Enver Memmedhanlı - Babek

Page 1



Enver MEMMEDHANLI

BABEK

Çeviri: Yurtseven ŞEN


ZENGiN YAYJNCILIK: 72 Eser: BABEK Yazar: Eo,·er MEMMEDHANLI Çc\·ın: YW'lSCvcn SEN Genci Yayın YCinctm�i: Sevinç FlRAT Kapak Tas:ınm: Kaya ORAL Edıtör: Enuran ELMAS

TC Külıur ,.c Tunmı Bakanlığı Serı:ifıka No: Jl8J8 ISBN: 978-605-23 l 5-40-8 BasımYılı:2018 Bask.J Adeti: 5000 {"'! Em·cr MEMMEDHANLI !:Zengin Yayıncılık Bu lı:..ııabın her türlü basım haklan Zengin Yayıncılık'a

aittir..

Yazann,çe,ırmcnın.dcrleyenın,hazırlayarunııcyııyayınevinın

yazılı'' resmi ınu olmadan basılamaz.. yayınlanamaz. kopyalanamaz \CdıJıtalk.opyalardahılçoğalıılaow

Ancakkaynakgosıcnlcrdckı�aluıııyapılabilir. TEL.02125092)22 GSM:OSJ50124060 web: w-.zenglny•yindllk.com t>-po�ıa: ıengioy•ylocillk@:hotmall.com A<ln:� Hobyar Mah Cağaloğlu Yokuşu 8, Karvar iş Hanı kat J Emınönü/Faıih/lSTANBUL

AZERBAYCAN CUMHURiYETi

KÜLTÜR BAKANLICl'NIN KATKILARIYLA Azerbaycan Kitaplannın Dünya'da Tanıtılması Projesi


ENVER MEMMEDHANLI (191J - 1990)

Enver

Memmedhanlı,

29

Şubaı

1913'ıe

Göyçay'da

doğmuşıur. Baba adı Gafar'dır. İlkokulu biıirdikten sonra BakU'de

Neriman

(1926-1931)

Nerimanov

Moskova'da

Sanayi Teknik

Devleı

Yüksek

Okulunda

Sinemacılık

Ensıiıüsü'nde (1936-1938) öğrenim görmüşıür. 193 l 'de Bakü, enerji üretimi ve elektrikleşme idaresi ile Azerbaycan Petrol Enstitüsünde tekniker olarak çalışmıştır. Aynı zamanda Azerbaycan Petrol Enstitüsünde iki yıl eğitim almıştır. 1934'te Azemeşr'de redaktör ve tercümanlık yapan yazar 1941'de Azerbaycan film şirketinde senaryo şubesi başkanı, ikinci Dünya Savaşı 'nda kuzey-baıı cephesinde "Kızıl Ordu" cephe gazetesinin Azerbaycan redaktörlüğünün özel muhabiri olarak çalışmıştır. Sıalingrad'da, Kuzey Ka!kas cephesinde, 416. zırhlı tugayda askerlik görevini ifa etmiştir. 1942'nin sonunda bir grup Azerbaycan yazan ile Kuzey Ka!kas cephesinde mücadele venniştir. 1943'te Bakü'de Azerbaycan Radyo

Programlan

Komiıesine

başkanlık

yapmıştır.


Yeniden Kafkasya cephesine, oradan İran'a askeri görevıe gönderilmiştir. 1944'te Tebriz'de neşredilen "Veten Yolunda" adlı ordu gazetesinde özel muhabir olarak çalışmıştır. Ordudan terhis olduktan sonra 1946'da Azerbaycanfilm stüdyoswıd.a senaryo heyetinin baş yönetmenliğini yapmıştır. Edebi çalışmalarına l 930'1u yıllarda başlayan ya>aruı eserleri birçok dile tercüme edilmişıir. l 947'de Şarkın Selleri, 1951 'de Od İçinde adlı piyesleri ve l 957'de Şiıvan Gözeli adlı lirik komedisi sahnelenmiştir. Aynca Şirvan Gözeli komedisi Kafkas Bölgesi Tiyatro Fesıivalinde ödüle layık görülmüştür. Onun senaıyoları doğrultusunda Bahtiyar, Feıali Han (Mehdi Hüseyinzade ile ortak), Muhabbet Destaru, Babek filmleri çe­ kilmiştir. Enver Memmedhanlı Avrupa ve Rus klasik yazarlarından tercümeler de yapmıştır. Çalışmalarından dolayı çok sayıda madalya ile ödülleodirilmişlir. l 938'de Azerbaycan Yazarlar Birliğine üye olan yazar 19 Aralık 1990'da Bakü'de hayalını kaybehnişıir. ESERLERi·

CEVİR.İLERi:

Burulğan, Bakü, 1934.

M.Gorki. Özge Kapılarında,

Bakı Geceleri, Bakü, 1936.

Bakü, 1981.

Ayna, Bakü, 1939. Garba Ateş, Bakü, 1943. Analar ve Yollar, Bakü, 1943. Dirilik Çeşmesi, Bakü, 1944. 25 Bahar, Bakü, 1945. And, Bakü, 1947. Hikayeler, Bakü, 1954-56. Balaca Nergiz, Bakü, 1955. Seçilmiş Eserleri, Bakü, 1960-85. Gızıl Goncalar, Bakü, 1988.

M.Gorki. Uşaklık, Bakü, 1982.


GİRİŞ Bu, başlangıç arayışından Sağ çı/arıış parçalardır Yahut başlangıçta görünmüş Bir manzaradır. Dipnotu şudur ki, "Tarihin sayfaları Boş sayfalard'" " . . . O zamana kadar ister ayn ayn milli dinlerin ve ister­

se büyük dünya dinlerinin başlangıçları tarih say fasının çok derininde cereyan etmemiş ve şu anda da karanlık içinden çıkamamıştır fakat üçüncü ve sonuncu dünya dini olan İs­ lam artık ıarihin ön sahnesinde ve tarihin gür ışığı altında doğmuş, böylelikle takvimimizin yedinci yüzyılının ikinci yansında İslam tufanı başlamıştır. Rivayete göre o gece lslam'ın banisi, Kainatın Efendi­ si anadan doğmuştur, o gece yığın yığın Arap kabilelerinin yüzyıllardan beri taptıklan üç yüz altmıştan fazla çeşit ve şekilli putlan Meleke şehrindeki Kabe denilen mabedin sü­ tunlarında koparak yüzüstü devrilmiş, şarktaki kudretli Sa­ saniler İran'ında Adil Şah olarak adlandınlan Nuşirevan'ın muhteşem beyaz sarayı zelzele geçirmiş, onun yüksek sü­ tunlanndan birkaçı kınlıp dökülmüştü ve ateşperestlerin binlerce yıldan beri Fars coğrafyasında yanan ulu ateşleri titrek bir mum gibi sönmüştü. Halbuki o zamana kadar o ebedi meşalenin bir kez bile söndüğünü kimse görmemişti. Sonra yine o gece garbın hükümdarları ve Bizans hü­ kümdan korkunç kabuslardan kan ter içinde uyanmıştı.


Ve nihayeı o gece kötülük bayraktarı iblis bütün ordu­ lannı başına toplayıp feryat eıı:nişti ki bilin bu gece bizim en

bıi3·ük ve en amansız düşmanımız anadan olmuştur. Şimdi

zamaıı ile mekiin ellerini göğüslerinin üste tutup iki gu/am gibi o şahsm huzurunda durmuşlar ...

Miladi tarih ile

570.

yılda babasının ölümünden son­

ra Mekke'de dünyaya gelen ve "Yetimlerin incisi"

olarak

adlandınlan İslam peygamberi kırk yaşında "dini inkılaba» başlayarak yeni dinin ahkiimlannı tebliğ ediyordu. Yüreği iman ve itikadının ihtirasıyla yanan, vücudu zaman zaman epilepsi hamleleri ile sarsılan bir hayalperver gibiydi ve yeni ahlak tebliğcisi olarak putperest Mekke aristokrasisi tarafından maruz kaldığı bütün takiplere, tehdit ve korku­ lara. acı alaylara, zehirli hicivlere ve hayatına suikast te­ şebbüsltrine karşı ilan etmişıi ki eğer giinqi sağ ı:ıvcuma \'e ayı sol avcuma koysalar bile ben kendi hak yolumdan dönmeyeceğim.

Lakin güneş, ay gibi kozmik hediyeler karşılığında bile Hak yolundan dönmeyeceğini ilan eden Tann elçisi eğer Mekke şehrinde adsız sansız bir kimsesiz idiyse, son­ ra ölümcül tehlikelerden kunulmak için doğduğu şehirden göçerek gizlice Medine şehrine hicret edince ve orada her gün yeni dine iman getirenlerin sayısı artıp çoğalınca şöh­ retli ve bileği kuvveıli Arap cengaverleri birbirinin ardın­ ca el yapımı ıannlanndan yüz çevirip kılıçlannı Kainatın Efendisi'nin emrine

verince Mekke'nin dünkü kurucu Pey­

gamberi Medine'de harbi seferler teşkil eden bir hükümda· ra dönüştü. "Din ve hakimiyet ikizdir." dedi ve böylelikle, ilk lslam orduları dünya ıarihinin aynası karşısında durdu. Ve o Medine ki kurucu bir Peygamber'in sığınağıydı,

sonrasında kafirlere galip gelmiş hükümdar Peygamberin kurduğu büyük İslam devletinin ilk payitahtı oldu ve

6

K.ai-


nalın Efendisi bayatını orada tamamlayarak miladi tarihle

632.

yılda

vefat

ederken orada defnedildi, soma kabrinin

yanında defuedilme şerefi yalnız birinci Halife Ebubekir ile ikinci Halife ômer'e nasip oldu.Ama mukaddes mezar yanındaki üçüncü bir yer ise boş bekletildi; İslami kanaa­ te göre Hristiyanlığın banisi ve cefakan, Tann'run çamıı.ha çekilen oğlu

lsa

ikinci kez bu dünyaya gelecekti ve ikinci

kez bu dünyadan göçünce İslam peygamberinin kabrinin yanında defııedilecekti. Peygamber'in vefatından sonra

emirelmüminin

veya

müminlerin emiri lakaplı halifeler devri ve İslam orduları­ nın büyük, işgalci harbi seferler devri başladı ki belirli ara­

lıklarla birbirini takip eden iki güçlü istila dalgasının dar­ besiyle İslam kılıcı bir tarafta Zerdüşt dinine inanan İraıı'ın koca Sasaniler İmparatorluğunu tarumar edip yere serdi, di­ ğer taraftan Hristiyanlığa inanan Bizans imparatorluğunun birçok Asya ve Afrika vilayetlerini koparıp kendi hiikim.i­ yeti altına aldı.

Lakin bu defa kükremiş duygusallık siyaseti

durmadı ve daha da şiddeıleııerek Doğu'daAsya'nın sinesi

İran'dan aşıp geçerek Çin serhaılerine dayandı. Baıı'da ise is­

KuzeyAlhka'yı ağzına aldı. OradanAvrupa'ya sıçradı,

panya Krallığını darmadağın etti ve nihayet Fransa toprak­ larında en yüksek zirve noktasında tükendi, durduruldu ve geri atıldı. Böylelilde o topraklardaki, bir zamanlar Media çarları, İran şahlan, Makedonyalı lskenderler ve Roma kayserleri silah gücüyle yığın yığın perakende halkları ve ülkeleri tek bir siyasi organizmada birleştirmişler ve büyük cihan dev· leti kunnuşlardı, sonra içeriden çürümüş, çöküntüye uğra­ mış, çökerek ınahvolmuşlardı, bu defa da aynı coğrafyada hilafet denilen dev İslam imparatorluğu tarihin ufuklannda başkaldınyordu.

7


... Lakin dünya halklarının tarihi mukadderatında pa­ radoksal hadiseler az değildi ve o kudretli, muhteşem geç­ mişli İran ki yalın ayaklı, elbiseleri yamalı Arap orduları tarafından dannadağın edilmişti ve kılıç zoruyla lslam'ı kabul etmeye mecbur olmuştu, sonra üçüncü dünya dini lslam'ın merkezine döndü. İranlı dindarlar Arap'tan daha fazla mümin Müslüman oldu ve galip gelenler, mağlubiyete uğrayanların talebesine çevrildi. Bu yüzdendir ki eğer vaktiyle Emevi halifelerinden biri huzuruna çağırdığı bir İranlıya Müslüman olmasını tek­ lif edip ret cevabı aldığında öfkelenerek o lranlının baldı­ rından kestirdiği eti kebap ettinnişse ve aynı İranlıya kendi elinden pişirilmiş kebabı yedirmişse diğer bir Emevi hali­ fesi İranlılar karşısında duyduğu şaşkınlık hissini genelleş­ tinnişti ve demişti: "Ben bu İranlılara hayret ediyorum. Bin yıl hüküm sürdüler ama bir saat bile bize ihtiyaçları olmadı. Biz ise toplamda yüz yıldır hükümranlık ediyoruz ama bir saat bile onlarsız idare edememişiz." Ve bu Emevi halifelerinin yüz yıllık hakimiyetine son verilirken İran halledici rol oynadı. Horasanlı Ebu Müs­ lim'in kara giysili, kara bayraklı alayları kara bir sel gibi doğudan batıya akarak "dinsiz" Emevi halifelerini Suri­ ye'de lahıan indirdiler ve Peygamberin amcası Abbas'ın neslinden olan "dindar" Abbasi halifelerini lrak'ta tahta çıkardılar. Böylelikle Abbasiler hilafetin payitahtı lran'dan uzak olan Suriye'den yakına, fran'ın komşusu lrak'a taşındı ve Dicle nehri kıyısında Bağdat adlı küçük bir İran köyünün yerinde yükselen yeni bir şehrin, Bağdat'ın şöhreti bütün coğrafyalara yayıldı ve eğer bin yıl önce Babil şark dün­ yasının payitahtı olarak görulüyorduysa, şimdi de Bağdat, şark dünyasını temsil eden efsanevi bir şehir gibi, kendi fa­ natik yönleriyle bütün dünyayı hayrete düşürdii.


BİRİNCİ BÖLÜM Bu, Halife Memun'uu cihan şehri Bağdat ile yaka paça olmasıdır. Ve öz yeşil inkılabını Öz eliyle boğmasıdır.

Hicri ikinci yüzyılın sanlan, miladi dokuzuncu yüz­ yılın önceleriydi ve burası Murğab çayının kıyısı, kadim Merv şehrinin civarıydı. Bu imaret Horasanlı Ebu Müs­ lim'in geçmişteki köşküydü. Abbasilerin yedinci halifesi Memun burada, kendi ikametgahında, tek başına kara aılas minderli mesnet üstünde bağdaş kurup, ellerini birbirine !araklayıp karnının üstüne koymuştu ve yol çeken sürmeli gözleri yukan çevrilmiş, açık avuçlannda sanki gelecek ka­ derinin sırlı çizgilerini okuyordu. Nihayet bu gece Merv'den, kaderinin şehrinden ayn­ lıyor, hilafetin hududunu terk ediyordu. En büyük arzusu içinde kalıyordu. Onu tahta çıkaran Horasan'la vedalaşı­ yordu. Ve ikinci kez ona meydan okuyan cihan şehri Bağ­ dat'ın üzerine gidiyordu. Eğer vaktiyle Peygarnber'in silah arkadaşlan olan dört mümin halife devrinde hilafetin payitahtı Medine idiyse, sonra Emevi halifeleri Dimeşk'i 1. Dimeşlc Şanı

1

payitahta çevirdilerse ve


daha sonra Bağdat, Abbasi halifeleri için payitaht olduysa, Memun burada, Merv şehrinde yedinci Abbasi halifesi ola­ rak Peygamber'den miras kalan mukaddes hırkaya, kılıca ve asaya sahip olmuştu ve burada kendi yeşil inkılabına başlayarak hilafetin şark hududundaki bu şehri, hükümdarı olduğu İslam dünyasının dördüncü payitahtına çevirmeye ahdetmişti. Rivayete göre Orta Asya'run bu kadim şehrini Me­ mun'dan bin yıl önce Makedonyalı İskender inşa etmişti. Ve buradan hareket ederek Semerkant üzerine yürümüştü ve daha kadim adı Marakanda olan o şehri fethederken dün­ ya tarihinin en büyük kumandanı demişti ki: "Semerkanı'ın güzelliği hakkında ne duyduysam hepsi doğruymuş. Yalnız bir istisna var ki bu şehir benim düşündüğümden daha gii­ zelmiş." İskender'den bin yıl sonra ise İslam ordularının darbe­ leri alımda Sasaniler burayı dannadağın etti ve Sasaniler'in sonuncu şahı Yezdigirt Şehriyar kaçıp buraya, Merv'e geldi ve burada Murğab çayı kenarındaki bir su değinneninde na­ mert değinnenci tarafından soyuldu ve öldürüldü. Çok sonra (Miladi ikinci asrtn ortalarında) Ebu Müs­ lim Horasani "Zilli'" adlı kendi iri ve kara bayrağını burada kaldırmış ve Emevi halifelerini devirerek Memun'un ulu dedeleri Abbasi halifelerini tahta çıkartmıştı. Dokuz yıl evvel Halife Harun er Reşit büyük bir ordu ve büyük oğlu Memun'la, buraya Horasan'a gelmiş, has­ talanıp Tus şehri kara kadifeli çadın altında ölüm yatağına düşmüştü. Memun ise Merv civanna gelmiş ve burada is­ yan çıkaran Semerkanı valisi Uzerine ordu göndermiş lakin Scmcrkant kıyamı henüz bastırılmadan Harun er Reşit vefat etmiş ve Memun babasını Tus şehrinde defnetmişli. Ve nihayet, babalarının ölümünden sonra iki kardeş 2. Gölge 10


arasında -Memun ile Emin arasında- taht taç uğrunda baş­ layan ve dört yıl devam eden savaşlardan sonra Abbasilerin altıncı halifesi Emin'in kesilmiş başı Bağdat'ıao buraya, Merv'e Memun'un huzuruna göoderilmişti.

