Cafer Seydahmed Kırımer - Unutulmaz Gözyaşları

Page 1




CAl'ER SEl'DAIIMt�D KIRIMER

Unutulmaz Gözyaşları

HAMLE BASlN - YAYlN ORGANiZASYON ve DIŞ TİC. LTD. ŞTİ.


Kapak

G.MANGA Baskı

ÇETİN OFSET Sayfa Düzeni

KEMAL KARAKAŞ Dizgi

HAMLE Tas hih

FAHRETTiN TAŞKIN Cilt Yalçın Mücellithanesi İstanbul, ı 997 © Her Hakkı Basın

-

HAMLE

Yayın Organizasyon ve Dış

Tic. Ltd. Şti. 'ne aittir.

HAMLE BASlN- YAYlN ORGANİ-ZASYON ve DIŞ TİC. LTD. ŞTİ. Hamam Sk. Kılıçhan 6/4 Cağaloğlu- istanbul Tel.: (0212) 512 76 07 Faks: (0212) 520 15 79 •


İSLAMAGA İslam Ağa, köyde en yumuşak başlı, en halim selim tanınmış bir adamdı. Genç ihtiyar herkes ondan, kötülük bilmez, sessiz, kendi halinde diye bahsederdi. Saçı, sakalı ağarmış, nurani pembe yüzlü buruşmaya başlamış, canlı kara gözleri derinleşmiş, uzun boyu biraz çökmüş, iri vücudu epeyce erimiş, iri ellerinin kemikleri çıkmaz olan bu ihtiyarın, hayatının son günleri müstesna bütün ömrü sakin, güriiltüsüz, patırtısız geçmişti. Onun hayatı, tıpkı kapısının önünden akan küçük dere gibi sessiz, çalkantısız akıp gitmişti... Bu küçük dere, dağları inleten, denizleri kudurtan rüzgarlardan, köyleri sarsan gök gürültülerinden nasıl sarsılmıyorsa, İslam Ağanın ruhu da, gençlerin kavgalarından, ihtiyarların bağırıp çağırmalarından öylece sarsılmıyor, alevlenmiyordu. Halk onu tanımadan o halkı tanımıştı. Bulunduğu meclisierin tadını kim kaçıracak, kimler anlamıyacak evvelden bilirdi. Bulutların hangisinin yağmur taşıdığını, hangisinden rüzgar çıkacağını yanılmadan kestiriyorsa köylülerin en ufak hareketlerinden de ruhlarında beliren sıkıntıları, garezleri, düşmanlıkları öylece seziyordu. Dil ucundan verilmiş bir selamdan, kısa ve keskin bir

5


bakıştan, sık ve kesik bir iki nefesten, bir biri ardından yakılan bir kaç sigaradan, öne bakıp susmalardan, acele ve birbiri ardından tekrarlanan (Bilmiyorum! Bilmiyorum!) lardan Çok şeyler anlardı İhtiyar hacıların ö·nlerine bakıp baş sallamalarını, imam ve müezzin efendilerin ihtiyarlardan ziyade zenginlere buyur etmelerinin, zengin ağaların sert öksürmelerinin, gençlerin camide namaza devam etmelerininin ve ihtiyarlar arasına karış�alarının kızların evlerinin sofralarında ve pencerelerinde sık görünmelerinin, bağa bahçeye gittikleri zaman en iyi çiçekli yollarını örtünmelerinin, bir aralık hep aynı yoldan geçmelerinin; bi.r kapı önüne geldiklerinde adınılarını yavaşlatmalarının. Hepsinin manasını sezer, anlardı... Küçük torunları kitaplarını okumaya, öğretmenlerinden aferinler aldıklarını söylemiye başladıkları zaman onları sevgi ile karşılar ve cebinden eksik etmediği meteliklerle sevindirirdi. O, hacı babaların köyün neresinde çeşmc, köprü yaptırmak niyetinde olduklarını her zaman bilir, hatta hangisinin köye gelen mollayı, talebeyi evine çağırmaya hazırlandığını, akşam namazından evvel gözlerine bir bakmalda anlardı... İmam ve müezzinlerin, "Kuraklık var... Ekinler de büyüyemiyor... Öşürsüz bercket. .. " diye söze başlamalarından; köy hocasının, "Okumak iğne ile kuyu kazmaktır..." demesinden lafın neye varacağını kestirirdi. Köy ağalarının kimlerle dostluklarını

6


artırdıklarını, kimin toprağına göz koyduklarını, kimi destekliyerek para sahibi ve ağa yapmak istediklerini, niyetlerini kaniarına bile açmadan duyardı. Köyde hangi delikanlının kimin kızını istediğini, hangi kızın kime gönül verdiğini değil görücüler gönderilmeden evvel, daha niyetlerini yengelerine, teyzelerine söylenmeden çok evvel bilirdi. İslam Ağa yalnız aralarında büyüdüğü, sevinçleri ile sevinip, bahtsızhkları ile ağladığı Kırımiılan değil, başka milletiere mensup düşüp kalktığı kimselerin de karakterlerini gayet iyi öğrenmişti ... Duvarcı Rum Kosti'nin, gayet yavaş, sık sık ve mahviyetkarane sallıyarak, "kalimera, kalimera" sabahlar hayrolsun demesindeiı, ağzını yayarak gülmesinden, ondan muhakkak kendisine bir zarar geleceğini s_ezerdi. Kunduracı Ermeni Artin'in, yeminlerini sıklaştırmasından mutlaka aldatıldığını; demİrcİ çingene Settarın yayvak selamından, kalpağını düzeltmesinden yine bir müzevirlikte bulunacağını anlardı ... Bezirgan çıfıtın, bağırıp çağırmalarından, alış verışı bozmaya çalışmasından, mutlaka bir kaç balya iyi cins tütünün ikinci cins tütünler arasına karıştıracağını; orapcı Karaimin, kulağına fısıldıyarak müovereye kalkışmasından, bir miktar uzumün eksik tartılacağını kestirirdi... Arabasına bostandan patates, lahana, karpuz yükliyerek dönen nemseyi o, yılda ancak bir kaç kere görebiliyordu. Onun yavaş konuşmasından da bazı manalar çıkarmak istemişti. Fakat ondan aldığı mallar arasında, ne çürümüş bir 7


lahanaya, ne donmuş bir patatese, ne de içi ha veya ham bir karpuza rastgelşmişti. Onun tartısı ve hesabı da her zaman doğru çıkıyordu. Bu sebeple nemsenin doğruluğuna inanmıştı, onun haraketlerini tabii bulmuştu. İslam Ağanın anlıyamadığı halkın, (kazak kasap) dediği Ruslardı. Bunlarla Kosti'den, Artin'den, Nemse'den çok daha fazla teması olmuş, onları daha çok çalıştırmıştı. Fakat onların donuk, ifadesiz yüzlerinden, bir noktada dalıp kalan gözlerinden sarkık dudaklarından, ikide bir omuzlarını sıkmalarından, cansız seslerinden bir türlü sağlam bir kanaat edinememişti. Dağda odun kesen, tahta biçen kazaklada pek çok iş yapmıştı. İki oğlu için yaptırdığı büyük ev yapılırken, bu kazaklara kütükler biçtirmiş, onlarla aylarca beraber çalışmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen onun Kazak hakkında tam bir kanaatı ve fikri yoktu. Bir zamanlar, kazağın, "Aha ... Aha... Tak tak... (Elbet, elbet)" demesinden, onu ve maksadını anladığını zannetmıştı. Bir aralık, "Kaneçnu... Kaneçnu... (Öyle öyle)" diye kararsız baş sallamalarma ehemmiyet vermişti. Fakat onlara güvenip başladığı işlerin pek çoğunun yarıda kalması onu şaşırtmış ve sonra da "bu kazak anlaşılmaz!" deşmişti. İnsanları adım atışından, yan bakışından, gözünden, dudağından, sesinden tanıyan, niyetlerini ve maksatlarını anlayan İslam Ağa, Kazağı anlıyamadığından dolayı pek üzülmezdi. O, Kazağa alışmıştı. İşinin yarım kalmasını, biçilmiş tahtaların açıkta kalıp ıslanmasını, evin tenekelerinin bir türlü kapatılıp bitirilmemesini hep tabii buluyor, Kazaktan

8


başka türlüsünü beklemiyordu... Kazağın yemin edip, ıstavroz çıkarıp verdiği sözlerin bile boşa gitmesi onu sinirlendirmez, özür dileyip sıraladığı yalanlarını da sabırla dinler ve nihayet "Haraşo, haraşo... (İyi iyi... )" diyerek onun sırtını sıvazlar ve işinin başına götürürdü, O, Kazağın, ağzını açıp gözlerini bir noktaya dikerek hareketsiz kfilmasından bir hile bulamadığı gibi, sözünde durmamasını, vaatlerini unutmasını da hoş görür, bütün bunları Kazağın tabiatma bağlar ve "Kazak bu... kendisine sahip değil ki..." der geçerdi. Evinin darnma teneke çakmakta olan topal Vasil1in, bir gün oradan geçmekte olan bir arkadaşına uyarak ta Yeniyol'a içmeye gittiğini, orada sızıp kaldığını ve gece çıkan fırtınada damdaki yarım çivilenmiş tenekelerin ve tahtaların savrulmasıyla uğradığı zararı ve iki gün sonra da kendisine gelerek çocuk gibi ağlayıp af dilediğini her zaman gülerek hatırlardı... Bütün bunlar. onu, Kazağın çabuk alındığına, kendisine hakim olamadığına inandırmıştı. Bundan dolayı, o, Kazağa kızmaktan ziyade acırdı. . İslam Ağa yalnız insanlardan değil, biraz attan ve hayvanlardan da anlardı. Kendisi köyün şöhrct yapmış marifetlilerinden değil ise de, ona da arada sırada at ve sığır başından tutup gelenler olurdu. Onun ufak yerli atının aksadığı, küçük ineğinin vakitsiz sütünün kesildiği görülmenıişti. Aralarında yaşadığı cemaat ve işini gördürdüğü elin yabancılarını gayet iyi tanıyan, onların ruhlarını anlıyan; köydeki atların, sığırların hangisinin

9


teptiğini, hangisinin vurduğunu bile İslam Ağa, yumuşak ve sessiz huyuna rağmen kiminle nasıl laf edileceğini, kiminle nasıl iş görüleceğini bilirdi. Bundan dolayı da ömründe büyük bir sarsıntı olmamıştı. İslam Ağanın gençliği de gayet sakin geçmişti. Onun, düğünlerde cam kırdığı, çalgıcı çingene döğdüğü, başkasının ısmarladığı havayı kestirdiği, şu veya bu sebeple düğünün tadını kaçırdığı, güreşlerde el ayak çıkardığı görülmemişti. Vücutca kuvvetli olmakla beraber o, bu gibi meclislerde kuvveti ile değil daha ziyade terbiyesi ile hareket ederdi. Adederimizi gayet iyi bilir, ayıptan çok korkar, alaya alınmaktan, halkın diline düşmekten çekinirdi. Onun durgunluğunun sebebi yalnız bunlar değildi. On üç yaşında yetim kalmış olması da onun boynunu bükmüştü. Babasının ölümünden sonra annesi ve abiası birlikte babadan kalma küçük evde yaşamış, onlarla aile sırlarını dertleşmiş, işlerini bir sıraya koymak için çalışıp durmuştu. Babasından kalan koruyu, çayırı, cevizliği, yamaçtaki küçük tarlayı kullandığı için, bir kaç yıl içinde üç beş asmalık küçük bir bağ bile yapmaya muaffak olmuştu. İslamlar aç kalmamış, borç altına girmemiş, yersizlik ve yurtsuzluk gibi talihsizliklere uğramamışlardı ise de, evlerinin direğinin yıkılınası onları çok sarsmış ve kedere boğmuştu. İslamın annesi Hatice yengenin, matemli göz yaşlarında, dulluğundan mütevellit göğüs geçirmelerinden ve garipseııwsinde, evlatlamnın geleceği hakkındaki endişelerinin payı da yok değildi. İslam ve üç kız ·

10


kardeşini ·o yetiştirecek, o ev hark sahibi yapacaktı. . Akrabalarından ve rahmetli kocasının dostlarından yardım görmüştü. Fakat o, hayatın zorluklarını bu yardımlardan ziyade oğlunun yardımı ile yenebileceğine inanıyordu. Onun hayatta güvendiği en sağlam temel biricik oğlu yetim İslam'ı idi. Çok geçmeden oğlunun en sağlam yardımcısı, en sadık sırdaa olmuştu. Onun canlı kara gözlerinde, yumuşak siyah . saçlarında, geniş alnında rahmetlisini görür, onun boyunun uzamasından, kemikli ellerinin bacaklarının sağlam büyümesinden, kuvvetlenmesinden, ince sesinin kahnlaşmasından sevinç duyar, her beş vakitte namazdan kalkmadan evvel onun için Allaha şükreder ve onu kazadan beladan koruması için dua ederdi. Hatice yengenin bağda, bahçede, çayırda, evde yanından ayırmadan büyüttüğü İslam, on sekizine geldiği zaman, gerçekten kendisi ile niş�nlandığı zamanlardaki kocasının bir örneği olmuştu. Onun yalnız kaşı, gözü, sözü, işi, oturuşu, kalkışı rahmetli kocasının gençliğini hatırlatınakla kalmıyordu. Huyları da tamamiylc kocasını andırıyordu. O da kocasının korktuğu günahlardan titrer, kocasının riayet ettiği adetlere aykırı hareket .etmekten çekinirdi. Onun da delikanlılığında kuşaksız, kalpaksız sokağa çıktığını, avluları, evleri içinde ıslık çaldığını, halkın yanından selam vermeden geçip gittiğini kendisinden yaşlılara yer vermediğini, ihtiyarların elini öpmediğini, lafiarına karıştığını, onların önüne geçtiğini, onlardan evvel eşikten 11


atladığını, aş'a ve lafa başladığını, münasebetsiz laf kaçırdığını kimse görmenıişti. Onun bir ekmek parçasını yerde görüpte almadığını, ekmek ufaklarını çiğnediği, elini yıkamadan ekmeği tuttuğu, mübarek Kur1an-ı eline alır almaz öpüp başına koymadığı, mezarlara basıp İslam Ağa yalnız insanlardan değil, biraz attan ve hayvanlardan da anlardı. Kendisi köyün şöhret yapmış marifetlilerinden değil ise de, ona da arada sırada at ve ·sığır başından tutup gelenler olurdu. Onun ufak yerli atının aksadığı, küçük ineğinin vakitsiz sütünün kesildiği görülmemişti. Aralannda yaşadığı cemaat ve işini gördürdüğü elin yabancılarını gayet iyi tanıyan, onların ruhlarını anlıyan; köydeki atların, sığırların hangisinin teptiğini, hangisinin vurduğunu bile İslam Ağa, yumuşak ve sessiz huyuna rağmen kiminle nasıl laf edileceğini, kiminle nasıl iş görüleceğini bilirdi. Bundan dolayı da ömründe büyük bir sarsıntı olmamıştı. İslam Ağanın gençliği de gayet sakin geçmişti. Onun, düğünlerde cam kırdığı, çalgıcı çingene döğdüğü, başkasının ısmarladığı havayı kestirdiği, şu veya bu sebeple düğünün tadını kaçırdığı, güreşlerde el ayak çıkardığı görülınemişti. Vücutca kuvvetli olmakla beraber o, bu gibi meclislerde kuvveti ile değil daha ziyade terbiyesi ile hareket ederdi. Adederimizi gayet iyi bilir, ayıptan çok km·kar, alaya alınmaktan, halkın diline düşmekten çekinirdi. Onun durgunluğunun sebebi yalnız bunlar değildi. On üç yaşmda yetinı kalmış 12


olması da onun boynunu bükmüştü. Babasının ölümünden sonra annesi ve abiası birlikte babadan kalma küçük evde yaşam�ş, onlarla aile sırlarını dertleşıniş, işlerini bir sıraya koymak için çalışıp durmuştu. Babasından kalan koruyu, çayırı, cevizliği, yamaçtaki küçük tarlayı kullandığı için, bir kaç yıl içinde üç beş asmalık küçük bir bağ bile yapmaya muaffak olmuştu. İslamlar aç kalmamış, borç altına girmemiş, yersizlik ve yurtsuzluk gibi talihsizliklere uğramamışlardı ise de, evlerinin direğinin yıkılnıası onları çok sarsmış ve kedere boğmuştu. İslamın annesi Hatice yengenin, matemli göz yaşlarında, dulluğundan mütevellit göğüs geçirmelerinden ve garipsemesinde, evlatlaırının geleceği hakkındaki endişelerinin payı da yok değildi. İslam ve üç kız kardeşini o yetiştirecek, o ev hark sahibi yapacaktı. Akrabalanndan ve rahmetli kocasının dostlarından yardım görmüştü. Fakat o, hayatın zorluklarını bu yardımlardan ziyade oğlunun yardımı ile yenehi1eceğine inanıyordu. Onun hayatta güvendiği en sağlam temel biricik oğlu yetim İslaın'ı idi. Çok geçmeden oğlunun en sağlam yardımcısı, en sarlık sırdaa olmu§tU. Onun canlı kara gözlerinde, yumuşak siyah saçlannda, geniş alnında rahmetlisini görür, boyunun uzanıasmdan, kemikli onun ellerinin büyümesindcn, sağlam bacaklarının kuvvetlenmesinden, ince sesinin kalınlaşınmmıdan sevinç duyar, her beş vakitte namazdan kalkmadan evvel onun için Allaha şükreder ve onu kazadan beladan koruması için dua ederdi. 13


Hatice yengenin bağda, bahçede, çayırda, evde yanından ayırmadan büyüttüğü İslam, on sekizine geldiği zaman, gerçekten kendisi ile nişanlandığı zamanlardaki kocasının bir örneği olmuştu. Onun yalnız kaşı, gözü, sözü, işi, oturuşu, kalkışı rahmetli kocasının gençliğini hatırlatınakla kalmıyordu. Huyları da tamamİyle kocasını andırıyordu. O da kocasının korktuğu günahlardan titrer, kocasının riayet ettiği adedere aykırı hareket etmekten çekinirdi. Onun da delikanlılığında kuşaksız, kalpaksız sokağa çıktığını, avluları, evleri içinde ıslık çaldığını, halkın yanından selam verıneden geçip gittiğini kendisinden yaşlılara yer vermediğini, ihtiyarların elini öpmediğini, laflarına karıştığını, onların önüne geçtiğini, onlardan evvel eşikten atladığını, aş'a ve lafa başladığını, münasebetsiz laf kaçırdığını kimse görmemişti. Onun bir ekmek parçasını yerde görüpte almadığını, ekmek ufaklarını çiğnediği, elini yıkamadan ekmeği tuttuğu, mübarek Kur'an-ı eline alır almaz öpüp başına koymadığı, mezarlara basıp daha ince örülmüş, parinakları daha muntazam kınalanmış, kaşlarının rastıkiarı daha kuvvetiice sürülınüştii. Onun oturup kalkmahmndaki tezlik ve canlılık, kısa konuşmaları gözünden kaçmamıştı. Akşam yemeğinden sonra abiasının çok sevdiği ve sırdaşı Emine de yatıya gelmişti. Onlar baş başa verip fısıldıyarak uzun uzun bir şeyler konuşuyor, ınütemadiyen fıkırdaşıyorlardı ... Annesinin kendisine bir şeyler söylemek istediğini sezen İslam o akşam ocak başında daha fazla oturdu ise de, annesinin laf açmadığını görünce ona hayırlı geceler dileyerek dam üstündeki yatağına çıkmak 14


için ocak başından ayrıldı. Sofada, bir iş için çıkmış bulunan ve en güzel elbisesini giyerek süslenmiş olan abiası ile karşılaştı. Onun, "Emine ile bayramlık entarimi düzelttik de giyip baktım. Nasıl sen de beğendin mi kardeşim?" demesine, "Güzel, çok güzel, güle güle giy" diye cevap verdi ve damdaki yatağına çekildi. Uzun zaman gözlerine uyku girmedi. Gecenin bir zamanında bir aralık yanına birisinin yaklaştığını hissetti. Gözlerini açınca karasında komşuları Ramazam gördü. Ramazan onun yakın arkadaşlarındandı, dostça bir maksatla geliyordu. İslama, bu gece ablasınm nişanlısı Kurt Velinin nişanlısına geleceğini duyduklarını, mahalle gençlerinin ona adet üzere biraz askı yapmak istediklerini ve İslamın kendisine danimamasım rica etti. İslam buna da (peki, peki) diyerek yorganını başına çekerek yattı. O gece İslam, rüyasında ilk defa olarak Gaffar Ağanın, selvi boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ince kaşlı ve ipek gibi yuşmuşak saçlı Esmasına bir demet çiçek verdiğini görmüştü. Bu tatlı rüya kalbine sinmiş, içinde yer etmişti. Öğleyin cuma namazından çıkıp eve geldiği zaman ablasını, nişanlısının getirdiği keçi boynuzlarından, latilokumdan, şekerden kardeşleri ile birlikte yerk�n buldu. Abiası bir taraftan bunları tatlı tatlı yerken bir taraftan ağabeyine yine tatlı tatlı Esrnaların atlarından, sığırlarından, malından, mülkünden, annesinin babasının çok iyi insanlar olduklarından bahsediyordu... Hatice yenge bu konuşmalardan oğlunun kalbindekini sezmişti. Ve o dakikadan 15


itibaren Allah'tan, islama, Esmacığı kısmet etmesini dilerneğe başladı. İslam da imam efendiden_ "Allah evinde kılınan namaz boşa gitmez!" d�ye duyduğundan, artık beş vakit namazdan yetiştirebildiklerini camide kılıyor ve kendisini muradına erdirmesi için Allah'a dua ediyordu. *

Tanrının yardımı ile yetimlerin ne dokuzlarına, ne kapattıkları (örttükleri) mahramalara, ne dağıttıkları çevrelere, gömleklere gülünmüş ve ne de yemekleri kötülenmiş ve kahveleri fincanda bırakılmıştı. "Sitemsiz iyilik (düğün veya nişan), kavgasız düğün olmaz!" deseler de, bu kimsesizlerin şansına Fatmanın düğünü patırtı çıkmadan olup bitmişti. Hatice yengenin sandığındaki bütün varını yoğunu ortaya dökmesi, İslamın bütün gücüyle çalışması, hısım akrabanın ellerinden geldiği kadar. yardım etmeleri sayesinde, yetimlerin ne utançtan yüzleri kızardı, ne de yüreklerinde dert olup kalacak bir eksiklik. olmadı. Fatmanın düğünü gibi evlilik hayatı da gürültüsüz ve rahat bir şekilde geçip gidiyordu. Kurt Veli ile onun ailesi ile çok iyi geçiniyordu. Hatice yenge ve İslam, Fatmaların orta mahalledeki evlerine uzaktan sevinç ve huzur içinde bakıyorlardı. Hatice Yenge bu yılki bereketten çok memnundu. Bahar gelince İsla_nıı da nionlamayı ve ıııuradına erdirmeyi düşünüyordu. Artık gece gündüz buna hazırlanıyor, nanıazında, işinde, gücünde iken bile kafası bununla meşgul oluyordu. 16


Bahar gelmiş, havalar ısınınış, rüzgar dinmiş her taraf yeşermiye, kuşlar ötmiye, tabiat sevİnıniye ve· gülmiye başlamıştı. Herkes sevinçle, ümitle balıarı selamlıyor, yazın bereketli bir mahsül almak için şimdiden şevkle işine sarılıyordu. Tam bu sırada agızdan ağıza yayılan bir haber köyde büyük bir korku yarattı. Köyde bir kızamık salgını başlamıştı. Bu salgıii köyde henüz hayatlarının balıanna bile başlamamış bir çok çocuğu alıp götürmüştü. Azrailin kanadı İslamların evin _ e de dokunmuştu. Onun küçük kardeşi zavallı Tevhide de kara topraklara verildi. "Ölüm giren yerde hayat çok zor düşünülür" derler. Hatice yenge de haftalarca değil aylarca ızdırap çekti, hayatı ve yarını unuttu. Bu vaziyette İslam1ın da annesine (murad)ını söylemesine imkan yoktu. İslamın bir kaç ay içinde zayıflayıp eridiğini, kederden çöktüğünü gören Hatice yenge kendisini topladı ve yavaş yavaş rahmetlisini ve Tevhideciğini anmamıya başladı. içlerinden Fatmanın yeni bebeğinden bahsetmiye ve İslamla daha sık dertleşmiye çalıştı. Sonbahar geçiyor. Kışın soğuk selamları geliyor, herkes hazırlığını görmüş onu bekliyor. İşierin arkası alınmıştı. Hatice yenge bir akşam ocak başında İslamla yalnız kalınca ona düşüncelerini açtı ve abiasının kayın babası Seyit Aliyi Gaffar Ağaya göndermiye ve Allahın emriyle Esmayı kendisine istemiye karar verdiğini söyledi. Nişan tedariği görmek üzere İslam Seyit Ali Ağa ile birlikte Bahçesaray1a gitti ve oradan nişanlık ipek şal, gümüş kemer, fes tepeliği, altınlar, aynalı ufak sakız ·

