. Atsız'ın galiba Boğaziçi Lisesi'nden öğrencisiy­ miş. Kulakları hayli ağır işitiyordu . Ancak bağırarak söyledik­ lerimi duyabiliyordu . Bir zaman konuştuk. Sonra bir kişi, daha sonra birkaç kişi daha geldi. Çoğunu tanıyordum. Birkaç Üni­ versite öğrencisi ve nihayet İsmet Tümtürk! Atsız yoktu. Güneş çekilene kadar çimenler üzerinde oturduk. Konuş­ tuk. Geçmişe ve geleceğe dair sohbetler yaptık. Fotoğraflar çektirdik. Ortalığa serinlik çökerken yavaş yavaş Yıldız Par­ kı'ndan çıktık. Kimi oradan geçen otobüslere bindi, ayrıldı. Ki­ mimiz Beşiktaş'a kadar yürüdük. İlk 3 Mayıs İstanbul'da böyle pek mütevazı bir şekilde, kimse duymadan, sanki •suç işler gibi" kutlandı.

MACERALI BİR TOPIANTI İkinci 3 Mayıs kutlamasını kapalı salon toplantısı şeklinde tertipledik 0956). Aramızda para topladık. Beyazıt'ta Marmara Oteli'nin arkasında bir düğün salonunu kiraladık. Herhangi bir derneğimiz yoktu. Bu toplantıyı hangi teşekkül namına tertip­ leyecektik? Tertip heyeti olarak üç arkadaş bir dilekçe imzala­ dık. Toplantılar, vilayetin iznine bağlıydı. O zaman, şimdiki gi­ bi "sınırsız özgürlük.. yoktu. Vilayetin izin vermesi de yetmiyor-


TANIDIGIM ATSIZ

106

du. İstanbul'da 6/7 Eylül olaylarından sonra ilan edilen sıkıyö­ netim devam ediyordu. Oradan da müsaade alınması gereki­ yordu . Müracaatımız sıkıyönetime gönderildi. Toplantı gününe, hatta o gün öğleye kadar müracaata bir cevap verilmedi. Anlaşılıyordu ki, toplantının yapılması isten­ miyor. Açıkça red cevabı verilmesi uygun görülmüyor, fakat toplantı saatine kadar müracaatın cevapsız bırakılması suretiy­ le toplantı fiilen imkansız hale getirilmek isteniyordu. İlanlar yapılmış, duyurma işleri tamamlanmıştı. Saat 14'te başlayacak toplantı için salonu tertiplemek gerekiyordu . Fakat salon sahibi kapıları açmıyor, resmi müsaade evrakını görmek istiyordu. Tertip heyetinden bir arkadaşı sıkıyönetime gönder­ miştik, ondan da bir ses çıkmamıştı. Öğle olmuştu. Salonun kapısı önünde, sokakta toplananlar çoğalıyordu. Bir taraftan da emniyet görevlilerinin sayısı gittikçe artıyordu. O günün istisnai bir durumu vardı. Atsız da konuşacaktı. 1952'de Türk Milliyetçiler Demeği'nin Ankara'da tertiplediği ve ..Devletimizin Kuruluşu" adını taşıyan konferansını verdiği gün­ den beri, ilk defa. Nihayet toplantının başlamasına on beş dakika kala tertip heyetindeki arkadaşımız Sıkıyönetimden döndü. Müsaade ve­ rilmişti. Toplantı yapılabilecekti. Salon açıldı, dinleyiciler içeri girdi. Kürsü tertiplendi. Ko­ nuşmalar başladı. Programın sunuculuğu benim üzerimde kal­ mıştı. Salonda bulunan dinleyiciler arasında bir hayli üniforma­ lı genç gözüme çarpıyordu. Bunlar Askeri Tıbbiye öğrencile­ riydi. Konuşmacılar, 1944 davasının önde gelen isimleriydi. Dr. Hasan Ferit Cansever, Atsız ve İsmet Tü.mtürk. Arada kah­ ramanlık ve ülkü şiirleri okunuyordu. Askeri Tıbbiyelilerden de şiir okumak isteyenler vardı. Onları da programa koyduk. O günlerde, Atsız'ın konuştuğu bir toplantıda şiir okumak, As­ keri Tıbbiye talebesi için tehlikeli bir davranıştı. O genç asker­ lerin, o yürekli doktor namzetlerinin cesaretini göğsüm kaba­ rarak hep hatırlamışımdır. Atsız'ın o günkü konuşması, kelimenin tam manasıyla bir •şaheser.. di. Hitabetin en güzel örneklerinden biri sayılabilirdi. Coşkun, edebi, san'atkarca bir konuşma. Salonu ağzına kadar


T A N I D !G I M ATS ! Z

107

doldurmuş olan kalabalık dinleyici kitlesi tarafından sözleri al­ kışlarla sık sık kesiliyordu. 3 Mayıs kapalı salon toplantısı tam bir başarı ile bitmişti. Ne kadar sevinçliydik ve geleceğe ne ka­ dar ümitle bakıyorduk. İki yıl önce Yıldız Parkı'nda on-on beş kişiydik. Bugün birkaç yüz kişi olmuştuk. Önümüzdeki yıllar­ da belki binleri bulacaktık ve sonra yüz binleri. Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında biri vardı. Doğu illeri­ mizin birinden gelmiş kararlı, inançlı bir genç("). (Sonra Aske­ ri Tıbbiye'den ayrıldı. Edebiyat Fakültesi'ne yazıldı. Orada ay­

nı sınıfta okuduk. Değerli bir eğitimci oldu. Hemşerileri onu 1973 seçimlerinde çok sevdiği şehrinin belediye başkanlığına bağımsız olarak seçtiler). O gencin yıllarca sonra söyledikleri­ ni unutamamışımdır:

·O toplantıya arkadaşlarımızı getinnek için çalışıyorduk. Çoğu korkuyor, çekiniyordu. Birkaç arkadaşın dışında kalan­ ların bir kısmı da Atsız'a hayranlık duymak değil, hatta düş­ manlık besliyorlardı. O, Atatürk düşmanıydı. İnkılap düşma­ nıydı. Mürteciydi. Irkçılık-Turancılık gibi ·zararlı· bir fikrin önderiydi. O halde, dedik, gelin dinleyin, bu söylediklerinizde haklı çıkarsanız sizinle beraberiz. Ama haksız olduğunuzu göreceksiniz. O zaman da siz bizimle birlik olur musunuz? Böyle bir anlaşma yaptık. Salonda gördüğün ünifonnalı tıbbi­ yelilerin çoğu oraya belki de Atsız'ın aleyhinde gösteri yapmak için gelmişlerdi. Ama toplantı biterken en çok onlar alkışlıyor, Atsız 'a en çok onlar sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. Sonra­ ki yıllarda çoğu değerli milliyetçi ve mücadeleci arkadaşlar ol­ dular. Ülkücülük/erinden zerre kadar fedakarlık etmediler•.

İKİ HABER 1956 3 Mayıs'ı ile ilgili olarak 1 Mayıs 1956 tarihli Ocak ga­ zetesinde yayımlanan duyuru şöyleydi:

·TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ· Her yıl gayet mütevazı olarak kutlanmakta olan Türkçülük Günü için bu yıl derdi toplu bir program hazırlanmıştır. İstan-

(') Merhum Tayyar Debbağoğlu. Van belediye başkanı iken, talihsiz bir kaza so­ nucu, en verimli çağında vefat etmiştir 0 977).


!08

T A N I D J G I M ATSIZ

bul 'daki Türkçü gençlerin hazırladığı bu program mucibinde değerli Türkçüler de bu toplan tıda konuşacaklardır. Eski Türk Ocaklarının Umuınf Katibi ve Türk Yurdu dergisini barbiıı en kızgın zamanlarında tekrar neşreden Dr. Hasan Ferit Canse­ ver gayet ilgi çekici olduğu tahmin edilen milliyetçilik anlayı­ şını izab edecektir. Tanınmış Türkçü Atsız 3 Mayıs konusunda konuşacaktır. Avukat ismet Tümtürk, Türkçülük konusunda bir konuşma yapacaktır. Ayrıca Akşebir'den gelecek olan Avu­ kat Bekir Berk'irt de o gün bir konuşma yapq,cağı öğrenilmiş­ tir. Bundan başka Türkçü gençler tarafından şiirler okunacak ve Türkistan ekibi tarafından millf oyunlar oynanacaktıı-. Toplantı 5 Mayıs 1956 Cumartesi günü saat 14.jO 'da Be­ yazıt'ta Manolya Düğün Salonunda yapılacaktır." Toplantıdan sonra yayımlanan 1 1 Mayıs 1 956 tarihli Ocak gazetesinde de şu haberi okuyoruz: "TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ,, Türkçülük Günü olarak kabul edilen 3 Mayıs bazı sebepler dolayısıyla ancak 5 Mayıs Cumartesi günü mütevazı bir şekil­ de kalabalık bir milliyetçi kitle önünde Beyazıt Manolya Salo­ nunda yapıldı. Altan Deliornıan'ın açış konuşmasından son­ ra İstiklal Marşı okundu ve Hüseyin Namık Orkun Beyin rubu için iki dakika sükutla konuşmalar ve şiirlerin okunmasına başlandı. ilk olarak değerli Türkçülerden İsmet Tümtürk Türkçülük hakkında veciz bir konuşma yapmıştır. Bunu müteakip genç şair Ayhan İnal kendi yazdığı bir şi­ iri okuyarak gençliği vakur bir heyecana sevketmiştir. Bazı ar­ kadaşların okudukları hamasf şiirlerden sonra değerli büyü­ ğümüz Hasan Ferit Cansever uzun fakat ilgiyle takip olunan güzel bir konuşma yapmış, tekrar şiirler okunmuştur. Son konuşan batip Nihal Atsız olmuş, yer yer güzel hatıra­ ların yadıyla süslediği konuşması dinleyicileri hayran bırak­ mıştır. Türklüğün vermiş olduğu efendi bir ruhun hiikim olduğu salonda son zamanlarda müteaddit topluluklarda sık sık rast­ lanan iğrenç taşkınlıkların hiçbirisi olmamıştır. Vatan sevgisi­ nin bir araya topladığı gençler, kalpleri biraz daha Türklük dolu oldufi.u halde salonu terketmişlerdir.•


TANIDIÔIM ATSIZ

109

ÇAMLICA GEZİSİ Bu kapalı salon toplantısı ile yetinmedik, o sene bir de kır gezintisi tertipledik. Kadıköy iskelesinde buluşulacak ve ora­ dan topluca Çamlıca'ya gidilecekti. Gezinti Mayıs ayının sonla­ rında ve bir pazar günü yapılacaktı (Sanırım 27 Mayıs 1956). Güzel bir gezinti oldu . Sabahın erken saatlerinden akşam üstüne kadar Çamlıca'nın serin eteklerinde, bir su yakınında oturuldu, konuşuldu. Sonra sırtlara doğru yürüdük. Atsız o gün neşeliydi. Konferans verir gibi değil, samimi bir sohbette ko­ nuşur gibi anlatıyordu. Tarih bahislerinden spor konularına ka­ dar temas etmediği mevzu kalmadı.

YASAKIANAN BİR 3 MAYIS Bir sene sonraki 3 Mayıs gününü kutlamak için yine aynı salonu kiralamıştık. Bu sefer bir teşkilatımız vardı. Türkiye Ko­ münizmle Mücadele Derneği'ni kurmuştuk. O yıllarda milliyet­ çi bir dernek, hele milliyetçi faaliyet göstermek maksadıyla ku­ rulmuşsa ilgili makamların derhal dikkatini çekiyor, çalışması­ na göz yumulmuyordu. O yüzden, derneğin adını bu şekilde seçmeye mecbur kalmıştık. 1957 yılının 3 Mayıs toplantısını bu demek adına tertiple­ dik. Fakat çeşitli engellemeler yüzünden bu toplantı yapılama­ dı. Ocak gazetesinin 1 Haziran 1957 tarihli nüshasında 3 Ma­ yıs toplantısının ne sebeple yapılamadığını anlatan bir yazı ya­ yımlanmıştı. Olayı aydınlatmak için bu yazıyı kısmen naklet­ mek doğru olacak:

•3 Mayıs 1957 Cuma, yani Ramazan Bayramı 'nın üçüncü günü Beyazıt'ta Manolya Salonu 'nun giriş kapısına gelenler, duvara yapıştınlmış bir kağıt üzerinde şu yazıyı okudular: ·Saat 14.00'te yapılacak toplantı, ZARUKi W: MECBUKi SE­ BEPLER YÜZÜNDEN tehir edilmiştir.•

Toplantının mahiyetini bilenlerin, bilhassa grnp grnp gelen gençlerin, üniformalı tıbbiyelilerin yüzlerindeki bayram neşe­ si gölgelenmiş, kalpleri burkulmuştu. Acaba sebep neydi? Niye


ııo

TANJDIGIM ATSIZ

müsaade verilmemişti? Gelen dinleyicileri kapıda karşılayan ve toplantının yapılamayacağını bildiren gençlerin de fazla bir şey bildiği yoktu . Yalnız, arkadaşlarından, etrafta toplu balde bulunmamalarını ve bu suıY:tle Toplantı ve Gösteri Yü­ rüyüşleri Kanunu 'ııa aykırı hareket eınıenze/erin i rica edı)'or­ lardı. Saat 14.00'e yaklaşırken orta boylu, kır saçlı, dinç bir zat, eşi ile beraber geldi. Gençlerle bayramlaştılar ve toplantının te­ biriııi öğrenince mütevekkil ve alışkan bir eda ile Laleli istika­ metinde yürüdüler. Bu zat, İstanbul Oniversitesi Edebiyat Fa­ kültesi Türk Taribi Ordinaıyüs Profesörü Dr. A . Zeki Ve/idi To­ gan 'dan başkası değildi. Ve bu bayram günü Küçükya/ı gibi epey uzak bir yerden, evdeki misafirlerini bırakarak özellikle bu toplantı için gelmişti. Onu, neşeli ve ümitli çehresiyle avu­ kat İsmet Tümtürk, daima iyimser, gülümser tavrıyla Mustafa Hacıömeroğlu takip edeceklerdi. Sözleri ve hareketleri mantık­ la izab hususunda fıtri bir hususiyeti bulunan ve mill�yetçiler arasında mantıkf düşünüşün adeta bir nevi sembolü haline gelen İsmet Tümtürk, bu yasağın sebebini mantıkf yolla izab etmeye muvaffak olamıyordu. M. Hacıömeroğlu ise iyimserli­ ğin son haddine varan bir düşünüşle, toplantıya bayramı ta­ kip eden bafta içinde muhakkak müsaade edileceği tab ın.ininde bulunuyordu. ·

Toplantıyı Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği tertip et­ mişti. Kuruluşundan bu yana eski Eminönü Halkevi 'nde 7 konferans tertipleyen ve bunların müsaadesi hususunda biçbir müşkülatla karşılaşmayan dernek, kültür ve fikir hareketleri mevsiminin sona ermesi dolayısıyla daba geniş bir toplantı ile mevsimi kapatmak istemişti. 3 Mayıs'ın seçilmesinin ise özel ve manalı bir sebebi vardı. 3 Mayıs, 1944 'te milliyetçi cepbe ile solcu cephenin tam çatıştığı ve solcuların iyi bir ders aldığı gündü. Milliyetçiler arasında bu bakımdan ayn bir ehemmi­ yeti haizdi. Gayet tabif ki milliyetçi bir teşkilat olan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği, tertipleyeceği toplantıyı böyle bir güne rast/atmakta hiçbir mahzur görmüyordu. Sonra, top­ lantıda konuşacaklar, Ord. Prof Dr. Zeki Ve/idi Togan gibi, Dr. Cezmi Türk gibi, A tsız, Dr. Hasan Ferit Cansever gibi, İs­ met Tüıııtürk, M. Hacıömeroğlu gibi 1 No. lu komünist düşma­ nı, temiz, alnı açık, milliyetçi memleket çocukları idi. Hepsi Türklük ve milliyetçilik için, Türklükten ve milliyetçilikten


TAN!DIGIM ATSIZ

111

bayii uzak bir devirde türlü müşkülat/ara, batta işkencelere katlanmışlardı. O devrin bayır/ısıyla geçtiğine inanılan daba aydınlık bir devirde onların konuşmasında ne mahzur görülebilirdi? Bilin­ diğine göre, devlet ricali içinde, onların konuşmasından gocu­ nacak bir solcu yoktu. Onlar etraflarına, kendilerini yakından tanıyanlara hürmet ve muhabbet telkin etmişlerdi. Gençler on­ ları seviyor ve beğeniyorlardı. Acaba bu meziyetler, zamanına göre bir kabahat şeklinde mi telakki olunuyordu? Her ne sebepten olursa olsun, toplantının tertibiyle mükel­ lef Dernek genel sekreteri, toplantı salonuna vaktinden bir sa­ at evvel gittiği zaman, toplantıya müsaade verilmediğini salon sahibinden öğreniyordu. 3 Mayıs sabahı saat 1 1 . 00 'de telefon­ la toplantının yapılamayacağı tebliğ olunmuştu. Salon sahibi dernek idare heyetinde bulunmadığı gibi, üye bile değildi. ida­ re heyetindeki sorumlu kimseler dururken, Dernek Genel Mer­ kezi, bu toplantı yapılacak diye o gün bilhassa açık bulundu­ rulurken, tebligatın salon sahibine yapılması hayli garipti. Ve saat 14.00 olduğu halde resmf bir tebligat Derneğe hala gelmi­ yordu . Tabif Dernek idarecileri işin sonunu bırakmayacaklardı . Resmf dairelerin açılmasından sonra, 7 Mayıs günü İstanbul Vilayetine müracaatla toplantının bu sefer 11 Mayıs Cumarte­ si günü yapılması hakkında müsaade isteyeceklerdi. Meselenin ikinci garip safhası bundan sonra başlıyordu. 9 Mayıs Perşem­ be günü Cemiyetler Masası 'na giden bir Demek üyesine evra­ kın daha gelmediğinden bahsolunuyoı� ertesi günü telefonla yapılan müracaata da, emniyetçe toplantının yapılmasında bir mahzur görülmediği bildiriliyor, fakat daha ertesi günü, yani 1 1 Mayıs 'ta toplantı saatinden bir saat evvel Manolya Sa­ lonu 'na, yine telefonla, müsaade verilmediği tebliğ olunuyor­ du . Dernek genel merkezine sözlü veya yazılı bir tebligat gel­ mesini bekleyen idareciler, bu derece garabet arasında şaşkı­ na dönmüşlerdi. Halbuki Derneğin gelen-giden evrak kayıt defterinde, evvelki toplantılara verilen müsaadeyi bildiren res­ mf evrakın hemen daima toplantı yapıldıktan bir-iki gün son­ ra geldiğini gösteren kayıtlar vardı. " Velhasıl, 3 Mayıs 1956 toplantısının yapılmasına resmi ma­ kamlar bu şekilde engel olmuşlardı. Türkçülüğe hala korku­ lan, çekinilmesi gereken bir cereyan gözüyle bakılıyordu.


TA N I D I Ô I M ATSIZ

112

Bu hayal kırıklığını takip eden yıllarda ben tertip işleriyle meşgul olamadım. Belki gazetedeki işimin yoğun oluşu, belki yeni evliliğin sıkıntıları, belki üniversite sınavlarına yakın dev­ reler oluşu . . . Sebebini şimdi kestiremiyorum. Fakat teşebbüs eksikliği, toplantıların yapılmasına ara verdi, sanırım. Sonra as­ kerlik yılları geldi. Yurdun uzak bir köşesindeki yedeksubaylık görevim 27 Mayıs darbesinden bir ay sonra bitti. O yılın 3 Ma­ yıs'ı geçmişti.

ŞÖLEN 1962'deki 3 Mayıs'ı ise büyük bir coşkunluk ve sevinç için­ de, adeta ·şölen" havasında kutladık. Toplantıyı, evimizin de içinde bulunduğu, Nuri Demirağ Korusu'nda tertiplemiştik. Yi­ ne kır gezisi şeklinde yapılacaktı. Toplantıya katılanlar önce­ den belli bir para ödemişlerdi. Bu parayla iki kuzu satın alın­ mış, kestirilmişti. Ayrıca Türkistan pilavı pişirilecekti. Kazanlar, yağ, pirinç, gerekli mal,zeme getirilmiş, bir de işin ustası aşçı bulunmuştu . Fakat o gün hava kapalı ve bulutluydu . Her an yağmur bo­ şanması ihtimali vardı. O yüzden bahçeye çıkamadık. Bizim evin içinde toplandık. Sayımız belki yirmi beş kadardı. Bahçe­ de kazdığımız çukurlarda kuzular çevrildi, hazırladığımız ocak­ ta pilav pişirildi. Lezzetli bir yemek ve neş'eli bir sofra oldu. Davetliler arasında Dr. İzeddin Şadan da vardı. Yakın dostu olduğu için Atsız'ın ona nazı geçiyordu. Bütün neş'esi ve şakacılığı ile doktora takılıyor, sofrayı kahkahalara boğuyordu. Dr. İzeddin Şadan, Atsız'ın şakalarına başka şakalarla karşılık veriyor; alınmak, gücenmek aklının ucundan bile geçmiyordu. O günkü kutlama öyle şerılikliydi ki, gerçek bir bayram gü­ nünü andırıyordu . Karanlık bastığı halde bir türlü dağılmak is­ temiyorduk. Et ve pilav çoktu. Akşam yemeğini de yedik. Ge­ ce vakti misafirler ayrıldı. O gün pazardı, ertesi gün mesai var­ dı. İçimizden çoğu erken kalkacaktı ve bir kısmı uzakta oturu­ yordu . Bu yüzden daha geç vakitlere kadar kalamadılar.

ATSIZ VE KIMIZ TİCARETİ Atsız, korunun havasını ve yemyeşil çamları, gür çimenleri pek sevmişti. O günden sonra bir fikir ona çok cazip gelmeye


T A N I D I G IM ATS I Z

113

başladı. Koruda kısrak beslemeliydik. Kazak Türkleri arasında kımız yapmayı bilenler vardı. Onlar bu kısrakların sütünden güzel kımız yaparlardı. Hem biz içerdik, hem de kımız moda­ sını yayardık. Bu hayale o kadar kapılmıştı ki, ·olmaz• demek elden gel­ miyordu. Ama koru bizim malımız değildi ki! Sahibi, Nuri De­ mirağ'ın varisleriydi. Bakalım onlar müsaade ederler miydi? ·Ben konuşurum• diyordu. ·Nuri Bey yakın dostumuzdu, onun hatırasına hürmeten izin verirler•. - Peki ama hocam, kısraklar bakım ister. Muntazam beslen­ meleri, sulanmaları gerekir. Yatıracak, barındıracak yer lazım. - Canım, o da iş mi? Bir adam tutarız, o meşgul olur. Ge­ rekirse küçük bir de yer yaptırırız. - Ama bunlar pahalıya gelmez mi? Parayı nasıl bulacağız? - Pahalıya gelmez. Kar bile bırakır. Parayı aramızda toplarız. Ben bir maaşımı veririm. Sen ne kadar verirsin? Benim itirazlarımı kararlı bir tavırla karşılıyor, kısrakların sütünden yapılmış kımızın tadını sanki damağında duyuyordu . Tabi'i yapamadık. Yapılması da kolay değildi. Zannederim, Atsız, kendi hayal dünyasında avunacak yeni bir köşe bulmuştu. Kımız fikri onu bir sene kadar meşgul etti. Bir zaman sonra kımız lafı geçince terslenir, asık bir çehreyle bana kızgın kızgın bakar oldu. Nihayet bu öfkesini de unuttu.

1 964 yılının 3 Mayıs'ı yine Çamlıca'da kutlandı. O yıl, gezi­ yi, Türkçüler Derneği'nin Üsküdar Ocağı'nı yönettiğimiz için, biz tertipledik. Aileler de iştirak ettiler. Sofralar kuruldu, çaylar pişirildi, oyunlar oynandı. Sohbet edildi. Güneş zaman zaman bulutların arkasına çekiliyordu. Yağmur tehlikesini göz önüne alarak pek akşam olmadan dağılmayı tercih ettik. Kalabalıktık ama, Atsız yoktu. Aramızdaki 3 Mayıslardan, kısaca anlattığım şu hatıralar ve o kımız hikayesi kaldı. Geleneğin yürütülmesini daha genç Türkçülere emanet ettik. Şimdi her 3 Mayıs töreni, bizi o eski hatıraların yadı ile biraz daha haşhaşa bırakıyor.


1 14

TANIDIÔIM ATSIZ

1955 SONRASI NEŞRİYAT VE

TEŞK.iLAT ÇALIŞMALARI 195S 'in ilk aylarında İstanbul'daki üniversiteli gençler ara­ sında yeni bir teşkilatlanma teşebbüsüne giriştik. Edebiyat, Fen, Tıp , Hukuk, Eczacılık fakültelerinde, Teknik Üniversite­ si'nde ve Yüksek Öğretmen Okulu'nda okuyan gençler bir grup meydana getirmiştik. Bunlara, milliyetçi genç kızların te­ şekkül ettirdiği bir başka grup katıldı. Nihayet, çoğu Yüksek Ticarette okuyan bir üçüncü grupla birleşti k . Oldukça kalaba­ lıklaşmıştık. Sadece teşkilat kurmanın yeterli olmadığını, neşri­ yatın da çok lüzumlu olduğunu düşünüyorduk . Ben ·Türk Dünyası" adında bir derginin hazırlıklarını yapıyordum. Ara­ mızda para toplamaya karar verdik. Her ay muntazaman aidat ödeyecektik. Sonra bu biriken para ile kitap ve broşür yayım­ layacaktık. Muhasebe işlerini kız arkadaşlarımızdan birine ver­ dik. Hakikaten para toplama ve muhafaza işinde biz erkekler­ den çok daha başarılı oldu. Bir sene içinde, o zamana göre mühim sayılacak bir miktar para toplanmıştı. Bunun bir kısmı ile, Atsız'ın «900. Yıl dönümü» adlı eserini bastırdık. Bu kitap evvelce, galiba 1 940 sıralarında basılmış, fakat mevcudu kal­ mamıştı. İkinci baskının kapağına konulacak kompozisyonu ben hazırladım . Mavi ve beyaz renklerin hakim olduğu bir ka­ pak. . . Kitap basıldı ve satıldı. Geliri de oldu. Bu genç kızların içinden hekim, eczacı, kimyager, edebiyat öğretmeni olanlar vardır. Hepsi canla başla, feragatle çalıştılar. Sonraları aktif mü­ cadele sahasından yavaş yavaş çekildiler, iyi birer uzman ve evlerinin hanımı oldular. Türkçülük mücadelesinin bir döne­ minde onların hayli alın teri ve göz nuru vardır. Atsız'ın bir başka eserinin kapağını çizmek de bana nasip olmuştu. Türkçülüğe dair makalelerinin toplandığı «Türk Ül­ küsü» adlı kitabı, Burhan Basım ve Yayınevi tarafından basıl­ dı. 1 940'ların Türkçü dergilerinden birinin kapağındaki bir kompozisyondan alınmış olan kapak, bir kayanın ardıPdan çıkmış atlı Türk savaşçılarını gösteriyordu. Kayanın tepesinde bir bozkurt görünüyordu . Yine mavi ve beyaz ön plandaydı.

«TÜRK DÜNYASI» DERGİSİ Türk Dünyası dergisine gelince. . . Nuruosmaniye Cadde­ si'nin sonunda yeni yapılmış bir handa yazıhane tutmuştuk.


TANIDIÖIM ATSIZ

1 15

Sonra kirası pahalı geldi. Küçük bir makine çalıştıran bir mat­ baacı ile bölüştük. Basılan dergileri bir dağıtımcıya verdik. Üç sayı sonra hesap görülecekti. Dağıtımcının yeri, İstanbul Vila­ yet binasının karşısında, şimdi yıkılmış bulunan İzzettin Ha­ nı'nın içinde, küçük bir dükkandı. Sonraları, o binanın yerine Vilayet Hanı yapıldı ve yine bayilerden büyük bir kısmı ora­ ya yerleşti. Üçüncü sayıyı bastırdığımız sırada bayi ile görüşmeye git­ tim. Hayretle gördüm ki, ilk iki sayı paketler halinde tezgahla­ rın altında duruyor. - Dergileri dağıtmadınız

m ı'

- Dağıttık. - Peki, bunlar ne' - Bir kısmını dağıttık. Bunları da istek oldukça göndereceğiz. Çıkarttırdım, saydık. Üç bin dergi bastırmıştık. Bayinin ya­ zıhanesinde 2900 tanesi duruyordu . Meğer 1 00 tane kadar da­ ğıtmış, diğerlerini saklamış. İşin böyle yürümeyeceği anlaşılmıştı. Derginin matbaaya ödeyecek parası bile yoktu. Gelir sağlanması da bu suretle im­ kansız hale girmiş oluyordu. Türk Dünyası, üçüncü sayısı basılmadan kapandı. Süleymaniye Kütüphanesi'nden çıkıp konuşarak yürümeye başladığımız bir gün, yolumuz Cağaloğlu tarafına düşmüştü . Atsız'a Türk Dünyası'nın idarehanesine uğramamızı teklif et­ tim. Bir çay içsek iyi olurdu. Yazıhane eşyası olarak eski bir masa ve üç sandalyemiz vardı. Atsız sordu: - Buranın kirası ne kadar? - 1 50 lira Hocam. - Ooo, çok pahalı! Türkçü bir dergi bu parayı nasıl versin' Böyle bir yazıhaneyi, ancak bir telefonla beş bin lira kazana­ bilenler tutabilir. Söyledikleri doğruydu . Zaten dergi kapanınca yazıhanenin de lüzumu kalmadı, taşındık.


TANIDIGIM ATSIZ

116

OCAK GAZETESİ O senenin sonunda Cağaloğlu'nda ilk defa milliyetçi bir ya­ yınevi kuruldu. Arkadaşlar bahsetmişlerdi; Ankara'dan genç bir kitapçı gelmiş. Artık İstanbul'a yerleşecek ve neşriyat yapa­ cakmış. Adı Burhaneddin Şener'di. Müteşebbis, ancak im­ kanları sınırlı bir iş adamıydı. Kısa zamanda kaynaştık. İyi ar­ kadaş olduk. Tabii çok sevinçliydik. Milliyetçi neşriyat işi artık amatör ellerden kurtulup, profesyonel bir mües� ese tarafından

yürütülebilecekti.

Dükkan, Cağaloğlu Yokuşu'nun alt başında, merkezi sayı­ labilecek bir yerdeydi. Biraz eskiceydi ve içi dardı. Ama, olsun. Bu kadarı bile teselli ve ümit kaynağı oluyordu. (Bu dükkan sonraki yıllarda yıktırıldı ve yerine büyük bir iş hanı inşa edil­ di). Bu küçük dükkan kısa zamanda genç milliyetçilerin uğrak yeri oldu. Türkçü kitaplar birbiri peşinden yayınlanmaya baş­ ladı. Birkaç ay sonra Ocak gazetesi çıkarıldı. Ocak, o günlerin haftalık çıkan yegane milliyetçi gazetesiydi. Düşünmeli ki, mil­ liyetçilerin bir tek günlük gazetesi yoktu, hatta haftalık yayın organı bile yoktu . Aylık bir-iki dergi ile yetinmek zorundaydı­ lar. Bugün nice mahrumiyetlere katlana katlana, belki yeterli olmayan, ama eskisine göre daha ileri bir merhaleye varılmış bulunuyor. O küçük dükkandaki faaliyetin en önemli sonuçları, bah­ settiğim Ocak gazetesi, milliyetçi kitaplar ve Türkiye Komü­ nizmle Mücadele Derneği olmuştur. Ocak gazetesinin ilk sayısı 2 Mart 1 956'da yayımlandı. 1958 sonbaharına kadar, iki buçuk yıl yaşadı. Çok kere haftalık, ba­ zen on beş günlük olarak çıkarıldı. Bu müddet içinde Ocak'ta tanınmış milliyetçilerin yazıları çıktı. Bazı gençler ilk yazı de­ nemelerini bu gazetede yaptılar. Gazeteci ve yazar olarak ye­ tiştiler. Atsız da Ocak gazetesinin yazarları arasındaydı. Bu gazete­ ye yazdığı yazılardan ikisi dikkatleri özellikle çekmiş ve yankı­ lar uyandırmıştır. Bunlardan birincisi ·Bir Felsefe Öğretmeni­

nin Yanlışları başlığını taşıyordu ve Türkçülüğe hücumu o ..

günlerde adet haline getirmiş bulunan Nurettin Topçu'ya ce­ vap mahiyetindeydi. Diğeri ise •Gök Sultan" adındaydı ve Su!-


T A N I D I G I M ATS I Z

1 17

tan I I . Abdülhamid'in yaşayan muhaliflerine şiddetli bir muka­ beleydi. Yakın tarihimizin tarafsız bir gözle değerlendirilmesi alış­ kanlığına doğru henüz müspet hiçbir adım atılmadığı sıralarda I. Abdülhamid lehinde yazmak bir hayli cesaret işiydi. Fakat

Atsız, bir tarihçi olarak vardığı hükmün doğrultusundan şüphe etmiyorsa bunu açıkça yazardı. Yazmıştı da. Bu yazıda, Peyami Safa'ya ağır tarizlerde bulunuyordu. ·Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları· yazısında, şiddetli üs­ lubunu bilenler için oldukça ölçülü sayılabilecek bir lisanla Nurettin Topçu'ya ikazda bulunan Atsız, bu yazısının bazı yer­ lerinde şöyle demekteydi: . . Şimdi aklı başında olan herkese soralım: Bizi yıkmak is­ teyen Moskofa karşı düşmanlığı, millf ülkünün baş umdesi ya­ pan ve askerliği mukaddes bilen Turancılık, milliyetçiliğin an­ titezi olur da, komünist Rusya'nın müthiş bir gayretle askeri hazırlık yaptığı bir çağda Türk gençlerine savaş ve askerlik aleyhtan nutuklar çeken Nurettin Topçu 'nunfikirleri mi milli­ yetçilik olur?· •.

·Anadoluculuk, parlak geçmişi ve yüksek kaabiliyeti ile bir bütün olan büyük Türk milletini parçalamak ve birini ötekine düşman etmek isteyen hasta ve milliyetçilik düşmanı bir fikir­ dir. İnsanlann milliyeti doğum yeriyle değil, babalan ve ana­ lanyla belli olur.• O günlerin sanki karakteristik bir tutumunu bu iki yazıdan sezmemek mümkün değil. Seyrek yazmasına rağmen Atsız, önemli iki yazısında da, solculardan ziyade sağ cephenin ön­ de gelen şahsiyetleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Komü­ nistler sinmişler ve adeta hayal olmuşlardı. Ortalıkta görünmü­ yorlar, alttan alta çalışıyorlardı. Onlara cepheden hücum etmek sanki imkansız gibiydi. Çeşitli eğilimlerdeki milliyetçiler, bu yüzden kendi aralarında mücadeleyi tercih eder hale gelmiş­ lerdi. Ocak'ın ilk sayısında Atsız'ın tanınmış · şiirlerinden biri ilk defa yayımlandı. ·Yaşayan Türkçülere Ağıt• adını taşıyan bu şi­ irinde Atsız pek iyimser görünmemekteydi:


T A N I D IG I M ATSIZ

118

..Bir mahşere binlerce kader tutsağı gelmiş, Titrek ve metin cümle adımlar ona doğru ... Gitmekte bütün kafile, meçhfile yönelmiş, Nerden gelerek hangi karanlık sona doğru? Her şey kopuyor istemeden kendi yerinden Herkes geliyor, sonra da herkes gidecektir. Milyonla asır geçse de arzın üzerinden Bir kerre giden bir daha ses vermiyecektir. Meçhul kaderin çizdiği yoldan gideceksin, Bilmem ki bu meçhulleri hep Tanrı mı yazmış? Öyleyse bırak, ruh bütün işkenceyi çeksin, Bin kere ölmeksizin insan yaşamazmış. (16 Eylül 1955, Cuma)

Atsız, şiirlerini daha çok hece vezni ile yazmıştı. Fakat son yıllardaki şiirlerinde aruza meylettiği görülüyor. Bu da öyle ya­ zılmış. Ocak dergisini yayımlayan Burhan Yayınevi milliyetçi eser­ ler de çıkarmaya başlamıştı. Bunlardan biri de Atsız'ın

Türk

Ülküsü adlı kitabıydı, ki daha önce bahsetmiştim.

HALİDE EDİP'İN KİTABI VE ATSIZ Bazı arkadaşlarımız, kuracağımız teş�ilatın bünyesi bakı­ mından bizden ayrı düşünüyordu. Onlar «Kitap Derneği adında bir teşkilat kurarak, daha ziyade kitap seminerleri şek­ ..

linde faaliyetlere girişmişlerdi. Aksaray'daki Türk Ocağı binası­ nın bir odasında geçici olarak barınıyorlardı. Kitap Derneği, Halide Edip Adıvar'ın Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri» adlı bir kitabı hakkında semi­ ..

ner düzenlemişti. Bu kitap, o sıralarda yeni yayımlanmıştı. Üzerinde

hayli tartışmalar yapılıyordu .

olumsuz yönleri de bulunan bir eserdi.

Bizim nazarımızda


TANIDIGIM ATSIZ

1 19

Bir akşam üzeri, Türk Ocağı binasındaki seminere Atsız'la birlikte gittik. Uzunca süren bir toplantı oldu. Kitap üzerinde­ ki tenkidlerden sonra Atsız'ı dinledik. Onun yakın tarih hak­ kındaki tahlil ve teşhisleri hepimiz için faydalıydı. Bu konular­ da bilgi alacağımız başka kaynaklar son derece sınırlı olduğu için, böyle toplantıları fırsat biliyorduk. Atsız'ın Kitap Derneği'nde başka seminer yaptığını hatırla­ mıyorum. Ama, birkaç ay sonra kurulacak Türkiye Komünizm­ le Mücadele Derneği'nin toplantılarında çeşitli konuşmaları olacakt ı. Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği de, Burhan Yayı­ nevi'nin idarehanesi genel merkez yapılarak kuruldu. Yedi ku­ rucusu vardı. O sıralarda Toprak dergisini yeniden çıkarmaya başlayan İlhan Darendelioğlu, Burhaneddin Şener, Ali Rıza Özer, Demir Aslan, Ekrem Marakoğlu , İrfan Açıkel ve ben. Darendelioğlu, sonraki yıllarda Toprak'ı yayınlamaya de­ vam etti. Komünizme karşı açık ve sert bir mücadele verdi. Sa­ kin ve munis bir yaradılışta olmasına rağmen mücadele hayatı çok kavgalı geçti. 1 960'larda yeniden kurulan ve merkezi İz­ mir'de bulunan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği'nin (*) uzun zaman genel başkanlığını yaptı. 1 969'da İstanbul'dan milletvekili seçildi. Yurdun muhtelif yerlerinde ilgi çekici kon­ feranslar verdi. Çeşitli gazetelerde yazıları ve incelemeleri ya­ yımlandı. Bizim Anadolu gazetesinde uzun süre köşe yazarlığı yaptı. 1 979'da komünist militanlar tarafından şehit edildi. Burhaneddin Şener yayımcılık hayatına devam etti. Özel­ likle çocuk yayınlarında başarılı örnekler verdi. Ali Rıza Özer o zaman serbest çalışıyordu . Sonra bir bankaya memur olarak girdi. Çeşitli rahatsızlıklar geçirdi. Hamasi şiirleri vardır. Demir Aslan İktisat Fakültesini bitirdi. Öğretim üyesi oldu. Ekrem Marakoğlu Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Şimdi avukat. O sıralarda ikisi de öğrenciydi. İrfan Açıkel, Ocak dergisinin yazı işleri müdürü idi. Güzel yazıları çıkıyordu. 1960'tan sonra bahriyede yedek subaylığını

(•)

Bu dernek, bizim 1 956'da kurduğu.muz ve Darendelioğlu'r.un da yönetim ku­

rulu üyesi bulunduğu Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği değildir. İlgi, isim ve gaye benzerliğindedir.


TA N I D I G ! M ATS I Z

1 20

yaptı. Döndükten kısa bir süre sonra, bir tatil günü Kumbur­ gaz sahillerinde boğularak talihsiz bir şekilde ve genç yaşta ve­ fat etti. Darendelioğlu, hepimizin ağabeyi durumundaydı. Ancak, o kabul etmeyince Genel Başkanlığa Burhaneddin Şener'i seç­ tik.

Genel sekreterlik görevi de bana kaldı. 1 960'ta Derneğin

feshi kararını verene kadar bu görevleri yürüttük. Derneğin İstanbul şubesi de açıldı. İlk idare heyetinde Nec­ mettin Hacıeminoğlu, Niyazi Yurdakul, Yücel Hacaloğlu, Gün­ düz Sevilgen ve Ali Said Yüksel vardı. Hacıeminoğlu o sırada Edebiyat Fakültesi'nde öğrenciydi. Bu fakülteyi bitirince asistan ve sonra profesör oldu. Mücade­ le hayatı çok hareketli geçti. Fikir yazıları ile tanındı. Çeşitli milliyetçi gazetelerde yazıları yayımlandı. Adı Türkiye'de du­ yuldu, ilim adamlığı yanında cesur bir fikir ve ülkü eri olarak çalıştı. Gençlik hareketleriyle yakından ilgilendi. Milliyetçiliği sebebiyle İstanbul Üniversitesi'nden ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre sonra, Trakya Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev aldı. Verimli bir çağında tutulduğu hastalıktan kurtula­ mayarak 1996'da vefat etti. Niyazi Yurdakul, Edebiyat Fakültesi'ni bitirdikten sonra sa­ nırım öğretmenliğe atıldı. Yücel Hacaloğlu gazetecilik tahsil etti. Basın mesleğini seç­ ti. Havadis'ten başlayarak, Son Havadis, Yeni İstanbul ve Sa­ bah gazetelerinde çalıştı. Yazılar, kitaplar yazdı. Başbakanlık basın müşaviri olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra Türk O­ cakları Genel Merkezi'nin çeşitli kademelerinde faaliyet göster­ di. Genel sekreterlik yaptı. Özellikle, Ocağın yayınlarıyla geniş ölçüde ilgil<;:ndi .. Gündüz Sevilgen, o sıralarda Teknik Üniversitesi öğrenci­ siydi.

Bu fakülteyi bitirdi, yüksek mühendis oldu. Milliyetçi

teşkilatlarda çalışmalarına devam etti. Manisa milletvekili ola­ rak 1 973'te meclise girdi. MSP'nin genel sekreterliğini yaptı. Ali Said Yüksel, o sıralarda bir bankada hukuk müşaviri olarak çalışıyordu . Mesleki kitapları yayınlandı. Halen İstan­ bul'da öğretim üyeliği ve avukatlık yapıyor. İstanbul şubesinde ilk başkan Yücel Hacaloğlu, ilk sekre-


T A N I D I G ! M ATS IZ

121

ter Necmettin Hacıeminoğlu idi. Sonra idare heyeti değişti. İkinci yönetim kurulu, Nihat Bozkurt'un başkanlığında teşek­ kül etti. TKMD'nin İstanbul Şubesinde seminer çalışmaları ve soh­ betler tertipliyorduk. Bunlar ekseriya cumartesi günleri öğle­ den sonra yapılıyordu . Çoğunda Atsız bulunurdu. Yerimiz çok dardı. Cağaloğlu'nun merkezinde bir bodrum katı kiralamış­ tık. Birkaç ay burada faaliyeti sürdürdük. Sonra taşındık. O za­ man zarfında da çalışmaları aksatmadık. Birkaç sandalyemiz vardı. Dinleyiciler ayakta kalıyordu. Ama çaresizdik. Bu toplantıların bazılarından canlı tablolar hafızamda kal­ mış. Atsız'ın köşede oturuşunu ve konuşuşunu, oğlu Yağ­ mur'un (o yıllarda galiba Üniversitenin ilk sınıfındaydı) kapıya yakın bir yerde ayakta babasını dinleyişini göıiir gibi oluyo­ rum. Yağmur'un iyi yetişmesini ve babasının yerini doldurması­ nı bekler gibiydik. Dikkatlerimiz onun üzerindeydi. Yüksek öğrenimini Almanya'da tamamladı. Ne var ki, babasının ülkü yolundan gitmeyi tercih etmedi.

«DELİ KURT,.lJN İLK YAYINLANIŞI ·Bozkurtların Ölümü· ve ·Bozkurtlar Diriliyor• kitaplarından sonra Atsız'ın yeni bir tarihi roman yazmasını bekliyor ve öz­ lüyordum. O iki romanın tadını çok kimse unutamamıştı. Bu konuda yeni bir hazırlık içinde olduğunu ne kendisin­ den, ne de başkasından işitmiştim. Fakat günün birinde ·Deli Kurt" adlı romanın yayınlanacağını Akşam gazetesindeki ·anons..tan öğrendim. Ve, doğrusunu söyleyeyim, çok da şaşırdım. Üçüncü tarihi romanın böyle ansızın çıkıp gelivermesine değil de, onun Akşam gazetesinde tefrika edilecek olmasına. Zira, Akşam, o yılların sola doğru açıldıkça açılan bir yayın organı halindeydi. 1 958 ortamı, sol ve sağ göıiişlerin açıkça belirtilmesine pek imkan vermeyen, bu davranışları sıkı sayıla­ bilecek bir kontrol altında bulunduran bir dönemdi. Buna rağ­ . men, Akşam, bir yıldan beri süregelen yenileşme hamlesinde •solcu" olarak tanınınış kalemleri sinesinde barındırır hale gel-


1 22

TAN I D J G ı M ATS IZ

mişti. Önceleri bir öğle üzeri gazetesi olarak yayımlanırken, ar­ matörlük yapan bir iş adamı tarafından satın alınınca sabah ga­ zetesi haline çevrilmişti. Devamlı reklamlarla ve gerçekten iyi bir gazetecilik anlayışı ile eski durgunluğundan çıkmış, sür'at­ le tiraj alan bir .. okunur gazete" vasfını kazanmıştı . O sırada ya­ tırım dönemindeydi ve ılımlı bir muhalefet yapıyordu . Belki sola yatkınlıktaki dozun kaçırılmış olduğu endişesi ile bir den­ geleme düşünülmüş olmalıydı. Onun için de ·bir oradan, bir buradan" tavrı ile Atsız'ın romanına talip olunmuştu . Bu suretle imzalar arasında bir denge meydana getirilecekti.

Sol ve hele sosyalist kelimelerinin kolay telaffuz edileme­ diği bir dönemde bu endişe, gazele yöneticileri açısından an­ layışla karşılanabilirdi. Ama, ya Atsız? O nasıl olmuş da, bu hesabın içinde bir par­ ça olmayı kabul etmişti? O vakte kadar hemen daima ya ken­ di çıkardığı, yahut başka milliyetçilerin yayımlandığı dergiler­ de yazılar yazmıştı. Mahkum olmuş komünistlerle bir arada bu­ lunduğu görülmüş şey değildi. O sırada ben de bu gazetede çalışıyor, onun için tefrikala­ rı daha yayımlanmadan, müsveddelerinden okuyordum. Bir gün dayanamayıp sordum: - Hocam, nasıl oldu da Akşam gazetesi aklınıza geldi? Hiç gazetede yayınlamadan da roman halinde çıkarabilirdiniz. O zaman hafifçe gülümseyerek cevap verdi: - Söylemek istediğini anlıyorum. Ben Akşam'a müracaat et­ medim. Onlara tarihi bir roman lazım olmuş. Bozkurtlar'ın şöh­ retini bildikleri için akıllarına ben gelmişim. Türkiye Yayıne­ vi'nden tanıdığım Sezai Solelli aracılığı ile başvurdular. Ben de böyle bir roman yazmayı tasarlıyordum. Anlaşma bu şekilde oldu. Bir lahza durakladıktan sonra ilave etti: - Doğrusu, bu arada benim de paraya ihtiyacım vardı. Bed­ riye'yi Almanya'ya gönderiyorum. Akla gelmedik masraflar çık­ tı. Tefrikadan aldığım parayı bu işlere harcadık. Velhasıl, asıl hareket noktası bu. Başkaları için pek makul olan bu izah, o zaman beni tat-


TANJDIÖIM ATSIZ

123

ınin etmemişti. "Deli Kurı..un, diğer romanları kadar başarılı ol­ mamasında, tutunmamasında bu hareket noktasının tesiri ol­ muş mudur, bilmem.

ÜNİFORMAU MİSAFİR Diyarbakır'dan İstanbul'a gelen Kurtalan Ekspresi'nin bit­ mek bilmez sallantısı içinde geçen iki gün beni hasret ve he­ yecanla yoğurmuş gibiydi. İstanbul'a hasret; altı aydan beri ay­ n kaldığım evime, aileme hasret; iki ay önce doğmuş olan ve henüz yüzünü bile görmediğim oğluma hasret; tanıdıklara, dostlara, yakınlarıma hasret. . . Bu duygulardan Atsız'ın payına da büyükçe bir dilim düşüyordu. Şimdi izinli olarak "sıla..ya gidiyordum. Yedeksubaylığın ilk altı aylık kıt'a hizmeti bitmişti. Bir ay sonra ikinci yarısına, kal­ dığı yerden devam edecektim. Acı-tatlı, zevkli, mihnetli, heye­ canlı bir altı ay'ı geride bırakmıştım. 40. Süvari alayı, il. Tabur, 2. Bölük takım kumandanı Süvari Asteğmeni Altan Deliorman, bu alayın karargahında harekat ve eğitim subayı olarak geçen ayların taze hatıraları içindeydi. İstanbul sisler arasında kaybol­ maya yüz tutmuş, ulaşılması güç bir vaha gibiydi. Doğrusu , arkada kalan altı ay, benim için faydalı bir hayat tecrübesi olmuştu. Yakından görmeme, hele içinde uzunca za­ man yaşamama pek de imkan bulamayacağım bir bölgemizi, bütün şartları ile tanımak imkanını elde etmiştim. İstanbul'a varınca, ilk ziyaretlerimden biri de elbette hocam Atsız'a olacaktı. Onun, gençleri askerliğe, öğretmenliğe ve mülkiyeye teşvik eden sözlerini, yazılarını unutmama imkan yoktu . Ordu sevgisi, "militarizm .. Atsız'ın başlıca tutkularından biriydi. Savaş ve askerlik düşmanlarından tiksinirdi. Yakınları­ nı asker olarak görmekten ayrı bir zevk ve iftihar duyardı. Onun için, diyordum kendi kendime, Atsız'ı üniformalı ziyaret etmeliyim. Düşündüğümü yaptım. Bir kış akşamının hafif yağışında Maltepe'de yürürken, mahmuzlarım caddenin tenhalığında çın çın öter gibiydi. Kü­ lot pantalonum mübalağalı şekilde daraltılmış, siyah, körüklü çizmelerim pırıl pırıl boyanmıştı . Sırtımda, biz yedeksubaylarm pek beğenip sevdiğimiz süvari gocuğu vardı. Omuzlarımdaki


T A N I D I G I M ATS IZ

124

demirler v e gocuğun sarı düğmeleri itina ile parlatılmıştı. D oğ­ rusu ya, kendimi bu üniforma ile pek beğeniyordum. Mahmuz şakırtısı ile irkilip kıyafetime gözleri ilişenler ise biraz da hay­ retle bakar gibiydiler. Yavaş yavaş nesli tükenmeye başlamış son süvarilerden biri . . . Gerçekten de öyleydi. Yedeksubayların son süvari dönemiydik. Bizim mezuniyetimizle birlikte, süvari yedeksubay okulu kapatılmıştı. - Altan, bu üniforma yakışmış sana. - Sağolun Hocam! - Gel bakalım, gel. Çizmelerini çıkaracak değilsin ya. Hah hah! Zaten pek de temizlik arama. Bir misafiri vardı. Tanıştırdı. Üniversitede asistan. İsmen ta­ nıyordum. Bir-iki kelime konuştuktan sonra, misafir, elindeki kitaba daldı. Divanın köşesine çekildi ve ben ayrılıncaya kadar hemen hemen hiç söze karışmadı. (O günün asistanı, daha sonra Edebiyat Fakültesi'nde Türkoloji bilgini olan Prof. Mu­ harrem Ergin'di. Rahmetli Ergin, üstün vasıfları, meziyetleri, çe­ şitli konulardaki derin vukufu ve davaya candan bağlılığı ile, kendisini tanıyanların saygısını kazanmıştır). O akşam, daha çok ben konuştum. Alay karargahının bu­ lunduğu Siverek'ten çizdiğim tablolar, anlattığım hadiseler, bi­ raz da mübalağalı olarak tasvir ettiğim portreler Atsız'ın pek hoşuna gitmişti. O kısa, küçük kahkahalarını birbiri arkasından atıyor, bütün dertlerinden sıyrılır gibi oluyordu. - Anlat yahu, diyordu, böylesini duymamıştım. İçinde altı ay yaşadığım şartlara hayli alışmış olmalıyım ki, Atsız'ın neş'esi ve anlattıklarımı pek orjinal buluşu biraz gari­ bime gidiyordu . Sonra düşündükçe, onu pek haksız bulma­ dım. İstanbul'da doğup büyümüştü. Öğrenimini bu şehirde ta­ mamlamıştı. Ancak kısa aralıklarla İstanbul'dan ayrılmıştı. : Ma­ latya ve Edirne'de 3-4 ay süren öğretmenlikler, gemi katibi ola­ rak Mersin'e birkaç sefer, Ankara'ya bir kaç defa gidiş-geliş . . . Ya seyahati sevmiyordu, yahut hayatın akışı onu İstanbul'a bağlamıştı. Bu yüzden Anadolu'yu hemen hiç tanımıyordu. Oradaki gerçekler, ona biraz buruk, biraz çarpıcı, biraz da ga­ rip geliyordu. Atsız'ın hayatında galiba daha çok mazi ve istikbal vardı. Hal-i hazır onu pek az ilgilendirir gibiydi.


T A N I D I Ô I M A TS I Z

125

ATSIZ'A YAPIŞTIRILAN ETİKETLERDEN BİRİ İstanbul'a izinli geldiğim günlerde ilk kitabım da yayınlan­ mış bulunuyordu. Bir yıl önce Akşam gazetesinde tefrika edil­ miş olan bu kitap, Binbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) Bey'in, Sofya askeri ataşesi olarak Bulgaristan'daki faaliyetlerini ve ha­ yatını ele almaktaydı. Türkiye Yayınevi, tefrika yayımlandıktan sonra, bu kitabı basma arzusunu göstermişti . Bu yayınevi, o zamanın tanınmış, muntazam çalışan bir neşriyat kuruluşuydu. Tahsin Demiray'la anlaşmamız kolay olmuştu . Kitap dizildiği zaman tashih provalarını okumam için, kıt'a adresime gönder­ mişlerdi . O sırada manevradaydık. Provalar, Urfa'ya 10 kilo­ metre uzaklıktaki çadırlı ordugahta elime geçmişti. Gemici fe­ nerinin titrek ışığında zorlukla okuyup yine posta ile iade et­ miştim. Birkaç ay sonra izinli gelişime kadar kitap basılmıştı bi­ le. İnsanın çnk genç yaşta bir kitabının yayınlanması, oldukça heyecan verici bir şey. Kitabı ilk elime alıp da kapağında ken­ di adımı gördüğüm zaman hissettiklerimi anlatmak zordur. Bana -belki haksız olarak- biraz da gurur veren bu kitabın sevincini paylaşmaları için, yakın dostlara imzalı nüshalar ver­ miştim. Tabii bir tane de Hoca'ya göndermem gerekiyordu. O da öğrencisinin bu erken te'lifinden memnunluk duyacaktı. Fa­ kat bir husus vardı: Atsız'ın Atatürk hakkındaki duyguları ve kanaati, o sıralarda -çok kimsenin aksine- olumsuzdu. Benim Atatürk konusundaki bir monografimi bu bakımdan acaba na­ sıl karşılayacaktı? Biraz kuşkuluydum doğrusu. Birkaç gün sonra Atsız'ın bir mektubunu aldım. Kitabı be­ ğendiğini bildiriyor, beni tebrik ediyordu. Daha büyük ve da­ ha güzel eserlerimi beklediğini, bu yolda başarılı olacağıma emin bulunduğunu yazıyordu. Hayli sevinmiş ve ferahlamıştım. Sonra bu kuşkumdan mahcubiyet duyduğum olmuştur. Madem Atsız'ı tanıyordum, ondan bu şekilde bir davranış bek­ lemem tabii olmalıydı. Haksız yere kuşkulanmış, tedirgin ol­ muştum. Zira Atsız, bir ülkü, bir dava adamı olduğu kadar, bir ilim adamıydı da . Bu sebeple, çok kere objektif olmayı başa­ rabiliyordu. Bu, zihni yapısının da tabii bir sonucuydu . Onun tarafsız ve önyargısız olacağını düşünmem gerekirdi .


1 26

TA N I D ! G I M ATS I Z

Bir de Atatürk konusunda, sandığım kadar olumsuz bir ta­ vır içinde bulunmadığını bu vesileyle öğrenmiş oluyordum. Denilebilir ki, bu konuda son derece objektifti. İşte bu yadır­ ganıyordu . Çünkü Atatürk hakkındaki hükümler çok kere ta­ rafsız bir bakışla verilmiyordu . Çocukluk çağından itibaren he­ men bütün nesiller de bu şekilde yetiştiriliyordu. Sonra bir At­ sız ortaya çıkıp da kanaatini açıkça ve sanki aradan yüzyıllar geçmiş gibi tarafsızlıkla söyleyiverince elbette tepkiler doğuru­ yordu . Aslında meseleye böyle bakmak lazımdı ama nerede o an­ layış? Bazı insanlara birtakım etiketler yapıştırarak onları mah­ kum etme ilkelliğinden o zamanlar sıyrılmış değildik. Ama doğruyu söyleyelim; bugün dahi böyle bir tavırdan uzaklaştığımızı iddia edebilir miyiz?


Ü Ç ÜNCÜ BÖLÜM

Fırtına

BİR YAZ GÜNÜ HATIRASI

.D

emek on yıl geçmiş. Ne çabuk! Atsız'ı ilk tanıdığım günden itibaren, gençlik senelerimi alabildiğine dolduran bir coşkunun sarhoşluğu ile geçmiş on yıl! Ülkü uğrunda her fe­ dakarlığın karşılıksız, seve seve yapıldığı delikanlılık çağı. . . Eri­ şilmesi muhakkak, muhakkak, muhakkak gerekli, fakat aynı zamanda yıldızlar kadar u zakta görünen bir hedef için yaşa­ mak, nefes alıp vermek. . . Hiçbir ihtirasın, hiçbir ihanetin, hiç­ bir kıskançlığın, hiçbir ahmaklığın tanınmadığı, bilinmediği .. devr-i saadet... Hafızamı en ücra köşesine kadar didik didik ediyorum. Ha­ tıralar arasında boğulacak gibi olsam da, içlerinde bir teki yok ki, ondan pişmanlık duyayım. Kartal'a giden minibüs yolu üzerinde vasıtadan inip, Fey­ zullah Caddesi'nin köşesini dönerken çeşitli yönlerden gelen düşüncelerin ve duyguların yumağı içindeyim. Bu yumaktan hangi ipliği çekmeye başlasam, sonunda derin b:r özleme va­ rıyorum. Meğer nasıl da özlemişim hocam Atsız'ı! Onu görmeyeli ne kadar oldu? Belki ancak birkaç ay. Fakat araya binlerce kilometrelik mesafenin girdiği aylar. . . Atsız'ı haftalarca görmediğim, çok olmuştu . Ama, her a n göre­ bilme imkanına sahip olmak başka; böyle, vatan coğrafyasının iki uzak ucunda bulunmak zorunluğu başka.


TANIDIGIM ATSIZ

128

İşte, şimdi hasretin düğümünü tel tel çözerek Atsız'a gidi­ yonım. Gitmek ne kelime, adeta koşuyorum. Nabzım şahda­ marımda atıyor. Yüreğimde heyecanlı bir çırpınış, dizkapakla­ rımda belli-belirsiz bir bükülüş. Bir an için de olsa, zihnimde kanat çırpan ihtimali, elimin tersiyle kovmak istiyorum: «Ya, günün birinde, Atsız'dan -şu veya bu şekilde; ister kaderin cilvesiyle, ister ecelin tecelllsi ile­ u zak düşmek alnıma yazılmışsa?.. Böyle bir ihtimalin tasawuru dahi beni sarsıyor. Kendime öfke duyuyorum. Bencil bir düşünce bu' Kendimi, ecelin kar­ şısında daha şanslı görmek düpedüz. Atsız'la aramızda otuz yaş fark var. Onsuz bir hayatm ve onsuz bir dünyanın ne ka­ dar manasız olacağını düşünürken, Atsız'ın ölümünü ve benim sağ kalışımı ihtimallerin çerçevesine hapsetmiyor muyum? Na­ sıl hak görebiliyorum kendimde böyle bir tasavvur için? Öfkem bundan ileri geliyor olmalı . Zile basıyorum. Ayak sesleri. Kapı açılıyor. Atsız'ın çehresi. Hayır, yalnız çehresi değil, alnına dökülen kakülünden, ayak­ larındaki terliklerin ucuna kadar bütün cismi gözbebeklerim­ den suzülüp hafızama nakşolunuyor. Açık yakalı beyaz göm­ leği, gri pantolonu ve (manevra kayışı gibi) omuzlarını kavra­ mış pantolon askıları . . . İri, canlı gözlerindeki sevinç pırıltıları ve ağzının kenarındaki -bir tarafında biraz daha geniş- o tebes­ süm. Meşhur

00000"

..

!arından birini çekerek :

- Buyur Altan, diyor, gel, gel bakalım! Sağdaki odaya giriyor:.ız . Bir misafiri var. Yaşlı bir zat. Ha­ tırlıyorum: Mutlugil Paşa. Şimdi emekli olmuş. Galiba Atsız'la aynı sokakta oturuyorlar. Aralarında eski bir hukuk var. 1 944 Türkçülük davasında; mahkumiyet kararları Askeri Temyizde bozulduktan sonra, Türkçüler hakkında toptan beraat kararı veren askeri mahkeme üyelerinden biri, işte bu Şevki Mutlugil. Mahkeme salonunda başlayan tanışıklık, herhalde sonraki yıl­ larda da devam edip kuvvetlenmiş olmalı. Buna bir de kom­ şuluk eklenince, Şevki Paşa, Atsız'ın devamlı ziyaretçilerinden biri haline gelmiş. İçime gömmeye gayret ettiğim bir memnuniyetsizlik, yüz hatlarımda görünüp kaybolmuş mudur bilmem? Belki böyle bir


TANIDIG!M ATSIZ

129

belirtiyi sezdiği, belki de gözlerimdeki soru ifadesini yakaladı­ ğı için olmalı, Atsız izah ediyor: - Şevki Paşa ile ehemmiyetli bir mevzuu görüşüyorduk. Milli Birlik Komitesi'nin son kararları . . . Bunlardan biri de he­ kimliğin sosyalizasyonu. Biliyorsun, ben de yarı doktor sayılı­ rım. Eski Askeri Tıbbiye talebeliğine böyle kısa bir imada bu­ lunduktan sonra, Şevki Mutlugil'e dönüp: - Paşam, Altan'ı hatırlarsınız, diyor. Hani, şu Talebe Birli­ ği'ndeki konferanslar için sizin tavassutunuzu rica etmiştim. O konferansları tertipleyen talebemdir. Ve, sanki daha dün bcrakmışız da o bahsi tamamlıyormu­ şuz gibi, konuşmaya devam ediyor. Paşa'nın başıyla yaptığı belirsiz bir tasvip işaretini göz ucuyla yakalarken, birkaç yıl önceki hatıralar zinciri zihnimde yeniden canlanıyor. Şevki Mutlugil'in orada bulunuşundan duyduğum hayreti ve huzursuzluğu tahlil etmeye çalışıyorum. Paşa, Atsız ve öte­ ki Türkçüler hakkında verilen vicdanlı ve adaletli karara imza atan askeri hakim. Bu yönü ile, Atsız'ın ne de olsa -minnet de­ ğilse bile- takdirini kazanmış olmalı. Sonra entelektüel bir zat. Üstelik yakın komşu. Memnuniyetsizliğim bunlardan ileri gelmiyor şüphesiz. Atsız'ın tavassutu meselesi şuydu: 1956'da altı arkadaşımla kurduğumuz Türkiye Komünizmle Mücadele Demeği'nin fikri faaliyet programında seminerler ve konferanslar vardı. Semi­ nerleri, ayda 1 50 liraya kiraladığımız küçük lokalimizde mun­ tazaman yapabiliyorduk. Fakat konferanslar için salon lazımdı.