Hikaye ... Vaktiyle mukaddes Kebe'de iınzalamnış ve orada kadim mabedin kapısına asılmış anılaşmaya göre Harun er Reşit kızı cariye Mercel'den olan büyük oğlu Memun'u ikinci veliaht, başharemi ve amcası kızı Zübeyde Hatun'dan olan küçük oğlu Emin'i birinci veliaht tayin etmeye mecbur olmuştu. Şu yüzden mecbur olmuştu ki Bağdat sarayında birbiriyle rekabet eden Arap ayanlarından ibaret saray ağa­ larıyla !rantı ayanlardan ibaret saray ağalarının gelecek hali­ fe uğrunda ettikleri mücadelede Arap fırkası, İranlı fırkanın üstesinden gelmiş ve haddinden fazla şişman olan Zübeyde Hatun hilafetin birinci hanımı olarak terazinin gözünü ken­ di tarafına eğerek, oğlu Emin'i birinci veliaht, İranlı kızı Mercel'in oğlu Memun'u ise ikinci veliaht tayin ettirmişti. Sonra Harun er Reşit burada, Horasan'da kadim Tus şehri civanndaki kara kadifeli çadın altında can verirken bilincinin açık olduğu anların birinde başına toplanan saray ağalanna hitaben demişti: "İşitin ve bilin ki kendimle beraber buraya, Hora­ san'• ne getirdiysem, hepsi büyük oğlum Memun'undur ve o ordu ki benimle buraya gelmişlir, benden sonra Me­ mun'un emrinde kalacak ki büyük oğlum buradan Ceyhun nehrinin ötesinde sık sık meydana gelen isyan ve kıyarnla­ n bastırabilsin. Ve sonra buraya getirdiğim hazine de buII


rada saklanacak ki Memun orduya maaş verebilsin ve bir miktar da kendisinin cep harçlığı olsun. Yine işitin ve bilin ki birinci veliahdım ve küçük oğlum Emin'in hakkını ben orada, Bağdat'la bırakıp geldim ve ona öyle büyük bir mi­ ras ayırdım ki buraya getirdiğim hazinenin sekiz katından daha fazladır. O yüzden de Kiiinaıın Efendisi Peygamberi­ miz beni öteki dünyaya, kendi huzuruna çağırdıktan son­ ra siz her zaman Emin'e hatırlatın ki o mukaddes Kiibe'de anı içip söz vermiş ki halife olduktan sonra hiçbir zaman ağabeyi Memun'un hakkına el uzatmayacak ve Bağdat'ta oturup hilafetin doğusuna hükmedecektir." Lakin bu dünyada çok hükümdarlann çok vasiyetleri, kendileriyle beraber defuedilmişti, Harun er Reşit'in vasi­ yeti ise henüz cenazesi defnedilmeden unutuldu. Bağdat 'ta tahta çıkan Halife Emin derhal orduyu Ho­ rasan'dan geri çağırdı. Devlet hazinesinden Horasan'dan getirilen serveti Bağdat'a geri getirdi ve beşikteki oğlunu kendisine veliaht tayin etti. Ordusuz ve parasız kalan, üstelik veliahtlığı lağvedilen Memun kaderine meydan okudu ve cuma namazı münase� betiyle Merv'in cuma mescidinde okuduğu hutbede Halife Emin'in adını anmadı. Mescidi dolduranlann izdihamından boğuk bir uğultu koptu. Ananeye göre cuma namazı münasebetiyle okunan hutbede Halife'nin adını anmayan bir vali bununla Bağ­ dat'• tabi olmadığını bildirir ve kendisini idare ettiği vila­ yetin müstakil hükümdan ilan ederdi. Bu haber Bağdat'a ulaşır ulaşmaz hilafet ordulan kara bayraklar altında Horasan'a doğru sefere çıktılar. Ve Halife Emin başkaldıran ağabeyini elleri bağlı huzuruna getirilme­ si için orduya gümüş bir zincir verip yolladı. Memun ise dayılan sayılan Horasanlılan ayağa kaldır-

12


dı ve üstüne gelen Bağdat ordusunu karşılamak için Rey muharebe reisi Tahir bin Hüseyn'in topladığı gönüllüleri savq meydanına gönderdi. Abbasi halifelerinin resmi devlet rengi karaydı. Abba­ silerin ikinci veliahdı olarak bu vakte kadar kara giyinen Memun kara sanğını başından açıp attı, kara cübbesini ÜZC­ rinden çıkanp attı ve dedi ki: "Bu kara giysiler ki cehennem ehlinin libasıdır." Yeşil renk seyitler için mukaddes renkti ve Memun ba­ şına yeşil sarık sardı, üzerine yeşil cübbe giyindi. Ve ilan etti ki, "Bu yeşil giysiler ki cennet ehlinin libasıdır." Ve yeşil bayraklı Horasan ordulannın kumandanı Tahir bin Hüseyin zaferle çıktığı her dövüşten sonra kadim Merv şehrine, Memun'un huzuruna kesilmiş bir baş gönderdi. Birbirinin ardınca Memun'un ayak.lan altına yuvarla­ nan bütün bu başlar Halife Emin'in birbirinin ardınca mağ­ lubiyete uğrayan en meşhur kumandanlann başlan idi . ... Nihayet Tahir bin Hüseyin kendi ordulan ile Bağ­ dat kapılanna dayandı ve sonra şehir sokaklanndaki kanlı dövüşler bitince, Bağdat'tan buraya, Merv'e, Memun'un huzuruna sonuncu kanlı bir armağan daha gönderdi ki bu Memun'un küçük kardeşi ve Abbasilerin altıncı halifesi Emin'in kesilmiş başı idi. Böylelikle dört yıl davam eden kanlı savqtan sonra Horasan seyitlerinin kılıcı Memun'u Abbasilerin yedinci halifesi olarak tahta çıkardı ve dokuz yıl veliaht Memun'un ikametgahı olan Merv şimdi Halife Memun'un payitahtına çevrildi. Bağdat ise hilafetin doğusundaki bir Acem şehrin­ den gelen halife fermanlanna boyun eğmek zorunda kaldı. "Tarihi eskizler" defterinden: (Alman şairi Sebiller tarihi makalelerinin birinde kay­ dediyor ki, "Halife ômer'in ilimden çıkardığını, Halife

13


Memun ilme geri çevirdi." Schiller bu kaydında meşhur lskenderiye Kütüphanesinin Halife Ömer'in emriyle yakıl­

masını ve Halife Memun 'un emriyle Yunan fılozoflannın Arap diline tercüme ediJmesini göz önünde bulunduruyor.) Şüphesiz Halife Memun aydın bir hükümdardı ve hi­ lafecin en meşhur alimlerini sarayına davet etmişti ve Me­ mun ihtiraslı satranç oyuncusuydu. Orta Asya'nın meşhur satranççılannı sarayına getirterek sık sık huzurunda satranç yarışmaları yaptırırdı. Ve kendisinin bu oyundaki uğursuz­ luğunu hükümdarlığının azameıiyle karşılaştırarak ıarihe şöyle bir cümle bahşetmişti: "Çok şaşırtıcı iştir ki ben Doğu bölgesinde Hint'ten başlayıp Balı bölgesinde Endülüs'e ka­ dar, neredeyse dünyanın yansına hükmediyorum. Fakat eni ile uzunu aynı olan iki kanştan ibaret bu tahta üstündeki otuz iki taşın hakkından gelemiyorum." Ve daha fazla felsefe meraklısı olan Memun yine bura­ da. Merv'de aklı umman Rum ıilimi Aristoteles'i rüyasında görmüştü ve rüyada ona sormuştu ki, "Hayır ve iyilik ne­ den ibarenir?" Aristoteles cevap vennişti ki, "Dini ak.ide ne diyorsa ondan ibarettir." Memun tekrar sormuştu ki, "Baş­ ka neden ibarenir?" Aristoteles cevap vermişti ki, "Kitleler için ne ise ondan ibarettir." Memun üçüncü defa sormuştu ki "Ve daha başka neden ibarettir?" Rum filozof cevap ver­ mişıi ki "Ve daha başka hiçbir şeyden ibaret değildir." Ve bu rüyadan sonra Memun'un emriyle Aristoteles'in, Efla­ run'un ve diğer kadim Yunan filozoflannın eserleri Arapça­ ya tercüme edilmeye başlanmıştı. Ve işte bu yıllarda hilafeti iki kardeş, doğuda Me­ mun'un Horasanlı veziri Fazl bin Sehl, batıda ise vezirin küçük kardeşi Hasan bin Sehl idare ederek, halifeyi felsefi meşguliyetlerinden ayırmamışlardı. Nihayet, Horasanlı Şii vezirinin görüşü ve uyansıyla

t4


Memun ''yeşil inkılabı"nda son ve kari adımı atmış, Şia­ lann sekizinci imamı Ali bin Musa'yı uzak Medine'den çağırıp Merv'e getirmiş ve kendisine veliaht tayin ederek "İmam Rıza" fahri lakabıyla şereflendirmişti. Veliaht tayin edilen İmam Rıza ise derhal hilafetin bü­ tün eyaletlerine ve şehirlerine mektuplar göndererek bütün Şia tabakalanna ilan etmişti ki Memun'dan sonra halifelik tahtı tacı bizimdir, ilk olarak benimdir, benden sonra oğlu­ mundur ve oğlumdan sonra onun oğlunundur. Ta ki kıya­ mete kadar... ... Lakin imam çok acele etmişıi ve tam da o zaman Memun'un ''yeşil inkılabı"nın zirve dalgası uzak Bağdat'ta kükreyip şaha kalkan "Kara dalgaya" çarparak geri döndü. Hicaz şehri Abbasilerin kara bayrağı altında ayağa kalktı. Merv'e itaatten çıktı ve "yeşil inkılabı" reddetti, fa­ kat Memun'un bundan haberi olmadı. Sonra Bağdat kılıca sarıldı. Memun'un Horasanlı vezi­ rinin kardeşi Irak valisini ordulanyla beraber kovup şehir­ den çıkardı. Amma Memun'un bundan haberi olmadı. Nihayet isyankar Bağdat, uzak Merv'de oturan Me­ mun'u halifelikten çıkardığım ilan etti ve onun yerine am­ cası İbrahim bin Hamid'i yeni halife olarak Bağdat'ta tahta oturtnı ve bu bütün hilafette bestekar, şair ve şarkıcı gibi meşhur olan İbrahim bin Hamit hemen kendi adına "mü­ barek" lakabını ilave eni. Memun'un bundan da haberi ol­ madı. Şu yüzden haberi olmadı ki aylardan beri birbirini izleyen bu korkunç hadiseleri Horasanlı veziri Memun'dan gizli tutuyordu. Umut ediyordu ki Irak valisi olan kardeşi er geç Bağdat'ta asayişi sağlayacaktır ve o zaman o Memun'a diyecektir ki, Dicle sahillerinde bir ufacık yaramazlık ol­ muştu, cenabınıza arz etmeye değmezdi. Memun ise bunlardan haberdar olduğu zaman iş işten

ıs


geçmişıi ve şimdi o ikinci defa Hicaz şehri Bağdaı'a boyun eğdinnek için Merv'e elveda ederek, bütün sarayı ve saray ahalisi ile kendisi Bağdat'ın üstüne gitmeye karar verdi ...

2 . . . Kapı yerine kırmızı çiçekli Çin ipeğinden perde asıl­ mıştı ve bu perde azıcık titreyip kıpırdadıktan sonra perde arkasından çıkan Memun 'un hizmetkarı, sadık sırdaşı ve yemeğini, içeceğini, onun elinden aldığı lalası Siraç içeri geldi ve dedi: "Sefer hazırlığı tamamdır Emirelmüminin'in ordusu­ nun öncü kuvvetleri hareket etti. Kitaplannız da altmış de­ veye yüklendi. Ve büıün sandıklann üzerine işaret konuldu. Yolda hangi kitabı isterseniz, kıitipler hemen huzurunuza ge­ ıirecekler. Ulaklar da yola çıkıılar ki Sareks, Tus, Rey, Kur­ gan ve Hamedan valileri karşılama için hazır olsunlar. Vezir ve veliaht da uyumamışlar, emrinize amade bekliyorlar." Memun başını kaldırmadan: "Gece gebedir ve senin uyanık kalman yeter1idir.11 dedi. "Peki onlar ya Emirelmüminin? O dört kafirden biri demin mahzende geberdi, diğerleri kara taşlarla kumar oy­ nuyorlar." Memun başını kaldırdı: "Kumar mı oynuyorlar?" "Elbene, veresiye üstelik . . . Ya Emirelmüminin, o me­ lekleri, sizin adınıza onlara vadeımişlim, şimdiden kumara koymuşlar kendi aralarında . . . " "Nakit veya veresiye, o keşke hayatıyla her gün kumar oynayıp sonuna kadar devam etse bu oyuna . . . Al götür şu

16


mangalı, lazım değil!" Salonun diğer başında altın mangal içinde yakılan ateş odayı galiz bir sıcaklıkla doldunnuştu. Siraç gitti, mangalı aldı ve çekildi, perde arkasında yok oldu. . . . Bugün Memun yalnızca bir kişiyi kabul etmişti, daba doğrusu boynu allın haçlı ihtiyar Gabriel ki Araplaşmış adı Cebrail İbn-i Behşu idi. Üstelik sabah erkenden koltuğunda

üzeri altın işlemeli siyah geceliği ile yaıakt.an yeni kalkan Memun'un huzuruna gelmişti ve Halife'nin gözlerinin kan­ landığını görüp çok heyecanlanmışn. Ve şimdiki gibi burada kara atlas minder üstünde bağ­

daş kurup oturan Memun ihliyara demişti:

"İşine bak ya Cebrail. Belki sonra konuşuruz." lhıiyar tabibin her günkü en birinci işi şu oluyordu ki diz çöküp Halife'nin karşısında otwuyordu ve elindeki ince altın çubuğun ucunu kara kutu içerisindeki maviye çalan kara maddeye baıınp çıkartarak Memun'un gözlerine sür­ me çekiyordu. Zamanın nbbına göre alnn çubukla göze çekilen sürme gözün ışıltısını ve görme kuvvetini artınyordu ve aynı za­ manda gözleri gece körlüğü gibi hastalıklardan koruyordu. İzin almadım Halife'nin önünde hiç kimse ilk alarak söze başlayamazdı ama Memun ihtiyar tabibini sarayın bu kuralındıın azal ettiği için Cebrail biraz kenarda bir yansı rahlenin sağ kanadı, diğer yansı rahlenin sol kanadı üsıüoe serilmiş kalın bir kitaba bakn ve tasalanarak dedi: "Bu gece yine çok mütalaa etmişsiniz ya Emirelmümi­ nin ve mübarek gözlerinizi çok yormuşsunuz." Rahlenin üzerinde açık kalan kitap Arisıoıeles'in Or­ ganon eseriydi ki Arapça tercümesi "Kitab-ı Mantık" ola­ rak adlandınlmıştı ve Halife dedi: "Yanlışa düşme ya Cebrail; zaman olur, gözlerimiz �· '! ; ...

.

17


bize çok ceza verir; seo gelirsin, çare kılarsın ... Ama bey­ nimizi kemiren öyle düşünceler var ki geceleri bize srrh rii­ yalar gösterir ve o rüyalann hiçbirini tabir etmek mümkün değil..." ··öyledir ya hazret, beynimiz çok uzaktaki yıldızlar dünyasına nüfuz ettiği hiilde çok yakında kendi içinde cere­ yan eden olaylar hakkında bize hiçbir şey diyemiyor."