17


kutuları; küçük bir torba İstanbul kınası, latilokum ve şeker alıp getirdi. İslam artık camiye daha çok devama ve kendi akranlarından ziyade yaşlılarla düşüp kalkmıya başlamıştı. Görücülerin gittiği gece yatsı namazını evde kılmış, merak ve sabırsızlıkla onların nasıl karalandıklarını beklemişti. Müjdeli haberden sonra . İslam biraz daha ağırlaşmış, bir parça daha ağır ve yavaş konuşmıya başlamış, ince bıyıklarını daha sık burmıya ve kara saçlarını ve bıyıklarını daha sık taramıya başlamıştı. Nişandan sonra, tıpkı abiasının nişanından sonra olduğu gibi iki taraf arasında haberler gelmiş gitmiş ve karalıklı ziyafetler verilmişti. O da eniştesinin yaptığı gibi şekerler ve misklerle sevgili Esmasına gitmiye başladı. O da ayakları titriyerek, yüregı vurarak kuvvetli heyecanlar geçirdi. Mahalle delikanlıları onun da yolunu kesmiş, ona da asılmış ve onun da beş on ruble parasını almışlardı... Nişanlıya gitmek, bu, Kırım gençlerinin hayatlarında geçirdikleri en mühim hadiselerden sayılırdı. Gitmemek, korkaklık ve becerisizlik telakkİ edilirdi. Nişanlısına gitmiyen, ona yüreğini açmıyan bir gencin sanki onunla hayatını birleştirmiye hakkı yoktu. Nişanlı kızlar da bunu ·böyle kabul ediyor ve nişanlılarının bütün tehlikeleri göze alarak kendilerine gelmelerini beklerlerdi. O kış yapılan düğünde İslamın ne davulu zurnası, ne yemeği sofrası, bozası, eniştesininkinden eksik, ne de kalpağı, elbisesi, ayakkabısı onunkinden 18


aşağı idi. Kız tarafının patırtıları bira[l, fazla- oldu (çeyiz dibi oturuşması) adeti daha uzun sürdü ise de, düğün umumiyede sakin geçti demek mümkündü. Artık Hatice yenge oğlunun saadeti ile seviniyor, Fatmanın kızını dizlerinde hoplatıyor, gamlarını, yüreğindeki acıları unutmaiun çarelerini buluyordu. İslam da düğünü için yaptığı borçlarından eniştesinin ve eniştesinin babasının yardımları ile sıyrılmağa başlamış ve işlerini yeniden düzene koymuştu. Hati�e yenge gelini Esmadan çok memnundu. Ev işlerirtde çok becerikli idi. Ayrıca islama bağlılığını bütün konuşmalarında ve hareketlerinde gösteriyordu. Ne yazık ki İslamların bu saadetleri dört beş yıldan fazla sürmedi. İslam, komşulahnın çoban köpeğinin kendi avlularına gelerek acı ac! ulumalarından, öğle vakti horozlarının ötmelerind ·n, korkulu rüyalarından, sağ gözünün mütemadiyen seğirmesinden endişelerriyor ve .ailelerinin başına bir felaket gelmesinden korkuyordu. Bunun için d�i: Allah evinde hep dua ediyordu. Fakat felaket geldiğ zaman onu ne durdurabilirdi? Eeclin önüne kim geçebilir, kaderi değiştirmek kimin elinden gelebilirdi?... Hatice yenge bu sıralarda rüyasında, uzun beyaz sakallı, nurani yüzlü bir ihtiyarın kendisini elinden tutarak yeşil çayırlar içinden, çiçeklerle dolu bahçeler arasından geçirdiğini ve billür gibi akan bir su başında gülümseyerek başkan rahmetlisinin yanına götürdüğünü gördü. Bu rüya üzerine yüreği titremiş ve hükmünü vermişti. Bundan sonra büyük 19


bir şevkle Kur'anına sarılmış, namazlığına yapışmıştı. Artık sık sık nafile namaz kılıyor, Yasini Şerif okuyordu. Ara sıra göz yaşlarını tutamıyarak İsiama ve gelinine kızı Ayşeyi gösterip, "Bu emaneti de hayırlısı ile kendi elimle Allahın buyurduğuna teslim etsen" derdi. Akla gelen başa gelmese Hatice yenge de bu arzusuna belki nail olur ve gözü arkada kalmazdı ... Fakcıt... Sancılı, öksürüklü kısa ve ağır bir hastalık ile Hatice yenge yirmi iki gün içinde erimiş, bir kemik, bir deri kalmıştı. İslam annesinin bu son günlerinde yatağının başından biran bile ayrılmamıştı. Annesinin son günleri aklında yer edip kalmıştı. Kendisine her şeyi öğretmiş, tırnakları ile olduğu kadar göz yaşları ile de saadetini kurmuş, duaları ile ve nasihatları ile kendisini büyütmüş olan annesini İslam her şeyden çok severdi. Onlar ana evlat olmaktan ziyade dert arkadaşı, iş yoldaşı idiler. Annesinin son günlerinde gözlerinin derinleşmesini, irileşmesini, cam gibi parlamasını, göz kapaklarının gerilmesini, dudaklarının yanıp kavrulmasını, sesinin büsbütün kesilip boğazından lımltılar gelmesini, zemzemle ısianmış pamukla dudaklarını ısiatırken ruhunu teslim etmesini ... ve bundan sonra yüzünün nurlanması, dudaklarında bir tebessüm hasıl olmasını · ve göz kapaklarını hıçkırık ve göz yaşları arasında nasıl kapattığını... hiç bir zaman aklından çıkaramadı. Hatice yenge bu yalancı dünyadan göçüp gitmeden evvel yaptığı vasiyetinde, oğlundan, kızı Ayşeyi evlendirmesini; gelininden de, cuma akomları Yasini Şerif okumayı unutmamasını ve mübarek 20


günlerden evvel Allah evini kendisi gibi muntazaman ve dikkatle temizlemesini istedi. İslamın yerim kardeşi de bir kaç yıl sonra evlendirildi. Onun da çocukları oldu. Hayatın gamlarından, üzüntülerinden o da hissesini aldı. Onun da huri gibi kızı, tosun gibi oğlu rahmetli babasının, annesinin, kızkardeşinin yanına gitti. Onun da evine, ocaklardan ırak, kızamık, çiçek bir iki kere girip çıktı. Ayşe1nin evlilik hayatı, ağabeyisininkinden ve ahlasınınkinden farklı olarak biraz çekişmeli, gürültülü geçmekte idi ise de, katlanılmıyacak gibi değildi. Kaynanasının ikide bir, tuttuğu hamurun mayalanmadığını, pideleri kıvamında pişirmediğini, yaptığı yemeğin suyuna, tuzuna dikkat etmediğini sofra başında veya konu komşu önünde söylemesi; yıkadığı çamaşırlar kar gibi beyaz olduğu halde bunların iyi durulanmadığını uydurması, cimını çok. sıkıyor, yüreğini eziyordu. Kazara dikmeği unuttuğu küçücük bir sökük, ütü yaparken gözden kaçmış ufacık bir kırışık için günlerce laf işitmesi onu harap ediyordu. Fakat bütün bunlara, "ne yaparsın alın yazısı!..." der katlanırdi. Fakat, her defasında, "Ayşe, ne olur yaptıklarını biraz daha dikkatle yapsan da bu gibi laflar olmasa" demesi onu büsbütün mahvediyordu. Tahammülü kalmadığı, sabrı taştığı zamanlarda durumunu bir kaç kere ağabeysine anlatmak istedi ise de ondan yüz bulamadı. Esma yengesi de onun ıztıraplarını anlıyamıyordu. O da Ayşeye, "Anaların nasihatları sert de olsa, haklı da olıı, � yine katianınağa borçluyuz" der ve sabırlı olmasını tavsiye ederdi. 21


Bununla beraber Esma, Ayşeyi çok sever, onun . kederlerini paylaşınağa : çalışırdı. Önun bu davranışında yalnız Ayşenin ' uğradığı haksızlıkların tesiri değil, Hatice yengenin vasiyetinin. de büyük payı· vardı. O artık sık sık Ayşeye gidiyor, İslamın şehirden getirdiği şekerlerdcn, ufak tefek şeylerden ayırarak onun çocuklarına götürüyor, bağdan bahçeden dönerken muhakkak onlara uğruyor ve seçtiği meyvalardan çocuklarına veriyordu. Ayşelerin de her · şeyleri vardı. Onların da bahçelerinde meyvanın her çeşidi boldt�;. Esma yenge bunları Ayşe ' ile görüşmek, dertleşmek; için vesile. ittihaz ediyordu. Ayşe, Fatma abiasma 'liir ara sırlarını dökrneğe niyetlendi. Fakat oıid�n da yalnız, "0. sana beddua etmiyor, kocan da seni döğmüyor, Allaha şükret, sabırlı ol!..." cevabını aldı. Ayşeyi rahatlığa, sessizliğe .az çok kavl'J:�turaı:ı çocuklarının Çoğalması old_u. Çünkü, kaynanası torunları çoğalın�a daha ziyade onl�rla meşgul olmağa başlamış ve Ayşe ile uğraşmağa vakit bülamaz olmuştu. Ayşe de bu arada kodtsı ile birlikte bahçede bağda işlerine .dalmıştı. Fakat kaynanasının sözlerinden at çok kurtuldum dediği bir sırada onun hassas yüreğini .. e-yJat acısı ve başka acılar yaktı. Zavallı Ayşe evlendiğinin onüncu yılında dul kaldı. İslam Ağa şu sıralarda işlerini tamamİyle düzene koyabileceğini ümit ediyordu. Artık büyük kı:i.l ile iki oğlunu da evlendirmişti. Gece gündüz çalışlilası ve Esma yengenin de becerikliliği sayesinde evlatları.'ll büyük bir sıkıntıya uğramadan .· ;

·

22


evlendirmişti. Artık yükü azalmağa başlamıştı. Daha yapması lazım gelen işleri varsa da bunl�rı da başaracağıridan emindi. Fakat tam bu sırada Ayşenin etek dolusu çocukla dul kalması onu çok s�rsmış ve düşündürmüştü. Za.mane düğünleri de eski düğünlere benzemiyordu. Gösterişler kadar ma8""aflar da artmıştİ. .Şimdi çifte zilli davulla,r, dilli zurnalar, tronipetler, kemanlar, çaldırılıyor, şehirlileri takliden türlü türlü içkilerle sofralar donatılıyor ve nişan hediyelerinin hepsi şehirden alınıyordu. (Dokuz) lara bile çarşıdan alınmış mallar ·karıştırılıyordu. Şimdiki düğünlerle köyde beli bükülmemiş insan parmakla gösterilecek kadar azdı. İslam Ağa, "Esma, biz babalarımızdan gördüğümüz adet üzere düğün yapacağız" dediğinden ve böyle de yaptıklarından ne ınallarını sattılar, ne başladıkları evi yarıda bıraktılar ve ne de başkalarına yüz suyu döktüler... Fakat, ne de olsa İslam Ağanın artık belinde ve dizinde gençlik zamanlarındaki kuvvet kalmamıştı. Allaha çok şükür eli . ayağı hala tutuyor ve dağdan bağdan hala kalmıyorsa da, tuttuğu işde gençliğindeki bereket kalmamıştı. Bunu kendisi de biliyordu. Oğullarına yardım etmek için uğraşır, didinirdi. Fakat yaptıkları, başardıkları kendisini tatmin etmiyordu. Elli yıllık örnrün izlerini onun her hareketinde görmek mümkündü. Artık onun yalnız vücudunun değil yüreğinin kuvveti de· azalmış, sinirleri yıpranmıştı. Bu elli yıl zarfinda onun kalbi ne kadar kederle, matemle çarpmış ve gözlerinden ne kadar 23


acı göz yaşlan dökülmüştü. O kaç kereler genç ihtiyar sevdiği yakınlarının göz kapaklarını titriyen parmakları ile kapatmış, kaç tanesini titriyen elleri ile toprağa bizzat yerleştirmiş, gömmüştü. O her defasında köy mezarlığında üç top selvinin dibinde yatan rahmetli babasının, annesinin yanlarında açılan mezarlardan her birisinde kalbinden bir parçasını bırakmış, oradan göz yaşlannı silerek dönmüştü. Talihsiz Ayşenin dulluğunu (kader) diye karalayan İslam Ağa, mezarlıktan kızılcık sopasına dayanarak evine geldiği zaman kardeşinin dertlerini de paylaşmış, onu teselliye çalışmış ve "dünyada çaresi bulunmayan sadece ölüm gidenler geri gelmez, ge_ride kalanların da kısmetleri kesilmez, açlıktan ölen görülmemiştir, sizin malınız mülkünüz var, onların idaresi her zaman mümkün ve kolaydır..." demiş ve ona yardım vadetmiş ve göz yaşlannı biraz da olsa dindirmişti. Allahın izniyle ve büyük oğlunun yardımı ile İslam Ağa, kardeşine verdiği sözü yerine getirdi. Onun işlerini yavaş yavaş düzene soktu, çocuklarını büyüttü, cv hark sahibi yaptı. Bu son yıllarda onun saçlarının büsbütün ağarmasında, vücudunun erimesinde, canlı gözlerinin bir keder bulutu ile kaplanmasında başka bir sebep vardı. O, hayatın güçlükleri ile yoruluyor, Allahtan gelen acılarla kederleniyor, kaderin cilveleri -ile eziliyordu. Fakat bütün bunlara rağmen manen çökmiiyor, hayattan bıknııyordu. Arada sırada torunlarını dizlerinde oynatır, yaralanan başlarını

24


tütünle bağlar, kanayan burunlarını parmağındaki kan taşı yüzüğü ile durdurur, onlara metelikler, ceviz, fındık verip sevindirirdi. Fakat o, bütün bunları evvelki kadar zevkle yapamıyordu. İslam Ağanın kederi küçük oğlunun durumundan ileri geliyordu. Onun askere alınması bir felaket olmuştu. O zaman İslam Ağanın evi bir matem yerine dönmüştü. O, bunu da kadere atfetrniş, buna da alışmağa çalışmıştı. Üç yıllık hasretin acıları ara-sıra alınan mektuplarla hafifliyor, gönderilen meyva kurularının, cevizlerin, paraların alındığına dair gelen haherlerle biraz da olsa unutuluyordu. Terhisinden sonra oğlunun uygunsuz hareketlerde bulunması, günlerce şehirde kalması, düğünlerde kavgalar çıkarması, başının bayramdan gayri zamanlarda secde yüzü görrnernesi, sarhoşluğu artırması, islam Ağanın yüregını kemiriyor, hayatını zehirliyor, onu hicabından yerin dibine geçiriyordu. Bu yüzden halkın ıçme çıkmaktan sıkılıyordu. Köyde kendi oğluna benzeyenler az değildi. Bunların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Fakat bu, onun kederinin azalmasına değil, artmasına sebep oluyordu. O, hem kendi oğlunun hareketlerinden, hem de gençlerin adederimize hürmet etmemesinden üzülüyordu. "Yıllarca Kazağın kışiasında yatanlardan, onun yemeğini yiyenlerden, tesiri altında kalanlardan, şehirlerin bozuk hayatına alışanlardan ne hayır gelir!" diye dert yanardı. Oğlunu derhal evlendirerek bu dururnun önüne geçmek istedi. Ve bir sabah fikrini ocak başında Esınasına açtı. O da bunu münasip gördü.


İslam Ağa daha ileri giderek dünürünlin kızını oğluna alınağı · düşündüğünü söyledi. Esrna buna itiraz etmek istedi. Oğlunun, yengesine... köyünden Recehin kızını beğendiğini söylediğini anlatmak istedi. Bu gibi şeylerde sekiz defa ölçüp bir kere biçme lazım geldiğini söyledi. Fakat İslam Ağa, dÜnürü ile arasındaki samirniyeti artırmak istediğinden, dünürünün kız11iın rnaşallahı olduğunu, hiç bir şeyinin eksik olmadığını söyliyerek karısının sözünü yarıda bıraktı ve onun söylernek istediklerine kulak asrnadı. İslam Ağa, oğlunun da, yarı bulutlu yarı rnehtaplı bir gecede rüyasında bir dernet çiçek verdiği bir (rnutad) 'ı olabileceğini aklından hile geçİrınedi ve oğlunu dünürünün ·kızına nişanladı. Bu oğlunun düğünü çok gürültülü ve patırtılı geçmişti. Düğün masrafı da az olmamıştı. İslam Ağa bütün bunlara razı idi. Her şeyi göze almıştı. Yeterki oğlunun hayatı ·bir düzene girsİh;.. ·Ne yazık ki hesapları doğru çıkmadı. Düğünden bir ay geçmiş geçmeınİştİ ki, bir gün oğlunun, karısim saçlarından tutup savurduğunu, gelinin pencereye çarpıp elinin yüzünün yaralandığını, karısı Esmadan dinlernişti. Esma yenge bir sabah ocak ha�ında bunları göz yaşları orasında anla�rnış ve "Bu ihtiyarlıkta elaleme maskara olacağız, ocağırnızda görrnediklerirnizi de gördük" demişti. Bu sözler İslam Ağanın kafasına, yüreğine işlemiş, onu can evinden yaralarnıştı. İslam Ağanın kaşları çatılrnış, başı dikilmiş, yüreğini derinden bir titreme almıştı... O anda yalnız hesabının doğru çıkrnadığını değil, hatasının 26


büyüklüğünü de anlamış bulunuyordu. Esmanın, böyle şeylerde sekiz defa ölçüp bir defa biçmeli, ıiemesinin manasını şimdi daha iyi anlıyordu. "Yengesine söylediği, methettiği 'Recebin kızını olsaydık keşki... " diye içini çekti. Fakat, olan olmuştu. Gelinine cimdan acıyor, boş vakitlerini onların evlerinde geçirmeğe ve böylece oğlunun münasebetsizliklet çikarmasına engel olmağa 'çalışıyordu... Aynı zamanda nasihatlarda bulunmağa, onu utandırmağa, Allah korkusu ile korkutınağa uğraşıyordu. Fakat bu sözleden oğlunun ne yüzü kızarıyor, ne de ağzından bir pişmanlık kelimesi çıkıyordu. Artık İslam Ağa ocak başında karısına yüreğinin bu dertli köşesini açıyor, ruhunu ezen bu acıyı karısı ile paylaşınağa çalışıyordu. Onun derdi kederi yalnız görmediklerini kendi ocağında görmesi değildi. Köydeki yaşayışın değişmesi de onu üzüyordu .. Köyün civarında yüksek bir yerde bulunan bağından, bahçesinden dönerken, köyde iki katlı evlerin arttığını görüp ferahlıyor, demir borulada getirilmiş .suların aktığı çeşmelere bakıp. sevinirdi. Fakat, gençliğinde odaların kapısına yakın bir yerde oturup dinlediği ihtiyarların o ağır başlı sohbetleri nerede kalmıştı? Gençlerin neş'eleri, birbirine bağlılıkları ne oldu?. Onların güreşleri, taş atışmaları, yüzmeleri, dağlarda avianmaları nereye gitti?. Eskiden eşe dosta, hısım akrabaya. gidip gelmeler, hastaların hatıriarını sormalar, dcrdilerin dertlerini paylaşmalar, öksiizlere ve onların çeyizlerine yardımları vardı... Şimdi gün geçtikçe ·

27


halkımız kardeşlik bağlarını unutuyor, iyiye kara hürmet duymuyor, felakete uğrayanlara acımıyor ve onlara yardıma koşmuyor, fakirleri ve yetimleri görmezliğe geliyor... diye içini çeker ve eskiden hacıların uğurlanmalarında ve karalaşmalarındaki ve mevlütlerde ve bayramlardaki şenlikleri hasretle aklından geçirirdi... Köyün iki katlı okulu onun çok sevdiği bir ocaktı. Burası yapılırken tıpkı camide çalıştığı gibi sabah erkenden kalkıp yatsılara kadar kum, taş, tahta taşımış, ustalara yardım etmişti. Köylünün böyle bir okul yaptırmasından ve bu okul yapılırken kendisinin de elinden gelen her türlü yardımı yapmış olmasından dolayı büyük bir sevinç duyardı. Fakat, okula Kazaklarıokİ gibi sıra ve büyük bir kara tahta konulmuş olması, genç öğretmenin kıyafeti İslam Ağanın çok canını sıkmıştı. Bununla beraber imam efendinin Kur1anı Kerim1den ayetler okuyarak bunların dinimize aykırı olmadığını anlatması, yüreğine biraz su serpmişti. Bu okula devam eden çocukların Kur1anı daha çabuk öğrenip daha güzel okumaları onu sevindirmişti. Bunları gördükten sonra artık, sıraların ve tahtanın aleyhinde bulunanlara kara, onları müdafaa ediyor ve "onlarla da okuma yazma öğreniliyor ya!. .. " diyerek, sıraların ve tahtanın zararının dokunmadığını aniatmağa çalışıyordu. Yalnız genç öğretmenirı bazı halleri hala onun canını sıkmakta devam ediyordu. O, bütün dünyayı bilir, dedikleri genç öğretmenin bildiklerine bir şey deıniyordu. Yalnız, her zaman lafını

28


Fransızların veya Kazakların meşhurlarının adları ve sözleri ile bitİrınesini hiç beğenmiyordu. Onun sık sık şehre gitmesine de iyi bir gözle bakmıyordu. Fakat, kısa bir zamanda torunlarının yazı yazmağa, gazete okumağa ve karışık hesapları halletmeğe başladıklarını görünce, genç öğretmenin uygunsuz gördüğü hallerin de görmemezliğe başlamıştı. "Çocuklarımıza okuma yazma öğretiyor ya, onlar da bizim gibi dinden dünyadan habersiz yetişmiyecekler ya" diye teselli bulur ve öğretmenin dar şalvarını, tepesinde kalan kalpağını, taranmış uzun saçlarını, yazın okulun bahçesinde kalpaksız başı açık gezmelerini, hepsini, hepsini görmemezliğe gelirdi... Genç öğretmenin yalnız bir hareketini affedemiyordu. Bu da, imam efendinin mübarek Kur'andan okuyup söylediklerine karışması idi. Onun dünyamıza dair fikirlerini, geriliğimiz hakkında yana yakıla anlattıklarını severek dinlerdi. Fakat oruca, zekata, kurban derisine, kadınların, kızların yaşayışlarına karışması, şarap yapmanın zararı olup olmadığını tartışması hiç hoşuna gitmez ve kendi kendine, "Ne olur bu müslümanın eviadı kendi iyi bildiği havayı çalsa da başkalarına karışmasa!" derdi. İslam Ağa öğretmenin de bulunduğu bir mecliste konuşmalar böyle bir mecraya dökülünce, lafı değiştirrneğe çalışır ve punduna getirerek öğretmenden, uçağın nasıl yapıldığını, telefonun nasıl icat edildiğini, gramofonun nasıl türkü söylediğini, yahut da hangi devletin askerinin çok olduğunu hangi padişahın gemilerinin daha hızlı gittiğini, 29


hangisinin toplarının daha . uzağa attığını Ö İ sorardı. ğretmen de her zaman sözlerini, " şte büyük babalar, elalem göklerde uçuyor engin d.enizleri aşıyor, dünyqnın bir ucunda oturup öbür ucundaki kimse ile konuşuyor, düşmanianna saatlerce uzaktan görünmeden toplar yağdırıyor. Onlar öyle ya bizim neyimiz var? Hala dedelerimizin zamanında olduğu gibi atlanmızı kamçılayarak otomobillerin tozlarından kurtulmağa çalışıyoruz ... "Biz gene ... Biz gene ... " diye bitirir ve bizim noksan ve kusurlu taraflanmızı acı acı tenkit ederdi. İ slam Ağa ise bu sözleri öğretmene hak veRerek dinlerdi. İslam Ağa uzak şehirlere, başka memleketlere gitmemişti. Fakat sahildeki güzel Yaltaya iki üç ayda bir uğrardı. Buradaki büyük yapılar, zengin mağazalar, göz kamaştıran lambalar, rüzgar gibi geçen otomobiller, ejderha gibi denizleri yanp geçen gemiler... Onun içini çekmesine sebep olur ve "Evet, zaten bunlar çıktıktan sonra bizim evimiz küçüldü, biz fakir düştük. Bunlardan sonra bizim atımız geçildi, toza dumana boğuldu. Bunlardan sonra bizim reislerimizin değil gemileri, adları bile hattı!..." der, kederlenirdi. Bu sebeple o, artık tenhalaşmış olan Allah evinde namazını kıldıktan sonra mutlaka,"Allah'ım, sen müslümanı koru"... diye dua ederdi. "Harp başlıyormuş ... Askerler çağırılıyormuş... " Bu kara haber köyde duyulduğu zaman İ slam Ağa yetşmişini aşmış, köyün sayılı ihtiyarlarından birisi olmuştu. 30