O tarihlerde en uygun salon Milli Türk Talebe Birliği binasın­ daki konferans salonuydu. Fakat buranın yönetimi, MTIB'de değil, aynı yerde faaliyet gösteren Halk Eğitimi Müdürlüğü'nün elindeydi. Salonu (kendi tasviplerini almış faaliyetler için) kira­ ya veriyorlardı. Şu halde iki engelle karşı karşıya idik. Tertip­ lediğimiz konferansın konusu, konferansçının şahsı, zamanı . . . Halk Eğitimi Müdürünün tasvibine muhtaçtı. Yani, bir nevi kontrol! Böyle bir kontrole -veya başka deyişle- ancak tasvip­ ten geçebilecek faaliyetlerle sınırlandırılmaya gönlümüz razı olmuyordu.


TANIDIGIM ATSIZ

1 30

Aynı derecede önemli ikinci engel (her zamanki gibi) pa­ rasızlıktı. Salondan faydalanmamız için belli bir ücret ödeme­ miz lazımdı. O zaman bu ücret kırk veya elli lira kadardı. Ama, lokal kirasını bin bir zorlukla ve harçlıklarımızdan artırdığımız kuruşlarla ödemeye çalışırken, hatta bir süre sonra ödeyemez hale gelmişken, bir de salon ücreti vermemiz imkansızdı. Bu müşkülümüzden bir gün Arsız'a bahsetmiştim. Biraz düşünmüş ve: - Dur hele, demişti, belki bir çare buluruz. Birkaç gün sonra buluştuğumuzda yüzü gülüyordu: - Salon işi galiba oluyor. Mutlugil Paşa'ya bahsettim. Sizin­ le görüşmek istedi. Davet edecek. Sanırım, o hafta içindeydi: Beklenen davet geldi. Merkez heyetinden ve İstanbul şubesinden birkaç arkadaş Paşa'nın makamında, onu ziyarete gittik . Paşa, o gün daha ziyade bizleri dinledi. Arada sorular so­ rarak düşüncelerimizi daha da deşmeye çalıştı. Bir nevi imti­ han! Neyin nesiydik, gayemiz neydi, ne yapmaya çalışıyorduk? Doğrusu sıkılmıştım. Böyle bir •Ön denetim· bana ağır geliyor­ du. Fakat, salon ve dolayısıyla konferans meselesinin halli için. tahammül göstermek zorundaydık. Ayrılırken, bizlere söylediği sözleri (daha açıkçası, verdiği öğüdü) ise hiç unutmamıştım: - Çocuklar, demişti, faaliyetlerinizde belli sınırlar dışına çıkmayın. Hele ırkçılık, Turancılık gibi tehlikeli yollara sapma­ yın. Evet, bize bir kolaylık sağlıyordu ama, şarta bağlı olarak. Atsız'ın tavassut etmiş olması, onu, bizler hakkında ihtiyatlı davramaya sevk etmiş gibiydi. Atsız ırkçıydı, Turancıydı. Bu ta­ rafı ile •tehlikeli,.ydi. Fakat samimi bir vatanseverdi. Komüniz­ min amansız hasmıydı. Paşa'nın takdirini kazanan yanı buydu Yani, Türkçülüğe pek sempatisi olmayan bir zattı. Onu, At­ sız'la yakınlığa ve biz Türkçü gençlere yardıma zorlayan cihet. Komünizm karşısındaki saf birliği olmalıydı. Sonra, belki asker ocağından yetişmiş olmanın sonucu, bel­ ki de o zamanki pek çok subayda ortak vasıf halinde görülen


TAN!DIÔIM ATSIZ

131

bir .. İnönü sempatizanlığı" apaçıktı. B u tarafını, sonraki yıllarda da çeşitli sebeplerle, değişik kimselerin ağzından duymuştum. İnönü'ye yakınlık duyanların hemen hepsi, CHP'nin politi­ kasını da destekliyordu . Mutlugil Paşa bizim nazarımızda C HP'li bir subaydı. Halbuki, biz, İsmet İnönü'yü Türkçülüğün şifa bulmaz bir düşmanı olarak görüyorduk. Atatürk'ün vefatından sonra milll duyguların zayıflamasında, hümanizm ve materyalizm gibi ya­ bancı kültür rüzgarlarının estirilmesinde. Komünizmin Milll Eğitim'den başlayarak pek çok müessesede filizlenmesinde başlıca sorumlu -bize göre- İsmet İnönü idi.

Şevki Mutlugil'i, 1960 yazının o sıcak gününde, Atsız'ın evinde görünce bütün bunları zihnimden geçirmiştim. Memle­ ketin ciddi yönelişler arifesinde göründüğü sırada, bu CHP'li eski istihbaratçının Atsız'ın yakınında bulunuşu hiç de hoşuma gitmemişti. Neydi o "ciddi yönelişler"?

«KUDRETLİ ALBAY" 27 Mayıs 1960 günü girişilen askeri darbe kolayca başarıya ulaşmıştı. Memleketin idaresini "Milli Birlik Komitesi" adı veri­ len bir cunta üzerine almıştı. Komitenin kimlerden meydana geldiği u zun zaman açıklanmamıştı. Yeni yeni ortaya çıkıyor­ du. Fakat, -o zamanki deyimiyle- inkılabın önde gelen şahsi­ yetleri belli olmuştu. Orgeneral Cemal Gürsel, zaten ilk gün­ den belliydi. Albay Alparslan Türkeş ise birkaç gün içinde be­ liımişti. Zira Başbakanlık Müsteşarlığına getirilişi Resmi Gaze­ te'de yayımlanmıştı. Başbakanlık Müsteşarlığı, o günkü şartlar içinde, bir bakı­ ma Başbakanlık demekti. Cemal Gürsel devlet başkanı, hüku­ met başkanı (yani Başbakan) , Milli Birlik Komitesi başkanı ve Silahlı Kuvvetler Kumandanıydı. Tabii, bu durumda, her maka­ mın işleriyle ayrı ayrı ve teferruatlı şekilde meşgul olması im­ kansızdı. Onun için, Başbakanlığı fiilen tedvir edecek olan, müsteşardı.


132

T A N I D I G I M ATSIZ

Yine, kısa zaman içinde, 27 Mayıs günü, Milll Birlik Komi­ tesi adına radyoda konuşan ve inkılabı millete duyuran zatın da Alparslan Türkeş olduğu açığa çıkmıştı. Türkeş'e artık «Kudretli Albay» adı veriliyordu . Bu sıfatı, MiUi Birlik Komitesi içinde güçlü bir şahsiyet olarak belirmesi­ nin deliliydi. Fakat, bunun yanında başka hesaplar da vardı. Perde arkasında yeni siyasi oyunların tezgahlandığı anlaşılıyor­ du . ·Kudretli Albay.. sözü . yıllarca önce, Mısır ihtilali sırasında ilk defa kullanılmıştı. Mısır'da Kral Faruk ve onunla birlikte krallık rejimi devrildiği zaman, önde göıünen ve ihtilalin başı olarak tanınan kimse General Necip'ti. Ancak, General Necip, büyük bir hareketi omuzlayıp götürecek kapasitede değildi. Nitekim, Albay Cemal Abdünnasır'ın adı ortada dolaşmaya başlamıştı. Batılı gazeteler ona ·Kudretli Albay.. adını takmışlar­ dı. Aradan uzun zaman geçmeden Albay Nasır, ikinci ve kolay bir darbeyle General Necip'i iş başından uzaklaştırmıştı. Artık Mısır'da Nasır devri başlamış oluyordu . Yakın geçmişin bu ibretli hadisesini hatırlatmak için ..Kud­ retli Albay.. sıfatını dillerine ve kalemlerine dolayanların mak­ sadı açıktı: Orgeneral Cemal Gürsel'i kuşkulandırarak, itimat ettiği Alparslan Türkeş'le arasını açmak; Milli Birlik Komite­ si'nde ayrılıklar çıkarmak; Türkeş'le onun çevresindeki idealist subayları tasfiye etmek. Bu sonuca varmayı kimler istiyordu ve niçin böyle hesap­ lara dalmışlardı?

MİLLi BİRLİK KOMİTESİ'NDEKİ İKİLİK Milli Birlik Komitesi'ni meydana getiren 38 subayın kimler olduğu gün ışığına çıkarken, Türkeş'in de fikri hüviyeti yavaş yavaş aydınlanıyordu . Bu genç subay -o sıralar 43 yaşındaydı1 944'teki Türkçülük davasının sanıklarından biriydi. Tevkif edilmiş, yargılanmış ve sonunda beraat etmişti. Katıksız bir milliyetçiydi. Bu tutuklama dolayısıyla CHP iktidarının zulmü­ ne maruz kalmış, haksız yere zindana tıkılmıştı. Çok iyi yetiş­ miş bir kurmay subaydı. Sadece kendi mesleğinde başarılı bir


T A N I D I G I M ATS I Z

133

grafik çizmekle kalmamış, memleket ve millet meseleleri üze­ rinde de derinliğine incelemelerde bulunmuştu. Türklüğün mukadderatıyla ilgili yapıcı ve kökleşmiş fikirleri vardı. Bu açı­ dan bakarak, 27 Mayıs harekatını alelade bir hükumet darbesi olarak değil, Türk milletinin ezelden ebede akan hayatı için­ de önemli bir dönemeç, belki yeni bir çığırın başlangıcı şeklin­ de değerlendirdiği anlaşılıyordu . Buna karşılık, MBK'ndeki subayların çoğunluğu için mese-. le hemen hemen bitmişti. İktidarı şu veya bu yolla İsmet Pa­ şa'nın, yani CHP'nin eline teslim etmekle onların görevi ta­ mamlanmış olacaktı. Demokrat Parti devrilmişti ya, memleket kurtulmuş ve gayeye varılmıştı. İsmet İnönü'nün ağzından düşmeyen •seçimlerin bir an ön­ ce yapılmasında sayısız milli menfaat vardır" sözü, iktidar he­ vesinin kısa formülü halinde CHP'li yayın organlarının sütun­ larında durmadan tekrarlanıyordu. Seçimler hemen yapılırsa ne olacaktı? ·Demokrasi..ye sür'atli dönüşün tek ve sihirli yolu gibi gö­ ıiinen bu istek, uygulamada CHP'nin tek başına iktidar olması demekti. Zira, 27 Mayıs öncesi faaliyette bulunan üç siyasi par­ tiden biri tasfiye edilmişti. Bu, hem en geniş oy kütlesine sa­ hip olan, hem de iktidarda bulunan Demokrat Parti'ydi. Seç­ menleri dağınık ve sahipsiz kalmıştı. Diğer iki partiden biri, Osman Bölükbaşı'nın CKMP'si idi. 1960'a kadar Demokrat Par­ ti'ye karşı öyle hırçın bir muhalefet yapmıştı ki, siyaset sahne­ sindeki eski hasımlarının oylarını toplayabilmesi pek uzak bir ihtimaldi. Kala kala CHP kalıyordu. Mazisi eskiydi, iktidara su­ samıştı, maddi varlığı genişti, itibarı yeniden ve bir hayli yük­ selmiş olan İsmet İnönü'nün tartışmasız liderliği altındaydı . Üs­ telik, darbeyi yapanların sempatisi ile çevriliydi . Sempati, bel­ ki biraz nazik bir kelime; buna "himayesi" demek daha doğ­ ruydu. Bu durumda yapılacak bir seçimde, oyların küçük bir kıs­ mının CKMP'ye gideceğini kestirmek hiç de kehanet sayılmaz­ dı. Belki seçime katılma oranı düşük olurdu ama, bu sessiz protesto da sonuçta yine CHP'nin işine yarardı. Böyle bir ortamda yapılacak seçim, demokratik ölçüler içinde ne derece meşru olurdu, orasını düşünen pek yoktu.


1 34

TA N I D I Ö I M ATS I Z

Bu tasarıların gerçekleşmesini önleyecek, belli başlı bir tek engel gözüküyordu : Alparslan Türkeş. Türkeş'in, siyasi hayatta yeni bir takım düzenlemeler yap­ madan, ihtilalin ve ihtilal öncesinin milli bünyede açtığı yara­ ları sarmadan, yeni partilerin kuruluşunu gerçekleştirmeden CHP'nin istediği tarzda bir "acele seçim·e taraftar bulunmadı­ ğı söylentisi halk arasında yaygınlaşıyordu . Yaygınlaşan yalnız bu söylenti değildi. 1944 davası sırasın­ da işkenceye tabi tutulmuş, bu arada tırnakları kerpetenle sö­ külmüş. 27 Mayıs'tan sonra İsmet İnönü ile ilk karşılaşmasın­ da, sökülen tırnaklarının yerini ona göstermiş, İnönü fena hal­ de ürkmüş, vb. Tabii bu ve buna benzer söylentiler doğru değildi. Fakat halk muhayyilesi öyle yakıştırıyordu . Bu yakıştırmanın teme­ linde, İsmet İnönü karşısında bir direniş sembolü yaratmanın ruhi ihtiyacı yatmaktaydı sanırım. 27 Mayıs'ı takip eden yaz ayları içindeki ·ciddi yönelişler.,in tam orta yerinde hep o ..Kudretli Albay"ın üniformalı gölgesi hissedilmekteydi. ·Hekimliğin sosyalizasyonu" da bu yöneliş­ lerden biriydi.

Atsız'ı çevreleyen havada o gün eksik bir şeyler vardı. ·Ho­ canım·? Evet, o yoktu. Edebiyatla tarih arasında rakseden genç­ lik heveslerimin bir ayağı eksik gibiydi. Haydarpaşa Lise­ si'nden edebiyat hocam Atsız, işte burada, karşımdaydı . Ama, aynı liseden tarih hocam ·-Bedriye Hanım· (galiba Atsız'ın söy­ leyişiyle ve bazı yazılarında kullandığı müstear isimle Tolunay Atsız) artık İstanbul'da değildi. Büyük oğlu Yağmur'la birlikte Almanya'ya gitmişti. Yağmur, orada yüksek öğrenimini tamam­ layacaktı. Bedriye Hanım da, Milli Eğitim Bakanlığı'nın orada­ ki bir dış görevine tayin edilmişti. Eksik olan bir şey daha vardı: Daima Hodnım'ın çevresin­ de görmeye alıştığımız, eve teklifsizce girip çıkan komşu kız­ ları . . . Ki, bunlar bahar çiçekleri gibi giyinir, duyulmayacak ka­ dar hafif ayak se;Sleriyle gelip geçerken, Atsız'ın yaptığı şakala­ ra küçük kısa cümlelerle veya kesik kahkahalarla karşılık ve­ rirlerdi. Kapının karşısındaki divanın köşesine çekilmiş, odanın o kısmındaki gölgeler arasında sanki kaybolmuş hissini veren ve


T A N ! D ! Ô I M A T S IZ

1 35

daima susan birini hatırlıyorum. Ben içeri girdiğimde orada mıydı, yoksa sonra mı gelmişti bilmem, ama Atsız onu tanıtır­ ken şöyle demişti: - Doktor Faruk Sükan Hem hekimdir, hem belediyeci, hem de milliyetçi. Konya Ereğlisi'nde belediye başkanıymış. Tabii ki 27 Mayıs gününe kadar. Dr. Sükan'ı ilk defa o gün, Atsız'ın evinde böylece tanıdım. Hep susuyordu. Vedalaşıp ayrılana kadar birkaç kelime ya ko­ nuştu, ya konuşmadı.

1961 seçimlerinde Adalet Partisi'nden Konya milletvekili olarak Meclis'e girdikten sonra, iktidarda veya muhalefette, Dr. Faruk Sükan'la defalarca karşılaştık. Seneler geçtikçe, onun hiç de öyle "sükuti" (suskun) bir zat olmadığını, ilk tanıdığım gün­ kü intıbamda herhalde yanılmış bulunduğumu düşünmüşüm­ dür. Sonra başka misafirler de geldi. Mesela Orhan Şaik Gökyay ile hanımı. İngiltere'den geliyorlardı . Orhan Şaik, o sıralar, sa­ nırım Londra'da görevliydi. Orhan Şaik Gökyay'ı bizim neslimiz daha ziyade ..Bu Vatan Kimin?" şiirinden tanır.

«Bu vatan toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır. Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir·" Sonra "Maraş Türküsü" ve başka şiirleri . . . Benim için Orhan Şaik adı, bunun ötesinde bir mana taşı­ yordu. "Dede Korkut" üzerine yaptığı ciddi bir tedkik, Atsız'ın da eserlerinin yayınlandığı ..Aylıkurt Yayınları" arasında kitap halinde çıkmıştı. Lisedeyken "Deli Dumrul" piyesinin hazırlan­ ması sırasında bu eser üzerinde hayli çalışmıştım. Kitap bende ve tanıdıklarımda yoktu . Onun için, bazı günler, öğleden son­ raları izin alır, Beyazıt'taki Umumi Kütüphaneye giderek orada çalışırdım. Belki bu hatıranın sevkiyledir ki, Orhan Şaik'i görür görmez, o kütüphanenin loş okuma salonları hafızamda can­ lanmış, çalışıp okuyanların üzerine şeffaf bir örtü gibi inmiş sessizliği benliğimde hissetmiştim.


136

TANIDIGIM ATS IZ

Orhan Şaik d e 1 944'teki Türkçülük davasının sanıkları ara­ sında bulunuyordu . Ankara'da Konservatuar müdürü iken, At­ sız, bu eski okul arkadaşını ziyaret etmiş, hemen arkasından da 3 Mayıs nümayişleri meydana gelmişti. Bu kadarı dahi, Or­ han Şaik Gökyay'ın tutuklanması için, o devrin anlayışına gö­ re, yeterli bir sebepti. Sohbete, kalındığı yerden devam edildi . Orhan Şaik, İngil­ tere'de hekimliğin sosyalizasyonu hakkında bildiklerini, gör­ düklerini anlattı. Orada bu konu yıllar önce . halledilmişti. Ak­ samadan da yürütülüyordu . Büyük savaşı başarı ile yönetmiş Çörçil'le birlikte Muhafazakar Parti, top sesleri sustuktan sonra yapılan ilk seçimde devrilmişti. Atlee'nin İşçi Partisi, hekimli­ ğin sosyalizasyonunu gerçekleştirmiş; daha sonra iktidara ye­ niden gelen Muhafa zakar Parti de bu yolda yürümeye devam etmişti. Bu modelin, Türkiye'nin milli bünyesine uydurularak tatbiki pekala mümkün olabilirdi. O akşam üzeri Atsız'dan ayrılırken değişik duygular için­ deydim. Niye böyle olduğunu kendi kendime soruyor ve ce­ vabını yine kendim veriyordum: - Atsız, ihtilal hükumetine hissi bakımdan karşı değil. Onun karar ve tasarılarını, peşinen reddetmiyor. Tepki göster­ miyor. Demek ki, CHP karşısında olduğunu bildiğim pek çok tanıdıkta müşahede edilen "reaksiyoner.. bir tutum içinde bu­ lunmuyor. Bunun sebebi, olsa olsa, karakterine ve dirayetine emin bulunduğu Türkeş'in, Milli Birlik Komitesi'nde tesir -ve belki nüfuz- sahibi bulunuşudur. Beni etkileyen ikinci husus, Atsız'ın memleket idaresiyle ve tatbiki meselelerle yakından ilgilenmeye başlamasıydı . O güne kadarki konuşmalarımız, daha çok Türkçülüğün nazari cephe­ si ile ilgili olurdu. Mesela, böyle sağlık hizmetleri ile alakalı bir konuyu tartışmak aklımızdan bile geçmezdi. Gözümüz 50, 60, belki 1 00 yıl ileriye çevriliydi. Şimdi ise günlük mevzularla ha­ şır neşir olmaya başlamıştık. Türkçülük, Atsız demekti. Ondaki bu değişim, Türkçülü­ ğün gelişmesinde yeni bir merhalenin işareti miydi acaba? Nereden bilebilirdik ki, İstanbul'da akşam güneşi son ışık­ larını şehrin üzerine serperken, Ankara sabahlarına doğan her güneşle Milli Birlik Komitesi içindeki ayrılıklar derinleşmekte ve gitgide şifasız hale gelmektedir.


TANI DI G I M ATSIZ

1 37

ANKARA'DAN HABER Atsız'ın kardeşi Nejdet Sançar, 27 Mayıs sırasında ve sonra­ sında, Ankara'da öğretmendi. Hanımı Reşide Sançar da aynı şehirde öğretmenlik yapmaktaydı. Nejdet Sançar, faal ve gayretli bir Türkçüydü. Güzel konu­ şur ve güzel yazardı. İnanç ve düşüncelerini yakın çevresine yaymada, ağabeyinden bile ilerde sayılabilirdi. Beşeri münase­ betlerinde, hatta Türkçülükle ilgili konularda Atsız'dan daha esnek tavır alabiliyordu. Fakat bu tavrı, herhangi bir meselede tavizkar davranmak şeklinde yorumlanamazdı. Bu noktada, Atsız'dan hemen hiç farkı yoktu. Ankara'da bulunduğu için, politik gelişmeleri daha yakından takip edebiliyor ve Atsız'la sık sık haberleşiyordu. Atsız'a Ankara'dan intikal eden ve onun en fazla güvenilir bulduğu haberlerin kaynağı -sanırım- çoğun­ lukla Nejdet Sançar'dı. 1 960 yazında Atsız, Ankara'ya gitti. İstanbul'dan, evinden, düzenli hayatından pek ayrılmayan Atsız için bu •Önemli,, veya ..büyük,, bir seyahat sayılabilirdi. Dönüşünde getirdiği haberler pek iç açıcı değildi. Milli Bir­ lik Komitesi'ndeki CHP'li subaylarla onların karşısındaki (At­ sız'ın ifadesiyle) ·milliyetçi,, grup tam bir mücadele halindeydi. Komite ikiye ayrılmıştı. Kim ağır basarsa, memleketin ve ihti­ lalin kaderini o eline geçirecekti. İsimler de yavaş yavaş belir­ meye başlamıştı. Milliyetçi MBK üyeleri Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ, Numan Esin, Ahmet Er, İrfan Solmazer, Emanullah Çelebi . . . gibi isimlerdi. (Bunları, o gün­ lerde bize gelen bilgilere göre yazıyorum. Sonradan içlerinden bazılarının CHP grubuna geçmiş olmaları veya belki o sırada da öyleyken bizim duyduklarımızın eksik, yahut yanlış olması şaşırtıcı sayılmamalıdır. Mesela E. Çelebi ve M . Özgüneş bu üyelerdendir. Yine Numan Esin ve Muzaffer Karan gibi bazı üyelerin, 1 3 Kasım tasfiyesinde ·14 !er,, bünyesinde yer almala­ rına rağmen, daha sonraki yıllarda milliyetçiliğin tam karşı kampında gözükmeleri başka bir olaydır. Sırası gelince o bah­ se de gireceğiz). İsmet Paşa'nın talimatı ile hareket eden ve iktidarı CHP'ye vermek için çeşitli tertipler içinde bulunan grupta ise Osman Köksal, Sami Küçük, Cemal Madanoğlu, Mucip Ataklı, Sezai Okan vb. başı çekiyorlardı. Komite dışında kalan bazı subay-


T A N ! D ! G ! M AT S ! Z

1 38

!arın da aynı grupla paralel davranışlarda bulunduğunu işiti­ yorduk. Mesela General Burhanettin Uluç (İzmir valisi), Gene­ ral Muharrem İhsan Kızıloğlu (İçişleri Bakanı, daha sonra Va­ tikan Elçisi) bunlardandı . Ayrıca Cemal Gürsel'in yaveri Albay Ağası Şen'in, ihtilaJin 1 numaralı ismini, CHP'ye daha yakın kılmak için gayretlerde bulunduğu söyleniyordu . Gürsel'le İnönü arasındaki ilk siyasi buluşma, bu zatın aracılığı ve telkin­ leriyle gerçekleşmişti. Gürsel'in (daha o sıralarda bile) telkinle­ re ne kadar müsait olduğunu işittiğimiz için, bu söylentide ina­ nılmayacak bir taraf görmüyorduk. ..paşacı" (yani CHP taraftarı) MBK üyelerinin daha ağır bas­ tığını gösteren bir gelişme, 1960'taki sıcak yazın sonuna doğru ortaya çıktı . Alparslan Türkeş'in hem MBK'nin .. ağır topu·., hem de Başbakanlık müsteşarı olması, çok kimsenin uykusunu ka­ çırıyordu. "Kudretli Albay ..ın kudreti böylelikle daha da artmak­ taydı. O halde buna bir son vermek lazımdı. Komite üyeleri­ nin, aynı zamanda bir başka görevde bulunmamalarına dair "prensip kararı.. teklifi o sırada ortaya atıldı. Fakat asıl hedef, ta­ bii ki Türkeş'ti. Nitekim birkaç gün sonra Türkeş'in Başbakan­ lık müsteşarlığından ayrıldığı (bir emrivaki şeklinde) resmen açıklandı. Bu arada yurt çapında büyük sosyal operasyonlar yapıl­ maktaydı. 55 ağa.. hareketi bunlardan biriydi. Doğu bölgesin­ de nüfuz sahibi bulunan ·ağa.. !ardan 55'i yurdun çeşitli böl­ gelere dağıtılmışlar, yani sürgün edilmişlerdi. ..

Silahlı Kuvvetler içinde de bir başka işlem uygulanmaya başlamıştı. Orduyu gençleştirmek, üst rütbelerde yığılmayı ön­ lemek, piramidi geniş tabana oturtmak gibi formüllerle açıkla­ nan bu tatbikat sonunda binlerce subay ..kendi istekleriyle" emekliye ayrılmıştı. Bunlara cazip ve teşvik edici ikramiyeler verilmekte, yüksek emekli maaşı bağlanmaktaydı. İstekli olma­ yanlardan gerekli görülenler de o yılın 30 Ağustos'unda emek­ liye ayrıldılar. Bu geniş tasfiye hareketi, bir komisyon vasıtasıy­ la gerçekleştirildi. Bu subaylara sonradan EMİNSU adı verile­ cekti. Bir başka tasfiye de üniversitede yapıldı. Çeşitli kusurları veya yetersizlikleri olduğu ileri sürülerek, öğretim üyelerinden 147 kişinin, bağlı oldukları üniversitelerle ilgilen kesildi. "Yedek subay öğretmenler" uygulaması da o dönemin hatı-


T A N I D I G I M ATS IZ

1 39

ral arı arasındadır. Lise ve dengi okullar mezunları, yedek su­ baylıklarını diledikleri takdirde ilkokul öğretmeni olarak yapa­ bileceklerdi. Nihayet, basına da bir çekidüzen verileceği söylentileri yaygınlaşmaya başladı. Demokrat Parti'nin çürütülmesinde ve dolayısıyla 27 Mayıs darbesinin kolay gerçekleşmesinde bası­ nın önemli rolü olmuştu; bu muhakkak. Fakat, acaba basının bizzat kendisi ıslaha muhtaç değil miydi? O yaz birtakım teşeb­ büslere geçilmiş, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti'nin önderliğin­ de, basına yönelecek "tedbir,,lere karşı geçici ve acele de olsa bazı ..ön tedbir,,ler alınmıştı. Sonraki yıllarda birçok gazetede klişeleşmiş olarak görülen "Basın Ahlak Yasası,, ve bunu tatbik edecek .. Basın Şeref Divanı,, bu teşebbüsler arasındaydı. Ama, MBK üyelerinden bazıları -ki, bunlar en gençleriydi ve Türkeş'in çevresi olarak tanınıyorlardı- "Babıali'den de geçi­ leceğini,, açıkça ifade eden nutuklar vermeye başlayınca belli çevrelerin tahammül sınırları iyice aşılmış oldu. CHP propagandası, bütün bu gelişmeleri ustalıkla kullan­ masını biliyordu . Bu propaganda, haksız ve adaletsiz görünen, şikayetlere yol açan icraatı Türkeş grubunun yaptırdığını ilan ediyor, çeşitli imalarla MBK'nin milliyetçi kanadını yıpratmaya çalışıyordu. Bunda başarı sağlanmadığı da kolay kolay söyle­ nemezdi. Basınla ilgili ihtiyatsız beyanlar da -biri müstesna­ hemen bütün günlük gazeteleri CHP tarafına büsbütün itmişti. Bu ortam içinde, Ankara'dan iyi haberler gelmesi pek bek­ lenemezdi. Ama Atsız, tahminimden iyimserdi. O zaman, bu iyimserlik bana ve çevremizdeki herkese sirayet ediyordu. Se­ bebini sorsalar bilemezdik. Ve zaten, gerçeğe dayanan bir tah­ minden ziyade, belki de bir temenniydi bu. O yaz sonuna doğru Atsız'ın evinde hemen her hafta, tatil günleri toplanır olmuştuk. Bazen konuşmaların sonunu alamı­ yor, akşam yemeğini de birlikte yiyorduk. Hep ·memleketi kurtarmak·fa, Atsız'ın deyımiyle de ..dünyaya nizam vermek,,le meşguldük. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu halimiz hayli tuhafıma gidiyordu . Neydik, kuvvetimiz neydi, neyi başarabilmek iktida­ nndaydık; bunu düşündüğümüz pek yoktu . Yüreğimizdeki millet ve memleket aşkı ne kadar büyük olursa olsun, benliği-


1 40

TAN!DIGIM ATSIZ

mizi kasıp kavuran Türklük sevgisi n e derece yangına benzer­ se benzesin, neye dayan::ırak bu •yeni nizam..ı gerçekleştirebi­ lecektik? Bütün konuştuklarımız belki sadece fanteziden ibaretti. Ama ne gam; Atsız'la beraber olduktan ve onun engin ülkücü­ ğülünü teneffüs ede ede yaşadıktan sonra . . .

«MİLLl YOL> TEŞEBBÜSÜ Sonbahara doğru Türkçülüğün, siyasi bir fikir dergisi ile sesini duyuracağını öğrendim. Daha önce 1 944'te Orhun, 1950-S l 'de Orkun etrafında toplanmış olan kadro, şimdi yeni bir hamleye girişecekti. Dergi haftalık olacaktı ve ·Milli Yol» adını taşıyacaktı. Orkun'u 68 sayı omuzlayıp götürmüş olan İs­ met Tümtürk, şimdi "Milli Yol ..un hazırlıkları ile meşguldü , her­ halde başında da o bulunacaktı. O yıllarda Babıati'de milliyetçi basın mensuplarının sayısı belki iki elin parmaklarını aşmazdı. CHP'li olmamak, hele mil­ liyetçi .olmak Babıali'de bazı kimselerin nazarında "suç•, bazı­ larının nazarında ise •ayıp..tı. Hele gazetenin teknik yönlerini bilen, mizanpaj anlayışı ve alışkanlığı olan gazetecilerin sayısı pek azdı. Bunun için olmalı ki, bir gün İsmet Tümtürk'ün bir davetini aldım. Haberi getiren eski arkadaş: - Hemen git, görüş. Milli Yol'a acele bir yazı işleri müdürü lazım, diyordu . Yedek subaylık hizmetine giderken çalıştığım Akşam gaze­ tesi bir kadirşinaslık göstermiş ve benim kadromu bir buçuk yıl boş tutarak, orada geçici bir eleman çalıştırmıştı. Dönüşüm­ de o işime hemen başlamıştım. Fakat, ikinci bir iş, hele hafta­ lık dergi işi için yeterli zamanım kalıyordu. Ayrıca, bu tarz bir ülkü dergisinin heyecanı bulunur şey değildi. İsmet Tümtürk'le konuştum. Evet, böyle bir teşebbüs var­ dı. Ama şirket henüz kurulmamıştı. Sermaye tamamlanınca dergi mutlaka çıkarılacaktı. Bu da birkaç ay'ı alırdı. O safhada beraber çalışacaktık. Atsız'la da Milli Yol işini görüştüm. Tabii haberi vardı. La­ kin idari tarafı ile hiç ilgilenmiyordu . Çıktığı zaman yazı yaza­ caktı, o kadar.


TANIDIGIM ATSIZ

141

Bana öyle geldi ki, Atsız, bu defa dergi teşebbüsüne fazla hevesli değil. Yapılmasına karşı çıkmıyordu ama, (mesela Or­ kun'da olduğu gibi) işin tam içinde bulunmuyordu. Şaşırmadım desem yalan değil. Benim bazen ne kadar heyecanla ve ne büyük arzu ile kar­ şıladığım teşebbüslere, Atsız'ın uzak veya soğuk durmasını ko­ lay anlayamıyordum. Onun fikrine ve tavrına karşı bir mütalaa belirtmek saygısızlık olurdu. Haddini aşmanın ta kendisi . . . Ben dünyaya gelmeden önce milliyetçilik mücadelesine girişmiş, bu uğurda nice zahmetlere seve seve katlanmış, zindana gir­ miş, maddi-manevi çeşitli baskılara maruz kalmış, Türkçülü­ ğün sembolü olmuş ·hoca·ma aykırı düşünmeyi bile kendime yakıştıramıyordum. Bir bildiği vardır. Ben meseleye ondan iyi vakıf olacak değildim ya! Milli Yol teşebbüsü bir-iki ay sonra kesintiye uğradı ve an­ cak bir yıl sonra yeniden ele alınabildi (O fasla ilerde gelece­ ğiz).

TÜRK KÜLTÜR DERNEKLERİ 55'ler, 1 47'ler, Eıninsu'lar vb. gibi tasfiyelerden sonra, 1 960 sonbaharında ·Ülkü ve Kültür Birliği· tasarısı tartışılmaya baş­ lanmıştı. Kardeş kavgasına sürüklenmiş, köye giden vasıtaları­ nı, kahvehanelerini, camilerini, hatta mezarlıklarını ayırmış hal­ kı milli ülküler etrafında ve kültür beraberliği içinde toplamak, böylece sosyal yaraları şifaya kavuşturmak lazımdı. Bu gerek­ çeyle, bazı MBK üyeleri tarafından bir tasarı hazırlanmıştı. İh­ tilalin meclisi, Milli Birlik Komitesi idi. Orada kabul edilen ta­ sarılar kanunlaşmış oluyordu. Bu tasarının MBK gündemine gelmesi yakındı. Tam o sırada CHP'nin dümen suyundaki yayın organların­ dan koro halinde bir fery::t yükseldi: Bu tasarı antidemokratik­ ti. Irkçı-Turancı görüşle hazırlanmıştı, maksadı karanlıktı. Ve, aynı zamanda Türkeş'le etrafındaki milliyetçi subaylara karşı dehşetli bir hücum kampanyası . . . Bu, üç-dört aydan beri görülmemiş bir şeydi. Basın, MBK hakkında, onun mensupla­ rı hakkında kolay kolay ağzını açamazken, en küçük bir ima­ yı bile binbir ihtiyat tedbiriyle- sütunlarına alabilirken bu şaşır­ tıcı cesaret nereden geliyordu? Anlaşılıyordu ki, birtakım yeni


TANIDIGIM ATSIZ

142

teşebbüsler tezgahlanmakta, ihtilal şokundan sıyrılmaya başla­ mış kamuoyu şartlandırılmak istenmektedir. Ülkü ve Kültür Birliği'nin unsurlarından biri "Türk Kültür Dernekleri" olacaktı. Bu dernek kurulmuş, genel merkezi An­ kara 'da törenle açılmıştı. Devletin geniş ölçüde desteğine sahip olacağı anlaşılıyordu . Atatürk devrindeki halkevlerinin vazife­ sini görecekti. Şu farkla ki, onlar gibi yozlaşıp, parti emrine gir­ mesi düşünülemezdi. Bir akşam üzeri, Sahaflar Çarşısı'ndan çıkmış, üniversiteye doğru yürüyordum. Beyazıt Camii'nin arkasındaki Çınaral­ tı'ndan geçerken Atsız'la karşılaştım. - Altan, ben de seni arıyordum, dedi. - Hayrola Hocam? - Hayırdır. Hele şurada oturup birer çay içelim. Konuşmamız lazım. Çay ocağını çevreleyen küçük, hasır iskemlelere doğru bir­ kaç adım atmıştık ki: - Yok, dedi, kütüphaneye gidelim. Orada daha rahat ko­ nuşuruz. Zaten oradan geliyormuş. Süleymaniye'ye doğru yüıiimeye başladık. 1 960 ilkbaharındaki hareketliliğin aksine, üniversite bahçesi yemyeşil, asude ve tenhaydı. insan, can kaygusuna düşmeden oradan pekala geçebilirdi. Biz de o yoldan Süley­ maniye Kütüphanesi'ne yürüyorduk . Anlattı: Türk Kültür Derneği'nin İstanbul şubesi kurulacak­ tı. Onun için bir kurucu heyet listesi hazırlanmıştı. İmzalar top­ lanıp Ankara'ya gönderilecekti. Listede ben de vardım. Bu ba­ kımdan gerekli kimlik bilgileri ve imzam lazımdı. Kütüphane­ de bu işlemi tamamlayacaktık. Hiç sormadım: kurucu heyetin içinde kimler vardı? Hangilerini tanıyordum? Derneğin nizamnamesi, gayesi neydi? Madem Atsız uygun görmüştü: - Hayır, ben kurucu olmak istemiyorum, diyebilir miydim? Yalnız öyle tahmin ediyorum ki, o listede Atsız'ın kendisi yoktu .


TANIDIÔIM ATSIZ

143

Sonra bir daha hiç sormadım: Kurucu listesi, genel merke­ ze gönderilmiş miydi, yoksa o safhaya varmadan lüzumsuz ha­ le mi gelmişti? Lüzumsuz hale nasıl gelmiş olabilir? Kısa bir süre sonra 13 Kasım hareketi yapılmış; Milli Birlik Komitesi, CHP'nin kontrolüne girmiş. Türk Kültür Dernekle­ ri'nin genel başkanlığına da Behçet Kemal Çağlar getirilmişti. Bu safhada, yeni teşekkülün şubeleri CHP taraftarlarınca kurulacak, bu dernek de o partinin yan kuruluşu h:lline gele­ cekti . Atsız'ın hazırladığı liste, böyle bir haie girmiş derneğin İs­ tanbul şubesini teşkil etsin, elbet olacak şey değildi. Nitekim, gelişme bu yönde oldu. O kadarla da kalmadı, bir müddet sonra adı "Halkevleri· olarak değiştirildi, gittikçe sol kanada doğru kaydı ve Milli Birlik Komitesi'nin "tabii senatör" unvanını almış CHP'li üyelerinin genel başkanlıkları altında, 1970'ler Türkiye'sinde anarşi merkezlerinden biri haline geldi. Halbuki ne güzel adı vardı, ne halis gayelerle kurulmuştu ve Türkiye'ye ne kadar faydalı hizmetler yapabilirdi. AFŞIN'IN VEDAI Elimdeki kısa notu okurken yüreğim daralıyordu . Atsız, ba­ na yazmış ve küçük odadaki masanın üzerine bırakmıştı. Ken­ disi evde yoktu . O anda, Ankara'ya koşan sabah ekspresinin bir kompartımanında olmalıydı. Küçük kağıdın üzerindeki yazı, her zamanki gibi ..Azizim Altan" diye başlıyordu . Önceden kararlaştırdığımız haide beni bekleyemediğini, acele Ankara'ya gitmek zorunda kaldığını ya­ zıyordu. Mazeret son derece meşru idi ve sanırım Atsız'ı can evinden vurmuştu. Yeğeni (kardeşi Nejdet Sançar'ın oğlu) Af­ şın, beklenmedik bir zamanda vefat etmişti. Onun için, haberi alır almaz, bu en acılı zamanında kardeşinin yanında olmak is­ temişti. Masanın başına oturdum. İçimde garip bir sıkıntı, düşünüp kaldım. Gözlerim nottaki yazıda geziniyor, fakat kelimelerin manasından ziyade harflerin şekilleri üzerinde takılıp kalıyor­ du. "Yiğenim Afşm• yazarken, ..y,,nin sert çekilmiş kuyruğu;


TA N I D I Ô I M A T S I Z

1 44

ondan sonra ·e• haıfini beklerken, birden çıkıp gelivermiş gibi bir küçük ·i·; ·ğ·nin üzerindeki mübalağalı yumuşatma işareti ve hele ·Afşın• kelimesi . . . O anda, b u zamansız ölümün getireceği acıklı sonuçları kestirmeme tabii imkan yoktu . Zira, ne Nejdet Sançar'ı ve ha­ nımını yakından tanıyordum, ne de oğlu Afşın'ı... Bu genç ço­ cuk, meğer Sançarların tek evlatları ve hayattaki en kıymetli varlıklarıymış. Okulunda parlak bir öğrenci, anasıyla babası­ nın, gelecek için büyük ümitleriymiş. Öldüğü. zaman 1 5 yaşını sürmekteymiş. Bu felaket, Nejdet Beyle, yine öğretmen olan hanımında derin tesirler yarattı. Ilağrıyanık baba, bir süre sonra oldukça ağır bir felç geçirdi. Hastalığı, irade zoru ve hayli uzun teda­ vilerle yenmeye çalıştı. Başarılı da oldu. Ancak, bacağının biri­ ni, uzun zaman baston yardımı ile sürükledi. Hayatının sonu­ na kadar da, oğlunun acısını daima tazeleyen tadsız bir hatıra gibi, aksayarak yürümek zorunda kaldı. Fakat, bütün bunlara rağmen Türk milliyetçiliğine hizmeti hiç aksatmadan, son ne­ fesine kadar devam ettirdi. Kendisinin, ağabeyi Atsız'ın ve baş­ ka Tüi"kçülerin kitaplarından meydana gelen bir seri neşriyata da ·Afşın Yayınları• adını verdi. Afşın'ın annesi ise, ellerinin arasından kayıp giden yavru­ sunun verdiği dayanılmaz ıstıraba gömülerek yaşadı. On beş yıl sonra, kocası Nejdet Sançar vefat ettiği gün bile evlat acısı azalmamış, belki bir büyük hasrete dönüşmüştü. Ansızın çıkıp geliverecek bir yolcuyu bekler gibiydi. Uzun yıllar her akşam sofraya, kendisiyle kocasından başka -Afşın için- bir üçüncü tabak koyması. bu bekleyişin ifadesi değil miydi? Atsız'ın o gün herhalde Ankara yolunda yazmış olması la­ zım gelen şu ağıt, ·yiğeni· Afşın'ın ruhuna hediyedir:

Ne ümitlerle gelip dünyaya En güzel ismi takındın: Afşın! Böyle erken bırakıp gitme neden? Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın? Kaldı senden bize bir gamlı seda...

Bir vedadır o seda, sade veda! 6 Kasım 1960, Pazar.


T ,\ N I D I G I M A T S I Z

145

6 Kasım 1960, Pazar . . , Güneşli, ılık bir sonbahar günüydü. Tek tük beyaz bulut parçalarının örtemediği, mavi, berrak bir gökyüzü. Yarı soyunmuş ağaçların dallarında sevinç, yolların­ da: sararmış yapraklar. Bir tatil gününün Maltepe'de yeni yeni kıpırdanmaya başlamış sakin neşesi . . . O gün, belki d e akşam karanlığına kadar sürecek uzun sa­ atleri birlikte geçirmek üzere sözleşmiştik. Atsız, ben ve daha iki-üç genç arkadaş. Atsız'ın deyişiyle "dünyaya nizam vermek üzere.. hayallerle gerçeklerin kaynaştığı bir sohbet gününü ya­ şayacaktık. Yalnız bir şartla! O şartı da ben koşmuştum. Zira sıkılıyor, eziklik hissediyordum. Konuşmanın tadına doyamıyor, zaman ölçüsünü kaçırıyor, bileklerimize zincir gibi asılmış saatlere düşman kesiliyorduk. Sözün yarım kalmaması için mecruben Atsız'a sofra arkadaşlığı ediyorduk. Bir, üç, beş . . . bunun sonu gelmeyecek gibiydi . Halbuki, pekala biliyordum ki, Atsız, mü­ tevazı memur maaşı ile ancak geçinebilen bir kimseydi . Küçük de olsa maddi bir yük yüklemek çok yakışıksızdı. Bu endişenin tesiriyle olmalı ki: - Hocam, demiştim, iyi güzel! Pazar günü gelelim. Ama herkes yemeğini beraberinde getirsin. Böylece hem Kaniye'ye ağırlık olmayız, hem de zamandan kazanırız. Önce gücenik, sonra şakacı gözlerle bakmış ve tabii, itiraz etmişti: - Canım, bilmiyor musun, dünya hazinesi bizim! Ama öyle ısrar etmiştim ki, nihayet gönülsüz de olsa , rıza göstermişti. Galiba o günkü grup içinde evli olan yalnız bendim (At­ sız'ın hanımının o sırada, Almanya'da görevli olduğunu yaz­ mıştım) . Onun için hepimize yetecek kadar, taşınması kolay yemek hazırlatmış, paketler ellerimde Maltepe'nin yolunu tut­ muştum. Zihnimdeki bu hazırlığın büyüsü , masa üzerindeki kı­ sa notu bulur bulmaz bozulmuş, adeta hayal kırıklığına dön­ müştü. Teessürümü ifade eden ve başsağlığı dileyen bir cevap ya­ zısını aynı masaya bırakıp ayrılırken, doğrusunu söyleyeyim, biraz da oyuncağı kırılmış bir çocuğun ruh halini yaşıyordum.


146

TA N I D I G I M A T S I Z

ACELE SEÇİM VE SİYASI RÜŞVET - Ankara'da durum çok karışıktı. Sinirler iyice gergin. Ko­ mite ikiye ayrılmış . Bir tarafta milliyetçiler, diğer tarafta CHP'li­ ler. Her iki taraf da toplantılara silahlı olarak geliyorlarmış. Çok kere tabancalarını masanın üzerine koyarak konuşuyorlarmış. İki taraftan biri, diğerini tasfiye edecek. Başka çare yok. Atsız, yeğeni Afşın'ın ölümü üzerine gittiği Ankara'dan dönmüş, bizim için yeni sayılacak pek çok da haber getirmiş­ ti. Gerçi CHP tarafını tutan yayın organlarında (o sırada gün­ lük gazetelerin ve haftalık yorum dergilerinin çoğu bu kamp­ taydı) kah isim vererek, kah ima yoluyla Türkeş ve arkadaşla­ rına karşı açılan karalama kampanyasından hayli şeyler sezin­ lemekteydik. Fakat durumun bu derece gergin olduğunu yine de tahmin edemiyorduk. Halbuki neler olup bitiyormuş. Demokrat Parti'nin bütün meclis grubu ve diğer ileri gelen­ leri hapisteydi. Eski iktidarı destekleyen geniş vatandaş kütle­ si -ki, şüphesiz o tarihte ve o şartlarda dahi millet çoğunluğu idi- ürkek, dağınık ve kararsızdı. CHP ise ihtilale sahip çıkmış, yıllardır amansız biçimde mü­ cadele ettiği rakibinin sahneden silinmesiyle adeta tek başına kalmıştı. Demokrat Parti'nin hükmi şahsiyeti de, bir mahkeme kararı ile sona erdirilmiş, yani ortadan kaldırılmıştı. Böyle bir ortamın avantajlarını mümkün olduğu kadar sür'atle kullarunak CHP ile İsmet İnönü'nün siyasi hesapları arasındaydı. Bunun için de Milli Birlik Komitesi'nin seçim ka­ rarı vermesi gerekiyordu. Bu hesabı sezen bazı MBK üyeleri, hemen yapılacak bir se­ çime taraftar değillerdi. Bu seçimin, iktidarı CHP'ne teslim et­ mekten başka bir mana taşımayacağını biliyorlardı. Onun için, Türkiye'nin muhtaç olduğu reformları yapmak, kütleler arasın­ daki düşmanlığı sona erdirmek, kalkınma yollarını açmak, mil­ li eğitimden idari cihaza; politikadan çalışma hayatına kadar pek çok sahada gerekli düzenlemeleri sağlamak lazımdı. Dev­ let yeniden kurulmalıydı. Ülkenin bütün imkanları, milletin bü­ tün kabiliyetleri seferber edilmeliydi. Türkiye, çağlar üzerinden aşarak, en kısa zamanda çağdaş teknolojinin imkanlarına ka-


147

TANIDIGIM ATSIZ

vuşturulmalıydı. Ayrıca, seçimlerden önce, CHP dışında kalan geniş seçmen kitlesi de siyasi teşkilatlanmaya kavuşturulmalı, kendi partilerini kurabilmeliydi. Seçim yarışı, ancak böylelikle eşit, dengeli ve adaletli hale getirilebilirdi. Bu görüşleri savunan grup, Milli Birlik Komitesi'ne hakim görünüyordu . Kamuoyu, bu grubun lideri olarak Alparslan Türkeş'i tanıyordu . İkinci grup ise CHP sempatizanlarıydı. İçlerinden çoğu 27 Mayıs'a son anda katılmıştı. Omuzlarına binen sorumluluk yü­ kü onları tedirgin etmiş, korku ve endişeye sürüklemiş gibiy­ di. Bu işten bir an önce kurtulmanın, o arada kendilerine de sağlam bir statü sağlamanın telaşı içindeydiler. İhtilalin lider ismi Cemal Gürsel bu gruptaydı. Milli Birlik Komitesi'ndeki üçüncü grup, hemen her toplu­ lukta görülen zayıf ve kararsız kimselerden meydana gelmek­ teydi. Kuvvet dengesine ve şahsi emniyet garantilerine göre, diğer iki grup arasında yalpalamaktaydılar. Bu ortamda iken Kurucu Meclis, yeni anayasa ve tabii se­ ..

natörlük• meseleleri ortaya çıktı. Tabii senatörlük, İsmet İnö­ nü'nün buluşuydu. Milli Birlik Komitesi üyeleri, yeni anayasa­ ya göre teşekkül edecek Senatoda otomatik olarak ve hayatla­ rı boyunca yer alacaklardı. Tabii senatörlük teklifi, aynı zamanda bir siyasi oyundu. Ömür boyu sürecek seçimsiz bir senatörlüğün cazibesine ka­ pılacak olan MBK üyeleri, bu suretle erken seçime razı olacak­ lardı. Bir nevi ·siyasi rüşvet•. Kararsızlar ise böylece CHP sem­ patizanları safına kayacaklardı. Ya razı olmayacaklar bulunursa? CHP'ne göre, onların tasfiye edilmesi lazımdı. Çeşitli iftira ve suçlamalarla, millet nazarında küçük düşürülmeleri ise, CHP'li basının yabancı ve acemi olmadığı bir hizmet sahasıy­ dı. İsmet İnönü'ye yakınlığı ile tanınan bazı MBK üyeleri, tabii senatörlük teklifini Komite'ye Ekim 1960 sonlarında ulaştırmış­ lardı. Teklif, uzun ve sert tartışmalara yol açmıştı. Üyelerden 1 1 'i bu teklifin kabul edilmesini istemişlerdi. Diğerleri ise bu-


T A N ! D I G I M ATS I Z

148

nu doğru bulmamış, millet huzurunda edilen yemine (*) aykı­ rı olduğunu ileri sürmüşlerdi . "Türkeşçi,, olarak tanınan genç bir komite üyesi, tabii senatörlüğün ..siyasi rüşvet,, olduğunu, İsmet Paşa'nın iktidarı almak için kendilerine bir kemik uzattı­ ğını haykırmıştı. Modern hiçbir memlekette böyle bir anayasa hükmü ve benzer bir müessese yoktu . Hiçbir karşılık bekleme­ den hizmet edileceği hususunda millete söz verilmişti. Bu tek­ lif reddedilmeliydi. Sonunda oylamaya geçildi ve 1 1 'e karşı 26 oyla tabii sena­ törlüğün reddine karar verildi . Peki, nasıl bir yol takip edilmesi lazımdı? Milli Birlik Komitesi'nin dört yıl daha iktidarda kalması için milletin tasvibi alınmalı, yani referandum yapılmalıydı. Dört yı­ lın sonunda ise MBK, Milli Birlik Partisi olarak teşkilatlanmalı ve diğer partilerle birlikte, seçime katılmalıydı. Bu görüş de, aynı oy oranları ile kabul edilmişti. Böyle bir karar ise, CHP'nin ve İsmet İnönü'nün bütün he­ saplarını alt üst etmekteydi. Gürsel, kararsızlık içinde bocalıyordu. Seçimlerden sonra cumhurbaşkanı yapılacağı şeklindeki CHP vaadi ağır basıyor, esasen ·Kudretli Albay.. yakıştırmasından ürktüğü için, Tür­ keş'le etrafındakilerden gittikçe uzaklaşıyordu .

Atsız, bu haberleri Ankara'dan getirdiğinde sanırım Kasım ayının 9'u veya l O'uydu. O yıl "Atatürk Haftası,, ilan edilmiş, MBK üyeleri çeşitli yerlerdeki toplantılarda konuşmak üzere yurda dağılmışlardı. Bu dağılışın, her iki kanadın da kendileri­ ne destek ve kuvvet sağlamak için gerekli temasları yapmak yolunda bir vesile olduğunu tahmin ediyorduk.

(") Mill1 Birlik Komitesi üyelerinin, millet huzurunda ettikleri yemin (Yüce and) şöyleydi: ·Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan haklan prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın kendimi Türk milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü giit­ meyeceğim. Demokratik Cumhuriyeti yeni anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı ye­ ni meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namu­ sum, mukaddesatım üzerine and içerim.•


T A N I D I G I M ATS I Z

149

Bu yüzden, gergin bir bekleyiş içindeydik. Atsız'a göre, bu kapışmadan milliyetçi grup galip çıkacak­ tı. Böylece Türkiye'de milli bir uyanış ve silkiniş devri başlaya­ cak, memleket güzel günlere doğru yürüyecekti. Sanırım, hayalleri ve temennileri ile gerçekleri birbirine ka­ rıştırıyordu. Nitekim, öyle olduğu üç-dört gün sonra ortaya çıktı.

1 3 KASIM DARBESİ 1 3 Kasım 1960 günü pazara rastlıyordu. İstanbul, bir hafta önceki gibi, yine güneşli ve ılık bir sonbahar tatilindeydi. O sıralarda çalıştığım gazetede işim gece yarısından sonra bitiyordu. Cumartesiyi pazara bağlayan gece de, çok geç saat­ lerde eve dönmüştüm. Ancak uyuyacak kadar vaktim vardı. Öğle üzeri yine gazeteye gitmek zorundaydım. Pazar nöbeti sı­ rası o hafta bendeydi. Gündüz iş başı yapmam gerekiyordu. Radyoda öğle ajansına kulak kabartırken, bir taraftan da aceleyle birkaç lokma yemeye çalışıyordum. Haberlerde, Milli Birlik Komitesi başkanı, Devlet ve Hükumet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkumandanı Orgeneral Cemal Gürsel imzası ile yayınlanan bir bildiriden parçalar kulağıma çalındı. Fakat ke­ sin bir mana çıkaramadım. Galiba Milli Birlik Komitesi feshe­ dilmiş ve yeniden kurulmuştu. Yeni komitedeki isimleri tam anlayamadığım için tereddütteydim. Gerçi, Gürsel adına yapı­ lan bir hareket olduğu anlaşılıyordu ama, hangi grup kazan­ mıştı? Olaylar aydınlandıkça o günkü iyimser şüphemi tebessüm­ le hatırlamışımdır. Ama gerçek şuydu ki, o günlerde Cemal Gürsel'in adı her iki tarafın galibiyet ilanında pekala yer alabi­ lecek durumdaydı. Gazeteye vardığımda durumu öğrenmiştim. Tasfiye edilen­ ler Türkeş ve arkadaşlarıydı. İnönü kazanmıştı. Ankara'dan ge­ len haberler yetersizdi. Bu emrivakiye karşı direnme olmuş muydu? Komiteden çıkartılan l4 subay (·14'ler• deyimi o gün­ den itibaren yerleşmiştir) hangi akıbete duçar olmuşlardı? Evet, tutuklanmışlardı. Ama sonra?


1 50

TANIDIGIM ATSIZ

Çeşitli yorumlar v e tahminler yapılıyordu. Bunlar arasında en çarpıcısı (ve o günün şartlarına göre oldukça inandırıcısı) 14 komite üyesinin kurşuna dizildiği idi. Herkes eğilimine gö­ re düşünüyordu. CHP'li ve sosyalist olanlar, 1 4'lerin böyle bir cezaya müstahak olduklannı haykırıyorlardı. Hemen o gün ce­ saret bulmuş, adeta azgınlaşmışlardı. Bir gün önceye kadar sus-pus olan, fazla sesi çıkmayan bu kimseler, 13 Kasım dar­ besini, CHP iktidarı yolundaki ciddi bir engelin kaldırılması olarak görüyorlardı. Gazeteye vardığımda birkaç milliyetçi arkadaşım beni bek­ lemekteydi. Yüzleri asık, endişeli ve te!aşlı idiler. Türkiye'de yeni bir terör devri mi başlıyordu? Milliyetçilere karşı bir terör mü olacaktı bu? Milliyetçiliğin manen mahkum edilmesi için 1 3 Kasım bir bahane sayılabilir miydi? İçlerinden bir-ikisi bitkin bir haldeydi . Adeta yıkılmış gibiy­ diler. Hele, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde asistan olan biri büsbütün perişandı. Tam bir panik halindeydi. - Bu felaket, diye inliyordu, mahvımıza sebep olacak. Ar­ tık milliyetçiliğe hayat hakkı tanımazlar. 1 944'ten sonra ikinci büyük darbe! - Evet, belki öyle olabilir. Ama, ne değişir, diye cevap ver­ diğimi hatırlıyorum. Bize düşen, hak bildiğimiz yolda yürü­ mektir. Şu veya bu hadise yolumuzu değiştirtir mi? Büyük fe­ laketlere uğrasak bile, her şeye yeni baştan başlamak boynu­ muza borç değil mi? Fakat söz pek kar etmiyordu . Zeki ve kabiliyetli, inançlı bir genç olduğunu bildiğim bu arkadaşım, dövünüp yakınmaları­ na devam ediyordu . Aslında pek de haksız değildi. 1 960 sonbaharında, Türk milliyetçiliğinin parlak geleceğine olan inancımız ve heyecanı­ mız öylesine kamçılanmıştı ki, bu darbe hepimizin yüreğini kızgın bir kor gibi dağlamıştı. Karakterlerin amansız imtihanı bu zor günlerde daha da çe­ tin oluyor. Nitekim, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, o günkü sahneyi ve konuşmalarımızı, bütün çizgileri ve sesle­ ri ile aynen hatırlıyorum. Diğer arkadaşların ise isimlerini ve çehrelerini tamamen unutmuşum.


T A N I D I G IM ATS IZ

151

Meğer ilk işaretlerden biriymiş bu . 1 3 Kasım'ı takip eden llarda o arkadaşımız daima karanlıkta ve perde arkasında yı kalmayı tercih etti . Mertçe ve yiğitçe davranış isteyen hareket­ lerde hiç ortada görünmezken, zemine ve zamana uymakta ise geri kalmadı. Pek çok hadisede gördüm ki, şahsi hesapları hep ön planda geldi. Böyle hesaplarım olmadığı için beni çok ten­ kid ederdi. Zaman gösterdi ki, zaafları kabiliyetlerini hayli aşan ölçülerdedir. Bu zaaflardan biri, çabuk korkuya kapılması, di­ ğeri ise şahsi çıkar hesaplarına fazla iltifat etmesiydi. Nihayet günün birinde, milliyetçiliğin Türkiye'de zafere u laşmasının imkansız olduğu vehmine kapıldı. Bu vehim, on­ daki son direnişi de sürükleyip götürdü. 1 965 yılının sonların­ da asistanlıktan ayrılıp yurt dışına gitti. Bir yabancı ülkede, sa­ nırım Kanada'da yerleşti. Bütün münasebetlerini kesip attı. O günden sonra kendisinden hiçbir haber alınamadı. Şimdi, bu­ lunduğu ülkenin uyruğuna geçtiği söyleniyor. Bu Adanalı genç, ülkü yolunda geçen yıllarımın en büyük hayal kırıklıklarından biri olmuştur. Ama, insanlar hakkında hüküm verirken aceleci davranmayıp ihtiyatlı olmayı da -hiç değilse bir nebze- öğretmiştir. 13 Kasım günü, yakınıp dövünen bu eski arkadaşa, benim sakin ve metin bir tavırla söylediğim sözlerin kaynağı neydi? İçimde fırtınalar uğuldarken, nasıl oluyor da, böyle sarsılmaz bir tavır takınabiliyordum?

Sebebi şuydu: Atsız'dan aldığım ülkü terbiyesi beni böyle düşündürüyor ve konuşturuyordu. Sanki Atsız'ın herhangi bir makalesinden bir bölüm okuyordum. Yahut şiirlerinin birinden birkaç mısra . . . Benim sesimde konuşan, Atsız'dı. Böyle olması da çok tabii idi. Hemen bütün kitaplarını, bü­ tün makalelerini, şiirlerini okuduktan; iki sene öğrenciliğini ya­ pıp derslerini dinledikten; on yıl boyunca sayısız sohbetine ka­ tıldıktan; zaman zaman gece-gündüz beraber olduktan; pek çok hadisede aynı duyguları paylaştıktan; beraberce üzülüp, beraberce sevindikten sonra . . . . başka türlü olursa asıl o yadır­ ganmalıydı.

Ankara'nın ü zerine çökeri sis perdesi ağır ağır aralandı. Türkeş'in ve arkadaşlarının hayatlarına dokunulmayacağı anla-


TA N I D I G I M A T S I Z

152

şıldı. Üç-dört gün sonra iki kanun çıkarıldı ( 1 26 ve 1 27 sayılı kanunlar). Bunlarla, 14 komite üyesi emekliye sevk ediliyor ve yurt dışında sürgüne gönderiliyordu. Dışişleri Bakanlığının dış teşkilatında 14 müşavirlik ihdas edilmişti. Sürgün yerlerinin resmiyete kavuşması böylece sağlanmıştı. 14 emekli subay, iki seneden önce yurda dönemeyeceklerdi. Türkeş Hindistan'a, Yeni Delhi'ye gönderiliyordu. Diğerle­ rinin sürgün yerleri ise şu şekilde belirtilmişti:

Orhan Kabibay Orhan Erkanlı Meksika, MÜnir Köseoğlu Stockholm, Mustafa Kaplan Lizbon, Muzaffer Karan Os­ lo, Şefik Soyuyüce Telaviv, Dündar Taşer Rabat, Numan Esin Madrid, İrfan Solmazer Lahey, Muzaffer Özdağ Tokyo, Ahmet Er Libya. -

Brüksel,

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

Aslında 13 Kasım darbesi, hukuken yeni bir Anayasa ihlali idi. Zira MBK devrinin geçici anayasası olan 1 sayılı kanun bü­ tün MBK üyelerinin imzalarını taşıyordu . Bu komiteyi feshet­ mek 1 sayılı kanunun, yani geçici anayasanın ihlali demek olu­

yordu.

Fakat gerçek olan şuydu ki, memleket hala ihtilal şartları içinde yaşıyordu. Ne kadar meşrulaştırılmış olursa olsun, ihti­ lalin tabii ve kendine mahsus kanunları hükmünü icra ediyor­ du. Atsız, meseleye böyle bakıyordu. Baskın, basanındı. Adı üstünde, madem ki komitecilik devri yeniden açılmıştı, somıç­ larına da katlanmak gerekti. 14'ler yurt dışına gittikten sonra basının büyük -ve parti­ zan- kısmı alabildiğine taarruza geçirilmişti. 27 Mayıs'tan 1 3 Kasım'a kadar yapılan icraatın bütün aksak, eksik, yanlış taraf­ larının sorumlusu 1 4'lerdi. Bunlar demokrasi düşmanı, dikta ta­ raftarı, ırkçı, tehlikeli, maceracı kimselerdi. Memleket onlann tasfiyesi ile büyük bir felaketten kurtulmuştu vb. Atsız, bunlara ne şaşıyor, ne kızıyordu. Daha beterleri ken­ di başına da gelmiş, aslı astarı olmayan birçok iftira, basın yo­ luyla gerçekmiş gibi kabul ettirilmişti. Türkiye'de hüküm süren •gayrimilli basın· kendinden bekleneni yerine getiriyordu, o kadar. Şimdi yeni bir dönem başlıyordu, ona bakmak lazımdı.