"O zaman Sokrat'm sözü gerçektir ki bizim bildiğimiz bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimizdir. " "Ama biz çok şey öğreodikten sonra, en üst seviyedey­ ken, hiçbir şey bilmediğimizi anlıyoruz." Memun gülümsedi. Kendisi gibi baştabip de felsefe ve satranç heveslisiydi ve Halife başıoı sol tarafa çevirdi, satranç tahtası yerine kullanılan kımuzı derinin ak ve kara hanelerine dizilmiş satranç taşlarına baktı. İhtiyar tabip ise hemen anladı ki satranç, Halife'yi karanlık bulutlardan alıp aşağı indiriyor, çekişmeli ve ihtiraslı bir oyuna davet ediyor ve ihtiyar hemen alçak masayı ileri çekip Halife'yle kendi arasına yerleştirdi ve doğal olarak, nezaketle beyaz taşlan ve ilk hamleyi Halife'ye bıraktı. Memun sağdan dördüncü beyaz piyonu bir kare ileri sürdü ve dedi: "Şu anda düşüncem göklerden yere indi ya Cebrail. Ve düşüncemi gökten yere indirip serserilikten ve dağınıklık­ tan kurtararak bir noktaya topladın. Ama yann, dokuz yıl­ dan beri ikametgahım olan bu şehirden ebediyen aynlaca­ ğım için elbette ki biraz hayıflanıyorum." "Mademki yann göç vardır, ya hazret, bu son gün eğ­ lence meclisi kursaydınız elbette ki düşünceleriniz biraz da­ ğılırdı ve içiniz açılırdı." "Haşa! Bugünden başlayarak ta ki ayağımız Bağdat toprağına değene kadar Emirelmüminin Memun, Halife

t8


Memuo'a işret meclislerini yasaklanuştır." "Ve hakikaten Emirelmüminin Memun'un her bir ted­ biri ve uzak görüşlülüğü bizi sağlamlık kıyılarına doğru gö­ tünnüştür. " Memun, ihtiyann kırmızı deri üstündeki ilerleyişine baktı ve ayru anda dedi: "Bağdat'taki oğlundan sana mektup gelmiştir Ya Ceb­ rail ve elbette ki oğlun o şehirdeki kargaşa hakkında Roma dilinde sana birçok şeyler anlaımıştır." İhıiyann sıradaki hamle için uzanan eli kırmızı deri üzerinde asılı kaldı. Sonra bir an susup konuşmaması ken· disine fazla göründü, satranç tahtasında hamleyi geciktir­ mek mümkündü ama Halife'nin sorusuna cevabı geciktir· meye kimse cesaret edemezdi. Ve ihtiyar dedi: "Ya Emirelmüminin, oğluma merhamet et, henüz çok gençtir ve o, Bağdat sokaklannda kaynayan izdihamın, özellikle Bağdat askerinin ağzından çıkan ne varsa hepsini bana haber verdiği, duyduğunu tekrar ettiği için büyük gü­ nah işlediğini anlamamıştır. Ve ben oğlumun elimi yakan o son mektubunu ateşe atıp yaktım . . . " "Yaktığını biliyorum amma nakil küfür değil ve boy­ nundaki bu haça ant iç ki oğlunun sana yazdığı en galiz ibareleri bile tek tek Rumi dilinden Arapçaya çevirip bana izah edeceksin." "Siz Emirelmüminin'den sonra ya hazret, bu haça ant içmeye gerek var mı?" "Olsun, yine de ant iç, çok sevdiğin o kelam, Rum filo­ zofunun o kelamını unuttun mu? Nasıldı, sus veya öyle bir

şey söyle ki sükütundan güzel olsun." Halife ikinci kez tabibinden ant içmesini istediyse artık bu emirdi ve ihtiyar başını aşağı eğip sesini kısarak oğlunun yazdıklannı Arapçaya tercüme ettikçe Bağdat gelip aşağı-

19


da, Memun 'un penceresi altında duruyordu ve öfkeli hay­ kırışı dağlardaki yankılanma gibi Memun'un kulaklarında çınlıyordu. . . Bağdat'ın azgın izdihamı ve o izdihama karşılık ve­ ren Bağdat askeri sokaklarda bağnşıyor ki Halife Memun bizim kun;ağımızdan kesip aıeşperestin oğlu Horasanlı ve­ zirin maaşını yükseltti, yılda bin kere üç bin dirhem yaptı, halbuki Abbasilerin tarihinde hiçbir vezir hazineyi bu kadar talan etmemişti... Bin kere üç bin, üç milyon ediyordu ama o zamanlar milyon terimi henüz ortaya çıkmamıştı ve: "Bu doğru söz mü ya Cebrail?" dedi Memun. "Sonra?" "Sonra yine azgın Bağdat askeri bağırıyormuş ki Me­ mun 'un babası Harun er Reşit devrinde olduğu gibi hilafe­ ti Horasanlı vezir Cafer ile kardeşi Hasan idare ediyorlar: Memun ise satrançtan başını kaldıramıyor ve günde beş kere namaz için ayağa kalkmıyor ve Kuran kıraat etmeyi unutmuş. Rum O/imlerin küfür dolu kitap/annı mütalaa edi­ yor ve Allah 'ın bizim üzerimize giydirdiği kara giysiyi çıka­ rıp Şiiler gibi yeşil giymeyi bize emrediyor. . . " "Bunun da yansı doğrudur ya Cebrail, yansı iftiradır. Devamını söyle." "Ve devamında Bağdat askeri yine bağınyormuş ki

Memun, Horasanlı vezirin fitnesiyle Şii imamını veliaht tayin etmişti' Ve bir halife ki gelecek hükümdar/ığı kendi nesli. Abbasilerin elinden alıp Şii imam/arma teslim ederse o halifenin şahsiyeti şüphelidir ve biz o halifenin hıyanetini istemiyoruz. " İhtiyann alnını ter basnuşıı. Memun'un rengi kaçnuş­ tı. Lakin Memun keskin zekasıyla Bağdat askerinin bütiin bu gafil bağınşlan içerisinden başkaldıran korkuyu hemen anladı. Bağdat'ıaki ordu komulanlannın birçoklennın elle-

20


rinde Ali Şialannın kanı vardı ve eğer gelecekte halifelik Abbasilerden Şii imamlarının eline geçerse, Şiiler elbette ki ivedilikle amansız düşmanlarından daha amansızca bir kısas alacaklardı. Halife sakin bir sesle dedi: "Daha sonra ya Cebrail?" ..Daha sonra, ya Emirelmüm.inin, emredin kesilsin bu dilim ki bu kadar küfrü tekrar etti ve beni sizin k�ıruzda bu kadar rezil etti ..." "Sakin ol, tamam." dedi Memun ve sıradaki hamle­ sinde kınnızı deri üstündeki beyaz vezirini, kara piyonun darbesi altına verdi. İhtiyar tabip bu ağır sorgu sualin bittiğine ve bir sat­ ranç ustası rakibinin bu müthiş yanlışına o kadar sevindi ki gayriihtiyari olarak hemen elini uzattı ki piyonuyla Hali­ fe'nin vezirini yesin. Ama birden irkildi, parmaklarını ateşe çarpmış gibi geri çekti ve başını kaldırıp mazlum bir ifa­ deyle Memun'un kara, parlayan gözlerine baktı. İhtiyarın günaşırı Halife ile oynadığı satranç partileri aslında hiçbir zaman tamamlanmayan bir oyundu. Çünkü Memun satranç oynadığı üç kişiye, vezirine, veliahdına ve saray tabibine kasten yenilmeyi yasaklamıştı. Kendisi ise bir kural olarak oyunu sonlandırmıyordu ve her zaman par­ tiyi yanm bırakıp ayağa kalkıyordu ve şimdi ihtiyar, Hali­ fe'nin bu müthiş hatasından istifade ederek şahane rakibini mağlubiyete uğratmak isteseydi bu tedbirsizliği ile kendisi daha büyük bir yanlışa yol açmış olurdu. Bu yüzdendir ki ihtiyar kendini kaybetti ve ne yapacağını bilemedi: "Ya Emirelmüıninin, sıradaki hamle için epey düşün­ mem gerek, o yüzden sizden süre istiyorum." "Elbette ki çok düşünmeye ve süre istemeye hakkın var ya Cebrail." dedi Memun. "Çünkü bu mucizevi oyunda en büyük hatamız bize çok pahalıya mal olur. Nasıl ki npta

21


da en küçük hatamız bize pahalıya mal olur ve yine siyaset­ teki hatamız da bize pahalıya mal olur. Eğer benim merhum babam veziri Bemıeki ve ailesini katledip sonra pişman olmuşruysa, bence birinci hata yeıerliydi ki babam onlan katletmişti ve ikinci hataya gerek yoktu. Sonra da pişman olduğunu ilan eni... " İhtiyar dikkat kesildi. Memun'un ise yüzü gölgelen­ mişti, bakışlan bilinmez bir noktaya dikilmişti ve Halife şimdi tamamen değişik bir ses tonuyla, dedi: '"Her şey o zaman başladı. Orta Batı'da Cafer Berme­ ki'inin kellesi alındıktan sonra, burada, şarkta, Horasan'ın kaşlan çaııldı ve babamın sonraki pişmanlığı doğdu. O fe­ laketi daha fazla açık etti. Ve şimdi benim gibi ya Cebrail, senin de o tarihi felaket kurbanını hiç hahrladığın oluyor mu?" Ve Halife cevap beklemeyerek ayağa kalktı, ihtiyar da hemen ayağa kalkmak istiyordu ki Memun bırakmadı: "Sen onır ya Cebrail." dedi ve geçti pencere karşısına. İhtiyar onırduğu yerde hareketsiz kaldı, çok uzun sü­ ren siikUnın ağırlığı alımda omuzlan aşağı eğildi. Pencere karşısındaki Halife uzaklaştı, dünyanın diğer ucunda durdu. Ama cevapsız kalan sorusu ihtiyann yakasından yapıştı ve ihtiyan da peşinden sürüyerek Murğab kıyısındaki bir kış sabahından Fırat kıyısında kalan uzak bir kış akşamına gö­ türdü ...

Hikaye Abbasilerin beşinci halifesi Harun Reşit kendi kafilesi ile Mekke ziyareıinden yeni dönmüştü fakat Bağdat'a git­ memişti. Fırat nehri kıyısındaki kasırlann birinde oturup

22


kalnuşh. Halife'oin burada üç gün üç gece yüzü giilmedi, işret meclisleri kurmadı, baştabibinin nezareti altında kuru ­ lan sofralardaki çeşitli yemeklere el uzatmadı ve baştabip defalarca Halife'oin nabzını yoklamak isledi, lakin Halife onu reddetti. Tüm kasır heyecan ve telaş içerisindeydi. Halife her giin beş defa namazını kılıyordu, kimseyi de huzuruna ça­ ğırmıyordu. Sefer zamanı bile kendisiyle beraber götürdü­ ğü haremine bile uğramıyordu. Hana hilafetin birinci hanı­ mı Zübeyde Hatun ile de görüşmüyordu. Nihayet dördüncü gün Halife kendi dairesinden çıktı, çocukluk arkadaşı, gönül dostu, bilafelin devlet mührünü eline bıraktığı ve bir dakika bile aynlığına dayanamadığı, kendisinden sonra hilafette ikinci şahıs makamına yükselt­ tiği Horasanlı veziri Cafer Bermeki'yi huzuruna çağırdı ve yanın saat sonra Halife ve veziri başlarında oldukları bir alay süvari ile ava gittiler ve akşam hava karannca avdan döndüler. Kasnn önünde, saray ahalisinin bakışlan altında Hali­ fe, Cafer'e sıkı sıkıya sarıldı ve dedi: "Ya Cafer, canıma ve başıma ant olsun ki bu akşam meclis kurup eğlenmelisin." Sonra Halife dönüp tabibine de lütufta bulwıdu: "Ya Cebrail, seni de bu akşam huzurumdan gönderi­ yorum. Git Cafer'in eğlence meclisinde güzel vakit geçir." Her ikisi Halife'ye baş eğdiler ve Halife'nin emrini yerine getirmeye, eğlence ıenip edip uzun kış gecesini hoş geçirmeye gittiler. Lakin Halife'nin kendi vezirine gösterdiği bu akşamki sevecenlik ve iltifattan nedense Cafer Bermeki'nin hoşlan­ madığı ve renginin de azıcık kaçtığı ihtiyar tabibin gözün­ den kaçmadı.

23


Kasnn, vezir için aynlmış dairesinde hemen işret için hazırlık başladı. Musikiciler, rakkaseler birbirine kanştı. Cafer Benneki meclislerinin daim iştirakçisi olan Hora­ sanlı ayanlar kara kaftanlarını çıkarıp kimi ak, kimisi yeşil giyindi. ... Halife'yi ise kendi dairesine çıkar çıkmaz kızlar ağası karşılayıp haber vermiştiler ki Zübeyde Hatun bir sa­ attir akıttığı gözyaşlarıyla canına kastediyor ve cariyeleri Seyide'yi avutamıyor. Zübeyde Hatun, Halife Mansur'un torunu ve amcası oğlu Halife Harun er Reşit'in başharemiydi ve Bağdat sa­ rayının şaşaası içinde hilafetin birinci hanımı olarak birçok eğlenceleri içinde özel yer tutan küçük ve sevimli bir may­ munu vardı ki otuz kişi sabah akşam bu maymuna hizmet ederdi. Terziler her hafta maymun için yeni elbiseler diker­ di. Ayakkabıcılar günaşın maymuna kırmızı ve yeşil pabuç dikerdi ve maymun altın işlemeli elbiseler giyerdi. Beline kılıç takardı. Ata binip dolaşmaya çıktığında sağında ve so­ lunda otuz gulam onun yanında at sürerdi ... Ve o ayanlar ki Zübeyde Hatun onlara hamilik ederdi. Ne zaman saray hilafetin hanımını görmeye gelseler eğilip o maymunun elinden öperlerdi. Şimdi bu akşam aniden felaket olmuş ve gösterişe düş­ künlüğü bedbaht maymunu mahvetmişti. Çünkü sabah Fı­ rat nehrinin karşısından bedevi bir Arap cengaveri, at sürüp gelmişti. Avladığı ahuyu halifeye armağan getirmişti. Ha­ life henüz avdan dönmediği için Zübeyde Hatun, bedeviyi huzuruna çağırtmıştı. Ama kapı ağzında beli kılıçlı, elbise­ leri altın işlemeli maymun bedevi cengiverin önünü kesip kapkara ufak elini uzatmıştı ki bedevi önce onun elini öpüp içeri girsin. Ve bir anda her şey bitmişti, mağrur sahra ço­ cuğunun kanı beynine sıçramıştı. Göz açıp kapayana kadar

24


kılıcını sıyımıışh ve zavallı maymunu ortadan ikiye böl­ müştü. Kasırda velvele kopmuştu. Zübeyde Hatun'un işa­ retiyle bedevi cengaveri bir odaya kapatmışlardı ki hükmü avdan dönünce Halife versin. . . . Tutsağı avdan dönen Halife'nin huzuruna getirdiler ve bedevi, Halife'nin huzurunda yeri öpüp ayağa kalkh, sonra Harun er Reşit başını kaldınp dedi: "Ey Araplann en vahşisi, yaptığın hatayı telafi ehnek için söyleyecek sözün var mı?" Salıra çocuğu Halife'nin sorusuna soruyla karşılık verdi: "Ya Emirelmıiminin, bir kez senin elini öpmek şere­ fini nail olan bir şahsın sonra bir maymunun kapkara elini öpmesini ister misin? Sizi bilemem ya Emirelmüminin ama ben hiçbir zaman böyle bir hareketi kabul edemezdim." Halife bitkin bir halde "adam" deyip çıktı ve elini çır­ parak bedevi cengaveri huzurundan gönderdi. . . . O anda vezirin eğlence meclisi kurulmuştu. İlk ka­ dehler dolup boşalmıştı. Ve şimdi o kör okuyucu ki her za­ man vezirin meclislerinde hazır olurdu, llZlln ve ince par­ maklanyla udun tellerini tarayarak okumaya başlamıştı. Ve Cafer Bermeki'nin meclisinde yine Arabi gırtlak sesinin yerini Fars dilinin musikisi almıştı. Meclise ihtiyar tabip de iştirak ettiği için salonu iki­ ye ayıran perde kaldınlmarnışlı. Ve kör okuyucu susunca vezirin o perde arkasındaki gönül çelen cariyeleri cenk ve tambur çalarak raks ediyorlardı. Meclis onlann yalnız per­ de üstünde uçuşan alhn bilezikli ak güvercin ellerini seyre­ diyordu ... Vaktiyle Halife'nin kendi sevgili vezirine hediye etti­ ği iki kul ise her beş dakikada bir sofraya çeşit çeşit ye­ mekler diziyor, boşalan kadehleri dolduruyor ve köşedeki mangalın ateşi üzerine çiğdem attıkça etrafı ateş üstünden