Küçük oğlunun her yaptığını unutup, onu gözlerinden öpüp askere gönderdikten sonra, çok kederlenrniş, artık her toplantıdan kaçrnağa, yalnızlığı ararnağa başlamıştı. Fakat, harp haberleri gelrneğe, dükkan ve cami önünde topluca gazete okunınağa başlandıktan sonra evinde oturarnaz olmuştu. Almanın iki günlük mesafeye rnerrni savuran topunu, boğup öldüren gazını, göğün bilmem kaçıncı katına çıkan uçağını, denizin dibinden giden gernilerini, ırmakları taşırıp memleketleri su altında bıraktığım... Öğrendikçe bunları Esrna yengeye de anlatır ve "bunlar yarnan bir halk... Allah sonunu hayreylesin!" derdi. Artık evde konuştukları hep harple alakah şeyler, bekledikleri ise oğullarından bir mektup veya bir haberdi. Dualarını her zaman "Allahırn, sen ümmeti Muharnrnedin çocuklarını sakla !" niyazıyla bitiriyorlardı. Büyük oğullarının şehire gittiği zaman getireceği haberleri ve postacının mektup dağıtmasını büyük bir sabırsızlık ve heyecanla beklerdi. Padişah Babanın da Almanlada birlikte harbe girdiğini ve Kafkaslardan Kazağı vurrnağa başladığını öğrendikleri zaman içlerinde bambaşka hisler uyanınağa başlamış ve namazı ve niyazı daha fazla artırrnışlardı. Artık torunlarını ocak başlarında yanlarına oturtup gazete okutuyor ve her haberi ayrı ayrı manalandırrnağa çalışıyorlardı... İ slam Ağa bununla da yetinrniyor, genç öğretrnenin gazeteyi okuyup izah etmesini harbin sonu hakkında fikirlerini söylemesini kaçırrnıyor ve toplantılarda 31


hep ona yakın oturuyor ve söylediklerini bellemeğe çalışıyordu. Artık yüreğinde bir tek dua vardı: "Allahım, sen dine, devlete zarar verme! Sen onlara kuvvet ver, sen onları ilerlet! Aylar geçiyor. İ slam Ağanın isimlerini aklında tutamadığı kaleler, şehirler birbiri ardından düşüyor, memleketler alınıyordu. Harp uzayıp gidiyordu. Alınana kara bütün dünyanın harbe girdiğini duyduğu zaman, "Dünya şaşırdı!" dedi, fakat buna şaşmadı. Lakin, Japon da harbe girdi, diye duyduğu zaman, "çocuklar, iş sarpa sardı!" diye bağırdı. Günün birinde Padişah Babanın zırhlılarının bizim sahiller�e görünmesi, bir kaç yeri topa tutması üzerinde de çok düşündü. Nihayet, bunun, "olsa olsa Kazağın kamçı ile yalıdan içerilere sürdüğü Türklere başka hİyanetliklerde bulunmaması bir ihtar mahiyetinde" olduğuna hükmetti. İ çinden gizli bir ses ona, bunun daha mühim ve esaslı sebeple yapıldığını fısıldıyor ve o da bu sese inanmak istiyordu. "Evet, Padişah Baba bu hareketi ile Kınmda da cenk ettiğini ilan ediyor. Ve ileride barış günlerinde Kırım meselesini ortaya atmak istiyor" içinden gelen bu sese inanabilse, elbette çok mes'ut olacaktı. Fakat... Bunu söylemek değil aklından bile geçirmeğe cesaret edemiyordu. Harbin ikinci yılı sonunda köye gelen kara haberler, aylardan beri korkulu rüyalar gören iki ihtiyarı materne boğdu. Oğullarının Karpatlarda donarak öldüğünü, arkadaşlarından gelen mektuplardan öğrenmişlerdi. İ slam Ağa ile hayatının bütün zevk ve kaderlerini paylaşmış olan Hatice yenge, bu kara 32


haberden üç ay sonra ağır bir şekilde hasta düştü. Onun da İ slam Ağanın annesi gibi, gözlerinin parlaklığı artmış, çenesi titremeğe, dudakları yanmağa, nefesi derinden sık ve kesik çıkınağa başlamıştı. İ ki ay sonra, gençliğinde rüyalarını süblemiş, bütün ömründe ona bir kerecik olsun kaşlarını bile çatmamış, her hareketini ve her sözünü tatlılıkla karalamış olan Esmasına da zavallı İ slam Ağa titreyen parmakları ile zemzemi şeriften içirmiş, onun da gözlerini kapatmış, dizlerini uzatmış ve onu da annesının mezarının yanındaki ebedi istirahatgahına göz yaşları ile yerleştirmiş, kara topraklara vermişti. Bu defa mezarhktan dönerken, ne söylenilenleri işitiyor, ne yanındaki bij.yük oğlunun sabır· tavsiye etmesine, ne de yaşlı dostlarının baş sağlığı dilemelerine ehemmiyet veriyordu. Bund�n sonra hayatını aydınlatacak bir ayın doğmıyacağına, bundan böyle kalbinin sevinç ve huzura kavuşmıyacağına, bütün bunları Esması ile birlikte gömüldüğüne inanmıştı. Herşey, evi, bağı, bahçesi, giydiği, yediği, içtiği, bütün bildikleri ve hatıraları ... her şey ona Esmasını hatırlatıyordu. Esmasız bugünün bir manası kalmıyordu. Onsuz yarının da elbette bir manası ve kıymeti olamazdı. Artık onun nurani pembe yüzünden, beyaz sakalından iri taneler halinde yuvarlanan göz yaşlarını görenler az değildi. Bir taraftan zavallı küçük oğlunun Karpatlarda donarak ölmesi de aklından çıkmıyordu. Onun göz yaşlarında bu büyük facianın da önemli bir pav• 33


olJuğunda şüphe yoktu. Bu iki ölüm onun birdenbire c;üktürmüştü. Artık halktan ziyade hakka gönül vermiş, gazeteden ziyade ibadete dalmıştı. Artık dış alemden gelen sesleri değil, kendi iç aleminden gelen sesleri diniemeği seviyordu. Artık hayatı değil ölmeği arzu ediyordu. İ çine daldığı keder ve matem onun hakikaten günden güne çökmesine, erimesine sebep oluyordu. Büyük oğlunun onun bütün işlerini yürütmesi de onu hayattan büsbütün uzaklaştırıyordu ... Genç öğretmenin yalnız bir hareketini affedemiyordu. Bu da, imam efendinin mübarek Kur1andan okuyup söylediklerine karışması idi. Onun dünyamıza dair fikirlerini, geriliğimiz hakkında yana yakıla anlattıklarını severek dinlerdi. Fakat oruca, zekata, kurban derisine, kadınların, kızların yaşayışlarına karışması, şarap yapmanın zararı olup olmadığını tartışması hiç hoşuna gitmez ve kendi kendine, "Ne olur bu müslümanın evladı kendi iyi bildiği havayı çalsa da başkalarına karışmasa!" derdi. İ slam Ağa öğretmenin de bulunduğu bir mecliste konuşmalar böyle bir ınceraya dökülünce, lafı değiştirrneğe çalışır ve punduna getirerek öğretmenden, uçağın nasıl yapıldığını, telefonun nasıl icat edildiğini, gramofonun nasıl türkü söylediğini, yahut da hangi devletin askerinin çok olduğunu hangi padişahın gemilerinin daha hızlı gittiğini, hangisinin toplarının daha uzağa attığını sorardı.Öğrctmen de her zaman sözlerini, " İ şte büyük babalar, elaleııı göklerde uçuyor engın denizleri 34


aşıyor, dünyanın bir ucunda oturup öbür ucundaki kimse ile konuşuyor, düşmaniarına saatlerce uzaktan görünmeden toplar yağdırıyor. Onlar öyle ya bizim neyimiz var? Hala dedelerimizin zamanında olduğu gibi atlarımızı kamçılayarak otomobillerin tozlarından kurtulmağa çalışıyoruz ... "Biz gene ... Biz gene ... " diye bitirir ve bizim noksan ve kusurlu taraflarımızı acı acı tenkit ederdi. İ slam Ağa ise bu sözleri öğretmene hak vererek dinlerdi. İslam Ağa uzak şehirlere, başka memleketlere gitmemişti. Fakat sahildeki güzel Yaltaya iki üç ayda bir uğrardı. Buradaki büyük yapılar, zengin mağazalar, göz kamaştıran lambalar, rüzgar gibi geçen otomobiller, ejderha gibi denizleri yarıp geçen gemiler... Onun içini çekmesine sebep olur ve "Evet, zaten bunlar çıktıktan sonra bizim evimiz küçüldü, biz fakir düştük. Bunlardan sonra bizim atımız geçildi, toza dumana boğuldu. Bunlardan sonra bizim rcislerimizin değil gemileri, adları bile hattı!. .. " der, kederlenirdi. Bu sebeple o, artık tenhalaşmış olan Allah evinde namazını kıldıktan sonra mutlaka,"Allah'ım, sen müslümanı koru"... diye dua ederdi. "Harp başlıyormuş ... Askerler çağırılıyormuş ... " Bu kara haber köyde duyulduğu zaman İ slam Ağa yetşmişini aşmış, köyün sayılı ihtiyarlarından birisi olmuştu. Küçük oğlunun her yaptığını unutup, onu gözlerinden öpüp askere gönderdikten sonra, çok kederlenrniş, artık her toplantıdan kaçmağa, 35


yalnızlığı aramağa başlamıştı. Fakat, harp haberleri gelmeğe, dükkan ve cami önünde topluca gazete okunınağa başlandıktan sonra evinde oturamaz olmuştu. Almanın iki günlük mesafeye mermi savuran topunu, boğup öldüren gazını, göğün bilmem kaçıncı katına çıkan uçağını, denizin dibinden giden gemilerini, ırmakları taşırıp memleketleri su altında bıraktığım... Ö ğrendikçe bunları Esma yengeye de anlatır ve "bunlar yaman bir halk... Allah sonunu hayreylesin!" derdi. Artık evde konuştukları hep harple alakah şeyler, bekledikleri ise oğullarından bir mektup veya bir haberdi. Dualarını her zaman "Allahım, sen ümmeti Muhammedin çocuklarını sakla !" niyazıyla bitiriyorlardı. Büyük oğullarının şehire gittiği zaman getireceği haberleri ve postacıinn mektup dağıtmasını büyük bir sabırsızlık ve heyecanla beklerdi. Padişah Babanın da Almanlarla birlikte harbe girdiğini ve Kafkaslardan Kazağı vurmağa başladığını öğrendikleri zaman i çlerinde bambaşka hisler uyanınağa başlamış ve namazı ve niyazı daha fazla artırmışlardı. Artık torunlarını ocak başlarında yanlarına oturtup gazete okutuyor ve her haberi ayrı ayrı manalandırmağa çalışıyorlardı... İslam Ağa bununla da yetinmiyor, genç öğretmenin gazeteyi okuyup izah etmesini harbin sonu hakkında fikirlerini söylemesini kaçırmıyor ve toplantılarda hep ona yakın oturuyor ve söylediklerini bellemeğe çalışıyorrlu. Artık yüreğinde bir tek dua vardı: "Allahırn, s.:-n dine, devlete zarar verme! Sen onlara 36


kuvvet ver, sen onları ilerlet! Aylar geçiyor. İ slam Ağanın isimlerini aklında tutamadığı kaleler, şehirler birbiri aroından düşüyor, memleketler alınıyordu. Harp uzayıp gidiyordu. Alınana kara bütün dünyanın harbe girdiğini duyduğu zaman, "Dünya şaşırdı!" dedi, fakat buna şaşmadı. Lakin, Japon da harbe girdi, diye duyduğu zaman, "çocuklar, iş sarpa sardı!" diye bağırdı. Günün birinde Padişah Babanın zırhlılarının bizim sahillerde görünmesi, bir kaç yeri topa tutması üzerinde de çok düşündü. Nihayet, bunun, "olsa olsa Kazağın kamçı ile yalıdan içerilere sürdüğü Türklere başka hiyanetliklerde bulunmaması bir ihtar mahiyetinde" olduğuna hükmetti. İ çinden gizli bir ses ona, bunun daha mühim ve esaslı sebeple yapıldığını fısıldıyor ve o da bu sese inanmak istiyordu. "Evet, Padişah Baba bu hareketi ile Kırımda da cenk ettiğini ilan ediyor. Ve ileride barış günlerinde Kırım meselesini ortaya atmak istiyor" içinden gelen bu sese inanabilse, elbette çok mes'ut olacaktı. Fakat. .. Bunu söylemek değil aklından bile geçirmeğe cesaret edemiyordu. Harbin ikinci yılı sonunda köye gelen kara haberler, aylardan beri korkulu rüyalar gören iki ihtiyarı materne boğdu. Oğullarının Karpatlarda donarak öldüğünü, arkadaşlarından gelen mektuplardan öğrenınişlerdi. İ slam Ağa ile hayatının bütün zevk ve kaderlerini paylaşmış olan Hatice yenge, bu kara haberden üç ay sonra ağır bir şekilde hasta düştü. Onun da İ slam Ağanın annesi gibi, gözlerinin 37


parlaklığı artmış, çenesi titremeğe, rludakları yanmağa, nefesi derinden sık ve kesik çıkınağa başla.nıştı. İ ki ay sonra, gençliğinde rüyalarını süslemiş, bütün ömründe ona bir kerecik olsun kaşlarını bile çatmamış, her hareketini ve her sözünü tatlılıkla karalamış olan Esmasına da zavallı İ slam Ağa titreyen parmakları ile zemzemi şeriften içirmiş, onun da gözlerini kapatmış, dizlerini uzatmış ve onu da annesının mezarının yanındaki ebedi istirahatgahına göz yaşları ile yerlcştirmiş, kara topraklara vermişti. Bu defa mezarlıktan dönerken, ne söylenilenleri işitiyor, ne yanındaki büyük oğlunun sabır tavsiye etmesine, ne de yaşlı dostlarının baş sağlığı dilemelerine cheınıniyet veriyordu. Bundan sonra hayatını aydınlatacak bir ayın doğmıyacağına, bundan böyle kalbinin sevinç ve huzura kavuşmıyacağına, bütün bunları Esması ile birlikte gömüldüğüne inanmıştı. Herşey, evi, bağı, bahçesi, giydiği, yediği, içtiği, bütün bildikleri ve hatıraları ... her şey ona Esmasını hatırlatıyordu. Esmasız bugünün bir manası kalmıyordu. Onsuz yarının da elbette bir manası ve kıymeti olamazdı. Artık onun nurani pembe yüzünden, beyaz sakalından iri taneler halinde yuvarlan�n göz yaşlarını görenler az değildi. Bir taraftan zavallı küçük oğlunun Karpatlarda donarak ölmesi de aklından çıkmıyordu. Onun göz yaşlarında bu büyük facianın da önemli bir payı olduğunda şüphe yoktu. Bu iki ölüm onun birdenbire çöktürmüştü. Artık halktan ziyade hakka gönül vermiş, gazeteden ziyade ibadete dalmıştı. Artık dış 38


alemden gelen sesleri değil, kendi iç aleminden gelen sesleri diniemeği seviyordu. Artık hayatı değil ölmeği arzu ediyordu. İ çine daldığı keder ve matem onun hakikaten günden güne çökmesine, erimesine sebep oluyordu. Büyük oğlunun onun bütün işlerini yürütmesi de onu h ayattan büsbütün uzaklaştınyordu ... İ slam Ağa artık sık sık kahvelere gidiyor, öğretmenin okuduğu gazeteleri dinliyor, anlaşılmaz bir merak ve hevesle hadiseleri anlamağa, haberleri, öğrenmeğe çalıayordu. Öğretmen Rusya dışındaki memleketlerin kurtuluş mücadelelerinden İ bahsederken, slam Ağa onun sözünü hemen her defasında keser ve "Kazak ne yapıyor, orada neler oluyor?" diye sorardı. Kazakların padişahsız kaldıklarını, bir kimseyi seçip baş yapamadıklarını, her mes'elede her kafadan bir ses çıktığını öğrendikçe derin bir nefes alırdı. Almanın her gün biraz daha Rusu geri attığını, Kazakların tüfeklerini atıp kaçtıklarını ve evlerine döndüklerini işittikçe, kazagın hükmünün sonu geldi artık diyerek seviniyordu. Içinde "ya bizim askerler de kazağın saidatı (askeri) gibi başıboş kalır, zaptü rapt tanımazlarsa... " diye bir korku belirdi. Fakat buna kendi görüşüne göre bir cevap vermekte güçlük çekmedi ve "Ne de olsa bizi çiğnemezler ya, kendi halkımızı, kendi hakkımızı bırakıp düşman tarafına geçmezler ya!" dedi. Bu sıralarda, Bahçesarayda Han sarayında Kurultay açılmış, Kırım hükümeti kurulmuş, bizimkiler Kınının idaresini ellerine almışlar... diye 39


haberler gelmiş ve bu haberler herkesi heyecanlandırmış, ayaklandırmıştı. Herkes büyük bir merak içinde her şeyden evel yurt davasında atılan adımları, yapılan işleri öğrenmek için çırpınıyordu. Herkes gazete okuyanların etrafında toplanıyor, herkes şehirden dönenleri büyük bir heyecanla karalıyor, her gece köyün bir çok evlerinde toplantılar oluyordu. Bugünlerde İ slam Ağanın manasını anlıyamadığı bir kelime ağızdan ağıza dolaayor, bütün halk ona kara diş biliyor, herkes onu büyük bir tehlike, korkunç bir düşman olarak tanıyor, onun ezilmesini temenni ediyordu: Bolşevik... Bu ne demekti, neden bu kadar korkunçtu!. .. İ slam Ağa bunun ne demek olduğunu öğretmenden sormuş, şehire gidip gelenlerden anlamağa çalışmıştı. Dinlediklerini kafasında yoğurduktan sonra, "Bolşevikler, demek ki, kudurmuş, delirmiş, canavariaşmış kazaklardır!" hükmünü vermıştı... Bolşevikterin Moskovayı, Petersburgu almaları onu hayrete düşürmemişti. Bütün kazakların bu delilerin arkalarından sürüklenmelerinde hayırlı bir bozukluk olarak telakki etmişti. Onların bütün dünya devletlerini ortadan kaldırmak istediklerini, fabrikaları sahiplerinden alıp kendilerinin işleteceklerini, dinleri kaldıracaklarını, aileyi yıkıp ırz, namus denilen şeyleri yok edeceklerini işittikten sonra onlar hakkında verdiği bükümde haklı olduğuna bir kere daha kani oldu. Çarığını bağlamaktan aciz kazağın, bütün dünyayı idare etmeğe kalkışmasına güldü ve "Çocuklar, bu sefer Kazak tam oardı, büsbütün delirdi!" dedi. 40


Bir cuma akşamı köyde büyük bir hazırlık . başlamıştı. Bir çok evlerin fırınları yakılmış, kadınlar fırınların başında toplanıp hamur yoğuruyorlar, bir çok evlerde kurbanlar kesilmiş, büyük kazanlarla et pişiriliyordu. Köy onbaşısı ve şehirden gelen bazı kimseler, Akmescitten askerlerimizin geleceğini ve bu gece köyde misafir kalacaklarını ve ertesi günü Yaltaya gideceklerini söylemişlerdi. Bu haber İ slam Ağaya, Karpatlarda donarak ölen, kefensiz, namazsız gömülü zavallı oğlunu hatırlattı. Askerlerin geleceği haberi onu, oğlunun geleceği müjdesini almış kadar sevindirdi. Vakit kaybetmeden hemen ellerini sıvayıp kendi eli ile koyunlarından birini kesti. Ve gelecek misafirler için hazırlık gördürrneğe başladı. Oğlu, torunları ve bütün komşuları yıllardan beri onda bu kadar bir canlılık ve çeviklik görmemişlerdi. Her şeyle bizzat kendisi meşgul oluyordu... Bütün köy halkı sanki büyük bir . düğüne hazırlanıyor, gençler atlara binip askerlerimizi karalamağa gidiyorlar, çoluk çocuk damlarda toplanıp uzaktan askerleri görrneğe çalışıyorlar, her tarafta büyük bir canlılık ve hareket var, genç ihtiyar herkes askerler için bir şeyler yapayım diye didiniyor... İslam Ağa bunları görünce şu hükmü verdi: "Bugün hacının, hocanın, zenginin, yiğitin değil, Kınının düğünü, halkımızın düğünü oluyor! ... " Bir boyda, bir renkte kuvvetli yağız adariyle uzaktan görünen askerlerimiz köye yaklaştıkları zaman, Borlu1yu çalınağa başlamışlardı. Halkın toplandığı meydana ulaştıkları sırada, çocuklar, 41


öğretmenin kendilerine milli marşımız diye öğrettiği (Andetkemen And etmişim) 'i söylerneğe başladılar. Bütün halk ayakta iki sıra olarak dizilmişlerdi. Askerlerimiz bu sıraların arasından ağır ağır ilerlerken bütün halkın gözlerinden sevinç yaşları akıyordu. Atlarından inen askerlerle halkın kucaklaşması görülecek bir levha idi. Böyle bir levha bu köyler kurulalıdan beri görülmemişti. Köy halkı, o gece kıymetli misafirlerine sofralar kurmuş, elinden gelen her şeyi yapınağa çalışmış, yıllardan beri Kazağın elinden çekmiş, onun kazanından yemiş, yurtlarına hasret kalmış bu çocukları ağırlamağa ve rahat eHirrneğe candan gayret sarfetmişlerdi. Sabah olup da askerler köyden ayrılırken köy öğretmeni onları heyecanlı sözlerle hayırlı yolculuklar diledikten ve imam efendi de dualar ettikten sonra, İ slam Ağa da, "Allah sizleri bir daha bizim başımızdan eksik etmesin!" dedi ve köy halkı ile beraber onlar epeyce müddet beraber yürüyerek uğurladılar. İ slam Ağa artık namazlarını daha rahat kılıyor, dualarını daha uzatıyordu. Dualarının büyük bir kısmını askerlerimiz için yapıyordu ... Günün birinde bolşevik belasının bizimkileri yendiğe haberi ge lin ce İ slam Ağa alt üst olmuştu: Bütün köy halkı ve burada büyük oğlu çoluk çocuğunu alarak dağlara kaçmağa başlamışlardı. Bir iki saat içinde bütün köy boşalmıştı. İ kindi vakti köy ezansız kalmıştı. Akşam ezanı vakti de geliyor, fakat arada ne imam, ne müczzin var, ortalığı bir ölüm =

42


sessizliği kaplamıştı. İslam Ağa, ezansız kalırsa köyün bin türlü bahtsızlığa uğrayacağına, müslümanlığa da bundan bir bela geleceğine inananlardandı. Köyün böyle garip kalması da ona çok dokunmuştu. Allah evinin müslümansız kalması ise onu büsbütün üzmüş, candan sarsmıştı. Nihayet dayanamadı, sopasına dayana dayana ve yavaş yavaş camiye doğru yürüdü. Camiye varınca bütün mumları yaktı ve sonra ınİnareye çıkarak köyü çınlatan kuvvetli bir sesle ezan okumağa başladı. Sesinin kuvvetine, gürlüğüne kendisi de şaşmıştı. Ona nereden, nasıl bu kadar kuvvetli bir ses gelmişti. O bunu Allah 'tan gördü ve yaptığı işin hayırlı bir İş olduğuna büsbütün inandı. Bu sırada köyde ışık gören bolşeviklerden bir çoğu, bulundukları aşağı mahalleden camiye doğru koşmağa başladılar. ".Minareden dağda bulunanları çağırıyor... " dedikleri Islam Ağayı kurşun yağmuruna tuttular. . Ezanı Şeriii yarım bırakmak... Bu büyük günaha Islam Ağa elbette razı olamazdı. Bir eliyle sanki kurşunlara mani olmağa ve başını korumağa çalışıyor, diğer eli de kulağında ezanma devam ediyordu ... Minareden inip camide namaza uyacağı sırada bir takım patırtıların yaklaşmakta olduğunu duydu ve arkasından bir sürü sarha ve kudurmuş Kazağın kirli çizmeleri ve ellerinde tüfekleri ile camide dolaşmağa başladıklarını gördü. İ slam Ağa bu manzarayı görünce, bütün sinirleri ve adaleleri gerilmiş bir halde ve gözlerinde parlıyan şimşeklerle, "Allah evine Kazağı sokmamak için" onların üstüne atıldı. Bir kaç tüfenk birden patlamış, zavallı ihtiyar İslanıı caminin 43


iç kapısı önünde yere sermişti. Ertesi gün Kırım askerlerinin köyü kurtarması üzerine dağlardan inen köy halkı, al kaniara boyanarak yatan Kırımın ihtiyarını buradan kaldırıp Gök Bayrağa sardılar ve hep bir ağızdan, onun torunlarına söylettiği ve severek dinlediği, (Andetkemen) 'i söyliyerek mezarlığa götürdüler, üç top selvi dibinde rahmetli annesinin, babasının ve sevgili hayat arkadaşı Esmanın yanına gömdüler...