TANIDIGIM ATSIZ

153

KURUCU MECLİS VE YENİ ANAYASA 1960-1961 kışı oldukça sakin geçti. Kurucu Meclis toplan­ mış, yeni anayasayı hazırlıyordu. Yassıada duruşmaları devam etmekteydi. Milli Birlik Komitesi, itibarını ve otoritesini hayli kaybetmişti. Asıl iktidarın, silahlı kuvvetler içinde teşekkül eden yeni bir •cunta•nın elinde bulunduğu söyleniyordu . Gerek Kurucu Meclisin çalışmaları, gerek Yassıada'daki du­ ruşmalar, tarafsız ve memleketçi kimseleri tedirgin etmekteydi. Zira yeni anayasayı meydana getirmek üzere toplanan Kurucu Meclis, bir CHP meclisi halinde teşekkül etmişti. Parti konten­ janlarının yanı sıra il temsilcileri, mesleki kuruluşlar, odalar, barolar vb. delegeleri de bu Meclise katılıyorlardı ama, sonuç­ ta yüzde 80 çoğunluğun CHP'li olduğu gözden kaçmıyordu. Bu eğilimdeki Meclisten çıkacak bir anayasanın da partizan damga taşımasından endişe ediliyordu. Yassıada'da, Demokrat Parti ileri gelenlerinin, yani bütün bir iktidar kadrosunun tabi tutulduğu yargılama tarzı, insaf ve adalet duygularını her geçen gün biraz daha zedelemekteydi. Duruşmaları idare eden hakimin sert, haşin, zaman zaman ka­ ba tutumu, bu zatın peşin hükümlü ve özellikle seçilmiş oldu­ ğu intibamı veriyordu . Salona özel davetiye ile alınan dinleyi­ cilerin, eski iktidar sorumlularını veya onların avukatlarını pro­ testo ederek konuşturmamalan, yuhalamaları, gülüşmeleri, Yassıada Mahkemesi'nin ciddiyetini iyice kaçınnaktaydı. Bun­ lara göz yumulması, hakimler heyetinin tarafsız olmadığı ve olamayacağı yolundaki kuşkuları doğrular gibiydi. Atsız'ın, Demokrat Parti'ye hususi bir sempatisi var mıydı? 1950'den 1960'a kadar geçen on yılın çeşitli olaylarını ve At­ sız'ın bunlar karşısındaki tepkisini düşündükçe şöyle bir hük­ me varıyorum: Demokrat Parti'nin ileri gelenleri ve Meclis kadrosu içinde Atsız'ın pek çok dostu vardı. Bu parti, milliyetçiliğe aleyhtar tu­ tum takınmış olan CHP'nin tam karşısındaydı. 1944'teki tevkif­ leri

sırasında Türkçülerin maruz bırakıldıkları

işkenceleri,

1950'nin 14 Mayısına kadar cesaretle ve sürekli olarak, bir si­ yasi propaganda malzemesi halinde işleyen de Demokrat Par­ ti olmuştu. Bu itibarla, CHP -karşısında tabii bir müttefik gibiy­ di.


154

TA N I D I G I M A T S I Z

Fakat iktidardaki Demokrat Parti'nin bir kısım icraatını unutmaya da imkan yoktu . Bazı çevrelerin etkisi altında kala­ rak, Atsız'ı öğretmenlikten kütüphane memurluğuna tayin eden, yani bir bakıma cezalandıran, aynı Demokrat Parti'ydi. Türk Milliyetçiler Derneği'ni kapatarak, yurt çapında teşkilat­ lanmaya başlamış olan milliyetçiliğin ayağına pranga vurması, bu partinin bir başka hatası olmuştu . Milliyetçilik 1960'a kadar manevi bir baskı altında tutulmuş; öldürülmemiş ama oldurul­ mamıştı da . . . DP, yine de CHP ile kıyaslanmayacak ölçüde, milliyetçiliğe yakın sayılabilirdi. Atsız'ın Demokrat Parti'ye bakışı, aşağı yukarı bu çerçeve içindeydi. Fakat şimdi Demokrat Partililerin maruz kaldıkları akıbeti haksız ve yakışıksız buluyordu . Bu akıbetin hazırlanmasında CHP ve İnönü parmağının bulunmasına insani duygular da ek­ lenince, Yassıada duruşmalarının hukuk dışına kaymış ve po­ litik gösteri halini almış olmasını acı acı tenkid ediyordu .

MİLLİYETÇİLİGİN ÜÇ yu.nız..ı VE ATSIZ ..

CHP'nin memleket mukadderatındaki tesirinin gittikçe art­ tığı o yıl boyunca, İnönü cephesinin karşısında üç yıldız gitgi­ de parlamaya başlamıştı: Ali Fuat Başgil, Peyami Safa ve Gök­ han Evliyaoğlu. Başgil, İstanbul Hukuk Fakültesi'nde ordinaryüs profesör ve Anayasa Hukuku kürsüsünün başkanıydı. Demokrat Parti erkanının, fikrine ve ilmine saygı duyduğu, bu itibarla görüş­ lerine müracaat ettiği bir ilim adamıydı. Muhafazakar milliyet­ çilik taraftarıydı. Milliyetçiliğin ·Anadoluculuk· veya "Türkiyeci­ lik" olarak adlandırılan kanadına mensuptu. Yassıada duruşmalarında da ilmine ve şahitliğine başvurul­ muş, orada verdiği ifadede -diğer şahitlerin ve bilhassa aynı kürsüdeki öteki öğretim üyesi Prof. Hüseyin Nail Kubalı'nın aksine- Demokrat Parti idarecilerinin anayasa suçu işlemediği şeklinde ifade vermişti. Bu beyanı, ona birdenbire memleket çapında şöhret ve itibar kazandırmıştı. Peyami Safa, bu tecrübeli üstad yazar da CHP'ni -o günkü


TANIDIÔIM ATSIZ

155

şartların müsaadesi ölçüsünde- yerden yere vuran yazıları ile, dağınık ve teşkilatsız vatandaş kitlesinin kalbini her sabah ade­ ta yeniden fethediyordu. Gökhan Evliyaoğlu, 27 Mayıs'tan önce, Demokrat Parti'nin sözcüsü durumundaki Havadis gazetesinde çalışıyordu . Darbe sırasında gazetenin üst kademe yöneticileri tutuklanmışlardı. Buna rağmen, Evliyaoğlu , Havadis'i yaşatmanın çaresini bul­ muştu. Her çeşit baskı karşısında direnen gazete, kısa zaman­ da aranan, okunan, satışı gittikçe yükselen bir yayın organı ha­ line gelmişti. Gökhan Evliyaoğlu hem Havadis'i idare ediyor, hem de günlük fıkralar yazıyordu . Onun yazıları da takdir top­ luyor, geniş yankılar yapıyordu . Gökhan Evliyaoğlu 'nu 1951-52 yıllarından beri tanıyordum. Türk Milliyetçiler Derneği'nin İstanbul Şubesinde görür, şiirle­ rini dinlerdim. İstanbul fethinin 500. yılında "Konstantiniyye Kızılelması" adı ile güzel bir şiir kitabı da çıkmıştı. Daha son­ raki yıllarda münasebetimiz, selamlaşmanın ötesine geçmemiş­ ti.

Peyami Safa'yı ise 1954'ten beri tanımaktaydım. Yayınladı­ ğı ..Türk Düşüncesi" dergisinde, daha sonra günlük fıkralar yaz­ dığı Milliyet gazetesinde pek çok defalar ziyaret etmiştim. T. Komünizmle Mücadele Derneği'nin (bizim eski alışkanlıkla o tarihlerde hala "Eminönü Halkevi .. dediğimiz) MTTB lokalinde tertiplediği seri konferanslardan ikisini o vermişti. Bu konfe­ ransların hazırlanışı dolayısıyla kendisiyle zaman zaman yakın münasebetim olmuştu. 27 Mayıs'tan sonra ise Peyami Safa ile Ekim ayı boyunca birkaç defa görüşmüştük. 1 956- 1958 yıllarında Ocak gazetesi­ ni yayımlayan arkadaşım Burhaneddin Şener, o sırada milliyet­ çi haftalık bir gazete veya dergi çıkarmayı düşünüyordu . Peya­ mi Safa ile konuşmuş, onun da aynı ihtiyacı duyduğunu gör­ müştü. Anlaşmaları kolay olmuştu. Sonra beni davet ettiler. Gittim, görüştük. Gazetenin fikri yönünü Peyami Bey üzerine alıyordu . Maddi meselelerle Burhaneddin Şener meşgul ola­ caktı. Zaten imtiyaz sahibi de oydu . Ben de yazı işleri müdür­ lüğünü yapacaktım. Peyami Safa, heyecanlı ve inançlıydı: - Bu gazete en az otuz-kırk bin satacak, diyordu.


TA N I D I G I M A T S I Z

1 56

Otuz-kırk bin satış! Bir "haftalık" için inanılmaz bir rakam. Gazetenin adı, Peyami Safa'ya göre ·Cephe» olmalıydı. Normal zaman için pek3.la bir isim! Fakat o günkü şartlarda? Askeri idare, cuntalar, tasfiyeler, yeni darbe söylentileri arasın­ da Peyami Safa adı ile ·Cephe· kelimesinin bir araya gelmesi nasıl karşılanırdı? Gazetemiz elbette milliyetçi olacak, haksız­ lıkların, adaletsizliklerin ve CHP partizanlığının karşısına diki­ lecekti. Bu tavrıyla da ·cephecilik· suçlamasına maruz kalması ihtimali yüksekti . Savunulması güç bir isimle yola çıkmak yan­ lış olmaz mıydı? Bu düşüncelerimi açıkça söylediğim vakit Pe­ yami Safa pek de memnun olmadı. Daha işin başında birtakım itirazlara kalkışan bu delikanlı (o sıralarda 24-25 yaşlarınday­ dım) ile iş birliği galiba tatsızlığa yol açacaktı. Fakat, bir sonraki toplantıda, gayet nazik: - Altan Beyin hakkı var, diye konuyu tazeledi. Gazetenin adını ·Minevi Cephe- koyalım. ·

İmtiyaz için beyannameleri, nüfus kağıdı suretlerini doldur­ duk. Peyami Safa'nın nüfus suretini de ben kendi el yazımla hazırladım. Lakin o hafta 13 Kasım darbesi oldu. O şartlar altında, ce­ sur ve ciddi bir haftalık milliyetçi gazete yayımlanması imkan­ sız hale girdi. Proje tehir edildi. Hiçbir zaman da gerçekleşme­ di. Ali Fuad Başgil'i 1 952'de tanımıştım. Fetih Cemiyeti'nin toplantısına katıldığımız zaman, lise öğrencisiydim. Toplantıda Başgil Hoca'nın yanına oturmuştum. Düşüncelerimizi ve istek­ lerimizi Cemiyet idare heyetine anlatmıştım. İsmail Hami: - Pek güzel, demişti, bunları yazıp da bize verirseniz, üzerinde görüşmek imkanını buluruz. Sonra, Ali Fuat Başgil'e dönerek sormuştu: - Öyle değil mi Hoca? - Söz uçar, yazı kalır! Bunu, Başgil'in o andaki bir buluşu sandığım için pek ho­ şuma gitmişti. Unutmamıştım. Bir Latin atasözü olduğunu an­ cak yıllar sonra öğrenecektim. Daha sonra Başgil'in çeşitli konferanslarını dinledim. ·Türk


T A N I D I G I M ATS I Z

1 57

Dünyası· dergisini yayımladığım sırada kendisini Feneıyo­ lu 'ndaki evinde iki-üç defa ziyarete gittim. Aynı yıl Hukuk Fa­ kültesi'nde öğrencisi oldum. Bir yıl boyunca anayasa dersleri­ ni takip enim. Sonra, 27 Mayıs'a kadar görmedim. Süleymaniye Kütüphanesi'nden Karaköy iskelesine birlikte yürürken veya kış akşamlarının erken bastıran karanlığında Maltepe'deki evde konuşurken, konu bazen buralara kayıyor­ du. Atsız, Peyami Safa'nın son yazılarını beğeniyor, teşhisleri­ ne katılıyordu. Fakat, onun başka bazı yönlerini unutamıyor ve bağışlayamıyordu . Bunlardan biri, 1 944 tevkifatı sırasında ·Mil­ li Şef·in paralelinde, Türkçülerin aleyhinde yazılar yazmış ol­ masıydı. Peyami Safa, bir yazısında, Sultan Abdülhamid'den bahse­ derken, onu Osmanlı padişahlarının en cahili ve en kanlısı ola­ rak zikretmişti. Bunun üzerine Atsız, şiddetli bir yazı ile Peya­ mi Safa'ya cevap vermişti. ftAbdülhamid Han (Gök Sultan)· adını taşıyan bu yazısında, İkinci Abdülhamid'in üstün ve ba­ şarılı yönlerini sıralıyor, onu ·Cemiyetin en büyük haksızlığına u ğramış tarihi şahsiyetlerden biri• olarak tanıtıyordu . Babası İs­ mail Safa'yı Sivas'a sürgün ettiği için, Peyami Safa'nın Sultan il. Abdülhamid hakkında bazı özel düşünceleri olması tabii idi. Ama zaten verem olan İsmail Safa'nın orada ölmesinden Sul­ tan Hamid mi sorumlu tutulmalıydı? Aynca, Peyami Safa'nın Türk tarihi hakkındaki bilgisi Turhan Tan'ın romanları çerçeve­ sine sıkışmıştı. •AvrupaWarın ve Ermenilerin Sultan Ha­

mid'e yakıştırdığı Kızıl Sultan-lığı benimsemesi Peya­ mi'yi onlarla aynı safa sokmakta• idi. ..

1 956'daki bu yazısı elbette çok ağırdı ama, Atsız'ın özelliği de zaten buydu. İbnülemin Mahmud Keriıal'in deyişiyle •atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar• yazmakla tanınmış­ tı. O sırada, anayasa üzerindeki tartışmalar oldukça hızlanmış­ tı. Anayasaya ·milliyetçilik· kelimesinin girip girmemesi konu­ sunda şiddetli münakaşalar yapılıyordu . Kurucu Meclis'in CHP'li komisyon üyeleri ·milli· kelimesinin yeterli olduğunu, ayrıca ·milliyetçilik·e lüzum bulunmadığını ileri sürüyorlardı. Peyami Safa, yazılarında soruyordu: - Milli ile milliyetçi kelimelerini aynı sayanlar cevap versin: Türk milli futbol takımının bütün oyuncuları milliyetçi midir?


158

TANIDIGIM ATSIZ

Bu benzetiş, Atsız'ın pek hoşuna gitmişti . Ali Fuat Başgil'in adı geçtikçe yüzünü buruşturuyordu . Ni­ hayet bir gün dayanamadı: - Yahu , dedi, bu Başgil müslümanlığı kimselere bırakmaz ama, gece gündüz de maşrapa maşrapa şarap içer!

MİLLİYETÇİ PARTİ TEŞEBBÜSÜ 27 Mayıs'ın birinci yıldönümünde, Kurucu Meclis, çalışma­ larını tamamladı ve yeni anayasanın hazırlandığı ilan edildi. Bir buçuk ay son• a yapılacak referandumla anayasa metni milletin tasvibine su .ulacaktı . Bu arada siyasi partilerin kurulmasına izin verilmiş, eski Demokrat Partili vatandaşların temsilcisi olarak Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi ortaya çıkmıştı. Başka bazı partiler de siyaset sahnesine atılmışlardı ama onların pek başarılı olama­ yacakları daha o tarihte anlaşılıyordu. Milliyetçi olarak tanınan­ ların çoğu Adalet Partisi saflarında görülüyorlardı. Demokrat Parti ileri gelenlerinin yakınlarından bir kısmı da Adalet Parti­ si'ne sempatilerini belirtiyorlardı. Atsız'dan hiç duymadım, bahsetmediği için kendisine de sormadım; siyasi faaliyete izin verileceği sırada milliyetçi bir parti kurulması için çalışmalar yapılmış. Bu temaslara Atsız da katılmış veya davet edilmiş. Birçok konuda anlaşma olmuş. Hatta partinin adı ·Milliyetçi Demokrat Parti" yahut "Memleket­ çi Parti" gibi bir şeymiş. Fakat sonunda ya anlaşmazlık çıkmış veya başka bir sebepten dolayı parti kurulmasından vazgeçil­ miş. Bu teşebbüsün içinde ve belki önünde Nurettin Topçu da varmış. Böyle bir parti teşebbüsünün ciddi safhaya vardığını san­ mıyorum. Hiç değilse, Atsız'ın gözünde ciddiyet kazanmamış olmalı. Yoksa bizlere herhalde- bahsederdi. Nasıl bahsederdi? Ya fikrimizi sorar gibi, yahut olup bittikten sonra tebliğ eder­ cesine. Ama hiç söz açmadığına bakılırsa rüzgar gibi gelip geç­ miş olmalı.

YAVRUIARINI YİYEN DİŞİ KEDİ: BABIALi Ve, o günlerde Peyami Safa vefat etti (15 Haziran 1961).


T A N I D I G I M A TS I Z

159

Ben, o sırada Akşam gazetesinde gece çalışıyordum. Haber gazeteye geç geldiğinden Ankara kalıbı çoktan gitmişti. İstan­ bul baskısına koymak imkanı elbette vardı. Fakat gece sekre­ terinde tuhaf bir tereddüt seziliyordu. Peyami Safa ismi ·neta­ meli" bir hat almıştı. Geçici rejimin en tanınmış muhalif kale­ miydi. Onun ölümünden bahsetmek gazetenin başına iş açar mıydı acaba? Benim gözümde ise, bu vefat, en azından haber yönüyle kıymetliydi. Peyami Safa, sadece günlük gazete yazarı değildi. Fikir hayatımızın tanınmış bir ismi, edebiyatımızın zirvelerin­ den biriydi. Onun kaybını, böyle bir hadise hiç olmamış gibi, susarak geçiştirmek mümkün müydü? Hayli uzun süren tartışmalardan, telefon danışmalarından sonra, haberin tek sütun halinde yayımlanmasına karar verildi. Bu defa da arşivde biyografisine dair doğru dürüst bilgi bulu­ namadı. Yazıp hazırlamak bana düştü. O da ancak kısaltıldık­ tan sonra yayımlanabildi. Bu olay bana çok hazin gelmiştir. Bir ömrü Babıali'de tüketmiş ve sadece kalemi ile geçinen, boyu kadar kitap yazmış, eserleri defalarca basılmış, her gün yüz binlerce kişi tarafından sevgi ve takdirle okunmuş bir fikir adamına, bir yazara, aynı Babıali'nin reva gördüğü bu merha­ metsiz muameleyi hep ibretle hatırlamışımdır. Günlük basit politikanın toplum hayatına bu kadar menfi ölçülerde hakim olmasını çok yadırgamışımdır. Hala da (ne saflık) yadırgamakta devam ederim.

ATSIZ'IN İLK MİSAFİRLİGİ Peyami Safa'nın vefatının ertesi günü Atsız bize misafir ge­ lecekti . İki üç arkadaş daha . . . Önceden kararlaştırmıştık. Öğle üzeri Üsküdar iskelesinde buluştuk, yavaş yavaş yürüyerek eve geldik. Bu, Atsız'ın bize ilk gelişiydi. Rahatsızlığı sebebiy­ le riayet ettiği perhizi bildiğim için, yemekleri mümkün merte­ be yağsız, acısız, tuzsuz, baharatsız, kızartmasız hazırlamıştık. Yine de ihtiyatlı davranıyor, bazısına el sürmüyordu . Çayı ise daima yanında taşıdığı .. sakarin..Ie içiyor, şeker kullanmıyordu . Müzmin bir şeker hastasıydı. Bu yüzden, bilhassa şeker perhi­ zine hayatının sonuna kadar riayet etmek zorundaydı.


T A N I D I G I M ATS I Z

1 60

O günkü konuşmalarımız akşamın geç vaktine kadar sür­ dü. Siyasi gelişmeler, konuşmanın yine ana konusunu teşkil ediyordu. Yine diyorum, zira bir süredir bu böyle olmaktaydı. Halbuki eskiden Türklüğün ve Türkçülüğün uzun vadeli me­ seleleri bizi daha çok meşgul ederdi. Anayasa referandumuna üç hafta kadar zaman kalmıştı. Bu sebeple, referandum bahsi ve ona bağlı olarak yeni anayasa­ nın yapısı en önemli konu halinde görünüyordu. Atsız, anaya­ sanın, Kurucu Meclis tarafından kabul edilmiŞ' son metninden memnun değildi. Türk

miJletinin ihtiyaçlarına cevap verecek

şekilde hazırlandığına inanmıyordu. Aksine, sola tavizler vere­ cek, devlet otoritesini zaafa uğratabilecek mahiyette bulundu­ ğuna kani idi. Bunun için de, referandumda ·red· manasına ge­ len ·hayır" oyu kullanacaktı. Yeni paıtilerden Adalet Partisi de, anayasaya ·hayır· oyu kullanılması yolunda propaganda yapmaktaydı. «Hayır'da ha­ yır vardll'» sözü o günlerden kalma ürkek bir slogandır. Doğrusu, 27 Mayıs Anayasa'sının reddi için propaganda yapmak o günkü şartlarda pek de kolay değildi. Zira, askeri idare devam ediyordu . MBK veya onun da arkasındaki cunta, ülke yönetiminin dizginlerini elinde tutuyordu. Yeni anayasa, bir yıldan beri devam eden bu rejimin eseri olarak sunulmak­ taydı. Kurucu Meclis yüzde 80 CHP'nin hakimiyetinde bulun­ duğu için, bu meclisten çıkan metnin kabulü yolunda CHP aşi­ kar bir gayret gösteriyordu. Demokrat Parti kadrosunun Yassı­ ada'daki duruşmalarında birçok kimse için idam cezaları isten­ mişti. Bu ortamda, anayasa metninin reddini istemek, derhal ·27 Mayıs düşmanlığı•, ·düşüklerin kuyruğu olmak· gibi hazır yaftalarla suçlanmaya yetiyordu. Demokrat Parti'yi desteklemiş olan seçmenlerin, anayasayı içlerine sindirememeleri için bir başka sebep daha vardı. Refe­ randuma sunulan metnin başlangıç kısmındaki bir ibarede De­ mokrat Parti iktidarının meşruluğunu kaybetmiş olduğu ifade edilmekteydi. Referandum müspet şekilde sonuçlanırsa, bu ifa­ de de kabul edilmiş olacaktı. O zaman da Yassıada'da ağır ce­ zaların verilebilmesi için ·Zımni· bir onay alınmış sayılabilecek­ ti. Demokrat Partililerin ve onun şimdiki siyasi mirasçısı olan yeni partilerin olumsuz tavrında bu endişenin önemli payı var­ dı.


TANIDIGIM ATSIZ

161

Atsız'ın bize misafir gelişinden birkaç gün önce Türkiye'de ön emli bir hadise olmuştu. Hava Kuvvetleri Kumandanı Orge­ neral İrfan Tansel, ani bir kararla Vaşington'a tayin edilmişti. Fakat kumandan bu emri dinlememiş, Ankara ve İstanbul üze­ rinde uçak filolarına gösteri uçuşları yaptırmıştı. Ertesi günü, Tansel 'in tayin emri geri alınmış, buna karşılık yüksek rütbeli bazı subaylar emekliye sevk edilmişlerdi. Yani MBK açıkça ge­ rilemişti. Bu da, nüfuz ve otoritesinin çok azaldığını gösteriyor­ du . Atsız, olup bitenleri yeni cuntanın güçlenmesi olarak de­ ğerlendiriyordu. Bu görüşün, gerçekten doğru olduğunu daha sonraki gelişmeler gösterecekti . Milli Birlik Komitesi, gerek halk nazarında gerek ordu için­ de itibarını gittikçe kaybederek göstermelik hale gelmişti. Asıl kuvvet, «Silahlı Kuvvetler Birliğin adını taşıyan yeni cuntanın eline geçmişti. Bu cuntanın en belirgin özelliği, emir ve ku­ manda zincirine uygun olarak teşekkül etmiş olmasıydı. Başın­ da, o zamanki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Su­ nay bulunuyordu . Milli Birlik Komitesi'nin, yüzbaşı ile orgene­ rale eşit söz hakkı ve eşit yetki tanıyan yapısı, ordu b ünyesine ve geleneklerine aykırı düşmüştü. O günlerin, bütün hücumlara ve iftira kampanyalarına rağ­ men, yıpratılamamış gücü 1 4'ler ve Türkeş'ti. Hele Türkeş'in adı efsanelere karışmaktaydı. 1 4'ler arasında tam bir görüş bir­ liği bulunmadığını henüz bilmiyorduk. Onların dayanışma içinde olduğunu sanıyorduk. Yalnız biz değil, hemen bütün kamuoyu böyle olduğuna inanıyordu. Halkın hayal gücü, 27 Mayıs'ın .. Kudretli Albay0ına, gönlü­ nün murad ettiği manevi makamları yakıştırmakta ne kadar güçlüydü. 1 3 Kasım'dan sonra, yurt dışına gönderilmek üzere uçağa bindirilen Türkeş, öteki kapıdan çıkıp giderek Cemal Gürsel'i vurmuş, sonra dönmüş, aynı uçağa binmiş ve Hindis­ tan'a gitmişti. Gürsel'in bastonla dolaşması, elinin, ayağının tut­ maması bu olayın sonucu idi. Halkın diğer bir bölümüne göre ise, evet, bu doğruydu ama, hadise başka türlü olmuştu. Tür­ keş, uçaktan İran sınırında inmiş ve Ankara'ya gizlice dönerek, 13 Kasım'ın öcünü Gürsel'den almıştı. Belki de hala Türkiye'de idi ve istediği anda yönetime el koyacak güçteydi. Akıl yoluna daha sadık kalanlar, Türkeş'in ordu içinde cid-


TANIDIGIM ATSIZ

1 62

dl bir nüfuza sahip bulunduğunu iddia ediyorlardı. Uygun bir zamanda iktidarın elde edilmesi ve Türkeş'in yurda dönmesi çok kolaydı. Ancak, o günkü şartlar içinde böyle bir davranışı Türkeş uygun bulmuyor ve arkadaşlarına sabır telkin ediyor­ du . Ne olursa olsun, referandum öncesinde, milliyetçilerin baş­ lıca iki grup halinde belirdiği muhakkaktı. Bunlardan birincisi, Ali Fuat Başgil'in liderliğine inanmaktaydı. Başgil, ilim adamı, sivil ve demokrasiye sadık, üstelik eski Demokrat Partililere ters gelmeyen bir şahsiyetti. İhtilale karışmak şöyle dursun, ak­ sine ona karşı çıkmıştı. Yeni devrede onu desteklemek lazım­ dı. İkinci grup ise, Türkeş'in er veya geç, Türk milliyetçiliği fikrini aksiyon sahasında zafere ulaştıracak tek şahsiyet oldu­ ğunu kabul edenlerdi. Atsız, bu gruptandı. Genç Türkçüler de . . . Hakikatte, 1 96 l 'in yakın vadeli görünüşü içinde, Başgil'in önderliğini kabullenenler belki daha pratik bir yaklaşımdaydı­ lar. Zira Başgil, Adalet Partisi'nin adeta manevi lideri haline gelmişti. Gümüşpala'nın 27 Mayıs'ta 3. Ordu Kumandanı ola­ rak görev yapmış olması, eski demokratlardan bir kısmının ona tam güven beslemelerini bir ölçüde engellemekteydi. Hal­ buki Başgil'in böyle bir ·kamburu" da yoktu. İşte bütün bu konular, bizim ..gündem• imizi kendiliğinden meydana getirmişti. O günkü uzun konuşmalarımızdan sonra, yüreklerimizde­ ki ümit pencerelerinin daha aydınlanmış olduğunu söylemek yanlış sayılmaz.

ANAYASA REFERANDUMU Anayasanın halk oyuna sunuluşu heyecanlı oldu . Yaz orta­ sıydı (9 Temmuz 1 96 1 ) . Buna rağmen oylamaya katılma oranı yüksekti. Kabulü için yapılan bütün resmi zorlamalara rağmen, seçmenlerin yüzde 40'ı, 1 961 Anayasasına "hayır" oyu vermiş­ ti . Hele bazı illerde ..hayır" oylarının sayısı oldukça yüksekti. Katılma oranının yüzde 80 olduğu dikkate alınırsa şu sonuç or­ taya çıkıyordu: Vatandaşların yüzde 20'si çekimser kalmışlar veya oylarının rengini belli etmekten kaçınmışlardı. Yüzde


TANIDIÔIM ATSIZ

1 63

32'si yeni anayasaya açıkça ·hayır" demişlerdi. ·Evet,, diyenlerin oranı ise ancak yüzde 48, yani seçmen sayısının yarısından da­ ha azdı. Bu kadar zorlamadan sonra, hele anayasa metni kabul edil­ mezse askeri rejimin uzayacağı veya yeni cuntaların iş başına gelebileceği ihtimali de dikkate alınırsa, bu sonuç pek öyle ba­ şarı sayılacak gibi değildi. Hukuken, evet, anayasa yürürlüğe giriyordu ama, kamu vicdanının geniş tasvibine mazhar olduğunu söylemek hayli zordu . Atsız'la referandumun ertesi günü Süleymaniye'de buluş­ tuk. Sonra Üniversite bahçesinin içinden yürüyüp Sahaflar'a geçtik. Kapalıçarşı'dan Nuruosmaniye Camii avlusuna, oradan Cağaloğlu yolu ile Sirkeci'ye geldik. Benim bir işim vardı, Ka­ raköy iskelesine kadar gidemedim, ayrıldık. Her zamanki yolumuz bu değildi. Çok kere kestirmeden gi­ derdik. Onun için, Kütüphaneden çıkınca, Süleymaniye Camii ile Üniversitenin o yöne bakan arka duvarı arasındaki, geçide benzer yoldan yürüyüp Rıza Paşa Yokuşu'na girerdik. Yoku­ şun orta yerinde iki kapılı bir han vardı. Çıkış yeri merdiven­ liydi. Oradan Tahtakale'ye inilirdi. Sonra Mısır Çarşısı'ndan ge­ çilip Eminönü Meydanı'na çıkılırdı. O gün, kendisine lazım olan bazı ilaçları alması gerekiyor­ muş. Böyle durumlarda ya Beyazıt'taki Beyaz Saray'ın altında bulunan bir eczahaneye, yahut Bahçekapı'da, Banko Di Ro­ ma'nın karşısındaki bir başka eczahaneye uğrardı. Yolda, referandum sonuçlarından bahsediyorduk. Atsız, re­ ferandumda yolsuzluklar yapıldığı inancındaydı. Bir defa halk oylamasının, bu kadar baskı altında ciddi ve inanılır bir sonuç vermesi mümkün değildi. Sonra, düpedüz CHP'li militanların kontrolünde, seçim hilelerine benzer hileler yapılmıştı. Mesela kendisi Maltepe'deki bir sandıkta oyunu kullanmıştı. Bu san­ dık, dört yanı görünen bir çadır içine konulmuştu . Kimin ne rey kullandığı dahi seziliyordu. Sandık başındakiler durmadan telkin yapabiliyorlardı. Çadır uzakça ve tenha bir yerde kurul­ muştu. Sayım sırasında da istenilen şekilde zabıt tutulması im­ kanı vardı. Nitekim görenler gelip anlatmışlardı: Oylama saati bittikten sonra, tomarla ·evet" oyu sandığa atılmıştı.


164

TA N I D I G I M A TS I Z

Maltepe gibi bir İstanbul semtinde bu derece yolsuzluk ya­ pılabildiğine göre, başka yörelerde kimbilir ne işler işlenmişti. Eh, 1 946 seçimlerinin ayyuka çıkan hilelerini yaptıran CHP'nin desteğinde ve hatta nezaretinde bir halk oylaması da ondan farklı olacak değildi yaı

ATSIZ'A MİLLETVEKİLLİGİ TEKLİFİ 1961 sonbaharı yaklaşıyordu. Ekim ayında seçim yapılma­ sına karar verilmişti. Partiler hazırlıklarını ilerletmekteydi. CHP çevreleri, nihayet bu seçimi kazanabilecekleri ümidindeydiler. Bu yolda taraftarlarına moral verici yayınlar yapıyorlardı. 450 milletvekilliğinden 250'sini alarak tek başlarına iktidara gele­ ceklerini hesap ediyorlardı. Yeni Türkiye Partisi (Genel Başkanı Ekrem Alican'dı) daha ziyade doğu ve güney-doğu illerinde, CKMP (Genel Başkanı Osman Bölükbaşı idi) Orta Anadolu'da, Adalet P artisi diğer bölgelerde CHP'nin ciddi rakibi halindeydi. O sırada bir gün Atsız telefon etti. Ertesi akşam Maltepe'ye gelip gelemeyeceğimi soruyordu . İş durumum uygundu. Mem­ nuniyetle gelebileceğim cevabını verdim. Lise sıralarından eski arkadaşım, Hoca'nın da talebesi olan Erk'le birlikte, Atsız'a gittik. Mesele şuydu: Adalet Partisi, Atsız'a milletvekilliği teklif et­ mişti. Eğer kabul ederse, partinin kuvvetli olduğu yerlerden bi­ rinde liste başından aday gösterilerek seçilmesi sağlanacaktı. Biz bu işe ne diyorduk? Kabul etmesi uygun olur muydu? Yüzündeki çizgilere dikkatle baktım. Kararsız görünüyor­ du . Veya az-çok bir karara varınıştı da belli etmek, bizi etkile­ mek istemiyordu . Ama bu teklifi ciddi olarak düşündüğü belliydi. Yoksa, bi­ ze niye sorsun? Erk, bu teklife sıcak bakmıyordu . Söz sırası bana gelince: - Hocam, dedim, bana kalırsa kabul edin. Milliyetçilik da­ ha aktif bir duruma geçmeli artık. Sizin Meclise girmeniz bu imkanı sağlayacaktır. Yoksa dergi sayfalarında ve dernek kö­ şelerinde yazılıp konuşulan bir konu olmaktan öteye gideme-


TANIDıGIM ATSıZ

1 65

yecek. Bu, tarihi bir dönüm noktası olabilir. Uygun bir fırsattır. Başka milliyetçiler de Adalet Partisi'nde siyasete giriyorlar. On­ larla birlikte Mecliste sözü dinlenir bir grup kurabilirsiniz. Ay­ nca Adalet Partisi'nin, ne olduklarını bilmediğimiz eyyamcıla­ rın elinde kalması ihtimali de bu surette önlenebilir. Bilmem, onun beklediğinden daha mı kesin konuşmuş­ tum? Hiç şüphesiz, bu tercih, öncelikle Atsız'ın şahsını ilgilen­ diriyordu. Onun hayatında yeni bir dönemin açılması söz ko­ nusuydu. Ama, ondan da öte, Atsız'ın şahsını aşan, milliyetçi­ liğin gelişmesinde merhale olabilecek bir durumu konuşuyor­ duk. Böyle olunca, inandığımı ve doğru bulduğumu açıkça söylemem gerekmez miydi? Derinden geldiği hissini veren bir bakışla baktı. Tereddüdü dağılmamış gibiydi. - Hele bakalım, dedi, biraz daha zamanımız var. Başka mevzulara geçtik. Vedalaşıp ayrıldıktan sonra Maltepe'nin sessiz karanlığında yürürk en, kendi kendime dahi itiraftan kaçındığım bir hususu boşuna zihnimden kovmaya çalışıyordum. Acaba, şuur altımda başka bir kurt mu kımıldanıyordu? At­ sız'ın milletvekili olmasını sadece ülkü düşüncesiyle mi iste­ miştim? Yoksa, onun, layık olduğu mevkilere geçmesini, hatta daha müreffeh bir hayata kavuşmasını mı diliyordum? Gerçekten, Atsız çapında bir şahsiyetin, bir dava adamının, muk tedir bir ilim yolcusunun, "kütüphane memurluğu" gibi bir memuriyette heba olup gittiği fikri, yalnız bana ait değildi. Bu devlet, Türklüğün bu son karargahı, kendi uğrunda her şeyin­ den vaz geçmeyi defalarca göze almış bu fedakar evladına la­ yık olduğu yeri o güne kadar bir türlü vermemişti. Hatta, ikti­ dara sahip olanlar onu zaman zaman zindana tıkmışlar, zaman zaman ekmeğini elinden almışlar, hatta, nihayet bir kütüphane köşesinin karanlığına itivermişlerdi.

Atsız, her şeye göğüs germişti. Ülkü yolunda yürüyenlerin, daha başlangıçta fırtınalar ve boralarla karşılaşabileceklerini iyi bili yo rdu .

..Jztırap çek, inleme... Ses çıkarmadan aşın Bir damlacık aksa da, bir acizdir gözyaşın»


T A N I D I Ö l M ATS I Z

l66

deyişi bundandı. ..Adalar Denizi'nden Altayların daha ötesine kadar bütün Türk gençliğine" öğüt veren manzumesinde:

Ezilmekten çekinme ... Gerilemekten sakın! İradenle olmalı bütün uzaklar yakın. Doludizgin yaparken ülküne doğru akın Ateşe atılmalı, denize dalmalısın. veya

Kızıl Elma uğrunda kılıç çekince kından Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından; Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından, Belki öldükten sonra bir parça güleceksin diyordu. Dünya nimetlerinde, mal varlığında da gözü yoktu. Kimse­ ye muhtaç olmadan pekala geçiniyordu. Ama, sevdiklerimizin daha iyi hayat şartlarına kavuşmaları­ nı isteyen beşeri tarafımız yok mudur? Adeta, onlar hesabına üzüldüğümüz veya yine onlar namına sevindiğimiz zamanlar olmamış mıdır? Herhalde böyle bir hissin de tesiri altında olduğumu dü­ şünüyordum. Atsız, gönlümüzün istediği duruma gelsin diye, sakın ola ki, yanlış istikametlere götürebilecek şeyler söylemiş olmaya­ yım. Kadıköy minibüsüne bu vehimlerle bindim. Fakat, Atsız, milletvekilliği teklifini kabul etmedi. Gerekçesi şuydu : - Ben Meclise girersem komünistler, masonlar, CHP'liler kıyameti koparacaklar. Olmadık tezvirata girişecekler. Böyle bir ortamda faydam dokunmayacak. Üstelik, listesinden seçile­ ceğim partiye de zararlı olabilirim. Benim adım tehlikeli sayılı­ yor. Şimdilik politikadan uzak durmak daha iyi! Bu görüşünde Atsız'ı hatalı bulmak kabil değildi. Politika ile nasıl bağdaşabilirdi, o da ayrı mesele! Mill'i davalardaki ha­ şin ve tavizsiz tutumu , bir uzlaşma san'atı olarak da tarif edi­ len politikanın bağrında ne kadar barınabilirdi?


TANIDIGIM ATSIZ

167

Eski öğrencisinin tavsiyesine kulak asmamış ve galiba çok da iyi etmişti. Bu karardaki isabeti, ilerki yıllarda daha iyi anlayacaktım. Sonra . . . Atsız, politikanın içinde değildi ama, acaba tam da dışında mıydı? Politikaya mesafesi ancak bu kadar ölçülüp bi­ çilmiş olabilirdi.

ADNAN MENDERES'İN İDAMI, İSMET İNÖNÜ VE ATSIZ Çok geçmeden Yassıada duruşmaları bitti ve kararlar açık­ landı. Demokrat Parti ileri gelenlerinden 1 5'i idama, pek çoğu çeşitli ağır hapis cezalarına mahkum edilmiş, az bir bölümü de beraat etmişti. Cezalar, kamuoyunun tahmininden daha ağırdı. İdam cezaları Milli Birlik Komitesi tarafından incelenmiş, bun­ lardan üçünün infazına, diğerlerinin müebbet hapse çevrilme­ sine karar verilmişti . Büyük bir gizlilik ve sür'at içinde önce Fa­ tin Rüştü Zorlu (eski Dışişleri Bakanı) ile Hasan Polatkan (eski Maliye Bakanı) İmralı adasında asılmışlar, o sırada eski Başbakan Adnan Menderes, fazla miktarda uyku ilacı almak su retiyle intihara teşebbüs etmişti. Bu teşebbüsün çabuk farkına varılmış ve Menderes'in ha­ yatı (asılarak idam edilmesi için) kurtarılmıştı. Memleket ağır ve kederli bir hava içindeydi. Bazılarına göre, bu intihara te­ şebbüs olayı, tamamen düzmeceydi . Zorlu ve P olatkan'ın ön­ ce idam edilmeleri bir nabız yoklamasıydı. Menderes'in asılma­ sı kasden geciktirilmişti. Yurt çapında bir kalkınış ve direniş olursa, büyük olaylar meydana gelirse, Adnan Menderes'in hayatı muhafaza edilecek, belki de bir rehine olarak kullanıla­ caktı. Evlerine kapanıp ağlayanlar vardı. Dükkanlarını açmayan­ lar vardı . Yüreği kanayanlar vardı. Ama ciddi ve elle tutulur bir tepki . . . İşte o yoktu. Bunun üzerine Adnan Menderes de idam olundu . Gerek Yassıada duruşmalarıyla, gerek infazlar ile ilgili fo­ toğraflar, o sırada Dolmabahçe Sarayı'nda faaliyet gösteren Yassıada İrtibat Bürosu tarafından basına dağıtılmaktaydı. Ad­ nan Menderes'in idam edildiği gece gazetede nöbetçiydim. Sa-


1 68

T A N J D I G I M ATS I Z

a t 2 1 .00'e doğru Dolmabahçe Sarayı'ndan dört fotoğraf getiril­ di. Kartlar henüz ıslaktı. Resimlerden biri Adnan Menderes'in hekim tarafından mu­ ayenesini gösteriyordu . Belden yukarı kısmı çıplak olan eski başbakan, zayıf ve perişan bir görünüşteydi. İkinci resimde ise elbiseli ve boyun bağlı, elleri önden kelepçelenmiş olarak bir koltukta oturmaktaydı. Üçüncü resim daha hazindi: Son yolcu­ luğa gidiş. Menderes'e neredeyse ayak bileklerine varan beyaz bir gömlek giydirilmişti. Elleri arkadan kelepçeli, başı önüne eğik, iki yanında iki gardiyan olduğu halde, idam sehpasına doğru yürüyordu . Dördüncüsünde ise, Türkiye'nin on yıl sü­ rekli olarak başbakanlığını yapmış ve bir devre damgasını vur­ muş ünlü şahsiyet darağacında sallanıyordu . Beyaz gömleğin göğüs kısmına idam yaftası iliştirilmişti. Boğazıma bir yumruk tıkanmış gibiydi. Menderes'in şahsı­ na beslenen duyguların da ötesinde bir teessüre kapılmıştım. Türkiye'de siyasi idamlar çığırı yeniden açılıyordu. Bu kapı bir kere aralandı mı, artık ne zaman kapanacağı belli olmazdı. Kaygan ve meyilli bir zemin üzerindeki alabildiğine gidiş, kim­ bilir daha ne acı akıbetleri hazırlamaktaydı . Türkiye buna müs­ tahak mıydı? O geceyi gazetede gergin bir bekleyiş içinde geçirdik. İn­ faz haberi radyodan kısa bir bildiri ile duyurulmuştu. Anadolu kaynıyor olmalıydı. Pek çok yerde büyük protesto hareketleri patlak verebilirdi. Memleket, belki de sonu belirsiz bir karga­ şalığın içine sürüklenmek üzereydi. Bu sebeple, Anadolu'daki muhabirlerden gelen telefonlara heyecanla atılıyor, bir protes­ to haberi bekliyorduk. Matemin siyah örtüsüne bürünerek bahta lanet edenler çoktu. Pek çok evden cenaze çıkmış gibiydi. Hatta, sonradan öğrendiğimize göre, Menderes'in idam haberini duyunca cin­ net getirenler bile vardı. Ama, sükunet bozulmamıştı. Hiçbir hareket yoktu . Seçimlere ise bir aydan daha kısa bir zaman kalmıştı. Seçim heyecanı, darağacında sallanan üç bahtsız insanın akıbetinden duyulan kederi yavaş yavaş gölgeleyecekti. Ertesi gün, öğle üzeri dolmuşla Üsküdar'dan Kadıköy'e gi­ diyordum . Haydarpaşa Askeri Hastahanesi'nin önünde Atsız'ı


TANIDIÔIM ATSIZ

169

gördüm . Yavaş yavaş yürüyordu. Şoföre durmasını işaret ettim. Arabadan indim. - Hayrola hocam! Bu saatte, burada? - Haydarpaşa Lisesi'ne gelmiştim. Eve gidiyorum. Tren istasyonuna kadar yürüyordum. Ders yılı başına yaklaştığımızı hatırlayarak, hemen hiç müs­ pet ihtimal taşımadığını bile bile, zayıf bir ümitle sordum: - Yeniden öğretmenliğe tayin mi yoksa? Biraz mahzun ve buruk, biraz da acı bir tebessüm yüzüne yayıldı: - Yok canım! Nerdeee! Hele bu devirde' Maaşımı almaya gelmiştim. - Siz maaşınızı kütüphaneden almıyor musunuz? - Hayır! Benim tayin yerim burası. Kütüphanede "geçıcı" olarak vazifeliyim. Her ay gelip maaşımı liseden alıyorum. Doğrusu bilmiyordum. Resmi mevzuata yabancı olduğum için bana pek aykırı gelmişti. Demek dokuz senedir böyle de­ vam ediyordu . (Belki de sonraki sekiz yıl daha, emekliliğine kadar bu durum sürüp gitmiştir) . Hele «geçici» olarak Süley­ maniye Kütüphanesi'nde 17 yıl çalışmak gibi bir durum, man­ tığın hangi köşesinde kendine yer bulabilirdi? Haydarpaşa Garı'na kadar birlikte yürüdük. Söz, dönüp do­ laşıp Menderes'in idamına geldi. Atsız, onun devrinde de sus­ turulmuştu. Türkçülüğün açık düşmanı olan Ahmet Emin Yalma n ın tavsiye ve telkinleriyle, milliyetçiliğin gelişmesini önleyen tedbirler alınmıştı . Atsız'ın bu devredeki 0 952-1 960 arası) belirgin ülkü faaliyeti, ancak bir konferans ile birkaç ya­ zıdan ibaretti. Daha fazlasına imkan verilmemişti. Bunları zih­ nimden geçirerek sordum: '

- Hocam, Menderes hakkındaki kanaatınız nedir? Kısa bir tereddüt anından sonra cevap verdi: - Şüphesiz muvaffak bir devlet adamıydı. İmarcı ve müte­ şebbisti. Türkiye onun zamanında kalkındı ve ilerlemeye baş­ ladı. Milletin sevgisini kazanmayı da başarmıştı. Hiç hatasız ol­ ması mümkün değildi. Ama bu hatalar, onun idamına sebep


1 70

TANIDIÔIM ATSIZ

olacak ehemmiyette asla sayılamaz. Yazık oldu! İyi niyetli, va­ tansever bir memleket evladıydı. Cuntanın en büyük hatası zannederim bu olmuştur. Hayatta ve iktidardayken Menderes'i zaman zaman sert şe­ kilde tenkid eden Atsız'dan bu kadar objektif bir hüküm bek­ lemiyor olmalıydım ki, o günkü sözleri hafızamda yer etmiştir. İnsanlar ve tarihi şahsiyetler hakkında hüküm verirken müm­ kün olduğu kadar tarafsız davranabilmesi, onun tarihçiliğin­ den ileri geliyordu sanırım. Bu durumlarda hissi olmaktan uzaklaşıyor, derinliğine bir düşünce tarzını benimseyebiliyor­ du. İsmet İnönü 'ye karşı, pek tabii ki sempati beslemiyordu. Hatta en amansız muhaliflerinden biriydi. Onu ve arkadaşları­ nı 1 944'lerde zindanlara tıkan, tabutluklarda inleten uygulama­ nın mimarı İnönü idi. Cumhurbaşkanlığı sırasında ve muhale­ fet döneminde de İnönü, milliyetçiliğin karşısında yer almıştı. Bu vasıfları, Atsız'ın İnönü'den nefret etmesi için pekala yeter­ liydi. Seçim propagandası için yaptığı gezilerden birinde İnö­ nü'nün, sanırım Uşak'ta çekilmiş bir fotoğrafını gazeteden ke­ sip saklamıştı. Bu fotoğrafta "Paşa.. bir duvara tırmanıyordu . Aşağıdan destek olmuşlar, yukarıdan da el uzatıp onu duvar­ dan aşırmaya çalışıyorlardı. Başındaki fötr şapkası kaymış, boynundaki atkısı sarkmış, paltosu yarı omuzuna kadar sıyrıl­ mıştı. Yaşlı ve ciddi bir devlet adamı için gerçekten yakışıksız, hatta gülünç bir görünümdü. Bu fotoğrafı uzun zaman masasının üzerinde muhafaza et­ miş, sırası geldikçe ziyaretçilerine göstermişti. - Şu hale bakın, diyordu. Şu hırsa bakın! Allah kimseyi bu hallere düşürmesin! Fakat bir başka münasebetle de İsmet Paşa hakkında şun­ ları söylemişti: - Ne olursa olsun, İsmet Paşa, Türkiye'nin siyasi hayatında bellibaşlı faktörlerden biri. Ordudan geliyor. Paşadır! Milli Mü­ cadele'nin kumandanlarından biri. Üstelik Türk milletinin üçte biri de onun tarafında. Kindardır, haristir, insafsızdır. Evet bun­ lar doğru. Ama İsmet Paşa'yı yok farz etmek çok yanlış olur.


TANIDIGIM ATSIZ

171

Daha evvel v e hele daha sonra pek çok tarihçi tanıdım. Onlarda da aynı objektif değerlendirme hassasını gördüğüm için, Atsız'ın duygulardan arınmış bu teşhislerini tarihçiliği ile izah edebiliyorum .

..QRDİNARYÜSÜN FAHİŞ YANLIŞLARI" 1961 seçimleri nihayet gelip çattı. Huzursuz ve ürkek bir ortam içinde seçime gidiliyordu . Yeni kurulan partilerin propa­ gandası çok kısıtlı imkanlar içinde yürütülüyordu . Demokrat Parti'nin takipçisi olduğuna seçmenleri inandırabilecek parti, dağınık oyları toplayarak başarı sağlayacak gibi görünüyordu . Ama o günkü ortam içinde böyle bir zemin üzerinde çalışmak hayli tehlikeliydi. Bölükbaşı ve Alican, Menderes'in muhalifle­ ri olduğu için, onların liderliğindeki iki partinin, sahipsiz rey­ leri toplaması oldukça zordu . Adalet Partisi, bu bakımdan da­ ha şanslı görünüyordu. Onun adayları da ancak bazı imalar ve rümuzlarla propaganda yapabiliyorlardı.

«Gözlerime bakın, ne demek istediğimi anlarsınız,, gibi sözler bile, miting

meydanlarında· ihtiyatla söy lenebiliyordu . Milliyetçilerin bir kısmı bu seçimlerde Adalet Partisi'nden milletvekili veya senatör adayı olmuşlardı. Ali Fuat Başgil, Dr. Fethi Tevetoğlu Samsun C. Senatosu adayı olarak AP listesin­ deydiler. Dr. Sadettin Bilgiç, Ferruh Bozbeyli, Gökhan Ev· liyaoğlu, Nurettin Topçu, Hami Tezkan, Mehmet Turgut, Faruk Sükan, Tahsin Demiray, Cevat Önder vb. Adalet Par­ tisi, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu CKMP listesinden adaydılar. Başgil 'in seçimlerden sonra AP tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterileceği söyleniyordu . Tam bu sırada Atsız'ın «Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları" adını taşıyan bir broşürü yayımlandı. Broşür, Ali Fuat Başgil'e cevap olarak yazılmıştı. Başgil, o sırada yayımlanan bir yazısında (Son Havadis, 7 Ekim 1961) milliyetçilikle ilgili görüşlerini açıklamıştı. Bunlar "Anadoluculuk" adı verilen anlayış çerçevesinde izahlardı. Ali Fuat Başgil adı, muhalif - muvafık pek çok kimsenin ağzında dolaştığı ve dikkatleri çektiği için de tesirli olacağı şüphesizdi.


172

TAN!DIGIM ATSIZ

Başgil, b u yazısında ş u görüşleri ileri sürüyordu : "Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan bir­ çok millet elemanlannın asırlar içinde ve İslam kültürü kaza­ nında kaynayıp hal ve hamuı· olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz. . . Gerçi dil elemanlanınız bakımından Orta Asya ile yakın bir hısımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne ruh yapımız itibarı ile Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi İJatiııde, kendi başına yaşaya;ı, nev'i şahsına münhasır bir' milletiz. " Atsız, bu yazıya fena öfkelenmişti. Eskiden beri bu konu­ da, bilhassa Nurettin Topçu ile olan sert münakaşaları bilini­ yordu . Kendisini cevap vermeye mecbur hissetmişti. Atsız, Başgil'e cevap olarak kaleme aldığı broşürde, onun yanlışlarını ortaya döküyor, ilmi açıklamalarda bulunuyordu. Bu görüşlerden bazılarının, Kremlin'in parçalayıcı fikirlerine tı­ patıp uyduğunu, insanlık hakkındaki anlayışının ise komünist­ lerin ve masonların görüşlerinden farksız olduğunu ileri sürü­ yordu. Uzun izahlardan sonra soruyordu : "Şimdi, Ali Fuat Başgil'i devlet başkanı yapmak isteyenlere soruyorum: Başka adam bulamadınız mı? İç ve dış Türkleri ayrı milletler sayan, milliyetçiliği milletlerarası münasebetler­ de ayırıcı rol oynayan kollektif bir egoizm diye gören, dinin bugün için bir ideal veremeyeceğini iddia eden ve Nazım Hik­ metofun hapisten çıkması için birçok solcularla birlikte bir ka­ ğıda imza atan bu ordinaryüsten başka kimseyi bulamadınız mı.? İsmet İnönü de aynı meseleler yüzünden öldürücü tenkit­ lere uğramamış mı idi? Bir devlet başkanı seçimi siyasf bir iş olmadığı, siyasetin üs­ tünde yer aldığı için .fikrimi söylüyorum: Bula bula Başgil'i m i buldunuz? Siz de kuru şöhretlerin ardında mı koşacaksınız? Yoksa mill�yetçi değil misiniz?" Başgil'in yaptığı millf gaf o kadar büyük ve korkunçtur ki, bunun yargılanmasını yapmak için yüce divanlardan daha büyük bir yüce divan bile kafi gelmez. Başgil bilginmiş, ulus­ lar arası çapta imiş . . . Bana ne? İsteı-se yıldızlar arası çapta ol­ sun. Millf şuura malik olmadıktan sonra ben onun bilgiııliği­ ııi ne yapayım? Türklük hakkında müspet bir .fikri olmayacak olduktan sonra dünyada Ali Fuat Başgil'e bile hocalık edecek


TANID!GIM ATSIZ

173

nice anayasa prqfesörü bulunabilir. Yazık Türk milletine . . . Yüzyıllarca zahmet çeksin, kan döksün, vergi versin, sonra onuıı münevver bilginleri , toplayıcı ve kurtarıcıformülleri bu­ lacak/an yerde onu parçalasın . . . Yazık . . Yazık . . .

"

Broşürün yayımlanması, milliyetçi çevrelerde iyi karşılan­ madı. Atsız'ı uzaktan - yakından tanıyanlar, hatta bu tartışma­ da onun görüşlerine yatkın olanlar bile, broşürü çok zamansız buluyorlardı. Başgil, son bir buçuk yılda halk tarafından tanın­ mış, kendisine ümit bağlanmış bir şahsiyet haline gelmişti . Bu durumda onu baltalamak değil, bilakis desteklemek lazımdı. Zira CHP karşısında böyle kuvvetli kimselere ihtiyaç vardı. At­ sız bu cevabı muhakkak vermek durumunda ise, bunu daha ileri bir tarihe bırakabilirdi. Susabilirdi de. Nihayet bir yazıydı, gelip geçecekti . Üzerinde durmak, dikkatleri büsbütün çek­ mekten ve o görüşün yayılmasına sebep olmaktan başka neye yarayacaktı? Bu düşüncede olanlar broşürün satılmasına ve dağıtılması­ na yardımcı olmayı da reddediyorlardı. Şimdi bütün gücü bir yerde yoğunlaştırmanın zamanıydı, parçalanmak ve kavga et­ mek çağı değil. Gerçekten sert ifadelerle ve hücumlarla dolu olan broşür, bu yüzden geniş bir dağılım imkanı bulamadı. Atsız ise, belki Başgil'e olduğundan çok, bu düşünce tarzına öfkeleniyordu . Kendisinin •taktik· hatası yaptığını söyleyenleri de Anadolucu­ lukla, Türkçülük düşmanlığı ile, ümmetçilikle suçluyordu. Tak­ tik - maktik ne demekti? Türkçülüğe aykırı bir fikir nerede ve ne zaman söylenmişse, onun karşısına dikilmek lazımclı. Türk­ çülüğün taktiğe ihtiyacı yoktu. Doğru bir fikrin dosdoğru, dob­ ra dobra ifade edilmesi gerekirdi. Taktik mülahazaları ile, Türk ülküsünü zayıflatmak kimsenin haddi değildi. ·Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları.. ne kadar dağıldı ve ne ka­ dar okundu, bilmiyorum. Fakat, o sırada Atsız, mesela komü­ nistler veya CHP hakkında bir broşür yayımlamış olsaydı, bu­ nun birkaç misli dağılacağına ve çok daha geniş tasvip topla­ yacağına şüphe yoktu. Atsız'ın, zaten hoşlanmadığı •taktik· sözünden o günlerde­ ki kadar nefret ettiğini hatırlamıyorum.


TA N I D I Ô I M A T S I Z

174

SEÇİM GECESİ Açık denizde fırtınaya yakalanmış bir tekne gibi çalkalanan Türkiye'de seçimler kuşku içinde yapıldı. MBK ve onun geri­ sindeki güçler, seçimin 27 Mayıs karşıtlarının galibiyeti ile so­ nuçlanmasından ürküyorlardı. CiiP'nin iktidara gelmesini iste­ meyenler ise, herhangi bir bahane ile seçim sonuçlarının iptal edilmesinden ve parlamenter rejime geçişin önlenmesinden korkuyorlardı. Seçimin ilk sonuçları alındığında CHP'nin tek başına iktidar olamayacağı anlaşılmıştı. CKMP, tahmin edilenden daha fazla milletvekili çıkarıyor, AP ise YTP karşısında Demokrat P arti oy­ larına daha büyük oranda sahip çıkıyordu . Seçim gecesi ( 1 5 Ekim 1961) saat 2 2 'ye doğru Atsız'la tele­ fonda görüştük . Belli olan sonuçlar onu ferahlatmıştı . O gece sabaha kadar çalışacaktım. Gazete seçim sonuçlarını, yeni baş­ lıklarla duyuracağı için aralıksız bir mesaiye ihtiyaç vardı. Sa­ bah erken kalktığını biliyordum ama, ihtiyaten bir kere daha sordum . - Saat 6'da kalkmış olacağım. O saatte ararsan memnun olurum, dedi. O zaman seçim sonuçları şimdiki gibi hızla belir!enemiyor­ du . Bilgisayar ve televizyon yoktu . Radyo yetersizdi. Birçok belde ile telefon irtibatı bile zorlukla kurulabiliyordu. Onun için, gazetelerin tesbitleri gerçeğe yakınlık ve sür'at bakımın­ dan önem taşıyordu. Gece yarısından sonra, her partinin çıkardığı milletvekili sayısı az-çok belli olmaya başlamıştı. Sabaha karşı kesin ra­ kamlar hemen hemen belirmiş sayılabilirdi. Belki birkaç deği­ şiklik olabilirdi, o kadar. Saat 6. 30'a doğru aradım. Atsız uyanmış, bekliyordu. - Hocam, akşamki tahminler gerçekleşti. CHP en çok oyu aldı ama, milletvekili sayısı 173'te kaldı. Onu Adalet Partisi ta­ kip ediyor. 1 5 9 milletvekili çıkardı. YTP'nin 65, CKMP'nin 54 milletvekili var. - Eee, ne oldu İsmet Paşa'nın hesapları? Hani 250 sandal­ ye alacaktı?


TAN I D I Ô I M ATSIZ

175

- Bilmem, herhalde yanlış çıktı! - Evet, evet1 Bu durumda CHP yine muhalefette kalacak demektir. AP, YTP, CKMP bir araya gelip hükumeti kurarlar, bu iş biter. Görünüşe göre hesap tamamdı. AP ile YTP 'nin sandalyele­ ri, güvenoyu için yeterli sayıyı tamamlayamıyordu . Fakat CKMP'li 56 milletvekili de eklendiği takdirde mesele hallolu­ yordu . Görünüşe göre, diyorum. Çünkü perde arkasında neler olup bittiğini bilmiyorduk ki. Halbuki Ankara kaynıyormuş. Seçim sonuçlarından memnun olmayan cunta, meclisin feshini kararlaştırmak üzere toplanmış. P rotokoller hazırlanıp imza edilmiş. Karanlık bulutlar Türkiye'nin üzerinde yine toplanma­ ya başlamış.

BEKLENMEYEN BİLDİRİ Seçimin ertesi akşamı radyodan hiç beklenmeyen bir bildi­ ri okundu . M.B.K Başkanı Cemal Gürsel imzasını taşıyan bu bildiri, bir yıl önce suçlanıp emekliye sevk edilerek yurt dışına sürülen 1 4'leri .. temize çıkarma..yı hedef alıyordu . Bildirinin ikinci paragrafı şöyleydi:

..vatanseverlikleri tarihin değişmez hükmüne bağlan­ mış olan 38 ihtilal arkadaşının andlarıyla milletimize karşı teyid ettikleri müşterek inançları demokratik hu­ kuk düzenine girerken, bu hedefe varılacak yollarda, ih­ tiliillerin tabiatında mevcut keskinliklerin doğurduğu ba­ zı metod ayrılıkları belirmişti. Bunun sonucu olarak sa­ dece bir kadro kanunu olan 127 sayılı kanunla dışarda hükumet müşavirliği verilen 14 arkadaş ınuz bu vazifele­ rini de büyük bir ciddiyetle yapmışlardır. Hazırlanış, ic­ ra ve tarih önünde mesuliyet ortaklığını yüklendikleri ihtilalin bugün milletçe idrak ettiğimiz sonucunun onla­ rın da ortak inançları olduğunu aziz milletimize arz ede­ riz. .,

Bu beklenmedik bildiriyi şöyle yorumladık: 1 4 'ler yurda dönüyorlardı. Onların dönüşilne zemin hazırlamak ve eski ger­ ginliği yumuşatmak için bu şekilde bir beyana gerek duyul-


T A N I D JG J M ATSIZ

176

muştu. Yoksa, durup dururken b u bildirinin yayınlanmasında başka ne mana olabilirdi?

BOŞUNA BİR BEKLEYİŞ Birkaç akşam sonra, gazetede çalışırken nöbetçi sekreter heyecanla yanıma geldi: - Altan, dedi, Türkeş bu gece Yeşilköy'e geliyor. Brüksel'den uçakla yola çıkmış. ·

Az sonra başka arkadaşların da telefonları gelmeye başla­ dı. Onlar da aynı haberi duymuşlardı . Benim bilgim olup ol­ madığını, gazeteye bu tarzda bir istihbarat gelip gelmediğini soruyorlardı. Hatta, Brüksel'den gelecek uçağın varış saatini bi­ le öğrenmişlerdi. Haber, çeşitli kaynaklardan doğrulandıkça, inanılırlığı da artıyordu. Bunun üzerine, Beyazıt'ta toplanarak Yeşilköy Ha­ vaalanı'na gitmeye karar verdik. İki arabayı ancak doldu rmuş­ tuk. Havaalanına vardığımızda 1 5 kişi kadar olduğumuzu gör­ dük. Üniversite öğrencisi iki-üç genç kız da Türkeş'i bekleyen­ ler arasındaydı. İçlerinden birine Atsız'ın «Alnula» adını taktı­ ğını işitmiştim. Boylu-poslu, yakışıklı bir genç asistana da «Yamtar» ismini uygun görmüştü. «Şaman diye andığı bir ar­ kadaşımız da oradaydı. ..