25


yükselen hoş bir koku büniyordu. Lakin yine de bu eğlence meclisinde kimsenin içi rahat değildi. Konuşmasıyla meş­ hur olan meclis sahibi ise suskun bir hilde düşünce denizi­ ne dalmıştı. Kör okuyucu, velinimetinin, vezirin ruh bilini herkesten fazla hissediyordu ve bir ara dedi: ..Ya vezir, böyle üzgün olmanızın sebebi nedir, Halife seni bu kadar önemsediği hiilde bu eğlence meclisinde gön­ lün ferahlamıyor?" "Ya Ebu Zekeriya," dedi Cafer Berrneki çok yavaşça, "emre uyup eğlence meclisi kurulabilir. Ama emirle gönül şad olmuyor ve ne aklın ne mantığın delili ile perişanlığa kapılmış yürek avunmuyor. Çünkü bizi bekleyen felakenen kalbimiz, yüreğimiz, aklımızdan daha önce haberdar olu­ yor. . . " O sırada bir gulam Cafer Bermek.i'nin sofrasına Hali­ fe'nin sofrasından getirilen şekerleme ve şeker koydu, son­ ra çekilip gini. Bu yine Halife tarafından kendi vezirine gösterilen özel bir ihtimamdı. Ama ihtiyar tabibin yine gözünden kaçmadı ki şekerleme ve şeker sofraya konarken ve meclisten "Allah Halife'nin ömrünü uzun etsin." nidaları yükselirken, Cafer Bermeki'nin rengi biraz daha fazla kaçmıştı. Kör okuyucu ise yeniden ilhama geldi ve "Güzel Zeynepler" silsilesinden Arapça bir şarkı okudu, sonra yine kadehler Gence yıldızı­ nın şarabı ile dolup boşaldı. Ve biraz sonra Halife'nin gönderdiği ikinci gularn bu defa vezirin sofrasına gümüş sinide Girman hurması getirdi ve birinci gulam gibi baş eğip ve bu defa ihtiyar tabibin de yüreğinde her ne ise anlaşılmaz bir telaş başkaldırdı... Daha sonra Halife'nin gönderdiği üçüncü gularn, Ha­ life'nin kış sofrası için özel kalaylanmış kaplarda saklanan Fergana kavunu getirdi ve ikinci gularn baş eğip gini. Cafer

26


Benneki'nin sofrasına gönderilen bu Fergana kawnu ger­ çekten de şahane bir nimetti . . .. Halife ile baş haremi Zübeyde Hatun hizmetçiyi ve kadıyı aynı yerde yan yana serilmiş seccadeler üzerinde gördüler ve onlar iki rekat namazı kılıp bitirmişlerdi. Şim­ di her ilcisi dizleri üste yan yana oturmuş ve susmuşlardı, karşılannda ise hiçbir yemek sofrası yoktu. Vezirin sofrası­ na gönderilen ikramlar ise Halife'nin tembihiyle hayali bir sofradan gönderilen ikramlardı. .. Zübeyde Hatun kocasının azgın işret meclislerine el­ bette ki katılamazdı ve bundan da incinmiyordu. Lakin o, kocasının mahrem ailevi toplantılarından da kaçmıyordu. Çünkü Hanın er Reşit sofraya oturduğunda yanında Cafer Bermeki'yi görmese yediği içtiği boğazından geçmezdi. Zübeyde ise Cafer'den nefret ederdi. Kocasının vezirine

karşı

bu saygısına, vurgunluğuna belki de katlanamıyor­

du. Lakin Cafer Bermeki'nin uyansıyla Hanın er Reşit'in büyük oğlu Memun'u da kendisine veliaht tayin edince, Zübeyde'oin yüreğinde tutuşup yanan kin ateşi artık kan istiyordu, kurban istiyordu. Ve şimdi, akşam ağlamasından sonra gözleri kızarmış Zübeyde Hatun başını çevirip koca­ sına baktı ve dedi: "Senin ve benim dedem Halife Mansur, Ebu Müslim Horasani'nin devlet için çok tehlikeli olduğunu anlayınca o insanın devlet için büyük hizmetleri vardır diye tereddüt etmedi ... " Harun er Reşit sağ eliyle ensiz alnını ovuşturarak dedi: "Ve üç gündür ben sadece ihtiyar hakkında düşiinü­ yorum, çocukluktan beri ben ona, Yahya Bermeki 'ye baba demişim ve yirmi yıl o ihtiyar benim vezirliğimi yapmış, hilafeti idare etmiş, eğer onun da katledilmesine ferman versem, Allah'ın hoşuna gider mi?"

27


..İhtiyarı da öldünnen şart değil." dedi Zübeyde. "ihti­ yar şimdi dişsiz bir yılandır, ömrünün kalanını zindanda ge­ çirmelidir. Ama yılan yavnılan, Cafer Bermeki ve kardeşle­ ri sağ kalsalar oğlunun ve oğlumun birinci veliaht Emin'in başına gelecekte bela olacaklar ve Meracil 'den, o cariyeden olan büyük oğlunu tahta çıkaracaklar." Harun er Reşit surannı ekşitti, çünkü kendisi de cari­ ye çocuğuydu ve Horasan kızı, cariyesi Meracil'den olan büyük oğlu Memun 'un halifeliğe daha layık olduğu kana­ atindeydi. Karşıda kapı yerine asılan ve üstünde altın harflerle Kuran ayetleri yazılmış olan perde azıcık kıınıldadı ve o perde arkasında kimin durduğu her ikisine de malumdu ve neredeyse horozlar ikinci kez ötmüştü. Perde arkasındaki müthiş gölge perdeyi kıpırdaımakla Halife'ye vaktin gelip çattığını haber veriyordu ve Harun er Reşit dönüp Zübey­ de 'ye emrerti: "Vaktidir, sen kaUc git!" Her zaman cariyelerin yardımıyla oturup kaUcan Zü­ beyde Hatun zorlukla ağır gövdesini yerden kaldırdı ve ba­ kışlarını istemeyerek kocasının yüzünden kopararak harem dairesine gitti . . . . Cafer Bermeki'nin eğlence meclisi devam ediyordu, öyle bir eğlence meclisi ki herkes tedirgindi ve herkes bu eğlencenin bir an önce sona ermesini sabırsızlıkla bekliyor· du. Lakin meclis sahibinden izinsiz kimse ayağa kalkamaz­ dı. Meclis sahibi ise Halife'nin emriyle kurduğu bu meclisi kendi başına dağıtamazdı. Çünkü biliyordu ki Halife'nin gulamlanndan biri gelecek ve onun sofrasına ikram geti­ recekler ve bununla da Halife ona eğlence meclisini devam ettinneyi emretmiş olacakt1. . . Ve şimdi bir a n sessizlik çökünce b u sessizlik meclisi

28


öyle bir vahamete duşiiriy i ordu ki herkes kör okuyucudan bir şeyler okumasını rica ediyordu . . . Ve nihayet o geldi, selam vermeden içeri girdi. Konuş­ madan kara heykel gibi kapı ağzında duranın kim olduğunu kör okuyucu hemen hissetti, sesi kınldı, ayağı altına dökiil­ du, başı eğildi, sinesine diiştü ve meclise çöken bu uğursuz sessizlik içinde san perde arkasından genç bir cariyenin hıçkınğı duyuldu. Kapı ağzında duran kaftanı kapkara ama ayaklarında­ ki yanm boğaz meslleri Rum imparatonmun çizmeleri gibi kıpkırmızı olan adam Halife'nin hadimi, yaveri ve saray celladı Mesrur idi. Mesrur iri vücuduna yakışmayan kadınsı sesiyle yavaşça dedi: "Ya Cafer, sen de beni kimin gönderdiğini biliyorsun, oyalama beni, ayağa kalk gidelim!" Cafer Bermeki ayağa kalktı ve dedi: "Ya Mesrur, lütfen beni önce Halife'nin huzuruna gö­ tür, belli ki şu anda sarhoştur, sonra uyanınca pişman olur." Mesrur'un dudaktan kaçtı, san ve iri dişleri bir an açıkta kaldı. "Cafer," dedi, "Emirelmüminin nasıl sarhoş olabilir? Üç gündlir ağzına ne bir lokma yemek koymuştur ne de çe­ nesini meye bulamışnr. Onun emriyle gulamlar mutfaktan getirdiler bu ikramlan sana . . . " Mesrur, kurbanını kasnn altındaki mahzene getirdiğin­ de Cafer Bermeki parmaklarındaki üç yüzüğü tek tek çıka­ np celladına verdi ki en azından Mesrur, Halife'nin huzu­ nma gitsin Halife'ye sadece şunu desin ki Cafer'i getirdim

ve Cafer şu anda malızendedir. Avucuna konulan y(iz(ik taşlarının panltısı celladın gözlerini kamaştırdı, bu yüzüklerin her biri bir eyaletin ba­ nıç vergisinden daha fazla ederdi ve sadece Halife'de bu

29


yUzük.Jerden vardı. Mesrur, Halife'nin huzuruna vanp arz eni: "Cafer'i getirdim ya Emirelmüminin, aşağı katta, mah­ zendedir." Halife hayretle celladın yüzüne baktı ve dedi: "Ben sana Cafer 'in başınıgelir dedim, kendisini değil. Ya Mesrur yoksa kocayıp bunadın mı, yoksa kulakların ağır mı duyuyor?" Mesrur'un rengi kaçtı ve dönüp giderken celladın ayaklan birbirine dolaşıyordu . . . . . . Mesrur gelip veziri götürdükten sonra meclis he­ men dağılmıştı ve şimdi içeride iki kişi vardı, ihtiyar ta­ bip ve kör okuyucu oturduklan yerde donup kalmışlardı ve kör okuyucu mecliste kendisinden başka kimsenin kalma­ dığını hissediyordu. Ama hiçbirinin aralannda konuşacak sözü kalmamıştı. Kör okuyucu yeniden udu eline aldı, yi.ne parmaklanyla tellerini taradı ve mumlan eriyip biten boş mecliste bir zengule makamı çaldı ki zaman gelecek ecel pençesini göğsünün iistüne koyacak, o zaman ağ/ayacaksın ki bu dünyada sana en yakın olan bu son, her zaman seni çok uzaktadır diye kandırıyor . . .

Halife bağdaş kurup kara ôrtı:ilü mesnet üzerinde otur­ muştu. Karşısında gümüş bir leğen vardı ve o leğenin içinde kesilmiş bir baş vardı ve Halife dalgın bir hıilde elindeki ince çubukla Cafer Bermeki'nin kesilmiş başının kabank ve yüksek alnında görünmez çizgilerle bir şeyler yazıyordu. Sonra bozuldu. İhtiyar tabip içeri girip baş eğince Halife ba­ şını kaldırmadı, ihtiyar döndü, kapı yerine asılan ipek perde önünde hareketsiz kaldı. İzin verilmeden konuşamazdı ve konuşulacak bir şey de yoktu ve Halife zaten konuşuyordu. Mahbubu, gözünün nuru, güzel çehreli, yüksek alınlı Cafer Bermeki'nin kesilmiş başı ile sohbet ediyordu:

30


''Niye sustun ya Cafer, yazık oldu sana ey Acemlerin en iyisi. Ben gizli nikıih kıydınp sevgili bacım Abbase'yi sana zevce etmiştim ki her akşam en mahrem mecliste bir sen olasın, bir de bacım, çünkü hiçbirinizin yokluğuna dayanamazdım . . . Ama sen neden Şiilik aşkını kalbinden çıkarmadın? Giysileri ak, yürekleri kara Şiileri meclisıen kovmadın?" Halife birden başını kaldırdı, kaşlarını çatıp ihtiyar ta­ bibe baktı ve dedi: "Bakıyorsun ve ağlıyorsun ya Cebrail. Ve buna mı ağ­ lıyorsun, bana mı?" İhtiyarın boğazı kwudu: "Bakıyorum ama ağlamıyorum, ya Emirelmüminin ve Allah sizin ömrünüzü uzun etsin." "Doğrudur, gözlerin kupkurudur ama yüreğin ağlıyor, çünkü kendi halifelerinden daha cömert olan Benmekiler seni ya da yılda bir kere ağır hasıalannın tedavisi için çağır­ salar da çağırmasalar da fark etmezdi, her yıl sana on kere yüz bin dirhem ihsan ediyorlardı ve artık ihtiyar zindanda­ dır, oğullan ahirette, elbette ki sana büyük zulüm oldu." "Ya Emirelmüminin her yıl sizin bana ihsan ettiğiniz . . . " "Sus." dedi Halife ve ayağa kalktı. Koltuğundan çıkar­ dığı kara bir mendili leğenin üzerine attı: "Benim bildiğim gibi sen de biliyorsun ki bu arkadaşım Cafer benden cö­ mertti ve bu açık alın arkasında parıldayan bir zeka vardı. Ama maalesef çok tedbirsizdi. Öyle ki Şiilerin yaptığı ıop­ lantıda beni Horasan 'ın bağımsızlığı ile tehdit etmişti. Vali nefesini toplamadan o haber bana gelip ulaşmışlı. Bedbaht ve tedbirsiz kardeşim! Ben ona o kadar yet­ ki vermiştim ki bana sanmadan kızımı, kardeşimin oğluyla nişanlamışlı ve sonra gelip bana haber verince ben ona bir

31


tek laf etmedim. Ama bilmiyordu ki kızın nişanlandığından haberim olmamışsa da onun yerine can ciğerimin her gece rüyasında neler sayıkladığını o daha uyanmadan öğreniyor­ dum . . . " Ve Halife katıla kahla gülüp kendinden geçerken, her iki eliyle karnını davul gibi çaldı, sonra birden sustu ve dedi: "Üç giindür arada bir ağzınıa şekerleme atmaktan mi­ dem bulanıyor. Ya Cebrail, emret sofra kurulsun ve söyle harise hazırlansın, saki bir fıçı "Soğuk Yıldız" getirsin. . . " Harise kızartılnuş kıymadan hazırlanıyordu ve tüm gösterişiyle düğün meclislerinin sofrasında birinci ve en öoemJi yemekti. . .

J . . . Memun pencere karşısından çekildi, dönüp yerine geldi ve hemen ayağa kalkmak isleyen ihtiyara fırsat ver­ medi, elini ihtiyann omzuna koydu, sonra oturdu ve dedi: "Ya Cebrail, eğer bir kişi birinci hatasını ikinci hata­ sıyla ve ikinci hatasını üçüncü hatasıyla kapatmaya başlarsa bu o kişinin evinin temelinden aldığı toprakla kendi evinin üstünü sıvamasına benzer bir şey değil mi? Ve biz duyduk ki bizim vezirimiz seni de dün gece kendi huzuruna çağır­ mış." İhtiyar cevabı geciktirmeden o husus hakkında düşün­ meye fırsat buldu. Vezirin Bağdat hadiselerini Halife'den gizlemesi bağışlanamaz bir hataydı ve üç giindür Halife kendi vezirini huzuruna çağınmyordu. Vezir ise bunu ordu kumandanlannın fitnesiyle izah ederek yüksek rütbeli bir­ çok kumandanın maaşlannı aşağıya çekerek onlardan in­ tikam almıştı ki bu da ikinci hataydı ve böylelikle orduda

32


kendisine karşı olan memnuniyetsizliği artıracaktı. "Öyledir ya Emirelınüminin, dün akşam İbni Sehl beni huzuruna çağınnıştı ve ben cenabınızın emriyle vezir ile veliahdın sohbetine neı.aret ettiğim için . . . " "Çok acayiptir ki astronomi ilmine derinden aşina olan bir şahıs yılın bu vaktinde kendisine hacamat yaptınp kan aldınnak için seni kendi huzuruna çağırıyor." "Haklısınız ya Emirelmüminin ve bu hususta ben de vezire dedim ki kışın bu zamanı güneş halen balık bur­ cundadır, kan aldınnak vücudu hasta edebilir ama size de malumdur ki vezir kendisi için zil cetveliyle fal açmıştı ve kendisini inandınnıştı ki . . ... "Gelecek hafta, salı günü su ile ateş arasında kanı aka­ cak." "Öyledir ya cihanın şevketi ve şimdi vezir hesaplamış­ tır ki sabah yola çıkan saray kafilesi salı günü vezirin vatanı Sarah' şehrine girecektir. Hazreti Ali ise şiirlerinin birinde buyurmuştur ki cumartesi günü ava gitmek için; pazar in­ şaata başlamak, pazartesi seyre ve gezintiye çıkmak ve salı günü de hacamat yaptınp kan aldırmak için en uğurlu gün­ lerdir. Vezir bu şiiri bana okuduktan sonra dedi ki kışın bu vaktinde kendisine hacamat yaptırıp hastalansa bile önemli değil, yeter ki o bela başından savuşsun ve kader yıldızının tehlikesi defolsun." "Kader, insanın başına gelenlerdir. Ama sen ki ya Ceb­ rail kaderle ilgili açılan fallara itikadın yoktur." "Doğrudur ya hazret, sizin gibi benim de kadere ve in­ sanın kaderinin gökte resmigeçitle tayin edildiğine inancım yoktur. Ama vezirimiz, yıldız falcılığını yıldız ilminden ayınnıyor ve kendisine fal açtığı günden beri su ile ateş ara­ sındaki muammayı halledemediği için çok perişandı. Nihal. Tacikistan-Iran sınırında bir �hir.