44


CÄ°N

45

MAB ET


Henrik Şinkiyeviç'in (Mızıkacı Yanko)'suna ebedi hür�etlerle Cafer Seyidahmet KIRIMER Her dakika kalınlığı, kesafeti artan sis, köyü ve bütün ufukları bir kefen gibi sarıyor; her saniye inceliği artan yağmur, her şeyin derinliklerine nüfuz ediyor, hatta eski caminin yıkık duvarları arasında kuş yuvalarını bile ıslatıyordu .. Bu yirmi beş otuz hanelik köy, bütün insanları, atları, koyunları, kuşları ile derin bir uykuya dalmış, bu yıldızsız, ıssız gecede sonsuz bir sessizliğe gömülmüştü ... Sabah yaklaştıkça sıs daha da çoğalıp ağırlaşıyor; serpintileri ve pıtırdıları gittikçe azalıyordu... Bu boş düşm&n dünyasının sessizliği, ağırlığı, karanlığı arasında bütün köy cansız bir uykuya dalmışken, "Mennan"ın, köyün kenarında, damı saman1a örtülü küçük evinin daracık penceresinden sızan ölü bir ışık hüzmesi sisle cenkleşerek küçük bir sahaya yayılınağa başladı. Küçük eve, hızlı yürümekten nefesleri kesi lmiş ve yüzleri solmuş bir halde köyün ihtiyar ehesiyle Mennan'ın kaynanası girdiler. Bir saat sonra köyün sessizliğine cansızlığına, sakin ve hareketsiz bir erkek 46


çocuk da katıldı. İhtiyar kadınlar, ne çocuğun, ne de anasının sabaha çıkacağını ümit etmediklerinden, onların sağlıklarından ziyade ruhlarının rahatlığını temin maksadiyle hazırlanınağa başladılar. Bunlardan birisi, yüzü gittikçe ağaran çocuğun ve diğeri de yüzü tanıarnİyle sararmış olan Şerife'nin başları ucuna oturarak, yaşlı gözlerle Kur'anı Kerimden ezberlerinde kalan sureleri okuınağa başladılar. İ htiyarların gözleri, köyü gittikçe karartan sisten daha kalın ve daha koyu bir bulutla örtülüyor, Mennan'ın penceresindeki titrek ıak ise her an bir parça daha diriliyor, yükseliyordu... Şerife yengenin yüzünün sarılığı, nefesinin sıcaklığı. dudaklarının titremesi, kalbinin çarpıntıları büsbütün artmış ve hızlı hızlı inip kalkan göğsü vurulmuş bir kuş gibi çırpınınağa başlamıştı. Anası, onun ağarmış dudaklarını zemzemli pamukla ıslatırken, Ebeana da raftaki eski basma Kur'anı Kerimi aldı ve yırtılmış, yıpranmış sayİfalarını ince parmakları ile karıştırarak Yasin'i Şerif suresini buldu, gözlüklerini taktı ve laınbanın fitilini çıkararak okuruağa ve göğsüniin derinliklerinden gelen hafif nefeslerini, gittikçe cansızlaşan Şerife'ye iifürıneğe başladı. Allah kcl arnını taşıyan nefesinin, Azrailin sertliğini yumuşatacağına, so[,ıukluğunu eksilteceğinc iman eden ve esasen sadece bunu dileyen ihtiyar ana, nefesleri ile hastaya sağlık, onun donan kanına sıcaklık verdiğinin, dumanlanan gözlerine ışık scrptiğinin farkında bile değildi. Ve bunu zaten aklından geçirmiyordu. O, altmışsekiz senenin 47


tecrübesine dayanarak, bu kadar cansızlaşan, soğuyan, uzaklara ve yokluklara dumanlı gözlerle başkan bir hastanın artık yolcu olduğuna inanıyor ve dağlar, taşlar ne zaman canlanıp yürüderse Şerife de o zaman dirilir; dillenir diye aklından geçiriyordu. O, hastanın yaşaması için değil ruhunun bütün saflığı ile ona Allahın hayırlı bir yolculuk nasip etmesi için okuyor, üflüyordu ... Dünyada aklın olmadığı, tecrübenin kestiremediği olaylar ne kadar çoksa, fikrin tasariarnaktan bile kurktuğu ümiderin gerçekleşmesi de o kadar az değildir. Kim derdi ki, akşam bütün ağırlığı ve saltanatı ile kurulmuş olan sis sabahleyin kalkacak, arkasından parlak ve sıcak bir güneş her tarafı ısıtacak ve her yeri, hatta cami duvarları arkasındaki kuş yuvalarını bile kurutacak... Kim, akşamki karanlığa, yıldızsız boşluğa bakarken, bugün göğün bu kadar lekesiz ve parlak olabileceğini aklından geçinebilirdi? Hangi insan, gece her şeyi ezen, yassıltan kuşların kanatlarını düşüren, onların dillerini bağlayan, atların, . sığırların, koyunların ayaklarını köstekleyen ağırlığın, bugün herşeyden kalkacağını ve bugün her canlının tüy gibi bir hafiflikle canlanacağını hatırına getirebilirdi?.. Evet, bugün herşey gülüyor, şarkı söylüyor, bütün köy şenlikten çalkanıyor, hatta Akmambet'in küçük kara gözleri fırıl fırıl, küçük dudakları bile oynuyor, titrek ince sesi bile işitiliyordu. Bugün annesinin yüzünde de hafif bir pembelik dalgalanıyor, gözlerinin parlaklığı artıyor, iniltİleri 48


daha hafif ve seyrek işitiliyordu. Bütün tabiatın neş1e ve sevinç içinde güldüğü Cuma günü ihtiyar imam, dünyadan ziyade mezara bakarak doğan çelİnısiz çocuğa ad koydu ve... Köyünün nüfus defterine: "Mennan ve zevcei meşruası Şefife neslinden muharremin l8'inde bir erkek çocuğu dünyaya geldi ve kendisine Akmambet adını verdim." diye kaydetti. Mennan, Akmambet1e bakarken kendisinin ana nasıl yardımcı olabileceğini düşünerek başını sallıyor; imam da, cemaatinin bu yeni filizinin küçük fırtınalara ve hafif ayazlara bile dayanamıyacağını ve solup kırılacağını düşünmekle beraber, kahvesinden yükselen dumanlara bakarak ona sağlıklar, uzun ömürler diliyordu. Allahın hikmeti, hiç kimsenin yaşayacağını ümit etmediği Akmambet, zayıf ve hastalıklı olmasına rağmen yaşadı. Evet, pek çok hastalıklar çekti, çok ağır dakikalar geçirdi, lakin yaşadı. Akmambet, (cin) lakabını pek kolaylıkla kazanmıştı. Bir ramazan günü, yatsı vaktinde ince ve yüksek bir sesle okunan ezan bütün köyü çıtlatıyordu. Herkes bu yeni misafirin kim olduğunu öğrenmek istiyor hatta bazı ihtiyarlar onu davet etmeyi bile gönüllerinden geçiriyorlardı. Camiye, daha doğrusu... Ağanın evinde kılınmak üzere ayırdığı bölmeye gelenler arada yeni ve yabancı bir sima bulacaklarını sanıyor ve minareden, başka bir deyimle evin önündeki tepecikte birbini üstüne konmuş iki biiyük taştan inerek camiye gelecek olanı 49


b ekliyorlardı. Lakin sabırsızlıkla yenı sımayı bekliyenler; camideki çocukların arasına karışan Akmambet'ten başka kimseyi göremediler. Namazdan sonra cemaat, o gece ezan okuyanı aramağa, titreye titreye yükselen o ince, saf, yumuşak sesin sahibini bulmağa çalışıyor ve uzun yıllardan beri ruhlarında duymadıkları sevinci uyandıran o genci tebrik etmek istiyorlardı. Fakat o kirndi ve nereye sinmişti? Onu köyde yalnız bir insan tanıyordu ki, o da Şerife yenge idi. O, o sesi çoktan beri tanıyordu. Çünkü, o ona herkesten yakındı. Akmambet'in ağır hastalık günlerinde o sesi az işitmemiştil Ertesi gün da yatsı vakti aynı ses, tatlı ahengiyle bütün köyü sarmış, herkesin kalbini titretmiş ve her dile Allah, Allah dedirtmişti. Bu sefer halk, ezan okuyanın kim olduğunu anlaması ve hatta icabederse yakalaması ıçın ınınareye bir delikanlı göndermişlerdi. Akmambet, sevinçle iri taşlardan tutuna tutuna inerken, karanlıkta kuvvetli bir el kendisini tam belinden yakalamıştı. O an ne kadar korkmuş, şaşırmış, yüreği ne kadar kuvvetle çarpınıştı! O, her şeyden ziyade ezanı yanlış okumuş olmaktan korkuyordu. Fakat, bir aydan beri taşların dibine gelerek imaını dinlemiş ve her seferinde imarola birlikte, hissettirmeden, ezanı tekrarlamış, ilk hafta imaının okuduğunu tekrarlarken, ikinci hafta imamdan evvel fısıltı ile ezanı okumağa başlamış ve sonra okuduğunun doğru olup olmadığını anlamak 50


için imaını dinlemişti. İ ki haftadan beri bir kerecik olsun yanılmamıştı. Ezanı biliyor ve bildiğine de inanıyordu. Fakat bu sefer demek farkında olmadan şaşırmıştı. Kuvvetli eller arasında bir kuş gibi titreye titreye camiye doğru götürülürken, ezanı tekrarlamış, fakat gene yanılmamıştı. O halde bu adam neden kendisini yakalamış ve_ böyle merhametsiz bir şekilde camiye götürüyordu? Halk, sekiz yaşında, - küçük, çelimsiz Akmambet'in, delikanlının kolları arasında sararan yüzü, yaşlanmış gözleri ve titreyen vücudu ile camiye sokulduğunu görünce, tam manasiyle şaşkın ve bir iki dakika bir şey söyliyemez bir halde baka kaldılar. İhtiyar imam o sırada, "Akmambet değil Cin Mambet! " demişti... İ şte b undan sanra iki ay geçmeden, annesinden başka herkes, hatta babası bile onu yeni adiyle anınağa başlamış ve eski adı unutulmuştu. O gün namazdan sonra imam onun başını okşayarak eline beş kapik sıkıştırmış idi ise de, o vak'ada duyduğu korku Cin Mambet'in kalbinden hiç çıkmamış, içine sinnıişti... O artık herkesten uzaklarda, kendi dünyasında yaşıyor, tenha kırlarda yalnız b aşına ezan okuyor, her şeyin de ezan okuduğuna inanıyordu. Kargaların eski caminin yıkık duvarları üstünde göğe bakarak ötıneleri, horozların ezan vakti bütün kuvvetleri ilc bağırmaları, rüzgarların derinden gelen uğultuları, kırların göğüs gcçirmclcri, kuyuların hatta canlı taşın tınçlıkları czan değil de ne idi? Cin Mambet'in aklı her gün biraz daha namazla ·

51


ve namaz kılanların dudaklarını oynatmaları ile meşguldu. Bu ne demekti? Onlar kimin le laf ediyorlardı? Bir gün annesinden namazın ne olduğunu korka korka sordu. Bu, Cin Mambetin annesine sorduğu yüzlerce sorudan biri idi. Annesi ana, müslümanların namaz kılarak Allah'a ibadet ettiklerini ve namazda Kur'an okuduklarını söyledi. Namaz, Kur'an ve okumak... İşte Cin Mambet bunların ne demek olduğunu merak ediyor, anlamak istiyor, saatlerce düşünüyordu. Bir kandil günü nenesinin elini öpmek için gittiği zaman, onun da bir şeyler fısıldayarak dudaklarını oynattığını görmüştü. O gün ocak başında kandil için hazırlanmış pekmezli katlama yerken ninesinin ne yaptığını düşünüyordu. O da namaz kılanlar gibi etrafına bakınmıyor, konuşmuyor, onun da dudakları oynuyordu ... Demek o da okuyordu. Fakat okuduğu ne idi ? Suresini bitirip gözlüklerinin üstünden torununa bakan ihtiyar, onun büyük bir saygı ve sükünetle yanında oturduğunu görünce, bu hali o kadar hoşuna gitmişti ki, büyük bir sevgi ile onun küçük kara gözlerinden öpmüştü. Ya o ihtiyar nine Cin Mambetiı\ kafasından neler geçmekte olduğunu bir bilse, o küçük kalbi nelerle sevindirmezdi. İ htiyar nine büyük eski Kur'anı Kerimi öptükten ve Cin Mambet'e de öptürdükten sonra rafa koymuştu. Cin Mambet raftan ayrılınıyan gözleri ile ninesinden onun ne olduğunu sormuştu. Ninesi onun Kur'an olduğunu söyledi ise de, Cim Maınbet 52


bununla yetinmiyor, Kur'anın ne olduğunu anlaşmak istiyordu. Ninesi, oğlum, o büyük Allah'ın sözüdür... dedi, Cin Mambet, büyük bir korku, ağır, yavaş bir sesle ve yüksek bir saygı ile Allah sözü, Allah, Allah .. diye söylenmişti. İhtiyar ninesi ona, Allah'ın canlıyı, cansızı, varı yoğu her şeyi yarattığını, hepsini istediği anda yokedebileceğini, her şeyi gördüğünü, işittiğini, her yerde her zaman var olduğunu söyledi. "Daha fazlasını sormak, araştırmak ne sana, ne de bana düşmez oğlum... Bundan ötesini medreselerde yüzlerce kitap bitirenler bilirler... " dedi. Cin Mambet o günden itibaren, her şeyin niçinini bilmek İstiyen yaradılışının ve ruhundaki iman hissinin tesiriyle ve küçük kalbindeki her şeyi yokedebilene kara olan · korku hissiyle ihtiyar ninesine gidip gelmiye başladı. Bu suretle ihtiyar nine, ömrünün en zevkli iki ayını yaşamıştı. Torununun şaşılacak bir kolaylıkla (elifbe) yi öğrenmesi, heceleri sökmesi, sureleri yanlışsız okuması, hatta ezberlemesi onun dindar ruhunu ne kadar, ne kadar sevindiriyordu l Bu okulsuz ve öğretmensiz köyde, kendisinin arkasmda Yasin okuyacak olan bir kimse hazırlaması onun için az saadet, az şeref mi idi? Dünyada saadetler ve sevinçler kadar kısa ömürlü ne vardır? Onlar kadar çabuk solan, koklanınadan kuruyan bir çiçek var mıdır? İ htiyar nine birgün ansızın kalbden öldü ve zavallı Cin Mambet göz yaşlarını silerek ihtiyar 53


ninesinin evinden, fikrine ve ruhuna rahatlık ve ışık serpen okulundan uzaklaştı... Artık Cin Mambet, ezberlediği süreleri ihtiyar ninesinin mezarı başında okumaktan başka kendisi için bir vazife ve iş tanımıyordu. O artık, büyüklerin akıllarından bile geçirirlerken ürperdikleri ölüler dünyasını seviyordu. Oradaki tam sessizlik içinde· saatlerce okuyor ve sonunda sebebini bilmeden elleri ile yüzünü sıvazlıyarak evlerine dönüyordu. Cin Mambet, aylarca her gün soğuk, fırtına ve yağmur demeden yosunlu büyük mezar taşlarının üstünde oturarak soğuktan titreyen vücudu, kızaran kulaklarıyla ve rahatlıkla çarpan kalbi ile ezberindeki sureleri tekrarlamış ve gözyaşı dökmüştü. Cin Mambet'in köyle hiç bir teması ve yakınlığı yoktu... O köydeki hiç bir çocukla konuşmamış ve arkadaşlık tesis etmemişti. Kimbilir, belki mezarlıkta geçirdiği saatierin uzamasında ve evlerindeki Kur'anın karasında saatlerce sallanarak vakit geçirmesinde bu yalnızlığın payı da vardır. Onu bütün köyde yakından tanıyan, ona sıcaklıkla bakan yalnız bir kadın vardı ki, o da annesi Şerife yengc idi. O, beşiğinde bile gülmiyen çocuğunu bir türlü anlıyam ıyordu. Bu çocuğu gama, kasavctc sc�vkcden, onu hayattan ziyade ölülere bağlıyan, saatlerce Kur'an öniinde sallanmağa ve Kur'an ezberleıııeğe "· ırlıy;m sebebin ne olduğunu keşfedemiyordu. Şcrife yent;e, çocuğu oynar, eğlenir diye küçük bir tayı kocasına yalvarıp sattırmamış ve Cin Mambde bağışlatii.!1tı. Cin Mambet tayı sevmekle beraber, ona 54


binip koşturmayı aklından bile geçirmiyordu. O, bambaşka şeyler düşünüyor, kafası bambaşka şeylerle meşgul oluyordu. Nihayet hastalıklı Cin Mambet hasta düştü. O, ölüler diyarında titreye titreye sureler okurken ciğalerini üşütmüştü. Hastalığının ilk haftasında herkes kendisinden ümidi kesmişti. Fakat Cin Mambet etrafındakilerin bu ümitsizliğini de boşa çıkarmıştı. İ ki hafta sonra bütün takatsızlığına rağmen, ağır adımlarla dalgın dalgın ev içinde gezinmeğe başladı. İki buçuk ay sonra Cin Mambet, babası ile birlikte araba üstünde sarsıla sarsıla, neş'eli ve hayret dolu gözleri ile engin denize, yüksek dağlara baka baka Yalıboyu'nda ilerliyordu. Onlar, ilkbaharı, sahilde ve dağların zümrütleşen yeşillikleri, denizin gümüşleşen dalgaları karşısında geçirmek istiyen, köylerinin sahibi ... Beyin eşyasını sahildeki ... Köyünde bulunan köşküne götürüyorlardı. Bu köy Cin Mambet'lerin köyüne hiç benzemiyordu. Burada ne kadar çok insan, ne kadar yüksek evler ve ne kadar parlak ışıklar vardı. Hepsi bir tarafa, buradaki cami ne kadar beyaz, ne kadar sevimli, ya minaresi ne kadar uzundu. Cin Mambet minareyi görür görmez, orada ezan okumak için içinde kuvvetli bir istek belirmişti. Nitekim bir kaç gün müddetle müezzin yukarıda iken kendisi minarenin alt basamağında olduğu halde müezzinle birlikte ezanı içinden tekrar etmişti. Fakat o, bununla ·

55


yetinmek istemiyor, ınİnareye çıkarak yüksekten ezan okumak ve sesini denizierin enginliklerine, dağların boşluklarına duyurmak istiyordu. Nihayet bir yatsı vaktinde Cin Mambet, vapurların ışıkları, ayın parlak saçları, yıldızların elmas pırıltıları ile yaldızlanmış denize; uzaklardan koyu renkli büyük bir çiçek demeti gibi görünen dağa; kırmızı çehreli bir yiğit gururu ile rüzgarlara göğsünü germiş gibi duran kayalara baka baka sesinin bütün kuvveti ve güzelliği ile ezan okumağa başladı. Ezandan sonra kimseden çekinmeden camiye girmişti. Camideki köyün hocası ve imaını onun gözlerinden öpmüşlerdi. O anda ne kadar mes'ut ve bahtiyardı. Ertesi gün Cin Mambet köyün okuluna gitmişti. Okulda herşeyden ziyade kitaplar onun ilgisini çekmişti. Yıllarca o kitaplada uğraşanlar, insanın ruhunu kemiren, kafasını tırmalıyan soruların cevaplarını b elki bu kitaplarda bularak rahatlıyorlardı. Ah onlar, sıralarda oturup temiz elbiseleri, lekesiz elleri ve yüzleri ile kitaplarının karşısında sallananlar ne kadar mes'ut insanlardı. Onlar o kitaplardan her gün kimbilir neler öğreniyorlar ve öğrendikleri ile kimbilir ne kadar seviniyorlardır. Cin Marrıbet bütün gün okulda kalmıştı. Köşkte bulunmaması kime dertti sanki... Onu kim arayıp soracaktı ... O gün çok sevinçli idi. Okulda herkesle tanışmış, herkesi sevmış, herkesin kitabı nı 56


karıştırarak yüzlerce resim görmüş ve bu resimler onu düşüneeye sevketmişti. Gördüğü resimler arasında bir tanesi vardı ki, hiç aklından çıkmıyordu. Bu, kurdun pençeleri arasında parçalanmış bir kuzu resmi idi. Kuzunun sürüden ayrıldığı için kurda yem olduğunu söylemişlerdi. Fakat o, kuzunun sürüden ayrılmakla niçin cezalandırıldığını anlıyamıyordu. O, çevik ayakları ile sıçrayıp zıplıyan, canlı gözleri ile her şeyi görüp seçen bit kuzunun, gözleri bir karış ilerisini görmiyen, çobanın sopasının zoru olmayınca yürümiyen ihtiyar bir koyun sürüsünden ayrılmakla yaşayamıyacağına inanmıyor ve daha ileri giderek, bir kuzunun bir sürüye bağlanmasını kabul etmiyor ve bu düşüneeye isyan ediyordu. Bir kuzu, her gün aynı mer'ada otlamağa, aynı dereden su içmeğe alışmış bir sürüye nasıl bağlanabilir! diye düşünüyor ve pırıl pırıl gözleri, genç ve hayat dolu yüreği ve lüy gibi hafif ayakları ile, uzaklarda gördüğü çayırlara tek başına giden kuzunun parçalanmasını bir türlü kabul edemiyordu. O, bu düşüncesini çocuklara değil öğretmene söylemişti. Evet, kuzu sürüden ayrılmış, o güzel çayıra tek başına gitmiş ...Ya hiç kimse ona katılmamış, onun gördüğünü kimse görmemiş, yahut da o çayıra kavuşmayı onun kadar hiç kimse arzu etmemiş ise . . O zaman kuzu ne yapmalı idi ? Korkmalı ve güzel çayıra uzaktan bakarak içini çekmeli ve bir rüzgarın sürüyü oraya sürüklemesini mi beklenıeliydi? Ya o rüzgar çıkmazsa? O kadar istekle çırpınan kalb buna nasıl dayanabilirdi? O, hiç bir kuvvetin, bağsız .