Atsız'ın böyle ad takma, lakap takma veya insanları lakap­ larıyla anma meyli vardı . Mesela Osman Yüksel'i «Deli Os­ man Ahmet Hamdi Tanpınar'ı (galiba üniversite öğrenciliği sırasında takılmış olan) «Kırtıpil Hamdi" adlarıyla anardı. Oğ­ lu Buğra'ya bile «Dinozor diye takılmaktaydı. O genç kızla asistana da kendi ünlü romanı ..Bozkurtların Ölümü..ndeki kah­ ramanlardan ikisinin adını takmıştı. Arkadaşlarımızdan biri (Fa­ ik Tan) daha lise öğrencisiyken, kendine ·Gök Börü" adını uy­ gun görmüştü. Bunu öğrenen Atsız, sonuna kadar bu arkada­ şımızı «Gök Börü" veya "Gök Börü Faik· diye çağırmıştır. ..

..

Sırası gelmişken belirtelim: Atsız'ın bir başka eğilimi de milliyetçi genç kızlarla delikanlıların birbirleriyle evlenmelerini teşvik etmek, hatta bu yolda zaman zaman gayret sarf etmek­ ti. Özellikle Türkçü gençlerin erken evlenmelerini, gürbüz ve milliyetçi çocuklar yetiştirmelerini yazıları ile, konuşmaları ile telkin ederdi.


TANIDIÔIM ATSIZ

1 77

Atsız'ın taktığı isimlerle ..AJmıla" ve ·Yamtar" birbirlerini sa­ nırım o sıralarda tanımışlardı. Onların bir yuva kurmalarını bel­ ki ilk önce Atsız tasarlamıştı. Bu ..gizli.. düşüncesini hepimiz bi­ liyorduk. Nitekim bu tasavvur gerçeğe doğru yürüdü. Bir se­ neye varmadan o iki genç milliyetçinin nikahı kıyıldı. Bu izdi­ vacın önüne çıkan ufak-tefek engellerin kaldırılmasında Atsız kendi nüfuzunu, tanıdıklarının tavassutunu seve seve kullandı. Temelinde Atsız'ın harcı bulunan bu yuvanın saadeti, o gün­ lerden beri devam etmektedir. Hasılı, birbirini az-çok tanıyan kimselerdik. Fakat "Danış­ ına"dan aldığımız bilgiler, bize gelen ilk haberleri hiç tutmu­ yordu. Zira Brüksel'den gelecek herhangi bir uçak yoktu. Dış hatlarda sadece Almanya'dan bir uçak bekleniyordu , o kadar. Bayağı meyus olmuştuk. Belki de gençliğin verdiği heye­ canla, Türkeş bir an önce yurda dönsün ve Türkiye'nin kade­ rini hayra çevirsin istiyorduk. Onun gecikişi ile memleket kıy­ metli günler kaybediyordu . O sırada böyle düşünenlerin sayı­ sı hiç de az değildi. Haber yayılmış olmalıydı ki, az sonra, aynı zamanda sami­ mi arkadaş olan iki sinir hekimi de Havaalanına geldi (O sıra­ da doçent olan Ayhan Songar ve Recep Doksat. İkisi de Hakk'ın rahmetine kavuştu). Geç kalmış olmaktan endişe edi­ yorlardı ama, durumu öğrenince canları sıkıldı. Türkeş'in ve arkadaşlarının dönmesine Milli Birlik Komitesi tarafından mü­ saade edilmediği görüşündeydiler. Aldığımız yanlış haberle Yeşilköy Havaalanı'na, gelmeye­ cek bir uçağı beklemeye gittiğimiz haberi Atsız'ı pek eğlendir­ di. Birkaç zaman sürecek şakalarına iyi bir malzeme hazırladı­ ğımızı ne bilelim? İnancımızın ve gönlümüzün saflığı bizi Ye­ şilköy'e sürüklemişti. Aslında o haber tamamen yanlış değildi. Olayların başka bir seyir takip ettiğini sonraki yıllarda öğrenecektik. MBK'nin bildirisi üzerine, 1 4'lerden bazıları Brüksel'de bu­ luşmuşlardı. Aralarında Alparslan Türkeş de vardı. Görüşme sonunda Türkiye'ye dönmeye karar vermişlerdi. Niyetlerini MBK'nin ve cuntanın temsilcisi olan eski arkadaşlarına elçilik teleksi ile bildirmişler, fakat bu istek olumlu karşılanmamıştı. MBK kararsız kalmış, meseleyi cuntaya havale etmişti. Genel-


1 78

TANIDIGIM ATSIZ

kurmay Başkanı Sunay da, Albay Dündar Seyhan'ı bir mesajla Brüksel'e göndermişti. Bu mesajda durumun karışık olduğu, seçim sonuçlarının orduyu tatmin etmediği, büyük bir grubun yeniden baş kaldırma eğiliminde bulunduğu, bunların da 14'leri (ve tabii Türkeş' i) lider olarak tanıdığı bildiriliyordu. Dönüşlerinin büyük olaylara sebebiyet verebileceği, bu sebep­ le gelişin uygun bir zamana ertelenmesi -vatanseverlik duygu­ larına da hitap edilerek- rica olunuyordu . Bunun üzerine, 14'ler yurda dönüşün ileri bir tarihe bırakılmasına ka,rar vermişlerdi. Brüksel'de toplananlar Paris'e giderek yaptıkları bir basın toplantısında bu kararı açıkladılar. Kamuoyu ile birlikte biz de öğrenmiş olduk.

BAŞGİL'E TEHDİT Seçimden sonraki gelişmeler, Atsız'ın tahminlerine uymadı. Üç parti koalisyonu yerine AP-CHP iş birliği yapıldı. İsmet İnö­ nü Başbakan olmuş, Gümüşpala ise kabineye girmemişti. .. or­ duyu kışlaya sokma.. sloganı İnönü'nün dayandığı yeni formül halindeydi. Fakat anlaşılıyordu ki, subayların büyükçe bir kıs­ mında İnönü'ye karşı da tepkiler başgöstermekteydi. İsmet Pa­ şa'nın adı etrafındaki sihirli havanın yavaş yavaş kaybolduğu anlaşılıyordu . Atsız'ın sert bir ifadeyle hücum ettiği Ali Fuat Başgil, Ada­ let Partisi tarafından Cumhurbaşkanlığına aday gösterilecekti. Seçim öncesi İsviçre'de bulunan Başgil, senatör seçildikten sonra Türkiye'ye gelmişti. Fakat Ankara'da ummadığı bir mu­ amele ile karşılaşmıştı. MBK üyesi General Sıtkı Ulay, Başgil'le konuşarak kendisini açıkça tehdit etmişti. Cumhurbaşkanı adaylığından çekilmediği takdirde, Meclis, açılmadan dağıtıla­ cak, seçimler iptal olunacak ve askeri idare devam edecekti (O sırada Sovyetler Birliği'nin MBK'ne yapmış olduğu bir tekliften kamuoyunun henüz haberi yoktu. Sovyetler Birliği, seçimler yapılmayıp askeri idare devam ettiği takdirde, Türkiye'ye 500 milyon dolar yardım yapacağını bildirmişti. Bu teklif, MBK ta­ rafından reddedilmişti) . Sıtkı Ulay, artık MBK'nin etkisi kalma­ dığını, asıl kuvveti elinde tutan cuntanın kendisini görevlendir­ diğini de ilave etmişti. Bunun üzerine Ali Fuat Başgil, hem adaylığını koymamış, hem de C. Senatosu üyeliğinden istifa ederek yine İsviçre'ye dönmüştü . Başka rakibi bulunmayan


T A N I D I Ô I M A TS I Z

1 79

Cemal Gürsel de, zar-zor açılan Mecliste Cumhurbaşkanlığına seçilmişti. Başgil; "Benim moralim alt üst olmuştu. Bu bakımdan Pa­ şa (Sıtkı Ulay), karşısında tam adamını bulmuştu" diyecekti. Atsız ise, ..işte Başgil 'in hakiki çehresi, diyordu. Ona güve­ nenler, ne kadar yanıldıklarını herhalde anlamışlardır. Hepsini yüz üstü bırakıp İsviçre'ye gitti. Şimdi oradan vatanseverlik dersleri verecek 'Taktik ' diye benim broşürümü beğenmeyen­ ler, acaba onun bu davranışını çok mu beğendiler?" Doğrusunu söylemek gerekirse, perde arkasını az-çok se­ zinlemekle beraber, Başgil'in tutumu hepimizde hayil kırıklığı yaratmıştı. Belki de bu şekilde davranmakla rejimin normale dönüşünü kolaylaştırmıştı ama, medeni cesaret bakımından kötü not almıştı. Böylece de -ister istemez- Atsız'ı haklı çıkar­ mış oluyordu . O sırada Atsız'ın Osmanlı tarihine ait takvimleri ( •) yayım­ lanmak üzereydi. Bunlar, eski yazı hurufatı olan bir matbaada basılıyordu. Burası, Cağaloğlu'nun Divanyolu'na yakın bir ye­ rinde, adeta yer altında, eski bir matbaa idi. Süleymaniye'den bu matbaaya, tashih alıp-vermek üzere, bir-iki defa yürüyüşü­ müzde, Başgil, ..fahiş Yanlışlar" broşürü, İsmet Paşa'nın başba­ kanlığı, 14'ler ve ·Mili! Yo],, konularında konuşuyorduk. "Milli YoP Evet, 1 960 yazındaki bu mesele şimdi yeniden canlanmıştı. Bu defa kader, beni Milli Yol teşebbüsünün tam içine sü­ rüklemişti. Onun için, bu mesele, zihnimi kemirip duran bir kurt gibiydi. Atsız'la en çok konuşup görüştüğümüz mevzula­ rın başında artık «Milli Yol· dergisi geliyordu.

MİLLi YOL Türk milliyetçiliğinin köklü ve yaygın bir haftalık yayın or­ ganı yoktu . Orkun kapanalı on yıl oluyordu. Onun yerini tu­ tacak dergi bir türlü çıkarılamamıştı. Halbuki bu on yıl içinde

--------(") Tevarih-i Cedid-i Mir'at-ı Cihan· ve ·Osmanlı Tarihine Ait Takvimler 1. tarihli takvimler•.

824, 843


1 80

TANIDIGIM ATSIZ

(1952- 1 961) haftalık haber v e yorum dergisi yayımcılığı Türki­ ye'de hızla gelişmiş, bu türün başarılı örnekleri verilmişti. Ama, çoğu -hatta hepsi- CHP veya sol görüş paralelinde dergilerdi. Milliyetçiliğin görüşlerini aksettirecek bir mecmuaya ihtiyaç duyulduğu muhakkaktı. Bu seferki teşebbüs daha sağlam ve daha uzun ömürlü ol­ malıydı. Siyasi aktüalite yakından takip edilerek milliyetçi gö­ rüşle yorumlanmalıydı. Aynı zamanda, milliyetçiliğin, uzun va­ deli meseleler üzerindeki görüşleri de işlenmeli, berraklaştırıl­ malı ve kamuoyuna mal edilmeliydi . Seçimler yapılmış, demokratik rejime yeniden geçişin titrek ve ürkek ilk adımları atılmıştı. Demek ki, fikirlerin daha ser­ bestçe ifade edileceği bir ortama girilmek üzereydi. Bu bakım­ dan, yayını önleyici kısıtlamalara maruz kalma ihtimali azal­ mıştı. Atsız'ı da, Milli Yol'a karşı, bir yıl önceki uzak tavrından biraz sıyrılmış buluyordum. Fakat İsmet Tümtürk'le bu konuyu görüştüğüm zaman ümitlerim hayli azaldı. Ben zannediyordum ki, teşebbüsün maddi cephesi halledilmiş, şirket hazır; sadece idari ve mes­ leki hazırlıklara ihtiyaç var. Halbuki toplanan paranın yeku­ nunda, bir yıl öncesine nazaran, hemen hiç gelişme olmamış­ tı. Sanırım, 6. 000 lira kadar bir sermaye! Haftalık bir dergi için, o tarihte bile, çok az. Tümtürk, önce şirketi kurmamız ve ser­ mayeyi artırmamız gerektiğini söyledi. Haklıydı. Meselenin en zor tarafı da -galiba- buydu. Çaresiz, işe giriştik. Ben İlhan Ağabey'e gidip durumu an­ lattım. Darendelioğlu İlhan Bey, o tarihte Toprak dergisini ay­ lık olarak yayınlıyor ve küçük bir matbaa işletiyordu. Ufak bir hisse ( 1 200 lira) ile sermayeye katıldı. Ben iki maaşımı koy­ dum. Beş-altı yıl önce, üniversiteli gençler olarak, ülkü faali­ yetlerine harcanmak üzere aramızda topladığımız paranın mü­ him bir kısmı, o görevi üzerine alan eski arkadaşlarımızda du­ ruyordu . Hatta miktarı daha da fazlalaştırmışlardı. Teşebbüsü duyunca onlar da kendilerinde birikmiş olan parayı getirip tes­ lim ettiler. Fakat yine de yeterli bir sermayeye ulaşmış değil­ dik. Tam o sırada Nihat ve Necati Bozkurt kardeşler imdada yetiştiler. Öyle varlıklı kimseler değillerdi. Genç yaşta, ailele­ rinden uzakta ve zor şartlar altında, inşaat işlerinde çalışıyor-


T A N I D I G I M ATSIZ

181

!ardı. Biri Sinop'ta, diğeri Gemlik'teydi. Sadece maaşları bize nazaran yüksekti, o kadar. Fakat teşebbüsü kendilerine açıp durumu anlatınca, birikmiş biraz paralarını bu işe seve seve tahsis edeceklerini söylemezler mi? O ·biraz para .. Milll Yol'un hemen hemen yarı sermayesini meydana getiriyordu . İsmet Tümtürk'ün yazıhanesinin köşesindeki yeşil kasada, artık 20. 000 lirayı biraz aşan sermayemiz, işin yürütülmesini bekler gibiydi. Ne kadar kıt imkanlarla, ne geniş ufuklara doğru yola çıka­ caktık. Ama o yıllardaki kaderimiz buydu. Sarp kayalara tırnakla­ rımızda tırmanmak zorundaydık. Ve, üstelik başarmak zorun­ daydık da . Sarsılıp sendelemeye tahammülümüz yoktu. Atsız'ın her sayıda ve herhalde başyazı yerinde yazacağını sanıyordum. Belki de, bu sadece benim tahminim ve temen­ nimdi . Bana, pek tabii ve başka türlüsü olmaz gibi geliyordu. Atsız'ın yazıları, Milll Yol'un lokomotifi olacak ve böylece sa­ tış rekorlarını kıracak yepyeni bir dergi meydana çıkacaktı. O sırada gazetedeki işimin dışında haftalık bir çocuk der­ gisini de tek başıma hazırladığım için benim başımı kaşıyacak vaktim yoktu. İkinci meşgaleyi bırakıp Milll Yol'un teknik ha­ zırlanışını üzerime almam, ancak iki-üç aylık bir zamana ihti­ yaç gösteriyordu . Bu süre içinde, danışma ve matbaada dergi­ nin bağlanmasını bitirecek mesai (ki, o da bir akşamüstünden ertesi sabaha kadar haftada bütün bir geceydi) mümkündü. İlk sekiz hafta böyle yaptık. Milll Yol'un imtiyaz sahibi Necati Bozkurt, Yazı İşleri Mü­ dürü İsmet Tümtürk'tü . Önce geçici bir iki yerde çalışıldı, son­ ra Nuruosmaniye Caddesi üzerindeki eski ve ahşap bir binanın üst katında iki oda kiralandı. Gazeteyle sözleşmeli olduğum için benim adımı dergiye hiç koymadık. Yazılarım da daima müstear isimlerle çıktı (daha çok Murat Gencoğlu adı ile), ba­ zen de imzasız yayımlandı.

ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN MEKTUBU Milli Yol'un ilk sayısından itibaren ·Tarihi Vesikalar Serisi" adı ile, geçmiş günlerin bilinmeyen bazı belgelerini yayımla-


TANIDIGIM ATSIZ

182

maya başladık. 1 . sayıda, Alparslan Türkeş'in, Yeni Delhi'den, Cemal Gürsel'e yazdığı mektup yer alıyordu. 7 Eylül 1 961 tari­ hini taşıyan bu mektup Yassıada kararları açıklanmadan önce yazılmıştı ve idam cezası verildiği takdirde bunların hafifletil­ mesini istiyor, esasen 13 Kasım'da yeniden kurulan ikinci MBK'nin, idam cezalarını tasdike hukuken yetkili bulunmadı­ ğını ileri sürüyordu. Bu tarihi belgenin tam metni şöyleydi: Orgeneralim, Size asla yazmak niyetinde değildim. Fakat bugün memle­ ketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkati­ nize sunulması zarurf oldu. Şöyle ki: Yüksek Adalet Divanı birkaç güne kadar eski iktidar men­ supları hakkında hükmünü verecektir. A daletin hükmüne mü­ dahale etmemek ve daima hürmetkar bulunmak şarttır. A ncak hükümlerin infazı, yurtta mevcut durumun nezaketi gözöııü­ ne getirilince ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür. Yüksek A dalet Divanının vereceği cezalar içinde idam hü­ kümleri bulunduğu takdirde, bunların tadil edilerek hafifletil­ mesi cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. Çünkü: a) İdam cezalarının infC1zı, 13 Kasımdan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır. b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında ve milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır. c) Ölüm cezalarının infazı halinde, milletimizi bölen kin ve garez duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayısın amacı olan millf birlik ruhunun geliştirilmesi güçleşecektir. ç) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur. Esasen siyası suçlardan dolayı ölüm cezaları verilmesi, bu­ günün insanlık duygularına uymamaktadır. Buraya kadar sıralanan m ütalaalara ilaveten, hukuk ba­ kımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur: !. Yüksek A dalet Divanının vereceği idam cezalarının ni� haf incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği ta-


T A N I D J Ô I M A TS I Z

1 83

rihte tek meşru yasama organı bulunan 2 7 MA YIS Milli BiR­ LiK KOMiTESİ'ne aitti. . 11. Bugün ise yasama organı yalnız başına 13 KASIM KO­ MİTESJ değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komiteden meyda­ na gelen Kumcu Meclistir. III Türk A nayasasına göre, idam hükümlerinin nihaf in­ celemesi, Yasama organlarına aittir. Şu halde bugün Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesince incelenmesi hukukf ve meşrn olamaz.

Aksi halde, m illet ve tarih önünde sornmlu olacağınızı ha­ tı ı-latınm. Saygılarımla. Alparslan Türkeş

Türkeş'irı, Milli Yol'da yayımlanan bu mektubu büyük yan­ kılara sebep oldu . Günlük gazetelerden bazıları, mektubu ay­ nen iktibas ederek okuyucularına duyurdular. Türkeş adı yeni­ den ve fakat bu sefer biraz daha değişik biçimde yurt sathına yayıldı, mecliste ve basında çeşitli yorumlara, tartışmalara yol açtı. Günlük gazetelerde de oldukça geniş reklam yaptığımız için, Milli Yol'un ilk sayısı büyük ilgi topladı. Birçok yerde he­ men bitti. O sayıyı 30 binin üzerinde basmıştık. O güne kadar çıkan bütün milliyetçi dergilerin baskı sayısını fersah fersah ge­ ride bırakmış oluyorduk. Fakat ilk sayıda Atsız'ın yazısı yoktu . Sonraki sayılarda da. Kendisine niçin yazmadığını sorduğum vakit, ilerde yaza­ cağını, münasip bir zaman beklediğini söylüyordu . Buna rağ­ men, sür'atle akıp geçen haftalar boyunca, Milli Yol'a hiçbir yazısı gelmiyordu . İlk sayılarda, Türkçülüğün eski kadrosundan Nejdet San­ çar, Zeki Sofuoğlu, İsmet Tümtürk, Dr. Fethi Tevetoğlu ve ye­ ni isimlerin makaleleri ile haberler ve yorumlar yer alıyordu . İsmet Tümtürk'ün hazırladığı · «27 Mayıs ve Sonrası" başlıklı bir ifşaat serisi de ilgi çekiyordu. Ama Atsız yoktu . Halbuki bi­ zim inancımız (bizim derken, gençleri kasdediyorum) Atsız


TA N ! D I G I M A T S I Z

1 84

yazdığı takdirde tirajımızın sür'atle artacağı merkezindeydi. Zi­ ra satış grafiği düşüyor, 5. sayımız 22.000 basılıyordu .

«YÜZBAŞIIAR ŞEHRİN KAPIIARINDA» Biz Milli Yol'un heyecanına dalmışken memlekette ihtilat rüzgarları yeniden esmeye başlamıştı. Lakin bu rüzgarın yönü­ nü tayinde oldukça zorluk çekiyordu k. Ocak 1962 boyunca ve Şubat ayı başlarında yabancı basın da, Türkiye'deki huzursuzluğa ve silahlı kıpırdanış hareketleri­ ne ait yazılar yayımlamaktaydı. Le Monde yazarlarından biri durumu yerinde incelemek üzere Türkiye'ye gelmiş, yazıları bu gazetede «Yüzbaşılar Şehrin Kapılarında» başlığı altına çıkmıştı. Le Monde yazarına göre, iktidardaki karma hükumet Sten ile Thompson makineli tüfeğinin ikna edici eseriydi. Ya­ zar Edouard Sablier, Ankara'da ·Albayla konuşmak lazım• sö­ zünü çok işittiğini, bu cümlenin sihirli bir tesir yaptığını belir­ tiyordu . Yeni ihtilali harekete geçirmek için baskı yapan yüz­ başılar şöyle düşünüyorlardı: ·Kasım 1960'da Millf Birlik Komitesi'nden çıkarılan 14 'ler, 2 7 Mayıs ihtilalinin idealini temsil etmekte devam etmektedir­ ler. Dünyanın dört bucağına sürülmüş olan 1 4 'ler, döner dönmez uygulayacakları programı hazırlamaktadırlar. Biri Hollanda 'da tarımdan sanayie geçişi incelemekte, bir başkası lsrael'de Kibbutz'lar hakkında araştırmalar yapmakta, Hin­ distan 'da bulunan üye ise 5 yıllık plan ile uğraşmaktadır. Ni­ hayet Fransa 'daki "stratejik yedekler" de Gaulle usullerini öğ­ renmektedir. Ve hepsi zamanın gelmesini beklemektedirler. Yüzbaşıların müdahale edeceği saati.· Doğrusu ya, Türkiye'de de kimse, 1 4'lerin ihtilalcilikten vaz geçtiklerine inanmıyordu . Bir ..eşref saat" kolladıkları, ordu içinde kalabalık taraftarları bulunduğu kanaati yaygındı. 1 4'ler­ den Orhan Erkanlı'nın aradan 10 yıl geçtikten sonra yayımla­ nan hatıralarında (*) 1 4'lerle, silahlı kuvvetler mensubu ..radi­ kal.. lerin münasebetleri şöyle anlatılmaktadır: "· .

. 22 Şubat'ın hakikf lideri Talat Aydemir değil, Dündar

(*) Orhan Erkanlı; Anılar, Sorunlar, Sorumlular (27 Mayıs 1960-12 Mart 1971

Türkiyesi), İstanbul 1972.


T A N I D I G I M ATS IZ

1 85

Seyhan 'dır. Fakat, Talat, Harb Okulu talebeleri tarafından çok sevildiği için önde tutulmuş ve gösterilmiştir. D. Seyhan ise, bu hareketi daha doğrusu muhtemel bir hareketi 14 'ler adına ha­ zırlamış, örgütü güçlendirmiş ve kendine göre uygun bulduğu tarihte yanlışlıkla düğmeye basmıştır. Bir senelik gayretler so­ nunda orduda bize bağlı olan subaylara, ihtilali devam ettir­ mek isteyenlere, çeşitli vasıtalarla Albay Dündar Seyhan 'ın bi­ zim temsilcimiz olduğunu, kendisinin vereceği talimat dahi­ linde hareket edilmesi gerektiğini duyurmuş, 14 '/ere taraftar olanları Albay Seyhan vasıtasıyla Albaylar Cuntası 'na bağla­ mıştık. "

İşte böyle bir hareket memleket ufkunda görünürken, An­ kara'da Orkun dergisinin aylık olarak yeniden çıkarıldığı ha­ berini aldık. Milliyetçiliğin haftalık yorum dergisi olan Milli Yol yanında, aylık fikir dergisi olarak da Orkun'un elbette lüzumu vardı. Fakat beni asıl düşündüren husus, o güne kadar Milli Yol'a hiç yazı vermemiş olan Atsız'ın, Orkun'un ilk sayısında yazısı bulunduğu haberiydi. Bunu kolay izah edemiyor, •Aca­ ba Atsız, Milli Yol'a biraz buruk mu?• diye düşünmekten ken­ dimi alamıyordum.

ATSIZ'I HAREKETE GEÇİRECEK BİR «HİLE-İ ŞER'İYE,. Atsız'ın Milli Yol'a yazı yazmasını sağlayacak bir fırsat o günlerde kendiliğinden çıkıp geldi. Falih Rıfkı Atay'la Bedii Fa­ ik'in idaresindeki Dünya gazetesinde, Türkeş aleyhinde yayın yapılıyordu . Dünya , o tarihte CHP'yi ve İnönü'yü en çok tutan , müfrit bir gazeteydi. Falih Rıfkı tanınmış bir edip, Türkçeye ha­ kim kıvrak bir kalem sahibiydi. Fakat milliyetçiliğe hiç ısınama­ mıştı. Atsız'a da hasımdı. 1944'deki Türkçülük davası sırasında, milliyetçilerin ezilmesi için en fazla gayret harcayan üç kişiden biri olarak tanınmaktaydı. Dünya'nın başyazılarını yazıyordu. Bedii Faik de aynı gazetede fıkra yazarıydı. Dünya'da Türkeş'i vurmak maksadıyla yazdığı bir yazıda Bedii Faik, Atsız'ı da işin içine karıştırmıştı. Türkeş'in vaktiyle, daha 1 944'ten önce Atsız'a yazmış olduğu bir mektubu vesile edinerek "Türkeş Balonu" başlığı altında şöyle yazıyordu: "Bırakınız Adsız gibi Türk edebiyatında bir sümüklü böcek


TA N I D J G I M ATS I Z

1 86

izi kadar dahi belli olmayan bir kalemi ·kılıçtan keskin,, saya­ cak kadar gülünç inanıştan, fakat lutfen bu mektubun yazıl­ dığı 1944 yılını düşününüz. Memleket henüz İkinci Dünya Savaşı 'nın ateşleri arasındadır ve Türkiyeyi harbe sokmamak için didiııilmektedir. Tam böyle bir devirde de Alparslan Bey ise Nibal A dsız'ııı peşinde ve memleketi ele geçirme hülyasın­ da . Hem de ne için: ·Milleti, içinde bulunduğu tehlikelerden sıyınnak için, yani, Nasyonal Sosyalizmin yanında harbe gir­ memek gibi bir felaketi('j önlemek içini . . . '

,

Atsız, bu yazı üzerine de susacak değildi ya! Ama yine de onu harekete geçirmek için galiba bir şeyler yapmak lazımdı. Milll Yol'la ilgisi olan üç-dört arkadaş oturup düşündük. ·Hoca·yı teşvik edecek bir harekette bulunmak lazımdı. Doğ­ rudan söylesek o kadar tesirli olmayabilirdi. İçimizden biri -hangimiz, bilmem- ortaya bir fikir attı: - Hoca'ya, yabancı imişiz gibi telefon edelim! Niye olmasın? Bir diğerimiz daha da ileri gitti: - Hatta bir telgraf çekelim. - Ne diye? - Dünya gazetesinin neşriyatından teessür duyduğumuzu, cevap vermesini beklediğimizi belirtiriz. - İmza? - İmza . . . mesela ..üniversiteli gençler" olabilir. Düşündükçe bu teklif çekici gelmeye başladı. Yalan bir ta­ rafı yoktu. Sadece, asıl hüviyetimizi kendisinden saklamak gi­ bi bir "hile-i şer'iye .. yolu tutacaktık. Anlamadığımız şuydu: Biz, maddi ve manevi olarak neyi­ miz varsa Milli Yol için ortaya dökmüştük. Hiçbir karşılık da beklemiyorduk. Bütün dileğimiz, kuvvetli bir milliyetçi dergi­ nin yaşatılması idi. Bu uğurda, öteki milliyetçilerin de gereken fedakarlığı, hiç olmazsa ilgiyi göstermelerini bekliyorduk. On­ ların başında Atsız geliyordu. Halbuki o susuyor, bir tek yazı ile olsun, Milll Yol'a el uzatmıyordu. Fakat, işte, Orkun'a peka­ la yazınışlı. Demek ki bir fark gözetiyordu. Peki ama, niçin?


TAN!DIÖJM ATSIZ

187

O gece, tanımayacağı sesler Atsız'a telefon ettiler. Ayrıca Sirkeci'deki Büyük Pastahaneden de bir telgraf çekildi. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde, Atsız memnun görünü­ yordu. - Milli Yol için bir yazı hazırlıyorum, dedi. Dünya'daki neş­ ıiyata cevap olacak. Üniversiteli gençlerden müracaatlar geldi. Telgraf da çekmişler. Demek böyle bir yazı bekleniyor. Biraz da gurur duyar gibiydi. Faal üniversite öğrencilerinin çoğu CHP'nin peşine takılmış giderken, onlar arasından kendi­ sini hatırlayıp arayanların çıkması sevinilecek bir şeydi. Doğru­ su, Atsız'ın gözlerine bakamıyordum. Ona ilk -ve aynı zaman­ da son- defa bir •oyun· oynamıştık. Netice, u mduğumuz gibi çıkmıştı. Bunda kazanacak olan biz değildik. Atsız'ın susması zaten doğru olmazdı. Kendime böylece bir teselli kapısı aralıyordum.

uANKARA'YA GİDİP SAVAŞIRIZ" Askerin baş kaldırışı, adeta beklenen bir misafir gibi geldi. 22 Şubat 1 962 günü gazeteye öğleden sonra gitmiştim. Ge­ ce yarısına kadar çalışacaktım. Fakat herkes eli-kolu bağlı otu­ ruyordu. O saatlere mahsus telaştan eser yoktu. Yalnız bir baş­ ka heyecan yine de gizlenecek gibi değildi. Anlattılar: - Ankara ile teleks ve telefon bağlantısı kesildi. Haber ala­ mıyoruz. Öğrendiğimize göre Ankara'da. askeri birlikler ayak­ lanmış. Şehre doğru yürüyen tank birlikleri varmış. Çatışma ol­ muş mu, belli değil. Mecburen bekleyeceğiz. Öyle yaptık. Radyonun başından ayrılmıyor, bildiri veya haber bekliyor­ duk. Ankara Radyosunun yayını ise zaman zaman kesiliyordu. Ara sıra da marşlar çalınıyordu. Radyo kimin elinde, o da bel­ li değildi. Gece bastırınca merakımı yenemedim, çıkıp şehri dolaştım. İstanbul, her zamanki hayatıl'.ı yaşar gibiydi. Aksaray, Taksim, Beyazıt, Eminönü gibi merkezi yerlerde olağanüstü hiçbir gö­ rünüş yoktu. Yollarda asker! araçlar, üniformalı birlikler arayan


1 88

T A N ! D I G I M ATS I Z

gözlerim, bunların hiçbirine rastlamıyordu . Ayhan Songar'ın La!eli'deki muayenehanesine uğradım. Geç saatlere kadar ça­ lıştığını biliyordum. Nitekim oradaydı. Radyonun başından ay­ rılmıyordu . Monte Carla Radyosu , harekatı dakika dakika veri­ yormuş. Kısaca özetledi. Ayaklanan birlikler Ankara'ya hakim­ miş. Tanklar ana yolları, giriş-çıkışları tutmuş. Hükumet uyuş­ ma yolları arıyormuş. Harekatın merkezini Harb Okulu ve Zırhlı Birlikler meydana getiriyormuş. Başta Albay Talat Ayde­ mir varmış. Aydemir'in Türkeş taraftarı olduğu biliniyormuş. İs' tanbul ise bu harekata taraftar değilmiş. Böyle bir özet, evvelki bilgilere uyuyor, onları doğruluyor­ du. O bakımdan, inanılması mümkün gibi görünmekteydi. Bu durumda, Ankara'daki ve İstanbul'daki milliyetçi genç subay­ ların, askeri harekatı desteklemesi ihtimali galip görünüyordu . Demek ki durum vahimdi. Ga zeteye döndüm. Az sonra radyoda siyasi parti liderleri­ nin konuşmaları yayınlanmaya başlandı. Liderler, ayaklanmayı tasvip etmiyorlar, demokratik rejimin korunması gerektiğinden dem vuruyorlardı. Demek ki, Ankara Radyosu hükumetin kont­ rolüne girmişti. Fakat, ismet Paşa konuşmaya başladıktan az sonra radyo susuverdi. Bir süre sessizlik, sonra yine marşlar. Anlaşılan rad­ yo tekrar el değiştirmişti. Bu da çatışma olduğuna veya en azından çekişmenin devam ettiğine açık bir işaretti. Gündüz saatlerinden itibaren beni gazeteden arayan arka­ daşların telefonları artmıştı . Merak içindeydiler. Yeni haber olup olmadığını soruyorlardı. Türkiye'de ilk defa bir başbaka­ nın konuşması radyoda susturuluyordu . Dokunulmaz sanılan İsmet Paşa'nın maruz kaldığı bu muamele neye delalet ederdi? Akıbet ne olacaktı? Ayaklanmanın yönü ve rengi neydi? Bu soruları cevaplandıracak durumda değildik. Ancak, bel­ li olan şuydu ki, Ankara'da bir bekleyiş vardır. Bir kıvılcım her şeyi ateşe verebilir ve İstanbul, bunun dışında kalamaz. Eğer Ankara'daki hareket, milliyetçi veya 1 4'ler taraftarı subayların desteğinde ise, İstanbul'da onlara karşı girişilecek bir başka hareket, ister-istemez milliyetçilerin aleyhinde gelişebilirdi. Böyle kritik zamanlarda, hele merkezi otorite de ortadan kalkmışsa, kimlerin ne yapacağı pek belli olmazdı.


T A N I D I G I M ATS IZ

1 89

Beni arayan arkadaşlarla buluşmaya karar verdik. Bir araya geldiğimizde, yine yabancı radyolardan derlenme bazı haber­ ler, yeni ipuçları verir gibiydi. Yorumlara göre Ankara, milliyet­ çi kuvvetlerin elindeydi, İstanbul ise onlara karşı bir tavır ta­ kınmıştı. Böyle tehlikeli bir oıtamda, meçhul şer kuvvetlerinin Atsız'ı da hedef olarak almaları ihtimali yok muydu? Bize göre vardı. Şu halde onu evden uzaklaştırmak ve geceyi başka yerde ge­ çirmesini sağlamak isabetli olacaktı. Bunu gerçekleştirmek için, aramızdan üç kişi ayrıldı. Biri Kıbrıs'lı bir genç olan İbrahim Cemali idi. (O sırada Teknik Okul'da -daha sonraki D .M.M.A.- öğrenciydi. Sonraları, Rum taarruzu sırasında Kıbrıs'a dönüp mücahit olarak çarpıştı. Mü­ hendis oldu. Genç sayılacak bir yaşta vefat etti.) Diğeri ..şa­ man", üçüncüsü de ben. Ötekiler çeşitli yönlere gittiler. Dönüş­ te bir grupla Bostancı'da buluşacak, sonra onlarla birlikte Üs­ küdar Araba Vapuru İskelesine gidip bizi orada bekleyecek üçüncü grubu bulacaktık. Kadıköy'e kalkan son vapura ancak yetişebildik. Soğuk bir kış gecesiydi ama yağış yoktu. Ne yağmur, ne kar. Hava ber­ raktı. Lakin içimizde tuhaf bir sıkıntı hissediyorduk, biraz da heyecan. Kadıköy'den Kartal'a kalkan bir minibüsü zorlukla bulduk. Ortalıktan el ayak çekilmişti. Gecenin karanlığı, sol­ gun sokak lambalarının ışığı ile yer yer aralanıyordu . Atsız'ın evine vardığımızda saat l . 30'u geçmişti. Zili ardı ardına çaldık. Ses yok. Yalnız, koyu gölgelere bü­ rünmüş bu ev değil, civardaki öteki binalar da, her şeyden ne kadar uzak ve habersiz görünüyordu. Halbuki, o sırada uzak­ larda, mesela Ankara'da neler olup bitiyordu. Yine ve bu sefer daha uzun çaldık. En ufak bir kıpırtı duyulmuyordu. Etrafı gürültüye boğmak da istemiyorduk ama, nihayet ka­ pıyı yumruklarımızla dövmeye mecbur kaldık. Yukarki kattan ayak sesine benzer hafif bir gürültü duyul­ du. Sonra sessizlik. Biri etrafı dinler gibiydi. O zaman camlara doğru seslendik: - Hocam, hocam! Yabancı değil!


TA N I D J Ô I M A T S I Z

190

Üst katın pencerelerinden biri aralandı: - Kim o? Hoca'nın sesini tanımıştık. Bizi görmesi için sokak lamba­ sının ışığına doğru yürüdük. - Biziz! Adlarımızı söylemeye çekinir gibiydik. Baktı. Tanımıştı. - Hay Allah! Durun, durun! Geliyorum . Az sonra kapı açıldı. Atsız, aceleyle yarı giyinmiş, sırtına bir hırka almıştı. Hiç mutad olmayan böyle bir gece yarısı ziyare­ tinin altında önemli bir sebep olduğunu tabii anlamıştı. Küçük odaya geçip oturduk. Manzara hem tuhafımıza gidiyor, hem de heyecan veriyordu. - Olup bitenlerden haberiniz var mı? - Hayır! Ne oldu? - Ankara'da yeni bir ayaklanma! Sonra bütün bildiklerimizi anlattık. O akşam erken yatmıştı. Radyoda çok kere sadece haber­ leri dinlerdi. O akşam da ajans vakti gelince radyoyu açmış, ses gelmediğini görünce üzerinde durmamıştı. Tabii, Ankara Radyosu'ndan ses çıkmıyordu ki, haber alma imkanı olsun. - Sizin burada yalnız kalmanızı mahzurlu gördük. Hiç ol­ mazsa bu gece. Ortalık yatışsın, o zaman durum da aydınlanır. Ama şimdi bu evi terk edelim. - Nereye gideceğiz? - Bilmiyoruz! Önce buradan çıkalım, onu beraberce düşünürüz. Divanın üzerinde oturuyordu . Kısa bir sessizlik oldu. Ken­ di kendime: ·Acaba, diyordum, fazla telaşa mı kapıldık? Ho­ ca'yı lüzumsuz yere mi tedirgin etmekteyiz? Bizim halimize içinden gülüyor olmasın!" Az sonra başını kaldırdı: - Haklısınız, dedi. Gitmek lazım. Çocukları uyandırayım,


TANIDIGIM ATSIZ

191

hazırlansınlar. Ben d e giyineyim. Siz ş u radyoya bir daha ba­ kın , belki yeni bir haber vardır. Yukarı çıktı. Radyoda yeni bir şey yoktu. Daha doğrusu , hiçbir şey yoktu . Bir müddet geçince, ellerimi yüzümü yıkamak ihtiyacını duydum. Banyo yukarı katta, merdiven başındaydı. Yavaşça çıktım. Atsız hemen hemen hazırlanmıştı. Yalnız ceketini giyme­ mişti. Üzerinde beyaz, kolalı, belki ambalajından yeni çıkmış bir gömlek, boynunda şık bir kıravat. El çantasına bazı şeyler koyuyordu . - Maşallah hocam! Pek şık giyinmişsiniz! Hafifçe gülümsedi: - Eee, belki de savaşa gidiyoruz. Düğüne gider gibi giyin­ mek lazım değil mi? Ben de güldüm. Tam o sırada masanın üzerinden, beze sarılı, uzunca bir şey aldı, çantaya koydu. - Bu ne, biliyor musun? - Hayır! Az ewel çantaya koyduğu şeyi çıkardı, üzerindeki bezi aç­ tı. Elinde uzun bir hançer duruyordu . Kını ve sapı işlemeli, süs ve hatıra olsun diye bulundurulan cinsten bir hançer. Elimde olmadan sordum: - Ne yapacaksınız bunu? - Savaşa silahsız gidilir mi? Bizim de yanımızda hiç olmazsa bu bulunsun! Küçük oğlu Buğra ve evlatlığı Kaniye de hazır olmuşlardı. Biraz sonra evden çıkıp cadde tarafına yürüdük. Atsız, çocukları komşulardan birine emanet etti. Herhalde eskiden beri teklifsiz görüşüyor olmalıydılar ki, bu komşu evi­ ne tereddütsüz yürümüştü.


TA N l D I G I M ATS I Z

1 92

Bir vasıta bulup Bostancı'ya geldik. Orada bizi bekliyorlar­ dı. Durakta taksiler vardı . Onlardan biriyle pazarlık edip bin­ dik. Üsküdar'a varışımız uzun sürmedi. Sözleştiğimiz gibi, di- · ğer arkadaşlar da iskeledeydiler. ·

İçlerinde Mehmet Eröz de vardı. (Eröz, o sırada İktisat Fa­ kültesi'nde Fındıkoğlu'nun asistanıydı. Sonra profesör, değerli bir sosyolog ve ilim adamı oldu. Ciddi eserler verdi. Ağır bir hastalık sonucu verimli çağında kaybettik.) İstanbul'da görevli bazı genç subaylarla görüşüp gelmişti. Araba vapuruna bindik. Bomboş salonda oturup çaylarımı­ zı söyleyince, aklımızı kurcalayan soruyu içimizden biri ortaya attı: - Nereye gideceğiz? Öyle ya, vakit sabaha karşı 3 . 30-4. 00. Hiçbir hazırlığımız yok. Her şey hızla olup bitmiş. Ötelerde ne olup bittiğini dahi bilmiyoruz. Atsız: - Eğer Ankara'da milliyetçiler, burada ötekiler hakimse ve bunlar çatışmaya girişmişlerse Türkiye ikiye ayrılmış demektir. O takdirde biz, milliyetçilerin safına katılacağız. Onun için An­ kara'ya gitmemiz lazım gelecek. Ama, önce bunun doğru olup olmadığını iyice öğrenmeliyiz. Şimdi Kabataş'a gidelim. Gerisi­ ni orada düşünürüz. Demek ki evde ..savaş.. sözünü söylerken pek şaka yapmı­ yordu . İş bu kadar ciddi miydi? Bir türlü inanasım gelmiyordu. Hele ·Türkiye ikiye ayrılmış demektir" sözü bana pek dokun­ muştu . İrademizin dışında, bir akıntıya kapılmış gibi süreklen­ meye mi başlamıştık? Yoksa Atsız'ın hayali, bu gece yansı, ge­ reğinden fazla mı genişlemişti? Kabataş'a inince Karaköy yönüne doğru yürümeye başla­ dık. Bir şeye -bir taksiye- binme lüzumunu duymamıştık. Ace­ lemiz veya hedefimiz yoktu ki, binelim. Öylesine yürüyorduk . Sanki zaman dolsun, sabah olsun diye. Sekiz-dokuz kişiydik. Yollarda hiç kimseler görünmüyor­ du. O saatlerde bu caddeden çok geçmişliğim vardı. Yine böy­ le kimselerin olmadığı saatlerde. Sabaha karşı, gazeteden çıkıp eve dönerken. Ama hiçbirinde bu yolun, bu kadar tenha gö­ ründüğünü hatırlamıyordum.


T A N I D I G I M ATS IZ

1 93

Yolun yarısında, sabahın ilk aydınlığı, buzlu cam arkasın­ da n ışır gibi, tül tül üzerimize inmeye başladı. Mahalle arala­ rın da n tek tük bekçi düdükleri . . . Ve ıslak bir sis. Garip bir kafileydik. Veya bana öyle görünüyordu . Atsız'ın "Yaşayan Türkçülere Ağıt" adlı şiirinden bir beyti hatırlıyordum:

Gitmekte bütün kafile, meçhfile yönelmiş, Nerden gelerek hangi karanlık sona doğru? Bir ihtilal sabahının alaca karanlığında sokaklara dökülmüş bu insanları bir araya getiren neydi? Savunma içgüdüsü mü, vefa duygusu mu, yoksa bir ülküye gönül vermiş olmanın ta­ bii akışı mı? Hangisi olursa olsun , ne kadar yalnız, ne kadar çaresizdik. Memleket belki de bir dönüm noktasındaydı. Böyle kritik bir anda, Türk milliyetçiliğinin nice cefalara katlanmış önderi, ya­ nında birkaç gençle İstanbul sokaklarında sabahlamaktaydı. Şimdi şu Herdeki köşebaşından çıkacak bir devriye postası he­ pimizi toparlayıp götürebilirdi. Hangi yöne akıp gittiği bilinme­ yen bir ihtilal ortamında derdimizi kime ve nasıl anlatabilirdik' O anda aklıma Atsız'ın çantasındaki hançer geldi. Meçhul düşmanlara karşı bizi koruyacak tek ..silah"! D udaklarıma belki belli belirsiz bir tebessüm takılmıştı ama, içime de bir gariplik, bir hüzün çökmüştü. Türklüğe sevdalı, Türklük için her şeyini -canını bile- seve seve adamış bu insanlar, kendi vatanlarında niye böyle öksüz ve sahipsizdi? (*) Türk milliyetçiliğine ve milliyetçilerine yönelmiş her menfi hareket, bende daima bu "vatanda gurbet" hissini uyandırmış­ tır. Yüreğimin bu duygu ile dağlandığı çok zamanlar olmuştur. O geceden önce ve sonra . . . Hatta şimdi bile! Fındıklı'yı, Salıpazarı'nı, Tophane'yi, Karaköy Meydanı'nı geçtik. Köprü trafiğe açılmıştı. Tek tük yayalar, birkaç vasıta . . . Eminönü'nden Bahçekapı'ya sapıp Sirkeci'ye yöneldik. Üşü­ müş ve yorulmuştuk. İçimizden biri: - Şurada bir muhallebici var, dedi, hem bir şeyler içeriz, hem dinleniriz. (') Bu sahne, "Tanıdığım Atsız"ın ilk baskısına atfen, Alev Alatlı'nın "Okey Musti, Bu iş Tamamdır" adlı romanında da tasvir edilmiştir.


1 94

TA N ! D l G ! M A T S I Z

İsabet! Camında ..Meriç Muhallebicisi" yazılı bir salona gir­ dik. Dumanı üstünde salepler hepimize canlılık getirmişti. Ben gazeteye kadar çıkıp son haberleri öğrenmek üzere ayağa kalkmıştım ki, dışarda gazete müvezzilerinin haykırışları çınla­ dı . İlk baskılar yapılmıştı . Birkaç gazete birden alıp döndüm. Hepsinin manşetinde aynı haberin şimşir harfleri haykırıyordu: .. ihtilal bastırıldı! ... Ve biraz tafsilat. Bize lazım olan haber buydu. Demek ki artık dağılabilir, işimize veya evimize gidebilirdik. Birkaçımız ayrıldı, geri ka­ lanlar Cağaloğlu'ndan Beyazıt'a doğru yüıilm�ye başladık (*). Çarşıkapı'daki bir bayide Milli Yol'un o gün çıkan sayısı asılıy­ dı ve üzerinde şu başlık okunuyordu: ·Hayır Bay İsmet İnönü­ Kin ve Baskı Yolu Yeniden Açılmasın!" İsmet İnönü'nün, ordunun koruyucu edasını takınarak yap­ tığı konuşmalara dehşetli bir hücum. Ve sonunda iki kelime: ·.Yeter artık'" Aynı saatte İsmet İnönü, bütün gecesini uykusuz geçirerek ayaklanmayı bastırmış ve rejimi kurtarmış yaşlı bir kahraman olarak, Mecliste, muhalif-muvafık bütün milletvekilleri tarafın­ dan ayakta alkışlanıyordu . du .

Yani, 27 Mayıs'tan sonra en kuvvetli olduğu sabahı yaşıyor­ Biz ise ona ·.Yeter artık.. diye haykırmaktaydık.

Herhalde başımıza -Milli Yol'un başına- bir şeyler gelmesi mukadderdi. Atsız'la Edebiyat Fakültesi'nin önünde vedalaştık. O, fakül­ tedeki dostlardan birinin boş odasında bir-iki saat uyuduktan sonra kütüphanedeki işinin başına gidecekti. Biz de, yakında(•) O sırada. Akşam'da beraber çalıştığımız aşırı CHP'li bazı arkadaşlar, bizi At­ sız'la beraber görmüşler. Durumu, yazı işleri müdüıii Doğan Can'a ihbar ermişler. O da bu konuyu "ciddiyetle" değerlendirmiş. Benim, bir süre sonra, hem de gece yarısı elime tutuşturulan bir teşekkür mektubu ile işime son verilmesinde, bu değerlendirme­ nin herhalde etkisi olmuştur. Doğan Can, o günlerde, bir toplantıda "Altan'ı o yüzden kara listeye aldık. Aıtık Babıali'de kolay kolay barınamaz." demiş. Eşimin bir akrabası o toplantıda bulunduğu için kulağıyla işitip nakletmişti. Doğan Can, eski bir gazeteciy­ di. Üstelik, Gazeteciler Cemiyeti'nde yönetim kurulu üyesi ve T. Gazeteciler Sendika­ sı'nın da başkanıydı. Yani gazetecilik camiasında etkili olan bir kimseydi. Onunla es­ kiden beri dostça görüşürdük. Hiçbir ihtilafımız olmamıştı. Sonraları da olmadı. Aynı binada komşuyduk. Hatta, aynı yönetim kuıullarında birlikte çalıştık. Panicilik hırsının ve ideolojik aşırılıkların, insanları ne hale getirdiğini, bu örnek, sanırım açık bir şekil­ de göstermektedir. Onun için not etmeyi uygun görüyorum. "Kara liste"ye rağmen, ben Babıali'de uzun yıllar kalmayı, adeta tırnaklarımla nı­ tunmayı başardım. O, ayn bir hikayedir. Doğan Can ise gazeteciliği bırakıp matbaacı­ lığa girmişti. Geçen yıllarda vefat etti. Yine de Allah rahmet eylesin!


TANIDIGIM ATSIZ

1 95

ki "Acem'in Kahvesi,,nde içilecek koyu renkli birkaç bardak ça­ ya hasret duyuyorduk. Milll Yol'un çıkmaz sokak haline getirilmesi için dikenli tel­ kr döşenmesine dört-beş haftalık zaman kaldığını o anda ne­ reden kestirebilirdik?

«ŞEREFLİ (!) BASIN» VE "TÜRK MİLLETİNE ÇAGIRI» Milli Yol'un 6. sayısında Atsız'ın iki yazısı birden çıktı. Biri, Bedii Faik'e cevap olarak yazılan «Şerefli (!) Basın.,dı . Bu tarz yazılarında olduğu gibi, gayet sert, hasmını ilk hamlede sustu­ racak ölçüde zehir zemberek bir cevap. Oünya'da bir daha Atsız aleyhinde yazı yayınlandığını ha­ tırlamıyorum. Zaten bir süre sonra bu gazete rotasını değiştir­ di. Falih Rıfkı, CHP'den istifa etti. İsmet İnönü hakkında en şid­ detli tenkidler bu defa aynı Dünya gazetesi sütunlarında ve ay­ nı yazarların kaleminden çıkmış olarak görülmeye başlandı. Falih Rıfkı birkaç yıl sonra vefat etti. Bedii Faik ise, mensup ol­ duğu eski cephenin tam karşısına geçerek, "Ortanın Solu,,na kaymış olan CHP'nin amansız bir muhalifi oldu. Bu işlek ve kıvrak üslubu, gazetesini satıp yazı hayatına uzunca bir ara ve­ rene kadar, Adalet Partisi'nin saflarında gördük. Atsız'ın ikinci yazısı imzasızdı. Orkun dergisinden iktibas edilmişti. Başmakale yerinde ve ön kapakta yayımlanan yazı­ nın başında kısa bir izah bulunuyordu: "A nkara 'da 7ürkçülerden bir grup tarafından etraflıca dü­ şünülerek esaslan tasvip edilen ve büyük kısmı Atsız tarafın­ dan kaleme alınan bu yazı Orkun dergisinde çıkmıştır. Türk­ çülüğün ezelf prensiplerinin bugünkü cemiyetimizin meselele­ rine tatbik şeklini gösteren bir temel-program önemindedir. Her kelimesinin üzerinde durulması ve mümkün olduğu ka­ dar geniş bir çevreye yayılması gerektir" Bir nevi beyanname olan bu «Çağırt» Türk milliyetçiliğinin çeşitli sahalardaki görüş ve tekliflerini belirtmesi bakımından gerçekten önem taşıyordu . Hele o sıralarda sosyalistlerle ko­ münistlerin, kamuoyunu etkileme gayretlerini artırdıkları da göz önüne alınırsa . . . Fakat kendisinden beklenen yankıyı ge­ tirmedi. Sonraki yıllarda belki tesiri görüldü ama, daha ziyade dergi sayfalarına gömülü bir belge halinde kaldı. Atsız'ı, İslamiyete gereken değeri vermemekle suçlayanla-


T A N I D I Ö ı M ATSIZ

1 96

rın, onu "dinsiz .. , ..zındık·., ..şaman" şeklinde tanıtan ve tanıyan­ ların sayısı hiç de az değildi. Atsız'ın tutumu da, bu kabil dav­ ranış sahiplerini zaman zaman haklı gösterecek gibiydi. Fakat onun asıl hazmedemediği, İslamiyet vesile edinilerek Türklü­ ğün horlanması ve din istismarcılığı yapılmasıydı. ·Çağırı.. daki bir bölüm (Atsız'ın kaleminden çıkmış veya onun tasvibinden geçmiş olmak itibarıyla) bu konudaki samimi kanaatini açıkça gösteriyordu . O bölümde şöyle yazılmıştı: "Yirminci yüzyılda müsbet ilmin ve Batı medeniyetinin ışı­ ğı altında, medenf milletlerin ve toplumların dine bütün var­ lıklarıyla sarılmış olduklarını görüyoruz. Çünkü Tanrı inancı ve dolayısıyla din, fert olarak da, millet olarak da vazgeçilmez ınanevf ve ahlakf büyük bir dayanaktır. Bu sebeple, bugünkü Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden islam dinini, millf varlığımızın ayrılmaz bir parçası ol­ duğuna inanıyoruz.•

.. çağırı .. milli kalkınma programını şöylece özetleyerek son buluyordu: 1- Türkçüyüz.

6- Demokrasiye taraftarız.

2- Arınmış Türkçeciyiz.

7- Ahlakçıyız.

3- Yasacıyız.

8- Bilimciyiz.

4- Toplumcuyuz.

9- Teknikçiyiz.

5- Milli gelenekçiyiz.

27 MAYIS'LA İLGİLİ İFŞAAT VE TEDBİRLER KANUNU 22 Şubat ayaklanmasını takip eden haftalar, tahmin olunan kısıtlayıcı ve bağlayıcı tedbirleri getirmekte gecikmedi. Söz ve yazı hürriyetlerini adamakıllı askıya alan bir tasarı hazırlandı. 22 Şubat bahane edilerek, 27 Mayıs'ı koruma perdesi altında hürriyetlere getirilen sınırlamalar karşısında Milli Yol, cesaretle ve şiddetle direndi. Fakat o hava içinde bu tasarının kanunla­ şacağı anlaşılıyordu . Dergide yayınladığımız . 27 Mayıs ve Sonrası" adlı yazı seri­ si , ihtilalin bilinmeyen yönlerini ortaya koyması bakımından çok ilgi uyandırmaktaydı. "Tedbirler Kanunu.. diye adlandırılan yeni tasarı Meclisten çıktığı takdirde bu seriyi durdurmamız ge.


T A N I D I Ô J M ATS IZ

1 97

rekecekti. Milli Yol'un 7. sayısı çıktığı gün ise ·Tedbirler Kanu­ nu..na karşı bir «tedbir" düşündük. 27 Mayıs ve Sonrası" dizisi­ ni son olarak yine yayımlayacak ve dergiyi mutad tarihten üç gün önce (cuma yerine salı) çıkaracaktık. Tedbirler Kanunu ise bir gün sonra Resmi Gazete'de yayımlanıp yüıilrlüğe gireceği için, onun kapsamı dışında kalmış olacaktık. Zaten o hafta Ra­ mazan Bayramı da geldiği için, erken yayımlamanın gayet ma­ kul bir izah şekli kendiliğinden meydana çıkıyordu. ..

Bu düşünceyi aynen uyguladık. ·27 Mayıs ve Sonrası" serisinin son yazısındaki şu bölüm, o günlerde geniş yankılara yol açmıştı: ..2 7 Mayıs sabahı bir aralık bakıyorlar ki Madanoğlu orta­ dan kaybolmuş. Acaba nereye gitti? Bir t(-irlü bulamıyorlar. Halbuki o sırada Madanoğlu ihtilal hareketi çerçevesi içinde kendisine verilen vazifeleri bir tarafa bırakmış, İsmet İnö­ nü 'nün evine gitmiştir. Ona sadakat arzetmekte, onun gözüne girmeye çalışmaktadır. Ona devlet reisi olmak için ortaya çık­ ması, fırsattan istifade etmesi yolunda teşvik ve telkinlerde bu­ lunuyor. Ama İsmet İnönü, tecrübeli, tilki politikacıdır. Karşısındaki adamın sözlerine kolay kolay kanmıyor. Bilhassa onun bu iş­ leri kıvırabileceği hususunda ciddf şüphe ve tereddüt duyuyor. Soruyor: - Başkaları da buna razı olurlar mı? Madanoğlu 'nda cevap hazır: - Olurlar. Tilki politikacı işin ruhuna iniyor: - Türkeş de razı olur mu? Madanoğlu yine cevabı savuruyor: - Olur. İnönü 'nün aklı kolay kolay bunu kesmiyor: - Peki, benim önümde telefon et de sor bakalım. yor:

Ve Madanoğlu mecburen Türkeş'e telefon açıyor ve söylü-

- Paşa senin de kendisini devlet başkanı olarak kabul etti­ ğini duymak istiyor.


1 98

TANIDIÔIM ATSIZ

Türkeş, Madanoğlu 'nun nerede ve n e işlerle meşgul olduğımu ancak bu suretle öğreniyor. Soruyor: - Şimdi nereden telefon ediyorsun? - ismet Paşa 'nın yanından. - Sen delirdin mi? Burada gayet mühim işler var. Derhal gel. - Peki, ismet Paşa'nııı devlet başkanlığı işi ne olacak? - O meseleyi sonra görüşürüz. Ve Türkeş, cevap beklemeden derhal telefonu kapatıyor." Sonra, bu durumu öğrenen Türkeş'in derhal karar vererek bir üsteğmeni uçakla İzmir'e göndermek suretiyle Cemal Gür­ sel'i evinden getirttiği, böylece devlet başkanlığı işinin hallol­ duğu anlatılıyordu. Bu dizinin bir yerinde geçen ..(Madanoğlu Milli Mücadele devrinde Atatürk'e ihanet ederek Yunanlılarla işbirliği yapan ve Türk ordusunu sırtından hançerleyen, bundan dolayı 1 50 'likler listesine giren bir şahsın oğludur),, paragrafı da yine akisler uyandıran bir ifşaattı.

«ATSIZ'IN VASİYETNAMESİ" VE ATATÜRK DÜŞMANLIGI Tedbirler Kanunu Mecliste görüşüldüğü sırada bir CHP mil­ letvekili, kürsüye çıkarak "korkunç· bir vesikayı okumuştu. Bu zat, milliyetçilere karşı 1 944'te girişilen tevkifat sırasında Emni­ yet Genel Müdürü olan Osman Sabri Adal'dı. Okuduğu vesika ise, Atsız'ın 1 944'ten önce eşine yazmış olduğu bir mektuptu. Atsız, bu mektubunda, Atatürk ve İsmet İnönü'yü orduyu ih­ mal etmekle suçlamaktaydı. Osman Sabri Adal, bu vesikaya «Atsız'ın Vasiyetnamesi" adını takmıştı. Hemen o hafta, Milli Yol'da bu garip çıkışın yorumu sah­ ..

te Mektup" başlığı altında yapıldı. Atsız'ı "Atatürk düşmanı,,

olarak suçlayan Adal'ın bu davranışı üzerinde yazılanlar şöy­ leydi: ·Bu milletvekilinin bu acayip hareketi her bakımdan hay­ ret uyandınyor. Önce: Atsız bugün siyasetle uğraşmamakta­ dır. Hiçbir parti ile ve hele o günü bahis konusu olan kanun tasansı ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Şu halde du-


T A N I D I G I M ATS I Z

199

rup dururken onu ve onun karısına yazdığı mektubu meclis kürsüsünden bahis konusu etmeye ne lüzum vardı? Bunun hiç bir izahı yok. İkinci nokta şu: 1944 davalarında çeşitli mektuplar okun­ du ve dosyalara girdi, neticede bunların hepsinden Atsız ta­ mamen beraat etti. A ma bunların hiçbirisinde Osman Sabri Adal'ın okuduğu metin yoktu. Bu metin nereden çıkarıldı? Büsbütün uyduruldu mu, yoksa muhtelif kimselerin şuna bu­ na yazdığı çeşitli mektuplardan parçalar birbirine mi eklene­ rek böyle bir mektup yapıldı. A ma en mühimi de şuydu: Böyle bir mektup ister sahte, is­ ter hakikf olsun, Osman Sabri Adal'ııı cebinde ne geziyordu? 1944 duruşmalarında bahis konusu olmuş ve dava dosyasına girmiş bir mektup ise bu mektubu kim dava dosyasından çıka­ rıp da şimdi hiçbir mesut sıfatı olmayan bu Osman Sabri Adal 'a vermişti? Eğer bu mektup o dosya dışında başka bir mektup ise, bu mektup Osman Sabri Adal'ın ne surette eline geçmişti? Hangi ablak kaidesine ve hangi kanun hükmüne gö­ re Osman Sabri Adal adındaki kişi hiçbir siyasf konu ile ilgili olmayan bir h ususi şahsın, karısına yazdığı mektuba el koyu­ yor ve bunu meclis kürsüsünden okuyordu?" Osman Sabri Adal, bu hususları açıklığa kavuşturacak bir cevap veremedi. Fakat biz meselenin peşini bırakmadık. Bu "Atatürk düşmanlığı.. şantajının üzerine üzerine gittik. Nejdet Sançar, Osman Sabri Adal'a bir açık mektup hazır­ ladı. Onu, Adal'ın resmini ön kapak yapmak suretiyle yayınla­ dık. Nejdet Sançar soruyordu: "Bu hareketiniz bir tertip veya bir tertibin ilk adımı gibi gö­ zükmektedir. Ancak böyle tertiplere önayak olanlar da, onu perde arkasından idare etmek isteyecekler de şunu bilmelidir­ ler ki, bu gibi bayat oyunlarla Atsız gibi insanlar yıkılamaz. Bu gibi tertiplerin hedefi, insanların ya mevkileri, yahut şeref­ leri olabilir. Siz bu saldırınızla, Atsız'ı, mevkiinden mi edecek­ siniz? Bundan daha gülünç bir teşebbüs olamaz. Çünkü, ger­ çek mevkii bir üniversite kürsüsü olması gereken Atsız, yük­ sek(!) siyasilerin yüksek!(!) siyasetlerine alet olan yüksek (!) mevkili/erin yüksek (!) himmetleriyle, yıllardan beri bir kütüp­ hane memurudur. Yani, devlet kapısında en alt bir kademede­ dir. Onu bu en alt kademeden daha aşağı nereye itebilirsiniz?