33


yet dün ona ilham gelmiş ki su hamamda olur ve eğer sah günü hacamat yaptınp kan aldtrsa, kam elbette ki ateş ile su arasında akacak ve bununla da o ufak ytldtZtn hükmü ger­

çekleşecek ve diğer taraftan hayatını tehdit eden o tehlike yok olacak . . . " Ve Memun dudaklanna eğri bir tebessüm kondurarak:

"Hakikaten çok güzel uğraştır gökteki ytldızla oyna­ nan bu kedi fare oyunu ama yıldız falcıhğının kadim İran tarihinde çok uğursuz izleri var ya Cebrail. Vaktiyle lslam orduları ile Sasanilerin ordulan Kadeş Meydan Savaıa 'nda karşılaşırken İran askerlerinin kumandanı Rüstem Femıh­ zad çok büyük bir ordunun başında olduğu Mide, münec­ cimliği ile, gördüğü rüyalann etkisiyle azmini, iradesini o kadar kınnıştı ki sonunda kendisini, Sasani ordularım ve tüm İran'ı ateşe attı. . . " "Haklısınız ya hazret, lran'ın Kadeş felaketine Rüs­ ıem'in durgunluğu, hurafe severliği ve müneccimliği sebep oldu." "Şimdi de bizim vezirin müneccimliği bu sefer vak­ tinde bizi biraz masrafa sokacak ve vezir mecburen bizden adına layık bayram hediyesi alacak." Adet ve kaide şöyleydi ki hacamat yaptınp kan aldıran için o glln bayram sayılıyordu ve tüm sırtı neşterlenen kişi o gün bütün dost ve akrabalarından bayram hediyeleri alır­ dı. Çünkü devrin tıbbına göre her yıl güneş ikizler burcuna girince, yazın sıcak zamanı hacamat yaptınp kan aldınnak vücudun bütün kuvvetlerini yeniden tazelerdi. Fakat bu­ nunla bile, Halife'nin son sözlerinden, sürmeli gözlerinin ifadesinden ve kışın bu vaktinde vezirin hacamat yaptırma­ ya mecbur olmasından ihtiyar tabibin içinde anlaşılmaz bir telaş başladı. Halife ise o anda ayağa kalkmıştı ve ihtiyarı huzurun-

34


dan yollayarak demişri: "Serbestsin ya Cebrail ve kafilemiz Sarah'a vardığı güa sabah erkenden bizi ziyaret ettikten sonra bütün

gün

vezir ile ilgilenmen için sana izin veriyorum . . . "

4 İhtiyar tabibi huzurundan yolladıktan sonra Memun bütün gün kimseyi kabul eımemişti ve şimdi geceden epey geçliği için yalnız lalası Siraç istediği zaman Halife'nin ya­ nına girip çıkabilirdi ve Halife yatana kadar Siraç yatma­ yacaktı. Ve Siraç şimdi ikinci kez geldi ve derin düşüncelere dalan Memun 'un ikinci kez başını kaldırmasına mecbur ederek dedi: "Ya Emirelmüminin, o dört kafir omuzlarına keçe atıp mangalın çevresinde uyukluyorlar ve başseyisin ayırdığı dört at eyer alımda hazır beklemektedir ve bence o kafirler gün doğmadan çıkıp gitmelidir." İslediği zaman içeri girip çıkan, Halife'den önce söz başlayabilen ve hatta Halife'ye görüş bildirmekten çekin­ meyen Siraç 'ın bu cesareti elbette izinli bir cesaretti. Si­ raç dün gece Halife'nin verdiği bir emri yerine gelirerek Horasan'ın kervan yollanndan çapulculuğu ile meşhur olan dört eşkıya başıyla dilenci bir kadının kulübesinde gizlice görüşmüş, konuşmuş, sonra dördünü de gece vakıi gizlice Ebu Müslim kasnna getirmiş, mahzene indirmiş ve kapıyı kilitlemişıi, çünkü eşkıyalann son şartı şu olmuştu ki Si­ raç'ın onlara vadettiğini şahsen Halife'nin kendi ağzından duyduktan sonra kabul ettikleri işi yerine getireceklerdi. Ve şimdi Memun nihayet ayağa kalktı ve o Memun ki

3S


bugün Karluk Türklerinin yabgusunu ve Tibet yabgusunun elçisini kabul etmeye teneı.zül etmemişti. Şimdi kendisi Ebu Müslim kasnnın mahzenine inmeliydi ve şu anda ora­ da bir tanesi kınnızı, altı tanesi kara taşla kumar oynayan dört heybetli eşkıya başıyla görüşmeli ve Siraç'ın vaatlerini bizzaı onaylamalıydı. Memun ayağa kalkarken Siraç hemen Halife'nin om­ zuna yünü içeriye çevrilmiş ve aşılanmış, derisi safranla boyanmış Horasan kürkünü attı. Memun bir an duraksadı, döndü, gayriihtiyari satranç tahtası üstündeki beyaz vezire baktı. Siraç, Halife'nin arkasından boylandı ve satranç tah­ tasının üstündeki vaziyeti görünce sağ elinin işaret parma­ ğını büküp dişleri arasına koydu ve hayretle: "Hayır, yeterli değil ya Emirelrnüminin." "Ne yeterli değil?" dedi Memun ve lalasına döndü. Siraç tökezledi: ..Şahı mat etmek için veziri kurban vermek yeterli de­ ğil." "Vaziyet okuma Siraç, bu oyun senin harcın değil." "Doğrudur ama birkaç taşı kurban vermek rakibe yara­ yabilir. Acele, bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık." "Sakın, bizi her zaman şeytan acele ettirir ve yalnız sabnmız bizi selamete çıkanr.'' Siraç zeytinyağıyla yanan gümüş fanusu kapıp kasnn uzun ve karanlık dehlizinde Halife'nin önüne geçti. Siraç'ın kafir olarak nitelediği dört eşkıya başı ise yi­ yip içmişler, kumar oynamışlar ve şimdi de büyük bir man­ galın çevresinde oturup omuzlarına attıkları keçeler altında uyukluyorlardı. Siraç 'ın sesi mahzende duyuldu: "Ayağa kalkın kafirler. Emirelmürninin huzurundası­ nız." Dördü de birden sıçrayıp ayağa kalktı. Sonra Siraç'ın işaretiyle derhal yere kapandılar, Halife'nin karşısında yeri

36


öptüler ve tekrar ayağa kalkıp yan yana sıraya dizildiler. Siraç, eşkıyaları tek ıek Halife'ye takdim etti: "Ya Emirelmüminin, bu Galip el Esved'dir, Iraklıdır, Arap'trr ve Müslümand11. Diğeri Konstantin Rumi'dir, Hristiyan'dır ve Suriyelidir, milliyeti Rum'dur. Şu Fereç Deblimiiin'dir. Aleşperesttir. Taberistanlıdır. Şu da Mekik Soğdaklıdır. Güneşe, yıldıza tapan tayfadandır ve Ceyhun nehrinin ötesindendir. Hayatın rüzgin bunlan nasıl bir ara­ ya getirmiş, o da ayn bir hikayedir. . . " "Yeterlidir." dedi Memun ve sürmeli gözlerinin ilişken bakışlarını sırasıyla eşkıyaların suratında gezdirdilcıen son­ ra: "Siraç size ne söylediyse doğrudur. Ve ne zaman ki o emirleri yerine getirirseniz. . ... Halife bir an durdu ve düşündü ki her biri ayn dinden, ayn milletten ve memleketten olan bu tipsizler, kesin onun bir Halife olarak başka bir dille, hiçbir zaman duymadıkla­ rı yüksek sözlerin diliyle konuşacağını beklerler. O yüzden Halife üslubunu yükselterek sözüne devam eni: " . . .Ve ne zaman ki o malum talimatı yerine getirirse­ niz, yani o şahsın üzerinden hayat giysisini çıkarıp o şahsın üzerine ölüm giysisini giydiresiniz, hemen kuş olup göğe uçasınız. Balık olup suya dalasınız. Çünkü ordu, elbette ki sizi aramak için emir alacaktır. . . Ve o zaman ki bizim ka­ file Rey şehrine girecek, adı size söylenen Yahudi sarrafın dükkanında Siraç kalacağınız memleketlerin beratını size ulaştıracak!" Ve Halife sırtından ağır bir ıaşı atmış gibi dönüp yer al­ lından yukarı doğru çıkan basamaklara yönelirken Galip El Esved yerinden kımıldadı. Bir şeyler söylemek istedi ama Siraç gözünü ağarttı. Galip durdu . . . Çünkü Siraç, önceden dört eşkıyaya malumat vermişti ki Halife'nin huzurunda izinsiz olarak kimse ağzını açıp tek kelime etmesin. İzin

37


verildiğinden de sesi yükseltmek veya

azaltmak,

kaşları

çatmak veya gülüp dişleri göstennek olmaz. O anda Halife'nin kendisi birden geri döndü, elini uza­ tıp Siraç'ın koltuğundan gümüş dirhem dolu bir kese çıkar­ dı ve dedi: .. Şimdilik bu sizin için bir haftalık cep harçlığı olsun." Ve Halife gümüş dirhem dolu keseyi eşkıyalann üzeri­ ne atarken Galip. bütün teşrifatı unutarak ileri atıldı, dizüstü yere düştü. Ama o keseyi Eminullah havada kapıp yere düş­ mesine izin vermedi.

5 Şimdiki gibi ve her zaman olduğu gibi o zamanda ka­ der yıldızı arabacı burcunun içindeki en parlak, en güzel ve en seyre değeriydi. Ve günlerden bir gün, sonbahar gökleri­ nin bu zarif incisi Memun İmparalorluğunun kudretli veziri Fazl bin Sehl' in hayatını tehdit etmeye başladı. . . Memun tarafından "Zü'r-Riyiseteyn" yani iki sınıfın kılıç ve kalem sanatının üstadı gibi gurur verici bir lakapla şereflendirilmiş olan vezir "İlm-i nücum" olarak adlandın­ lan yıldızlar ilminde geniş bilgisi ile meşhurdu ve Memun adı verilen yeni astronomik cetvelin tenibine yakından iştirak ediyordu. Lakin dokUZWlcu asnn astroloj isi henüz mistik astrolojiden kopamamıştı ve müneccim veya yıldızcı adı altında aynı zamanda hem astronoma hem de astroloğa rastlamak mümkündü. Bu yüzdendir ki vezir Fazl bin Sehl, veliaht Memun için yıldızlardan kader çizelgesi hazırlamış ve Memun'un geleceğinin çok parlak olacağını haber vennişti fakat ken­ disi için kader çizelgesi düzenlemek isteyince her defasında

]8


bir korku duyarak diişiincesinden vazgeçmişti. Lakin aynı zamanda amansız bir merak duygusu ve uzanıp geleceğe bakmak aızusu kendi şeytani cazibesiyle Fazl'a hiçbir za­ man rahatlık vermemişti. Sonra yıllar geçmişti. Memun, halife olmuştu ve yine yıllar geçmişti, Faz!, Halife Memun 'un veziri ve sağ kolu olmuştu. Ve kiiçük kardeşiyle beraber büyük bir devleti ida­ re etmeye başlamıştı. Ve şimdi o, bu kadar parlak bir geleceğe ulqtıktan sonra, bir zamanlar kendisi için kader çizelgesi düzenleme� ye cesareti olmadığını hatırlayınca içten içe gülüyordu. . .. Nihayet Bağdat hadiseleri başladı. Vezir hadiseleri Halife'den sakladı, kardeşinin orada Bağdat isyancılanrun hakkından geleceğini umdu. Ama küçük kardeş, ağabeyinin itimadını boşa çıkardı ve iş işlen geçtikten sonra Memun meseleyi öğrendi. Doğrudur, vezirine laf etmedi ama vezir, Halife'nin gözünden düşriiğünü hisseni ve perişan gecele­ rinin birisinde onu nelerin beklediğini görmek için yıldızlar cetveli üzerinde kader çizelgesi düzenledi. Ve korkuya ka­ pıldı. Ateş ile su arasında karu akacaktı ve hadisenin ger­ çekleşeceği ay, halla ve giin belliydi. Ama gerçekleşecek hadisenin yeri, mekaru muamma idi . . . Şöyle k i o günden itibaren arabacı burcundaki o dört yıldızın en parlağı ince bir ipten asılmış bir kılıç gibi vezi­ rin tepesinde asılı kaldı. Ve o uğursuz gün yaklqtıkça vezir geceleri yatmadı. Düşündü, tqındı ve hayalını tehdit eden o küçük yıldızın amansız şerrinden kurtulmanın yolunu ara­ dı. . . Ve nihayet buldu. Memun kendi kafilesi ve saray ahalisi ile üç gün sonra salı günü Sarah şehrine girecekti. Ve iki gün orada seyyar bir sarayı andıran kara kadifeli büyük çadın ahında istirahat edecekti. 39


Sarah şehri ise vezirin memleketiydi. Orada anadan doğmuştu ve o şehirdeki birçok mülkleri içindeki üç büyük hamamını kiraya vennişti ve sadece bu kiradan aldığı meb­ lağ vezirin her yılki gelirine bayağı katkıda bulunuyordu. Ve şimdi uzun bir kış gecesinin sonunda birdenbire, ansızın yıldırım gibi başına çakan çok sıradan bir düşünce­ den vezir şaşkınlığa kapıldı; ateş ile suyun komşuluğu ha­ mamda oluyordu. Ve her yıl güneş ikizler burcuna girince o şahıslar hamamda kendilerine hacamat yaptırırlardı. Kurtuluş yolu bulunmuştu. Vezir, doğduğu şehirde ve kendi hamamlannın birinde salı günü hacamat yaptıracaktı. Ve saray tabibi ihtiyar Cebrail ondan bir miktar kan alacak­ tı, böylelikle onu takip eden o ufak kader yıldızının hükmü yerine getirilecekti. Vezir ise başına gelen felaketten kurtu­ lacakıı, üstelik bu münasebeıle Halife'den hediye alacaktı, hatta maaşlannı azalttığı ordu kumandanlan da ona kıymet­ li hediyeler göndermeye mecbur olacaklardı. Vezir, fırsatı kaçınnak istemedi, hemen Merv kapıla­ nndan Sarah kapılarına ulak gönderi ki Çulfacılar Mahal­ lesindeki büyük hamam salı günü şehir sakinlerine kapalı olsun ve kiracı, hamamı vezir için ısıtıp hazar bekletsin. . . . Nihayet o gün gelip çattı. Memun, kendi kafilesi ve saray ahalisi ile Merv'den hareket ederek gelip Sarah şehrine girdi. Ve şehir civann­ daki büyük bir bağda, Halife'nin kara kadifeli büyük çadın kuruldu. Ve bu çadınn sağında vezirin, solunda veliahdın çadırları kuruldu. Ordu kumandanlannın çadırlan ise dört bir yandan bu üç çadırı kuşattı. Ve öğlenden biraz geçince Sarah şehrinin en büyük hamamlarından birinde Halife Memun'un veziri ile arabacı burcundaki kader yıldızı arasında dehşeı bir oyun başladı. İran 'daki birçok diğer hamamlar gibi Sarah hamamı da

40


yer altındaydı. O, sokağın girişinde başlayan yinni basama­ ğın hepsi aşağıya iniyordu. Yukanda, yer üstünde ise hama­ mın her tarafı isle sıvalı yuvarlak kümbeti kara mantar gibi kabarmıştı ve şimdi sabahtan beri çiseleyen yağmur altında kara mermer gibi parlıyordu . . . Ve bugiin o kümbetin tepesine asılan bayrak, vaktiyle Memun'un kendi vezirini taltif ettiği fahri mızrak ucuna ge­ çirilmiş bayraktı. Hamamın içi de bugün gelin oıağı gibi bezeıunişti. Elbiselerin çıkanldığı odada yere halılar döşenmişti. Niş­ lerdeki gümüş şamdanlarda rengiirerık mumlar yakılmıştı. İşlemeli ve üç ayaklı alçak vazolar içine gül, gümüş sinilere meyveler ve cam kaplarda şerbet konulmuştu. iki hizmetçi gulam hamamın giriş odasında veziri so­ yundurmaya başladılar. Sonra uzun boylu vezir başını eğe­ rek alçak bir kapıdan içeri geçti. Ve burada onu karşılayan göğsü ak önlüklü ihtiyar tabip vezire hoş geldin dedi ve baş eğdi. Hamama büyük bir sedir konulmuştu. Vezir bu sedirin üzerinde oturdu ve bir müddei hama­ mın baş duvanndaki yağlı boya ile çizilen efsanevi Anka kuşuna bakarak düşünceye daldı. Duvardaki Anka kuşunun yüzü kadın yüzü gibiydi. Sasani minyatürlerindeki Şark gü­ zelleri gibi çatma kaşlan vardı, fakat olta gibi gagası kartal gagasını andınyordu ve dört kanadı ile pençeli iki eli fan­ tastik görkemini tamamlıyordu. "Bu dünya böyle dünyadır, ya Cebrail." dedi vezir. "Bu dünyada büyük vezirlerin akıbeti şu olmuştur ki gül ekip diken dermişler ve Aristoteles ki aklı umman bir ve­ zir idi, nihayet, bedhahlan onu İskender'in gözünden dü­ şürmediler mi? Ve Büzürük Mehr ki her sözü hikmetli bir vezir idi. Onu da Nuşirevan'ın gözünden düşünnediler mi? Ve Cafer Bermeki gibi fazıl ve cömert bir veziri, nihayet,