57


ayakları ve hür kanatları ile hedeflerine doğru uçanları cezalandıramıyacağı, atılanları, cezalandırmaması gerektiğine inanıyor, aksini kabul edemiyor ve zavallı kuzu için göz yaşları dökerken, merhametsiz kurdu lanetliyordu ... Fakat niçin, ne kitap ne de öğretmen onun beynini, ruhunu tırmalıyan bu sorulara cevap vermemiş, onu tatmin etmemişlerdi? Ertesi sabah çocuklar sırtlarında çantaları ile okullarına giderlerken, Cin Cambet bab asının arabasında onlara ruhunun en sıcak selamlarını yoUaya yoUaya uzaklaşıyordu. Bir aydır gene köylerinde idi. Lakin aklı ve ruhu o okuldaki sevimli kitaplarda, sevdiği o çocuklarda kalmıştı. Ah yarabbi, ne yapsa da, o da onların arasına katılahilsel Onu şimdi yalnız bu düşünce ve arz meşgul ediyor, o okuldan uzak kalmış olması kederlendiriyordu!... Evet, Cin Mambet ne zaman o kitaplada beraber yaşıyacak, onlardan edindiği bilgilerle daimi bir rahatsızlık içinde olan kafasını tatmin edecekti?.. Bu biiyük dileğinin, arzusu nun gerçekleşmesi için yüreğinin bütün samimiyeti ile "dua" ya sarılmıştır. O artık, mezar taşları arasında soğuktan titriyerek, boynu bükük ve gözlerinden akan yaşlarla ellcnini havaya kaldırarak (her şeyin sahibi) ne yalvarıyor, dua ediyor ve kendisini selvi ıninareli bir camiye, yüksek duvarlı bir okula ve yüzlerce kitaba kavuşturmasını diliyordu. Cin Mambet köylerinin harap camisinin yıkık duvarlarına, hergün bir parça daha eriyen taşlarına 58


bakarken derin derin göğüs geçırıyor ve onun güzelliğini hangi merhametsiz kuvvetin soldurduğunu, onun beyazlığını hangi hissiz yüreğin kararttığını düşünüyor ve insanların her yerden daha fazla mes'ut olabilecekleri o duvarlar arasında bugün nasıl olup da güvercinlerin ve kargaların saltanat sürdüklerini bir türlü anlıyamıyordu ... ... Beyin köye on beş dakika mesafede bulunan ve harap köye azametle bakan büyük konağının yazlık temizliği için köy kadınları, çağırılmıştı. Beyin kahyası kızları, kadınları, odaları, sofraları temizlemek için taksim etmiş ve hepsine ayrı ayrı İş göstermişti. Şerife yengenin şansına Beyin misafir odasını temizlemek düştü. Odada tozu alınacak yastıkların, minderlerin, silinecek camların, duvarda asılı levhaların hesabı yoktu. Cin Mambet o gün akşama kadar beyin konağında misafir olmuştu. Onları suda pişmiş patates, kara ekmek ile doyurmuş ve şekerli kahve ilc ağırlamışlardı. Cin Mambet'in o gün en çok merakını çeken şey, duvarda asılı duran altın işlemeli bir kılıf olmuştu. Onun ; yalvarınalarından ku tulamıyan annesi büyük bir ihtiyatla duvardaki kılıfı alarak öpüp başına koyırıuş ve içindeki Kur'anı Cin Mambet'e göstermişti. Cin Mambet büyük bir merak ve tecessiisle Kur'ana bakıyor ve yaldızla yazılmış ve kenarlan ince ve renkli örneklerle işlenmiş sayfalara, sure başlıklarına, duraklarına ve hareketlerine bakıp doyamıyordu. Kur'anı her şeyden çok sevmişti. O ana kadar annesinin yüzüne hiç bir zanıan bu kadar dikkat1e 59


bakmamış, onun elini hiç bir zaman bu kadar sevgiyle küçük kalbine bastırmamıştı ... Bu Kur'an ne kadar kolay okunuyordu. Ve okudukları da insanın aklında kalıyordu... O gün akşam olup da evlerine dönecekleri sırada küçük bir odadaki bir masanın üstünde işlemeli gümüş bir divit görmüştü. Bu divit, okuldaki çocukların kullandıkları divitlerden çok daha güzel ve çok daha sevimli idi. Yalnız onun mürekkebinin kurumuş ve kaleminin de kırık olduğunu görünce Cin Mambet'in canı çok sıkılmıştı. Bu günden sonra Cin Mambet'in aklı yalnız bir tek şeyle meşgul oluyor, kafasını yalnız bir tek arzu burguluyordu. Cuma günü geç vakit mezarlıktan dönen Cin Mambet'in yüzü gülüyor, gözleri parlıyordu. Üstünde güç bir mes'eleyi halletmiş bir insanın memnun hali vardı. Akşam yemekten sonra ekmek dolabından gizlice büyük bir dilim ekmek alıp bir mendile bağladı ve ahırdaki küçük tayına yular vurduktan sonra hayvanın sırtına eğer yerine bir çuval koydu ve sonra tekrar eve girerek ruhunun bütün sıcaklığı ile annesine bir kaç kere baktı. Bir kaç dakika sonra Cin Maınbet tayının dizginlerinden tutarak beynindeki fikrin ağırlığından titreyerek evlerinden uzaklaştı ... Bu sefer onun adııniarı mezarlığa değil hakiki hayata doğru ilerliyordu. Onun küçük yüreği o anda karanlıklar arasında hiizünle, kederle çırpmmağa değil kitap dünyasından yayılan nurlada aydınlanmak, sevinmek arzusu ile çarpıyordu. Onun 60


kanadanmış ruhu artık ihtiyar ninesının mezarının başı ucundaki taşiara değil, uzaklardaki yüksek ınİnareli beyaz caminin gölgesindeki okulun sıraları üstüne konmak istiyordu. Uzaktan... Beyin evi görünrneğe başladı... Cin Mamhet1İn, heyecandan yüreği hızla vurmağa, gözleri bulutlanmağa ve nefesi kesilmeğe başlamıştı.. Nihayet beyin evine varınca tayını evin yakınındaki ağaçlardan birisine bağladı ve sessiz adımlarla evden gelen titrek bir ışığa doğru ilerlemeğe başladı. Kahya, yazın sıcağı ile boğulan evi serinietmek için pencereleri açtırıyordu. Açık pencereleri gören Cin Mambet, büyük bir sevince kapıldı. Bu sevinç onun cesaret ve ümidini arttırdığından, kafasındaki fikri tatbik mevkiine koymak üzere adımlarını sıklaştırdı. Acaba, pencereden sızan ışığa bakarken Cin Mambet'in aklından o anda kuzuyu parçalıyan kurdun iri gözleri ve kanlı tırnakları geçmiş miydi ? . Cin Maınbet, boyu pencereye yetişemediğinden, bir tahtanın bir ucunu pencereye, diğer ucunu pencereye yakın bir ağacın dalına dayadı. Sonra tırmanarak tahtanın üstüne çıktı ve bir kedi çevikliğiyle bu dar köprü üzerinden pencereye doğru ilerlemeğe başladı. Onu o dakikada o halde görenler olsaydı, onun, o tahta, sırat köprüsünden daha ince ve daha keskin olsa bile oradan gene geçcbileceğine inanırlardı ... İşte Cin Mambet bir kuş gibi çırpınan yüreği ve derinliklerinde sevinç ve korku dalgalanan gözleri ile o masaya yaklaşmış ve sevimli gümüş diviti titreyen parmakları arasında sıkınağa başlamıştı. .

61

.


Artık büyük amel ve arzusunun bir kısmı gerçekleşmiş. Artık yazacak bir kaleme kavuşmuştu. Fakat en büyük hedefi daha uzakta, ikinci odanın yüksek duvarında asılı duruyordu. O uzaklık ve yükseklik onun ruhunda o kadar büyük bir korku doğuruyordu ki !.. Bu korku onun ayaklarını zincirliyor, boğazını tıkıyor, gözlerini karartıyor ve kalbinin göğsünden fırlarcasına çarpmasına sebep oluyordu. Nihayet sessiz ve hafif adımlarla ikinci odaya girdi. Oh yarabbi! artık o kırmızı ve güzel işlemeli kılıf içinde bulunan yaldızlarla bezenmiş Kur'anın karşısında idi. Bir iki aydan beri bir an olsun hayali gözlerinin önünden gitınİyen o Kur'an bütün gerçek sıcaklığı ile kendisine bakıyordu. .. Rüyasında kendisine bağışladıklarını gördüğü bu Kur'anı artık iki dakika geçmeden boynuna asabilecekti ... Bu yeni Kur'anı ile yalıdaki okulun kapısından İçeri girdiği zaman arkadaşları onu kimbilir ne kadar hayranlıkla karşılayarak ve seveceklerdi ... Kimbilir, belki de kısa bir zamanda ve kolayca Kur'a'nını ezberliyecek ve bunun içinde kendisine kimbilir nekadar çok kitap hediye edilecekti ... Ve okulda öğrendiği şeylerle ne kadar mes'ut olacak ve rahatlık hissedecekti ... Kur'anın karşısında bir an hayallere daldıktan sonra, odanın bir köşesinde duran küçük bir masayı yumuşak halı üzerinden yavaş yavaş kaydıra kaydıra duvar dibine getirmiş ve Kur'ana ulaşabilmek için masanın üstüne bir kaç yastık yerleştirmişti. İşte bir dakika sonra küçük bir hareketle 62


ruhunun büyük arzusuna, kıymetli aşkına kavuşacaktı.Oh, onun sayfaları arasında o kimbilir ne kadar sevinçle titreyecek, o kitabın verdiği saadet ona kimbilir ne kadar gözyaa döktürecekti. Lakin bir çok ruhu karartmış olan ve arzu kuşunun binde birini dahi istediği dala kondurmıyan "kader", Cin Mamhet'in küçük kalbinin o büyük aşkını da merhametsiz bir vuruşla kökünden devirdi. Cin Mamhet Kur'anı alabilmek için masanın üstünde parmaklarının ucuna basarak bütün gücüyle uzanıyordu. Yavaş yavaş uzanmakla heraber Kur'ana bir türlü erişemiyordu. Daha parmakları Kur'ana dokunmamışken büyük bir felaket onun küçük dünyasını, henliğini, ruhunu kara bulutlar ile kapladı. .. Odada şimşekler çakmağa, derin gürültüler işitilrneğe başlamıştı. Evet, Cin Mamhet muvazenesini kaybetmiş ve birden duvara çarpmış ve orada da yere yuvarlanmıştı... O anda gözleri kararmış, hiç bir şeyi göremez, hiç bir şeyi anlıyamaz, hiç bir şey düşünemez olmuştu. Yattığı yerde büyük bir korku ile titriyordu. Rüyasında kendisine bağışladıkları Kur'anı ve diviti alınağa geldiği halde, neden bu kadar korkuyor, neden bu kadar başkaları tarafından görülmekten sakınıyordu? . . Köşkte bir gürültü koptu. Kapılar tutuldu, kaşuşan silahlı insanlar bir lamhanın ıağı peşinde nefes nefese, sararmış yüzler ve hiddetten açılmış gözlerle odadan içeri girdiler... Aman yarahhi, Mennan'ın Cin Mamhet'i bir karış boyuna b akmadan beyin malını çalınağa gelmiş!.. Bir tarafa fırlamış olan divit, Kur'anın 63


dibindeki hazırlık Cin Mambet1in buraya ne maksatla geldiğini, onun cansız, ve soğuk vücuduna soğuk soğuk bakanlara anlatmıştı. Beyin kahyası gayet hiddetli ve haşin bir şekilde, bey evine hırsızlık için gelrneğe cesaret etmiş olan "hayırsız saatte doğan" bu çocuğun mahzene kapatılmasını emretti. Cin Mambet, kuvvetli, merhametsiz ve ezici iki kol tarafından mahzenin karanlığına atılmıştı. Yarım saat sonra babası uçuk benzi, titreyen rludakları ve kızarmış gözleri ile, kahyanın karşısında onun dediklerini tasdik ederken, Cin Mambet, mahzende kendisine biraz gelmiş, yumruklanmış vücudunun ağrıları arasında kafasını bütün gücü ile işleterek olup geçenleri anlamağa çalıayordu. Bu merhametsiz insanlar ona neye sognıüş ve onu neden yunıruklıyarak soğuk mahzene atmışiardı ? ... Demek artık chediyen kendisine bağlanan kıymetli Kur1ana, o güzel divite nail olanııyacak ve chediyen okuldaki arkadaşlarına artık kavuşanııyacaktı. Yarabbi ne büyük felaket !. . Cin Mambet nıahzende, donmuş vücudu, bin türlü korku ile çırpınan kalbi, boğulan nefesi ile her dakika kendisinden uzaklaşan emellerine titreyerek bakıp erirken, annesi de evde, "hafız olacak dediğin oğlun hırsız oldu, soyumuzu lekeledi" diye kendisine hakaret eden ve hatta tokat atan babasının önünde hayatının en nıatenıli, en acı göz yaşlarını döküyordu ... Gece siyah rengi ile her şeyi tanı manasiyle kararttığı bir sırada Şerife yenge, uyunıakta olan 64


kocasını uyandumadan yavaşça evden dışarı çıkmış, bütün korkaklığına rağmen, evlat şefkatinin verdiği cesaretle titreyen ve ihtiyatlı adımlarla beyin mahzenine gelmişti. Oraya gelince, o ölü sessizlik ve koyu karanlık içinde, ince bir sesin gittikçe coşarak titrek ve tatlı bir makamla Kur'an okumakta olduğunu duydu... 0... O, gülüyor, birisi ile konuşuyordu ... Şerifenin vücudunu buz gibi bir ürperme kapladı. J(albi şiddetle çarpmağa, boğazına bir ş�yler tıkanınağa başladı... Büyük ve kalın kapının dibine yaklaşarak kısık bir sesle : - Oğlum, Ak Mambet! Korkma ben buradayım, seni sabaha kadar bekliyeceğim, seni canım kadar seviyorum, sana edilen iftiraya inanmıyorum, dedi. Cin Mambet : "Ah anneciğim, beni sen, benimle iftihar et, bana aydan ve güneşten daha parlak yüzlü kızlar, gümüşten değil altından divit uzatıyorlar, kırmızı meşin kaplı değil, ipek gibi ince ve onun kadar yumuşak altın kaplı ve altın harflerle yazılmış bir Kur'anı boynuma asıyorlar, ondan etrafa nasıl nur yayılıyor bir görsen ... O Kur'anın sure başlıklarında, duraklarında o kadar güzel renkli şekiller var ki ... Ya onların bana uzaktan gösterdikleri kardan beyaz camiyi, onun selviler kadar uzun minarelerini bir görsen, onları ne kadar ne kadar severdinl... diyor ve durmadan konuşuyordu... "Yarabbi! . ne zaman ne zaman ben o minareden ezan okuyacağım ve bu kırlara, boşluklara oradan sesimi duyuracağım ! ... Ya o büyük camiye, okula ne zaman girecek, o sevimli,


kıymetli arkadaşlarıma kavuşacağım!.. Ve nihayet ben ne zaman, ne zaman o resimli, güzel kitaplara w 1 .... kavuşacagım Oh anneciğim! ben ne kadar mes'udum! Ben işte, işte tayımdan daha güzel bir ata binerek boynurndaki altın Kur'anım, elimdeki altın divitimle uçuyor, o büyük okul önünde beni bekliyen arkadaşlarıma kavuşuyorum !..." Ses kesildi ... Nefesini tutarak, ona şefkatinin verdiği sabırla saatlerce kapının önünde bekliyen Şerife yenge, içeriden h i ç bir ses ve hareket duyamadı. Evet, son sözlerini söylerken Cin Mambet'in ruhu, uzaklara, yükseklere, kendi aradığı dünyaya uçmuştu ... Sabahleyin büyük hırsızı mahzenden çıkarınağa gelenler, kapının önünde, Şerife yengenin, dağılmış kara saçlarının çerçevelediği bembeyaz bitkin yüzü ve kızarmış gözleri ile karalaştılar... İki saat sonra Cin Mambet'in küçük vücudu, babasının elleri arasında mezarlığa götürülerek, sağlığında üzerinde severek oturduğu ninesinin mezarının yanındaki küçük taşların yerine gümüldü... ***

Tam bir yıl sonra, Beyin misafir odasından zevkle eğlenenlerin yüksek kahkahaları taşıyor, köyün dokunaklı sessizliğine orada çalırı arı kemanların ve trampetlerin titrek ahengi yayılıyor ve 66


bütün köy ve hatta caminin duvarları arasına sığınmış kuşlar hile o yüksekten yayılan kahkahalar ve türküleric uyumak imkanını bulamıyorlardı. Mennan gibi kendi felaketleri ve kederleri ile başbaşa kalmak isteyenler hile sevinmeğe, çalgıların şen havaları ile eğlenmeğe mecbur ediliyorlardı. Beyin köyünde hey eğlenirken, kederli olduğunu söyliyerek eğlenceye katılmıyacağını söylemek kimin haddine düşmüştü!.. O gece beyin misafir odasının ortasındaki büyük ve uzun masaya sıra sıra mornlar diziimiş ve masa kızarmış kazlar, hindiler, tatlılar, türlü mezelerle donatılmış ve bunların arasına irili ufaklı billür kadehler dizilmişti. Köşedeki Cin Mambet' in üzerinde yuvarlandığı küçük masaya ise mahzende soğutulmuş rakı, bira likör şişeleri konmuştu. Büyük masanın etrafında yer almış yirmi kadar bey ve ağa, gittikçe coşuyor, kahkahalar atarak karalarında diz çökmüş çalgıcılara türküler söyletiyor, kadehlerini tokuşturarak, b irbirlerini başları ile selamlıyarak ve biiyük bir iştahla içiyorlardı... Beyler o gece yapılan ınasrafa, dökülen paraya ve su gibi akan içkiye, çalgıcıların alnına yapıştırılan be§liklere b akarak keyiflenirlerken, Cin Mambet'in ruhu a nnesinin ruhu ile kocaklaşmış bir halde yükseklerde uçuyor ve kendi dünyalarından aşağıya bakarak, karısının cesedi önünde yeni ve ağır matemi ile başı göğsiinde ağlayan Mcnnan'ı selamlıyorlardı ... ***

Bana bu hikayeyi anlatan ak sakallı ihtiyar, 67


derin bir göğüs geçirdikten sonra, bizim beylerimizin gençleri kadehlerden, ihtiyarları tckkclerden ziyade halk çocuğunun ruhundaki istidadı görrneğe çalışsaydılar, kimbilir ne kadar nurlu zeka karartılmaz, ne kadar kıymetli sıhhat çüriitülrnez ve kimbilir bugün sönük olan tarihimiz onların ilmiyle ve şiiri ile ne kadar nurlanır, canlanırdı!... diyerek sakalını sıvazlamış ve göğe bakmıştı ...

68


M İ LLİ DUYGU

59


Köy, bir şubat gununun sert rüzgarlarının uğultulariyle titrerken ben, Kınmda bir Türk ocağından yükselen alevler karşısında, "Milli duygu" dan bahsediyordtirn. Ben, "Bir insan hangi topluluk içinde olursa olsun, farkında olmadan yine kendi halkına bağlı kalır. Onun şerefiyle sevinir, zilletiyle ezilir. O duygu o kadar kuvvetli, o kadar hükmedicidir ki, insana kazancını, rahatını, saadetini değil, kendisini bile unutturur. O, yüreklerde bütün canlılığı ile şahlandığı zaman insanları elinde bir oyuncak gibi iradesizleştirir ve istendiği yere, hatta ateşe ve ölüme bile kolaylıkla sevkeder... Her milletin tarihinin hayatiyeti, parlaklığı, ruhundaki milli duygunun derecesiyle ölçülür. Her millet o duyguyu hissederek doğar ve ruhundaki o duygu sayesinde kuvvetlenir, yükselir ve asalete, medeniyete ulaşır... " diyerek, milli duygu hakkında başka milletlerden misaller verirken, uzaktan benim sözlerimi can kulağıyla dinleyen yirmi, yirmibir yaşlarındaki dükkancı Gafarın gözleri de gittikçe p arlıyordu... Nihayet kendisini tutamıyarak, çoktanberidir içinde yaşayan, fakat bir türlü rnahiyetini tayi n edemediği bir hissin adını bulmuşcasına: - Dernek o milli duygu ... milli duygu idi, diye söyleniyordu ... 70


O gün bütün ricalarıma rağmen İmamlar, hacılar, ihtiyarlar ve saygılı kişiler meclisinde kitabı olmıyan boş sözler söylemekten sıkıldığını ifade ederek hatıralarını aniatmayı reddeden Gaffarı, iki üç gün sonra köydeki dükkanının sessizliği içinde yalnız bulmuştum. Gaffar; bu sefer, benim ricaını bile beklemeden beş altı yıldan beri unutamadığı ve kendisinin de isim veremediği bir duygu uyandıran şu vak'ayı anlatmaya başladı: Rahmetli annemin vefatından sonra henüz bir ay geçmişti. Bana karşı olan muhabbet ve şefkati gün geçtikçe artan babam, şehirden her gelişinde yeni hediyelerle b eni sevindiriyordu. Bir akşamüstü köyümüzdeki Rus okulundan ruhumun ağır kederi ile büsbütün ağırlaşan adımlarla evimize gelirken babam, ... Köyde koşu olacağını müjdelemiş ve beni de beraber alıp götüreceğini vadetmişti. Nihayet, sabırsızlıkla beklediğim pazar günü geldi. Babamın yanında ve sımsıkı dolmuş at arabasında... Köyünde doğru yol alırken, Kırımın koşu ve güreşlerinden zevk alıp eğlenmek isteyen o generali ne kadar seviyordum ... O gün o iki saatlik yol o kadar da uzuyordu ki ... Ne denizdeki vapurlar, kayıklar, ne de yol boyunca gelip giden arabalar ve adar beni oyalıyordu ... Ben o an, sadece hayaliinde canlandırdığım güreş meydanı ve koşularla meşgul oluyor ve bunların heyecanı ile titriyordum. Her yerde, her tarafta ya bel hele tutuşmuş, ağır adımlarla birbirini süren genç ·

71


güreşçileri yahut da avcının kurşunundan kaçan av hayvanları süra'tiyle birbiri ile kovalaşan atları görüyordunı. O andan, onaltı yaşıma kadar gördüğüm bütün güreşler ve koşular gözlerinin önünde canlanıyor; n amlarını duyduğum bütün yiğitler, küheylanlar hayalinıde tacessünı ediyorlardı. Yalnız benim değil, arabadaki sekiz - on Kırımiının da aklı aynı şeylerle meşgul, onların da hararetli konuşmaların mevzuunu yalnız güreş ve koşullar teşkil ediyordu. Oh! Çok şükür! Uzaktan yüksek bir ormanın eteğinde, denize hemen bir saatlık mesafede, bağlar arasında, selvilerle çevrilmiş geniş ve düz meydan bütün kalabalığı ile görünrneğe ve trompetin yrtıcı, davulun ezici sesleri işitilmiye başladı... Yakın köylerdeki Kırınıın hacısı hocası; genci ihtiyarı, zengini fukarası... Ruslardan subaylar, zenginler; beyaz, mavi, kırmızı, sarı elbiseleri içinde karadaki parkın türlü çiçeklerine benziyen kadınlar, kızlar... Kırmızı, kara tesbihlerini çevirerek herkesden fazla gürültü eşden Rumlar; kendilerinden başkalarını hakir gören bıyıklı Ermeniler; herkese gülen, her söze aynı uçucu tebessünıle mukalıele eden her enire baş eğen çalgıcı çingeneler... Evet, türlü renkte, türlü dilde yüzlerden, hatta binlerden müteşekkil bir topluluk! Hava aydınlık, gök bulutsuz... Orman, ağaçlarının ağır ağır sallanan daUariyle misafirlerini selamlıyor... Deniz, uzaklardan tanı bir sükünet içinde bir gürültüleri dinliyor, anlamıya çalışıyor.. 72


Güneş, tabiatı ve halkı saran saçları, renkli saçiariyle her şeyi, her ruhu gittikçe ısıtıyor, canlandırıyordu ... Yarım saat geçmeden, bir otomobilin acı ve boğuk sesi uzaktan işitildi... Ve dönemeçden toz savruntuları arasında sür1atle ileriiyen bir otombil göründü. Kalabalık derhal hazırlanmıya, yol kenarında dizilmeğe, çalgıcılar yol havası çalmak için aletlerini düzeltmeğe başladılar... İ ki dakika sonra otomobilden inen ak sakallı, dinç, canlı bakışlı, geniş omuzlu, kırmızı yüzlü ihtiyar general, halkın selamları, muzikanın hafif ahengi arasında, kendisini ihtiramla karşılıyan sı!ı baylara, mütebessim ve miiltefıt bekliyen ha,n ımlara, mülaki oldu. Yarım saat sonra generalin yanından ayrılarak halka doğru ileriiyen bir subay koşuya, yazılmış atların getirilmesini emretti ... Yakındaki ahırdan sıra ile kır, doğu, yağız, akıtmalı demir kır; doru, yağız, akıtmalı demir kır; al... on at çıktı ve kırmızı, beyaz, sarı veya siyah renkli gömlekler giyinmiş binicileri ile halk arasında ilediyerek çadırı önünde beklemekte olan generalin önünden geçtiler... Subay, binicilerin her birisinin ve atlarının isimlerini okudukça general onları birer birer baştan aşağı süzüyordu... Neden bilmem, general, en son geçen al ata ve onun siyah yelekli, bol şalvarlı, tepeliksiz kalpaklı, onbeş yaşlarındaki binİcİsine bakdığı zaman dudağını büktü ve gülümsedi ... O anda onun yakınında duran bir han ım, şen ve şakrak bir sesle : 73


- Ooo! Bu çocukcağıza siyahlar nekadar da yaraşmış! demişti. Ben o zaman onun ne demek istediğini anlıyamamış ısem de, nedense bu sözlerini unutamamıştım. Acaba, beni etrafıarında yüzlerce kadınlar, kızlar, subaylar ve sakallı, tecrübeli ihtiyar Kırımlılar dolaşan yüksek boylu, ince boylu, narİn ayaklı atlardan ve onların sarı, yassı eğeri üstünde dimdik oturup parlak dizgilerini kasarak tutan kara bıyıklı, mağrur bakışlı, parlak çizmeli binicilerinden uzaklaştıran ne idi? Evet, etrafından ancak beş on kişi dolaşan al beni bağlıyan ve ondan beni ayırmıyan ne idi? . ata Al ata, sahibi ak sakallı ihtiyardan başka hiç kimse sevgi dolu bir nazarla bakmıyor, onun alnındaki beyaz yuvarlak akıtmasını hiç bir el okşamıyordu ... Onun binicisi ihtiyarın oğlu Selimi ise, benden başka kimse görmüyor, kimse düşünmüyor, onunla kimse alakalanmıyordu... Al at, binicisi, ihtiyar ve ben, sanki zengin kapılarındaki öksüzlerdik... Ne hayatın sevinci ile gülenler, ne de matemiyle ağlıyanlar bizimle hislerini paylaşıyorlardı ... Herkes, herşey bize yabancı, bize soğuk, bizden uzaktı! Ne al atın akıtması, ne oturduğu eğerin üstünde kaybolan Selimin, iri siyah gözleri, ne de bir kenardu. oturan ihtiyarın nurani simasında dalgalanan asil ruhunun izleri, bu kalp renk ve sahte neş'e dünyası tarafından farkedilmiyordu l Atlar ..