TAN I D I G I M ATS IZ

200

Yok, hedefiniz A tsız'ın şerefi ise, işte b u alanda büsbütün yaya kalmaya mahkumsunuz. Çünkü bu çirkef dünyada ça­ mura bulanması en güç şey gerçek insanın şerefidir. Dünya­ nın bütün şer kuvvetleri bir araya gelse, teı1emiz bir vatanse­ verin şerefine leke sürmek değil, toz dahi konduramaz. A tsız, otuz yılı aşan bir zamandan beri, bütün varlığı ile bağlı bu­ lunduğu Türklüğe karşı, hiçbir karşılık beklemeden yaptığı fi­ kir hizmetleriyle, gerçek insanlar için çok değerli bir mevki el­ de etmiştir. Atsız'ı o şerefli mevkiden indiı7Yfek, hiçbir faninin haddi değildir.• Fakat, bu cevabın asıl ilgi çekici tarafı, Atsız'ın Atatürk hak­ kındaki görüşüyle ilgili olan bölümdü. Milliyetçilik düşmanları, Atsız'ı ..Atatürk düşmanı.. ilan etmişler, bir kere bu yaftayı ya­ pıştırdıktan sonra da onu ve onun şahsında Türk milliyetçiliği­ ni vurmanın kolaylığını alabildiğine istismar etmişlerdi. Nejdet Sançar, açık mektubunda bu konuyu etraflı şekilde ele alıyor­ du: "A tsız'ın Atatürk hakkındaki fikrini soruyorsunuz. Bun­ dan maksadınızın, çıfıt şamatasıyla millf'yi ve namusu sindir­ meye çalışanlar için bir ortam hazırlanması ümidi olduğu meydanda. Size, sorunuzun cevabını hen vereyim de hu ümi­ dinizin de ne kadar hoş olduğunu anlayın: A tsız, bir Türkolog olarak, Türk tarihinde müshet veya menfi rol oynamış bütün şahıslar hakkında tarafsız bir tutum sahibidir. Yani insanlan meziyet ve kusurlanyla bir bütün olarak ele alır ve hükmünü böyle bir tarafsız/ık içinde verme­ ye çalışır. Atatürk'e karşı tutumu da, tamamen hu tarafsızlık sının içindedir. Yani, İstiklal Savaşı haşbuğunu, Alp Arslan, Kılıç A rslan veya Fatih 'ten ayn bir işleme tabi tutmamaktadır. Bir şiirindeki:

Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi Bu

milletten çıkar mıydı bir büyük Gazi.

beyti, Gazi Mustafa Kemal'in İstiklal Savaşındaki hizmeti­ ni işte hu tarafsızlık sınırı içinde değerlendirmesinin sonucu olan hükümdür. Yine aynı sebepledir ki, 1944 'teki meşum Türkçülük düşmanlığı davasında, duruşma hakimi, kendisine A tatürk hakkındaki düşüncesini sorduğu zaman da: ·Başku­ mandan Gazi Mustafa Kemal'i tebcil ederim" demiş, fakat Cumhurbaşkanı A tatürk 'ün bazı hareketlerini beğenmediğini


TANIDIÔIM ATSIZ

20 1

de söylemişti. Bu da tabiidir. Çünkü, Atsız, tarih f şahsiyetleri h isleriyle değil, aklın ve mantığın ışığında değerlendirmeye ça­ lışan bir insandır. Yani onu hükme götüren vesikalardır. Ya­ vuz'un, Fatih 'in ve diğer büyük Türklerin beğenmediği taraf� tarı da vardır. Bu kadar basit bir gerçeği böyle misallerle iza­ ha çalışmak garip ama, sizin gibiler insanları böyle hareketle­ re mecbur ediyorlar. İşte Atsız'ın A tatürk 'e karşı olan tutumu . . Ve son olarak şunu da ilave edeyim: Atsız'ın A tatürk hakkın­ da bugünkü fikri, eski yıllara göre daba müsbettir. Bunun se­ bebi de yeni vesikalardır. Çünkü tarihf şahsiyetler hakkındaki hükümler vesikalara dayanarak verilir. Esasen tarihin şaşmaz hükmü de böyle olmuyor mu?,, Nejdet Sançar, yazısının sonunda, Emniyet eski Genel Mü­ dürüne bazı sorular soruyor ve dürüst bir insansa cevaplandır­ masını, aksi takdirde kendi açıklamak zorunda kalacağını bil­ diriyordu. Osman Sabri Adal, bu sorulara cevap veremedi. Sadece bir açıklama göndererek, bahsettiği mektubun fotokopilerini yol­ ladığını belirtti. Bunun üzerine, yine Nejdet Sançar imzası ile «Türk Umu­ mi Efkarına Bildiri» başlığı altında iki hafta süren son yazılar yayınlandı. Bunlarda Türk milliyetçilerine 1 944'te yapılan iş­ kenceler anlatılıyordu. Bu işkencelerden o zamanki Emniyet Genel Müdürünün (yani O.S. Adal'ın) da haberdar ve sorum­ lu bulunduğu ileri sürülüyordu . Bu suçlamaya da cevap vermeyen Adal susmakta devam edince, tek taraflı hale gelen tartışma Nejdet Sançar'ın bir ay sonra yazdığı nihai bir yazı ile kapandı. Adal, ilk yumruğu vur­ muş, fakat Milli Yol'daki yayının darbeleri sonunda sahadan kaçmayı tercih etmişti.

ATSIZ'IN «TAYİN LERİ ..

O yıl Ramazan Bayramı, Mart ayının ilk yarısına rastlıyordu . Atsız, bayramın 2. veya 3. günü, kendi evinde bir .. şölen" yap­ mamızı istedi. Hem bayramlaşacak, hem de yine ..dünyaya ni­ zam verecektik." Bu ..şölen" pek eğlenceli geçti. Yemekler yenildi, şakalar yapıldı. Atsız'ın tam neşeli olduğu bir gündü. Hepimiz açılmış-


T A N r D I G I M ATS I Z

202

tık. Belki 1 5 kişi kadar vardık. Kahkahalar küçük odanın du­ varlarında yankılanıyordu . Bir ara Atsız: - Bu şölende bir şey eksik, dedi. Kımız da olmalıydı. Kı­ mızsız şölen olur mu? Sonra bir an duraklayıp: - Biz de onun yerine şarap içeriz. İlerde kııJ?.ızımız olunca­ ya kadar böyle idare edelim bari, dedi. İçimizden biri gidip şarap alırken, söz kımız konusu üze­ rinde dolaşıp durdu . Zeytinburnu'na yerleşmiş olan Doğu Türkistanlı göçmen Kazakların yaptığı kımızdan bahsedildi. Atsız'ın içki, sigara, hatta kahve gibi keyif verici maddeler­ le başı hoş değildi. Kağıt oyunlarını da sevmezdi. Oynadığını ne gördüm, ne işittim. Ama kımıza karşı bir meyli vardı. Onu adeta eski Türklüğün sembollerinden biri olarak görüyordu. Tarihi romanlarında kopuzla birlikte kımıza bolca yer vermesi bu sebepten olsa gerekti. Yoksa, yeteri kadar bulunsa bile, durmadan kımız içeceğini hiç sanmıyordum. Nitekim gelen şaraptan pek az içti. Bir kısmımız hiç içmi­ yorduk. Buna rağmen bir şişe şaraptan adam başına herhalde yarım bardak bile düşmemişti. Nihayet konu Milli Yol'a intikal etti. Derginin durumundan pek o kadar hoşnut görünmüyordu . Tenkid edilecek tarafları­ nı belirtti (Bunları, neşriyatı idare eden İsmet Tümtürk'le daha önce konuşmuş muydu, bilmiyorum). Benim Milli Yol'la daha yakından ne vakit meşgul olmaya başlayacağımı sordu. Zaten elimden geldiğince uğraşıyordum ama, gazete dışındaki bütün mesaimi ona ayırmam için daha bir-iki haftalık zamana ihtiyaç vardı. Durumu anlattım: - İyi, iyi, dedi, işlerini ona göre düzenlemeye bak. Ama geç kalmasan iyi edersin. Akşam karanlığında Maltepe'den ayrılırken o gün konuş­ tuklarımız arasında iki husus, hafızama yerleşmişti. Atsız'ın ara sıra yapm;\yı sevdiği şakalardan biri . . . "Türkçü-


T A N I D I G I M ATS I Z

203

lük iktidara gelirse . . . " diye başlayıp, bazı tahminler ve faraziye­ ler yürütmek. İlk dinleyen biri, bunların şaka olup olmadığını pek anlayamazdı. Atsız'ın ..Yamtar.. diye andığı arkadaşımız dini vecibelere ri­ ayette dikkatliydi. Kendisine böyle isim takılmasından, hele ·Yamtar" tipine benzetilmekten de pek hoşlanmıyordu. ·Türkçülük iktidara gelirse . . . " diye söze giriştiği zaman, At­ sız'ın yine bir seri şaka yapacağını hemen anlamıştık. - Evet, o zaman Yaıntar'ı Konya Müftüsü tayin ederiz. - Niye başka bir vazife, yahut başka bir vilayet değil hocam? - Eee, Konyalı Konya'ya yaraşır. İçimizde onun kadar müs­ lüman olan başkası var mı? Konya müftülüğünü boş bırakacak değiliz ya! Bizlere de türlü vazifeler dağıtılıp durmuştu. Tabii gülüp geçmiştik. Fakat, Atsız'ın Konya Müftülüğüne «tayin" ettiği ar­ kadaşımız sinirlenmiş, tepki göstermişti. Odada çok kısa süren bir soğuk hava dalgalanmıştı ama, müşterek gayretle yine eski neşeli halimize dönmeyi başarmıştık. İkinci konu ise .. şaman..ın şamanlığı idi. Bu arkadaş, nüfus sayımı sırasında eve gelen memur, dinini sorduğu ve otoma­ tikman ..islam· yazacağı sırada cevap vermiş: - Şaman! - Efendim? - Şaman! Dinim şamanlıktır. - Yani Müslüman değil misiniz' Buraya ne yazacağım? - Şaman yazınız. Böylece, nüfus sayımında dini resmen •şaman.. olan bir va­ tandaş kayıtlara geçirilmişti. Atsız kahkahalarla gülmüştü. Artık neye gülmüştü bilmem? Bu tescilli şaman'a mı, nüfus sayım memurunun şaşkınlığına mı, yoksa anlatılanlara inan­ makta güçlük çeken bizim halimize mi? Ama başka tepki göstcrmemişli .


204

T A N I D IG I M ATSIZ

«SİVEREK KAYMAKAMI» Atsız Beyin yakınlarına -bazen, kızdıklarına da- şaka yollu lakaplar, takma adlar yakıştırdığını anlatmıştım (Meseıa, Malte­ pe'deki evden, yeni satın aldığı Bostancı'daki eve taşınması sı­ rasında, yalanları ve sahtekarlıklarıyla kendisini üzen Karade­ nizli müteahhide ·Hamsi" adı takmıştı). Bana daima adımla hitap etmiştir. Yalnız, kısa bir süre için, ben de bu lakap işinden payıma düşeni almıştım. Bana yakış­ tırdığı isim "Siverek Kaymakamı" idi. Niye böyle olduğunu an­ latayım. 27 Mayıs 1960'ta, yani hükumet darbesinin yapıldığı sırada, Siverek'te yedek subay olarak bulunuyordum . Süvari bölüğün­ de takım kumandanı olmakla beraber, beni Alay karargahında S3 yardımcısı olarak görevlendirmişlerdi . Bu bölümün vazifesi harekat ve eğitimdi. Yani, alayın, tümen bünyesinde, diğer alaylarla koordineli olarak taarruz ve savunma planlarını hazır­ lamak, aynı zamanda çeşitli kademedeki alay personelinin belli konularda eğitilmelerini, yetiştirilmelerini sağlamaktı. Bu bölümün başında, kaide olarak bir kurmay subayın bulunma­ sı gerekiyordu. Ama, alayda kurmay bulunmadığı için bir bin­ başı görevlendirilmişti. Onun emrinde çalışıyordum. Bir yazıcı­ mız, bir de posta erimiz vardı. Hepsi bu. İstihbarat kısmı olan S2'de ise hiç kimse yoktu . Gayrıresml olarak ben bakıyordum. Ama, zaten istihbarat diye bir faaliyet söz konusu değildi. 30 Ağustos, 1 9 Mayıs, Cumhuriyet Bayramı, Atatürk'ün ölüm yıl­ dönümü gibi günlerde tertiplenen açık toplantılarda nutuk söyleme işi de benim omuzlarımda kalmıştı. Zamanla, alayın moral subayı haline gelmiştim. Subayların, aileleri ile katılacak­ ları konserli, gösterili gecelerin tertiplenmesi, halka açık tatbi­ katlardaki safhaların teknik olarak mikrofondan dinleyicilere anlatılması gibi görevler de bana verilmişti. Bütün bu çalışma­ lar sebebiyle, alay kumandanı ile yakın ilişkimiz oluyordu. Esasen, kumandanın odası ile bizim çalışma odamız karşı kar­ şıya idi. Onun güvenini kazanmıştım. 27 Mayıs sabahı, erken saatte uyandım. Ortadaki geniş av­ luya bakan taş evlerden birinde oturuyorduk. Eşim ve henüz sekiz aylık oğlum da benimle beraberdi. Radyodan, kalın ve buğulu bir ses, inkılap yapıldığını, iktidar mensuplarının gü­ venlik altında bulunduğunu, sokağa çıkma yasağı ilan edildi-


T A N ! D I G ! M ATS I Z

205

ğini açıklıyordu. Bu sesi bir yerlerden hatırlıyor, fakat kime ait olduğunu çıkaramıyordum. Sonraları Alparslan Türkeş'in sesi olduğunu öğrenecektim. Fena halde canım sıkılmıştı. İçimden "İşte biz de nihayet Suriye'ye döndük" diye geçiriyordum. O sırada Suriye'de sık sık hükumet darbesi olur; bir albay çıkıp, kendinden önce yö­ netime el koymuş olan bir başka albayı devirirdi. Üniformamı giyip hemen alay karargahına koştum. Orası kaynıyordu . Bütün subaylar büyük bir heyecan ve sevinç için­ deydiler. Hepsi manevra kıyafetlerini giymişler, başlarına miğ­ ferleri, bellerine tabancaları takmışlardı. Tanklar, toplarını çe­ virmiş olarak, kasabanın yan sokaklarına kadar ilerlemişlerdi. Herkes, telaş içinde koşuşturup duruyordu . Yüzbaşılar albayla senli benli konuşmaya başlamışlardı . Bütün bunlar, benim için -belki de herkes için- yepyeni , alışılmamış görüntülerdi. Kısım amiri olan binbaşı, o gün D iyarbakır'a gitmişti, ben yalnızdım. O hengamede, yedek teğmen olan beni takan yoktu. Olanları gözlüyordum. Milli Birlik Komitesi'nin ilk bildirilerinden anlaşılan şuydu: Garnizonlardaki en yüksek rütbeli subay, o garnizonun bulun­ duğu il veya ilçede yönetime el koyarak valilik veya kayma­ kamlık görevini üstlenecekti. Bizim alay kumandanı da, buna uyarak kaymakamlığa gitmiş, sivil kaymakamı evine gönderip kendisi makama oturmuştu. Bir yüzbaşıyı emniyet müdürü, bir teğmeni de posta müdürü olarak tayin etmişti. Öğle üzeri, ba­ na telefon ederek, posta eri ve yazı makinesi ile birlikte kay­ makamlığa gelmemi emretti. Gittim. Bana, evvelce nüfus me­ murunun çalıştığı odayı verdiler. Yazışmaları bundan sonra ben yapacaktım. Alay kumandanı (yani, yeni kaymakam) o gece, evine gi­ derken kaymakamlıkta beni nöbetçi bıraktı. Sıkı sıkı tembih et­ ti, binaya hiç kimse girmeyecekti. Evden portatif karyolamı ge­ tirtip kaymakamın odasına kurdurttum. Geç vakit olunca, ta­ bancamı yastığın altına koyup uyumaya çalıştım. Bu yeni görev, iki hafta kadar devam etti. Bu sırada gece­ gündüz hep kaymakamlıkta kalıyordum. Atsız Beye gönderdi­ ğim mektupların zarfına da, adres olarak sadece "Kaymakam­ lık" yazıyordum. Çünkü, yeni adresim gerçekten buydu.


206

T A N I D I G I M ATSI Z

Atsız Bey, zarftaki adresi görünce, evvela benim sahiden kaymakam olduğumu sanmış. Sonra, mektupları okuyunca du­ rumu anlamış. Ama, bu yeni "iş"im pek hoşuna gitmiş olmalı ki, çevresindekilere: - Bizim Altan Siverek kaymakamı olmuş, deyip duruyor­ muş . 27 Mayıs'tan bir ay sonra terhis olup da İstanbul'a döndü­ ğümde, bu "Siverek Kaymakamı" şakasıyla karşılaştım. Önce biraz yadırgadım, sonra alıştım. Bir süre sonra d:ı zaten unutu­ lup gitti.

TÜRKEŞ'İN YENİ BİR MEKTIJBU Tedbirler Kanunu artık yürürlükte olduğu için İsmet Tüm­ türk, hukukçu gözüyle de yazıları inceliyor ve durup dururken Milli Yol'un başına iş açılmamasına dikkat ediyordu. Bununla beraber, derginin atak ve cesur neşriyatı kesilmiş değildi. 1 0 .. sayıda Türkeş'in yeni bir mektubunu yayımladık. Üç sa­ yı evvel kapağa, onun üniformalı bir fotoğrafını koymuş ve al­ tına şöyle yazmıştık: .. für yandan 27 Mayıs'ı Koruma Kanunu çıkarılırken, bir yandan emirle kendisine söğdürülen 27 Ma­ yıs'çı: Alparslan Türkeş·" Bu defa, belge olarak yayımladığımız mektubun klişesi ve Türkeş'in Hindistan'dan gönderilmiş sivil elbiseli bir boy fotoğ­ rafı kapakta yer alıyordu. Tarihi Vesikalar Serisi'nin 2 . si olarak yayımlandığımız mektup yine Yeni Delhi'den gönderilmişti. 19 Eylül 1961 tari­ hini taşıyordu. Yani Demokrat Parti ileri gelenlerinden üçünün idamını takip eden günlerde yazılmıştı. Yeni açıklamaları ihti­ va eden mektubunda Türkeş şunları ifade ediyordu : Aziz Kardeşim . . . . . Bey, 14 Eylül 1961 tarihli içli ve samimi mektubunuzu aldım. Teessür ve üzüntülerinizde haklısınız. Fakat inancınızı h içbir zaman kaybetmeyiniz. Menderes 'in (Allah gani gani rahmet eylesin) yanlış tutumu ve İnönü 'nün etrafındakilerle beraber çevirdiği fitne ve fesat memleketi çok sıkıntılı 11e karışık bir du­ ruma sokmuştu . Ben partilerin didişmesini durdurmak ve bil-


TANIDIGIM ATSIZ

207

hassa CHP 'nin entrikalarına karşı memleketi korumak üzere bu ihtilale karıştım. Çünkü asıl olan Türk milletinin ve fakir Türk köylüsünün, Türk halkının mukaddes varlığını korumak ve kuı1arnıak idi, yoksa paı1iler veya şahıslar bir şey ifade ede­ mezdi. 2 7 Mayıs 'tan sonra da daima tarafsız ve adil bir idare kurmaya gayret ettim. Fakat kendi menfaatlerine ve hırsları­ na, fesatlarına karşı beni engel görenlerin suikasdına uğraya­ rak zorla (evimin kapısı geceyarısı kırılarak) sürgüne gönde­ rildim. 2 7 Mayıs 'tan sonra . . . . 'i(*) Menderes ve arkadaşlarını lsviçre'ye göndermek üzere ikna ettim. Fakat CHP'nin komite ve ordu içinde aletleri olan Mucip A taklı, Osman Köksal, Ek­ rem Acuneı� Cemal Madanoğlu, Sami Küçük, Fikret Kuytak ve . . . . . tarafından bu teşebbüsüm baltalandı ve çok şahsiyetsiz olan . . . . . . (*) de bunların fitnesi ile ilk aldığımız karardan vazgeçti. Buradan ben yine kendilerine mektup yazarak, Yassıada sanıkları hakkında verilecek ölüm cezalarının infaz edilmesi­ ne razı olmamalarını rica ettim . . . Üç kişinin idam edildiğini öğrenmek suretiyle ben de sizin gibi çok üzüldüm. Tanrı mil­ let ve memleketimizi . . . yakın zamanda huzura, saadete kavuş­ tursun. Çok selamlar ederek gözlerinizden öperim . Sıhhat ve sağlık haberlerinizi beklerim. Alparslan TÜRKEŞ Ve Milli Yol'un bu sayısı toplatıldı. Ciddi baskılar artık başlıyordu. Menderes'in ve Türkeş'in isimlerini müspet şekilde anmak ve hele bunda ısrar etmek, o günkü şartlar içinde cesaretten de öte, adeta cinnet sayılıyor­ du . Milli Yol'un kararlı neşriyatının Ankara'da pek çok kimse­ yi ve bilhassa iktidar taraflılannı rahatsız, huzursuz, tedirgin et­ tiğini, öfkelendirdiğini haber alıyorduk. Ankara'da Türkeş'in vatandaşlıktan çıkarılması için hummalı bir gayret sarf edildiği­ ni öğrenmiştik. Bu teşebbüse karşı Milli Yol'da yaptığımız açık­ layıcı ve sert yayının da belki tesiri olmuştur: Az zaman sonra bu gayretlerin arkası kesildi. Milli Yol, meşhur Tedbirler Kanunu'nun hükümlerine uyu-

(*) Cemal Gürsel


TANIDIGIM ATSIZ

208

!arak toplatılmıştı. Başbayideki dergilere e l konulduğu gibi, da­ ğılmış olanların da satıştan alıkonulması için telgraflarla tamim yapılmıştı. Bunun üzerine, derginin o ana kadar satılmayan nüshaları da toplatılma kararından nasiplerini almışlardı. Hukuki yoldan itirazlar yapıladursun, bunun manası uygu­ lamada şu idi: O sayımızın bütün gelirlerinden mahrum kalı­ yordu k. Yalnız satışla ve ucu ucuna yaşayabilen bir dergi için sert bir darbeı B i r sayı sonra, derginin kapağı «Toplatılan '10. sayımızın hikayesi" başlığını taşıyordu . Yanda Alparslan Türkeş'in 10.

sayının kapağındaki -fakat bu sefer daha da büyütülmüş- bir klişesi yer almaktaydı.

«KASA HİKAYESİNİN İÇYÜZÜ» Bununla da yetinmedik: Ertesi hafta yeni bir ifşaat dergide yer aldı. . Kasa Hikayesinin İçyüzfö, başlığının altında şu sa­ tırlar okunuyordu : «27 Mayıs'tan sonra Ahmet Salih Ko­ rur'un Başbakanlıktaki kasaları nasıl açıldı?» Hemen ya­ nında da yine Türkeş'in Hindistan'da yeni çekilmiş bir portre­ si. Bu tutum, CHP ağırlıklı iktidarı ve komünistleri küplere bindiriyordu. Onların istediği, hazır elde kanuni imkanlar var­ ken, Türkeş'e her türlü iftirayı savurtmak ve cevap hakkı tanı­ ma maktı. Bizim istediğimiz ise gerçeklerin gün ışığına çıkma­ sı, haksız ve zalim icraat devrinin kapanmasıydı. Bu inancımı­ zı dergi sütunlarında şöyle ifade ediyorduk: · Yasaklarla, insanları susturmakla hiçbir netice elde ede­ mezsiniz. Çok tecrübe edildi. Sizlerden çok daha usta ve kabi­ liyetli kimseler de tecrübe etti. Hiç biri o yoldan fayda sağlaya­ madı. Çünkü insan denen varlığın zekası vardır. Tecessüsü vardır. Feza 'nın milyonlarca ışık yılı ötesindeki hakikat/eh bi­ le öğrenmek için durmadan uğraşır. Ve, ergeç mutlaka muvaf­ fak olur. Bu akımın karşısında durmaya kalkan ve kendi men­ faatini ve emniyetini insanların bazı şeyleri duymamalarına ve öğrenmemelerine bağlayan kimse mağlubiyeti peşinen ga­ rantilemiş demektir. ııııı

Çünkü o kimse kendisinin ayıbı olduğunu, insan zekası­ bakikatleri tam olarak öğrendikten sonra vereceği hük-


T A N I D I G I M ATS I Z

209

ıııün kendisinin aleyhine olacağını peşinen itiraf etmiş demek­ tir. Çünkü o kimse, insan zekasını ve tabiat kanunlarını ken­

disine hasım olarak seçmiş demektir.• Bu kasa hikayesi neydi, nereden çıkmış, Türkeş'le nasıl ir­ tiba tlandırılmıştı? Yassıada duruşmaları sırasında ·Örtülü Ödenek" adıyla açıl­ mış bir dava da vardı. Örtülü ödeneğin usulsüz sarf edildiği id­ dia ediliyordu. Öyle ki, bu ödenekle Adnan Menderes'in "cım­ bız,, aldırdığı bile ileri sürülmekteydi. Yüksek Adalet Diva­ nı'nda başsavcı olan Altay Egesel, meseleyi mübalağa etmek isterken, biraz da gayrıciddi hale getirmişti. Aynı davada, De­ mokrat Parti iktidarının Başbakanlık Müsteşarı olan ve 27 Ma­ yıs'ta o makamda bulunan Ahmet Salih Korur da sanık olarak bulunuyordu. Bu zat, duruşma sırasında, bir sarı zarftan bah­ setmiş ve kendisinden sonra başbakanlık müsteşarlığı yapan Alparslan Türkeş zamanında bu zarfın kaybolduğunu ileri sür­ müştü. Yani, Türkeş'in bu zarfı aldığını ima ederek feci bir ça­ mur atmıştı. Daha sonra da CHP'li basın, bu konuyu, Alpars­ lan Türkeş'in aleyhinde istismar için yarışa çıkmıştı. Bu itham ortaya atıldığı zaman, Atsız'ın yorumu şöyle ol­ muştu : - İki ihtimal var: birincisi, bu masonların tertibidir. Ahmet Salih Korur, yüksek dereceli bir mason. Türkeş milliyetçi oldu­ ğu için onu vurmak istiyorlar. Mason locasının talimatı ile Ah­ met Salih böyle ifade vermiş olabilir. İkinci ihtimal ise, bunu CHP'nin yaptırmasıdır. Ahmet Salih Korur'a cezasının az olaca­ ğı veya beraat ettirileceği va'di yapılmıştır. O da böyle bir ter­ tibe razı olmuştur. Zayıf karakterli insanların bu kritik zaman­ larda görülebileceğini tecrübe ile öğrendik. 1 944'te de bizim aramızdan, yalan ifade vermeyi kabul eden, aciz ve zaaf gös­ teren bir-iki kişi çıkmıştır. Her iki halde de, asıl maksadın, Tür­ keş'e beslenen ümitleri sarsmak olduğu muhakkak. Gerçekten, çirkin bir iftiraydı. Fakat bazı çevrelerde inandı­ rıcı olması ihtimali az değildi. Onun için; bir an önce aydınlı­ ğa kavuşturulması ve gerçeklerin millete açıklanması faydalı olacaktı. Şimdi bu imkanı bulmuştuk. Gerçi komünistler kendi yayın organlarında Milli Yol'un ..Türkeş ticareti" yaptığını yaza­ rak, bu açıklamaları sözüm ona hafife almaya çalışıyorlardı ama, onlara aldırış etmenin ne yeriydi, ne zamanı.


210

TANID!ÔlM ATSlZ

Kasa hikayesi yazısında kesin ve susturucu deliller göz önüne serildiği için, iftira yolunu seçenler bu konu üzerinde durmaktan yavaş yavaş vaz geçtiler. Bir süre sonra da hiç bah­ setmez oldular. Ancak pek aşırı ve ön yargılı olan kimseler, Milli Yol'daki yazı hiç yayımlanmamış gibi, bildiklerini okuma­ ya devam ettiler. Şimdi o yazıyı hatırlayalım. "Bazı aşırı CHP'ci dergi ve gazeteler, Alparslan Türkeş 'i le­ kelemek içiıı onun 2 7 Mayıs 'tan hemen sonraki günlerde Ah­ met Salih Korur'un kasasını açtığını ve o kasada bulunması gereken 2 70 bin liranın eksik çıktığını ima ettiler. Bundan da­ ha fazlasını ve daha açıkça ifade edilmiş şekillerini de aynı çevı-eleı;Jiskos suretiyle yapıyorlar. Bu işin aslının ne olduğunu o günlerin en yetkili şahsiyet­ lerinden tahkik etmek suretiyle tesbit ettik. Aşağıda okuyucula­ rımıza sunuyoruz. İşin en başlangıcından başlayalım. 2 7 Mayıs günü Genelkurmay Başkanlığı Şura salonunda toplantı var. Toplantıya katılanlar 27 Mayıs'ı yapanların ileri gelenlerinin hemen hepsi. O toplantıda verilen karara göre Başbakanlık evrakını teslim almak üzere Alparslan Türkeş ve Suphi Karaman, Cemal Gürsel'in yanında vazifeli kılınıyorlar. Bu işe bu iki kişilik heyetin memur edilmesine itiraz eden biri­ si çıkıyor: Sami Küçük. Diyor ki: Bu vazife, ağır bir vazifedir; Ekrem Acuner'in bu işte Türkeş 'e ve Karaman 'a yardımcı ola­ rak bu heyete katılması faydalı olur. Bu teklif kabul edilmedi. O toplantıda Rıfat Baykal'ın Cemal Gürsel'e hususf kalem mü­ dürü olması ve şimdiki Kara Kuvvetleri Kumandanlığı bina­ sında yatıp kalkmakta olan Cemal Gürsel için bir iki güne ka­ dar Başbakanlıkta yer hazırlanması da kararlaştınlmıştı. 28 Mayıs günü Rıfat Baykal Başbakanlık binasına giderek oradaki kapıları ve kasaları oradaki memurlarla birlikte ve bir zabıt tutarak mühürletiyor. 2 7 Mayıs günü olduğu gibi 28 Mayıs günü de Yürkeş henüz Başbakanlığa ayak basmış değildir. Türkeş bütün 28 Mayıs gününü Genelkurmay Başkanlığında, Gürsel'le ve Sunay 'la ve diğer arkadaşlarıyla bidikte çalışmakla ve gerekli emniyet ted­ birlerini ve planlarını tanzim etmekle ve bunların Silahlı Kuv-


T A N I D I G I M ATS I Z

21 1

vetleı·e ve vilayetlere bildirilmesi ile geçirmiştir. Türkeş ancak 29 Mayıs günü vakii bulup Başbakanlık binasına geliyor. Ora­ da Baykal ile de görüşüyor ve herşeyin usulüne göre mühür­ lenmiş ve mubafaza altında bulunduğunu görüyor. Gürsel için hazıı·lanaıı odayı da görüyor, kabine odasının da M.B.K. için hazırlanmasını uygun buluyor ve o gün öğleden sonra Genelkurmay Başkanlığından Gürsel'i Başbakanlığa getiriyor. Gürsel kendisi için bazırlanan odaya yerleşiyor. A ma Türkeş yine Başbakanlıktaki müsteşarlık odasına girmiyor. Çünkü 2 7 Mayıs günü Başbakanlık binası .Jandarma Muhafız Bölüğü ile Haıpokulu Taburu arasında cereyan eden ateş muharebesin­ den sonra bir aralık, hatta 2 7 Mayıs gününün büyük bir kıs­ mında oı1ada kalmış ve bu arada bir yağmaya da uğramıştır. Bazı odalar kilitli olduğu için kapıları açılamamış, bu kapılar kırılmış ve dosyalar da sağa sola savrulmuştur. Ahmet Salih Korur'un odası da bu perişanlığa uğramış olanlar arasında­ dır. 28 Mayıs sabahı yanındaki silah arkadaşlarıyla buraya ge­ len Rıfat Baykal odayı bu perişan halde bulmuş ve bir şey za­ yi olmaması için derhal kapısını bir ip ile bağlayarak mühür­ letmiş ve başına da bir nöbetçi dikmiştir. 29 Mayıs sabahına kadar kapı ve oda bu durumda kaldı. 29 Mayıs sabahı 8 sivil hakimlik bir hakimler heyeti kuru­ luyor ve bu heyet ilk iş olarak mühürlü olan Ahmet Salih Ko­ rur'un odasındaki evrakın emniyet altına alınması ve oda içinde bulunan menkul ve gayrimenkul eşyaların sayılarak zabıtla tesbiti işine girişiyor. Bu iş üç gün sürüyor. Hakimler heyetinin tuttuğu zabıtların bir nüshası Türkeş 'e, bir nüshası Yüksek Soruşturma Kuruluna, bir nüshası Ankara Komutanlı­ ğına, bir nüshası Maliye Bakanlığına ve bir nüshası da Genel­ kurmay Başkanlığına gönderiliyor. Bu arada hem şifreli ve hem de kilitli olan kasalar bu heyetçe açılamadı. Çünkü ne anahtarları ortada vardı, ne de şifreyi bilen vardı. 3 1 Mayıs, yahut 1 Haziran günü Selim Sarper Başbakanlı­ ğa geliyor. Gürsel'le eskiden şahsf dostluk ve münasebetleri ol­ duğu için ve aileleri tarafından devamlı olarak sıhhat durum­ ları sorulduğu için ve aynı zamanda kasaların anahtarlarını, bilhassa Dışişlerine ait olanlrwın anahtarların ı almak üzere Fatin Rüştü Zorlu ve arkadaşlarını ziyaret etmek istediğini söy-


212

T A N I D I G I M ATSIZ

lüyor, bunun için Gürsel 'den müsaade istiyor. Gürsel: B u hu­ susta sayın Türkeş ile görüşünüz, diye cevap veriyor. Orada bulunan Türkeş, Saıper'in isteğini uygun buluyor ve hatta kendisi de Saıper ile beraber olmak üzere Haıp Okuluna gidi­ yorlar ve orada tutuklu bulunan Bayaı� Menderes, Zorlu ve Ahmet Salih Korur'dan anahtarları ve şifreleri alıyorlar ve bu münasebetle kendileriyle çok enteresan bazı konuşmalar da yapıyorlar. (Bu konuşmaları ileride yayınlayacağız.) Oradan döndükten sonra, ikinci bir hakimler heyeti teşkil edildi ve bu heyet kasaları açarak oradan çıkacak evrak vesa­ ireyi tesbit etmeye memur edildi. Ve heyetfaaliyete geçti. A ncak Ahmet Salih Korur'uıı örtülü ödeneği içinde bulundurduğu ve şffreli bulunan kasanın şifre m iftahını uydurmak ve kasayı açmak bir türlü mümkün olamadı. Bu kasayı açmak için es­ kiden Başbakanlık kalem-i mahsus müdürü olan ve Türkeş ta­ rafından da değiştirilmeyerek kendisine vazife gördürülen Mehmet Geylangil de hakimler heyetinin yanında bulımdurul­ du. O da kasayı açamadı . Nihayet yine Mehmet Geylangil va­ sıtasıyla bir kasacı getirildi ve o hakimler heyetinin önünde kaynak makinesi ile kilidi eriterek kasayı ancak o şekilde aça­ bildi. Kasanın tertibine ve sayımına bu suretle ve bundan son­ ra başlanıldı. Türkeş ancak bu sayımdan sonra ve hakimler heyetinin zabıtlarına göre, ve ayrıca mevcut parayı Mehmet Geylangil'e ve orada bulunan Muzaffer adında diğer bir me­ mura saydırarak kasayı teslim aldı. Bunu tesbit eden zabıtlar­ dan da birer nüsha yukarıda adları geçen yerlere gönderilmiş ­ tir. Eğer kasanın açılmasında ve Türkeş tarafından el konul­ masında en ufak bir yolsuzluk imkanı olsaydı, onun M.B.K. içindeki düşmanları elbette ki kendisine en büyük hücumları o sıralarda yaparlardı . Türkeş 'e bu konu ile ilgili hücum yine yapılmış, ama bu hücum şu şekilde olmuştur. Ekrem Acuner, Sami Küçük ve Mu­ cip A taklı bir aralık M.B.K'de Türkeş 'e örtülü ödenek paraları­ nın bir kısmını kendisini destekleyecek bazı kimselere ve dost­ larına verdiği yolunda ithamlar ortaya attılar. Buna karşı Türkeş, örtülü ödeneğin bütün saif evrakını ve zabıtlarını M.B.K. de ortaya atmış ve bahsedilen kimselere hiçbir ödeme yapılmamış olduğu ortaya çıkmıştır. •


T A N I D I G ! M A T S IZ

213

ATSIZ'IN NUMAN ESİN'E TEPKİSİ Atsız'ın Milli Yol'a uzak duruşu konusundaki kuşkularım artık son bulmuştu. Her sayı değil ama, sırası geldikçe yazı ya­ zıyordu. İlgisi de devam ediyordu . Mesela «Bugünkü Yernli­

hfilar.., .. 30 Ağustos ve Türk Ordusu.., «Türkçüler Derneği" başlıklı yazıları çeşitli tarihlerde yayımlanmıştı. Ayrıca benim kendisiyle yaptığım bir konuşma «Atsız Dr. Rıza Nur'u Anla­ tıyor adı ile çıkmıştı. Bir de «14'1er ve Numan Esin Mesele­ si" başlığını taşıyan açıklama yazısının önemli bir kısmı Atsız tarafından yazılmış veya notlar halinde İsmet Tümtürk'e veril­ mişti. ..

Bu yazılardan bazılarının, kısa veya uzun hikayeleri de var. Sırası geldikçe onlardan bahsetmek gerekecek. Ancak, şimdi .. 1 4'ler ve Numan Esin Meselesi" adlı yazı niye yazıldı, ona ba­ kalım. Önce, o tarihte yani yazının Milli Yol'da yayımlandığı 22 Haziran 1 962'de bir Numan Esin meselesi nasıl ortaya çıkmış­ tı, hatırlayalım. Numan Esin, Milli Birlik Komitesi'nin en genç üyelerinden biriydi. Radikal ve aşırı oluşu, yerli-yersiz, lüzum­ lu-lüzumsuz beyanat verişi, tedbirsiz davranışları ile 13 Kasım'a kadar olan devrede dikkatleri çekmişti. Milliyetçi tanınıyordu . Alparslan Türkeş'in çevresindeki genç subaylar içinde göze çarpıyordu . 1 3 Kasım darbesi üzerine o da yurt dışına (İspan­ ya'nın başkenti Madrid'e) sürülmüştü. Böylece 1 4'ler arasında yer almıştı . Bu grup uzun zaman dayanışma içinde ve bütünü ile Türkeş 'in fikirleri paralelinde sanıldığı için, Numan Esin'in milliyetçi olduğu hakkındaki kanaat devam etmişti . Fakat sol­ cu çevrelerle ve bilhassa -sonradan sosyete yazarlığı da yapa­ cak olan- solcu bir kadın gazeteci ile olan yakınlığı, kuvvetli bir söylenti halindeydi. Yurt dışından gönderildiği anlaşılan bir yazısı, sosyalistler­ le komünistlerin kümelendiği «Yön.. dergisinde yayımlanınca pek çok kimse hayrete düşmüştü . Yön, komünizme kadar va­ racağı aşikar, koyu ve aşırı devletçi görüşleri savunan bir der­ giydi. Tanınmış pekçok komünist de gizli, açık adlarla bu der­ giye yazı yazıyordu. Numan Esin'in onların arasında işi neydi? Yön'deki yazı üzerine Atsız'ın fena halde hiddetlendiğini hatırlıyorum. Böyle kararsız, yalpa vuran, hem orayı, hem bu-


214

TAN I D I G I M ATSIZ

rayı e l altında tutmaya çalışan davranışlar, onun havsalasının kabul edebileceği şeyler değildi. Numan Esin'in karakteri ve mazisi hakkında, beni ş<ı.şkınlığa sürükleyen pek çok şey anla­ tıyordu. Neticede vardığı hüküm şuydu: Böylelerini bir fiske ile silkip atmak lazımdır. Milli Yol'daki yazı, bu davranış biçiminin açıkça ilanı oldu. ,J 4'ler ve Numan Esin Meselesi" adını taşıyan yazıdan önemli bölümlerin Atsız'ın kaleminden çıktığını, yazı malzemesinin ise İsmet Tümtürk'ün üslubu ile bir bütün haline getirildiğini sanı­ yonım. Esasen bu husustaki bir açıklama, yazının baş tarafın­ da da yer alıyordu . Numan Esin hakkındaki yazı, onun karakter ve davranışla­ rını tahlil ediyor, bu arada 1 4'lerin fikri yapısı üzerinde bazı açıklamalar yapıyor ve şöyle sona eriyordu: ,Birfikir yolunda gitmek başka şey, şahsf dostluk ve ahbaplık başka şeydir Türkçülük, karakteri icabı sert olmaya mecburdur. Gerekirse Numan Esin 'den bin kere daha mühim olan şahsiyet­ leri defırlatıp atabilir. Çünkü ülhiler şahıslarla değil, prensipler­ le ve karakterle yürür. Türkçülük 1944-1945'te de, iki kişiyi ka­ raktersizlikleri yüzünden fırlatıp atmıştı ve bunlardan bir tane­ si Nuınan Esin 'den çok daha kuvvetliydi. Numan Esin hakkında daba pek çok şeyler bildirmek iktida­ rındayız. Şimdilik lüzum görmüyoruz. O artık bizim için mev­ cut değildir. " Bu yazının neşri, milliyetçiler arasında ve çok kimsede de­ rin tesir yarattı . Kimi yerinde, kimi sert, aceleci ve hatta biraz haksız buldu. Bu yüzden Milli Yol'u ciddi şekilde tenkid eden­ ler çıktı. Fakat, zaman, yazının ve dolayısıyla Atsız'ın haklı olduğu­ gösterdi. Numan Esin, yurda döndükten sonra, bir süre po­ litik istikametler aradı. Sonra iş hayatına girdi. Nakliyecilik yap­ maya başladı. Söylendiğine göre, büyük cirolar sağlayan bir "iş mı

adamı" haline gelmişti. Bu arada, eski bir mazisi olan ..vatan,, gazetesini devralarak, komünist fikirler ve taktikler doğrultu­ sunda yayımlamaya başladı. Mao'cu komünizmi savunuyordu. Böylece, birbirine zıt görünen yollar, çizgiler, şahsiyet belirti­ leri arasında gidip geldi. Çeşitli çevrelerden gelen değişik suç­ lamalara hedef oldu. Kimisi onu , eşi görülmemiş bir oportünist olarak vasıflandırırken, kimileri de -bilhassa Mao'cu gruplar-


T A N I D I G I M ATS I Z

215

Numan Esin'in C I A ajanı olarak görev yaptığını dahi ileri sür­ düler. Doğru veya yanlış, bütün bu hükümler arasında kesin olanı, Numan Esin'in bir daha artık milliyetçiler arasında asla görülmediğidir. Milli Yol'un 1 962'de vermiş olduğu o artık bi­ zim için mevcut değildir" tarzındaki işaret geçerliliğini hep ko­ rudu. ..

MİLU YOL'A YENİ DARBELER O arada Milli Yol'un peıvasız ve ateşli yayınları devam edi­ yordu. CHP'nin, 13 Kasım Komitesini teşkil eden ve şimdi ar­ tık ..temelli senatör" adı ile anılmaya başlamış olan grubun ve iktidara yakın çevrelerin Milli Yol'a duydukları tepki de gün­ den güne artıyordu . Bunun yeni baskılara yol açması, kaçınılmaz bir akıbetti. Nitekim, Ahnıet Emin Yalınan'ın Kayseri Cezaevi'nde eski iktidarın mahkum bazı mensupları ile yaptığı görüşm.eyi ve bu görüşme sırasında ordu hakkında söylediği çirkin, yakışıksız sözleri tenkid eden bir yanım üzerine, derginin 2 2 . sayısı da toplatıldı. Ayrıca, pek çok yerde Milli: Yol'un satışı engelleniyor, bal­ talanıyor, partizan bazı bayiler de buna alet oluyorlardı. Yani, başka türlü yıldıramayacaklarını anlamış olanlar, Mil­ li Yol 'u mail güç!üklere sürükleyerek boğmaya çalışıyorlardı. Hemen hiç ilanı olmayan, bütün masrafı satışla karşılama­ ya çalışan, rotatifle ve renkli olarak basılan bir haftalık dergi­ nin iki sayısı toplatılır, satışı da engellenmeye çalışılırsa, bunun adına başka ne denilebilir? Milli Yol teknesinin ağır ağır su aldığını görür gibiydik. İlk sayılarda hayat ettiğimiz gibi, Atsız'ın yazıları ile tiraj rekorları kırmak ümidi ise hemen hiç kalmamıştı. Atsız'ın makaleleri, şüphesiz ilgi ile okunuyor, ama öyle akın akın okuyucu da ge­ tirmiyordu. Bunun çok tabii olduğunu , gazetecilik tecrübemin arttığı sonraki yıllarda anlayabilecektim ama, o günkü düşünüş tarzıma göre şaşılacak bir durum gibi görünüyordu. Atsız'ın, Milli Yol'da 30 Ağustos ve Türk Ordusu» adı ile çıkan bir yazısında ordunun son derece disiplinli olması ve si­ yasetten uzak kalması zaruretinden bahsediliyordu. Atsız'ın ze..


216

T A N J D I Ö I M ATSIZ

ııı bir hayata tiksinerek bakan, ölümü özleyen v e adeta yüce­

leştiren görüşünü, bu yazının son paragraflarında müşahede etmek mümkündür: 'Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın. Bayraklar nasıl bayrak oluyorsa, toprak nasıl kanla sulandıkça vatan haline geliyorsa, toplumlar da ölmesini bildikleri nisbette mil­ /ettirler. Ölümden ancak bayvan ve hayvanlaşmış insan ka­ çar. Ölümlerin en güzeli ise, yurt ve şeref uğrunda olan ölüm­ dür. İçimizi sızlatan şeh itlerimiz aynı zamanda sevincimiz ve övüııcüınüzdür de. . . Bu yazı, Türkçülerin, Türk ordusuna, onuıı elli milyon şe­ hidine ve yarınki şehitlerine saygı duruşudur.•

ATSIZ'LA RÖPORTAJ Bu yazının bulunduğu Milli' Yol'un bir sonraki sayısında benim, Atsız'la yaptığım bir röportaj Murat Gencoğlu müste­ ar adı ile yayımlandı. O sayı, yarı yarıya Rıza Nur sayısı halin­ deydi. Bu bakımdan Atsız'ın, Rıza Nur hakkındaki görüş ve ha­ tıralarını kısa bir röportaj halinde okuyucuya sunmayı uygun bulmuştuk. Ayrıca «Atsız, Rıza Nur'un en yakınıydı. Rıza

Nur, Atsız'ı kendisine resmen evlat edinmiş ve maddi, manevi her sahada Rıza Nur'un işlerini yürütmek Atsız'a vasiyet edilmişti.,, (*) Yaz sonuydu . Hava oldukça sıcak ve durgundu. Rıza Nur röportajını yapmak için bir akşamüstü Atsız'ın evine gittim. Öyle konuşmuştuk. Dış kapıdan girişte soldaki taşlığa konul­ muş masanın başına oturduk. Sokağa bakan pencere açıktı ve serin bir rüzgar bizi ferahlatıyordu . Başka konulardan, yine Milli Yol'un yayınından, kurulmak üzere olan Türkçüler Derneği'nden bahsettikten sonra asıl ko­ nuya geçtik. O sırada konuştuklarımızı, sonradan yazının baş­ langıç kısmı olarak aynen yazmıştım. Şöyleydi: "Masanın bir ucunda A tsız, bir ucunda ben. - Demek şimdi niyetin ciddf, dedi, röportaj yapmak için azimlisin .

(*) İsmet Tümtürk, Atsız Hakkında Birkaç Söz. Türk Ülküsü, İstanbul 1956.


T A N I D I G I M ATS I Z

217

Kendine mahsus şakacı tavrı ile gülümsüyordu. - Evet, diye cevap verdim . Hem biliyor musunuz, bu röpor­ taj işi gazeteciliğin en ucuz kısmı. Ö nce konuşmak, röpoı-taj yapmak için birisini yakalayacaksınız. - Sen de beni yakaladın. - Öyle . . . Ondan sonra biraz kağıt, bir de kaleın oldu mu, tamam . Kağıtları ve kalemi cebimden çıkarıp masanın üzerine koydum . - Başka? - Bir de sorular meselesi var. isterseniz soruları da siz sorun ve sonra kendi sorduğunuz sorulara cevap verin . - Oldu olacak, bu röportajın üstüne benim imzamı atarsın artık. En iyisi soruları bari sen sor da röportaja benzesin." Bu konuşmamızda Atsız, Rıza Nur'un milliyetçiliğini, ·Türk Tarihi..ni, yazarlığını, siyaset hayatını, meslek adamlığını, onun­ la nasıl tanıştığını, hususiyetlerini, şairliğini ve ölümünü anlatı­ yordu . Lozan'a delege olarak gidişi ile ilgili olarak naklettiği bir küçük hatıra, o zaman oldukça ilgimi çekmişti. O soruma At­ sız'ın verdiği cevabı burada nakletmek belki faydalıdır: - Bak, bu h ususta, sana Rıza Nur'un kendisinden dinledi­ ğim bir hatırayı nakledeyim. Heyeti Vekile toplantısında, Lo­ zan 'a gidecek delegelerin seçimi yapıldığı zaman, başmurah­ has olarak Rauf Bey seçilmişti. ikinci murahhas olarak da Dr. Rıza Nur intihap olundu. Bir de Hasan Bey (Hasan Saka). Fa­ kat, Rıza Nur, millf menfaatlere uygun görmediği için, Musta­ fa Kemal Paşa 'ya giderek ·Neden bu adamı seçtirdin?· diye sor­ du. ·Peki, kimi tavsiye edersin?• diye sorunca da şu cevabı ver­ di: ·Bence ismet Paşa yı seçtirsen iyi olur.• Onu takip eden He­ yeti Vekile toplantısında Mustafa Kemal Paşa, oturumu açınca "Şimdi Lozan 'a gidecek murahhasların intihabım yapalım . Bence başmurahhas olarak ismet Paşa münasiptir. Siz n e der­ seniz?. diye sormuş ve tasvip edildikten sonra da ·Diğer murah­ haslar zaten belli· diyerek doğrudan doğruya Rauf Bey 'in şah­ sını istemediğini belirtmişti. Rıza Nur'un bu kadar yürekten davrandığı ismet inönü 'nün .Çô nra onun hakkında ne iftira­ larda bulunduğunu erbabı bilir.•


218

T A N ! D I Ô I M ATS I Z

D r . Rıza Nur'un hatıraları birkaç yıl sonra yayınlandı. Atsız, bunları ancak fotokopileri yurda geldikten sonra veya yayım­ landığı zaman görmüş olabilir. Hatıralarını okuduktan sonra, Atsız'ın Rıza Nur hakkındaki kanaatlerinde önemli değişiklik­ ler olduğunu sanıyorum. (Dr. Rıza Nur, hatıralarından bazı par­ çalan, yurt dışında yayınladığı ·Türkbirlik Revüsü" adlı kitap­ mecmualarında daha önce yazmıştı. Ancak onlar, bütününe nazaran küçük bazı kısımlar halindeydi .)

TÜRKÇÜLER DERNEGİ Türk milliyetçiliğinin teşkilatlanma hamlesi, Türk Milliyetçi­ ler Derneği'nin 1 953'te kapatılması ile kırılmış bulunuyordu. Ondan sonraki teşebbüsler küçük çapta oldu ve sınırlı kaldı. Yaygın ve coşkun bir teşkilatlanmaya gidilemedi. Çıkarılan ga­ zete ve dergiler de uzun ömürlü olamadı. Bunlar arasında, 1 959-1961 yıllarındaki «Türk Yurdu gibi güzel ve zengin muhtevalı olanları da vardı. Ancak haftalık, istikrarlı bir fikir, hareket ve siyaset dergisine duyulan ihtiyaç büyüktü. ..

Milli Yol'u çıkarmakla, bu ihtiyacı bir ölçüde karşılamış bu­ lunuyorduk . Ayrıca «Düşünen Adam.. ve daha sonra Prof. Mümtaz Turhan'ın idaresindeki «Yol» dergileri de boşluğu dol­ duruyordu. Fakat teşkilatsızlık devam etmekteydi. Teşebbüsler daha zi­ yade siyaset sahasına kaymıştı. Bu yol belki daha çekici, belki de daha kısa ve tesirli görünüyordu. Halbuki fikir ve ülkü hamlesini omuzlayıp götürecek bir kuruluşun yokluğu, nice kayıplara yol açmaktaydı. Teşkilat, kuvvetli bir neşriyatın desteğinde daha da başarı­ lı olabilirdi. Milli Yol bu desteği sağlar, teşkilatlanmayı çabuk­ laştırırdı. Hemen hemen bir yıl öncesinden beri Atsız'la bu konuyu sık sık görüşüyorduk. O zamana kadar demek işlerine karşı pek istekli görmediğim Atsız'da şimdi bu fikre .yatkınlık vardı. Atsız'ın başkanlığında kurulacak bir derneğin sür'atle yay­ gınlaşıp tutunacağı ve çok faydalı, çok verimli olacağı inancı ise, biz genç nesil milliyetçilerine hakimdi. Herhalde eski Türkçüler de aynı kanaatı paylaşıyor olma-


TANIDIÔIM ATSIZ

219

lıydılar k i , bir tüzük tasarısını İsmet Tümtürk'ün hazırlamasını kararlaştırmışlardı. Bu tasarı hazır olduktan sonra, tartışmalara açıldı. Tüzük tasarısı üzerinde görüşmelerin çoğu Milli Yol idare­ hanesinde yapılıyordu. Toplantı bir pazar veya tatil gününe rastlamışsa, Atsız, Maltepe'den geliyordu . Tasarıyı İsmet Tümtürk hazırladığı için, metni de o okuyor ve her madde ayrı ayrı tartışılıyordu. Tabii, çok zaman alan bir uygulamaydı ama tam demokratikti. En genç Türkçünün, me­ sela Atsız kadar söz hakkı vardı. Herkese uygun gelen bir tek­ lif veya değişik bir görüş ileri sürülürse pekala kabul ediliyor­ du. Esasen Atsız, hukuki şekillerin üzerinde pek durmuyor, as­ la ve öze ait maddelerde hassasiyet gösteriyordu. Hemen her toplantıya on-oniki kişi katılıyordu . Atsız, Tüm­ türk ve biz, birkaç milliyetçi genç daima bulunuyorduk . Bir de­ fa veya daha çok gelen, fakat her toplantıya iştirak etmeyen kimseler de vardı. Milll Yol'un idarehanesi biri büyük, öteki küçük iki odadan ibaretti. Büyük odada bir masa, birkaç da eski sandalye vardı. Biraz kalabalık olduğumuz zaman sandalyeler kafi gelmiyor­ du. O vakit, Milll Yol'un iade paketleri imdada yetişiyordu . İa­ de olarak gelen dergileri 400'lük veya 500'lük tomarlar halin­ de ayırıp sicimle bağlamaktaydık . Böyle bir paketin yüksekli­ ği, az çok bir iskemle kadardı. Bu paketleri duvar diplerine sı­ raladık mı, sandalye işini halletmiş oluyorduk. Tüzük tasarısı, belki bin yıl ötesine uzanan bir ülkünün ih­ tişamlı ruhunu aksettiriyordu . Bu yola koyulmuş olanların maddi varlığı ise acınacak bir seviyedeydi. Ama, ne gam! İade paketlerinden iskemleler bize, içinde bulunduğumuz mahru­ miyetleri daha iyi hatırlatıyordu ama, bundan gocunmak de­ ğil , bilakis ibret almak durumundaydık. Lüks, ihtişam, konfor içinde bir ruhsuzluk yerine bu manzarayı seve seve tercih et­ mekteydik. Toplantılardan birinde Dr. İzeddin Şadan da vardı . Bu zat sinir hekimiydi. Orkun'daki -bilhassa "İnkılap Nevrozu ,, başlık­ lı- yazılarından tanıyorduk. ..fürsam-ı Saadet" adlı küçük ve dikkat çekici bir kitabın yazarıydı. Yaşlıydı, hiç evlenmemişti ve sanırım bir ayağı sakattı. Gayet hoşsohbet ve geniş kültür­ lüydü. Şakayı sever, kendisine yapılan şakalara da tahammül


220

TANIDIGIM ATSIZ

gösterirdi. O gün d e Atsız'ın neşesi ü zerindeydi. D r . İzeddin Şadan'a arka arkaya şakalar yapıyor, hatta onu sinirlendirecek dereceye varmasına rağmen takılmaktan vazgeçmiyordu . Niha­ yet, yaşlı doktor dayanamadı, kalktı, ricalarımıza rağmen top­ lantıyı terk edip gitti. Atsız'ı hiç bu kadar ısrarlı görmemiştim. Niye şakalarını git­ tikçe ağırlaştırmış ve bir türlü sona erdirmemişti? Olsa olsa, di­ yordum, Dr. İzeddin Şadan'ı kaçırmak için olsa gerek. Belki de onun, Türkçüler Derneği konusu nda fikir ileı'i sürmesini pek doğru bulmamıştı. Gerçekten, yaşlı hekimin gerek Milll Yol, gerek demek hakkında ileri sürdüğü görüşleri lüzumundan fazla orijinaldi ve uygulanma kabiliyeti hemen hemen hiç yoktu. Bulutların üs­ tünde yaşar ve insanlara Marmara Kıraathanesi'nin camları ar­ kasından bakar gibiydi. Hasılı, Türkçüler Demeği'nin tüzük tasarısı üzerindeki tar­ tışmalar büyük bir ciddiyetle ve dikkatle yürütülüyordu. Araya karışan birkaç şaka, sırası gelince savruluveren bir nükte geçi­ ci bir neşe rüzgarı estiriyor, sonra kalındığı yerden aynı hızla devam ediliyordu . Bir madde üzerindeki görüşmeler bazen çok uzun sürüyor, hatta bir kelimenin yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığı veya onun yerine başka bir kelime kullanılsa daha isabetli olup olmayacağı uzun uzadıya konuşuluyordu. Nihayet görüşmeler tamamlandı. Tüzük tasarısı önce Milli Yol'da yayımlanacak, böylece Türkiye'deki bütün milliyetçile­ rin görüşlerine ve tenkidlerine sunulacaktı. Gelecek tepkilere veya yeni düşüncelere göre düzeltmeler yapıldıktan sonra ni­ hai şeklini almış olacaktı. Türkçüler Derneği teşebbüsü, Milli Yol'un 16. sayısında

«Milliyetçiler Teşkilatlanıyor» başlığı altında kamuoyuna duyuruldu. Kapak da aynı konuya ayrılmıştı. Demekle ilgili olarak yapılan açıklama şu şekildeydi: 'Aylardan beri, gittikçe artan bir sabırsızlıkla, yurdun her tarafındaki milliyetçilerden "niçin bir dernek etrafında toplan­ mıyoruz.?. düşüncesinin yankıları geliyor. Gençler, çok haklı olarak, bu konuda teşebbüse geçmek va­ zifesinin daha yaşlı ve kıdemli Türkçülere ait olduğunu belir­ tiyorlar.


T A N I D I G I M ATS I Z

221

Şimdiye kadar bunların hepsine cevap: "Durun. Zamanı gelecek. Biraz daha bekleyin." idi. Şimdi. ilk defa olarak, güzel bir tesadüfle Kurban Bayramı­ ıi ın ar!fesinde, başka bir cevap, müjdeli bir cevap verebiliyo­ ruz. MiUde şu: Uzun bir süreden beri iyice düşünerek, danışa­ rak, esaslı fikri çalışma yaparak, bir ülkü derneğinin tüzüğü hazırlanmakta ve çalışına/arı planlanmakta idi. Şimdi bu ça­ lışına en son safbasıııa gelmiştir. Pek yakında (Allah izin ve­ rirse) tatbik ınevkiine konulacaktır. Tafsilatı sonraki sayıları­ mızda vereceğiz. Şimdilik yalnız müjdeyi veriyoruz. Şimdi mevcut olan ve az çok faydalı olabilen, çeşitli milli­ yetçi derneklerden birini veya birkaçını genişletmek veya bir­ leştirınelı yolu değil, doğrudan doğruya yepyeni bir dernek kurmalı yolu tercib edildi. Çünkü bizi bekleyen vaz{(e muaz­ zamdır. Bu nu yapacak alet ufak parçaların dermeçatma bir şekilde biı·birine eklenmesi ile oı-taya çıkacak bir alet değil, baştan itibaren göreceği vazifeye göre, ölçülüp biçilmiş ve her va�fı ve hassasıyla o vazifeye göre, yapılmış bir fi.lef olmalı Dernek şimdiye kadar m illiyetçiliğin başından geçen bü­ tün tecrübelerin derslerinden ist!fade etmek ve dünyada ya­ bancı ülkelerde benzeri ülkü derneklerinin işleyişleri incelen­ me!? suretiyle kuruluyor. Türkelindeki bütün milliyetçileri bağ­ rında toplamak ve birleştirmek ümidi ve azmiyle kuruluyor Derneğin faaliyete geçmesiyle Türk milliyetçiliğinin tari­ h inde yen i bir çağ açılıyor. Şuurlu, sistemli ve toplu çalışına çağı. Dernek, kendini düşünmeyip Türklüğü düşünenleri, karşı­ lıksız h izmet etmek isteyenleri, bir ülkünün içinde bütün ben­ liğini eritircesiııe birleşmek isteyenleri bağrında toplayacaktır. Dernek titiz bir ablak seviyesini, sıkı bir çalışına disiplinini ve soğukkanlı, şuurlu bir hareket tarzını özleyenlerin derneği olacaktır. Dağınık hareket etmekten, her kafadan bir ses çıkmasın­ dan, tek tek çalışmaların çarçur olup gitmesinden doğan sı­ kıntılarımızın, ızdıraplanmızııı, şimdiye kadarki başarısızlık­ larımızın devasını hep berabet derneğimizin içinde arayaca­ ğız ve A llahııı yardımıyla, bulacağız.


T A N I D J G I M ATS I Z

222

Dergimizi ve bizi sevenlerden ricamız: Derneğin kurulma­ sı hazırlıkları ile ilgili haberleri safha safha yayınlaınanıızı beklesinler. Bu kadar sabrettik. Birazcık daha edelim. Bu, ay­ nı zamanda hepimiz için hır sabır ve disiplin imtihanı teşkil edecektiı-. Derneğin hiçbir işinde acele etmemek yolu tutulmuştur. Derneğin hedefi yağmurlardan sonra yerden fışkıran otlar gi­ bi büyümek değil, küçük bir tohumdan başlayan bir çınar ağacı gibi gelışınektir. Dernek hepimize bir ilham kaynağı, bir mektep, bir kılavuz olacaktır. Orada hepimiz daha derin bir manada birbirimize kavuşacağız ve hep beraber ülkü yolunda dev bir kudrete ka­ vuşacağız. Tanrı Türkü Korusun. " Ertesi haftadan itibaren de, tüzük tasarısının yayımlanması başladı. Hemen her önemli madde, gerekçesi ile beraber ya­ yımlandığı için neşir dört sayı sürdü. Metnin yayımlanması so­ na erdiği zaman, kısa bir izah yapmak zarureti duyulmuştu . Zi­ ra sunucu olarak, üç eski Türkçünün: Atsız'ın, Nejdet Sançar'ın ve İsmet Tümtürk'ün imzaları vardı. Neden bu şeklin tercih edilmiş olduğu şöyle açıklanıyordu : "Dernek kurma kararına şimdiye kadar katılan kurucu adayları, Türkçülük için taribf önemde bir teşebbüs olan bu Derneğin kurulmasında kuruculuk sıfat ve şerefini, sıif tescı­ düfen İstanbul 'da bulunmak ve erken davranmak sebepleriy­ le kendilerine hasretmeyi ve kendilerini kurucu olarak ilan ediverıneyi doğru görmediklerinden, yurdun başka yerlerinde bulunan milliyetçiliğin diğer şahsiyetlerine de kurucu olarak katılmak fırsatını vermek üzere bu tüzüğü ve daveti ilan etme­ ye biz üç sunucuyv memur ettiler. Derneğin erken faaliyete geçmesi istendiğinden, tüzük ta­ sarısı hakkında (varsa) tenk[t ve tekliflerinizle birlikte, katılma isteğinizi acele olarak taahhütlü mektupla bildirmeniz rica olunur. Bu teşebbüs tarzı, o güne kadar kurulmuş olan milliyetçi dernekler arasında tamamıyla bir yenilik teşkil ediyordu. Baka­ lım ne sonuç verecekti?