41


bedhahları Harun er Reşit'ia gözünden düşiinnediler mi? Ve şimdi de beaim bedhablarım ordu kumandanları, niha­ yet, bana karşı Memun 'un yüreğine düşmanlık elanediler mi? Fakat çok bilen çok yanılır demişler, ya Cebrail, hiçbir zaman yanılmayan yalnız başımız üstündeki Allah'tır. Eğer Halife kendi tahtı için Horasan'a. bana ve kardeşime min � nettar olduğunu bir güa ak.lındaa çıkarırsa ... " Vezir bir an sustu. Sonra kahırlı bir sesle seslendi: "Bismillah deyip başla ya tabip, Allah bu işin sonunu hayır etsin." "Amin!" dedi ihtiyar tabip ve sağ elinin üç pannağmın uçlarını alnına, sinesine ve her iki omuzuna dokundurarak haç yaptı. Vezir yüzüstü uzandı, çenesini çaprazladığı kollan üs­ tüne koydu ve yine bakışları baş duvardaki Anka kuşuna saplanıp kaldı. Hamam çok sıcaktı, yağlı boyalı duvarlar terlemişti. Anka kuşunun iri gözlerinde biriken damlalar ağırlaşınca kuşun gözlerinden kopup aşağı yuvarlanıyordu. Ve şimdi bu efsanevi kuş vezirin düşüncesini çekip efsanevi Kaf dağlarına götürdü, o dağlara ki yeşil zümrüt idi ve dün­ yanın bittiği yerinde dik bir duvar gibi göğe yükselmişti ve göze görünmeyen Anka kuşu o dağlana koynunu mesken edinmişti. Burada vezirin düşüncesi o yüksek duvarı �mak istedi. Lakin o duvar arkasında hemen varlık bitti, hiçlik başladı ve bu hiçlikte vezirin korku ile kuşatılmış düşüncesi yıldırım hızıyla geri döndü ve geldi Kuran'ın "Kat" suresi­ ne sığındı. "Kar• suresinde Kaf dağlan yoktu ama vezirin düşüncesi o ayetlerde çare aradı ki, orada demişler ki, sabır

eyle, bırak ne derlerse desinler ve yine denilmiş ki, sen gün çıkandan giin batana kadar her zaman kendi dua/armda rabbini nıaksaı eyle ve sonra yine denilmiş ki, sen gecenin koynunda ve secde/erinin ardında her zaman rabbini ydd eı ve rabbine şiikiir eyle... 42


O anda vezir, yağlı sırtını çizen neşterin ilk temasından biraz ürperdi. Elbette ki vezir ilk defadır hacamat yaptırmı­ yordu. Ama bu defa bu, her yıl yazın ortalarında tekrarla­ nan sınıdan ve hafif bir cemıhi ameliyatı değildi. Belki de vezirin düğümlenmiş kaderiyle öliim kalım mücadelesiydi

ve şimdi o neşterin ikinci temasında artık ürpennemeye ve ihtiyar tabibin karşısında kendini rezil etmemeye karar vermişti ki birden ihtiyar tabibin boğuk bir feryatla sedirin

yanında yere serildiğini işitirken ok gibi yerinden sıçradı,

doğruldu ve tepesinde dört yalın kılıcın donuk panltısını görünce katillerin yüzüne bakmaya fırsat bile bulamadan ani bir hareketle iki elinin avuçlarını dört kılıcın karşısında kalkan yapmıştı ki Galip el Esved'in ilk darbesiyle başı be­ deninden kopup sedire düştü ve sedirin üzerinden yere yu­ varlandı. Soma Konstantin Rumi'nin, Fereç Deblimüin'in ve Mekik Soğdaklt'nın darbeleri, sadece kılıçlannı vezirin kanına bulamak ve ortak işe iştirak etmekten ibaretti . . . . . . Şimdi ihtiyar tabip, vezirin cesedinin yanında otur­ muştu ve sanki hasta yanına gelmiş gibi hastanın uyaıırna­ sınt bekliyordu. Katillerin içeri girmesini ihtiyar görmemişti. Çünkü başı �ağıdaydı. Vezirin üzerine eğilmişti ve kuwetli bir el arkadan, boynundan tutup onu kenara atmıştı. Şuursuzca çekilip kenarda durmuştu. Ama elleri, ayaklan ve gözleri intizamla görevlerini yerine getirmişti, elleri vezirin başı­ nı yerden kaldırmış ve yeniden sedir üzerindeki bedenine yerleştirmişti. Sonra cenazenin üzerini örtmek için gözleri bir şeyler aramıştı ve yan odadan vezirin altın işlemeli kaf­ tanını getirmişti ve o anda gözleri vezirin hizmetçilerinin ve hamam kiracısının ellerinin ayaklannın bağlı, ağızlannın tı­ kalı olarak çabaladı.klannı görmüştü. Biraz oyalaıırnıştı ve sadece hamam kiracısının kollannı açarak, kaftanı getirip

43


vezirin cesedi üstüne atarak yanına oturmuştu . . . Nihayet ilk önce Siraç, atını sürüp hamama gelmişti: ..Bu ne musibettir ya Cebrail? Kaç kişiydiler?" ..Dört?" . .Ama vezirin gulamlanndan biri sekiz kişi olduklanm söylüyor, diğeri dokuz kişi olduğunu iddia ediyor. Hamam­ cı ise yemin ediyor ki daha fazlaydılar. . . Tann'ya şükUrler olsun ki kifirler sana merhamet ebnişler. Bu haber Hali­ fe 'nin belini kırdı, Halife ata bile binmeden mübarek adım­ larıyla şu anda Çulfacılar Mahallesinin çamuruna bulana­ rak buraya geliyor. . . " . . .Ve Memun geldi Doğrudan cenazeye yaklaştı, kaftanın ucunu kaldırdı, vezirin yüzüne baktı, sonra ilci eliyle başına vurdu. Hali­ fe'nin ardından içeri giren saray ahalisi ve ordu kuman­ danları ağlamaya başladılar. Lakin Halife'nin huzurunda gürültü yapılamazdı, o yüzden de kısık sesle Halife'nin ağ­ layışına kaııldılar. Ve bu yüzden de Memun'un hıçkırığı ve feryadı hamamın kümbeti altındaki tavana çarparak ihtiyar tabibi içindeki viranelikten çekti ve kendine getirdi. İhti­ yarın gözleri yaşla dolunca Halife döndü, yaklaştı ve dedi: ..Ağla ya Cebrail, ağla, takdiriilahiyi engellemek müm­ kün değilmiş . . . " Ve şaşkınlığından ihtiyarın gözyaşları bir anda kurudu, çünkü bu anda Memun'un sesi, babası Harun er Reşit'in o geceki sesiydi. Abbasilerin beşinci halifesi o gece vezirin başının üstünde çubukla bir şeyler yazıp bozarken başını kaldırıp kaşlarını çatmıştı ve ihtiyara demişti: ..Ağlıyor musun ya Cebrail, buna mı ağlıyorsun bana mı?" Ama o zaman ihtiyarın gözleri kupkuruydu ve şim­ di de şaşkınlıktan gözyaşları kururken ilk önce şunu gör-

44


dii ki Halife'nin sürmeli gözlerinden akan kara gözy�lan yanaklannda kara kanallar açmış. İhtiyar hemen önlüğünü çıkarıp anı, sonra koltuğundan çıkardığı ipek bir mendil ile Memun 'un gözlerini sildi ve bu gözlerin kendi ağlayışına iştirak etmediğini, bebeklerinin derininde ise şeytani bir parlaklığın raks ettiğini görünce devam etmedi, gözlerini kaçırdı ve b�ını aşağı eğdi . . . . . . Memun'un kafilesi iki gün Sarah şehrinde kalacak­ tı ama vezirin katledilmesi ve yas merasimi sebebiyle bir hafta Sarah'ta oyalandı. Hemen bir ulak çıkararak vezirin kardeşi Hasan bin Sehl'e taziyelerini iletti. Hasan bin Sehl Bağdat'tan kovulmuştu fakat hiilen lrak'taydı. Ordusu ve devlet hazinesi vardı, eğer ağabeyinin öldürüleceğinden şüphelenseydi, korkuya kapılırdı, hana gider Bağdat'ta halifelik yapan Memun 'un amcası İbrahim bin Muham­ medi 'ye sığınırdı. Bütün bunlan göz önünde bulunduran Memun yas meclisinden Hasan bin Sehl'in ikametgahına özel bir temsilci gönderip kızını istediğini bildirdi ve düğü­ nü Bağdat'ta yapacağını haber verdi ki böylelikle katledilen vezirin kardeşini kendisine kaynata yaptı ve doğal olarak bu da Hasan bin Sehl için büyük bir şerefti. Sonra vezir için tutulan yasm yedinci günü dolunca Memun ordu kuman­ danlanndan katilleri bulup huzuruna getirmelerini istedi ve katilleri getirecek olanlara on bin altın dinar vadeni, son­ rasında Memun 'un kafilesi Tus şehrine doğru hareket eni. Lakin Memun 'un kafilesinin hemen ardından bir şayia yürümeye başladı, bu şayia gittikçe hızını artırdı ve nihayet gelip Halife'nin kafilesine yetişti. Memun'un emriyle dört katil aratıldı, hangi harabede veya hangi mağarada gizlendikleri veya nereye gittikleri hakkında henüz kimse bir şey bilmiyordu. Dilden dile uçan kanatlı bir haber Memun'un kafilesini bütiin yol boyunca

4S


rakip ediyordu; "O şahsm

üzerinden hayat giysisini çıkarıp

o şahsın üzerine ölüm giysisini giydiresiniz." Kafileyi kanştıran bu şayia nihayet geldi Siraç'ın vası­ rasıyla Halife'nin çadırına uğradı ve Halife gözlerinin işti­ rak etmediği bir tebessümle dedi ki: "Dilin uzunluğu insan için felakettir. Bu şayia bizim arkamızdan geldiği sürece ve bizden öne geçene kadar hiçbir zaran yoktur... İhtiyar tabip ise bu şayiayı duyunca şaşınnadı. Çiinkü ihtiyan en çok şaşırtan şu idi ki vezir kendi eliyle kendisini kaderin kucağına atmıştı. Vezirin kanı ateş ile su arasında dökülmüştü. Şurası da ihtiyar tabibe malumdu ki Memun, Horasanlı Şii vezirini yaptığı hatalardan dolayı ortadan kal­ dınnamıştı. Belki de yeşil rengi, kara renge kurban ebneye başlamıştı ve ilk kurban, vezirin ölümüyle burada Bağdat'ın gazap ateşi üstüne bir kova su boşaltmıştı. Yakında buradan elini uzatıp Bağdat'ta amcası İbrahim bin Muhammed'in tahtını biraz sarsmıştı. Ve er geç bu hadise gerçekleşmeliydi. Hükümdarlar tahtlan için minnenar olduklan şahısla­ nn varlığına hiçbir zaman katlanamamışlardır. Memun'un yüce dedesi HaliFe Mansur da katlanama­ dığından İbni Müslim'i huzurunda doğratmıştı. Memun 'un babası Harun er Reşit de katlanamamıştı ve veziri CaFer Benneki 'iyi kardeşleriyle birlikte katletmişti. Ve Memun da katlanamadı; dört eşkıyanın eliyle, meF­ tunu olduğu satranç oyunundaki at hamlesiyle kader yıldı­ zının hükmünü hakikate çevirdi. Neydi bu? Tarihin tekerrürü mü? Herhalde tarihi sı­ navlar tekrar ediliyordu ve birbirinin ardınca üç halifenin saray tabibi olan ihtiyar bu tekerrürün canlı şahidi olmuştu. Ve nihayet, Memun'un vezirinin ölümünü hazırlayan bir gerçeklik onu da çekip kendi akıntısıyla götürmüştü.

46


Bu Harabe şehir Hürremilerin Yılda bir kez "Sevgi Sofrası " Açmalandır. Ve yolunu gözledikleri "Güneşli atlıyı " Bu gece son defa çağınnalandır.

Ve o zaman ki o "Güneşli atlı" gelecekti, karanlığı ar­ tan bu dünya iyilik ışığıyla dolacaktı. . . Güneydeki başı karlı, uzak ve büyük dağlar ile kınnızı topraklı, küçük ve yakın dağlar arasındaki bu şehir doku­ zuncu yüzyılın Tebriz'iydi ve güneşin başak burcuna gir­ diği bu günlerde bütiin şehir gökten yere ateş döken yaz güneşi altında yatıyordu. Geceleri, dağlar üzerindeki gök­ lerde su gibi yıldızlar akıyor ve o solgun yıldızlardan şehre hoş bir serinlik yağıyordu. Uzaklardan gelen yorgun deve kervaolan hava karannca şehre vanyordu ve ağır yükleriyle beraber şehir kervansaraylanna birbirinden heyecanlı haber ve dedikodular boşaltıyordu. Sabah hava aydınlanınca tüm şehir o haber ve dedikodulan toplamaya başlıyordu. Abbasilerin yedinci halifesi Memun ise Merv ile Bağdat arasındaki, iki üç aylık bir yolu altı aydır gidip bi­ tirememişti. Fakat her defasında kafilesiyle kaldığı yerde meydana gelen hadislerin yankısıyla tüm hilafeti velveleye düşürüyordu. Geçen yılın kışında Memun 'un kudretli veziri Sarah şehri hamamında katledilince Bağdat şehrinde Memun 'un veliahdı imam Rıza aniden vefat edince de Bağdat'taki ordu kumandanlan rahat nefes almışlardı. Şiiler, imamet gökle-

47


rinin sekizinci yıldızının söndüğünü görüp feryat etmişlerdi ki imam Rıza eceliyle ölmemiştir ve nasıl ki vaktiyle Şiile­ rin altıncı imamı Caferi Sadık, halifenin dedesi Mansur'un emriyle zehirlenerek öldürülmüştü ve daha sonra Şiilerin yedinci imamı Musa Kazım da Memun'un babası Harun er Reşit tarafından on üç yıl tutsak edildikten sonra zehirletile­ rek kollarındaki zincirlerle defnedilmişti, şimdi de Şiilerin sekizinci imamının sofrasına Halife Memun'un sofrasından zehirli üzüm gönderilmiş ve lmam Rıza o zehirli üzümden yedikten sonra şehit olmuştur. İster şayia, ister gerçek olsun her halükirda birbirini takip eden bu hadiseler Bağdat'• giden Memun'u önce Ho­ rasanlı vezirinden, şimdi de Şii vdiahdından kurtannıştı ve böylelikle Memun'un yeşil devriminden, şimdi üzerindeki yeşil giysiden başka bir şey kalmamıştı. Dün akşam ise Hamedan'dan gelen deve kervanının getirdiği haberlerde deniliyordu ki Memun geçip geldiği bütün vilayetlerde haraç vergisini azaltıyor ve bütün şehir­ lerin cuma mescitlerinde gece sabaha kadar kandiller yakıl­ masını ve kapılannın garipler, evsizler için açık tutulmasını emretmiştir. Kendisi de o mescitlerde okuduğu hutbelerden sonra şehir yoksullanna külli miktarda ihsanda bulunmuş ve Tus şehrinde dedesi Harun er Reşit'in kabri yanına def­ nettirdiği veliahdı imam Rıza için bütün camilerde Kuran okutturuyor. Ve yeni şayialarda deniliyordu ki, Memun bir eliyle ne kadarfazla ihsan dağıtsa, diğer eliyle daha fazla gelir top­ luyor ve yol üzeri11deki Horasanli bir zabitin evine konuk old11ktan sonra mağrur ve meşhur İran zabiti kendi mülk/e­ ri11de11 Halife ye üç yüz köy bağışlamış/" Daha sonra Tebriz'in kapalı çarşısını saran bir haber de şuydu ki, Sarah şehri hamamında Memun 'un kudretli vezi-

48


rini katleden dört meşhur eşkıya başı nihayet ele geçmiştir ve şu anda Hamedan zindanında tutsaktırlar. Memun, Ha­ medan 'a varınca şehir valisi o dört ki.şinin idamı için öyle bir merasim tertip edecek ki tüm şehir seyre gelecektir. Elbette ki o zamanlar ve daha sonralan da ister Do­ ğu' da ister Batı' da, en medeni şehirlerin meydanlarında en vahşi idamlar yeni bir şey değildi. Böylelikle bugün yine sokakları, meydanlan ve bütı1n şehri etkisine almış haber ve şayialar ne kadar rengarenk ve heyecanlı olsa da, sabah erkenden bez çarşafına bürü­ nüp şehrin kapalı çarşısında dolaşan genç bir kadın bütün bu duyduklarının hepsine yabancı kalmıştı, çünkü nihayet onun kendisine öyle bir haber gelip ulaşmıştı ki Ağca bütün gece yatmarruştı ve bir gözü gülmüş ise de bir gözü ağla­ mıştı. Bir kural olarak, zengin ailelerin ipek çarşaftı banım­ lan yazın şehrin en serin ve kışın en sıcak yeri olan kapalı çarşıya çok nadir hallerde ya ziynet almaya veya sadece, ku­ yumcular sırasında arkadaşlarıyla görüşüp hal hatır sorma­ ya gelirlerdi. Sıradan insanların bez çarşaflı ve bez şalvarlı kadınlan ise her gün pazarı dolduruyor, nefes almadan bir­ biriyle çene çalıyor ve bu şalvarlann içinde dolaşan zengin harumlann hizmetçileri her gün pazardan gül demeti toplar gibi topladıkları dedikoduları her akşam götürüp elvan bir buket gibi hanımlarına takdim ediyorlardı. O hanımlara ki dört yüksek duvar arasında enderunlarda bütün gün can sı­ kıntısından boğulur, o hanımlara ki yalnız hizmetçilerinin her gün pazardan getirdikleri bu haberleri ve şayialan döne döne dinledikten sonra yavaş yavaş doğrulup kendilerine gelirlerdi. Ağca'yı ise her gün pazara gönderen hanımı değil, ağa­ sı Muhammed bin Revvad idi ve bu adam sadece Ağca'nın

49


değil bütün bir şehrin, Tebriz'in sahibi idi. Ve yüz yıl evvel Yemen'den göçüp Azerbaycan'a gelen Ejder kabilesinin bütün bir koluna önderlik ederdi. Çünkü gasbedilmiş ülke­ lerin şehirlerinde yaşayan en kudretli ve serveıli Araplardan biriydi ki ekin tarlalan, üzüm bağlan, otlak ve biçenekleri Tebriz kale hisarları dibinden başlayarak ıa Araz kıyısına ve Bezzeyn dağlarına kadar uzanırdı. Amma ihtiyar lbni Revvad yıllardır hasıaydı, yorgan döşekten kalkamıyordu. Emirlerini kendinden küçük kar­ deşleri Vecna ve Yahya yerine geıiriyordu. Her iki kardeş her akşam ihıiyara uğruyor, Halife Memun 'un hangi şehre girdiğini ve o şehrin cuma mescidinden okuduğu hutbede neler dediğini ağabeylerine arz ediyorlardı. Lakin ihıiyar için sevgili cariyesi Ağca'nın her gün kapalı çarşıdan ge­ ıirdiği haberler daha ilgi çekiciydi. Çünkü Ağca'nın dilinde ve yorumlarında çarşı kalabalığının bu veya diğer hadiseye karşı münasebeıi daha canlı, daha yerinde ve belki de daha düzgün ifadesini buluyordu. Dün Ağca, pazardan geıirdiği haberleri bitirerek ihti­ yara demişti ki, Halife Memun her gün avuçlarım açıp diz­

lerine koyuyoı; dikkatle bakıyor ve şeyıamn avuçlarına yaz­ dtğı gizli yazdan ok11yup bir talimat aflyor ve bu yüzden de Memun, Bağdat �a halife olan amcasım tahttan indirecektir. Çünkii Bağdat la lıa/ife olan lbrahim bin Muhammed 'in bir lıanerıde gibi sesi ne kadar güzelse. aklı bir o kadar kısadır.