74


sahile, koşunun başlıyacağı yere yollanmadan evvel ihtiyar, oğluna, gayet yumuşak bir sesle ve yavaşca şu sözleri söyledi : -Birden sürme, sıkıştırma, seni geçseler bile şaşırma, ümitsizliğe kapılma, kamçını en son dakikalarda ve sadece havadan göster, sakın sakın vurma ve hayvanı dizginlerden ziyade ayaklarınla çevir, yüreklendir!... Haydi oğlum, inşallah "Eğilmez Seyidali" buna (*) horlanmaz !.. Al at, beyler, ağalar meclisinde sıkılan öksüzlere benziyordu. O, sanki layık olmadığı bir meclisele bulunduğunu anlıyormuş gibi dikkatle, önüne bakarak yavaş yavaş kendisine yabancı olan halkdan, kendisi için çalınınıyan çalgıdan, kendisi ile alakası bulunınıyan şenlik ve çılgın kahkahalardan uzaklaşıyordu ... Diğer adar da nihayet yavaş yavaş sıçrayarak, kişneyerek halkın yanından ayrılıp koşunun başlıyacağı noktaya doğru yollanmıya başladılar. Yüzlerce kadının yumuşak ellerinde Sallanan beyaz mendillerden, buketlerden, onların hararetli selamlarından hiç birisi bir kerecik olsun Selim'e teveccüh etmemişti... Her binİcİ sekiz kilometrelik koşunun her turunda kendileri için sallanan mendilerin sıcak havasını, taze renkli çiçeklerin hoş kokularını içlerine sindirmiye çalışırken, Selim, uzaklaşdıkça sadece denizin engin boşlukianna bakıyor, bir kerecik olsun başını bize çevinniyordı ... Benim ne çiçeğim, ne de başkalarınınki kadar beyaz mendilim yoksa da, Selimi kalpağımla olsun 75


, sela mlamayı ne kadar istiyordum. Lakin o bakmıyordu ki !.. Bu duygum, ne onun galip geleceğini tahmin etmemden, ne de ihtiyarın ümit verici sözlerinden doğııyordu. Bu, benim öksüz ruhunnın o zamanlar şatafattan ziyade donukluğa, neş'eden ziyade kedere . yakın olmasından ileri geliyordu. Nihayet atların aşağılarda, sahildeki düzlükde sıraya girdikleri görüldü... Herkes, her şey sustu ... Kalpler biiyük bir sabırsızlıkla vuruyor, gözler büyük bir gayretle uzakları seçmiye çalışıyordu... Herkes etrafını, hatta kendisini bile unutmuştu ... Büyük bir çanın sert sesi bu sessizliği yırttı... Ü çüncü defa yayılan o kesik ve sert tınlamayı bir anda atların ayak patırtıları bastırdı ... Bu üçüncü çan sesi sanki benim idam kararıını ilan ediyordu ... O saniyeden itibaren geçen her dakika adeta beni ölüme biraz daha yaklaı;;tırıyordu. Atların her adımı ilc o konkunç acı ıçıme doluyor, içimdeki derinliklere doğru ilerliyordu ... Maneviyatımın bozulmıya, içimde bir şeyin acı acı yırtılmıya başladığını hissediyor, gözlerim her an bir parça daha dumanlanıyor, b uğulanıyordu ... Benim ümitsiz küçük kalhim neden böyle hızlı hızlı vuruyordu ve ben neden hu kadar iztırap duyuyor, neden, niçin ağlamak istiyordum? . . Hem hen zaten al ata ümit bağlamış ve onun birinci gelmesini bir kerecik olsun aklımdan geçirmiş değilim ki! .. Fakat ne de olsa onun yenilınesine, en arkada kalmasına gönliim razı alamıyordu. Yanımdaki 76


ihtiyar bile sigarasının dumanını savurarak al atın her adımını itimada ve telaş göstermeden takip ettiği halde, hen, titriyor, sabırsızlanıyor, renkden renge giriyordum... Üçüncü turda al at altıncı olmuştu. Al at gittikçe toparlanıyor, gittikçe uzanan ayakları arasında başı kayboluyordu... Artık hiç olmazsa sonucu gelmez diye ruhumdaki keder gittikçe ağırlığını kaybetmiye başlıyor; artık Selimi hakir gören hakışlar, alaycı gülüşler altında büsbütün ezilmiyeceği ümidiyle kalbirndeki kara matem, yerini gittikce neş'enin, sevincin aydınlığına terkediyordu. Şimdi gözlerime de inanmamıya başlamıştım. Aman yaralıbil Bu da ne? Al atı sanki Hızırın kanadı uçıı ruyordu... Artık göremiyor, gözlerimi oğuşturuyordum ... Al at; evet al at, beşinci turda ikinci atın kuyruğu hizasına gelmişti... Ve kulakları gittikçe açılıyordu ... Daha Selimin kamçısını göstermediğini, havalandırmadığını düşündükçe cesaretim bir kat daha artmıya, inanamadığım bir ümit yüreğimi doldurmıya başladı. Birinci binici, arkasından al atın hücuına geçtiğini görür görmez afalladı ve atma şiddetli bir kanıçı indirdi, ayaklariyle hayvanın karnımı sık sık vurmıya başladı. .. İ htiyar, yavaş yavaş ve kat'i bir sesle: iş bitti! .. dedi. Fakat, ben hala. olup bitenlerden bir şey anlamıyordum. Biten ne idi? � htiyara hu hükmü verdiren ne idi?.. Onun yüzündeki rahatlık izlerinin belirmesine sebep olan, gözlerini sevinçle pariatan ne idi? .. Bir tarafdan ihtiyarı n -,ö:zl cri, diğer ·

77


tarafdan önümde, heyecanla kocasının elindeki dürbünü almıya çalışan kadının mırıltıları, bir aralık dikkat nazariarıının atlardan ayrılmasına sebep olmuştu. Sekizinci ve son turda, birdenbire, o hor görülen al atın üstünde ayaklarını atın beline doğru uzatarak sıkmış ve baanı büsbütün öne eğmiş Selimin yüzünü ve gururla parlıyan gözlerini farkettim. O, artık zaferinden emindi. Al atma kamçısını bile gösterıniye lüzum görmüyordu ... O, hemen hemen yirmi beş adım önde bravo... aferin, maşallah!... sesleri arasında koşunun bittiği ve mükafatların dağıtıldığı yere doğru ilerliyordu ... O artık utanarak, büzülerek, terleyerek değil de, yiğitce, gururla, göğsünü gere gere büyüklerin huzuruna çıkıyordu. Ü ç dakikaya varmadan, yarım saat evvel herkesin istihfafla dudak büktüğü al at, çiçeklerle donatılmış, boynuna şallar bağlanmış olduğu halde gururla, oynak adımlarla kulakları dikilmiş, açılan gözleriyle uzaklara baka baka ilerliyordu ... Selim ise sanki zabtedilmesi güç bir kalenin anahtarlarını getiriyormuşcasına, sevinç ve gururla babasına, kazandığı uzun köstekli altın saati uzatıyordu. İ htiyar onun sevinçle parlıyan gözlerinden öptü ve kendisini, oğlunu, bilhasa soyunu utandırmıyan al atın aluını ruhunun bütün samimiyeti ilc okşadı ... ve atı alıp götürdü. Selimle ben artık birbirinden ayrılmaz et ile tırnak olınuştuk. Ben onun sevincine iştirake, ona yaklaşınıya herkesden ziyada kendimde hak 78


görüyordum. Onu da, kendisini bir saat evvel fark etmiyenlerin şimdiki tebessümleri, tebrikleri, verdikleri çiçekler, benim sözlerim' kadar alakadar etmiyordu. Babam bizi, o gün kurulan çadırına götürdü, gayet neş'eli ve keyifli bir halda bize taze börek soğuk limonata ile bir ziyafet çekti. On dakika geçmeden bütiin halk Selimi ve onun arkadaşını tanıyor, her tarafda takdirkar bakışlada onları karalıyorlardı... O dakikalarda o kahramanın gölgesinde dolaşmaktan ne kadar zevk alıyordum... Yavaş yavaş halk büyük meydanın etrafındaki ağaçların gölgelerine toplaşmıya başladılar... Gençler, ihtiyarlar köy köy, gurup gurup tarafını tuttukları yiğitlerin etrafını çevirerek geçmiş güreşlerden bahsediyor, namlı pehlivanların usullerini anlatıyorlardı ... Biz de babamla ke.n di köylülerimizin teşkil ettikleri guruba katılmıştık. Bu sırada Selimin babası al atı köydeki bir dostunun alıırma bırakıp gelmişti. Selim, bu yarım saatlik zaman içinde bana hangi köyden olduklarını, kaç kardeşi, daha kaç atları, ne kadar koyunları, bahçeleri, cevizlikleri olduğunu anlatıp bitirmişti. Yayla ardındaki uzak köyden burada onlardan başka kimse bulunmadığından, onlar da güreşleri seyretmek için bize katıldılar. Babanı al ata vurulınuştu ... İ htiyarlardan onun yaanı değil fiyatını sormuştu. İ htiyar, . ağır ağır bab ama: 79


- Arkadaş, dünyada fiyatı biçilmiyen şeyler de var. Ben sağ oldukça ne al at, ne de onun evdeki beş kardeşi hiç bir altın külçesine değişilmiyecektir, diyerek, gayet müşfik bir nazarla Selime baktıktan sonra: Ümit ederim ki, inşallah bu da, zamanımızdakilere benzemez ve dedelerimizden bize intikal eden bu büyük yadigarı ne paraya, ne de bir Rus eteğine değişmez, dedi. Gittikçe keyiflenen, coşan ihtiyar, al atın soyu hakkında şu hikayeyi anlattı: - Bizim eskiden "Eğilmez Seyidali" adında pek meşhur güreşci ihiyar bir dedemiz varmış. Han'lardan birisi, çok çetin ve iddialı bir güreşi kazandığı ve ayrıca Han'ın en namlı pehlivanını yenen heybetli bir delikaniıyı iki kere üst üste yendiği için ona, bir aygır, bir de kısrak hediye etmiş ve "Allah sana bunlardan, uzun zamanlar, ayağı yelden hafif, tırnağı demirden sağlam bir nesil versin." demiş... İhtiyar dedemiz de, "Bir gün gelir Han hatırası paraya değişilir, onun şerefi kirletilir." diye korktuğundan, o nesilden gelecek hayvanların satılmamasını evlatlarına vasiyet etmiş ... . Çok şükür Allaha ki, soyumuzdan ne Han hatırasının şerefini lekeliyecek, ne de dedemizin vasiyetini bozacak bir adi ve günahkar bugüne kadar çıkmadı ... dedi. Nihayet çalgının ba�laması ile meydandaki bıı'.irültü kesildi. Meydanı n kenarındaki yeşil çİmenler üstünde bağdaş kurup diziimiş Kırıınlılar, bir kenarda yüksekce bir iskemieye kurulmuş general ve 80

·


etrafındaki kadınlar, kızlar, ortada kıvrak adımlarla "Kaytarma" oynıyan gençleri seyretmiye başladılar. Bu sırada dükkana bir müşteri geldi. Ben yalnız kaldığım müddetçe güreş meydanını düşünerek dalmıştım. Gaffar yerine oturup sigarasını sarıncaya kadar o meydan hakkında düşündüklerimi ona söylemekten kendimi alamadım. Güreş meydanı Kırımiının ömrünün maddi ve manevi sağlığının derecesini gösteren bir aynadır. O rrıeydanda toplanmış olanların, yüzlerindeki sert ciddiyete, derin alakalarına, seslerindeki samimi ve sarsılmaz kat'iyete ve onların hakkın ve adaletin yerine getirilmesi konusımdaki olgunluğuna, hakem olarak seçtikleri kimselere gösterdikleri hürmete bakılacak olursa Kırımlı Türkün, o meydanı kendisinin bütün mukadderatının hallolduğu, tarihinin çizildiği bir saıhne addettiğine hükrrıedilir. Evet, Kırım Türkünün dünyadaki mizanı burada kurulur, onun adatelerinin çevikliği, sinirlerinin sağlamlığı, zekası burada tezahür eder, ruh temizliğinin ve h akka riayctkarlığının derecesi burda ölçülür... Burada yapılan haksızlık hiç bir zaman unutulamaz, hiç bir leke kolaylıkla silinemez ! Kırımlı genç buradaki yiğitliğinin, her tarafda söyleneceğine, hatta milletinin ruhunda yaşıyan tarihe geçeceğine inandığından, hiç bir sahada bu kadar hevesle ve arzu ile kuvvetini ve hünerini göstermez... Hangi delikanlı bu meydanda sallanan bayrağı alan yiğitin Kırım kızının ruhunda kazanacağı 81


mevkii, yüreğinde bırakacağı tesiri bilmez? Az aşkı, az sevdayı mı bu şan ve şeref ölümden kurtarmıştır? Evet, hangi yiğit omuzundaki bayrağı ile köyüne girerken sevgilisinin evinin önünde dolaşmamıştır? Hangisi, uzaklardan olsun sevinçle, sevgi ile kendisine bakan gözleri şerefli bayrağı ile selamlamamıştır? Sözlerimi, "Lakin, Gaffar, açık söylesene, artık yalıdan erler gitti, meydanlar boş kaldı değil mi? diye bitirdim. Gaffar, sigarasının kıvrılarak yükselen dumanma dalarak, "Meydanların ortak kimlerin elinde kaldı diyerek göğüs geçirdikten sonra hikayesine devam etti : Çalgının gamlı ahengi arasında sona eren kaytarma, general tarafından bile alkışlandıktan sonra, çoban kıyafetli, ince bıyıklı, iri ve uzunca boylu, şen bakışlarının derinliklerinde hüzün farkedilen siyah ve canlı gözlü bir gencin oynadığı "Çoban havası herkesin gürültülü alkışları, bravoları arasında tekrar ettirildikce ettirildi ... Davulun sert ve ezici sesi, dağların kesik ve derin uğultularını, zurnanın ince ve yırtıcı sesi, keskin rüzgarların ıslıklarını andırıyor... Sabit nazarlarla oyunu seyreden hareketsiz kalabalık ise neş'eli bir sürüyü hatırlatıyordu ... Rüzgarların, uğultuların şiddetine rağmen sürüsünün sıhhatından, kendiliğinden coşan çoban, ruhunun bütün ateşi ile sürüsünün ortasında hayatın gamlarını ve zevklerini tepe tepe, kancalı sopasını ·

82


savura savura o kadar canlı ve o kadar zevkle ve ahenkle dönüyordu ki ... Evet, bu, o kadar hoş, o kadar canlı, o kadar ulvi bir levha idi ki, ona yüksekden, alçakdan bakan herkes coşuyor, hatta general bile ayağa kalkarak oyuncuyu alkışlıyordu... Nihayet sıra sabırsızlıkla beklediğimiz güreşiere geldi. Evvela çocuklar arasında bir güreş yapıldı. Sıra büyükler arasındaki ciddi güreşiere gelince, herkesin merakı artmıya, herkes sabırsızlanmıya, yüzler renkden renge girmiye başladı... Artık kadınların, kızların kahkahaları da kesilmişti ... Fakat, başlangıçda nedense, en çok hanımların mültefit tebessümlerini esirgemedikleri parlak çizıneli, işlemeli başlıklı, altın yüzüklü gençler yeniliyorlardı. Bu gibiler, köylülerden daha kanlı canlı görünseler de, iki üç dakikalık sıkı bir tutuşmadan sonra boncuk boncuk terlerniye başlıyor ve nihayet küçük bir oyuna mukavemet ederneden yere seriliyorlardı. Onların kuvvetlerinin kafi gelmediği ilk bakışda anlaşılıyordu. Onlardan meşhur bir tanesi kendisini yenen bir köylüyü tabanca ile vurmak istedi ise de, bayrak dibinde oturan hakem heyetine dahil ihtiyarlar sopaları ile ona doğru yürüyerek, acı sözlerle onu azarlıyarak yerine oturtmıya mecbur ettiler... Acaba, onların kuvvetlerini, sıhhatlarını emen, ruhlarından ihtiyarlara kara olan saygıyı, Kırım Türk adetine olan bağlılığı silen ne idi?! Artık her köyün, her ınıntakanın namlı güreşcileri meydana çıktılar... Güreşi bunlar, bu on 83


adam .bitirecek, senin tabirinle, bir kaç yıllık tarihte yiğit namiyle bunlardan birisi anılacak, bayrak bunlardan birisinin omuzundan sevgilisine selamlar gönderecekti. Güreşin zevki, herkesin merak ve heyecanı büsbütün arttı... Herkes kendi kendine, acaba kim, kim o şerefe nail olacak? Sualını soruyordu ... Artık güreşcilerin birbiri karasında heyecandan dizleri daha fazla titriyor, renkleri daha ziyade sararıyor... Yüzleri heyecandan sararmış bu insanlar, birbirinin kuşağını daha dikkatle bağlıyor, birbirinin belinden daha dikkatli tutuyor, daha ağır ve ihtiyatlı adımlarla güreşiyor, birbirinin oyununa daha ciddi ve daha tedbirli bir şekilde- mukalıele ediyorlardı... Bizim yapalakcı Kurt Saidimiz de kendisini gösterdi ... Uzun boylu, kara bıyıklı, geniş omuzlu bir parlak çizmeli onu çengele atacağı sırada o onu böyle bir yapalağa aldı ki, hasmının birden ayakları yerden kesilerek havada dönmiye başladı ve yarım dakika geçmeden sırtı yere geldi... Meydanda artık üç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi koyu esmer rengi ile ve sırtındaki elbisesi ile Kırımlıya benzemiyordu. Onda birden anlaşılamıyan bir yabancılık kokusu vardı ... Meydana neş'eli ve yüksek sesle konuşan, ellerindeki kırmızı tesbihlerini çevirerek iki üç kişi çıktı ve onun yanına vararak sırtını sıvazlayıp kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra kahkahalar atarak meydandan çekildiler... Demek Kırırrıın seçme yiğitleri ile boy ölçüşmek İstiyen bu genç bir "Rum" idi ... 84


İki dakikaya varmadan bu Rumun, "......" de doğup büyümüş ve demircilikle iştigal eden "Yani" olduğunu herkes öğrenmişti. Rum, gayet serbest va kendisinden emin, gözleri neş'eden parlıyor, sesi canlı, gülüşleri uzun ve yüksekdi... Diğer iki Kırımlıdan birincisi, güneş yanığı yüzlü, kısaca boylu, çok geniş omuzlu, dik bakışlı, kalın bilekli bir köylü idi. ikincisi ise, ince belli, parlak ve muntazam taranmış kaküllü, ince, uzun boylu, sağlam ve çevik yapılı "Bravnik Veli" idi... Herkesin yüzü ciddi, yüreği şiddetle çarpıyor... Ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı... Yani ile Yeli birbirinin kuşağını bağladılar... Birbirinin gözüne bakmıya çekiniyor, sararmış yüzleri ve titreyen dizleri ile karşılıklı dunıyorlardı... Nihayet tutuştular:... Çok kuvvetli olan Yani acele etmiyor... karşısındakinden mümkün olduğu kadar kaçıyor, onu ezmek, yormak ve sonra istediği oyunun getirmeyi tasarladığı her hareketinden anlaşılıyordu. Veli bir kaç kere oyun tatbik etmek istediyse de, Yani'nin kuvvetli ve ağır vucüdunu tartamadı. On dakika müddeti Veli, bütün gücünü ve zekasını kullanarak Yani'yi oyuna getirnıiye çok çalıştı, fakat bir türlü muvaffak olamadı... Veli hakikaten iyi bir güreşçi ve kendi yapısındakilerden kat kat kuvvetli idi. Fakat, kaı·şısındaki kuvvet bakımından ondan çok üstündü. Bizim halk Yeliye sevgi ve merhametle bakıyor, öbürünün galip gelmemesi için ise Allaha dua ediyordu...

85


Yani1nin müstahzi ve soğuk yüzünde belirmiye başlıyan tebessüm, onun bir şeylere hazırlanmakcia olduğunu gösteriyordu... Nihayet bir kaç dakika geçmeden, Yani, yorgunluktan büsbütün gevşemiş olan Veliyi, meydanın bir köşesinde öyle bir dize aldı ki, zavallı Veli birkaç saniye içinde upuzun yere seriliverdi... İşte o saniye, o anda meydanı o kadar derin, o kadar ağır bir sessizlik, öyle bir cansızlık kapladı ki, sanki orada canlı cansız her şey birdenbire donuvermişti... Bütün muztarip bakışlar bir noktada toplanmış, bütün gözler sırası gelen Kırımlı gence dikilmiş, sanki ondan hayat ve ümit dileniyordu ... Ben, olanlardan bir şey anlıyamıyordum. Kendi kendime, Yarabbi, ne oluyor? diyordum ... O anda o meydandaki Kırımlıların yüzleri neden kızarmıştı? Onların bakışlarının titremesine, boğuk çıkmasına sebeb olan ne idi? .. Onların bakışlarını cansızlaştıran, onları donduran ne idi? .. Evet, ne idi ki o, bu sıhhat ve yiğitlik meydanını mezarlığa çevirmiş, heyecan ve neş1e dolu gözlerin parlaklığını söndürmüş; gururla kabaran göğüsleri birden bire ezmişti? Evet, o ne idi ki, bir iki saat evvel Çoban Havasının ahengi ile yükselen ruhların kanatlarını merhametsizce kırmış, bütün güreş devamınca canlanmı� olan yürekleri t.vuçları içinde sıkıyor, eziyor, kendi kanı ile ı . ... h og� · · ı voruu .ı '�. Evet, o ne ı'd'? Yoksa birisi mi ölmüştü'? Hayır, insanlar ölüm karşısınd.,' hayatı daha fazla hissederler... Burada bir ınsan ölnıc ıniş, bir beden cansı zlaşmaınış, bir yürek 86


durmamıştı... Fakat, burada bulunan Kırımlıların sanki hepsi birden ölmüş, hepsi bir anda donmuşlardı! .. Kalabalık, bir cenaze namazındaki cemaate dönmüştü ... Meydanı tıpkı bir cenaze namazındaki sessizlik, cansızlık ve donukluk istila etmişti... Öyle bir cenaze namazı ki, o arada herkesin anası gömülüyordu ... Yahut da, arada, çok ağır bir mahkeme kararının okunacağı, ilan edileceği andaki bir hava vardı ... Lakin burada başı öne düşmüş, yüzü sararmış, sesi kısılmış belli bir suçlu yoktu ... Burada, vicdanlar, sahiplerinin yüzlerini kızartıyor, onları eziyor, vereceği acı bir hükümle titretiyor, donduruyorduL Evet, bu his, bütün vicdanları diriltmiş ve o vicdanlar bütün damarlardaki kanları dondurmuş ve yüzleri kızartmıştı ... Son görüşmemize kadar bir isim ve mana veremediğim bu duygu, zannedersem senin "Milli Duygu" dediğir. şeydi. O duygu, o anda meydanda bulunanlara öyle hakim olmuş, onları öyle bir dondurmuştu ki, hepsinin göz kapakları sanki bir ayıbı gizlerniye çalışırcasına bir türlü kalkamıyordu ... Evet, o büyük duygu, orada bulunan bütün Kırımlıları hicaptan, zilletten kızartıyor, titretiyordu ... Onlardan her birisinin yüreğini, Yani'nin omuzunda kendi bayraklarının dalgalandığını görmek korkusu kemiriyor. .. Hepsi, bir Yani'nin Kırım Güreş Meydanın eri olmasını, Kırım ocakları başında ondan bahsedilnıesini, böyle bir ayıbı ve lekeyi hazmcdemiyor, bu scbcblc h�psirı i n yiizü 87


kızarıyordu... İ şte bu sebebden onlar, mukadder neticeyi görmemek için sanki bir an evvel ağır, hissiz, adeta ölü bir hale gelmişlerdi ... Demirci Yani'nin üstün kuvveti ve Kırım güreşlerindeki ustalığı karşısında Kırımlılar, acı da olsa, kadere boyun eğmiye, milli izzeti nefislerinin maruz kalacağı hakareti zehir gibi yakıcı da olsa, kalplerine görnıniye hazırlanıyorlardı ... O anda kalabalığın gerisinden ileriiyen ince uzun boylu, zayıf vücudu, münis bakışlı, beyaz tenli, siyah gözlü, geniş alınlı bir köylü delikanlı, meydanı sarmış olan ölüm sessizliğini yırttı, herkesi canlandırdı. Delikanlı, doğruca ihtiyarların yanına geldi ve onları büyük bir saygı ile selamladıktan sonra, şu sözleri söyledi : - Ben babama güreşmemek için söz vermiş, yemin etmiştim. Bu sebeble bu gün buraya yalnız güreşleri seyretmek için gelmiş ve en arkada oturmuştum.. Lakin şu anda bir his vicdanımı o kadar derinden incitmekte, benliğimi, o kadar kuvvetle sarsmakta ki, güreşeınediğim takdirde tahammül edemiyeceğim, kendimi öldürmek mecburiyetinde kalacağım. Eğer benim yeminimi bozmama müsaade etmezseniz, bilin ki, bana çok daha büyük bir günah işletmiş olacaksınız ... Evet, şu kalabalık şahit olsun ki, eğer benim güreşmeme müsaade etmezseniz, bu kararınız benim ölüm kararım olacaktır! .. dedi.