T A N I D I G I M ATS IZ

223

İyi sonuç verdi. Sonraki üç ay boyunca, Demekle ilgili haberler Milli Yol sayfalarında devamlı olarak yer aldı. Bu arada, yurdun çeşitli yerlerinden pek çok istek, görüş ve teklif gelmekteydi. Bun­ ların da bir değerlendirilmesi yapılarak, tüzüğe son şekil verildi. Türkçüler Demeği'nin kuruluş merasimi 16 Eylül 1962 pa­ zar günü yapıldı. Milliyetçilik tarihimizde önemli yeri bulunan ve Atsız'ın başkanlık yaptığı tek milliyetçi demek olan (*) bu teşekkülün nasıl kurulduğunu anlatan yazıyı ben yazmıştım. Milli Yol'un 21 Eylül 1 962 günlü ve 34. sayılı nüshasında, At­ sız'ın "Türkçüler Derneği" başlıklı yazısı ve derneğin tüzüğü ile birlikte yayımlandı. Bu yazı o günkü havayı oldukça etraflı şe­ kilde vermektedir: "Çok sade döşenmiş, büyükçe bir odanın köşesinde bir ma­ sa . . . masanın üzerinde bir Türk bayrağı . Azimli, tok sesli, dik duruşlu, yüzlerinde ülkü yolunda çekilen ızdırapların izleri okunan dokuz kişi teker teker, elleri bayrağın üzerinde ant içi­ yorlar. ·Ben, . . . . . . , Türkçüler Demeği'nin işlerinde doğruluktan ayrılmayacağıma, aldığım görevi eksiksiz yapacağıma, karşı­ lık beklemeden yalnız Türklük için çalışacağıma, her yerde her zaman Türklüğe elimden gelen h izmeti yapmaktan kaçınma­ yacağ ıma, Türkçüler arasında hiçbir sebeple ayrılık yaratma­ yacağ ıma, Tanrım, Türklüğüm ve şerefim üzerine ant içerim." Herkes ayakta. Bu tarihf anın dakikaları yudum yudum içiliyor. Şimdi, bir ülkü ve ümit kervanı yola çıkmakta . Bu kervan, yurdu baştanbaşa dolaşacak, böyle ant içenlerin sayısı gün­ den güne çoğalacak ve Türkeli, sadece midesi için yaşayanla­ rın değil, Türklüğe gönül vermişlerin vatanı olacaktır. Türkçüler Derneği'nin kuruluşu uzun düşünme/erden, tartışmalardan, danışmalardan sonra oldu. Fikir nasıl doğdu?

(') Atsız'ın başkanı olduğu bir diğer kuruluş ·Türkçüler Yardımlaşma Derneği·dir. l 950'de kurulmuş ve 1960 yılında feshedilmiştir. Ülke çapında teşkilatlanmayı hedef

almamışu. Bir yardım sandığı mahiyetindeydi.


224

TA N I D ! G I M A T S I Z

Bir dernek kurmak fikrini, eski Türk Milliyetçiler Derneği "ııiıı kapatılışından bemen sonra başlatmak mümkündür. Gerçek­ ten, milliyetçiliğe gönül vermiş bakikf Türk vatanseverlerinin, bir teşkilattan ınabruın kalmaları ve bele. komünistlerin gemi azıya aldıkları bir devrede güçlerini birleştireıneıneleri çok üzülecek bir durumdu. Tü rk Milliyetçiler Derneği 'nin kapatılışından sonra, daha ziyade genç Türkçülerin birleşme ve demek kurma faal�yetine zaınaıı zaman girişmeleri çok kere başarılı oliııaınıştı. Kuru­ lan dernekler kısa vadeli çalışmalar yapmışlaı� hele bir yayın organından ınabrunı kalmaları, gelişmelerine engel olmuştu . Bıı küçük teşebbüslerin bir büyük.faydası oldu: Cem �yet ve teş­ kilat işlerinde çalışmış, tecrübeli ve soğukkanlı Türkçülerin ye­ tişmesi sağlandı . Asıl büyük ve ciddi teşebbüs havası 1961 yılının sonbaha­ rında doğdu. A rtık, bir demek, bütün Türkçüleri içine alacak bir dernek kurmak fikri lehinde çok kuvvetli bir cereyan vardı. Olayların gelişmesi, parti ve rejim kavgalarının hiç olmaz­ sa en seri ve acı şekillerinin geçmesi için beklenen uzunca bir müddetin de gecikmede payı vardı. Nihayet son çalışmalar 1961 ilkbaharında başladı . Eskiden beri üzerinde çalışılmış bir tüzük tasarısı yeniden ele alındı . Tasarı üzerinde tekrar et­ ra:fl.ı görüşmeler yapıldı . Bazı maddeler uzun uzun tartışıldı . Eklemeler ve çıkarına/arla tüzük son şeklini aldı . Bu arada İs­ tanbu!"un dışında kalan illerdeki Türkçülerle tüzük üzeriiıde dan ışına/ar yapıldı . Bütün bunların yapılması için aradan bir bayii zaman geçmesi gerekti. Derneğin merkezinin İstanbul'da mı yoksa A nkara 'da mı olması noktası üzerinde uzun boylu duruldu. Her iki şeklin de mahzurları ve faydaları vardı . İstanbul'da kurulıııasıııııı fay­ dalarının mahzurlarından daha fazla olduğu neticesine va­ rıldı . ilk niyet ve hazırlı.k, kurucular heyetinin yurdun her tara­ fına dağılmış en eski ve hizmetleri geçmiş Türkçülerden olma­ . sı idi. Bunun gecikmelere ve formalite zorluklarına sebep ola­ cağı anlaşıldı . Derneğin bir an önce kurulması için hem mil­ liyetçi uınumf efkarın hem de günün zaruretlerinin amansız bir baskısı vardı . ilk nzvetten vazgeçildi . Ö bür uca gidildi. Ka­ rar verildi ki, kuruculuk bir şeref ve imtüıaz olarak düşünül-


T A N I D I G I M ATS I Z

225

ıneyecek, sadece zaruri bir formalite olarak görülecek. Kuru­ cıtlar sadece İstaııbul'da bulunan Türkçülerden bu işe eıı ko­ lay ve pratik şekilde zaman ayırıp görev yapacak 9 kişi olacak­ tır (Tüzüğe göre 7 kişi ilk geçici Merkez Yönetme Kurulu ve 2 kişi de Denetçi olması için). Sür'at düşüncesi herşeye hakim ol­ muştu. Öylece yapıldı. Derneğin kuruluşunun ınillf bakımdan manalı bir güne tesadüf ettiı'ilmesi isteği de vardı. 9 Eylül (İzmir'in kurtuluş yıldöniiınü), o olmayınca 13 Eylül (Sakaıya Meydan Sava­ şı 'ııııı kazanıldığı gün) istenildi. A ma görüşmeler ve son bazır­ lıklar bitirilemedi. Bu kadar gecikildiğine göre tüzüğün son hecesine kadar titizlikle üzerinde durmak ve kusursuz olması­ nı sağlamak havası bakim oluyordu. 16 Eylül 1962 Pazar gü­ nü toplanıldığı vakit, Dernek tüzüğü bazırlaıımış, teksir edil­ m iş, kuruculara dağıtılmıştı. Saat J O 'da toplantı açıldı. Tüzük soıı bir kere daha okun­ du. Hiçbir itiraz yoktu. Gündem hazırlandı ve merasime ge­ çildi. İlk olarak 1 1 . 05 'te, şehitleı; Türk büyükleri ve ölmüş Türk­ çüler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. 1 1 . 45 'te de yemin törenine geçildi. Masanın üzerine konulmuş olan Türk bayrağına elini koyarak, tüzükte yazıldığı şekilde ilk ye­ min eden A tsız oldu. Onu, yaş sırasına göre diğer kurucular takip etti. Kuruculann en genci olan Erk Yurlsever'in yemini bittiği sırada saat 1 1 . 55 'ti. Türkçüler Derneği doğmuş, Türk milliyetçiliği tarihinde yeni bir sayfa açılmıştı. Hemen seçimlere geçildi. Necati Bozkurt ve Fab rl Ersavaş denetçiliklere, kalan 7 kurucu Merkez Yönetme Kuruluna se­ çildi. Seçimler g izli oyla yapılıyordu. Saat 12.05'de yeni seçilen Merkez Yönetme Kurulu yine gizli oyla kendi arasında iş bölümü yaptı. Dernek Başkanlığı­ na A tsız, Başkan Yardımcılığına izzettin Yola/an, Yazganlığa İsmail Gökhun, Saymanlığa Muzaffer Eriş seçildiler. Millf Yol dergisinin ağır sorumluluğunu üzerine alan ismet Tümtürk, bir de Denıek Merkez Yönetme kurulunda çok zaman ayırmak isteyen ve sorumluğu mubakkak ki çok fazla olacak olan bir görev almak istemediğini bildirdiği için haklı bulundu ve sa­ dece Merkez Yönetme Kurulunda üye olarak kalması kararlaş­ tırıldı .


226

TA N I D I Ô ! M ATS I Z

Tüzük teksir makinesinde çoğaltılırken kurucular 9 kişi olarak tüzük metni içine alınmıştı. A ncak son toplantıda 3 Türkçü daha hazır bulundu. Oyların ittifakıyla, onların Der­ neğe katılması kuruluştan sonraya bırakılmıştı . Kuruluş mera­ sim ve formalitesi biter bitmez, merkez Yönetme Kurulu 1 nu­ maralı karar olarak hazır bulunan bu 3 Türkçünün Derneğe alınmasına karar verdi. Yemin törenleri hemen yapıldı . Der­ nek üyeleri 12 kişi olmuştu. Bundan sonraki konu, ocak kurmak için yapılan müraca­ at/ardı. Bunlar tomar halindeydi. Heınen hepsinin ufak tefek şekil noksanları vardı. Vakit gecikmişti. Dernek merkezine ait yapılacak çeşitli işler vardı . Yalnız, sırada bulunan iki yere, Kayseri )ıe ve Tarsus 'a ocak kurına yetkisi verilmesi karar altı­ na alındı. Kayseri'de Tü rkçüler Derneği Ocağını kurmak yet­ kisi tek kurucu olarak Nevzat Türkden 'e, Tarsus 'ta da Fikret Gürbüzer'e veriliyordu. Sırada olan diğer istekler için karar verilmesi gelecek toplantılara bırakıldı. Bu deı-giyi okuduğunuz sıralarda Türkçüler Derneği Mer­ kez Yönetme Kurulu, toplantılarına devam etmekte ve Dernek işleri, uzun müddetten beri duran ağır bir treni, bir lokomoti­ fin harekete geçirişi gibi artan bir hızla yürümeye başlamakta­ dır. Türkçüler Derneği'nin kurulduğu 16 Eylül günü ileride git­ tikçe artan büyük topluluklar tarafından, gittikçe anan heye­ can ve anlayışla kutlanacaktır. Şimdi bütün Türkçülerin önünde ilk adım ve en mühim vazife olarak bir an önce Türkçüler Derneği 'ııin çatısı altında toplanmak var. Türkelindeki bütün Türkçülerin şimdi birbirine söyleyecek­ leri tek söz: Bir bayrak altına . . . Haydi! Bir bayrak altına . . .

"

Yazıda bahsedilen üç Türkçüden biri İlhan Darendelioğ­ lu, diğeri Mustafa Kafalı, üçüncüsü de bendim. Mustafa Kafalı, o tarihte Edebiyat Fakültesi'nde asistandı. İlmi çalışmalarının yanı sıra, ülkü faaliyetlerine de aralıksız de­ vam etti. Çeşitli yayın organlarında makaleleri çıktı. Birlikte ku­ rucusu olduğumuz Kültür Ocağı ile Türk Aydınları Ocağı'nda idare heyeti üyeliklerinde bulundu. İngiltere'de ilmi inceleme-


T A N I D I G I M ATS I Z

227

!er ve doçent olduktan sonra Irak'ta öğretim üyeliği yaptı . İs­ tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarih bölümündeki öğre­ tim üyeliğinden sonra Selçuk Üniversitesi'nde görev aldı. Da­ ha sonra Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakülte­ si'nde uzun yıllar profesörlük yaptı. Demek üyelerine, kıdem sırasını belirtmek üzere bir de kü­ tük numarası verilmekteydi. Sanırım, bu numaranın verilişinde, kuruluş sırasındaki yaş durumu göz önüne alınmıştı (ilk on iki kişi arasında en genci ben olduğum için kütük numaram 1 2'ydi). Sonra, kayıt sırasına göre numara verilmeye başlandı. Atsız, Türk milliyetçilerinin böylece kıdem sırasına göre yer alacakları bir ..silsile-i merfüib.. kurulmasına taraftardı. Kıdemli olanların elbette ki manevi birtakım imtiyazları bulunacaktı. Ancak bu uygulamanın, beklenen sonucu vermeyeceği kı­ sa zaman sonra anlaşılacaktı. Zira, kaydı geç yapılanlar kıdem bakımından geri kalıyorlardı. Mesela, belki de Atsız'dan sonra 2 numarayı alması gereken Nejdet Sançar, ilk on iki kişi ara­ sında yoktu. Onun gibi, Türk milliyetçiliğine uzun yıllarını ver­ miş eski Türkçüler de bazen çok geride kalıyorlardı. Bir de şu vardı: Herhangi bir sebeple Türkçüler Derneği'ne üye yazıla­ mamış milliyetçiler ne olacaktı? Manevi bir mevkiden onları in­ dirmeye kimin gücü yetebilirdi? Ve böylesi, zaten isabetli bir davranış olur muydu? Bu endişelerimi bir müddet sonra Atsız'a açıklamak mec­ buriyetini duydum. - Haklısın, dedi. Bu iş biraz karışık gidiyor. Ancak, bir nok­ tada yanlışın var: Kendisini Türkçü sayıp da Türkçüler Derne­ ği'ne üye olmaktan kaçınmayı mazur göremeyiz. Türkçüysek neden üye olmayalım? Ben, sen, ötekiler . . . hepimiz üyelik ve­ cibemizi yerine getiriyoruz da, onlar niye bu hizmetten geri duracaklar? Böyle yapanları kıdemli değil , Türkçü bile sayma­ malıyız. Herkes görevini bilmeli ve yapmalı. Lakin, bir süre sonra galiba bu kıdem işi alt üst oldu ve ye­ niden düzenlenmesine ihtiyaç duyuldu. Herhalde hiçbir zaman da, Atsız'ın istediği biçime ulaşamadı. Derneğin kuruluşu üzerine Atsız'ın yazdığı «Türkçüler Derneği" ba�lıklı yazıda, yenC başkanın görüşleri şöyle açıkla­ nıyordu:


228

TANIDIGI M ATSIZ

"Türkçüler derneği kuruldu . Yıllardan heri genç Türkçüler tarafından, kurulması iste­ ğzı!/e, eski Tüı·kçülere baskı yapılan Dernek, 16 Eylül 1962 gü­ nü hütüıı Türk büyükleri ve ölmüş Türkçüler için yapılan say­ gı duruşundan sonra 9 kişi tarafından kuruldu ve bir saat geçmeden hu doleuz kişi 12 'ye yükseldi. Türkiye 'ııiıı hayatında bir derneğin kurulması biç de mü­ bimsenecek bir şey değildir. Fakat ilk defa "Türkçüler Derneği" adını kullanarak kurulan bir mill�yetçi teşekkül hiç de siyasf bir parti, sosyal bir dernek, batta geniş manası ile milliyetçi olan bir kuruluşla ölçüştürüleınez. Türkiye bir buhran içindedir. Bu buhranın siyasf, iktisadf, sosyal türlü vecbeleri vardır. Aynı zamanda Türkiye bir kal­ kınma h ümması içindedir. İktisadf kalkınma ile sosyal adale­ tin haşa geçirildiği ber fırsatta tekrarlanmaktadır. Bunların hepsi güzel ve doğru şeylerdir. Kazançlarda ada­ let ve fertlerin refahı büyük gaye/erdir. Fakat Türkçülerin dü­ şüncesiııe göre yalnız hunlar bir milleti ayakta tutmaya yeter­ li değildir. Nasıl, insanların fizik ve fizyolojik hayatları yanın­ da bir de ruhf-dinf hayatları varsa, milletlerin de ÜLKÜ de­ nen f?ir maııevf hayatları bulunmaktadır. Ülkiileı� millet fertlerini birbirine bağlayan tutkaldır. Bu tutkal olmayınca fertler ayrılıp dağılıyor ve hepsi teker teker kendi şabsf ve hayvani hayatını yaşamaktan başka bir şey yapmıyor. Türk�ye bugün azçok hu durumdadır. Vabşf cinayetler ve ırza saldırmalar, fuhuş ve zina kolleksiyonları, materyalist in­ sanlar ve zevk azgını olan n izam düşmanı gençler, rezil ma­ gazin dergileri ve satılmış kalemler, en mukaddes mefhumları şahsf çıkarlarına !eullanan kaipazanlar, tantanalı yeminlerini hozan hayasızlar. . . Bütün bunlar Türk toplumunu birleştiren bir bağın bulunmayışından doğuyor. Milli tarih imizin son çağı olan Osmanlı Hanedanı devri­ nin büyük bir bölümünde hu millet ·din-devlet-millet-padişah· prensipleri üzerinde birleşmiş kudretli bir toplumdu. Fedakar­ lıklar udin ve millet uğruna" yapılır, "Allah devlete, millete ze­ val veıınesin· dileğiyle her şeye katlanılırdı. Padişah ınfennanı kutlu bir kanundu ve milleti harekete getirirdi.


T A N ! D I G I M ATS IZ

229

A vrupa 'dan iyice geri kaldığımız ve hurafelere gömüldüğü­ müz 1 8 'inci yüzyılda bile Türk devleti bu dörtlü prensibe ya­ pışmış alınası dolayısıyla güçlü ve düşmanları için tehlikeli bir varlıktı. Tanzimat hareketi bu ruhun baltalanmasının başlangıcı oldu ve Japon 'larınki gibi milli şuur ve akılla idare edilmeyen Batılılık davranışları ınillf rubu da, millf ülküyü de yok etti. Bunun sebeplerini sıralayıp dökmekte ve sorumluluğunu şuna buna yüklemekte hiçbir ıııillf kazanç yoktur. Gerçeği ay­ dınlatmış olmak için, tarih, ilerde bunu yapar ve genç nesille­ re ibret dersi vermiş olur. Bugün yapılmasında milli kazanç olan iş Türk milletini birleştirecek ve heyecanlandıracak bir ana fikiı� ana prensip bulmaktır. Bugünün ana fikri bilimin gerçekleriyle de bağdaşabilınelidir. Bize göre bu ana düşünce ,,T()RKÇÜLÜK.tür. Çok uzak geç­ mişte kökleri bulunan, aynı soyun, aynı kültürün, aynı tarihin çocukları olan 60 milyonluk bir milletin yükselmesi davasını güden ve önüne geçilemez bir tarihi kaderin çizdiği yolda yü­ rüyen Türkçülük ülküsü, Türk milletinin fertlerini birbirine bağlayarak onları bir amaca süıiikleyecek tek düşüncedir. Bundan başka Türkçülük, bugün Türklerin hayatında bü­ yük rol oynayan demokrasi, cumhuriyet, liberalizm, sosyal adalet ve başkaları gibi hepsi dışarıdan gelmiş fikirler arasın­ da yerli malı olan tek düşünce ve tek prensiptir. Türkçülüğün, başta komünistler olmak üzere içerde ve dı­ şarda çok düşmanları vardır. Bunlar sürdürmekte oldukları iftira kampanyasıyla yırtınma/arına devanı edeceklerdir. Fa­ kat yırtınmaları boşunadır. Elmasa cam demekle elmas elmas­ lığını kaybetmeyeceği gibi yalana da gafillerden başka kimse inanmayacaktır. Türkçüler Derneği, Türkçüleri büyük hedeflerine disiplinle ve şuurla götürmek için kuruldu . Yurdun her yerinde "OCAK· ve "ODA· adı altında kurulacak şubeleriyle vatanı kaplayacak ve her türlü siyasf, şahsi ihtiraslardan uzak, gözleri ve gönül­ leri yalnız millf hırsla dolu yurtseverlerin birliği olacaktır. Bu Dernek, teşkilatsızlık yüzünden bazı noktalarda beliren anlaş­ mazlıkları önleyecek, teşkilatli çalışmanın Türklük hesabına olan bütün faydalarını sağlayacaktır.


230

T A N I D I G I M ATS I Z

Yurdun her yerindeki binlerce genç Türkçünün beklediği gün doğmuştur. Vatanın beklediği gün efe bu gençlerin birlik ve beraberlik ruhundan doğacaktır. Bu inançla Taıırı 'ları, Türklükleri ve şerefleri üzerine and içerek işe başlayan dokuz kurucu ve deı-hal onlara katılan üç kişi Türk ülküsünün kesin zafeı'ine ümit ve inançla bakmak­ tadır. 1 7 l:-)ılül 1962, Maltepe

TÜRKÇÜLER DERNEGİ

-

Milli YOL İLİŞKİLERİ

Şimdi Türkçülerin haftalık bir dergileri (Milli Yol) ve güçlü bir şekilde kurmaya çalıştıkları teşkilatları vardı. Tabii ilk akla gelen , bu ikisinin birbirini kuvvetle destekleyecekleri idi. Baş­ ka türlüsü aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Halbuki ilerdeki günlerin neler getireceğini bir bilseydik, ne müthiş hayal kırıklığına uğrardık, kimbilir! Milli Yol ile Türkçüler Derneği arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı, derginin 34. sayısında şöyle açıklanıyordu: 'Nihayet Türkçüler Derneği resmen kuruldu. Bütün Türk­ çülere gözünüz aydın, deriz. Millf Yol, elbette ki, bu işte önayak olmuştur. Hem de var gücüyle. Çünkü bunun millf bir vazife olduğunu, en önemli bir iht�yaç olduğunu iliklerimize kadar h issediyorduk. Şimdi huzur içindeyiz. A ncak bundan sonra Millf Yol'un Derneğin bir nevi orga­ nı olacağını tahmin edenler varsa, bu tahminler doğru çıkma­ yacaktır. Dernek kurulduktan sonra, Derneğe karşı Millf Yol tam bir tarafsızlık siyaseti güdecek, sadece objektif olarak Der­ neğe ait haberleri yayınlamakla yetinecektir. Sebebi şu: Millf Yol siyasf bir dergidir. siyasfpanilerden hiç birini tutmaz. O bakımdan haklı olarak •tarafsız,, diyebiliriz. A ma panilerin ve siyasf şahsiyetlerin hepsine çatar. Doğrusu­ nu itiraf etmek gerekirse, bazılanna da çok şiddetli olarak ça­ tar. (Bu hususf şiddetle çattıktan ayrıca ya ahlak düşkünü, ya milliyetçilik düşmanıdırlar, ama o ayn mesele). İşin ruhu şu­ rada: Millf Yol dergisi partisizdir ama siyasf çekişmelerin tam ortasındadır. Çeşitli düşmanlıktan üzerine çekmesi mukad-


TAN!DlGIM ATSIZ

231

derdir. Hareketli bir siyasf aktüalite dergisinin başka türlü ol­ ması imkansızdır. Dernek ise bütün Türkçülerin derneğidir. Mutlak şekilde particiliğin, siyasf mücadelelerin dışında olacaktır. En büyük titizlikle korunan hassalarındaıı biri bu olacaktır. Şu halde Millf Yol, derneğin organı olamaz. Demek hakkında bol ha­ berler vererek okurlarına ve belki Derneğe de faydalı olacak­ tıı� o kadar. • (Bu açıklama, Milli Yol'un neşriyatını idare eden İsmet Tümtürk tarafından yazılmış, fakat dergide imzasız ola­ rak yayımlanmıştı). Bu türlü bir uygulama, elbette ki, şubeleri açılmaya başla­ mış olan Türkçüler Derneği'nin Milli Yol'u desteklemesini en­

gellemezdi. Tabii o safhada, bizim biraz ümidimiz, daha da çok ciddi tahminimiz, Türkçüler Derneği'nin hızlı bir gelişme göstereceği merkezindeydi. Şubeler ardı ardına açılacak, milli­ yetçiler kitle halinde buralara kayacaktı. Halbuki pek öyle olmadı. Birkaç şube açıldı, sonra iş ağır­ laştı (İlk şubeler Tarsus'ta, Kayseri' de ve İzmir' de kurulmuştu). Bunda biraz da Atsız'ın titiz davranışı rol oynuyordu , sanırım. İyice tanıyıp bilmeden, müracaatlara olumlu cevap verilmesini uygun bulmuyordu. Bu tereddüt ve dikkatin tenkid edilecek tarafı da yoktu. Ama, Milli Yol'un soluğu da kesilmek üzerey­ di. Artık her sayısı zarar etmeye başlamıştı. Derginin neşriyatı­ nı pek beğenen ve alkışlayan bazı iş adamları ise reklam ver­ mekten, hele firmalarının isminin Milli Yol' da görünmesinden şiddetle kaçınıyorlardı. O zamana kadar çıkmış bütün milliyet­ çi dergilerin başına gelmiş olan akıbet, şimdi Milli Yol'un uf­ kunda da görünmeye başlamıştı. Türkçüler Derneği'nden umulan destek ihtimali de yüksek dağlar arkasında gitgide kayboluyordu. Atsız'dan ise Milli Yol hakkında bir söz işitmek artık imkan­ sız gibiydi. Derginin hemen her yükünü sabırla, hiç şikayet etmeden omuzlayıp götüren İsmet Tümtürk'ün güleç yüzü de, sıkıntıla­ rını kolay kolay gizleyemez hildeydi. Bizim çalışma odamızda iki masa vardı. Klişe, çizgi vb . iş­ lerde de kullanılacağı için, ayakları sağlam olanında ben çalı­ şıyordum. Öteki ise kerevete benzer bir tahta yığınıydı. İsmet Tümtürk'ün masası oydu. Ben sıkılıyor ve masaları değiştirme


232

T A N I D I G I M ATS I Z

teklifini ara-sıra yapıyordum ama her seferinde red cevabı alı­ yordum. Haftanın siyasi aktüalite yorumlarını en son gün, hatta son saatte matbaaya vermek gerekiyordu. Onun için İsmet Tüm­ türk salı akşamından çarşamba sabahına kadar, hiç kalkmadan çalışıyor, o yazıları hazırlıyordu. Böylece haftada bir gece hiç uyku yüzü görmüyordu . Ben, yorumların dışındaki son yazıla­ rı verdikten, kapak kompozisyonunu hazırladıktan ve mizan­ paj taslağını b itirdikten sonra, gece yarısına doğru ayrılıp eve gidiyordum. Eıtesi sabah matbaaya vardığımda Tümtürk 'ü ora­ da buluyordum. Ya o sabah çıkmış gazetelerden son yorumla­ rı hazırlıyor, yahut tashih kolonları arasına gömülmüş bulunu­ yordu . Sonra büyük mürettiphanenin bir kısım kadrosu ile adeta saate karşı yarış başlıyordu. Bütün derginin bağlanıp baskıya hazır olması öğle saatlerini buluyor, rotatifteki baskı ise iki saate varmadan bitiyordu . Bu suretle, çarşamba günü akşam üzerine doğru dergi başbayie verilebiliyordu . Cuma günleri satışa çıkan Milli Yol'un bir sonraki sayısı için çalışma­ lar ise hemen o gün başlıyordu . Bu tempo böylece, hiç aksamadan, bir yıla yakın zaman­ dan beri sürüp geliyordu. İdare işlerine bakan bir yardımcı ile birlikte topu topu üç kişilik kadro . . . Tasarrufa riayet için her çareye başvuruluyordu. Üzerinde 30-40 kilo kağıt kalmış bo­ binleri iki ucundan tutup, kalabalık caddede İsmet Tümtürk'le beraber matbaadan yazıhaneye kadar taşıdığımız çok oluyor­ du. Yahut ağırca dergi paketlerini yüklenip götürdüğümüz . . . Sessiz. şikayetsiz, karşılıksız niçin katlanıyorduk b u eziyet­ lere? Ne şan ve şöhretti bizi bekleyen, ne mevki, ne servet. Türk milliyetçiliği ülküsünün yayılıp güçlenmesi için payımıza düşen hizmeti yapmanın hazzı yetiyordu. ·

Ama, düşünüyordum ki, bu yolda destek biı tarafa, hiç ol­ mazsa köstek olunmasın! Atsız'ın böyle bir köstek olacağı ihtimali ise aklımın ucun­ dan bile geçmiyordu .

MİLU YOL'UN KAPANIŞI İçin için işlemekte olan yaraya, nihayet bir akşam üzeri neşter vuruldu.


T A N I D I G I M ATS I Z

233

İsmet Tümtürk, kendi yazıhanesinde bir toplantı tertiple­ mişti. Beni ve Milli Yol'a ilgi gösteren , çoğu genç birkaç milli­ yetçiyi daha bu toplantıya davet etmişti. Atsız'ın Milli Yol'a cephe aldığını bu toplantıda öğrendik. Dayanma gücünün son kırıntılarını harcayan dergiye, şimdi o da bir tekme vuruyordu. Türkçüler Derneği 'nin Milli Yol'a destek olması yolunda İs­ met Tümtürk'ün evvelden beri takip ettiği fikri Atsız paylaşmı­ yor, hatta derginin Türkçülüğe zararlı hale geldiğini ileri sürü­ yordu. Bu iddiaya, başka birçok şeyle beraber, ·Nurculuk· hakkın­ da İsmet Tümtürk'ün hazırladığı ve dergide imzasız olarak ya­ yımlanan bir dizi yazının da sebep olduğu anlaşılmaktaydı. İsmet Tümtürk, bu ciddi durumu haber verdikten sonra, Türkçüler Derneği'nde kalmasının imkansız hale geldiğini de ilave etmişti. Peki, çare? Bir çözüm yolu bulunamamıştı. 1 962'nin en sıkıntılı akşamını o toplantıda yaşadığımı hala hatırlarım. Birkaç gün sonra İsmet Tümtürk, Türkçüler Derneği'nden istifa etti. Ve, Atsız'la münasebetlerine bir fasıla girdi. Derneğin kuruluşuna kadar en fazla göz nuru ve alın teri dökmüş, nice tatillerini ve gecelerini bu işe hasretmiş bir ku­ rucunun, daha iki ay dolmadan ayrılmaya mecbur kalışı doğ­ rusu pek gücüme gitmişti. Tümtürk'ün yazıhanesindeki toplantıdan Atsız'a hiç bahset­ medim. O da bir süre bu konuda hiçbir şey söylemedi. O top­ lantıdakilerin hemen hepsi, aynı zamanda Atsız'a yakın olan kimselerdi. Konuşulan her şeyi belki aynen, belki biraz değiş­ tirerek ve ilaveler yaparak, ona aktaracakları muhakkaktı. Ni­ tekim böyle olduğunu sonradan anladım. Meğer Atsız, benim bu konuyu açmamı beklermiş. Açmayınca canı sıkılmış. Ayrı­ ca toplantı sırasında onun görüşünü savunacağımı da tahmin edermiş. Halbuki ben öyle yapmamışım. Araya karışan "nakiJ,,cileri � , ortalığı karıştırıcı tutumlarını pekala seziyordum.


T A N I D I G I M ATS IZ

234

Ama bu konuda benim düşüncem şuydu: Atsız ve İsmet Tümtürk, bizlerden çok eski ve tecrübeli Türkçülerdi. Ayrıca, milliyetçiler arasındaki görüş ve tutum farklılıklarının şiddetli, barışmaz ayrılıklara dönüşmesinin ne kadar zararlı olduğunu yirmi sene önce bizzat yaşamışlardı. O hadiselerden gereken dersi almış olarak, bir daha aynı hataya düşmemeleri gerekir­ di . Milliyetçiler birbirleriyle mi mücadele edeceklerdi, yoksa karşılarındaki kavi ve amansız hasımlarla mı? ·

Sonra, bizim bu anlaşmazlığa karışmamız, uzlaştırıcı olma şansını hemen hiç taşımıyordu . En küçük bir hata, ikisinin ara­ sını -bu defa telafisi imkansız şekilde- daha çok açabilirdi. Bu­ na hakkımız olduğunu sanmıyordum. Bu düşüncemi pekiştiren bir husus daha vardı: Atsız, kara­ rını ve hükmünü vermişti. Mizacını bildiğim için, bu yolda ya­ pılacak teşebbüslerle, onu döndürmenin mümkün olacağını sanmıyordum . Biz de kim oluyorduk? Onun deyimiyle: ·Dün­ kü çocuklar". Kalkıp bizim tavsiyemizle "telifçi" veya ..tavizci.. bir tutumu benimseyecek değildi ya! Bu konu , Atsız'la , ancak onun görüşünü benimsemek ve desteklemek suretiyle, konuşulabilirdi. Aksi haJde, daha ilk adımda, tatsız tartışmalara ve yanlış anlamalara varmak ihtima­ li kuvvetliydi. Böyle tek taraflı bir tutum ise. anlaşmazlığı ya­ tıştırmaktan çok körüklemek sonucunu verirdi. Atsız'ın hoşu­ na gitmek için, içimizden bir-iki arkadaşın -maalesef- bu yolu seçtiklerini sonradan öğrenecektim. Atsız - Tümtürk anlaşmazlığını öğrendiğimiz toplantıdan bir müddet sonra, beklediğim infilak oldu . Canının sıkılmış ol­ duğu bir gün , Atsız: - İsmet Dernekten istifa etti, dedi. - Evet. biliyorum. - Benim Milli Yol'la manevi hiçbir alakam kalmamıştır. Sonra, gözlerimin içine bakarak ilave etti: - Mill'i Yol 'un kapanması, çıkmasından daha isabetli olur. O anda benim de sabrım tükenir gibiydi. Karşımdaki, hocam Atsız değil de başkası olsa, söyleyecek çok sözüm vardı. Milli Yol'un çıkışı için fedakarlığın azami derecesini göster­ miş olan arkadaşlarımızın hiç mi hukuku yoktu? Nice sıkıntı-


T A N I D I G I M A TS I Z

235

!arla ve kahırlarla dolu gelip geçen gecelerin, gündüzlerin hiç mi payı yoktu? Ellinci sayısına yaklaşan, muntazam ve istikrar­ lı çıkmış bir milliyetçi dergiyi böyle tek kalemde silip atmak kolay mıydı? Onun yerine, bir daha kimbilir ne zaman ve na­ sıl bir dergi çıkarmak mümkün olabilirdi? Kurulmuş giden bir mekanizmayı bir darbeyle imha etmek kolaydı ama, yenisini yapmak acaba o kadar kolay olacak mıydı? Fakat, besbelliydi ki, Atsız, beni Milli Yol'un bir parçası ola­ rak gördüğü için bunları kasden söylüyordu. Geçmiş bir yılın çilelerini hatırladıkça, milyonlarca cevap kelimesi dudaklarımın ucuna yığılıyordu . Fakat, Atsız'la olan on iki yılı düşündükçe de hepsini geldikleri yere yollamaya ça­ lışıyordum. Kimbilir kaç kere yutkundum. Fakat bu yutkunuş, Atsız'ın hatırı için bile olsa, doğrusunu söyleyeyim, bana oldukça ağır geldi. Koca bir kaya parçası gelip göğsüme oturmuş gibiydi. Atsız'la aramızda ilk defa soğuk bir rüzgar estiğini hisset­ tim. Üşümekli oluşumun sebebi herhalde buydu . İki eski dava arkadaşının arasına girmeyeyim derken, her ikisi de bana biraz uzak mı duruyorlardı ne? Belki alınganlığa varan fazla bir hassasiyet! İsmet Tümtürk bir daha Türkçüler Derneği'nden bana hiç bahsetmedi . Milli Yol ise üç-dört hafta sonra kapandı. Onun kapanış kararını vermek hiç de kolay olmadı. Zaten mecburiyet iyice belirmişti. Birkaç cümlelik bir gerekçeyi, ister­ istemez kabul etme durumundaydık. Fakat böyle anlarda insan manen yıkıldığını hissediyor. Her dergi, onu çıkaranlar için, zamanla bir evlat halini alıyor. Koleksiyonuna baktıkça her sayfasında, bazen her satırında bir hatıra gizli . Yazıların, resim­ lerin, renklerin sanki dili var. Ne sıkıntılar, ne heyecanlar, ne zevkler ve ümitler sayfalara gömülmüş halde. Ama, elimizi-kolumuzu bağlayan çaresizliklere lanet! Bitip tükenmek bilmez şu anlaşmazlıklara lanet! Ve nihayet, bahta laneti • • •


T A N I D I G I M A TS I Z

236

Türkçüler Derneği, o sıralarda, Beyazıt'ta, pastahaneye gi­ den sokakta bir merkez kiraladı. Dar ve karanlık merdivenler­ den çıkılan, orta büyüklükte bir oda. Yine de, hiç yoktan iyi. Orada çok kere cumartesi günleri toplantılar yapılıyordu. Atsız, öğle üzeri kütüphaneden çıkıyor, buraya geliyordu . Birkaç sa­ at süren sohbetlere daha çok gençler katılıyor, ara sıra eskiler­ den de gelenler oluyordu . Mesela, onlar arasında Ziya İlhan Zaiınoğlu nu hatırlıyorum ki, serhadlerin bu hassas çocuğu o güzel, tatlı konuşmasının arasına daima birkaç mısraı da ser­ piştiriyordu . Vardar Ovasının meltemini ve evlad-ı fötihan'ın acıklı macerasını bu mısralarda duymak mümkündü. '

Sonra buranın kirası sanırım ağır geldi, Beyoğlu 'nda (son­ radan, Yılmaz Öztuna'nın ücretsiz tahsis etmiş olduğunu öğ­ rendiğim) başka bir yere taşınıldı. Uzak ve sapa sayılacak bir semtte olan bu lokale ben hiç gitmedim. Gidenlerin de fazla olduğunu sanmıyorum. Zamanla ilk heyecan kayboldu . Çoğu gayrıfaal h:llde kalmış 15-20 kadar şube de, çevrelerinde fazla tesirli değildi.

BİR ANLAŞMAZLIK KONUSU ATSIZ'la zaman zaman yaptığımız konuşmalarda bir konu­ nun anlaşmazlığa yol açtığını görüyordum . 1961 'den sonraki üç yıl boyunca, bu konuda ortak bir noktaya varmamız müm­ kün olmadı. Yeni Anayasanın yü rürlüğe girmesiyle, hemen her türlü ideolojik alom, var hızıyla su yüzüne çıkmıştı. Bunlar, geniş yayım imkanlarıyla, kamuoyunu, özellikle gençleri tesir altına almaya başlamışlardı. Yurdun ve milletin çeşitli meselelerine doğru - yanlış reçeteler sunuyor, memleket davaları ile çok yakından ilgilenir gibi gözükerek aslında kendi ideolojilerini yayıyorlardı. Ama, gerçekten Türkiye'nin ciddi meseleleri yok muydu? Köylülerimizin pek büyük çoğunluğu karanlıkta yaşamıyor muydu? Gelir dağılımı pek dengesiz değil miydi? Haksız, yol­ suz ve insafsız kazanç yolları kullanılarak, alın teri ve göz nu­ ru tahkir edilmiyor muydu? Dış ticaret yolsuzluklarından ver­ gi adaletsizliğine kadar bin bir sorun memleketin başına yığıl­ mamış mıydı? Milli Eğitim, hala 1 940'lardaki gayrımilll esaslara göre yürütülmüyor muydu? İnsanlarımızı birbirlerine bağlayan


TA N J D I G I M A T S I Z

237

manevi bağların zayıflamış olması gerçek değil miydi? Gece­ kondu meselesi, şehirlere akın vb. gibi pek çok sosyo-ekono­ mik hadise, ilerde Türkiye'nin başına dert olmayacak mıyde Bu memleketin çocukları hastahane kapılarında hakir ve zelil, bakımsız koğuşlarda perişan edilmiyorlar mıydı? Rüşvet, ilti­ mas, suistimal alabildiğine artmamış mışdı? Bir ahlak buhranı memleketi baştan başa sarmamış mıydı? Üniversiteler yeterli miydi? Yüksek öğrenim kapısına yığılmaya başlamış on binler­ ce gencin sayısı giderek artmayacak mıydı? Bütün bunları, Marksist kaynaktan gıdalanan çeşitli çevre­ ler alabildiğine istismar ediyorlar, suret-i haktan görünerek, hatta bazen milliyetçiliği bile kimselere bırakmayarak, aslında Marksist-Leninist bir düzenin propagandasını yapıyorlardı . Halbuki bütün bunlar, gerçekte Türk milliyetçilerinin me­ seleleriydi. Bir vatandaşın yoksulluğundan, gece aç yatışın­ dan, çıplaklığından, okuyup yetişememesinden en fazla üzün­ tü duyması gerekenler, milliyetçiler olmalıydı. Dilenen, sürü­ nen, gözyaşı döken kimsesiz ve çaresiz bir ihtiyar, aslında Türk milliyetçisinin yüz karası sayılmalıydı. Fakat duygulanmak ve kederlenmek. elbette ki yeterli de­ ğildi. Bütün bu meselelere ayrı ayrı çözüm yolları araştırıp, bunları millete teklif etmek, gerçekleşmesi için çalışmak lazım­ dı. Türk milliyetçiliği gibi bir fikir sistemine yakışan da, ancak buydu . Bu düşüncemi anlattığım zaman, Atsız, ilk önceleri şöyle diyordu : - Bunların çoğu iktisadi meseleler. Türkçülük ebedidir. İk­ tisadi meseleler ise zamana ve zemine bağlıdır. Zaman neyi icap ettiriyorsa, iktisadi konularda o yapılır. Bizim asıl takip et­ memiz gereken yol, değişmeyen prensipler olmalıdır. Tabii ki, Türkçülüğün temel prensiplerini değiştirelim, ya­ hut bir kenara bırakalım da, sadece günlük meselelerle meşgul olalım demek istemiyordum. Ama canlı ve hayati konulara da sırtımızı çevirerek ihmal göstermenin çıkar bir yol olduğunu sanmıyordum. Aynı konudan bahsettiğimfz daha sonraki yıllarda da, dü­ şünceleri pek değişmiş değildi:


238

T A N I D J G ı M ATS I Z

- Biz bin yıi sonrasına hitap ediyoruz, diyordu , küçük me­ selelerle değil, ana davalarla uğraşmamız lazım. Millet asıl ha­ yati mevzuların bunlar olduğunu kabul etmeli ki, sıra diğerle­ rine gelsinı Gerçi, Orkun'da ve Milli Yol'da yayınlanan ·Türk Milletine Çağın .. bir temel program olsun diye bu ihtiyaçla hazırlanmış­ tı. Büyük kısmı da Atsız'ın kaleminden çıkmıştı. Ama o, pek umumi prensipleri içine alıyordu. Uygulama kabiliyeti olan çö­ züm teklifleri ise, bu metinde hemen hiç yoktu: Elbette her sa­ hada, ilmi araştırmalara zaruret gösteren ve •çaren niteliği taşı­ yan çözüm yollarının hazırlanması, duyurulması, yayılması çok emeğe ve çok zamana muhtaçtı. Lakin, böyledir diye hiç baş­ lamamak, büsbütün yanlış olurdu . Bininci adımın başlangıcı daima birinci adım değil miydi?

TÜRKEŞ'İN SÜRGÜNDEN DÖNÜŞÜ İki serre boyunca milletin büyük çoğunluğu tarafından il­ giyle veya merakla takip edilen .. } 4'ler meselesi" 1 962 yazında berraklığa kavuştu. Brüksel'de toplanan 1 4'ler, kendi araların­ da uzun görüşmeler yaptılar. Bu müzakereler sonunda kesin olarak ortaya çıktı ki, 1 4'leri birbirine bağlayan bağ (büyük öl­ çüde) 1 3 Kasım'da aynı darbeye maruz kalmış olmalarıydı. Ay­ nı suçlarla suçlanmışlar, aynı kaderi paylaşmışlar, ondan sonra da daima bir grup olarak anılmışlardı. Çok kimsede, 1 4'lerin aynı inanç ve felsefe etrafında toplanmış oldukları kanaati yer­ leşmişti. .. } 4'ler ve Numan Esin Meselesin adlı yazıda Milli Yol, bu­ nun böyle olmadığını ilk defa açıklamıştı. Aralarında tam bir fi­ kir birliği yoktu, böyle olunca da 14'lerin Türkeş'i lider olarak tanıdıkları hususundaki yaygın inanç, biraz mübalağalı gözü­ küyordu . Nitekim, CHP kanadından ve sol çevrelerden esen yeller, Orhan Kabibay'ı 1 4'lerin lideri olarak tanıtma hevesin­ deydi. Tabii, bu da yanlıştı. Brüksel'de 1 4'lerin bir ülkü etrafında toplanmadıkları ve toplanamayacakları kesin olarak ortaya çıktı. Herkesin kendi yolunda yürümesi kararlaştırıldı. 1 4'ler lopluluğu artık dağıl­ mıştı. Bundan sonra artık herkes kendi hesabına hareket ede­ cekti.


T A N ! D I G I M ATSIZ

239

Tabii ki milliyetçilik fikrini takip eden veya Türkeş'in şah­ sına bağlılıkları sarsılmamış olan .. 13 Kasım Sürgünleri" vardı. Bunlar sonraki yıllarda da Türkeş'le birlikte hareket ettiler. Di­ ğerlerinden üçü (Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı ve İrfan Sol­ mazer) yurda döndükten sonra CHP'ne ve bu partinin listesin­ den Meclise girdiler. Biri de TİP'e katılarak milletvekili seçildi . Türkeş'i sadakatla takip edenler merhum D ündar Taşer ve (uzunca bir zaman) Ahmet Er'dir. Birkaçı da zaman zaman ya­ kınında bulundular, zaman zaman uzaklaştılar. Brüksel toplantısından sonra, 14 'lerden bazıları Türkiye'ye geldiler. Çeşitli temaslar yaptılar. Bazıları da sürgün (veya gö­ rev) yerlerine döndüler. Türkiye'ye gelip gidenlerin haberleri gazetelerde görüldü, fotoğrafları yayınlandı. Fakat, herkesin merakı Türkeş'in ne zaman ve nasıl döneceğiydi . Nihayet 1 963 kışının yağışlı bir gününde Türkeş İstanbul'a geldi. Türkiye'ye, sanırım Kapıkule'den girmişti. Kara yolu ile geliyordu. Kendisini Topkapı girişinde karşılayacaktık .

Topkapı'nın, o tarihte .. Londra Asfaltı" diye anılan E-5 yolu­ nun İstanbul'a giriş yeri olmasından başka bir özelliği pek yok­ tu . Topkapı dışında yerleşme bölgeleri ve sınai işletmeler yeni yeni teşekkül ediyordu . Otobüs garajları henüz oraya taşınma­ mıştı. Trafik tenha , insanlar tek tüktü. Hele o yağışlı ve çamur­ lu günde Topkapı'da birikmiş olanlar, bütün bu boşluk içinde, olduğundan da az görünüyordu. Hiç olmazsa birkaç bin kişi­ lik bir kalabalığın Topkapı'da bulunacağını sanırken, ancak birkaç yüz kişi görünce haya! kırıklığına uğramıştım. Türkeş'i getiren küçük konvoy Topkapı'ya varınca yine de heyecan son derece arttı . 27 ay vatandan uzak kalmış olan Türkeş, orada kısa bir konuşma yaptı. Sonra yürüyüş başladı. Seyrek saflar halinde yürüyerek caddeyi kapatmaya ve trafiği yığarak, olduğundan kalabalık bir görüntü vermeye çalışıyor­ duk. Heyecanlı arkadaşlardan bazıları haykırıyorlardı: - Marş söyleyelim. Haydi! Ne bu sessizlik? Cenaze merasi­ minde miyiz? Aksaray'a kadar böyle gelindi. Orada gruplar dağıldı. Türkeş, 14 'lerin bazıları ile birlikte Divan Oteli'nde bir ba-


240

TA N I D I G I M ATS I Z

sın toplantısı yaparak 2 7 Mayıs'ın gayesinden saptırılmasına karşı çıktığını, Türkiye'nin büyük hamleler yapmak mecburiye­ tinde ve bu güce sahip bulunduğunu ifade etti . Bu açıklama­ da, kendisinin ve yanındaki arkadaşlarının Herdeki davranış şe­ killerinin ne olacağına dair hiçbir işaret yoktu . Bunu zaten kimse bilmiyor ve kolay tahmin yürütemiyordu ki. Her şeyi za­ man gösterecekti . Bir o günkü kararsız ve ürkek havayı hatırlıyor, bir de otuz yedi yıl sonra bugün Türkiye'yi dört yandan kucaklamış milli­ yetçilik şuurunu, bu mukaddes ateşin cazibesine kapılmış yüz binleri, hatta milyonları düşünüyorum da, aradaki fark bana pek büyük ve pek ümit verici gözüküyor. Atsız, Türkeş'in gelişini adeta adım adim takip etmişti. Onun tekrar vatana kavuşmuş olmasından son derece mem­ nundu. Bu memnuniyette, eski bir ülküdaşın maruz kaldığı haksızlığın sona erişindeki hoşnutluktan daha fazla bir şey var­ dı. Türk milliyetçiliğinin aksiyon haline geçişi için Atsız'ın bes­ lediği büyük ümidi gerçekleştirecek tek güvenilir şahsiyet, biç şüphesiz Türkeş'ti. Atsız'ın o günlerdeki sevinçli hali, hep gözlerimin önünde­ dir. Fakat birkaç ay sonra, Türkiye'de yeni bir ayaklanma te­ şebbüsü oldu. 22 Şubat'tan sonra emekliye ayrılan Albay Ta­ lat Aydemir ve yine emekli olup 22 Şubatçı diye isimlendiri­ len bazı arkadaşları Ankara'da hükumet darbesi yapmayı de­ nediler. Bu, beklenen bir teşebbüstü . Harp Okulu öğrencile­ rinin şahsına besledikleri sevgi ve birkaç birliğin de katılması sayesinde muvaffak olacağını sanan, kendisine de biraz fazla güvenen Aydemir başarısızlığa uğradı. Ayaklanma kolay bas­ tırıldı. Talat Aydemir ve arkadaşları tutuklandılar. Lakin, onlarla birlikte Alparslan Türkeş de tutuklandı ve ce­ zaevine gönderildi. Halbuki Türkeş'in böyle bir harekatı tasvip etmediğini, Talar Aydemir'in Türkeş'le anlaşamadığını sokakta­ ki vatandaş bile biliyordu. Fakat başta hata İsmet İnönü vardı ve Türkeş'in sağladığı itibardan çekindiği apaçık belliydi. Mak­ sadı Türkeş'i yıldırmak, onu kamuoyunda -Talat Aydemir gi­ bi- maceracı olarak tanıtmak, politik şansını azaltmak, bu ara­ da milliyetçiliğe de (yapabilirse) eskisi gibi bir darbe indirmek­ ti.


T A N I D I G I M ATS I Z

241

Tabii bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Ne Türkeş inandığı yoldan dönecekti , ne de zaten ilgisi bulunmayan bu kalkışma dolayısıyla bir mahkumiyete uğraması ihtimali vardı. Duruşmalar sonunda Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idama mahkum edildiler. Diğer 21 Mayısçıların bir kısmı çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı, bir kısmı beraat etti. Harp Okulu'nun ikinci sınıfındaki bütün öğrenciler, daha önce bu okuldan çı­ karılmıştı. Türkeş ve arkadaşları ise beraat ettiler. Onlara yönelmiş suçlamalar bununla da bitmedi . 1 963'ün son aylarında, 1 4'ler hakkında, ·İhtilal hareketi hazırlamak için gizlice ittifak ettikleri .. iddiasıyla takibata başlandı. 1 7 1 . ve 1 96. maddelere göre cezalandırılmaları isteniyordu . Halbuki, Tür­ keş ve üç arkadaşı, 21 Mayısçıların Mamak'ta görülen muhake­ melerinde beraat etmişlerdi. Neticede sorgu yargıçlığı, dava açılmasına mahal olmadığına karar verdi.

«SEN ONBAŞI OIACAKSIN!» Bu arada İstanbul'da üç gün süren bir anarşi devresi yaşan­ mıştı. Saldırganlık daha ziyade üniversite çevresine ve milliyet­ çilere yönelmişti. Kendilerine "Güç.. (Genç Üniversiteliler Çemberi) adını veren solcu ve CHP'li gençler ittifakı, ellerine geçirdikleri milliyetçi üniversite öğrencilerini feci şekilde dö­ vüyorlar, taş merdivenlerden aşağı atıyorlar, sınıflara ve hoca­ ların odalarına baskınlar yapıyorlardı. Ne polis vardı, ne ted­ bir, ne hükumet! Bu arada İstanbul Üniversitesi merkez binasına bir işi için giden İlhan Darendelioğlu da, komünist talebeler tarafından yakalanıp orada alelacele kurulan bir "halk mahkemesi.. ne çı­ karılmıştı . Milliyetçi talebeler de ·kendilerine göre.. tedbirler almışlar­ dı. Birini anlatayım: Edebiyat Fakültesi'nde Prof. İbrahim Ka­ fesoğlu 'nun birinci sınıf talebelerine son dersi vardı. Sınıfın solcular tarafından basılıp olay çıkarılacağı söylenmekteydi. O zamanlar polisin üniversiteye girmesi hemen hemen cinayet sayıldığı için, milliyetçi öğretim üyeleri ile öğrenciler, fakülte­ nin dört duvarı arasında tamamen savunmasız durumdaydılar.


242

T A N I D I G I M ATS I Z

Bunu düşünen arkadaşlardan biri Tıp Fakültesinde okuyan kardeşini derse getirmişti. Bu genç boksördü. Gelirken boks eldivenlerini de yanına almıştı. Böylece ·müthiş" bir hazdık ya­ pılmış sayılabilirdi. Bereket ki, söylentisi yayılan baskın ger­ çekleşmedi, gergin bir hava içinde devam eden ders olaysız sona erdi. Bir çift boks eldiveninden meydana gelen nsilahnın kullanılmasına da ihtiyaç kalmadı. Fakat ne olacaktı bu gidişin sonu? Milleti ve vatanı sevmek­ ten başka günahları olmayan milliyetçiler, yine bu vatan top­ rakları üzerinde durmadan hakarete, tecavüze, taarruza mı uğ­ rayacaklardı' Atsız'ın evinde oturmuş, bu utanç verici durumu konuşu­ yorduk. Ziyaretine iki arkadaş gitmiştik. Atsız da olup bitenler­ den iyice rahatsızdı. Zira tam bir komitacılık usG!ü uygulanı­ yor, İsmet İnönü hükumeti de sessiz kalmak suretiyle, saldır­ ganlara arka çıkıyordu . CHP, üniversite içindeki eski taraftarla­ rının çoğunu kaybetmişti . Öğrenciler hızla sola, daha sola kay­ maya başlamışlardı. Grup liderleri arasında ..Kastro" gibi komü­ nist şeflerin adlarını lakap olarak taşıyanlar belirmişti. Bunlar, insaf ve merhamet nedir, tanımıyorlardı. Milliyetçilere de, başı ezilecek bir düşman nazarıyla bakıyorlardı . Saldırılarını yakın zamanda daha ileri noktalara götürmeyecekleri, cana kasdedi­ ci hareketlere girişmeyecekleri hususunda kimse teminat vere­ mezdi. Hele, hükumetin, meydanı onlara açmış olması daha da vahimdi . Böylece kanunsuzluk veya orman kanunu, cemiyet hayatına hakim olacak demekti . Bütün bunlar müşterek teşhislerimizdi. - Peki, ne yapmak lazım? Bu soruyu üçümüz de hemen hemen aynı anda sormuştuk. Cevabını da yine beraberce aradık. Ortaya çıkan sonuç şuydu : Milliyetçiler meşru müdafaa ha­ lindeydi. Madem ki, .. hukuk devleti" nin sorumlu ve yetkili ma­ kamları, vatandaşlarının can emniyetini sağlamaktan kaçınıyor­ du, şu halde herkesin kendi başının çaresine bakması gereke­ cekti. Bu ise ferdi teşebbüslerle değil, bir topluluk haline gel­ mekle kabil olabilirdi. Atsız, bu işin tatbik safhası hakkındaki düşüncelerini şöyle özetledi:


T A N I D ! G ! M A TS I Z

243

- Önce gönüllüleri tespit etmek lazım. Kimler fedakarlık ve feragat gösterebilir? Basit mevzularda değil. İcabında canını hi­ çe sayabilecek, ülkü uğrunda seve seve harcayacak gençler olmalı. Bunu yapabilecek olanlar, topluluğun çekirdeğini meydana getirir. Sayıları zamanla çoğalacaktır. O vakit kendi aralarında onlu , yüzlü gruplara ayrılırlar. - Yani manga ve bölük gibi mi? - Evetı Siz ikiniz onbaşı olursunuz. Sayı arttıkça başka onbaşılar bulunur. Sonra içlerinden yüzbaşılar çıkar. Yüzüne baktım: Gayet ciddiydi. Sanki o anda ..Bozkurtların Ölümü ..ndeki bir sahneyi yaşıyor gibiydi. Zaten o romanında­ ki kahramanları öylesine benimsemişti ki, gerçek hayatta da onların benzerlerini bulmanın tatlı ümidiyle yaşıyordu . 1 300 yıl öncesinin eli kılıçlı, omuzu sadaklı, yiğit duruşlu savaşçıları yu­ muşak çizmeleriyle, uzun saçlarını örten börkleriyle ansızın çı­ kıp geliverseler, Atsız'a en büyük saadeti vermiş olacaklardı. Hayalle gerçeğin karıştığı o akşamki konuşmamızdan son­ ra bir ay geçti. Tekrar bir araya geldiğimizde sonuç şuydu: At­ sız'ın tarifine uygun ancak sekiz genç vardı. Kürşad'la beraber ecel şerbetini içen kırk kahraman çıkmıştı. Şimdi ise ancak se­ kiz kişi. Teşebbüsten vazgeçildi. Ortalık zaten yatışmıştı. Ama bu kadar az olmanın verdiği hayal kırıklığı, vazgeçişin asıl sebebiydi. Atsız'ın bize verdiği ..onbaşılık· rütbesi de böylece suya düşmüş oluyordu. M . D . O (Milli Devrim Ordusu) gibi sol ihtilal rengi taşıyan "örgüt .. !erin borusu öterken, milliyetçiler yine kendi alın yazı­ larını yaşamaya devam edeceklerdi.

..o(iuz,, MESELESİ O arada can sıkıcı bir hadise oldu . Atsız'ın ·.Yamtar.. dedi­ ği, üniversiteye asistan olarak girişi ve hatta evlenişi için özel bir gayret gösterdiği tarihçi arkadaşımızla ..ı-roca..nın arası bo­ zuldu. Artık görüşmemeye başladılar.


T A N I D J G I M ATS I Z

244

Tartışma .. oğuz .. meselesi yüzünden çıkmıştı. Atsız, o ara­ lık, Türk boylarından «OğuzlaM suçlayıcı sözler söylemeyi adet edinmişti. Onları beceriksiz, Türklüklerini unutmuş veya ihmal etmiş olmakla itham ediyordu . Oğuzlar mı Türk dünyasını kurtaracaktı? Asıl onların kurtarılmaya ihtiyaçları vardı. Günün birinde, eskiden olduğu gibi, yine anayurt Türkistan'dan gele­ cek Türkler, Oğuzları adam edeceklerdi, vb. Ben de bu sözlere muhatap olmuştum. Atsız'a özgü fante­ zilerden biri telakki ettiğim için üzerinde pek durmamıştım. La­ kin tarihçi arkadaşımız tahammül gösterememiş, böylece tad­ sız ve şiddetli bir tartışma kendiliğinden çıkmıştı . Üzüntü verici nokta şuydu : Atsız'la bu genç tarihçi arasın­ da karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan -sarsılmaz zannettiği­ miz- bir bağ vardı. Bu bağ birdenbire kopuvermişti. Ve, Ya­ rabbi, milliyetçiler hiç ak!'!- gelmeyecek sebeplerle nasıl da bir­ birlerine düşüyorlardı . Biz ki, eski Türkçülerin aralarındaki kavgalardan gerekli dersi aldığımızı sanıyorduk, şimdi yine o dairenin içine mi girmekteydik? Ne biçim bir kaderdi bu, önü­ ne geçmek kabil değil miydi?

ÜSKÜDAR OCAGI 1 963 yılının sonlarında bir telefon mesajı aldım. Türkçüler Derneği'nin yönetim kurulu üyelerinden biriydi: - Hoca seni Üsküdar Ocağı'nın başına -tayin" etti, diyordu. Bana biraz garip geldi. Böyle bir ..tayin..in tebliğini de, o güne kadar alıştığımız usul­ ler içinde, Atsız'ın doğrudan doğruya bana yapması gerekirdi. Gidip konuştum. - Evet, dedi, orada bir ocak var. Lokal de tutulmuş. Kirası muntazam ödeniyor. Hepsi genç çocuklar. Bir şeyler yapmak istiyorlar ama güçleri yetmiyor. Başlarında bir ağabey'in bulun­ ması lazım. Daha önce Üsküdar'da oturan bir ülküdaşımıza bu işi vermiştik. Başaramadı. Galiba pek meşgul de olmadı. Sen de Üsküdar'da oturuyorsun. Oraya bir çeki-düzen versen iyi olacak. Zaten çocuklar da bunu istiyor. İstersen idare heyetini yeniden kur, istersen şimdiki ile işleri yürüt. Nasıl uygun gö­ rürsen.