Ve ihıiyar bundan sonra kaıi karar alarak kardeşi Vecna'ya emretmişti ki kervanla yola çıksın ve Hamedan'da Me­ mun'u karşılayacak Azerbaycan'daki Arap kabile reisleri içerisinde Ezd kabilesi adına Halife'ye sadakaıini arz eısin ve şimdi kaç gündür Vecna yol hazırlığına başlamışıı.

Ağca henüz küçük bir kız iken lbni Revvad onu Der­ benı pazarındaki bir köle tüccarından üç yüz dirheme saıın

so


alıp Tebriz'e getirmişti. Ve sonra kız, biraz büyüyünce, ya­ nın gonca, yanm gül çağına erince ihtiyar yorgan döşeğe düşmüştü ve şimdi her gece ölümle kucakla.şıp yatan ihtiya­ rı her sabah Ağca'nın yüzünü görmek, Ağca'nın sesini işit­ mek aızusu ölümün kollan arasından çekip çıkanyordu . . . İbni Revvad'ın hareminde milliyeti v e dini başka cari­ yeler ve köleler az değildi ama kalbindeki en büyük hasret, Ağca'nın ondan doğuracağı bir oğul, bir veliaht hasretiydi. Bu yüzdendir ki hasta ihtiyar, Ağca'nın kôfır olarak kalma­ masını ve Müslüman olmasını istiyordu. Sonrasında Allah kerimdi. Sonra belki de Allah merhamet edip onu bu hasta yatağından kaldıracaktı. Lakin ihtiyarın teklifini Ağca he­ men reddetmişti. 1slam dünyasında ise cariyelere, kölelere ve kullara zorla İslam 'ı kabul ettirmek yoktu, çünkü vak­ tiyle Peygamberin kendisinin on iki zevcesi içerisinde so­ nuna kadar kendi dinine ve itikadına sadik kalan Hristiyan ve Kıpti kadınlar vardı. Fakat Ağca'nın İslam'a daveti ke­ sinlikle reddetmesi ister istemez ihtiyan öfkelendirmişti ve hasta yatağından kalkarak sesini yükselrmişıi ki, ""Ey l'ahşi çöller kızı, benim cariye/erim içinde de Hristiyan var, dini nedir, tanrısı kimdir, hiçbir şekilde fark etmedim. Çünkü beni bırak, kimse senin kavmin olan ne Ak Hazarların, ne Kara Hazarlarm acayip itikadından anlamıyor. " O anda Ağca sıçrayıp ayağa kalkmıştı, ıopaç gibi ih­ tiyann önünde turlamış, rengi kaçmıştı, gözleri çırağ gibi yanrnıştı ve birden kuş nağmesini andıran sesiyle kendi tan­ rısı aşkına öyle ihtiraslı bir övgü okumuştu ki ihtiyar iyice sersemleşmişti. Ağca hafız gibi övgüsüne devam etmişti. Sonra Ağca susmuştu, kapı yanındaki köşeye kısılarak korkunç bir şey gören çocuklar gibi iki eliyle yüzünü kapa­ yıp ağlamıştı. Harem dairesindeki kadınlann ağlayışlanna çoktan alışan ihtiyar ise Ağca'nın küçük kız çocuğu ağlayı-

51


şına benzer ağlayışına acımıştı ve demişti: "Ağlama ey Ağca, tek olan Allah'a ant içerim ki eğer o merhamet edip beni bu yataktan ayağa kaldmrsa seni ca­ riyelikten hanımlık makamına yükselteceğim. Yok eğer bu yaıaktan kalkmak bana nasip olmayacaksa son nefesimde seni azat edeceğim." İhtiyarın yemininden sonra Ağca'nın kalbi çırpınmıştı; ölürken ihliyar onu azat edecekti ve Ağca biliyordu ki her bir Müslüman ölürken cariye ve kölelerinden ne kadar fazla azat ederse bir o kadar fazla sevap kazanırdı. Bu yüzden de birbirine zıt iki his Ağca'nın yüreğini parçalamaya baş­ lamıştı. Çünkü bir taraftan derin bir minnenarlık hissiyle ihtiyara hizmet ediyordu ki azıcık iyileşsin, diğer taraftan sabırsızlıkla onun ölümünü bekliyordu ki azatlığa, saadete ve gönül verdiği bir yiğit vardı ki ona kavuşsun . . . Ve elbene ki ihtiyar, cariyesinin bu gizli sevgisinden haberdar olsaydı, Ağca şimdi çoktandır ağzı bağlı bir çuval içinde kuyu dibini boylamıştı. Lakin Ağca'nın umudu o gönül verdiği yiğinen erken kesilmişti ve dört yıldan fazlaydı ki Ağca o aslan yavru­ sunun ölü mü, diri mi olduğunu bilmiyordu. Ve şimdi Ha­ medan'dan gelen deve kervanı ile Ağca'ya hoş bir haber gelmişti ki gönül verdiği yiğit sağdu ve yiğidi bu haberle birlikte ona gümüş bir dirhem göndennişri. Ağca o dirhemi sık sıkıya sağ avucunda rutarak kapalı çarşıda dolanıyordu. Çünkü bu dirhemle birlikte onun yiğidi bu şehirdeki yegane ve en yakın dosruna da kara bir tespih göndennişti ki Ağca bu emaneti acele olarak bugün sahibine ulaştınnalıydı. Ağca, kumaşçılar sırasında cıvıldaşan kadınların ara­ sından çıkmıştı. Papakçı ve terziler, hırdavatçılar sırasına hana kılıç bileyenler sırasına da göz gezdinnişti. Ama hiç­ bir yerde aradığı adamı bulamamıştı. Halbuki o genç de

52


İbni Rewad'ın kervanlannda kervancıydı ve yann o da Vecna'nın kervanıyla yola çıkacaktı. Ondan başka kervan gençlerinin hepsi bugün pazardaydı; kimi yol için nız ve un, kimi çakmak taşı ve kav, kimi iğne iplik vs. alıyordu ve bazılan da kılıçlannı parlatıyordu. Ağca pazardan çıkmayı, Tebriz'e, dağa doğru, nehir kıyısına gitmeyi düşünüyordu. Çünkü kervan gençlerinin çoğu sefere çıkarken Acı çay köprüsü başında oruran falcı kadının yanına giderlerdi ve her zaman çok tehlikeli olan kervan yollannda başlarına neler geleceğini öğrenirlerdi. Ama sonra birden hatırladı ki aradığı o genç yola çıkarken hiçbir zaman falına baktırmaz ama her defa bayır dua almak için Karaca dedeyle vedalaşmaya gider. Ve o an Ağca elini alnına vurdu, kapalı çarşının seri­ ninden çıktı, şehrin yakıcı güneşli, boş sokaklanndaki du­ var dibi gölgelerden gelerek Kale kapısından geçti ve her taraftan şehri çevrelemiş üzüm bağlan arasıyla yüzü yukan doğru çok kadim ve büyük bir mabedin muhteşem harabe­ liğine doğru yöneldi. Harabeliği bile çok kadim olan bu mabet birbirine bi­ tişik birkaç bina sütunundan ibaretti. Vaktiyle spiral gibi göğe yükselen kulesinin yansı çoktandır yıkılmıştı. Uzun ve sütunlu dehlizlerle birbirine bağlanan dört köşeli avlu­ lardaki rengarenk demir sürunlardan bazılan yere serilmişti ve üç ayaklı dairevi tunç bir meşale içinde ateşin yandığı ateşgiih, şimdi artık asırlann birbiri üzerine eklenmiş karan­ lığı içine gömülmüştü. Ama bu muhteşem harabenin yan yıkık, yan sağlam taş duvarlanna dışan taraftan kırlangıç yuvalan gibi ya­ manmış birçok kulübe vardı ki bunlar şehrin yoksul zana­ atkiirlanndan, ayakkabıcılann, hallaçlann, çömlekçilerin ve diğerlerinin atölyelerine ve evlerine dönmüştü. Ve Ağca

Sl


yüksek tavan ahmdaki her bir odanın ortasındaki sekiz kö­ şeli üç basamaklı aıeş nehrine geldi . Bu miskin kulübeler ve atölyeler sırasına çıktı ve gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Çömlekçi Karaca dedenin kulübesinin karşısında kınl­ mış, parçalanıp pul pul olmuş su testilerinden, güveçlerden, kovalardan ve saksılardan ufak bir tepecik yükselmişti. Ve ihtiyar çömlekçi eğilip kalkarak, söylene söylene yerden toplamakta olduğu saksı kınntılannı o tepecik üstüne ah­ yordu. Ağca durup bakıyordu, ihtiyara seslenmeye çekiniyor­ du ama aradığı genci ihtiyara sarmadan da çekip gidemi­ yordu, nihayet çarşafının ucuyla ağzını kapatarak dedi: ..Bunu yapanların elleri kurusun, evleri yıkılsın, üstü­ ne ateş yağsın, feryadı arşa çıksın . . . Karaca dede, sabahtan beridir o Bilalabadh çocuğu anyarum. Yann o da Vecna'nın kervanı ile yala çıkacak, o kervan ki Hamedan'a gidiyor, Kervan gençlerinin çoğu çarşıdaydı. Kimi tuz alıyordu, kimi un, kimi ipek ip. Ama sadece o yoktu o gençler içinde, dedim belki de senden hayır dua almak için buraya gelmiş­ tir. Çünkü ne zaman uzun sefere çıkacak olursa elini öp­ meye sana geldiğini biliyorum. Eğer geldiyse, gittiyse veya gelecekse . . . " Karaca dede hayretle başını kaldırmıştı. Sonra doğru­ larak: "Sakin ol kadın, dil otu mu yedin, ne var?" dedi. Ve o anda Ağca, genci gördü, ensiz ve dik merdivenden yüzü aşağıya doğru ağır ağır iniyordu, alnında beyaz sank vardı. Başı açıktı. Gür saçlan arkadan boynuna dökülmüş­ tü. Yaz ve kış İbni Revvad'ın kervanlanyla geçip gittiği, dö­ nüp geldiği uzun yollann rüzgarlan, yağmurlan ve güneşi ile yıkanmış, yanık esmer benzi bulut gibi kararmıştı. Sık

S4


kirpiklerinin sert bir ifade verdiği gözlerinde bir alevlenme vardı ve Ağca 'yı görünce başını aşağı eğdi, konuşmadı. Ağca ise ileri atıldı ve kalbini bir an o şeluin mengene­ sinden kurtarmış gibi tek nefeste söyledi: "Günaydın Babek, başını aşağı eğme, Tarkan 'ın zin­ danda olduğunu haber vermeye geldim." Karaca dede yine şaşkınlıkla Ağca 'ya baktı ve sonra basamakta duran Babek'e doğru döndü ve dedi: "Madem önemli mevzuouz var, yukan çıkın, kimseye görünmeyin. İmam Hanbeli'nin adamlan görseler ki sokak­ ta bir kadınla bir erkek sohbet ediyor, kara it sürüsii gibi üstünüze üşüşecekler . . . " Babek dönüp yukan çıktı. Ağca da hemen içeri girdi. Sonra başından sıyırdığı çarşafını katladı, koltuğuna vurdu ve göz açıp kapayana kadar merdivenle yukan çıktı. Memun'un veliahdı imam Rıza şehit olduktan sonra imamet dokuz yaşındaki oğluna geçmişti ve şimdi o çocuk heniiz ufaktı ve Şiilerin dokuzuncu imamı olarak ileride ba­ şına gelecek felakete doğru bayağı yol almalıydı. Sünniliği oluşturan dön mezhebin kuruculanndan, elli beş defa hacca gitmesiyle meşhur olan lmam-ı Azam Ebu Hanife, imam Şafii ve İmam Malik anık hayatta değillerdi ama dördüncü mezhebin kurucusu olan imam Ahmet bin Hanbeli hiilen sağdı. Bağdat'ta oturmuştu ve gitgide İslam dünyasını daha fazla içine alan ahlak bozukluğuna kar­ şı öyle amansız bir mücadeleye başlamıştı ki kendisinden daha mutaassıp olan müritleri günaşın Bağdat'ta, hilafetin diğer şehirlerinde meyhanelere ve şarap satan dükkiinlara saldırarak dağıtıyorlar, fıçılardaki içkileri sokaklara akıtı­ yorlardı. Eğlenceli şarkı söyleyen cariyeleri içeri dolduru­ yor, miizik aletlerini kınyorlardı. Sokaklarda bir erkeğin bir kadınla konuştuğunu görünce derhal üzerlerine çullanı-

ss


yorlardı ki eğer bu kadın senin helalinse, bir Müslümanın sokakta halkın gözü önünde kendi karısıyla sohbet etmesi çok iğrenç bir harekettir, yok eğer kadın sana namahrem ise bu, zinayla eş değer bir suçnır. Hatta İbni Hanbeli'nin müritlerine göre köşede bucakta ve sokakta gülüşmek de ahlaksızlıktı. çünkü imamlannın lalimatına göre kah.kaha atarak gülmek haramdı. Sadece gülümsemek mümkündü fakat gülümseyen kişinin dişleri görünmemeliydi ve eğer toplumda bir kişi gülüaç bir söz edip toplumu güldürdüyse, imam Hanbeli 'ye göre o kişi kendisini o kadar alçaltırdı ki bu, Süreyya yıldızından daha yüksek bir noktadan yere düşmekle eş değerdi . . . Etki tepkiyle birlikte tüm bu aşın yasaklara rağmen 9 . asır İslam halifelerinin en çok içki içtiği, en çok çalgı çal­ dığı, en çok şuh şarkılar okuduğu ve Arap şiirinde şarabı terennüm eden "terebat.. biçiminin en çok çiçeklendiği de­ virdi. Bu günlerde ise İmam Hanbeli'nin müritlerinden kara güruh bir grup Hamedan 'da ve sonra Zencan'da düğünlerde bile çalınan müziği ve okunan şarkıyı susturduktan sonra Tebriz'e gelmiş, şarap satan birkaç Yahudi dükkanını da­ ğıtmış, sokaklarda çarşaftı kadınlarla konuşan kime rastlar­ larsa değneklerini kullanınışlar ve nihayet gelip çömlekçi Karaca dedenin kulübesi karşısında sırayla dizilmiş su tes­ tilerini, güveçleri vs. kınp dökmeye başlamışlardı ki "Şe­ hirde en çok senin testi/erinin müşterisi vardır. Çünkü sen bu testilerin bazı/arma kınmzı, bazılarına reyhani şarap doldurup dükkdnın önünde sergiliyorsun ve gözünle işaret ettiğinde imanlarrm şeytana çaldıranlar o testileri alıp gö­ türiiyorlar. '' diyorlardı. Ve şu gerçekti ki Karaca dedenin müşterileri hiçbir za­ man eksik olmuyordu çünkü ihtiyarın elinden çıkan o tes-