88


Yani ile güreş tutmak için bekliyen genç şaşırmıştı. Olanları kavrayamıyor, elindeki kırmızı kuşağı ile Yani'ye doğru ileriiyen sevimli ve yakışıklı gencin kim olduğunu ve niçin kendisinin yerine Yani'nin karşısına çıkarıldığını anlıyamıyordu... Ö nünde unutulmaz bir sahne cereyan ediyordu... Yani, karşısına çıkarılan Kırımlı genci de, yine aynı istihfaf dolu nazarla, aynı küçük gören ve umursamaz eda ile karşılamıştı... Rum genci, rakibinin kuşağını ağır ağır ve kalın parmaklarının bütün gücü ile çeke çeke bağlamıştı. Fakat bizim Kırımlı delikanlı Yani'nin kuşağını gayet mahirane bir şekilde ve bir anda bağlıyıvermişti ... Nedense bu delikanlının, Rumun kuşağını ustaca ve sağlam bir şekilde bağlayıvermesi ve rakibini, gözlerini kırpmadan tepeden aşağı süzmesi, yüreğimde ümit, ruhumda bir sevinç uyandırmıştı... Kalabalık, yine aynı cansızlık, aynı korku ve ümitsizlikle donmuş bekliyordu... Yani'nin kuvveti, çevikliği ile bakışları o kadar dönmüş, gözleri öylesine dumanlanmıştı ki, onlar, önlerinde duran bu Kırımlı gencin pırıl pırıl yanan kara gözlerindeki sarsılmaz imanı göremiyQr, farkedemiyorlardı ... Kırımlı delikanlı bir dakika geçmeden basit bir ayak oyunu ile Yani'nin dizini yere getirmişti. Kırımlılar sevinçle bağırışırlarken general, bunu yenme saymadı ... Bizim ihtiyar hakemler de, ümitleri arttığından mı, yoksa böyle bir yenisi Türk Yiğitliğinin şerefine sığdırmadıklarmdan mı, her ne sebcble ise, onlar da Kırım güreş kanununa kulak


asmadan güreşcilerin yeniden tutuşmalarını emrettiler... Artık yavaş yavaş Seyit Bekir'in yüzündeki sarsılmaz imanı, gözlerindeki kuvvetli azmi herkes farketmiye, kalabalıktaki cansızlık yerini canlılığa bırakmıya, dumanlı gözler parlamıya, düşük başlar dikilmiye, daralmış göğüsler kabarmıya ve geniş geniş nefes almıya, ıztırabdan kasılmış yüzlerde ümit izleri belirmiye başlıyordu ... Kırımlı� felaketini çabucak unutursa da, o, bir kaç dakika evvel yaşadığı aşcı matemini henüz ruhundan silememişti... Evet, uyuşturucu ve öldürücü korku hala yüzlerde okunuyordu ... Bu sefer güreşçilerin her ikisi de hücuma geçmiyor, ikisinde de yongunluk alametleri görülmüyordu ... Meydanda yalnız bir tarafın ağır ve ezici adımları ile, diğer tarafın gayet çevik ve uçucu adımları görülüyordu ... Acaba ne olacak? .. İş nasıl bitecekti? İşte bu anda sabırsızlıkla, korku ilc, heyecanla titriyen Kırımlıyı görenler, onun bu meydana ne kadar ehemmiyet verdiğini anlar ve senin sözlerinin ne kadar doğru olduğuna inanırlardı ... O mizan, o tartı o kadar ağırca, ihtiyatla oynuyor, onun etrafında o kadar dikkatle o kadar söz, fikir, his titriyordu ki, orada her şeyden ziyade namus ve şerefin hakim olduğu ilk bakışta hisscdiliyordu ... Oyun başlıyalı on dakikayı geçiyordu. Fakat Yani'nin hiç bir teşebbüsü glirülmüyordu. Nihayet, meydandaki korkunç scsizliği korkunç bir darbe 90


yırttı : Seyit Bekir birden toparianarak bütün kuvvetiyle sağ ayağını yere vurmuştu ... "Yani", ümit etmediği, ömründe görmediği, işitınediği bu oyun karşısında donup kalmış, iradesini kaybetmiş, Bekirin sağ omuzu üstünde yavaş yavaş yükseliyordu... Yarım dakikaya varmadan Yani, generalin önünde, boylu boyunca sırt üstü uzanmış yatıyordu... Ortalığı öyle bir sevinç kasırgası istila etti ki... Kim bilir, belki dedelerimiz de kan dökerek, can vererek Viya'nayı, Moskovayı, Esfahanı . önlerinde eğilmiye mecbur ettikteri zaman da ancak bu kadar sevinmiş, bu kadar coşmuşlardı... Herkesin yüzünü büyük bir sevinç kaplamış, herkesin gözleri neş'eden parlıyarak birbirine bu fevkalade galibiyeti anlatıyordu... Bu an en güzel bayramlardan daha güzel, daha tatlı idi... İhtiyarlık, fakirlik, öksüzlük hepsi unutulmuş, hiç birisi buradaki sevinci gölgeliyemiyordu ... General iltifatlarda bulunarak derece alan güreşcilere hediyelerini, meydanın kahramanına ise, yüzlerce parça işlemeli, renkli havlular, baş örtüler, şallar, bezler ve mendillerle donatılmış b ay r ağı verdikten sonra, bazı kimseler, Seyit Bekirin, hak ettiği galibiyetin sembolü olan bayrağın gölgesinde resmini çekiyor ve onun herkesin kalbinde yer et miş sevimli simasım fotoğraf kağıdında tesbite çalışıyorlardı. Bu gürültü arasında herkes Seyit R c k iri hararetli bakışları ile sclaml ı y arak k u caklayıp 91


öpcrken, herkes ona karşı ruhunda duyduğu minnetdarlığı hareketleriyle izhar ederken, Selim, al atın üstünde yıldırım hızı ile meydana doğru ilcrliyordu ... Selimin meydana doğru geldiğini gören herkes, o tarafa dönerek, bir kaç saat evvel cereyan eden yarışın unutulmaz kahramanını alkışlarla, hararetle karşıladı ... Selimin babası memnun ve mes'ut bir yüzle, al ata yaklaşarak dizginlerinde tuttu ve Seyit Bekire şu sözleri söyledi : - Oğlum, sen farkında olmadan bana ömrümün en mes'ut bir anını yaşattın. Sen, yüreğimi bütün ağırlığı ile ezen bir taşı onun üzerinden kaldırıp attın... Sen, b enim anaının cenazesi karşısında duyduğum matemden daha kara, daha acı bir kederi ruhumdan sildin... Kimseye satmıyacağına yemin ettiğin takdirde bu atı sana bağışlamak istiyorum... dedi. İ ki dakika geçmeden ihtiyarın elini öptükten sonra, nanılı al atma binip şerefli b ayrağını omuzunda dalgalandırarak uzaklaşan Seyit Bekiri, orada bulunanlar sevinçten yaşaran gözlerle ve heyecandan titriyen seslerle uğurladılar... kazandığı sevgilisi onun Köydeki muvaffakiyetİn derecesini, ne kadar kişinin kara yasını dindirdiğini, ne kadar öksüz ruh unu se\ in dirdiğini, ne kadar ruhtaki zillet hissini sildiğini bilP-bilseydi, kim bilir oııu ne kadar hararetle karşılar, kim bilir onun, yıldızların altın saçakları altınd a parlıyan taze, lekesiz giillcrin, yaseminierin ruha 92


işiiyen kokuları arasında dizinin yumuşaklığına gömülmüş başını, temiz alnını, siyah ipek saçlarını ne kadar müşfik bir şekilde ve ne kadar sevgiyle okşardı ... Evet, işte umulmaz zilleti oradaki halka bir anda hissettiren, onları bir saniyede ölü gibi donduran ve nihayet yine onları vuslata ermiş bir aşık gibi sonsuz bir saadete ulaştıran ve hayatın bütün acılarını, kederlerini unutturan duygu, benlik duygusundan çok daha kuvvetli, çok daha hakim, çok daha yüksek bir duygu idi ... ***

Bu sohbetten o kadar zevk almıştım ki, farkında olmadan Gaffarın çekmecesinin üstündeki açık. kutudan, tadından hiç anlamadığım halde, bir sigara alarak yakmış ve onun yavaş yavaş kıvrılarak yükselen dumaniarına bakarak dalmıştım ... Bir aralık Gaffar bana, evet, acaba bu Milli Duygu değilmi idi? diye sormuştu ... Ben ise, ne zaman bu sözleri hatırlasam ruhumun, "O milli duygu ne zaman kurtuluşu temin edecek? Ne zaman ondan bir medeniyet ve şerefli bir tarih doğacak?" sorusu karşısında titrediğimi hissederim ... .

93


UN UTU LMAZ GÖZYAŞLARI

Ahmet Efendi bir buçuk yıldanberi Yalıboyunun saadet, ancak sevinç yaşayacağını kabul ediyordu. Uçsuz, bucaksız bağlarının, tertipli bahçelerinin bereketleriyle, yüksek selvilerinin dilberlikleriyle sevimli çiçeklerinin ince kokularİyle kibirlenen, bu iki yüz hanelik köy, ocak başında kaba yastıklara yaslanarak çubuğunu çeken ve ondan yükselen dumanlara bakarak keyiflenen bir (Kale) gibi yüksek dağlara dayanıp denize bakıyordu . Ahmet Efendiyi; bu köyün zenginliğinden ziyade, güzelliği buraya çekınişti. O, bu cennete benzeyen köyde ancak sevinçle, zevkle yaşanacağına inanınıştı. Bu köyün güzelliğine gönıülerek sevgilerinin dilberlikleriyle yaşayanları, sarhoşlanarak onların dizlerinde yatanlara benzetiyor ve bu köyün kuşlarının cıvıltılarında, kuzularının ınelcınelerinde atlarının kişnemelerinde, kızlarının ince titrek seslerinde ancak saadet, ancak sevınç yaşayacağını kobul ediyordu. Bir buçuk yıldan beri onu her gün köyde gördüğü, işittiği yeni bir keder, yeni bir felaket ona fikrinde ne kadar yanıldığını anlatıyor ve 94


müslümanların "Cennet" de de gözyaşsız, garnsız yaşarnadıklarına onu inandırıyordu. 1 905 yılının Ramazan Şerifi geliyor, her evde az çok bir hazırlık görünüyor, cemaatler arasında Camilere gitmeye başlayanlar, dükanları önünde din ve müslümanlık hakkında söylenilen sözler artıyordu. Köyün zengin Hacılarından ......... ağa Ahmet Efendiyi Ramazanın onsakizinci akşamı iftara çağırrnıştı. Büyük bir yangını söndürrnek isteyenler nasıl bütün kuvvetleri, hünerleri, gayeleriyle bir dakika boşa vakit kaybetrneyerek çalışsalar, namazdan sonra büyük bir siniyi çevre almış on, oniki Tatar da sabırla nefes almaya bile razı olmayarak büyük bir çabukluk ile yemekleri boşaltıyorlardı. Köyün ak sakallı ihtiyar imaını o kadar gayretle davranıyor ki Ahmet Efendi onun bu koşuda birinciliği kazaoacağına şüphe etmiyordu. Yemekten sonra herkes ağırlaşrnış çabuk, çabuk sigaralarını buruyor ve onları ocaktaki kaynayan cezve altındaki ateşi sabırsızlıkla yaktırıyorlardı. Akşam şerifler hayırlanarak, keyifle sigaralarının dumanlarını savurup kahveyi süzen bu halkı o dakikada gören elbette onların bahtiyar olduklarına şek ve şüphe etrnezdiler. Fakat Ahmet Efendi bu köyün en Zenginlerinin bile nasıl yaşadıklarını biliyor, onların yüreklerinin ne kadar sıkıntılarla attığını anlıyordu. Kahveler daha bitmemiş (imam) Efendi arada, sırada gegirip ve her defasında da "Estağfurullah" larını unutınayıp dine saygı kalmadığından şikayet ediyor ve en ziyade 95


kızların yuka fistanlarını gençlerin perçemlerini kızgınlıkla tenkit ediyordu .. Hacı baba ruhunun bütün hürmetiyle, fikrinin bütün razılığıyla pek sevip imam efendiyi dinlerken kendisini çağırdılar. Ahmet Efendi de hem ağır yemeği hazmetmek, hem biraz ev önündeki bahçede dolaşmak, kayısı ağaçları arasında gezinmek ve hem de İmam Efendiden yüzlerce defa işittiği tesirsiz sözleri dinlemernek arzusuyla (abdest) alacağını söyleyerek odadan çıktı. Hacı Efendinin karısı kizları Ahmet Efendiden kaçmadıkların dan onlardan abdest yüz bezi isternek için onların oturdukları odaya doğru gitti. Kapıya yaklaştığı zaman bir kadının ağlayan sesinde yükselen şu sözleri işitmişti. Allah rızası için Hacı baba, benim bu dileğimi redetme ! . . Onu yine zavallılar, horlananlar düşündürmeye başlamış. Onun ayakları katılaşmış, kalbı soğumuş ruhu incinmişti. Bu mübarek Ramazan günü bu ses neden ağlıyor? .. Bu kalp neden yoksuzlukla yalvarıyor?.. Bu müslüman kadını, yerden başka gökten de bereket yağan Ramazan ayında · neden gecelerle bu Hacının evine gelerek merhamet dileniyordu?! ... Odaya girdiği zaman Hacı baba bir elinde bir kaç altın tutuyor, diğer eliyle de önündeki kadına iki kırmızı onluk uzatıyordu. Kadın parayı alırken Hacı babanın elindeki altınlardan ayrılamayan büyük siyah gözleri, gittikçe buğulanıyor ve göz kapakları arasından elmas gibi parlayan gözyaşları, yavaş yavaş, titreye titreye büyüyor canlanıyordu .. O Emine yenge idi ... Emine ycbnge atuz yaşlarında ince, uzan boylu; 96


solgun benizli tşir kadındı. O vakitsiz şoimuş bir şgüle benziyor, onun solşmuş yüzünde yorgunlukla derinliklere gömülşmüş kara gözlerimle, ince katmerlerle ıbölünmüş gşeniş alnında tezeliğinin, güzelliğinin izleri görünüyordu. Kim bilir, o ger..şçliğinde nasıidı? Kim bilir, onun güzelliğinden yayılan ince kokular ne kadar sevimliydiler ve ne kadar ruhu mutlulukla sarhoşlatabilirdilcr ? ... Bu günkü Emine yengenin sararmış yüzünde dünkü güzdiğinin ancak hazin gölgeleri kalmıştı!. O, tamamİyle kurumaya başlayan açık sarı çiçeklere benzemişti... Ahmet Efendinin ruhunu hiçbirşey Emine yengenin ağırlığıyla zahmetle dökülen gözyaşları kadar incitmeıniş, onun edebiyatı seven fikrini hiç bir zamanın ağlatıcı sayfası bu kadar sarsmainıştı. O, artık kalbe, ömre sığmayan felaketierin nisbetsiz mihnetlerinden siizülen o gözyaşlarını düşünüyor ve düşündükçe ruhunun gittikçe yayılan kara bir kederle kaplandığını yüreğinin acı bir soğuklukla titrediğini, sıkıştığmı duyuyordu. Ahmet Efendi odada oturamadı asabi adımlarla bahçede gezinmeye başladı. Lakin o, artık ne onu saatlerce oyalayan hikaye kitabını ne ayın nurlu saçaklarını ne de onlarla yaldızlanarak aşağılarda ayna gibi parlayan denizi görüyor, ne de kayısı ağaçlarının zümrüt yaprakları arasından yükselttikleri kahkahalarmı işitiyordu. O ancak bir kadının solmuş sırrıasını, bir milletin haksız, hi:s-iz ömrünü düşünüyor, ondan saçılan acıları görüyor, ondan doğan felaketleri, zavallılıkları duyuyonlu. O 97


istemeyerek bahçeden sevimli bir çiçek koparmış ve onu avucunda parmaklarının bütün kuvvetiyle sıkmaya başlamıştı. O çiçekten billur kadar parlak bir kaç damla su akmış ve bundan sonra çiçek buruşmuş, onda ne sevimli renkler, ne ince güzellikler, bir şey, bir şey kalmamıştı. Ahmet Efendi bu çiçekten akan damlaları Emine yengenin göz yaşiarına benzetiyor ve o akan gözyaşlarının da Emine yengenin, güzelliğini, heyazlığını, pembeliğini uçurduklarına inanıyordu. Artık o, ancak kimin merhametsizlikle ineinmeden o genç kadının kalbini tırnaklayarak o sağlık, güzellik düşmanı olan gözyaşlarını neden akıttığını öğrenmek istiyordu. Ahmet Efendi bu köye gelip öğretmen olduğu yıl bu köyde zengince dul bir kadının kızıyla aniden evlenmiş ve onların evlerinde yaşamaya başlamıştı. Onun ömür arkadaşı yalnız sevinçle, zevkle gülrnek isteyen bir genç hanım olduğundan Ahmet Efendi ondan kendisinin ruıhunu ezen, fikrini matemlendiren gözyaşlarının sebebini soramıyordu. Kaynanası i8e akıllı, uzağı gören, sabırla konuşan bir hanımdı. O, kocası öldüğünden beri cemaat hayatına karıştığından hakimler ve vekilieric de tanışmıştı. Ahmet Efendi, Emine yengenin hayatını kaynanasından anlamaya karar verdi. Ahmet Efendi akşam üzeri cami veyahut kasap dükkaniarı önünden büyük ağaçlar altında toplanıp, bağdaş kurup oturarak iftarlık sigara hazırlayan ve bir taraftan da dumanlanan başlariyle kızışan, 98


karşılıklı küfürler savuran halkla oturrnayı çok sevrniyor ise de yine onlardan çok uzaklaşrnıyor, ancak arada, sırada kaynanasına bahçede arkadaşlık ederek geçiniyordu. Bir gün, o, kaynanasından Emine yengeyi sorrnuştu. Yarım saat kadar o cansızlaşan sesi dinledikten sonra onun nemli gözleri önünde o gözyaşlarını akıtan kara bıyıklı, geniş ornuzlu, uzun boylu, sararmış benizli Seyit Mehrne'in geçirdiği hararn zevkli ömür canlandı. Seyit Mehmet, köyün en zengin hacılarından ... Ağanın oğh.ı idi. O, 23 yaşlarında iken, kendisini keyiften, zevkten ayıran sert tabiatlı babasını gömdükten sonra hayatta dizginsiz kalmıştı. Onun kardeşleri de yaşlıca olduklarından, o yalnız Hacı babasından kalan kırk, elli bin ruhielik mal ve mülk ağası oldu. Onun dostları arkadaşları arttı. Ona akıl öğretenler ve kendilerinin baba dostu olduklarını söyleyenler çoğaldı. O çok geçmeden bizim zengin genç ağalarınıızın kıyafetlerine girdi. Başında parlak deriden yapılmış tepelikli bir kalpak, üstüne yumuşak yündcn ısrnarlanıp diktirilmiş dar bir kostüm ayaklarında yüksek ökçeli potinler giymiş, göğsüne zincir kadar kalın zevksiz bir köstck asmış, pannaklarına da kırmızı yeşim taşlı altın yüzükler takmıştı. O, tezden köyde dükkan açtı. Sık, sık şehirlere gitmeye başladı. Bankacıların dostu oldu. Yavaş, yavaş karışık anlaşılmaz hatta korkunç yazısıyla elinde yüzlüklerin oynadığını gören Seyit Mehmet 99


zenginliğinin, gelirinin sınırını unuttu. Her gelişinde Bankanın anbar kadar derin hazinesinden kendisine avuç, avuç para verdiklerini görerek o h azine yaşadıkça kendisinin aç, parasız kalmıyacağına inandı. O garip Bank�ların uçsuz, bucaksız denizlere benzeyen bol hazinele•·inin, Seyit Mehmet gibilerinin ınallarından çalışınalarından damlayan damlalarla gölleştiğini bilmiyor, anlaınıyordu. O, şehirlerin yumuşak yastıkb kadife arabalarında zevkle kurulup savunmaya alıştığından ve ağalığını köylülere de tanıtmak istediğinden uzun boylu, çınlayan sesli oynak bir kara aygırla bir de kadifeli payton aldı. Ve yavaş yavaş, şehirlerdeki zevklerini, keyiflerini köye getirmeye başladı. O, artık halktan, ceınaatin saygılılarından, ihtiyar aksakallı Hacılarından da sıkılınıyordu. Onların evlerine Hacı babasının zamanında ancak beş vakit namazını kılan eski, durgun adarnlar gelirdi. Bu yeni ağanın ağalığı başladıktan b eri onlar görünmüyor artık Hacı babanın evinde kadehler tokuşturuluyor, kemanlar çalınıyor, türküler söyleniyor sabahlara kadar oturan, keyfini, zevkini seven genç ağalar, sık sık toplanıyorlardı. Seyit Mehmet'in yakın dostlarından birisi de ... Köyünün ağası... Hacının oğlu ve Emine yengenin ağası "Hasan"dı. Emine yengenin babası da Seyit. M .�hmet'inki kadar zengindi. Ondan da başka o, onun gibi r;inıri olmayıp elinden geldiği kadar herkese yanlını eden ve ömründe kimseyi ineitmeyen yum u şak ln b ia th bir adamdı S ey it Mehmet'in babasından iki yıl sonra Hacca ...

1 00


giderek Mekke'yi Mükerrernede ölmüştü. Hasan da Seyit Mehmet'ten ahmak çıkınıadı Onun da arkadaşları, akıllı baba dostları çoğalmış ve ona da ağa rütbesi verilmiş, o da bizim ağalarımızın o kalın bindallarını, altın kösteklerini boynuna takmıştı. Onlar Seyit Mehmetle sık, sık görüşüyor beraber haftalarca Şehirlerde kalıyor ve güzellikleri beyaz, kırmızı boyatarla kefenlenmiş; Sağlıkları türlü, türlü marazlarla çürümüş kadınlara ve yavaş, yavaş eritiçi, öldürücü r.ehirli içkilere, insanlığı kaybolan çalgıcılara yüzlii kler savurmakla zevkleniyor, keyifleniyordular. Onlar işlerini, gelirlerini binde bir bile candan düşünmüyor onun ıçın kederlenmiyorlardı. Kış gelince şehir zevklerine, köylerin gürültülü düğünlerindeki konuşmalar, çalgıcılara diz çöktürüp çaldırtmalar da ekleniyordu. Bu haram zevkli ömür, bu birbirini yokluğa sürükleyen dostluk onların arasında kalmadı. Onların bu öldürücü yakınlıkları, kafadarlıkları bu aradaki köyler içinde güzelliğiyle, akıllılığıyla, terbiyesiyle anılan, billur kadar saf, lekesiz bir ömürle yaşayan, melek kadar mülayım ruhlu sevimli bir Tatar kızının y aşayışını da zehirledi. Onun gençliğini, onun güzelliğini de soldurdu... Onun ömrünü de kara matemlArle boyadı!... Biz rahmetli babamla Emine'lerin köylerine çok giderdik. Onun bir de bir kız kardeşi vardı. Emine'nin amcasıyla evlenmişti. O, rahmetli kendi erkek kardeşleriyle ne kadar anlaşaınasa, onlardan ne kadar uzak yaşasa, kız 1 01


kardeşleriyle de o kadar sevışır, ona o kadar yaklaşırdı ... Ben hemen her seferimizde Emine'lerin evlerine varırdım. Onun rahmetli anası yumuşak tabiatlı, sıcak ruhlu bir kadındı. Onunla biz pek dostluk. Ben Emineyi her görüşümde bir kat daha severdim. Onun hemen her ay, her yıl güzelliği artıyor, yanaklarının pemheliği, dudaklarının kırmızılığı, gözlerinin canlılığı, parlaklığı kirpiklerinin, saçlarının uzunwğu ziyadeleşiyordu ... Hiç unutınarn bir pazar günü, ben onlara gitmiştim. Evde kimse yoktu... O yüksek evlerinin denize bakan balkonunda o oturmuş bez dokuyor ve ince titrek, yumuşak bir sesle yavaştan! Pencereye güneş girmez meyvalıktan ah Hem sarardım, hein soldum sevdalıktan ah beyitini söylüyordu. Ben o dakikada ruhu, kalbi sararak insana kendisini unutturan tatlı, zevkli, dokunaklı sesi dinlemeye başladım. Ben değil sanki bütün ağaçlar, çiçekler, evin önündeki asmanın yaprakları, kuşlar, evet her şey, susmuş biiyük bir saygıyla yüksek bir sevgiyle, derin bir duygu ile onu dinliyorlardı. O ,gün, o dakikada o ne kadar, ne kadar güzeldi... Onun o giin nurlu gözlerinde o kadar sevimli hir dalgınlık. sıcak simasında öyle bir yumuşaklık vardı ki, onu o dakikada Hanlar görseydi, önünde diz çöker ve bütün ruhlariyle takdir ederlerdi... Seyit Mehmet ağalığının ilk yıllarında b u yakın köylerde yapılan bir tek düğüne gitmenıezlik yapmazdı. Onun kara atı beyaz köpük bağlayıp, ince 1 02


kulaklarını dikleyip, kişneye kişneye geldiği zaman çalgıcılar dama çıkarak onu karşılardılar. O da düğün evine varınca atı her adım attıkça çalgıcılara gümüş ruhieler serperdi. O, Emine'nin Hacı babası, Hacılığa gitmeden, onlara dünür göndermişti. Hacı baba o vakitlerde altmışyedi yaşlarında idi ise de nurlu benzinde kırmızılıklar silinmemiş, gözlerinin nurluluğu artmıştı ... Camii ihmal etmez bahçesinden, bağından ayrılmaz, yalandan, munafıklıktan kaçar, herk(':-i mülayimlikle, yavaşlıkla, anlayışla karşılar, azdan ' : anlar, tecrübeli bir ihtiyardı, Hacı baba. S c ; . . Mehmet'in babası öldükten sonra geçirdiği tecrübeli günlerden onun ruhunu anlamış ve kalan ömrünü nasıl bitireceğini kestirdiğinden "o kırkında akıl baliğ olacaklardandır. Ben öylesine kızımı verip te horlatamam" deyip Seyit Mehmet'i gözüne kestirememişti. O, Hacılar öldükten sonra onların, postlarında şeytanlar türedi ... Onların evlerinde din ve insanlık laflarından ziyade kadehler konu olmaya başladı. Onların sağlıklarında cuma namazını kıldıklarını, ihtiyarlara selam verdiklerini görüp müslüman ve terbiyeli, akıllı insan olduklarına inanarak sevindikleri oğulları artık onlardan çok akıllı, çok anlayışlı olup onların sevdikleri şeylerden birisine hürmet etmedikleri gih i, onların verdikleri kararları da unuttular. Hasan eski adetlerini, eski saygılarını nasıl kolaylıkla ömründen kaldırıp attı ise, babasının verdiği kararı da o kadar ineinmeden fikrinden sildi. - ·