T A N I D I Ô I M ATS I Z

245

Sonra güldü: - Kısacası, İstanbul'un karşı yakası senin. - Peki hocam, dedim. Ve işe koyuldum. Önce kadroyu düzene sokmak gerekiyordu. İdare heyetini aynen muhafaza ederek, yeni bir iş bölümü yaptık. Üsküdar ve Kadıköy tarafında oturan, yahut çalışmak isteyip de faaliyet sa­ hası bulamayan üyelerin kaydını Üsküdar'a naklettik . Gençler­ den yeni üyeler yazdık. Sonra lokali tanzim ettik. Sandalyeleri artırdık. Temiz ve bakımlı hile geldi. Haftanın her günü açık olacak şekilde nö­ bet sistemini yerleştirdik. Ondan sonra faaliyet programını uygulamaya koyduk. Her cumartesi bir seminer, yahut açık oturum yapmaya başladık (Bu açık oturumlardan birine, rahmetli Tarık Buğra'nın da ka­ tıldığını ve "basın" konusunu birlikte tartıştığımızı hatırlıyo­ rum). Milliyetçiliğin esaslarıyla birlikte, başlıca memleket me­ selelerini işleyen konuları öne aldık (Türk milliyetçiliğinin bunlara sahip çıkması gereğini evvelden beri Atsız'a söylüyor, ama tam bir mutabakat sağlayamıyordum ya, işte şimdi bura­ da bir küçük örneğini başlatmış oluyorduk). Çevrede liseler, ortaokullar, sanat okulları vardı. Oralarda okuyan gençlere, çarşamba akşamlarını ayırdık. Onlarla de­ vamlı sohbetler tertipledik. Ders çalışmaları için vakit tahsis et­ tik, derslerine yardımcı parasız kurslar hazırladık. Kısa zaman sonra Üsküdar Ocağı arı kovanı gibi işleyen bir yer oldu . Çevrede ilgi uyandırmaya başladık. Zira Üsküdar, kültür ve hele ülkü faaliyetleri bakımından, eskiden beri son derece kısır, verimsiz bir bölgeydi . Halkının büyük kısmı yok­ sul, geri kalanları da orta halliydi. Eski İstanbul'un özellikleri­ ni az-çok muhafaza edebilmiş nadir semtlerden biriydi. Sıra, halk'a yönelmiş faaliyetlere gelmişti. Bu konuda da Atsız'la tam bir görüş birliğimiz yoktu. Ben, milliyetçilik fikri­ nin geniş halk tabakaları arasında yayılıp tutunmasını sağlaya­ cak faaliyetlere taraftardım. Küçük lokallerde 5-10 kişi arasın­ da yapılacak toplantıların, Türkçülüğü bir bakıma tecrid ettiği­ ni, sadece belli kimseler veya gruplar arasında konuşulan bir


246

TA N I D I G I M A T S I Z

salon sohbeti haline getirdiğini görmekteydim. Halbuki Türk milletinin faydasına olacak bir ülkünün, yine o milletin fertle­ rine doğru yaygınlaştırılması gerekmez miydi? Atsız ise böyle bir yönelişten kuşkuluydu. İyi bilinmeyen, denenmemiş topluluklarla elele vermenin bir takım tadsız sürprizler getirmesinden endişe ediyordu. Onun için de, yeni bir metodun denenmesine fazla taraftar görünmüyordu. Belki her iki metodun da faydaları veya mahzurları vardı. Bu bakımdan, ikisinin karışımı olacak bir denemede yarar bu­ lunabilirdi. Büyük bir sinema salonunda tertiplediğimiz konferanslar geniş ilgi gördü. Üsküdar'ın belli başlı duvarları, bizim konfe­ ransların afişleriyle donatıldı. Bu afişleri, gece yarısından son­ raki saatlere kadar çalışıp elle yapıyorduk. Ayrıca, bastırdığı­ mız el ilanları ile de okullara, esnafa, diğer kuruluşlara, hatta evlere kadar duyuruyorduk. Prof. İbrahim Kafesoğlu 'nun ve İl­ han Darendelioğlu'nun konuşmaları, bu sayede kalabalık bir dinleyici kitlesini topladı. Nihayet bir de büyük ramazan gecesi tertipledik. Böylece bir miktar gelir sağlamayı da düşünüyorduk. Tanınmış san'at­ karlar, oyun ekipleri geceye katıldı. Biletlerin sauşı için ekipler hazırlanmıştı. Onların faaliyeti yararlı oldu. Halk bizi benimse­ di. Yardımcı olmak isteyen esnaf, ihtiyacından fazla davetiye alarak teşvik etti. Derneğe yeni katılanlar oldu. Gece münase­ betiyle "Kızkulesi.. adında dört sayfalık bir gazete çıkararak kıs­ men sattık, kısmen dağıttık . Ramazan gecesi, böylece milliyet­ çiliğin sesini duyurmakta da, bir başka bakımdan işimize yara­ dı. Atsız, bütün bu faaliyetlerin hiçbirine katılmadı. Ramazan gecesinin yapıldığı salonda, kendisi için ayırdığımız masa da boş kaldı. Ayrıca haftalık bir bülten yayınlayarak, faaliyetimizi ve di­ ğer gelişmeleri öteki şubelere, üyelere, gerekli olan yerlere du­ yuruyorduk . Bir işi duyurmanın, o işi yapmak kadar faydası bulunduğunu bu bülten bize göstermişti. Bütün bu çalışmalar sırasında politikayla hiç ilgilenmeme­ ye ciddi bir özen gösteriyorduk . Çeşitli siyasi partilerden gelen davetleri ve görüşme arzularını da nezaketle erteliyorduk . Ra-


TA N I D I G I M ATS IZ

247

mazan gecesine, bütün partiler çiçek göndermişlerdi. Bu da, tutumumuzun isabetini gösteren bir işaret sayılabilirdi . . Çark gittikçe hızlı döndüğü ve kapasite hayli zorlandığı için, bir süre sonra idare heyetini yenilemek gereği duyuldu . Kongre yapıldı. Kontrol altında tutmakla beraber, idare heye­ tine yine biz .. büyük" !erden kimseyi sokmadık, tamamen genç­ lere bıraktık. Sadece, genel merkez kongresine gidecek delege olarak beni seçtiler.

SOGUK RÜZGARLAR Bu arada, genel merkezin başarılı olamadığı inancı yayıl­ maya başlamıştı. Şubelerden pek ses gelmiyor, doğru dürüst faaliyet yapılamadığı anlaşılıyordu . İstanbul Ocağı ismen mev­ cuttu, çalışması yoktu. Bunları göz önüne alarak, Dernek ge­ nel merkezinin Ankara'ya naklini düşünmeye başlamıştık. Ora­ da tecrübeli milliyetçilerin sayısı daha fazlaydı. Ayrıca, İstan­ bul gibi yaygın bir şehir olmadığı için, sık sık toplanma imka­ nı kolayca bulunabilirdi. Açılmış şubelere daha yakın olması da belki bir avantaj sağlayabilirdi . Esasen, başlangıçta da bu husus düşünülmüş, ancak Anka­ ra gibi siyasi bir merkezde, Dernek üzerinde girişilecek poli­ tik teşebbüslerin veya çengel atma isteklerinin önlenmesinde zorluk bulunabileceği göz önüne alınmıştı. Bir de Derneğin ismi üzerinde, değişik düşünceler ortaya çıkmıştı. ·Türkçüler" ismi sanki bir hizip adı gibi görülüyordu . ..Türk milliyetçileri" gibi bir isim daha munis olacak, belki de bu suretle teşkilatın gelişmesini veya Anadolu'nu:ı mahalli şart­ ları içinde daha verimli hale gelmesini mümkün kılabilecekti. İki yıl önce de bu mevzu konuşulmuş, fakat "taviz" sayıla­ rak kabul edilmemişti. Şimdi aynı konu yeniden gündeme gel­ mişti. Bütün bu düşüncelerin bir tek "tehlikeli" tarafı vardı: At­ sız'ı gücendirmek. Hakikaten ilk konuşmalarda hiç de memnun olmayan bir tavır takınmaktaydı. Fakat zamanla tepkisi azalıyor, her iki ko­ nuda da yumuşak bir tutum içine giriyordu. Türkçüler Derneği'nin kurultayına gidilirken Atsız'ın ruh halini kestirmek güçtü. Fakat kararı az çok belliydi: D erneğin


T A N I D I G I M ATS I Z

248

adı, merkezi, başkanı v e idare heyeti değişecekti. B u kararı, Atsız'ın içine sindirerek verdiğini sanmıyorum. Belki bir dene­ me yapılmasına rıza göstermişti, o kadar. Bu arada , Üsküdar Ocağı'nın durumu dikkatleri çekmeye devam ediyordu. Son derece faal olması, onu ister-istemez ba­ ğımsız bir hale getirmişti. Başlangıçta bu kadar canlı bir geliş­ me tahmin edilmediği için, meseleye önem verilmemişti. Fa­ kat, atıl durumda kalmış bütün organlar arasında gayet faal bir tek ocak, Atsız'm çevresinde hoşnutsuzluklar; tedirginlikler yaratmış gibiydi. Şimdi bu ocak üzerinde denetim mekanizma­ sı kurulması için niyetlenenler vardı. Atsız'ın çevresi dedim. Peki, ben neredeydim? Birkaç zaman vardı ki o ..çevm·nin dışına itildiğimi hissedi­ yordum. Yalnız bana karşı değil, Türkçüler Derneği'nde faal durumda bulunan sekiz-on arkadaşıma da aynı sinsi "politi­ ka,,nın sürdürüldüğü anlaşılıyordu . Politikal Evet, politika! İyi ama, hani Türkçülükte böyle "politika ..lar, ..taktik,,ler, ar­ kadan vurmalar yoktu ya1 Biz eski yolumuzda apaçık, berrak, hiçbir şeyden kuşkulanmadan yürüyorduk. Küçük bir grup, belki üç-dört kişi, Atsız'a türlü yollarla yanaşarak, bizleri kötü­ ler olmuştu. Yazık ki, anlayamadığım bir şekilde, bu •taktik,,lerinde ba­ şarılı da oluyorlardı. Atsız, çoğunu on-on iki yıldan beri tanımakta olduğu arka­ daşlarımı, güya hissettirmemeye çalışarak benden tahkik etme­ ye başlamıştı: - (. . . . . . ) 'i ne zamandan beri tanıyorsun? Anlatıyordum . - Onun için "Demokrat PareiJi,, diyorlar, doğru mu? - Belki doğrudur ama hocam, olsun, ne çıkar? Demokrat Partili olmak kabahat mı? - Evet, evet! Başka bir zaman, diğer birinin adı geçince bana soruyordu :


TANID!G!M ATSIZ

249

- Onun Çukurova'da yüz bin dönüm arazisi varmış. Yani düpedüz toprak ağasıymış. Sen bunu biliyor musun? _Yüz bin dönüm' Ölçü tanımaz bir rakam! Hele, böyle ..toprak ağası,, gibi, o günlerin Marksist litera­ türünde pek sık kullanılan bir deyimin Atsız'ın ağzında ne ara­ dığını hazin hazin düşünüyordum. - Hayır, ilk defa sizden duyuyorum. Hakikat olduğuna ina­ nıyor musunuz? - Bilmem, söyleniyor işte. Birkaç gün sonra, başka kanallardan bir söylenti kulağımı­ za ulaşıyordu: - Toprak ağalarının aramızda işi ne? Ne toprak ağası? O arkadaşımızın ailesine, babadan kalma birkaç parça arsa mirası vardı, o kadar. Çukurova'da değil, bir Orta Anadolu ilimizde. Üstelik kimbilir hangi muhayyile veya hangi çirkin kasıt, bunu yüz bin dönüme çıkarıyor, sonra da üzerine bir etiket yapıştırıyordu : "Toprak ağası,,ı Sorular devam ediyordu: - (. . . . . . . ) için kapitalist deniliyor. Sen onu eskiden tanırsın. Doğru mudur? Bir inşaat şirketinde, o günün rayicine göre dolgunca bir maaşla çalışan memurlara ne zamandan beri "kapitalist" denilir olmuştu? Galiba, iki-üç aydan beri. İçimizden bazıları böylece ..partizan-., ..toprak ağası•., "kapi­ talist,, haline getirilirken, kimimize de "polis" •ajan·., ..şüpheli şa­ hıs" yaftaları yapıştırılmaya başlanmıştı. Hüzün verici bir şeydi ama, Atsız'ın bu iftira ve ithamlara ya inandığını, yahut inanmak istediğini seziyordum. O ..küçük· çevre, Atsız'ın zaaflarından ikisini iyi teşhis et­ miş, onu tahrik için kullanır olmuştu. Atsız, kendisine karşı gelinmesinden, tartışmaya girişilme­ sinden, itiraz edilmesinden hoşlanmazdı. Bu eğilimi gösterebi­ lecek kimselere karşı hep kuşku duymuştur. Diğer bir zaafı da , takip ettirildiği, çevresine polisler yerleştirildiği, evinin gözet-


250

TANIDIGIM ATSIZ

lendiği şeklindeki vehimlerdi . Hayatının bazı dönemlerinde bu , ..vehim· olmaktan çıkmış, gerçekleşmişti. Sorgular, işkence­ ler, zindanlar, yargılanmalar . . . . bunlar hep başından gelip geç­ mişti. Onun için, böyle bir vehmi dahi anlayışla karşılamak mümkündü. Çok seneler evvel, bir gün, iki genç milliyetçi için, Haydar­ paşa vapurunun kalabalık bir seferinde, bana şöyle dediğini hatırl ıyorum: - ikisi de polismiş. Emin bir yerden duydum. Onlara dik­ kat etmek lazım. Daha sonraki yıllarda, o iki gençten biri hukukçu oldu. İki devre milletvekilliği yaptı. İktisadi teşekküllerde ve özel sek­ törde yüksek mevkilerde bulundu. "Polis,,liğini, Atsız'dan baş­ ka hiç kimseden duymadım. Diğeri basın mesleğine girdi. Kendi dalında yükseldi. Res­ mi görevler aldı. Atsız'ı gerçekten sever, sayar ve yakın görü­ şürdü. Onun hakkındaki ·polis" hükmünü, Atsız'dan başka ve­ ren olmuş mudur, bilmiyorum. Her ikisi de milliyetçiliğin zor günlerinde, yiğitçe mücade­ le ettiler, polisin onları takip ettiği devreler dahi oldu. Eh böyleleri hakkındaki rivayete bile inanmış olan Atsız, başkaları hakkındaki söylentilere niye inanmasın? Bir de bu .. kapitalist", ..toprak ağası·., ..polis", .. partizan" gibi kimseler aynı çuvala doldurulup, toptan ..asi" olarak takdim edilirlerse, Atsız'daki vehmin canlanmaması mümkün müydü? Atsız'la aramıza çekilen tel örgünün varlığını, "Ötüken" çı­ karken, elimle tutar gibi olmuştum. Atsız, aylık bir dergi çıka­ racağını, bir-iki defa, adeta laf olsun diye söylemişti. Halbuki, eskiden olsa, böyle bir teşebbüse girişeceği zaman, ilk haber vereceği, hizmet isteyeceği kimse ben olurdum. Zira, basın mesleğinde on yılı aşan teknik tecrübem, faydalı olmamı mümkün kılabilirdi. Benden yardım istemedi. Ötüken, adeta birdenbire çıkıverdi.

KURULTAY VE ATSIZ'IN YENİLGİSİ Türkçüler Demeği'nin kurultayı bir pazar günü Atsız'ın Maltepe'deki evinde yapıldı. ..Kurultay·., toplantının resmi adı


T A N I D I G I M ATS I Z

25 1

olduğu iÇin böyle diyorum. Yoksa, hükumet komiseri ile bir­ likte, hepimizin sayısı on kişiyi geçmiyordu . Daha önceden At­ sız'ın imzası ile şubelere mektuplar gönderilmişti. Bu mektup­ larda, kurultayın, genel merkez naklini ve isim değişikliğini gerçekleştirmek maksadıyla yapılan bir formalite toplantısı ol­ duğu, delegelerin İstanbul'a kadar gelmelerine lüzum bulun­ madığı bildirilmişti. Üsküdar Ocağı'na tabii böyle bir yazı gel­ memişti. Şube delegesi olarak sadece ben vardım. Diğerleri ge­ nel merkez idare heyeti üyeleriydi. Kurultayda gündem sırayla görüşüldü. Genel merkez An­ kara'ya nakledildi. Ankara'daki demek üyeleri arasından yeni bir idare heyeti seçildi. Buraya kadar bütün kararlar oy birliği ile verilmişti. Ancak, Atsız, kurultaya bir teklifte bulundu: Üsküdar Ocağı'nın oda haline indirilmesini istiyordu. Gerekçesi şuydu : Genel merkez Ankara'ya nakledildiğine göre İstanbul'da bir ocak olacaktı. İstanbul'un ilçelerindeki ku­ ruluşlar ise "oda.. olmalı ve bu ocağa bağlanmalıydı . Böylece kademeler daha iyi belirlenmiş olurdu. Şekil bakımından haklı görülebilecek bir teklifti. Ama, me­ selenin arkasında yatan sebepleri, yürütülen haksız kulis faali­ yetini bildiğim için, buna razı olmak imkansızdı. Esasen, Üskü­ dar Ocağı'nda birlikte çal ıştığımız arkadaşlar, bu tasarıyı önce­ den öğrenmiş oldukları için, böyle bir teklife karşı çıkmamı benden istemişlerdi. İtiraz ettim. Zira, tüzükte böyle amir bir hüküm yoktu . Bu uygulama mümkündü ama, ne mecburi, ne de zaruriydi . Çalışan ve ba­ şarılı olan bir kuruluşu ocak seviyesinden oda seviyesine indir­ mek, onu bir nevi cezalandırmak olacaktı. Üsküdar büyük bir ilçe, bir şehirdi. İstanbul tarafında ayrı bir ocak bulunması, Üs­ küdar'ın oda olmasına sebep sayılmazdı. Kaldı ki, oda'ların bi­ le gerektiğinde doğrudan doğruya genel merkeze bağlı olabi­ leceklerine dair tüzük hükmü yürürlükteydi. Hasılı, derneğin anayasası olan tüzüğe dayanarak ve can­ lı misaller vererek, uzun bir savunma yapmak zorunda kaldım. Ne garip; Atsız'ın teklifine karşı çıkmakla yetinmiyor, bu tekli­ fin reddi için de ümitsiz bir mücadeleye girişiyordum. Huku-


252

TANID!GIM ATSIZ

ki duruma göre bunda yadırganacak hiçbir taraf yoktu. Ama Atsız'la 14 yıllık münasebetlerimizi düşününce benimki, he­ men hemen bir isyandı. Başka kısa konuşmalar da yapıldı. Sonunda Atsız, kendi teklifini reye koydu . O zaman inanılmaz bir sonuç ortaya çık­ tı : Atsız'ın teklifi bir oy farkla reddedilmişti. Ortalığa buz gibi bir sükOt çöktü. Ne Atsız, ne ben, ne de diğerleri böyle bir sonuç bekliyorduk. Evet, haksız ve art ni­ yetli bir işleme karşı direnmiştim. Atsız'ın da böyle bir teşeb­ büse istemeyerek katılmış olmasını temenni ediyordum. Keşke hiç oya konulmasaydı. ·Hoca .. nın yenilgiye uğramasını, her şe­ ye rağmen, ben bile hazmedemiyordum . Sevgili hocam Atsız'a karşı kazandığım bu küçük ..zafer..in ağırlığı altında ezilir gibiy­ dim. Yine de, Üsküdar Ocağı'nı kurtarmıştım. Ama, acaba, Atsız'ı kaybetmiş miydim? O küçük kazancın arkasında bir büyük kayıp gizli değil miydi? Bunu, önümüzdeki zaman gösterecekti. Kısa sayılabilecek bir zaman!

ANADOLU'DAKİ OCAK'LARI ZİYARET O kısa zaman çabuk geçti. İki-üç hafta sürecek bir Anadolu seyahatine hazırlanıyor­ dum. Milll Yol'un bayilerde bir hayli alacağı kalmıştı. Hemen hemen sermayesine yakın bir yekundu bu. İsmet Tümtürk'le bu konuyu ara sıra görüşüyorduk . Oturduğumuz yerden, yazı­ lar yazarak bu alacaklarımızı tahsile imkan olmadığı anlaşılı·· yordu . O sırada, çalıştığım gazeteye Marksist bir kadro hakim olduğu için işten ayrılmak zorunda bırakılmıştım. Başka bir iş de bulamamıştım. Vaktim çoktu . Basın kartım sayesinde de (özellikle trenlerde) ucuz seyahat etme imkanına sahiptim. İs­ met Tümtürk'le, belli başlı şehirlere giderek bu alacakları tah­ sile çalışmam için mutabık kaldık. Yola çıkmadan önce Atsız'a gittim. Seyahatimden bahset­ tim. Bu vesile ile, demek şubelerinin bulunduğu bazı il ve il-


TANIDIGIM ATSIZ

253

çelere de uğramam, oradaki durumu yakından görüp tespit et­ mem mümkün olabilirdi. Derneğin masrafa girerek bu ocakla­ ra müfettiş veya denetçi göndermesi imkanı pek yoktu. İki işi bir arada ve ek harcamaya lüzum kalmadan halletmenin fay­ dalı olacağını umuyordum. Artık her şey geride kalmıştı . Ufak-tefek ayrılıklar pekala unutulabilirdi. Müşterek hatıraların zenginliği yanında onların ne hükmü olabilirdi? Böyle düşünüyor, fakat bunları açıkça söylemeye gerek duymuyordum. Bazı konular vardı ki, bir ba­ kışla, bir davranışla, hatta bir susuşla halledilebilirdi. Zımni bir anlaşma. Bunun için uzun uzun konuşmaya ne lüzum vardı? Atsız: - Çok iyi olur, dedi. Derneğin başkanı şimdi Nejdet. Ben ona bir mektup yazayım. Git, görüş. Mektubu da kendin verir­ sin. Seni yetkili yapar. Bakalım bizim ümmetçi ocaklar ne hal­ de? Onu da anlarız . .. ümmetçi ocaklar" mı? Demek bir de bu vardı! Hiç duyma­ mıştım. Ankara'da Nejdet Sançar'la, Kavaklıdere'deki evinde, bir akşam yemeğinden sonra, gece yarısına kadar, görüştüm. Ba­ na ocakların yerlerini, adreslerini, başkanlarını, idare heyeti üyelerinin isimlerini verdi. Böyle bir ..reftiş,,in pek isabetli ve faydalı olacağı görüşündeydi. - İsterseniz buna teftiş filan demeyelim. Hiç bir isim koy­ ma yalım, dedim. Habersiz bir ziyaret olsun. Hakiki durumu da böylece görmek imkanı artar. - Peki Deliorman, nasıl istersen! Bu gezide, Çankırı-Ankara-Kayseri-Adana hattının batısın­ da kalan bölgeyi dolaştım. Ocaklardan bazılarına gidemedim. Ama yine de ondan fazla şubenin mensuplarıyla görüşebil­ dim(•).

(') Prof. J.M . Lan<laıı tarafından yazılıp 1 974'te ..Radical Politics in Modern Turkey· adı ile Lei<len (Hollanda) de basılan ve Türkçeye ·Türkiye'de Aşırı Akımlar-1960 Son­ rası Sosyal ve Siyasal Çekişmeler· adı ile çevrilen (Erdinç Baykal, Ankara 1978) eserde Türkçüler Derneği'nden yer yer yer bahsedilmektedir. Asıl kaynaklara inemeyen ve bu yüzden yanlış. eksik veya mübalağalı hükümlere yer veren kitabında JM. l.andau, Türkçüler Derneği'nin geçirdiği sa01aları karıştırmaktadır.


TANIDJÖIM ATSIZ

254

Ocak'ların hemen hepsi durgundu . Çoğu şeklen vardı, hiç­ bir faaliyet göstermiyorlardı. Adana'nın haricindeki ocaklar da­ ğılmış gibiydi. Ya yerleri yoktu, ya başkanları. Bazı yerde üç­ beş kişilik topluluklar halindeydiler. Fakat, anlayış itibariyle, Atsız'ın Maltepe'deki evinden gör­ mek istediği noktaya çok uzaktılar. Bir kısmı mahalli politika­ ya ve çevrele �inin meselelerine dalmışlardı. Parti heyecanı, dernek amatörlüğüne ağır basıyordu . Ufku daha geniş olanlar ise, milliyetçilikte yeni sentezlere varmaya çalişıyorlardı. Meseıa Orta An;-ıdolu'nun küçük bir kasabasında şu du­ rumla karşılaşmıştım: Dernek şubesi, fiilen bir bakkal dükka­ nıydı. Gazete de satılıyordu . Ötüken dergisinin satılmak üzere, ocaklara gönderildiğini bildiğim için sordum: - Ötüken yok mu? Yoksa az geldi de bitti mi? Oradaki ocak yetkilisi, kısa bir tereddütten sonra gözleri­ min içine baktı: - Doğrusunu söyleyeyim mi, dedi, biz burada Ötüken'i açıkça satamayız. Satmamız da mümkün değil .

Milliyetçiler Birliği'ni 1964 Ağustos'unda, Ankara'da kurulmuş sanan yazar, bu teşekküliııı Türkçüler Derneği üyelerine dayandığını, bazı yerlerde şubeler, ayrıca ..ocak·lar açtığını, bunların Türkiye Milliyetçiler Birliği'ne destek sağlamak gayesi taşıdığını ifade etmektedir. Doğrusu şudur: Türkçüler Derneği'nin adı

J 964'te

Türkiye Milliyetçiler Birliği'ne

çevrilmişti. Yani ikinci.< i ayrı ve yeni bir kuruluş değil, ilkinin devamıydı. Bu durumda Türkçüler Derneği üyelerine dayandığı gibi bir düşü nüş tarzı hatalıdır. Her ikisi de ay­ nı teşekkül olduğu için, tabiaııyla üyeler de ayrı ayrı kimseler olmayacaklardı. Yazar. çeşitli

yerlerdeki şubeleri T. Milliyeıçiler Birliği'nin •ıçtığını sanmaktadır.

Halbuki bu şubeler. kuruluşun adı daha ·Türkçüler Derneği· iken açılmışu. İkinci isim altında da devam etmişlerdir. Arrıca "ocak- değişik bir teşkilatlanma birimi değil, doğ­ rudan doğruya şubelere verilen isimdi. Böyle olunca da T. Milliyetçiler Birliği'ne des­ ıek sağladığı gibi bir düşünce

tarzı,

meselenin derinliğine inilemediğini göstermektedir.

Bir kuruluşa ait şubelerin, merkeze destek sağlamaları gayeı tabiidir. Başarısız ve yanıltıcı bir ıercüme ile seviyesi daha da düşmüş olan kiıapta ·Tanrı Türkü Korusun.. sloganının T. Milliyetçiler Birliği'ne mahsus olduğu ileri siirlilmektedir (slı.31 1). Halbuki bu slogan çok daha evvelden beri -sadece bir kuruluş tarafından değil- çeşitli Türkçü yayın organlarınca ve teşekküllerce yaygın şekilde kullanılmaktay­ dı.


T A N I D I Ô I M A TS I Z

255

- Niçin' Eğilip tezgahın altından bir tomar Ötüken çıkardı: - Bakın, onları buraya saklıyoruz. İsteyen olursa ne ala1 Çı­ karıp veriyoruz. Şimdiye kadar iki tane satıldı. Birini ben al­ dım, birini öğretmen bey. "Öğretmen Bey,, dediği eski arkadaşımdı. İstanbul'dan tanı­ yordum. Ona baktım. Başıyla tasdik etti. - Şu son sayılardaki yazılarını gördünüz mü Atsız Bey'in' Biri nurculuğu yerin dibine batırıyor, öteki de İslam birliğini . Her ikisi de yer yer İslamiyete çatıyor. Bu muhitte böyle bir derginin ne satılması mümkün, ne okunması. Buralarda Nur­ culuk, Atsız Bey'in İstanbul'dan gördüğü gibi görülmüyor. Hepsi namuslu, dürüst, dindar insanlar. Çevrelerinde saygı ve sevgi uyandırıyorlar. Onlara çatarak ·<milliyetçilik,, yapmak, çı­ kar bir yol değil. Bunları Atsız Bey'� de anlatın. Bizim, sesi­ mizi duyurmamız kolay olmuyor. Yanlış anlaşılmaktan da çe­ kiniyoruz. Sonra bir eve gittik. Ocak üyelerine haber salındı. Onlar da geldiler. Gece geç vakte kadar konuştuk. Samimi insanlardı. Okuyorlardı. Uyanık ve şuurluydular. İstiklal Savaşı'nın kahra­ manlarına hayranlık besliyorlardı. Karabekir Kazım Paşa'yı, Mustafa Kemal Paşa'yı, Fevzi Çakmak'ı hayırla yad ederken, gönüllerinı mesela Kuşçubaşı Eşref'e, Said-i Nursi'ye, Mehmet Akif'e, Dr. Rıza Nur'a aynı muhabbetle açıyorlardı. Atsız'a hay­ ran, Demokrat Parti devrine minnettardılar. Türkeş'e büyük ümitlerle bağlanmışlardı. Gece tertemiz bir yer yatağında yattım. Baş ucumda Adnan Menderes'in büyük boy bir portresi asılıydı.

ATSIZ'IN HOŞLANMADIGI BİR «RAPOR,, Geziden dönüşümde, gördüklerimi gayet tarafsız olarak yazmaya başladım. Bunu, Dernek başkanı olduğu için Nejdet Sançar'a gönderecek, bir suretini de Atsız'a verecektim. Fakat araya hazı işlerim girince, yazıyı makineye çekmek birkaç gün gecikti. Atsız, bu arada beni gördükçe:


TA N I D I G I M A T S I Z

256

- Hani ne oldu ş u bizim ümmetçi ocaklar raporu, diye sa­ bırsızlanıyordu. Ama o "rapor.. un Atsız'ın istediği gibi olacağı şüpheliydi. Ben kendiliğimden yorum eklemeyi, ocak'ları onun istediği gi­ bi bir ayırıma tabi tutmayı düşünmüyordum. Nihayet bir cumartesi, işten çıkınca Milli Yol'un eski idare­ hanesine geldi. Makinede iki-üç sahife kalmıştı. Oturup bekle­ di. Yazıp tamamlayınca bir nüshasını verdim. Ötekini de An' kara'ya, Nejdet Sançar'a gönderdim. Ötüken hakkında bana anlatılanları da, hiçbir şey saklama­ dan veya katmadan, aynen yazmıştım. Aradan birkaç gün geçti. Bir öğle üzeri Atsız'la buluştuk. Her zamanki yolu takip ederek Karaköy vapur iskelesine yü­ rüdük. Benim "rapor" ü zerindeki konuşmalar vaktimizi doldur­ muştu . Atsız: - Bütün bu ocakları kapatmalı, diyordu. İsterse hiç şube ol­ masın. Yenilerini açarken de daha dikkatli davranmalı. Nedir bu? Bu konudaki karar, tabii Ankara'daki genel merkezin yet­ kisinde olmalıydı. Fakat, Nejdet Sançar'ın, ağabeyinin sözün­ den çıkmayacağını bildiğim için, Atsız'ın bu görüşünün tatbi­ kata konulması ihtimali az değildi. Benim ise söyleyecek bir sözüm yoktu. Her şeyi o uzun "rapor" umda belirtmiştim. İskeleye varınca: - Burası kalabalık, gel üst kata çıkalım, dedi. le.

Orada hemen hemen kimseler yoktu . Oturacak bir sıra biHaydarpaşa vapuru kalkmak üzereydi. - Hocam, vapur kaçacak. - O gitsin, bir sonrakiyle geçerim. Sözü Ötüken'e getirdi:

- Dergi istediğim gibi değil. Daha güzelleşmesi ve zengin­ leşmesi lazım. Kendisini kurtarıp yürüteceği anlaşılıyor.


TANJDIGIM ATSIZ

257

Ve, deminden beri söylemek istediği kelimeler dudakların­ dan döküldü : . - Ötüken'in yazı işleri müdürlüğünü senin yapmanı istiyo­ rum . H i ç beklemiyordum. Evvelce d e böyle bir ihtimali düşün­ müş değildim. Zihnime bir yığın düşünce aynı anda hücum etti. Atsız gayet samimiydi: Törpülenmiş olan dostluğu yeniden canlandırmak için elini uzatıyordu . Hayır, hunu belki de denemek için yapıyordu . Ötüken'in çıkışı sırasındaki garip tutumun beni incittiğini düşünmekteydi (İncitmemiş, sadece dikkatimi çekmişti). Bu hisle "rapor"da, Ötüken hakkındaki bilgilerin mübalağa edilmiş olduğu fikrin­ deydi. Bakalım ne cevap verecektim? Bu iki ihtimalin dışında, bir başka durum daha vardı: Al­ sız'ın çıkardığı bir derginin yazı işleri müdürü olmak, ancak şeklen bir mana taşırdı. Yoksa, mahzurlu gördüğüm yazıları ol­ duğu takdirde, bunların yayımlanmamasını Atsız'dan nasıl iste­ yecektim? O bunu kabul edecek miydi? Hiç sanmıyordum . Böylece yakınlaşma yerine, yeni çatışmaların kucağına düşebi­ lecektik. - Hocam, beni mazur görün' Yeni bir gazeteye giriyorum. Oradaki işim oldukça ağır. Başka hiçbir meşguliyete imkan vermeyecek. İlerde, inşallah! Bir sonraki vapur, kırgın ve belki de kızgın bir Atsız'ı kar­ şı yakaya götürürken düşünüyordum: Her birimiz hakkında gi­ rişilen tertipleri, yapılan suçlamaları elinin tersiyle, kesin ola­ rak itmedikçe, onunla gönül bağımız tazelenebilir miydi? Zor!

14 YILIN ÜZERİNE İNEN PERDE Üç hafta kadar geçti. Atsız'dan haber: - Cumartesi öğleye görüşelim. Kararlaştırdığımız yere gittiğimde, onun, benden önce gel­ miş olduğunu gördüm. Yalnız görüşeceğimizi sanıyordum. De-


T A N I D I Ô I M ATS I Z

258

ğilmiş. Birkaç eski tanıdığı d a -hepsi Türkçüler Derneği üye­ siydi- çağırmış. Beyazıt'ta bir iş hanına doğru yürüdük. Orada Darendelioğlu'na ait bir oda vardı. Gölgeli, karanlık, sıkıntılı bir yer. Ne konuşulacağını bilmiyordum. Atsız, masanın başına oturduktan sonra Türkçüler Deme­ ği'nden, ocaklarından, benim getirdiğim bilgilerden bahsetti. Evvelce söylediği gibi, o ocakların kapanması zaruretini tekrarladı . Sonra, mevzu Ötüken'e geldi. ·

Ben ne yazmıştım .. rapor.. umda? Bazı ocaklar, Ötüken'i sat­ maktan kaçınıyorlardı . Sebep olarak da dergide çıkan bazı ya­ zıları gösteriyorlardı. Bunları Atsız yazmıştı. Ötüken'i satma­ makla -eğer satınıyorlarsa- bu ocaklar, Atsız'ın görüşlerini tas­ vip etmediklerini belirtiyorlardı . Doğru değil mi? Evet, doğru l - Peki, ya bu mektup ne öyleyse? Çantasını açtı; evvelden hazırlandığı, hiç aranmadan bulun­ masıyla anlaşılan bir zarf elinde göründü . İçindeki mektubu çı­ karıp okudu. Kısa bir mektuptu. Bana Atsız'ın yazılarından dert yanan, tezgah altından tomarla Ötüken'i çıkarıp gösteren, ancak iki ta­ ne dergi satılabildiğini söyleyen arkadaştan geliyordu. Ötüken dergilerini tamamen satmış, parasını da posta havalesi ile gön­ dermiş. Hayret1 Gördüklerim ve işittiklerimle tam bir tezat! Ama, gözüme ve kulağıma mı inanmalıydım, yoksa bu mektuba mı? Doğrusu, o mektubun düzmece bile olduğunu düşündüm. Fakat bunu kim yapıp Atsız'ın eline ulaştırabilirdi? Sahtelik er­ geç anlaşılmaz mıydı? - Evet, sen ne diyorsun buna? - Hocam, hiçbir şey demiyorum. Ama anlıyorum ki, benim yazdıklarımın doğruluğundan şüphelisiniz. Atsız susuyordu. - Ya bana inanacaksınız, ya bu mektuba! Mektuba inanı­ yorsanız benim yalan söylediğim neticesi çıkar. Böyle bir şey yapmam. Beni tanırsınız. Bu mektubun nasıl yazıldığını bilmi-


TANIDIGIM ATSIZ

259

yorum. Ama bu işde anlaşılması güç bir taraf var. Sizin şüphe­ nizi hakaret sayarım. Toplantıdakiler de bu durum üzerine, bir takım ihtimalleri sı.ralayarak, havayı yumuşatmaya çalışıyorlardı. Bir müddetten beri, Atsız'ı benden koparmaya çalıştıklarını teşhis ettiğim bir­ iki kişi . . . sadece onlar susuyorlardı. Bunların hareketleri bana bilmece gibi gözüküyordu. Niçin böyle yapsınlar? Buna cevap bulamıyordum (Bu sırrı ancak yıllarca sonra çözebilecektim) . O meş'um mektup masanın üzerinde duruyordu. Atsız başını eğmiş, gözlerini mektuba dikmiş, öyle bakıyordu. Söylenecek ne kalmıştı kP Kalktım, elimi uzattım . - Biz de çıkalım, dedi. Kapıya kadar indik. Orada vedalaştık. - Haftada bir toplanıyoruz, sen de gel, dedi. - Allahaısmarladık hocamı - Cumartesi günleri, unutma! - Allahaısmarladık hocam! Atsız, Sirkeci istikametinde yürüdü. Ben Aksaray tarafına gidecektim, o yana saptım. Yine aynı çizgi üzerinde yürüyorduk ama bu sefer yanya­ na değildik. Sırtımızı, diğerimize dönmüş, ayrı istikametlerde ilerliyorduk. Yol, aynı yoldu; fakat attığımız her adım bizi bir­ birimizden biraz daha uzaklaştırıyordu . İçimde sıkıntı. Yoksa öfke mi? Hayır, galiba hiçbiri değil. Sadece kırıklık. Parça parça bir yürek. .. demek böyle oluyor. Gönlümün en derin yerinde bir tel kopmuş gibi. Bir de yavaştan yavaştan vücudumu kaplayıp saç tellerime kadar ulaşan ateş. Alev alev yanan bir isyan! Nifaka karşı, fit­ neye karşı, arkadan vurucu ihanete karşı isyan! Yine o başar­ dı. Yine o galip. Asıl düşmanımız o. Gözümüzü ülkü utkuna diktiğimiz -nerdeyse çocuk sayılacağımız- andan beri hep ona karşı mücadele etmiştik halbuki. Olmasın, şu yok olası ayrılık­ lar bitsin gayrı diye çalışmıştık. "Ama işte yenik düştük. Ne ka­ vi düşmanmış meğer. Tuttu, bizi de yere çaldı.


TAN I D ! G ! M ATS I Z

260

İçimdeki "ikinci ben ..le zaman zaman kavga ederek, zaman zaman dertleşerek yürüdüm. Müthiş bir hızla çalışmaya başla­ mış olan kalbimin atışlarını nabızlarımda, şakaklarımda, bey­ nimde, vücudumun her noktasında binlerce trampet sesi gibi duyuyordum. Galiba sadece vicdanım sükunet içindeydi. Yüreğime çöken tortu nasıl temizlenecekti? Gidip, Yeşilköy'ün sessiz kıyısında oturdum . Masmavi deniz, pırıl pırıl güneşli gökyüzü. Dünyada saf, temiz, lekesiz . . . yalnız bunlar · mı kaidı? Derken, dudaklarıma bir mısra takılıyor:

Gidiyorum; Gönlümde acısı yanıkların...

d 1.· ;ı

Devamı olmalı. Yavaş yavaş hatırlıyorum. Şöyle değil miy-

Gidiyorum: Gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda. Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların Yalnız bir hatıra kaldı artık yanımda. Kimin bu kıt'a? Atsız'm. Acımada, sevinmede ve yerinmede 14 yıl boyunca beraber olduğumuz Atsız'm.

AYRIIJKTAN SONRA Köklü sevgiler, insan yüreğini fağfur kaseye çevirirmiş. Ve, küçük bir darbeyle o kase çatladı mı, bir daha tamir imkanı ko­ lay kolay bulunmazmış. Gönlümde kopan o teli bir türlü bağlayamadım. Ne zaman dokundumsa, ne zaman dokundularsa o telden ses çıkmadı. Atsız'la aramızda açılan mesafe kolay kolay kapanmadı. Alın yazısının ve başka musibetlerin bu acı tecellisine sessizce katlanmalıydım. Öyle yaptım. Hocam Atsız'ı, bağrımda volka­ nik bir taş parçası gibi hissetmekle yetindim.


TANIDJGJM ATSIZ

26 1

Ta son nefesine kadar. Niçin? Çünkü, ben'deki Atsız'dan, yine de çok şeyler kurtarmış­ tım. Bir depremdir, gelip geçmişti. Enkazı teker teker temizle­ yerek ayırdığım hatıraları, hafızamın gümüş anahtarlı çekmece­ lerinde muhafaza etmem yeterdi. Yeni bir deprem . . . Yoo, iş­ te ona dayanmak güçtü. Yanardağa yeniden yaklaşıp, elimde avucumda kalmış yadigarları da tehlikeye atmam doğru olmaz­ dı. Onlar, bana 14 yıllık maziden kalan yegane mirastı. Saklan­ malıydı. Ta son nefesime kadar. O mirası paylaşmak mümkündü, ama toptan kaybetmek, asla! (Bu kitap, o mirasın binlerce okuyucu ile paylaşılmasıdır) . Orta Anadolu kasabasından gelen mektubun esrarı bir za­ man sonra çözüldü. Oradaki ark°adaş dergileri gerçekten sata­ mamıştı. Bana söylenen, benim de Atsız'a naklettiğim her şey doğruydu. Fakat Atsız, mektup yazıp, satılan dergilerin parala­ rını ·isteyince -veya bir başka vasıta ile haber gidince- (ayıp ol­ masın diye) satılmış gibi bütün dergilerin parasını göndermiş­ ti. Pek mütevazı öğretmen maaşından ayırarak yaptığı bu feda­ karlık için onu ayıplayacak değildim ya. Bu yüzden, sebep olduğu acı gelişmelerden kendisine hiç bahsetmedim. İhanetin eline bulunmaz bir fırsatı bilmeden verdiğini öğrenmekle bedbaht olması ne sağlayacaktı? Gelişmeleri yakından takip eden arkadaşlarımla ben, bir süre sonra Türkçüler Derneği'nden (adı, artık Türk Milliyetçi­ ler Birliği idi) ayrıldık. İstifa eden sekiz kişiden dördü, Türkçü­ ler Derneği'nin kurucularındandı. İsmet Tümtürk daha önce ayrılmış olduğu için, bu suretle dokuz kurucudan beşi, yani yarıdan fazlası Dernekle ilgilerini kesmiş oluyordu . Atsız'.ın "Türkçüler Derneği" yazısında da bahsettiği gibi ilk yola çıkan 12 kişiden yedisi, yani yine yarıdan çoğu, kirli ellerin tahrikle­ rine dayanamamıştı. Yıllar sonra, yüksek dereceli bir emniyet yetkilisi, başka bir mevzudan bahsederken şunları söyleyecekti: - O zamanki hadiseleri oldukça yakından biliyoruz. Zira Atsız'ın muhaberatı kontrol altındaydı. Başkalarının da. Mek-


262

TA N ! D I G l M ATS I Z

tupları okunup kontrol ediliyor v e yerine öyle ulaştırılıyordu . Bazılarına güvenmekle hata etti. Halbuki bir takım kimseler, daha küçük yaşlardan itibaren belli maksatlar için yetiştirilir. Bunlar fikir hareketlerinin arasına sızarlar. Müfrit görünerek sempati toplamaya çalışırlar. Emniyet hasıl olunca da, ya lider­ leri yanlış yollara sevk ederler, yahut o fikir akımını bölücü, zayıflatıcı tahriklerde bulunurlar. Çok kere de başarılı olurlar. Çünkü sahtesini, hakikisinden ayırt etmek çok güçtür. Bunları biliyor muydunuz? Hayır, bilmiyordum. Doğru mudur, hala da bilmem. Fakat dikkat çekici bir mü­ şahede, yetkili birinin ifadesi olarak -adeta zapta geçirir gibi­ burada zikretmeyi de ibretli ve faydalı bulurum. Bizim istifamız yankı ve telaş yarattı. Halbuki sessiz ve gös­ terişsiz olmasına özellikle dikkat etmiştik. Tartışmaları açığa döküp, neşriyat yapacağımızı tahmin edenler çıktı. Bu, Atsız'ın hassas olduğu bir noktaydı. 1 944'ten önce Reha Oğuz Türk­ kan'la aralarında böyle açık ve tadsız bir münakaşa olmuştu . Onu örnek göstererek, Atsız'ın vehmini tahrikte devam edildi­ ği anlaşıldı. Zira bir müddet sonra, Atsız, Ötüken dergisinde bizleri kasdederek «Yorulanlar" başlığı altında bir makale ya­ yımladı. Cevap vermediğimiz gibi, üzerinde de durmadık. 1 94243'lerdeki acı tecrübeyi tekrar canlandırmaya niyetimiz yoktu. Çok sonra, Türkçüler Derneği ocaklarına genelge gönderi­ lerek, benim yapacağım açıklamalara itibar etmemeleri bildiril­ miş. Bunu birkaç yıl sonra, tesadüfen bir ocak başkanından öğrendim. Tabii hiç bir neşriyat veya açıklama yapılmadığı için, bu genelge havada kalmış oldu. Şimdi aradan zaman geçmiş, bütün bunlar maziye mal ol­ muştur. Türk milliyetçiliği artık çok ileri safhalara varmıştır. Bir kısım hatıraların yazılmasında veya bilinmesinde mahzur kal­ mamıştır. Hatta belki faydası olabilir: Bugünün genç Türkçüle­ ri, bir devirde olup bitmiş bu türlü olayların nasıl körüklenip büyütüldüğünü bilirlerse, ona göre tedbirli davranırlar, ayrılık­ lara-gayrılıklara düşmekten kaçınırlar.


TAN I D I Ö I M ATSIZ

263

SONDAN BİR EVVELKİ BULUŞMA Atsız'la son yıllarında birkaç kere karşılaştım. Ancak birkaç cümle konuşup ayrıldık. Son olarak, kardeşi Nejdet Sançar'ın cenazesinde karşılaştık. Çok kısa konuştuk. Sadece başsağlığı. Ama gözlerimiz, sanırım çok şeyler söylüyordu. Gelip geçmiş 25 yılın hatıralarıyla yüklü bir muhasebeyi belki iki-üç saniye­ de yapar gibiydiler. Böyle anlarda zamanın ne önemi ve ne manası var ki . . . Ve Atsız'la mahşerden önceki son buluşmamız, onun cena­ zesinde oldu . 1 975 'in başlarında Nejdet Sançar vefat etmişti. Aynı yılın sonunda ağabeyini, Atsız'ı kaybettik. B u , tam bir kayıptı. Çünkü Atsız, yerine başkası ikame edi­ lebilecek bir şahsiyet değildi. Tek'ti. Benzeri yoktu . Tarihin ka­ ranlıklarından sıyrılıp gelmiş, şan ve şerefle yoğrulmuş bir kah­ raman gibiydi. Dimdik yaşadı, öyle öldü. Kırıldı, eğilmedi. Onu tanıyanlar, hiçbir inancını paylaşmasalar bile teslim ederler ki, mert ve yiğit adamdı. Er kişiydi. Musalla taşında, hayır, Atsız yatmıyordu. Orada yatan, Türk milliyetçiliğinin bir devriydi. Ay-yıldız'a sarınmış olarak geçen Atsız'ı esas duruşta se­ lamlarken, gözlerimden akan yaşlar için, ilk defa utanmadım. Herkes herkes ağlıyordu . Şuradaki yaşlı profesör, ötedeki gönül ehli, berideki ünlü devlet adamı, yanımdaki sanayici, tabuta omuz veren yazar . . . Birkaç nesil birden. . . Çünkü, ger­ çekten ağlanacak gündü. Çünkü, Atsız, arkasından gerçekten ağlanacak ender insanlardan biriydi. İşte onun için, bu kitap, Atsız'a bir saygı duruşudur.



EK

-

1

Atsız'ın Manevi Kızı Kaniye Hanım: f.. '-ır•c ·ı.,.,, •b ıc(·-::. nıc N..:- r[<·!\.t· 'İK"' l· ·�r .o:<f-ı. .1. �� L..ı .l.lı.r.,( � J ,_ . l.. J . jJ.�.l � . -1.V.ll. J.'-5�. .l �

GERÇEK BIR BABA OLDlJ,,

K

üçükyalı ile Maltepe arasında, tarifimize uyan bir "Marangoz Mehmet" bulamıyoruz. Evet, o havalide bir­ çok marangoz var; bazılarının isimleri de Mehmet. Ama hiçbiri bizim aradığımız değil. Ümidimiz kırılsa, işin sonu­ nu bırakacağız. - " Ümit" mi dedin? - Evet! - Hatırlar mısın, Hoca'nın odasında bir levha asılıydı . Üzerinde bir cümle: " Ümit, en sonra terk edilen şeydir!" - Goethe! Nihayet, Maltepe'de, eskiden oturdukları eve u zanıyo­ ruz. Orada eski komşuları var. Onlara soruyoruz. Taşın­ dıkları evi biliyorlar ama, adres yok. Tam o sırada, evin erkeği geliyor. Yanık tenli, siyah bıyıklı, gençten bir adam. Bize yardımcı olmak istiyor. Birlikte yola çıkıyoruz. Cevizli'de bir sokak. Ondüleli toprak yollardan sarsıla sarsıla geçerek evi buluyoru z.(*) Kapıda başörtülü, yüzündeki hatlar derinleşmeye baş­ lamış, topluca bir hanım. Marangoz Mehmet'in hanımı. Atsız'ın manevi kızı Kaniye Hanım. Mütevazı bir evin gü­ leryüzlü kadını. (°)

Bu röportajı yapmaya, rahmetli Muzaffer Eriş'le birlikte gitmiştik.


TA N I D I G I M A T S I Z

266

Görmeyeli yirmi yılı aşmış. Zamanın haşin pençesi, çehrelerimize seneleri kazımış. Fakat, bir bakışta tanıyor. Hal hatır sorduktan sonra "Atsız'lı yıllar"a dönüyoruz. Ka­ niye Hanımın gözlerinde yaşlar. Biraz buruk, biraz mah­ zun konuya giriyoruz. - Kaniye Hanım, Hoca'nın yanına ne zaman geldiniz, nasıl geldiniz, anlatır mısınız? - Tabii. Bir sonbaharda, Kasım ayı olmalı. O zaman babamlara geldim (Kaniye Hanım, Atsız'a "baba", Nejdet Sançar'a "amca", hanımlarına "anne" ve "yenge" diyor) . - Hangi sene? - Vallahi, tam çıkaramıyorum. Ama ben geldiğimde, babamın ameliyatından üç ay geçmiş. - Evet, anladım, 1952 yılı olmalı. O yaz Haydarpaşa Nümune Hastahanesi'nde bir ameliyat geçirmişti. Ziyare­ tine gitmiştik. Odasında bazı ziyaretçiler vardı. Çiçekler ve birçok kolonya şişesi. - Peki, hangi vasıtayla olmuştu gelişiniz? - Numan Esin tavassut etmişti. Numan Bey benim memleketlim. Ayrıca akrabam da . . . - Siz nerelisiniz? - Bigalıyım. - Numan Esin, Atsız Beyle yakından mı tanışırdı? - Evet, hem de nasıl! Birçok günlerini bizde geçirirdi. Hatta, bazen gece yatısına bile kalırdı. Evin bir ferdi gi­ biydi. - Kaniye Hanım, Hoca ile beraberliğiniz ne kadar sür­ dü? - Tam yirmi üç yıl . Babamın yanına geldiğimde küçük bir kızdım. Orada yetiştim. Evin kızı oldum. Sonra evlen­ dim. Oğlum doğdu. Atsız Bey, onu torunu olarak bildi, sevdi. Son nefesini kollarımda verdi. Benim için gerçek bir baba oldu . - Peki , size başka bir şey soracağım. Bu kadar zaman yakınında bulundunuz. Onu iyi tanıdınız. Vefatından bu


T A N I D I G I M ATS I Z

267

yana da on sene geçti. Şimdi, bir elimle ile özetler misi­ niz, Atsız Bey sizce nasıl bir kimseydi? - Babam çok iyi bir insandı. İnsan olarak mükemmeldi . İnsanları da çok sev�r ve herkesi "iyi insan" olarak gö­ rürdü . Merhametliydi. İnsanları kırmaktan çekinirdi. Çok nazikti. Eskiden, bir aralık subaymış (**). Babası da. Kendisi, bilmem onun için mi, disiplini severdi. - Hayatı da öyle disiplinliydi, değil mi? Bize Hoca'nın günlük hayatını anlatır mısınız? - Her sabah, saat 6'da uyanırdı. Ben daima 4 ,5'ta kal­ kardım . 18 sene içinde, sadece iki defa aksamıştır. 6,S'ta kahvaltıya otururdu . Her sabah mutlaka bir limonun su­ yunu içerdi. Belki bu sebepten, onun grip olduğunu gör­ medim. 7'ye 10 kala evden çıkardı. Çok muntazam bir ha­ yatı vardı. Haydarpaşa'dan 1 3 . 50 trenine binerek eve dö­ nerdi. - Temizliğe çok riayet ederdi, dediniz. - Evet, çok! Eve döner dönmez ellerini mutlaka yıkardı. Çalışırken kolluk takardı . Bakın, mesela, son krizden bir müddet önceydi. Galiba ilk hastalanışı. Beni çağırmış , gittim. Eve varmadan önce istifra etmiş. Ben öyle bulma­ yayım diye, yorgan ve yatak çarşaflarını toplamış, yıkadı­ ğı kadar yıkayıp suya bastırmış. Nasıl yaptı onu bilmem. - Bildiğim kadarı ile perhiz yapardı Kaniye Hanım. Nasıl bir yemek rejimi takip ederdi? - Kızartma yemezdi. Izgara yapardık, haşlama yapar­ dık. P ilavı severdi. Tatlıyı da. Ama az yemeye çalışırdı. - Çok misafiri gelirdi sanırım. - Çok . Bazen iki üç grup halinde, ayrı ayrı gelirdi misafirler. - Sıkılmaz mıydı? Şikayet etmez miydi? - Hayır, hiç! Tabii, yorulduğu olurdu. Belki aynı mev(..) Ats!l'ın Askeri Tıbbiye'de okuduğu yılları kasdediyor olm,'ı.


TANlDIÔIM ATSIZ

268

zuları defalarca tekrarlamaktan sıkılırdı ama misafirden şi­ kayetçi olduğunu duymadım. - Nasıl çalışırdı? Evde kalabalık olduğu zaman, yahut ev halkı hareket halinde iken çalışabilir miydi? - O zaman çalışmazdı. Sessizlik olsun isterdi. Çalış­ mak için sessizliği arardı . - Galiba erken yatardı . - Yoo, pek o kadar değil. Son senelerde, akşam yemeğinden sonra telefonla konuşmayı adet edinmişti. Evet, telefon sohbetini severdi. - En çok kimlerle konuşurdu mesela? - Hatırladığım kadarı ile İzzettin Amca (İzzettin Yolalan) - Zeki Velid! Bey? - Evet. Uzun boylu değil mi Zeki Bey? - Hayır, orta, hatta kısa. Hocası. . . - Tamam. Profesör Togan . Küçükyalı'da oturan . Onunla da konuşurdu . Bir de Ankara'dan bir beyle konuşurdu . Telefona çıktığım zaman o bey beni tanırdı : "Kaniye, sen misin?" diye sorardı. - Yılmaz Öztuna? - Evet, o! Düşündüğüm isim oydu . Onu çok severdi. Bilhassa Osmanlılar hakkında onunla konuşmaktan zevk alırdı . Vefatında Yılmaz Bey, mecmuasında yazı da yaz­ mış (Hayat Tarih Mecmuası). Neler konuştuklarını fazla bilemiyorum. Çünkü , babam telefonda konuşurken biz odadan çıkardık. Son yıllarında biliyorsunuz, daha çok "Ötüken"le meş­ gul olurdu. Çıktığı zaman dağıtımı, bandlama, tek tek pa­ ketleme işleri. . . - Kendisi mi yapardı paketleri? - Yok, paketleri ben yapardım. Üvey kızım da adresleri yazıyordu . Sonra götürüp postaya veriyorduk. (Ötüken dergisinin postalama işlemleri, Atsız ve yakın


TANIDIGIM ATSIZ

269

arkadaşları tarafından müştereken yapılırdı. Atsız, "mute­ ber zevat" dediği kimselere dergi gönderilmesiyle bizzat meşgul olurdu .) - Kaniye Hanım, son günlerinden biraz bahseder mi­ siniz? Mesela, ölecek gibi bir hali var mıydı? Herhangi bir belirti? - Amcamın (Nejdet Sançar) vefatından sonra çok üzüldü ve yıkıldı. Çünkü , iki kardeş birbirlerini katiyen kırmamışlar. Babam gayet tombalak olduğu halde, bir gün bakkala gidiyordu k, önümde yürüyordu . Bacakları­ nın ayrık yürüdüğünü farkertim. Üzüldüm. Bostancı'da otururlarken, sabahleyin kahvaltıdan son­ ra amcam geliyordu, iki kardeş bir süre konuşuyorlardı. Ne yapacağız, ne edeceğiz diye. Sonra, gene akşam üze­ ri, çaydan sonra bir araya geliyorlardı. - Atsız Bey, ev hayatında da şakacı mıydı? Bize karşı öyleydi. Umumiyetle öyleydi: Çok ciddi konuştuğumuz da olurdu tabii. Ama, çok kere ağır konuları bile, birden­ bire hicve döndürerek, şakaya boğarak, alay ederek (hat­ ta kendisiyle) bir konuşma tarzı vardı. Evin içinde de öy­ le miydi? - Hakikaten öyleydi. Tam anlattığınız gibi. Evin hava­ sı değiştiği zaman, ne yapıp yapıp çevredekileri güldür­ menin yolunu bulurdu mutlaka. Bakın, burada bir şey var. Kendimi iyi hissetmiyorum diyerek, vefatından üç ay önce başlayıp üst üste resim çektiriyordu . Torunu ile fo­ toğrafçıya dalıp çektirdiği çok resim var. - Halbuki, kendisi resim çektirmekten pek hoşlan­ mazdı. Ancak, zaruret olduğu zaman. - Evet, doğru. Son tutumu hayret vericidir. Oğlum da onu çok severdi. Babamın içeri alındığını duyduğu za­ man telefonu açıp açıp "Savcı, dedemi bıyak! Savcı, de­ demi bıyak" diye haykırırdı. Bir gazeteci bunu duymuş , yazdı. O zaman, Bakanlıktan "Uzun yıllar torununuzla birlikte yaşayın" diye yazı geldi. - Hapse gireceği sıralarda ruh halinde bir değişiklik oldu mu?


270

TA N I D I G I M A T S I Z

- Yoktu . Onunla da alay ediyordu desem inanır mısı­ nız? Gülüyordu dünyaya. Yalnız hastahanede bir şey ol­ muş . Hastaydı, tedavi için hastahaneye nakledilmişti. Haydarpaşa Nümune Hastahanesine. Orada başka mah­ kumlar da var. Birini kelepçeyle bağlamışlar yatağa , ıstı­ rap çekiyor, inliyor. Kalorifer de bozulmuş, buhar yapı­ yor. Böyle bir koğuş. Hizmet ediyormuş babam o mahku­ ma. Çok üzülüyormuş durumuna, "su ister misin, bir şey ister misin?" diye. Adamın eli bağlı çünkü. - Peki, şimdi gelelim son hastalığına. - Kurban Bayramı'ndan iki gün evveldi. Başını yıkadım. Su ısıtıp, sadece başını. O zaman bir şeye dikkat et­ tim. Kan beyne mi hücum etti, ne olduğunu bilmiyorum, şu tarafı var ya; kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Sıcak su­ dan hazetmezdi. İçerde misafir vardı. Onların arasında hoşlanmadığı biri mi vardı, bilmiyorum. Bizimle vedalaş­ tı, el salladı . Arife günü, çamaşır yıkıyordum, ayaktaydım. Saat, sa­ bahın 8'iydi. Seni telefondan istiyorlar, dediler. " Her ne­ rede olursan ol, bana bir şey olduğu zaman yanımda bu­ lun" demişti. Bu saatte niçin aranıyordum? Telefonu bir türlü çeviremedim. O zamandan kaldı, şimdi muayyen zamanlarda çay bardağını hala tutamıyorum. Gelip açtılar. Yengem telefondaydı. "Baban rahatsız, gel" dedi. Gittim. Babam divanda yatıyordu , o zaman. Gasyan ediyordu . Kendisini iyi hissetmiyordu. Doktor, nabzını kontrol ediyordu. "Geldin mi?" "Geldim" dedim. O gün, akşama kadar, daim! olarak "iyiyim, iyiyim" di­ yordu . Devamlı postahaneye yolladı beni . Mektup bekli­ yormuş . Oğlu Buğra'dan. Bir ümit, Almanya'dan bir mek­ tup . Ama, nasıl bekliyordu, bilseniz. O zaman çok tutul­ muştu. Kendisini hissettiğini anladım. "Bana bir şey olur­ sa, en yakın, Nejdet'in yanına" dedi. içerde zarflar vardı. Onları istedi . Şunu getir, şunun üstüne şunu yapıştır diye tembihliyordu. Üzerlerine küçük küçük notlar yazdı. Buğra'nın parasız kalmasından korkuyordu. Hesabını yapmıştı . Zarfların içinde ne olduğunu da bilmiyordum doğrusu. Aklıma kötü bir şey gelmiyordu ama, babamı hiç böyle görmedim. Onun yattığını hiç görmedim. "Kı-


T A N I D I G I M A T S IZ

27 1

zım, helal et hakkını ! " dedi. Unutulmayacak bir baba-kız sahnesiydi.

o kadar kısa, o kadar ani oldu ki. - Kaniye Hanım, şimdi Hoca'nın şakacılığına dönelim biraz da. - Evet. İzeddin Şadan Bey'in biliyor musunuz evini ni­ çin terkettiğini? - Hayır, bilmiyorum. Fındıkzade 'de bir yerde oturu­ yordu değil mi? - Evet. Babamla olmayacak bir şey üzerinde tartışıyor­ lar. Babam da bir hanım vasıtasıyla devamlı surette onu korkutuyor. Bunun üzerine İzeddin Bey evini terketti. Otelde yatıyordu . Evi bırakıp kilitleyip gitmiş . Onun evde değerli kitapları varmış. Bunları yayınla derdi. İzeddin Bey sonra bir arkadaşının evinde kalmış. Ömrünü orada geçirmiş . Polise başvurmuş . Baş edemiyorum diyerekten . - O tarafını hiç bilmem, sizden duyuyorum . Hoca he­ saplı bir adam mıydı, eli sıkı mıydı, cömert miydi? - Cok eli açıktı. İkramı çok severdi. Hesapsız para harcadığını söylemiyorum, zaten maddiyat durumu ona imkan bırakmazdı. Ama paraya önem vermezdi. Mesela son yıllarda birkaç kitabı basılmış, eline her zamankinden biraz daha fazla para geçmişti . Bunu, sevdikleri için har­ camaktan zevk duyardı . Çarşıya alış-verişe giderdik. Dö­ nüşte yorulmuş da olurdu . O zaman "Dadı, derdi, bir çay yap bakalım, ince belli bardakla içelim. " - Dadı mı? Size " dadı"mı derdi? - Evet. Yarı şaka , yarı ciddi. Onun bakımıyla meşgul olduğum için böyle söylerdi . Çaya olan sevgisini de on­ dan "çay atamız" diye bahsederek şaka yollu dile getirir­ di. - Kaniye Hanım, Atsız Bey hakkında anlatacağınız da­ ha pek çok şey olduğunu anlıyorum. Ama, sınırlı bir ko­ nuşma için şimdilik bu kadarla yetinelim. Başka bir ko­ nuşmada öteki konular üzerinde dururuz. Bize vakit ayır­ dığınız için teşekkür ederim.


272

TA N I D I G I M A T S I Z

- Bana babamı, birlikte geçmiş günleri yeniden hatır­ lattınız. Zaten onları unutmama imkan yok. Bu bakımdan ben size teşekkür ederim. (Boğaziçi, Aralık 1985)


EK

-

2

l\vukah Enver Yakuboğlu anlatıyor

«ATSIZ'IN SON DAVASI..