1 03


Babasının b aşına, mezartaşı yaptınlmadan Hasan, onun kararlarını unuttu ve onun yüreğinde babasına olan sevgisinin soğuk bir gölgesi bile kalmadı... ve Emine 19 yaşlarında iken Seyit Mehme'e nişanlandı. Zavallı anası buna önce razı olmamıştı. Sonraları Eminenin hiç bir söz söylemeden, o kararı kabul ettiğini gördüğü zaman susmuştu. O dünden, bugünkü felaketi zehirli ömrü görseydi, hiç o karara razı olur mu idi? ... O cenazesini görmeye razı olurdu da bu karara karşı gelmek için elden gelen her şeyi yapardı. Yine garip bahtlı imiş ki kızının düğününden sonra bir yıla varmadan öldü ve canından ziyade sevdiği eviadının bu kara, bu matemli günlerini görmedi. İhtiyarlar, Emine1nin düğünü kadar, şenlikli düğün bizim köylerimiz kurulduktan beri yapılmadığını söylerler. Emineyi o vakit gören kadınlar da onun kadar . düğününde dövünüp, körlenen bir kız görmediklerine inanırdılar... Bu düğünde herkes çalgıcıların, içkilerin mumlarla donatılmış sinilerin, pişirilen yemeklerin, gelen misafirlerin, getirilen bahşişlerin, saatlerce taşınılan çeyizlerin çokluğunu söylüyordu. Bizim düğünlerimiz gözyaşsız olmasa da ben, bizde her gelin olacak kızın yeni ömrünü gözyaşları ile karaladığını bilip, onların pişmanca sözlerine alışık olsam da bilmem, neden bana, o çok sevdiğim Emine1nin yanıklı sözleri billurleşe, billurleşe akan gözyaşları pek dokunınuştu. Ahmet Efendinin kaynanası bu bildiklerini damadına yavaş yavaş anlatırken açlığını, 1 04


yorgunluğunu bile unutmuştu. O, son sözlerini söylerken yoldaki çocukların "ezan ezan" diye bağıntıkları işitildi. O dakikada Ahmet Efendinin hanımı da çocuklardan daha şen sesiyle ezanı müjdelerneye başlamıştı. Onlar sık adımlariyle eve, sofraya yaklaştıkları zaman Ahmet Efendiye şu özleri söylemişti : İ şte o haram zevkli sıcak ömür on yıla varmadan nasıl onların mallarını, mülklerini eritti, bitirdiyse, Emineyi de gençliğinde böyle soldurdu ... Böyle kuruttu, böyle çürüttü!... Günlerden sonra ramazan, b ayramı geldi, geçti... Ahmet Efendinin ömrüne bir çok günler, haftalar, aylar daha eklendi. O, ilk balıarda okuldan sonra köyden uzaklarda, yükseklerde yalnız gezinmeye başlamıştı. Kaba dağın eteğinde, koyu yeşil çarnların ortasındaki kırdışlıkta yüksekçe bir tepecik vardı. O oradan görülen eşsiz görünüşe bakmayı çok severdi. Oradan köylerdeki evlerin kara toprak, kırmızı kiremit, yeşil boyalı tenekeden yapılmış damları sayıldığı gibi büyük ceviz ağaçları, yüksek selviler, bir sırada diziimiş bahçeler, bağlar, virajlı yollar, kayalıklı yalılar, uçsuz bucaksız deniz görülüyordu. Ahmet Efendi, her gün bu tepeciğe kadar gelir, orada yüzü koyun yatarak okumak ister, lakin bir türlü gözlerini karasındaki tabiatın dilher renklerle, güzel görünüşlerle işlediği, yaldızladığı sevimli levhadan ayıramaz ve bir çok zamanlar kitabına bakmak değil, onu açmayı dahi unuturdu. . ·

1 05


O bir takım milli mes'eleleri düşünmek isterdi. Lakin bir türlü bulunduğu çamlığın arkasındaki dağın yavaş, yavaş göğüs geçirerek yükselttiği boğuk iniemeleri dinlemekten, vaz geçemezdi... Onun ruhu hisleri, o derinden yükselen, ağızdan yayılan kavi iniltileri, en becerikli çalgıemın kemanından yükselen hazin iniltilerin titremelerinden daha ziyade sevip dinlerdi. Bir gün Ahmet Efendi, bu kırdışlıkta bir çama dayanıp saatlerce oturmuş, hazin duygularla sarımtırak kefenine sarılarak batan güneşi yolcu etmiş ve etrafını kaplayan karanlıktan ürkmektense, ona ısınmaya çalışarak yeni doğmakta olan cansız ışıklı solgun bir yıldızdan gözlerini ayıramamıştı .. O, sırada da ne kuşların hafif türkülerini, ne de geçenlerin seslerini işitiyordu. Emine yengenin ömrünü, o ruhun yaşadığı kar günleri, geçirdiği acıları, o bulutlu gözlerden akan gözyaşlarını birer, birer fikrinden geçirmiş ve artık bugünkü ömrünü okul daki kızcağızların kaderlerini anlamaya kalkmıştı .. Kim ne bilir? neden onun o sahne karşısında fikri kara bulutlarla kaplanmış idi? ruhu da derin matemiere gömülüyordu?. . O, titreyen adımları ezilen ruhuyle bulunduğu çamlıktan ayrılarak; köy yoluna çıktığı zaman yukarıdan bir sesin yaklaştığını işitti. Ve onunla beraber gitmek için biraz beklerneye karar verdi. Yol kenarındaki yüksekçe kayaya oturarak köyün titrek, cansız ışıklarına Rus yalılarındaki 1 06


parlak elektrik fenerlerinin ziyaiarına bakmaya başladı .. Onun ruhu bir kat daha kederlere, gamlara gömüldü... O, aydınlıklardan birisini bütün yiğitliğiyle diriliğiyle hayata atılan bir gencin ümitle parlayan nurlu gözlerine, diğerini ise, son nefeslerinde yaşayan bir hastanın gittikçe bulutlanan fersiz, solgun gözlerine benzetiyordu. Ses yaklaşmış, Ahmet Efendiyi düşüncelerinden ayırmıştı... Karşıda odun yüklü bir mali (küçük, kısırlaştırılmış aygır) güçlükle, zoraki adımlarla sendeleye, sendeleye ilediyor ve onun arkasından da ayaklarında çarık, başında örme kalpak, üstünde yamalı palto giymiş kesik öksürüklü bir adam geliyordu. Bu, on, oniki yıl evvel aygırlar oynatan şaraphanelerde kurulan, fahişelere, çalgıcılara yüzlükler savuran, kırmızı benizli tesirli sesli Seyit Mehmet ağa idi... Bu adamı görmek, bu adamın öksürüklerini, cansız, hırıltılı nefeslerini işitmek, solgun benzine bakmak Ahmet Efendinin ruhundaki kederlerini kaynatmıştı. O, diri ve acı yanık, onun yüreğini tüsbütün sarmıştı. O, dünkü varlıkla, bugünkü yokluğu, dünkü sağlıkla bugünkü çürüklüğü diişündükçe yüreğinin buruk b uruk ezildiğini fikrinin titreye, titreye buzladığını, dilinin tutulduğunu hissediyordu? Seyit Mehmet ağa, Ahmet Efendiye atla odun taşımaktaki beceriksizliğinden, atının yükünün yolda iki kere çöziildüğünden bu kadar geciktiğini kesik nefeslerle anlatıyordu .. 1 07


Ahmet Efendinin ruhu hiç bir zaman bu kadar keder, acılık karşısında yalnız Seyit Mehmet'in değil bütün Kırım Tatarının varlığını, sağlığını öldüren, gömen bir Azrail kanadının kara gölgelerini görüyordu .. Onun yüreği merhametle coşmuş, gözleri yaşarmış, dili kemikleşmiş, çenesi kilitlenmişti... Ona Seyit Mehmet ağanın yolundan gitmek daha kestirme idiyse de o, acele adımlarla ondan ayrıldı, uzaklaştı. O, köye gelinceye kadar yavaş yavaş yükselen ayın nurlu saçakları arasında bizim sağlığımızı gömen, saadetimizin hayatını olsun yaşatmayan düşmanı düşünöyor ve evine geldiği zaman ümitsizlikle ezilen fikrinden, kederle titreyen kalbinden, matemlerle örtülen ruhundan şu suali soruyordu: -Her karanlık bir nurla aydınlandığı halde acaba, acaba bizim matemli, kederli siyah gözyaşlı karanlık ömrümüz, hiç bir nur, bir şule ile nurlanmayacak, yaldızlanmıyacak mı?. ·

Ahmet Efendi, bir gün okulun bahçesindeki yüksek ceviz ağa.cının altındaki iskemlede oturuyor, vücudundaki yorgunluklarını, zahmetlerini taze havadan serpilen (hafif) rüzgara gömmek istiyordu. Çocuklar, bir saat kadar rahatlanıyor, okula yakın bir bahçede oynuyor, bağırıyordular. Ahmet Efendi yalnız sessiz bulunduğu yüksek tepecikten uzaklara, denize, hatta denizden daha uzaklara az seçilen yokluklara bakıp düşünüyordu .. O, bu durgun, , bu sakin ömrünü, hiç bir şeye 1 08


bozdurmak istemiyordu. O, uyuyan denizde yüksek direkli büyükçe bir vapurun kayarak ilerlediğini görse de onu gözleriyle yolcu etmeyi arzu etmiyordu ... O herşeyi unutmak, hiç bir şeyi görmemek istiyor ve gözlerini vapurdan, denizden bütün önıürden, insanlardan uzaklara bakmaya zorluyor, onları yokluğa sürüklüyordu ... Niçin mi?. Çünkü artık o, her yerde, her şeyde hayatı canlandıran her gölgede bir ganı, bir felaket, bir matem izi görüyor yahutta her kalbin, her ruhun yaşıyle solduklarma inanıyordu. O, Emine yengenin sevinıli güzelliğinin, nıes1ut ömrunun ne kadar merhanıetsizlikle, haranı zevklerle saidurulduğunu bütün ruhuyle anlamaya çalıştığından beri onun gözlerinde bütün Tatar halkının zehirli kara günleri canlanıyor, onun fikrini, bu rahatsızlığı doğuran sebep uğraştırıyordu... Artık, onun bu kederli nıes1ele ile fikri değil, ruhu da yorulınuştu... Onun için-o bugün bu ağaç dibinde bir şey görmemek, her şeyi unutmak istiyordu. O yarım saat kadar orada oturnıamıştı .. Bir kadının yumuşak, sıcak, cansız sesi onun dalgın gözlerini uyandırdı .. Bu kadın Eınine yenge idi... On un henzi biraz daha solmuş ve gözleri biraz daha derinliklere saklannıış, çevrelerindeki kara halka Liraz daha kararnıış, sesi biraz daha yumuşaklıkla titremeye başlamıştı. Emine yenge, Ahmet Efendiye küyde hoca p�raı;1 toplayanlardan si:iz etmeye gelmişti. Onun ·

1 09


kocası üç, dört aydan beri okula devam eden çocuklarının aylıklarını vermemişti. Onları zorluyor, ona bu hafta da para vermezse çocukları okula almayacaklarını söylemişlerdi ... Emine yenge, Ahmet Efendinin merhametine sığınınaya gelmişti. O, Ahmet Efendiden tütünlerinin satılmasına kadar beklemesini ve para toplayanlara çocuklarının aylıklarını kendisinin aldığını söylemesini ricaya gelmişti. Ahmet Efendi önceleri bu kadın, cahilliğin merhametsizliğin yahut bunlardan da büyük bir düşman olan, sevgisizliğin, saygıeızlığın bir kurbanı diye acıyordu. Fakat, bugün onun bu kadar yoksuzluk, horluk çektiği halde çocuklarının azıcık . olsun okuma, yazina öğrenmelerini candan isteyip, kendisine titreyen yumuşak sesiyle yalvardığını dinledikten sonra onu bütün ruhu ile anlamıştı. Bu kadının gittikçe yumşayan, yumuşadıkça ruha, yüreğe işleyen sesi, Ahmet Efendinin ruhunun sessizliğini taınamiyle bozdu. O yavaşlıkla söylenilen sözler onun ruhunda denizde görülen vapurun serptiği hafif deprenmelcr gibi değil, yükseldikçe beyaz köpükler saçan arslan inihileriyle gürleyen fırtınalar saçmışlardı. O Emine yengcnin istediğini itirazsız kabul etti. Fakat o, bir şeye razı olamıyordu. soldurulmuş yengenin ruhunu, Emine ümitsizlendirilmiş kalbini okşamak, teselli etmek 1 ihtiyacını hissediyordu. O, Emineye şu sözleri söylemişti : Ben sizin, siz Tatar kadınlarının geçirdiğiniz felaketi, matemli kara ömür önünde çok diişündüm, 110


çok kederlendim, sizler, sızın ömrünüzü çürüten ernellerinizi öldüren öyle bir düşmanın kurbanlarısınız ki, onun ardından bağıra, bağrra lanet hakkına bile malik değilsiniz ! Sizin o merhametsiz, mel'un düşmanınız bu memlekette bu Müslüman dünyasında o kadar kavi, onun dostu o kadar çok ki, sizlere onun adını bile söyletmiyorlar. Mollalar, Hacılar, Şeyhler, Ağalar bütün halk o sizin düşmanınız önünde eğiliyor, onu sayıyorlar.. Sizin soldurulan güzelliklerinizden, ezile ezile dökülen gözyaşlarınızdan çürütüle, çürütüle gömülen genç vücutlarınızdan birisi onların duygularını coşturmuyor ve onları her kabahatı, her fenalığı, her adiliği "Kader"e yüklemekten vaz geçiremiyor. Bir takımı adet, bir takımı görmemezlik dostu olup o sizin büyük düşmanlarınızın taraftarı oluyorlar. O bütün güzellikleri solduran, bütün varlıkları savurtan kadınlığın örnrunu kara matemlerle örten şeytan y;irekli, kanlı tımaklı düşman: Sevgisizlik, duygusuzluktur. O Seyit Mehmet ağa, sizi sevseydi hiç sizin o güzelliğinizi, nazik ruhunuzu, duygulu kalbinizi incitmeye, ezme.ye '<alkar mıydı? ... Ona merhametsizlikle sizin melekliğinize kara yumruk saliatan sizin ince yumuşak sesinizi katı, ezici 5esleriyle boğan ona sızı düşündürtmeyen, saydırmayan ona malınızı, mülkünüzü yok ettiren şey de ancak o düşmandır. Eğer o bahçelerinizi, bağlarınızı sevebilscydi onların yanında oturmaktan, onları düzeltmekten, güzelleştirmekten zevk alsaydı ruhuyla onlara azıcık 111


olsun bağlansaydı acaba onların satılacaklarını düşünüp fazla masraflardan sakınır mıydı?... Evet, Tatarın Melekler kadar yumuşak ruhlu, hüriler kadar dilher benizli kadın�arından ayırıp ta şehirlerde bir takım soğuk marazlı kadınların eteklerine sarılmaya, onlara güzellik hazinesi olan maHarını, mülklerini unutturan şey! Onların sevememelerindendir. Her şeyi yok eden, her sağlığı çürüten, her güzelliği solduran düşman sevgisizlik, duygusuzluktur. Evet bugünün Tatarları ne kadar sevmeyerek, ne kadar bütün ruhlariyle "aile"lerini mallarını hatta kendi benliklerini sevemeyerek her gün biraz daha her şeyin öksüzü oluyorlarsa Tatar kadınları da o kadar sayılmadıklarını, hatta sevilmediklerini, düşünülmediklerini duya, duya her an biraz daha güzelliklerini, sağlıklarını gözyaşiariyle kefenliyor. Ne yapmalı? Belki zaman gelir, bu matemler önünde incinenler, kederlenenler, ağlayanlar çoğalır da nihayet Tatarlar da bu her şeyi gömdüren düşmanı öldürür, gömer ve hayatlarından silerler... Ve bizim memleketimizde de saadetlcr, sevinçler saçan semaİ güneşi doğar, bizler de güler, bizim kadınlarımız da saadetle, tazelikle, türkülerle yaşarlar. Emine yenge artık soğuklukla bu sözleri dinliyemiyordu. O sözlerden her birisi onun yüreğini çoşturuyordu... Onun gözlerinde kederli gözyaşları kabarıyor, diriliyord u. Evet, evet Ahmet Efen di, benim malım miilküm, boynumdaki altınlarım, sağlığım, tazeliğim, h erşeyim beni sevmeyen L : r adarnın yahut da sevgiyi 112


duymayan bir yüreksiz hararn zevkli bir kişinin kurbanı oldular. Bir daha ele geçrniyecek gibi uzaklara uçtular. Yokluklarının derinliklerine görnüldüler. Fakat, beni onların birisi candan, ruhurnun, kalbirnin derinliklerinden oturup ağlatrnıyor... Benim ancak bir şey kalbirni tırnaklıyar, varlığıını solduruyor ki o da benim söylernediğirn, benim kadınlığırnın sayılrnadığıdır.. Ben çektiğim horluğu, yoksuzluğu, haksızlığı, zulrnü, hepsini hepsini unutabilir, o rnaternli yaşayışırnı tarnamile örnrürnden silip atabilir; her şeye, her zorluğa katlanabilirdirn. Eğer beni acısaydılar, benim kadınlığırnı hörrnetle karalasaydılar bana hiç olmazsa sıcak gözle baksaydılar, dünyalar benim olurdu... Evet Ahmet Efendi, bir kadın güzelliğini, ömrünü, malını eline teslim ettiği erkekten aı:ıcak bir şey ister, ki o da sevgidir. Bana gençliğirnde bir delikanlı, bir Türk şairinin şu beyiderini yazmıştı.. Ben de onları beynimin en derin bir noktasına yerleştirrniştişrn: Yaşamak çünkü bence sevrnektir. Aşka yükselmeyen zavallı hayat Ne sefilane bir sürünrnektir. Bu sözler, tamarnıyle kadınlığın ruhunun dilidir. Aşk kadınsız, kadın aşksız yaşayarnaz. Her aşkla titreyen bir kalpte bir kadın siması ve her maternle bakan kadın gözlerinde bir aşk gölgesi titreyerek yaşar... Bir kadın her şeye katlanır, her şeyle cenkleşir, her haksızlığa boyun eğer... Fakat hiç bir kadın sevgisiz saadetle yaşayarnaz; çünkü aşk, 113


kadının havasıdır. O, onsuz en zengin saraylarda bile solar, en sevimli cennetlerde bile erir, gömülür. Evet kim bilir, belki ben saraylarda rahatlıkla, zevkle yaşasaydım da tamamİyle mesud olamayacaktım?.. Fakat, ben ruhumun tamamiyle, saadetle nurlanması umudunu çoktan Karadeniz dalgaianna gömdüm ... Ben kadınlığımın değil, ancak insanlığıının hakkını kocamdan bekledim. Ben sevdiğim kadar olsun sevilmek, yahut da ondan da ziyade sayılmamı, acınmaını aradım. Fakat, ben kadınlığımın değil, insanlığıının hakkı olan inceliği, şefkatı, yumuşaklığı, merhameti bile ömrümde bulamadım. Ahmet Efendi bu coşmuş, yanık ruhlu Emine yengenin en gizli bir duygusuna da dokundu ... Onun ruhunun en acıyan yarasını da tırnakladı ve ona: - Emine yenge, müsaade ederseniz, sizden birşey sormak istiyorum diyerek onun nasıl olup da unulmadığını sordu. Emine yengenin yüzünü ince bir pembelik örttü. Onun gözleri bir parça daha parlanıaya başladı. Kaşlan çatıldı ... Geniş alnı katmerlendi. Yavaş yavaş rludakları titremeye ve gittikçe dumanlanan gözlerinde yine bir kaç damla gözyalan yuvarlana, yuvarlana akınaya başladı. Emine yenge biraz rahatladıktan sonra kesik nefesler alarak: Siz, benim ömriimde dilimden kendimin hile işitınediğim bir şeyi dinlemek, benim kalbimin en gizli bir sırrını öğrenmek istiyorsunuz... Ben sizin, bizim ömrümüz için candan ineindiğimiz hatta onun 1 14


matemleri karşısında ağladığınızı gördükten sonra size onu söylemeye razı oluyorum dedi. Köyümüzün, Türkiye'ye göçen imamının oğlu Veli beni sevmişti.. Ben de içimden ona karşı bir sıcaklık duyuyordum. Ben ruhumun Yeliye olan bir yakınlığını, onun iri gözlerinden, kara kaşlarından, ziyade bıyıklarından tabiatının ince yumuşaklığından, okşayıcı sözlerinden, nazik ruhiuluğundan doğduğuna inanıyordum.. O, İstanıbul'da Rüştiye Okulunu bitirip geldikten sonra babası onu, medreseye girmek istemediği için artık okumaya yollamamıştı ... O, bir kaç yıl köyde yaşasa da halkımızdan uzaklarda dolaşır, çok zamanlar iki üç yaşlarındaki bir kardeşinin elinden tutup evlerinin önündeki bahçede gezinirdi... Yazın o bağ, bahçelerinden ayrılmaz gölgelik yerlerde oturur ve hafif rüzgarın serinlikleriyle ferahlanıp kitabını okurdu. Ben bir yaz günü, onyedi yaşlarında iken ananıla bahçemize gittiğimizde onu bahçelerinde direkierin arasında gezindiği zaman görmüştüm. O gün, bilmem neden benim sık, sık vuran yüreğimde hafif serin bir sıcaklık yayıldı. Bilmem neden, hem onun yalnız, sessiz, şamatasız, bağ, bahçenin yeşillikleri arasında elindeki çiçeklerini merhametle, naziklikle koklaya, koklaya gczinmcsini unutaınamıştım. Ben onu nazik vücudlu, yumuşak kanatlı, parlak renkli kelebeklere benzetiyor ve onu herkesin nazildikle, yumuşaklıkla karşılamasını her 115


gün biraz daha istiyordum ... .Fakat buna aşk demek mümkün mü?... bilmiyorum. Ben onu düşünüyor, saatlerce denize bakarak onu gözlerimin önüne getirmekten ve onun mektuplarını her gün, her saat tekrar, tekrar okumaktan zevk alırdım. O, Kırım1dan gittiklerinin ikinci yılı Kırım1ı sılaya ve babasının burada kalan alacaklarını toplamaya gelmişti O vakit biz onunla uzaktan her gün birbirimizi görüyor isek de yakından ancak benim abiamın evinde on dakika kadar beraber kalabilmiştik. O zaman o, bal)a İstanbul1dan çevresi ince, beyaz, parlak boncuklarla işlenmiş büyükçe bir boyun altinı getirmişti. Ben de ona bir çocuk ile çevrelerinde renkli ipeklerle işiediğim "ümid" sözü yazılı bir beyaz ipek mendil yollamıştım. Bir yıl sonra, son mektubunda kolcradan hastalandığını ve ömründen korktuğunu bildiriyordu O mektubunda sözlerini şu satırlarla bitirmişti : benim ruhumu toprakların "Ben, derinliklerinde de ısıtacak, sevindirecek bir kelimeyi yaşatan o sevimli mendili benimle beraber gömmelerini vasiyet edeceğim. Ben onsuz yaşamak değil, çürümek bile istemiyorum. O, umutlu mendil benimle, benim kemiklerimle çürürken benim ümitsiz, öksüz sevgim ruhumla uçarak gökten soğuk kabrime sıcak gözyaşları ..

..

116



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.