1

975'te Orta Doğu gazetesinde köşe yazıları yazıyor­ dum . Atsız Bey'in vefatı üzerine, onunla olan uzun ve yakın beraberliğimize ait hatıraları bir yazı dizisi halinde kaleme al­ dıın . Atsız'ı vatan toprağındaki ebedi uykusuna bıraktığımız gün başlayan bu dizi, düşünceme göre, bir hafta kadar süre­ cekti. Fakat, öyle olmadı. Hatıraların pek çok ve zaman zaman yoğun oluşu, dizinin uzamasına yol açtı. Öte taraftan, gençlerin bu yazılara umula­ nın üstünde rağbet ve alaka gösterişi , uzayışın bir başka sebe­ bi oldu. Türkçü olan ve olmayan gençlerin, bu hatıralardan ib­ retler alabileceği düşüncesi de, teferruata geniş yer verilmesini gerektirdi. Bütün bunlardan dolayı, yazılar sanırım 35-40 gün devam etti. (Daha sonra, başka hatıraların da ilavesiyle kitap haline getirilerek 1 978'de yayınlanan TANIDIGIM ATSIZ'ın esasını bu yazı dizisi meydana getirmiştir). Yazıların ilerlediği günlerde, belki sonlara doğru bir gün, Avukat Enver YAKUBOGLU beni aradı. Kend{�ini yakından tanımıyordum . Atsız'la ilgili hatıralarımı dikkatle takip ettiğini, faydalandığını belirterek sitayişkar sözler söyledi. Kendisi, At­ sız'ın avukatlığını yapmıştı. Bu dönemle ilgili hatıralarını bana anlatmak istiyordu . İlerde bir gün, bunların yayınlanabileceği­ ni ve bir kıymet ifade edebileceğini düşünüyordu . Ben de, onun bu fikrine katıldım. Yazıhanesinde buluştuk. Anlattıkları­ nı banda aldım. Hemen yayınlanmasını istemiyordu . Açıkça söylememekle birlikte "benden sonra . . . " der gibiy-


274

TA N I D I Ô I M A T S I Z

d i . Bandı muhafaza ettim . Enver Yakuboğlu ile, sonraki yıllar­ da yakın dostluğumuz oldu. IRAK TÜRKLERİ kitabının yayın­ lanmasında teşvikçi ve destekçi oldum. Çeşi�Ii vesilelerle gö­ rüştük. Yakuboğlu , Haziran 1988'de vefat etti. Bu hatıraların, ilerde Atsız'la ilgili olarak yazılacak eserler (w daha umumi olarak Türkçülük tarihi için) kıymetli bir malzeme teşkil ede­ ceğine inanıyorum. Bu bakımdan, merhum Yakuboğlu 'nun sözlerini, anlattığı gibi, herhangi bir müdahalede bulunmadan, aynen yayınlamayı uygun buluyorum. Yer yer görülen cümle düşüklükleri, kopukluklar buradan ileri geliyor. Onları dahi düzeltmeyi içime sindiremedim. Benim burada yaptığım, nakil­ cilikten ibarettir. Okuyucular için gerekli gördüğüm birkaç no­ tu , hunun için metne dahil etmeden, ayrıca vermeyi uygun buldum. Bu vesile ile, merhum Enver Yakuboğl u'nun bende özel yeri bulunan aziz hatırasını rahmetle yad etmek vazifem­ dir. • • •

- Efendim ben Hoca'ya, daha Balıkesir Lisesinde talebe iken, Nazım Hikmetof Yoldaş'a hitaben yazdığı bir yazı<n dola­ yısiyle kalben bağlanmıştım. Esasında, bir Kerkük Türkü oldu­ ğuma göre, bu bağlanışım, tabii idi. Kafamda daima canlandı­ rırdım onun Türkçülüğünü. Askeri hakim olduğum zaman da aynı hava içinde yaşadım. Üniversite talebesi iken Bozkurt, Gökbörü ve Rıza Nur'un da bir dergisi vardı. Tanrıdağ, bun­ ları sık sık okudum. Hukuk talebesi iken, Türkçü gençler, el sıkıştığımızda "Yaşasın Türk!" derdik. Fakat, hoca ile tanış­ mak fırsatını hiçbir zaman bulamadım. Sebebi de, askeri ha­ kimdim. Ve kader beni, Hoca'yı mahkemeye sevkeden Kazım Alöç'le"' beraber Merkez Komutanlığında birleştirdi. Kazım Alöç, o da merhum oldu, Merkez Komutanlığı Şube Müdürü idi , ben de Merkez Komutanlığı hakimi idim. Ben, rütbe farkı olduğu için, onu dinler, o bana mütemadiyen Turancıların aleyhinde konuşur, benim içim sızlar, isyan edemezdim. Niha­ yet bir gün patladım, dedim: "Ben de bunlardanım be, diyece(lJ Atsız'ın "Komünist Don K.işotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yolda­ şa" (İstanbul 1935) adlı eseri olmalı.

(2) Kazım Alöç " 1 994 Irçılık-Turancılık Oavası"nda Türkçüleri yargılayan mahke­ menin savcısı idi. Görevi dışında, Türk Milliyetçiliğine yakınlık duymayan bir kimse ol­ duğu için ve muhtemelen bu özelliği göz önünde bulundu!lllarak savcılığa getirildiği anlaşılnıoktadır. Hatıralarını, l 96Tde Yeni Gazete'de yayınlamıştır.


TANJDIGIM ATSIZ

275

gın var mı?" Bu, kumandanın da hoşuna gitmiş. Kumandan, bana bilhassa siyasi işlerde çok itimat ederdi. Hoca'ya bağlılık hislerim böyle gittikçe tekamül ediyor, gittikçe olgunlaşıyor. Askeri hakimlikten ayrıldım, 52 senesinde, wukatlığa başla­ dım. Hoca' nın elime geçen nesi varsa okudum. Gene de tanış­ mam mümkün olmadı. Nihayet, 55 'te Irak'a, Ksrkük'e gittim. Gittiğim zaman, bütün oradaki gençler "Hoca'yı tanır mısın?" dediler. "Hoca'yı yazılarından tanırım, ama şahsen tanışma­ dım" dediğim zaman herkes beni ayıpladı. Baktım ki, Kerküklü gençler, onu benden çok daha iyi tanıyor. Mahcup oldum. Halbuki, onlar beni gözlerinde büyütüyor. "Sen orada Merkez Komutanlığı hakimisin, nasıl olur da Nihal Hoca'yı tanımaz­ sın?" diye beni tenkid ettiler ve adeta küçülür gibi oldum. İlk kararım, gider gitmez Nihal Hoca'ya Kerk Ük Türklerinin bu hissiyatını anlatmak ve aynı zamanda kendisine bağlı olduğu­ mu , hissiyatımı her şeyi ile kendisine ifade ve izah etmek için fırsat arar hale geldim. Nihayet, çocuğum doğdu , kızım. Kızı­ mın ismini koymak için düşündüm, gideyim, bunu vesile ya­ payım dedim. Gittim, Süleymaniye Kütüphanesinern 956'da. Tanıştım kendisiyle. "Efendim, dedim, ben esl_;:i Merkez Komu­ tanlığı hakimiyim. Kerküklüyüm. Bir kızım doğdu. Buna bir Türk ismi koymak istiyorum. Sizden ricaya geldim." Adresimi aldı "Ben sana mektupla bildireyim" dedi. Çıktım Süleymaniye Kütüphanesinden. Üzüldüm. Dedim "Beni atlattı mı acaba?" Fakat, aradan döıt gün geçmedi, bir mektup bana. Bir liste ha­ linde kız isimleri. İçinde, bir sürü, mesela Sırma, gibi Türkçe kız isimleri. Bunun yanında bilmediklerimiz de var<�ı. Birgün hanımla konuşurken dedim ki: "Bizde bir Gülboy ismi var. Bu, acaba Farsça mı?" "Hayır, dedi, bu Gülboy, bir Türk ismidir. " " O zaman, ben Hoca'ya gideyim, bunu d a söyleyeyim, " dedim. Kalktım, gittim "Hoca, dedim, bizde de böyle bir isim var. Ne dersin?". "Bunu tercih ederim" dedi. Bu suretle Hoca ile müna­ sebetlerimiz başlamış oldu. 958 senesinde ben "Irak Türkleri Kültür Cemiyeti"nin kuru(3) Aısız, Haydarpaşa Lisesi'nde öğretmenlik görevinden a .• narak, l 952'de, Siiley­ maniye Kütüphanesi tasnif memurluğuna "geçici" olarak nakledilmiş, burada, emekli olduğu 1969 yılına kadar çalışmıştır. (4) Acsız'a, doğan çocukların adları için böyle müracaatlar sık sık yapılırdı. Onun da elinde hazır listeler vardı. Yakuboğlu·r{�ın bu müracaatını olağan karşılaını.ı ve ha­ zır listelerden birinden göndermiş olduğu düşünülebilir.


TA N I D ! G ! M A T S I Z

276

cularından ve ilk genel başkanı oldum. Irak Türkleri hakkın­ da basında sık sık beyanatlarım çıkıyordu. "Bu beyanatlarımı acaba Hoca okuyor mu?" diye içimde bir şey var. Fakat, cesa­ ret edip de bir daha gidemiyorum. Bir gün çıktım, baktım, Ho­ ca elinde çantası, Köprü'ye doğru gidiyor. A . D- (Bahçekapı'yı imaen) Şuradan geçerek . . '5ı .

E . Y.- Evet, doğru, Gittim. Köprü'de yakaladım. "Efendim, dedim, sizi rahatsız ettim. " "Buyrun!" dedi. Gayet ciddi bir şe­ kilde. Dedim "Ben size iki sene evvel çocuğumun ismini sor­ mak için gelmiştim. Bana lütfetıniştiniz." "Ha, dedi , o Kerkük­ lü siz misiniz?" Evet, benim dedim. Fakat, yine de resmi ko­ nuştu . Kadıköy iskelesine kadar götürdüm. Aradan zaman geçti. Bir ay mı, iki ay mı, bilmiyorum, Köp­ rü'de karşılaştık . Tanımadı beni. Ben de geçtim. Bir gün gene gördüm, gene takip ettim: "Vallahi, dedim, ben size çok hür­ metkarım, sizi çok severim, kaç defa sizinle tanışmak istedim. Beni tanıdınız ama, unuttunuz galiba. " "Vallahi ben dalgınım, dedi , kusura bakmayın", dedi. "Evde sizi rahatsız edeyim mi?" dedim. "Hayhay! dedi. Ben şimdi buradan bineceğim vapura, Haydarpaşa'da da tirene bineceğim."'6ı "Ben sizinle gelebilir miyim?" dedim. "Gelin" dedi. Vapurda ben konuşuyorum, o dinliyor. Ara sıra Kerkük'ü bana soruyor. Tirene bindik. Boş bir kompartımana gittik . İkimiz. Tam oturacağı;: karşımıza bi­ risi geldi, oturdu. Sanki kasdı varmış gibi. Biraz da içmiş bir havası var. "Selamün Aleyküm" dedi. Hoca buna kızdı, aldığı gibi çantayı hemen çıktık, başka bir yere gittik. Bu suretle, Hoca ile artık sima itibariyle tanışıklığımız ta­ hakkuk etti. (5)

Bu konuşmayı, Enver Yakuboğlu'nun, o zaman Umum Sigona Hanı'ndaki

avukatlık yazıhanesinde yapmıştık. Bu han, Eminönü'nden Bahçekapı'ya sapan yolun tam karşısında bulunuyordu. Atsız Bey, bu hanla karşı karşıya olan bir eczahaneden sık sık alış-veriş ederdi. Yakuboğlu işyerinden çıktığında Atsız'ı bu yoldan Karaköy'e giderken görmüş olmalı.

(6) Atsız Bey, Süleyınaniye Kütüphanesi'ndeki vazifesine gitmek için, her gün Maltepe i.>tasyonundan banliyö tirenine biner, Haydarpaşa'da vapura aktarma yapar ve bu vapuıun yanaştığı Karaköy iskelesinden Süleymaniye'ye kadar yürürdü. Dönüşte de aynı yolu ters yönde takip ederdi. Günde yaklaşık dön saatin israfı demek olan bu uzun yolculuğa Atsız, bir döıtlüğünde şöyle işaret etmektedir: Yürnr gün doğmadan yollarda her gün Sakat. sessiz ve aksak bı:r baya/et.

(26 Aralık 1 963)


TANIDIGIM ATSIZ

277

Bir gün Kerküklü gençler gelmişti. Dediler: "Bizi goturur müsün?" Kalktım, randevu aldım, gittim evine. Tanıştırdım gençleri. Mütehassis oldu. Konuştuk. Artık ismimi öğrendi: En­ ver Yakuboğlu. Ta, oğlum doğuncaya kadar. Böyle, tesadüfen gördüğüm zaman hatırımı sorar ama, fazla samimiyetimiz yok. Oğlum doğduğu zaman, Turgut Atasoy vardır, bilir misiniz, Şe­ hir Matbaası, hep oraya giderdim. Dedim ki "Bir oğlumuz ol­ du. Hoca'ya ben telefon etmeye çekiniyorum." "Ben dedi, aça­ rım telefon u . " Dedim "Afşin, Afşin diye duyuyorum. Afşin hak­ kında bir bilgim var, ama bir de Hoca'ya soralım. " "Çok nazik bir mevzu, dedi bana, çünkü Afşin'e karşı zaafı var. Sorma­ yalım. " dedim Aldırmadım. Kalktım, gittim "Hoca, dedim, be­ nim bir oğlum oldu. İzin verir misiniz, buna bir isim. . . . ben yi­ ne size geldim. Afşin koymak istiyorum, ne dersiniz?" Mütehas­ sis oldu çok. Ve o gün tesadüfen, Reşide Hanırn'la merhum Nejdet Sançar da evinde misafir. Onlar büsbütün sevindiler.'"' Ve, benim oğlumun ismini orada kararlaştırdık. Alakamız böy­ lece başladı kuvvetlenmeye. Ötüken'"> dergisinde bulunduk. "Ötüken dergisinde nıçın yazı yazmıyorsun?" dedi bana. Ben cesaret edemiyorum. "Ho­ cam, dedim, siz her zaman böyle Kütüphaneden çıkıp yürür müsünüz?" . "Evetı ". Ben de onu ayarlardım, çıktığı saati. Saat

(7) Nejdet Sançar'ın oğlu ve Atsız'ın yeğeni olan Afşın, heni;z 15 yaşında iken, 1 960 Kasımında vefat etmişti. Bu hadise, aile içinde, uzun yıllar yaşayacak daimi bir teessürün kaynağı olmuştur. Atsız, yeğeninin vefatı üzerine yazdığı "Afşın'a Ağıı" şiirin­

de, duygularını şöyle dile getirmiştir: Ne ümitlerle gelip dı:ıı ıyaya Eıı güzel ismi takındııı: Afşııı' Böyle erken bırakıp gitme nedeıı? Kaç bahar, kaç yılı doldıu-dıı yaşııı' Kaldı senden bize bır gamlı seda . . Bir vedadır o seda, sade veda'

(6 Kasım 1 969)

Atsız'ın, bu şiiri, Afşın'ın ölüm haberi üzerine, Ankara'ya giderken tirende yazdı­ ğını tahmin ediyorum. Turgut Atasoy, Afşın isminin, Atsız'a o acıklı hadiseyi hatırlat­ masından çekindiği için, bu konuyu açmamasını Enver Yakuboğlu'na telkin etmiş ol­ malı. (8) Nejc.let Sançar ile zevcesinin sevinci ve Atsız'ın memnuniyeti, Turgut Atasoy'un tahmini hilafına, Afşın isminin yeni doğan bir Türk oğlunda yaşayacak olmasından ile­ ri gelmektedir. (9) Ötüken, Atsız'ın yayınladığı son .dergidir. Aylık olaral., isıanbul'da, 15 Ocak 1 964- Kasım 1975 arasında 113. sayı çıkmıştır. Derginin sorumlu müdürü (Mustafa) Ka­ yabek, saymanı Muzaffer Eriş idi.


T A N I D I G I M ATS I Z

278

gibi, dakika gibi . Kendisini burada karşılar001 , arkasından gi­ der, ta Kadıköy İskelesine kadar bırakırdım. Dedi ki "Enver Bey, sen benimle konuşmak istiyorsun ama, bu olmuyor. Ben cumartesi günleri, Mustafa Kayabek'in dükkanına giderim."(\ıı Ben cumartesi günleri Mustafa Kayabek'in dükkanına yolumu düşürürdüm. Okurdum. "Hoca, diyorum, bu yazıda suç unsu­ ru var . " " Olmaz bir şey", filan. "Hocam, suç unsuru görüyorum bazı şeylerde" . "Canım, Türk bir şeyden korkmaz, ne olacak!" "Hiç olmazsa bunu daha usturuplu yazın!" "E, k;ırdeşim dedi, öyle bir şey olmalı ki ben yazıyı sana vermeliyim. Sen de bun­ da suç var mı, yok mu, bak sen hukukçusun, yazıyı böyle ya­ zalım bari. Çünkü iki cümle yazsam bir suç var diye sen bana yazı yazdınnazsın. En iyisi, ne sen bana sor, ne ben sana bir şey söyleyeyim." Bunu dedim ama, sanki benim içime doğmuş gibi, "Ko­ nuşmalar" diye bir yazısı çıktı Ötüken'de.021 Bir ay sonraydı bu " Konuşmalar"dan Savcılıktan çağrıldı0'ı. Bana açtı telefonu "Enver, böyle bir durum var" dedi. "Peki, dedim, Hocam, gi­ delim. " Mustafa Kayabek'le o. Kalktık gittik. "Konuşmalar" baş­ lıklı yazılar üç-dört sayı devam etti. Bende duruyor, istediğiniz zaman size takdim edeceğim. "Hocam, dedim, şimdi siz ifade

(10) Yakuboğlu, Atsız'ı 5 nu.lı dipnotunda beliıtriğimiz geçiş yolu üzerinde, Bah­ çekapı'daki yazıhanesinin önünde karşıladığını belinmek istiyor.

( 1 1 ) Mustafa Kayabek'in antikacı dükkanı, o yıllarda, Kapalıçarşı'nın Beyazıt çı­ kışı ile Sahaflar Çarşısı arasından Bakırcılar'a uzanan yol üzerinde_ bulunuyordu.

O ta­

rihte cumanesileri tam gün tatil değildi; yarım gün, öğleye kadar çalışılırdı. Atsız, cu­ maı1esi günleri Süleymaniye Kütüphanesi'nden çıktıktan sonra, yakındaki bu dükkana uğrardı. Burası bir buluşma yeri, aynı zamanda Ötüken'le ilgili işlerin konuşulduğu bir yazıhane gibiydi.

( 1 2) "Konuşmalar"ın ilki, Ötüken'in Nisan 1967 tarihli 40. sayısında;

1967 tarihli 41

sayısında; 3. sü Temmuz 1967 tarihli

2. si, Mayıs

43. sayısında yayınlanmıştır. Bu

yazılar, devrin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Gaziantep'e giderken bir işçinin 'idare­ ciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar' sözlerine karşılık 'Türk top­ raklarında yaşayan herkes Türktür' demesi üzerine (Atsız Armağanı, İstanbul 1 976) ka­ leme alınmıştır. Ancak, asıl sebep, o tarihlerde, Künçülerin Doğu ve Güney-Doğu Ana­ dolu bölgelerimizde başlattıkları yıkıcılık ve bölücülük hareketleridir.

( 1 3) Atsız, "Konuşmalar" dizi yazılarında, komünistlerin ve kızılların gizli çalış­ malarını açıklamıştı. Savcılık, bu yazılar üzerine bir tahkikat açtı. Fakat, Atsız'a hiçbir suç kondu rnlamadı. Ancak, Ankara'daki komünist kurnluşlar, Atsız aleyhinde bildiriler hazırlayıp sokaklarda dağıtınca ve Adalet Partisi'ne mensup bir Diyarbakır senatörü Se­ nato kürsüsünden Atsız aleyhinde .ığır bir konuşma yapınca, mesele siyasi bir veche kazandı. Bunun üzerine, dönemin Adalet Bakanı Hasan Dinçer, Bakanlık olarak yeni bir tahkikat açtırdı, bunun sonucu olarak Atsız mahkemeye sevkedildi.


T A N I D I G I M ATS I Z

279

vereceksiniz, bunda kasdınızı belli etmeyin. Yani, böyle üzeri­ ne basa basa, bir dava adamı gibi ifade vermeyin. Kasdınızın ne olduğunu tavzih edin" dedim. "Yok, dedi, ben ne demiş­ sem, ne kasdetmişsem, onu aynen söylerim" dedi. Nitekim, be­ nim söylediğim birçok şeyleri, hepsini hasfetmiş. Savcıya ver­ miş olduğu ifade (önündeki dava dosyasını göstererek) bura­ da duruyor, dosyada duruyor. Bu ifadeyi verince . . . Dava da şöyle açılıyor: Bu "Konuşmalar" başlıklı yazılar hakkında o zaman doğu vilayetlerindeki bazı gençlerin veya genç olmayanların bir sürü dernekleri var. Bunlar efendim iş­ te orada isimleri var. Diyarbakır Kültür Derneği, bilmem Bitlis Kültür Derneği, Ağrı bilmem ne derneği, bir sürü dernekleri var. Bu derneklerin, 12 Mart'tan sonra birçoğu kapatıldı ve bir kısmı da (bunların kurucuları) mahkemelere düştü. Bunlar, Hoca'nın " Konuşmalar" başlıklı yazısına karşılık Hoca'ya haka­ ret eder mahiyette, hakaretamiz sözlerle kim kimi kovuyor. Küıtçülüğün tipik bir ifadesi, onların çıkarmış olduğu beyan­ namede vardı. Bu beyanname mi diyeyim, şey mi diyeyim . . . A . D .- Broşür . . . E. Y.- Broşür mü diyeyim. Hayır, burada duruyor şeyleri . . . A . D .- Beyanat? E.Y.- Beyanat. Bu beyanatı Ankara Savcılığı ele alıyor ve Ötüken dergisinin İstanbul'da çıktığını mevzuubahis ederek İs­ tanbul Savcılığına gerekli muamelenin yapılması yani suç var mı. yok mu diye, gereğinin İstanbul Savcılığınca düşünülmesi diye, o beyannameyi, yahut deklarasyonu neyse, onu gönde­ riyor. Hoca'nın bu şekilde ifadesi alınıyor. Fakat, hoca ifade vermeden evvel Savcı, bu yazıları, (yazılar bitmeden, çünkü seri halinde, iki yazı çıkmış üçüncü ve dördüncü yazısı da var; yahut üçü çıkmış da, dördüncüsü çıkmamış, devam ediyor<"ı Bu yazıları) Prof. İlhan Akın, Prof. Sulhi Dönmezer, Prof . . . . ceza profesörüdür, Nevzat mıydı? (14) "Konuşmalar", Öıüken'de 1. il. Ill. numaralarla üç sayı yayınlanmıştır, Ya­ kuboğlu bir dördüncüsü varmış gibi haıırlıyor. Ancak, aynı konuda ve aynı tarihlerde Atsız'ın yine Öıüken'de birkaç yazısı daha çıkmıştır: "Kızıl Kürtlerin Yaygarası" (42. sayı), "Bağ_ımsız Kürt Devleti Propagandası" (43. sayı), "Doğu Mitinglerinde Per­ de Arka�ı" (47. sayı), "Satılmışlar-Moskof Uşakları" (48. say·ı). Yakuboğlu, bu yazı­ larla "Konuşmalar" dizisini karıştırmış olabilir.


280

T A N I D I G I M ATS I Z

A . D .- Nevzat Gürelli. E.Y.- Gürelli, evet. Bu üç kişiden oluşan bir bilirkişi mari­ fetiyle suç var mı, yok mu diye veriyor, ondan sonra Hoca'yı çağırıyor ifadeye. Onlar da suç var diye rapor veriyorlar. O ra­ pordan sonra Hoca'yı çağırıyorlar. Fakat, yazı bitmemiş daha. Biz o arada bir yazı daha çıkarıyoruz. İzah ediyor Hoca. Diyor ki "Ben bu yazıyı yazarken kasdım şu değildir, bu değildir, be­ nim kastım Doğu vilayetlerindeki vatandaşlarımıza şusun, bu­ sun demek değil, fakat Kürtçülüğe karşı, bu milletten kendini saymayanlara karşı işte şöyle hadise olmuştur, böyle olmuş­ tur", bazı şeylerden bahisle, kasdını bu yazıda izah ediyor. Ve o yazı beklenmeden, biz, Hoca, yazı işleri müdürü Kayabek'le birlikte İstanbul Toplu Basın Mahkemesine sevkediliyoruz. Biz mahkemede diyoruz ki: "Efendim, bir yazı kül halinde ele alı­ nır. Suç unsuru arandığı zaman, yazının bir kısmı tedkik edilip, diğer kısmı tedkik dışı kalıp da bu yazının küllü olmadan ra­ por gelmiştir. Bu itibarla, kaldı ki Savcı da taraftır, biz de tara­ fız, mahkeme tarafsızdır. Bu itibarla, bu yazıda suç unsuru var mı, yok mu , son çıkan yazıyı da eklemek suretiyle yeniden bir bilirkişi tedkikatı yapılması gerekir. Ve, bunda haklıyız, huku­ ki görüşümüz bu. Fakat, mahkeme lüzum görmüyor. Yalnız, o yazıyı da Savcıya veriyor. Savcı kanaatinde devam ediyor. Bu davaların ilk celsesinde, ilk celseye gittiğimiz zaman, İs­ tanbul Adliyesi, bilhassa Basın Mahkemesi gençlerle dolu, mu­ azzam kalabalık, içeri girilmiyor, koridorlar ağzına kadar dolu. Orada resim vardır, bakın lütfen, görürsünüz, çıkışta ama, Ad­ liyedenmı_ Savcı, aşağı-yukarı rica eder gibi diyor ki: "Aleyhte ve lehte tezahürat olabilir. Mahkemenin ciddiy-:ti belki ihlal edilebilir. Sizden rica ediyoruz. Gizli olsun bu şey. Bu celseye mahsus olmak üzere . " Adeta bize yalvarır gibi Savcı. Yani, bir hadise çıkmasın. Biz diyoruz ki "Burada aksine Hocanın aley­ hine bir tezahürat yapılması mümkün değildir. Sonra, buraya gelen gençlerin hepsi kanunlara, nizamlara, memleketin mev­ zuatına saygılı gençlerdir. Milliyetçi gençlerdir. Bu itibarla, böyle bir ş�y olamaz" . Fakat, Savcının ısrarı daha doğrusu rica eder gibi ısrarı karşısında Hoca bana dönüyor " Hayhay" diyor. Yoksa, biz solcular gibi hadise yapmak isteseydik, "mahkeme ( 1 5) Enver Yakuboğlu'nun vefatı dolayısıyla, Dr. Nefi Demirci'nin Yeni OR­ KUN'un 7. sayısındaki yazısı içinde yayınladığımız fotoğraf.


T A N ! D I G I M ATS I Z

28 1

alenidir, gizli olması için bir sebep yoktur" diye, efendim, di­ renebilirdik ve mahkeme de bizim bu şeyimize aşağı-yukarı uymaya mecbur değil de, usul mevzuatı uyarınca halletmesi la­ zımdı: Fakat hoca o kadar gösterişten azade, hadise çıkmama­ sını isteyen bir adamdı ki, kanunlara, memleketin nizamına saygılı bir insan olduğu için, diretmedi "hayhay" dedi ve celse gizli oldu . Aleyhte de en ufak bir tezahürat olmadı. Gelenlerin hepsi saygı ile çıktılar dışarı. Bu dava böyle devam etti. Biz, bir hayli vesika verdik. Tür­ kiye'deki Kürtçülük hareketlerini, efendim, ifade eden bazı neşriyatı ekledik. Tekrar bilirkişi heyeti istedik, kabul edilmedi. Mahkum olduk biz. Temyiz ettik kararı, Temyiz Mahkemesi usulden bozdu. Dosya İstanbul'a gelmez ama, 12 Mart Muhtırası verilmiş, ve bizim o dergide söz konusu ettiğimiz mevzuların hepsi 1 2 Mart Muhtırasında, ondan sonraki tebliğlerde aynen kabul ediliyor. Nitekim, biz, basının sorumsuz bir şekilde hareket ettiğini, memlekette Komünist propagandası, Kürtçülük olduğunu za­ ten mevzuubahis etmiştik. "Bunlara karşı tedbir almak lazım, demokrasiye karşı bir şey değil de, tedbir lazım. Memleketin, devletin otoritesinin düşmemesi lazım" demiştik. 12 Mart Muh­ tırası'nın bütün esprisi buydu zaten. Mahkemede dedik ki: "Efendim, bakın, bizim dediklerimiz aynen çıktı, ve size veımiş olduğumuz şerhle birlikte bunları bir kere daha şey yapın." Daha enteresanı, dedik ki: "Bizim yazdığımız yazılarda Kürtçü­ lük konusu vardır. Kürtçülük Davası, Diyarbakır'da Örfi İdare Mahkemesinde bir sürü takibat vardır. Bunların irtibatını dik­ kate alın. Siz yetkili değilsiniz. Bizim davamızı örfi idare mah­ mesine verin", dedik. Ve o gün Tercüman'da bir fıkra yazarı hayretle yazıyor, diyor ki, "İlk defa bir avukat, askeri mahke­ meye gitmesini istiyor müvekkilinin. Yani, herkes askeri mah­ kemeden kaçıyor, bizi siz askeri mahkemeye sevkedin, çünkü siz yetkili değilsiniz" diyor. Hoca da bunda ısrar ediyor. Aske­ ri mahkemeye gitmesinde ısrar ediyor. Mahkeme kabul etmi­ yor. Neticede, "aynı ehlivukuflara ibraz etmiş olduğumuz delil­ ler karşısında bir daha sorulsun, 12 Mart Muhtırası· da ortada" dedik. Ehlivukuf diyor ki, evet bu gösterilen vesikalar bu yazı­ ların saikıdır, diyor. Yani, sebep olmuştur. Biz de mahkemeye diyoruz ki, " Saikıdır demesi de bir tahrik altında kaldığımızın


282

TANIDIGIM ATSIZ

delilidir. Çünkü, insan şahsiyatla bir tahrik suçu işlemez. Ba­ zen, bir millete yapılan hakaret, o milletin bir ferdini tahrik edebilir. Masum bir vatandaşa yapılan . bir haksızlık bazen bir kitleyi tahrik edebilir. Binanealeyh tahrikin bir ölçüsü yok. Bi­ zim de bu yazılarımız, suç değil. Yoktur amma, bu tarz bir suç eğer varsa burada tahriki ehlivukuflar da kabul etmiş. Saik di­ yor amma, biz ona da inanmıyoruz." Fakat birinci mahkemede mahkeme reisi Fehmi Bey (Feh­ mi Çağıl), muhalif kı.lıyor ve ortada suç olmadığını muhalefet şerhiyle beyan ediyor. Ve, mahkemede dedik ki biz, bozulduktan sonra "Efendim, reis muhalif kalını�Lır, suçumuz olmadığını söylüyor. Siz, iki üye bizi mahkum ettiniz. Artık hissiyatınız meydanda. Dava usulden bozulmuştur. İstirham ediyoruz, biz hiçbir zaman ha­ kimin reddini düşünmeyiz. Fakat, huzur bakımından, bizim de huzurumuz bakımından ihsas-ı rey etmiş durumdasınız. İstin­ kaf edin" dedik. "Red mi?" dediler. Hayır, dedik. Hoca da. "Biz reddetmiyoruz. Türk hakimine hürmetimiz vardır. Ama, bir ih­ sas-ı rey gibi görüyoruz bunu. Bu itibarla, istinkaf edin lütfen" diyoruz. Etmiyorlar. Neticede , biz 1 5 aya mahkum oluyoruz. Eğer tahrik olsay­ dı, ceza iner, bir seneye mahkum olurduk, bir seneye kadar da cezaların tecili mümkündür. Bütün bu dava safhasında Hoca yeniden dirilmiş, yatağına sığmayan bir nehir gibi, bir genç gibi, hiçbir şeyden yılmayan, hapismiş, şuymuş, buyıruş hiçbir değer vermeyen bir hava içindeydi. Ve, sanki Hoca yeniden doğmuş gibiydi. Senelerden beri, 44 hadisesinden bugüne kadar o inzivaya çekilmiş Hoca, yeniden davasının heyecanını gençlere ve bize yaşatıyordu ha­ kikaten. Her mahkemesinde yüzlerce genç geliyordu . Hatta te­ lefonlar yağıyor "Hoca'nın davası ne zaman? Ne zaman bitecek bu dava?" Ve, ben size samimi olarak söylüyorum Altan Bey, arkadaşım Adnan Beye de söylüyorum06\ 23 senelik avuka­ tım, senelerce askeri hakimlik yaptım, hukukla uğraşan bir adamım, demiyorum bir büyük hukukçuyum, mütevazı bir hu­ kukçuyum kendi çapıma göre, istanbul'da vilayet meclisi aza-

(16) Konuşma sırasında, Enver Yakuboğlu'nun bir arkadaşı da gelmişti. "Adnan Bey" dediği, bu zanır.


T A N I D ! G l 'v! ATS I Z

283

lığı yaptım, efendim siyasi partiye girdim, kendime göre mev­ ki sahibi oldum. Fenerbahçe Kulübü gibi şerefli bir kulübün disiplin kurulu başkanı oldum, disiplin kurulu üyesi oldum de­ falarca . Bunların hepsi şerefli şeyler. Meslek hayatımda dava­ lar kazandım, davalar kaybettim. Kaybettiklerim de var tabii. Kerkük Türklüğü ve dünya Türklüğüne canını veren bir karak­ ter içindeyim. Heyecanlı günler yaşadım. Sevinçli olarak ve şe­ ref telakki ettiğim, çocuklarıma hayatta vasiyet ettiğim tek şey Nihal Atsız gibi, bir idealist liderin avukatlığını yapmak benim en büyük şerefim ve çocuklarıma bırakacağım tek mirastır. Yalnız çocuklarıma değil, bir gün Iraklı Türk, benimle iftihar edebilir: "Nihal Atsız'ı Kerküklü bir avukat müdafaa etmişti" di­ ye. Irak Türkleri için bir kıvançtır bu . Bunu bütün kalbimle söylüyorum, samimi olarak söylüyorum. Ve, söylemişlerdir: "Nihal Atsız'ın avukatı kim, biliyor musunuz, Enver Yakuboğ­ lu, bizim hemşerimiz . " Irak Türkleri bununla iftihar ediyor. Bak biz onu müdafaa ediyoruz, böyle büyük bir adamı. Irak Türk­ leri o kadar bağlı buraya. Bu hissiyatımı antrparantez anlatıyorum. Mahkeme ısrar etti kararda07l. Mahkumiyet kararı bana bi­ raz sürpriz oldu . 10 günde mi, 1 5 günde mi ne kesinleşti. Tem­ yiz Mahkemesinin tasdikini biz beklemiyorduk . Tebligat yapıl­ dı.°"ı Hoca bir sürü şeylere girmiş: Kitap yazıyor, zihni karma­ karışık. Ev naklediyor. E, bunlar, infazın tehiri için sebeptir. Haklı olarak biz dilekçe verdik, dedik ki usul kanununda var­ dır serahat. Ve bir de nakdi teminat yatırdık. Hem Kayabek için, hem de Hoca için. Yalnız, Hoca bir şeye çok üzülüyordu . Mahkumiyete asla! Hapisten asla çekinmiyordu . Onu üzen, ni­ çin Mustafa Kayabek'in bu işi üzerine aldığı. Mustafa Kayabek yazı işleri müdürü. Yazının basılışından haberi dahi yok ada­ mın. Neden Mustafa Kayabek "Efendim, ben hakikaten bu ya­ zı yazıldığı zaman yoktum. Gerçi ismen ben yazı işleri müdü­ rüyüm ama . . . " demedi. Bir müdafaa sebebidir. "Neden benim yüzümden o da hapse girsin?" En fazla üzüldüğü odur. Musta(17) Mahkemenin ilk kararı, Yakuboğlu tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz Mah­ kemesi, kararı bozmuş, dava aynı mahkemede yeniden görülmüştür. Kararın ısrarı, iş­ te bu safüadadır. Hakimler heyeti, ısrar kararını, yine başkanın muhalefeıi ile ve

2-1 'lik

ekseriyeıle vermiştir.

(18) Atsız ve Kayabek, Temyizin fakat bu istekleri kabul edilmemiştir.

tasdiki üzerine tashih-i

karar için haşvurmu�lar,


284

T A N I D J G I M ATSIZ

fa Kayabek ise "Hocam bırak da, bizim d e mazimize bir şeref olsun, biz de şerefli bir mazi sahibi olalım. Bırak da şundan be­ ni mahrum etmeyin" diye o da ona cevap verirdi. Fakat, o Mustafa Kayabek'in çocuklarına üzülür, Mustafa Kayabek'in hapse girmesine üzülür. Tek üzüntüsü buydu. Bir özelliği var­ dı: Üzüntüsünü sevdiği insanlara hissiyatını söylemezdi. Başka birisinin önünde söylerdi. Kızdığı insanlara direkt söylerdi, fa­ kat sevdiği insanlara hissiyatını izhar edemezdi. Benim inti­ baım bu . İkide bir: "Enver, benim yüzümden oldu. Niçin?" der­ di. Neyse , Mustafa Kayabek'e de "Üzülme, af çıka �, maf çıkar, kurtuluruz" derdi. Fakat, çıkmadı Mustafa tabii gitti. Gitti, memleketinde Elazığ'da, arda mahkumiyetini çekti091. Şimdi, biz dört ay bir infaz tehiri talebinde bulunduk. Sav­ cı da bize verdi. Fakat, kalemde bir yanlışlıkl::ı Hoca'nın kütüp­ hanede, Süleymaniye'deki adresine gönderilmiş, evrak geri dönmüş. Halbuki evine de bir tebligat yapılmı5. Kalemde bir hata olmuş, gelmedi diye, hüküm de kesinleşti diye tutup 2 . Şubeye yazıyor. 2 . Şube de, yakalamak için, Hoca'nın adresi Kartal, Kartal Savcılığına yazıyor. Halbuki daha bizim müdde­ timiz var. Yahut da daha mühlet almamıştık da tebliğ edilme­ mişti bize karar ihtimal. Öyle bir şey var. Yani, şimdi tam ha­ tırlamıyorum. Yani bir hata oldu ama, bu dört ay izni almadan evvel midir, sonra mıdır, şimdi iyice hatırlamıyorum. Fakat, hü­ küm kesinleşince bize tebligat yapılır. Bir hafta bizim hazırlığı­ mız vardır usul kanununa göre. Ya o zaman yahut da dört ay, biz izindeyken oldu bu. Kalem, Süleymaniye'ye yapılan tebli­ gat geri geldiği için tebligat yapılmış kabul ediyor, yakalanma­ sı için, hapse götürülmesi için yazıyor Emniyete. Emniyet de tabii olarak Kartal adresi . oraya gidiyor tabii, polis. Savcılığa teslim edecek, Kartal Savcılığına gidiyorum. Kartal Savcısına diyorum ki " Efendim, bir yanlışlık var. İnfazı yapan İstanbul C . Savcılığı, İnfaz Savcılığı herhalde kalemin bir hatasından habe­ ri yoktur. İzin verin ben müvekkilimi yarın size teslim edeyim. " Savcı " Hayır, diyor, resmen b u cezanın infazı gerekir, ben bun­ d:m haberdar değilim. Bu itibarla yatması lazım. Yarın gidin, İstanbul infaz savcısına durumunuzu anlatın, ama bu akşam hapishaneye gitmesi lazım" diyor. Ne desem olmuyor. En ni­ hayet, Savcı, biraz da benim kırgın şekilde konuşmam karşısın-

(19) Mustafa Kayabek, hapis cezasını Elazığ'da değil, Eğin'de çekmiştir.


T A N ! D ! G ! M ATS I Z

285

da diyor ki "Şu halde bir formül bulalım diyor, şimdi polis ya­ nınızda, ben size evrakı vereyim polise, gidin İstanbul Savcılı­ ğına, orada halledin, bizi de kurtarın bu işten" diyor. Peki di­ yornz. Ve, İstanbul Savcılığına telefon ediyor, orada HulOsi Bey dedikleri zat, gönderin evrakı, biz halledelim diyor. Bakı­ yoruz, yarım saat var, dairelerin kapanmasına. Kartal Savcılığı­ nın önünde, polisle Hoca bir taksi tutuyoruz, İstanbul'a gel­ mek üzere. Ben şimdi şoföre rica ediyorum, ne olur bir an ev­ vel gidelim diye. Rengim sapsarı. Asap bozukluğu içindeyim. Hoca'nın emniyette müteferrikada<20> yatacağını, yaşlı adamın, hasta adamın buna tahammülü olmadığını düşünüyorum . "Ne­ den bu işe girdim, diyorum. Ben mi sebep oldum acaba mah­ kumiyetine?" gibi kendimi muaheze ediyorum. Yanımda Ho­ ca'nın o hasta hali. Çünkü, evine giderim, asker gibi ilaçlar var­ dı. "Bunlar benim askerim, derdi. Şunları alayım, biraz kuvvet bulayım diye . " Biliyorum hastalığını. Şimdi, yetmişicın aşkın bir adamın o akşam hapse böyle hazırlıksız girmesi, sürpriz olarak girmesi beni sarsıyor ve ben onu teselll edeceğime o beni te­ selll ediyor. Nihayet vapura geldik. Vapurda koluma girdi. "En­ ver, dedi senin cesur bir adam olman lazım. Sen askeri hakim­ lik yapmış bir insansın. Küçük yaşta Irak'tan muhacir olarak buraya gelmişsin. Niye böyle?" dedi. "Hocam, dedim, ben şah­ sımı değil, seni . . . " "Bırak yahu, dedi, dava yolunda giden in­ sanlar için bunlar devede kulak şeylerdir. Normaldir. Evvelden hazırdık zaten, biz buna hazırlanmıştık. Onun için üzülme". Ben 60'ta sigarayı bırakmıştım. O gün sigara içtim tekrar. Şu Yenice sigarasından, o gün vapura binerken aldım, sigara­ ya başladım. "İzin ver Hocam, sigaramı içeyim" dedim. Yani, tarihi bir şeydir. Ben 60'ta sigarayı bıraktım. Bir infaz hadisesi­ nin olduğu gün. O gün sigara aldım içtim. Geldik Adliyeye. Adliyede bekliyoruz. S'i geçmiş olduğu için infaz savcısı Hulu­ si Bey yok. Nöbetçi savcıya gittik. Nöbetçi savcının yetkisi ol­ madığı için, dedik "Hiç olmazsa bu akşam evimize gidelim, ya­ rın gelelim, bu iş düzelir" . Haklı olarak "Ben nöbetçi savcıyım, (20) Müteferrika, İstanbul Emniyetine getirilen sanıkların, sorguları yapılmadan önce, gece de kaldıkları özel bölümdür. Penceresiz, loş, genişçe, üç duvar arası bir ma­ hal olan Müteferrika'nın ön cephesinde boydan boya demir parmaklık vardır. Zemin de taş olduğu için, bilhassa kış geceleri soğuk olurdu. (21) Yakuboğlu, Atsız'ın o tarihlerde 70. yaşını aşkın olduğunu söylüyor. Tevkif olayı Kasım 1973'de cereyan ettiğine göre, Atsız (doğumu: 12 Ocak 1 90;) o tarihlerde 68 yaşının içindedir.


286

T A N I D I G I M ATS I Z

b u hususta bir yetki sahibi değilim. Onun için b u gece mecbu­ ren Emniyette kalacaksınız." Bir kolayını bulaIT'.adık. Polis, ben, Hoca geldik Emniyete. Buraya . Şimdi ben Ho­ ca'yı müteferrika'ya atacaklar diye üzülüp duruyorum. Polisin elinde evrak, yukarda nöbetçi müdür muavinine teslim ede­ cek. İçeri girdim, Hoca dışarda. Yok, girmedim içeriye, Ho­ ca'ya dedim ki: "Ben rica edeceğim" . "Yapma, dedi, reddeder­ ler, üzülürsün. Ben memnunum hayatımdan, dedi. Nerede olursa olsun ben yatarım. Olmazsa, otururum" dedi. "Hayır Hocam, ben gireceğim" dedim. Girdim içeri, izah ettim Müdür Muavinine, dedim "Benim bir müvekkilim var. Durum budur. Yarın bu infaz tashih edilecektir. Yanlış bir şey var". "Kim, de­ di, müvekkiliniz?" Dedim, Nihat Atsız. "Ha, dedi, o komünist mi?". İzah ettim. Dedim: "Komünist değil, bilakis, işte 44 hadi­ seleri vardır, Türkçülük şudur, budur". "Ya, dedi, kusura bak­ mayın, bilmiyordum. Peki, ne istiyorsunuz?" dedi. Dedim ki: "Müteferrikaya atarsanız hasta bir zattır, bir şey olabilir. Sizden ricamız, bu akşam size misafiriz. Bizi öyle bir yere bırakın ki, hastaya bir şey olmasın." Nöbetçi komisere telefon etti. Sizde misafir olsun, dedi. Geldik, iki tane komiser oturuyor. Odala­ rına girdik. Soba yanıyor. Hoca'yı koltuğa oturttular. Kalktılar, elini sıktılar. Ben izah ettim. Biz biliyoruz, dediler, Hoca'nın kim olduğunu . Üzülmeyin dediler, bizim bu akşam misafiri­ mizdir. Hoca kalktı, elimi sıktı "Üzülme, dedi, çocukların göz­ lerinden öperim. Yarın gelsen de olur, gelmesen de olur. " "Yok, dedim Hocam, ben erkenden geleceğim" dedim. Çıktım. Yolda, ben dedim Hoca'yı burada bıraktım ama, bu akşam yemeğini yiyemedi, bir şey içmedi. Ben bu halde bırak­ tım onu . Geldim, şurda köprünün altında bir bakkala uğradım, oradan biraz bisküvi aldım. Meyvacı vardı, biraz meyva aldım. Elimde bir paket yaptım, tekrar Emniyete geldim. Yukarı çık­ tım. Verdim. Bisküviler, meyvalar. Hoca oturmuş, kah kah gü­ lüyor. Benim içim yanıyor, o gülüyor. Adamın büyüklüğünü o zaman anladım, yetmiş küsur yaşındaki bir adamın metanetini. Davasına bağlılığını o akşam anladım ve kendimden utandım. Sabahleyin erkenden geldim Emniyete. Akşamki komiserler değişmiş, başka bir komiser var. Girdim içeriye. - Ne istiyorsunuz, dedi. - Ben bu zatın avukatıyım, dedim. - E, ne istiyorsunuz, dedi. Avukatlık iş yok.


T A N I D I G I M ATS I Z

287

- Bir hata olmuş, ben de geldim, yanında bulunayım. - Yani, bu infaz hata mı? ·- Evet. - Eğer siz bunu bugün çıkarabilirseniz ben apoletimi söke­ rim. Ben biraz diklenmeye başladım. Hoca bana işaret etti, 'Sa­ kın ha! ' arda beni frenledi . Ben atladım taksiye, yahut dolmuşa, gittim infaz savcılığı­ na. Biraz sonra baktım Hoca, gayet nazik bir polisle geldi ora­ ya . Meğer Hoca'nın tanıdığı başka birisi görmüş Hoca'yı ora­ da. Ha, ben gördüm yolda, dedim ki, böyle böyle bir hadise oldu dedim. "Yahu, bizim Hoca, Nihal Bey mi, benim hocam. Nasıl olur", dedi. Dedim, "Komiser bana böyle muamele yap­ tı , canım sıkıldı. Ben sen'.�lerce sorgu hakimliği yaptım, emni­ yetle çok münasebetim vardı, böyle bir şeye maruz kalmak be­ ni üzdü". "Sen üzülme, ben gider, şimdi onun cevabını veri­ rim", dedi. Ben dolmuşla geldim Adliyeye. Beş dakika geçme­ di. Baktım Hoca, bir polisle geldi. Gittik Hulüsi Beye. Hulusi Bey: - Kusura bakmayın, dedi, bir yanlışlık olmuş! Derhal infazı kaldırdılar. Hocayı aldım geldim. Bu , birinci safha. O izin müddeti bitti. Hoca hastalandı. Nümune Hastahanesi'ne yatırdık. Nümune Hastahanesinde ra­ por verildi: Dört ay cezasının infazı mümkün değildir. Sıhhate zararlıdır. Fakat, Adli Tıp bunu onaylamadı . Cezasını çeker ama, reviri bulunan bir hastahanede çeker, diye bir rapor ver­ di Adli Tıb. Bu rapordan haberdar olduk, kalktık gittik infaz savcılığına. Hazırlandık. Hocayla beraber. Teslim olmaya gittik. Hulusi Bey'e, infaz savcısına. - Hocam, dedi, siz hastasınız. Rapor da var. Reviri bulunan bir yere yatmanız lazım. Sizi ben Sağmalcılar'a göndereceğim. Çünkü orası daha konforludur. Reviri de vardır. - Hayır, ben gitmem, dedi. Maviş<zzı var orda. Maviş'ten ay­ rılamam, ikincisi ben oraya gidemem, dedi. (22) Atsız'ın manevi evladı olan Kaniye•nin oğlu. Hoca, ona torunu gibi, büyük bir sevgi duyardı ve mavi gözlerinden dolayı "Maviş" diye çağırırdı (Yeni Orkun'un 8. sayısının 16. sayfasındaki resimde birlikte göründüğü çocuk)


TAN!DJGIM ATSIZ

288

Sonra ben: - Hocam, niye? dedim. - 1 2 Mart Muhtırasından dolayı komünistler var orada, ben nasıl gideyim, dedi. - Ama, orada Hulı1si Bey öyle söylüyor, revir yok. - Ne yapalım. Ölürsek ölürüz. Kabul etmedi. İnfaz savcısının bütün ısrarlarına rağmen ka­ bul etmedi. Gerekçesini de söylemedi savcıya . Bana söyledi. Toptaşı Cezaevine gittimı. Bir gün veya iki gün sonra kalk­ tım gittim. Çağırdık. Yukarı çıkardılar. - Nasılsın Hocam, dedim. - İyiyim, dedi. Sorma, burada hep mahkumlar var. Bunlar bana 'baba' dediler. - Koğuşta soba var mı? - Var bir soba. Beni aldılar getirdiler, sobanın yanındaki bir yatağa yatırdılar. Ben altta yatayım, yorulmayayım çıkmayayım diye. Bana hepsi 'baba' diyor. Kimisi meyva getiriyor, kimisi bisküvi veriyor. Ben istemiyorum. Olmaz baba, yiyeceksin! Ben burada sanki bir aile hayatı yaşıyorum. Maviş'i de görür­ sem mesele yok. Ben burada dünyayı idare ediyorum, sen ni­ ye üzülüyorsun?c2•> Gayet şakacı bir hal. A.D.- Nejdet Bey var mı o zaman? Gelmiş miydi Anka­ ra'dan? E .Y.- Vardı , vardı. Buradaydı. A . D .- Reşide Hanım'la beraber. Bostancı'ya taşınmışlar mıydı? E.Y.- Evet, Bostancı'da oturuyorlardı. Fakat Hoca , hasta, biliyoruz. Korkuyoruz da. Zorla elinden b_en bir dilekçe aldım. Hastahaneye müracaat etsin diye. (23) (24)

14

Kasım 1973, Çarşamba.

Atsız,

Toptaşı Cezaevi'nde 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulmuştu.


T A N ! D ! G I M ATS I Z

289

- Peki, dedim, madem ki istiyorsunuz peki. Ben zannettim ki, cezasını hastahanede geçirir, işte doktor vardır, ilaç vardır, şu vardır, bu vardır zannettim. Oraya yatırı­ lırsa rahat eder zannettim. Israr ettim. Hastalığını biliyor. Beş tane hastalığı varsa bir tanesini ancak söyler. Tansiyon var, şe­ ker var, asabiyet var, yaşlı adam, yorgun adam, belli. Yalnız, evde. Kaniye geliyor -evlenmişti- yalnız. Bazen gidiyorsun ba­ kıyorsun, kalörifer yanmamıştır ve zaten yeni. Bütün bunları bildiğim için, sonra cezaevinde soba yanıyor, yanmıyor. Ceza­ evi bile şikayetçi bu durumdan. Bir revirleri yok. Keşke bura­ ya getirmeseydiniz, diyorlar. Gayet nazik davranıyorlar ama, ne yapsınlar, imkanları bu. Nümune Hastahanesine gitti geldi. Üç-dört defa gitti, bilmi­ yorum hangi sebeple muayene olmadı yahut oldu, hep geriye geliyor. Oldu veya olmadı şeklinde bir bilgi alamıyoruz. Niha­ yet bir gün haber aldık ki, yatırılmış . Eh, ben memnunum. Na­ sıl olsa şimdi hastahaned�. Bir gün Orhan Şaik<ısı Bey ya bi­ zim eve, yahut da Kaniye'ye telefon etmiş: - Yarın Hoca, avukatı Enver Beyi istiyor, gitsin oraya, diye. Hoca öyle kolay kolay gelsin filan demez. Mutlaka bir se­ bep vardır, mutlaka. O kadar hassas ki , benim de fazla hassas olduğumu bildiği için , tabiatımı çok iyi bilir, son zamanlarda kanserden şüphelenmiş ve Enver'in haberi olmasın, demiş. Çünkü, ben ona derdimi anlatırdım, bir şeyi büyütürdüm, ves­ vese yapardım. O bana teselli verirdi. Şimdi, demiş, benim bu hastalıktan şüphelendiğimi Enver sakın duymasın. Hatta bir gün yazıhanemin önünden geçmiş, bana haber vermedi. Gö­ renler var. Gelir de belki ben öğrenirim diye. O kadar hassas­ tı. Beni istemesinde mutlaka bir şey var dedim. Kalktım, has­ tahaneye gittim. Ben koğuşlara giriyorum. Sonra dediler ki, şu­ rada bir oda var, oradadır. Mahkumların odası orasıdır, dedi­ ler. Dört beş tane jandarma. Bir oda. Odaya girdim. İki yatak. Hoca'nın rengi bitmiş. Sapsarı. İçeri çatal, çakı sokulmuyor. İki kişilik bir oda. Yatağın birisinde, yirmi seneye mi mahkum ol­ muş, on beşe mi mahkum olmuş, bir mahkum, afedersiniz uzv-u tezkirinden ameliyat olmuş, bir kaba orada lastikle idrar

(25) Atsız Be>'in gençlik ve sınıf arkadaşı olan, tanınmış edebiyat bilgini, şair Or­ han Şaik Gökyay.


T A N I D I G I M ATS I Z

290

yapıyor. Hocayla karşı karşıya. Üstelik, adamda b i r şey d e yok. Halk adamı, köylü. Konuşmasını da bilmiyor. Hoca ile hiç ol­ mazsa bir konuşma imkanı da olmuyor. Baktım, Hoca bitmiş. Renk sapsarı. Yemek de yememiş. Yemeği koyuyorlar, çatal. bıçak yok, jandarmaların biri giriyor, biri çıkıyor. - Ben bu hastahaneden vazgeçtim , bu şartlar altında ben hapishaneye dönmek istiyorum dedi. Çünkü, üzülüyorum. Artık hastahanedeki temaslarımızı, diyalogları, ,münakaşala­ rı, kızgınlıkları şimdi ben anlatmayayım, geçmiş bir şeydir ama, Nümune Hastahanesinde ona karşı yapılan bu kadar üzücü bir şeyi hayatımın sonuna kadar unutamam. Çünkü, biz görmedik amma, bazı basın mensubu mahkumların özel odalarda, ziya­ retçilerinin bol bol olduğu ve müsait olan odalarda yattığını bi­ liyoruz. Bir adliyeci olarak buna çok şahit olduk, eskiden. Şim­ di, bilmiyorum. Hoca'yı da ya dahiliye koğuşunda . . . Efendim, dediler ki bize, jandarma olmadığı için, koğuşun başına jandar­ ma göndermek lazım. Ben kalktım gittim jandarma kumanda­ nına. İzah ettim Hoca'nın kim olduğunu. Ben derhal bir jan­ darma göndereyim dedi, ilaveten. Eğer büyük koğuşta yata­ caksa göndereyim. Gönderdi. Fakat, yine de yatırmadılar. En nihayet demek istediler ki, hasta değildir senin müvekkilin, al buradan götür. Zaten, biz de buna hazırdık. Hoca da böyle is­ tiyordu . Dedik, peki, biz razıyız. Hoca, tekrar Toptaşı'na geldi­ ği zaman kendine geldi . Fakat, bu arada Çetin Altan 'ın affı var. Yahut, affı için yazılar çıkmış galiba. Diyoruz ki: - Hocam, sen de bir basın mensubusun, izin ver de, sen de bir dilekçe yaz. Reisicumhura gönderelim, Meclise gönde­ relim. - Hayır, diyor. - Peki, vekilin olarak ben yazayım, imza edeyim. - Seni affetmem, diyor. o şartlar altında dahi, cezasının affı için vaki ricamı kabul etmedi. Herhangi bir dilekçe vermekten imtina etti.

Herhalde neşriyat oldu. Şimdi iyice hatırlar. <ıyorum, fakat duyuldu sağdan soldan, bir gün haber aldık, ani olarak Hoca'yı almışlar, Toptaşı'ndan Sağmalcılar'a götürmüşler. Sağmalcı-


TANIDIGIM ATSIZ

29 1

lar'da bir müddet kaldı, kısa bir zaman sonra af çıktı. Hastaha­ neye sevk ettiler, af çıktı . Hoca'nın son çilesi mi diyeyim, davasına bağlılığını mı söy­ leyeyim, takdir size aittir. (Yeni Orkun, 9, 10, 12, 13. sayılar Kasım ! 988

-

Mart 1989)

(26) Atsız Bey, affı için Cuınlıurbaşkanına başvurmayı sonuna kadar kabul etme­ miştir. Ancak, üniversite hocaları, gençlik ve kiiltür teşekkülleri, Türk Milleti adına Fah­ ri Korutiirk'e müracaat ederek Atsız'ın affını" istemişlerdi. O sırada sol basının önemli ismi Çetin Altan da hapis cezasına çarpurılmış ve cezaevine konulmuştu. Basının bii­ yi.ik bir kısmı, Çetin Alcan'ın (gözünden rahatsız olduğu için) affını isteyen bir kampan­ ya yiirütüyordu . Sonunda, Koıuti.irk, Çetin Alıan·ı keneli yetk•sini kullanarak affetti. Cumhurbaşkanlığı döneminde denge politikasına daima riayet etmiş olan Korutürk, At­ sız'ın affını da, bu politika çerçevesinde. di.işiinmiiş olabilir. Cumhurbaşkanının affı üzerine Atsız, 22 Ocak 1 971 giinü saat l 7'de Bayrampaşa Cezaevi'noen tahliye edilmiş­ tir. Böylece, 1 ,5 yıllık cezasının 2,5 ayını hapishanede geçirmiş oluyordu.


"ALTAN DELİORMAN BÜTÜN ESERLERi 11

DİZİSİNİN DiGER KİTAPLAR!


e ü�t.i.iJLt;. � ıfffJ)f!!L:J t

SESSiZ BiR SES Altan DELİORMAN

SESSİZ Bİ R SES Sanat, e debiYat, ·k u.. ltür Portreleri ve fik " B n ı karakte ; i ı ım ızın di :Yatımızın tan nmı kkate r izg ş ge rı. Bıy r şa siye ı ografi e Yeni bir h tlerinin debiyat ses. . . ımızda . Yenı bir tür,

��


KIRIK KANATLI JON·TURK ..

..

BAYRAI< Bas1m/Yayın1/Tanıtım

KiRiK KA .. NATLI JO . N- TU RK .

Yakın ta •'"'uı.ıı . .mı.zı.n bı·ı·ınenh biJinme ÖnJann " yen siın nıuca d eieJen alan . . . . ru Bır d , Ya pı/a önemde n, akıbe n Çar t/eri . pıcı kesıt .. . /er...


ATATÜRK'ÜN HAYATINDAKİ KADINLAR Atatürk'ün, ilk gençlik yıllarından ölümüne kadar, sevgi ve saygıyla bağlandığı kadınlar. .. Bu kadınların Atatürk'le ilişkileri, onu etkilemeleri ve ondan etkilen­ meleri . . . Yenilenmiş ikinci baskısı 3 9 yıl aradan sonra yapı­

labilen eser. . . 16 sayfalık kuşeye basılmış fotoğraf al­ bümü ilaveli.


Sekiz aylÄąkken (1 905)


1944 Türkçülük Davasının duruşmalarında. Ön sırada, ayaktaki üniformalı ve sakallı Dr. Hasan Ferit Cansever, sola doğru İsmet Tünıtürk, Reha Oğuz Türkkan, en solda Muzaffer Eriş. Tümtürk'ün arkasında Hüseyin Namık Orkun, Türkkan' ın arkasında Hamza Sadi Özbek, onun sağında Hikmet Tanyu, Tanyu' nun arkasında sağa doğru Said Bilgiç ve Atsız. Eriş' in arkasında Drd.

Prof Dı:

Zeki Velfdf Togan.


Atsız'ın Kızılelma dergisinin kapağında yayımlanan hir resmi ve Türk An­ siklopedisi' nin kendisiyle ilgili "Hüseyin Nihal" maddesinde yer alan, 1 940' /a­ ra ait birfotoğraji.

Haydarpaşa Lisesi edehiyat öğretmenliğinden Süleynıaniye Kütüphanesi memurluğuna tayin edildiği dönemde


27 Mayıs 1956'da, Çanılıca'da kutlanan gecikmiş bir 3 mayıs günü. Güneş gözlüklü olaı: Aisız. sağında İsmet Tünıtürk, onun sağında Coşkun Yıldıray, arkasında Tayyar Dabbağoğlu A tsız' ın arkasında Yücel Atıl Esenıürkoğlu ve sağa doğru sırayla İsmail Hakkı Gökhun, Altan Deliorman, Necati Hozkurr ve Erol Tunalı. Aynı grup, aynı yerde toplu lullde (aşağıda)


ı.·am/ıca' dan dönüş. Öndekiler (sağdan sola) İsmet Tümtürk, Erol Tunalı, A ltan Deliorman . .11.11 2.

arkada, Tümtürk' ün hizasında görülüyor.

tsız' ı ziyaret ede11 gençleı: Ayaktakiler (sağdan sola): Muammer Kemal Özergin, Ali Diktaş, 'mür (?), Ergin Köklüçına1; Atsız, Hikmet Tanyu, Akkan Suveı: Oturanlar: Eiman Tuncer, Yal­ ıı

Çakıcı, Hızırbek Gayretu//ah (Ağustos 1962).


Derııe.�i' 11i11 kıırııldıı.�ıı gii11. /.:ıırııcıı/ar lıir arada . Sağdan sola: İ.rnıet .. Ti'iıııiür/.:, ı;r.rnrnş. İsmail Hakkı Giikh1111, Necati Bo:kıırt, Muzaffer Eriş, İ:=ettin Yo/a la11, Faik Tan, Erk Yurtsever. Ortada oturan A rsı: ( 16 Eylül 1 962). Tiirk�·iilı:r

Fahri

Türkçüler Deme.�i' niıı ilk yönetim kurulu. Sağdan sofa: Faik Tan, İsmail Hakkı Gökhun, İs- 1

met Tümtürk , Atsız. Muzaffer Eriş, İzzerriıı Yola/an ve Necati Bozkurt ( 16 Ev/ü/ 1962)


Atsız, Türkçüler Derneği genel başkam seçildW giin.


Yücel Haca/oğlu, Süleymaııiye Kütüphanesi' nde Atsız' la birlikte ( 15 Mayıs 1967)


Alsız' ın en bilinen fotoğraflarından biri (1960' /ar)

A ısız, evldtlığı Kı'iniye' nin oğlu ile. Bu çocuğu, torunu gibi seven Atsız ona 'Maviş" adım takmıştı. Mektuplarında da çok kere "Maviş Cin Kerata" olarak bahsediyor.


MaviĹ&#x;' le


/\ısız

ı·e

Maviş.

Malıepe'dl!/.:i eı•i11 arka halıçesinde.

Fahri Korıııürk' üıı af kararı üzerine cezael'in­ den çıkan Atsız. ga:('feci­ lerin sorıılarıııı cevav-


·ız, Almanya' da çalışan ··kçülerden Osman Nur rt ile, evindeki çalışma ısrnda (Ağustos 1974)

Maviş' le


Kardeşi Nejdet Sançar (solda) ı•e Muzaffer Eriş' le (Ekim 1 974)

Bir misafirlikte


Atsız, Muzaffer Eriş' in eşi Neriman Eriş' le

Evinde, bir dinlenme amnda


Kardeşi Neid< Sançar' la birı te son resimle (Nejdet Sança Şubat 1 975'te \'efat eııııiştir.ı

Son resmi (Maviş' le birlikte).


3

Mayn / 944 ' ii11 40. yıldö11ii111iiııde Atsız'ı ziyaret. Nejdel Saııçar'la Alsız'ııı kabirleri ara­

.mıda. Sağda11 rnla;

İzzettin

Yolala11,

İsmet

Tiimtiirk, Refet Köriiklii, Erk Yıırtsever, Muzaffeı '

Eriş, Nerimaıı Eriş, R eşide Sançar. Ö 11dekiler: A lta11 Deliorma11 ı>e Nihat Bozkıll"t.

�(\� 0:.0 . eh-

.'.Joo a

)) I l - , � c:?'""·-..J t-Gı � ·

Fotoğrafların sağlanmasında ilgilerini ve yardımlarını esirgemeyen Eriş ailesine. Yücel Hacaloğlu'na, Faik Tan'a, Yücel Atıl Esentürkoğlu'na,

Ali Diktaş'a ve Fahrettin Savaş Konar 'a teşekkürlerimizi sunarız.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.