56


tilerde saklanan su yazın sıcağında bile serin ve tertemiz kalıyordu. İbni Hanbeli'nin müritleri ise tesıileri, çanaklan, hat­ ta güveçleri ve kovalan bile tek tek kırarak, nihayet birin­ den kırmızı veya beyaz şarap akacağını beklerken umutlan boşa çıktığı ve kudurduklan anda Babek gelmişti ve ihri­ yann araya ginnesine bakmayarak mukavemet gösıermiş, müritlerle yaka paça olmuş ve kafası yanlmıştı. Kara güruh ise imamlarının kahkahayı yasak ettiğini unutarak kişneye kişneye uzaklaşıp gitmişti . . . .Barakanın aşağı katı ibtiyann atölyesiydi. İhtiyar çömlekçi çarkını burada kullanıyordu, ocağını burada yakı­ yordu. Ve tavanı çok alçaktı, üst kata sadece yatmak için çı­ kıyordu. Şimdi Ağca burada yere serili yırtık hasır üstünde oturmuştu. Ağca bir an avucunu açıp Tarkan 'ın gönderdi­ ği dirhemi Babek'e göstennişti. Sonra yine dirhemi avucu içinde öyle sıkmıştı ki sanki o dirhem ak bir kuşa dönüşüp avucundan uçacaktı. Ama Babek'e verdiği kara tespih sanki Babek'in elinde hemen ağır bir taşa dönüşmüştü. Kolunu yana indirmişti. Ve şimdi o, bakışlan hareketsiz bir halde, yerinden kımıldamadan ve Ağca 'ya tek söz demeden se­ dirde otunnuşnı. Ağca onun gittiği yerden geri dönmesini, başını kaldırmasını ve kendisine bir şeyler söylemesini bek­ liyordu . . . .Ve şimdi gittiği o yerden dönüyordu, o yerden ki yazın ayransız, kışın yorgansız geçinmiş, ömrünün en acı tarihini orada bitirmişti. O, bu dünyada en aziz bildiği in­ sana orada rastlamıştı ve bu o zaman idi ki, o yerin dağ köylerinde o yıl yine açlık başlamıştı. O ise yeni yetme bir gençti. Dağ eteğindeki bir köyden yalın ayak, başı açık yola koyulmuşnı. Aşağıya doğru henüz bugüne kadar görmediği şehirlere gidiyordu. O şehirler ki anasının rivayetine göre

57


ekmenin biçmenin ne olduğunu bilmeyen o şehirlerde her zaman bolluk ve ucuzluk vardı. Fakat ekip biçen köylerde sürekli açlık vardı. İnsanlar ot otluyordu. Anası onu dağ­ lardaki açlıktan kurtarmak için şehre kovmuştu. Kendisi ise ıek başına köyde kalmıştı. Tepe üzerinde durup uzun uzadıya tek evladının -babası öldürüldükten sonra dünyaya gelen oğlunun- ardından bakmışıı ve sinesinde çaprazladığı kollanyla sanki kalbinde açılan boşluğu kucaklayıp bağrına basmışıı. Böylelikle on bir yaşındaki bu çocuk tek başına, yurdu­ nun şehirleri içinde o zaman en büyük şehir olan Erdebil'e doğru yönelmişti. Anasının anlanıklanna göre bu dünyada­ ki şehirler içinde pazarlarında satılan ekmeğin ucuzluğu ve beyazlığı ile meşhur olan iki şehir vardır ki biri Erdebil, di­ ğeri ise çok uzakta Elvend dağının eteğindeki Hamedan idi. Lakin o gidip Erdebil'e ulaşamamışıı, çok yorulduğu ve çok acıktığı o günün öğle vaktinde kaderi onu Tarkan'a rast getirmişti. Tarkan o zamanlar yiğit yaşına yeni ginnişti ve yol altında bir tarla kenannda oturup sofra açmıştı. Bir başörtüsünden ibaret olan bu sofra üzerinde bir baş soğan, bir yumru peynir ve bir parça ekmek vardı. Ama yoldan ge­ çen yalın ayak bir çocuğu görünce Tarkan'ın yediği lokma boğazından gitmemişti, dizleri üstüne kalkıp ona seslen­ mişti ve yemeğe davet etmişti. Çocuk o kadar açıı ki ikinci teklife gerek kalmamıştı. Tarkan burada bir Arap şeyhi için ırgaılık yapıyordu ve çocuğun nereye ve niçin gittiğini öğrenince onu yanın­ da ıuımuştu ki çubukçu olarak ona yardım eısin. O günden itibaren dört çift öküz koşulan çok büyük ve çok ağır çiftin üzerine Tarkan çıkıyordu, o ise elinde nar çubuğu ileri geçi­ yordu ve ağır ağır kımıldayan öküzleri yürütüyordu. Sonra Tarkan onu Tebriz'e getirmişti, kendisi kırmızı

58


dağ eteğindeki nız dağının mağaralannda nız kınnaya baş­ lamıştı fakat karanlık mağaralarda nız kınnak çok ağır bir işti. Bazen mağaralar göçüyor, insanlar göçük altında kalı­ yordu. O yüzden henüz yaşı küçük olduğu için Tarkan onun da mağarada çalışmasını istemedi ve ihtiyar bir devecinin vasıtasıyla onu Tebriz'in sahibi lbni Revvad'ın dükkanla­ nnda kervancı olarak işe başlanı. Sonra burada, Tebriz'de bu kadınının, şu anda orada kapı ağzında oturup başını aşağıya eğen ve sağ avcundaki gümüş bir dirhemi sıkarak donup kalan bu kadının gözle­ rindeki girdap çekti Tarkan'ı ve kendi derinliğine hapseni. Eğer denize düşen yılana sanlıyorsa Tarkan da ordu def­ terine paralı asker olarak yazıldı. Halife Emin ile Memun arasında başlayan savaşa katıldı. Halife Emin'in paralı as­ kerlere vadeniği büyük maaşla zenginleşerek geri dönme­ yi, Ağca'nın bedelini ödeyerek onu cariyelikten kurtannayı umut ediyordu. Lakin Halife Emin ile Memun'un savaşı bini ama Tar­ kan dönmedi . . . Ve o zamandan beri Babek her defasında lbni Revvad'ın kervanlanyla uzak ve uzun seferlere gidip döndüğü zaman bu kadın geliyordu, gözlerini onun gözle­ rine dikiyordu ki belki soruşnırup Tarkan 'ın öldüğü veya sağ kaldığı hakkında bir şey işitmiştir. O ise her defa başını aşağı eğince bu kadın kara çarşafı altında büzülüp yumağa dönüyordu, başı kopanlmış kuşbaşı gibi omzuna düşürür­ dü. Ve ayaklanm sürüyerek uzaklaşıp gidiyordu. Nihayet Ağca ortaya çöken bu ağır sükiinı devam ettir­ medi, başını kaldırdı ve dedi: "Niye konuşmuyorsun ey Babek, niye bana hoş bir söz söylemiyorsun?" "Şükret. Binlerce kez şükürler olsun ki Tarkan sağdır." "Doğrudur. Sağdır fakat seninle helalleşiyor ki kendi

S9


zindan nevalesinin bir lokma kara ekmeğinden yoğurduğu o kara tespihi sana hatıra göndenniş ve helalleşiyor ki tilin varlığı olan bu bir dirhemi bana miras bırakıp gitmiş ... '' Bir tutsağın zindandan gönderdiği bir tespih ve bir dir­ hem ile ne anlannak istediğini belki de bu kadınm yorum­ ladığı gibi yorumlamak mümkündü. Fakat o, dirhemi kabul etmemişti. "Umutsuz olma ey kadın, zindana atılanların hepsine ölüm düşmez ... Ve yarın ki ben Vecna'nın kervanı ile yola çıkıyorum, kalacağım orda, Hamedan'da... Lazım gelirse, Sasanlara ulaşacağım. "Civanmertler" meclisine yol bula­ cağım. Tarkan 'ı dardan kunannak için bir kaşık kanım için titremeyeceğim ..... "İnanıyorum ki beni avutmuyorsun fakat ant iç, söz ver ki kaza ve kader kendi işini yerine getirirse, kalabalığa katılıp sen de temaşasına gideceksin ve ileri geçip ön sırada duracaksın ... Ta ki yakası cellat elinde olanın gözleri son nefesinde o gurbet şehirde, o yad kalabalı.le içinde aziz bil­ diği bir adamın yüzünü görsün ... " Babek ağır ağır nefes aldı. Ne ise demek istedi fakat Ağca fırsat vennedi, hem de sanırsın ateşler içinde yanıyor­ du, anlatıp bitiremiyordu. "Giderdim seninle, amma mümkün değil. Götünnez­ sin ve eğer götürseydin, mümkünü yok gidemezdim. Fakat orada onun cesedini Yahudilerin defnetmesine izin verme; işitmişim, haberim var, Hamedan valisi her defa orada boy­ nu vurulanları defnetme işini oradaki Yahudilere vermiş ... Söz ver, anı iç ki Tarkan 'ı kara toprağa sen kendin teslim edeceksin." "Uğursuz fal açma ey kadın, bu ne baykuşluktur anla­ mıyorum. Senin karamsarlığından. . ." Ve hemen kendini tuttu. İçinde kül altındaki köz gibi

60


bir durgunluk vardı ki bazen ansızın alevleniyor, kendi ken­ diyle yaka paça oluyordu. Şimdi o içinde alevleneni derhal söndürürken sanki o ateşten kopan kıvılcım sıçradı, Ağ­ ca'nın yüreğine düştü ve Ağca'nın gözleri duvara sıkışmış vahşi bir yaban kedisinin gözleri gibi alevlenip yandı. "Doğrudur benim kararnsarlığundan!.. Biliyorum, di­ lin varmıyor söz vermeye. Fakat gideceksin. Biliyorum, dilin varmıyor ant içmeye, fakat gideceksin ve geçeceksin, ön sırada duracaksın ve temaşa edeceksin ve gülümseye­ ceksin, aslan yiğidimi görünce... Ben de burada bu kına­ lı tımaklarunla yanaklarımı didiklemeyeceğim... Yüzüme kara çekip saçınu yolmayacağun. Taş alıp dizimi dövmeye­ ceğim. Onun intikarnıru ben kendim alacağun ... " "Kimden?" dedi Babek çok yavaşça ve kendi sorusuna kendisi cevap bulmak isledi ... Amma Ağca duydu ve dedi: "Kendimden, gözlerimden . . . Öncelikle kör olası bu gözlerimin fitnesi onun aklını başından aldı. Sonra o zaman ki ona kınnızı bir elma gönderdim, o gün onun gönül def­ terine yazıldım. Muharebeye gitti. Fakat bu dört yılda onun öldüğüne inarunayan sadece bendim... Ve sen ki her defa beni görünce başını aşağı eğiyordun, o yüzden de bana bir söz bulup diyemiyordun, Tarkan'ın sağ olduğuna inanmı­ yordun..." Haklıydı bu kadıa. O, Tarkan'ın sağ olduğuna çoktan­ dır umudunu yitirmişti ve bu kadından kaçınıyordu. Hatta kapalı çarşıdan da ayağmı kesmişti, çünkü bu kadınla sade­ ce orada karşılaşabilirdi. "Sakin ol," dedi, "deli dervişlik etme. Amma haklı­ sın, Tarkan'ın sağ olduğuna umudumu yitirmiştim ve o za­ mandan beri öz kardeşimi yitirmiş gibi yüreğim melül idi, fikrim perişan... Çünkü çok uzaklarda onlarca yıl yolumu

61


bekleyen anam ve küçük bir kardeşim varsa, Tarkan benim için her zaman büyük kardeşli." "Küçük kardeşin mi?" diyeAğca birden hayretle sordu. "Fakat Tarkan bana demişti ki

baban öldürüldükten

sonra sen anadan olmuşsun ... " Ağca'nın başı üstünden uz.ağa baktı ve dedi: ··öyledir, babam öldürüldükten sonra ben doğmuşum... Ve on yıla yakındır ki köyden çıkmışım..." Ağca, kadınlara mahsus fıtri, dayanılmaz bir merak duygusuyla ve kendisinin de hissetmediği bir gaddarlıkla kendini tuıamadı ve sordu: "Senden sonra dul anan orada sana kardeş mi doğur­ muş?" dedi ve dediğinden ürperdi. İster kasten, ister bilme­ den yalnız kadın dili bu kadar rahat darbe vurmaya kadirdi ve Ağca 'ya bir an öyle geldi ki ağnyan gözleri küçülmüş bu oğlan şu anda yerinden kalkıp ona vuracaktır. Ağca yine adeti üzere korkunç bir şey görmüş çocuk gibi gözlerini yumdu ve o anda çok yavaşça ve çok temkinli, sanki yanın kalmış sözünü tamamlıyormuş gibi Babek'in dediklerini duydu: " ... Sonra haber aldım ki anam o çocuğa ... Küçük kardeşime, öldürülen babamın adını koymuş ... Abdullah 'tır kardeşimin adı." Şimdi Ağca bir kadın tabiatı ile bu sözlerde haincesine veya bilmeden vurduğu darbesini affeden, çok ağrıyan, çok zarif bir kalbin sesini duyarken sarsıldı. Yerinden sıçradı, Geldi Babek'in sanlı başını avuçları içerisine aldı. Sonra geri çektiği elleriyle sağdan ve soldan kendi şakaklarını sıkarak hareketsiz kaldı. Ve bu hareketiyle karşısındakinin yüreğindeki ağrıyı kendi yüreğine kabul ettiğine inancı o kadar kuvvetli idi ki yavaş yavaş akıp yüreğine sızmaya başlayan bir ağrı hissederek başını kaldırdı ve mazlum bir tebessümle Babek'in yüzüne baktı... 62


2 O Hfuremiler ki bu şehrin sakini idiler ve çoktan be­ ridir yegilne ibadetgfilıı olan bu şehirde sayıca çok azdılar, yalnız bir defa "sevgi ziyafeti" diye adlandırdıkları gizli meclislerine burada, bu kadim ateşgiihın muhteşem harabe­ liği altındaki karanlık mahzeninde toplandılar. Bu mecliste kapalı çarşının giriş kapısının altındaki kuytu bir köşede pabuç yamayan bir ayakkabıcı ile kuyum­ cular sırasındaki bahçede gümüş çekici ile altın döven bir kuyumcu birbiriyle eşitti. Bu yiizdendir ki, "sevgi ziyafeti" meclisinde herkes hasır üstüne serilmiş dairevi bir sofra ba­ şında diz çöküp oturdu. Çünkü bu dairevi sofranın ne yu­ karı başı vardı, ne aşağısı. Ve her biri sağa doğru dönüp ya­ nındakinin omzundan öperken tur tamamlanıp kapanıyor­ du. Kapanan ve tamamlanan bu tur ise onlar için zamanın her defa kendisinde başlayıp kendisinde biten ebedi fikrini temsil ediyordu. Sonra onlar tam bir sükôt içinde ve sol elleriyle sol dizlerine istinat ederek ve yalnız sağ ellerini sofraya uzahp yemeye başlıyorlardı ve nihayet, elden ele geçen büyük bir kadehten sırayla şarap içerek yemek merasimini tamamlı­ yorlardı. O anda meclisteki süküta son verilirken hep bir ağız­ dan hazin bir avazla Şervin'in yüce ruhuna hitap ederek okuduklan nağme hem dualan, hem ezgileri, hem çağınş­ lan idi ki yüce Şervin'in ruhu, bizi "güneşli atlı" müjdesiyle yid et. Yid et ki sonra ölürken cismini anası toprak kendi kucağına almıştı ve ruhunu babası gökler kendi huzwuna çağırmıştı. Hristiyanlaşınış yahut Müslümanlaşmış çok kadim iti-

63


kat idi ki, Şervin ruhu merhale merhale dönüşümlere uğra­ yarak, nihayet güneşli bir atlı simasında eşine kavuşacaktı ve Doğudan sürüp gelecek bu "güneşli atlı" karanlığı çoğal­ mış bu dünyanın kurtancısı olacaktı, yeryüzündeki zulüm ve fenalığa son verecekti . ... Şimdi burada, bu gece kadim barabeliğin karanlık mahzeninde sıradan bir ziyafet olan bu yoksul "sevgi zi­ yafeti" sofrasında yalnız ekmek, peynir, tuz, ayran ve bir fıçı bembeyaz reyhani şarap vardı. Çünkü "sevgi ziyafeti" sofrası onlar için işret sofrası değildi. Belki manevi gıda meclisiydi ve her yıl kardeşliklerini yeniden sağlamlaştır­ dıklan yegane dini merasimleri de bu idi. Bu vakre kadar onlar bu "sevgi ziyafeti.. meclislerinde Karaca dedeyi hiçbir zaman hususi bir döşek üstünde otur­ maya mecbur edememişlerdi. Fakat bu akşamki meclisle­ rinde ihtiyar ilk defa hasır üstüne serilmiş bir kaplan derisi üstünde oturmuştu ki bu kaplan derisini Bozkuş dağların­ daki azaı Hürremilerin elçileri bu meclise getirmişlerdi ve bu elçilerden biri - kaplan avcısı - çıplak oğlu dağlardaki ananeye göre avladığı kaplanın kuyruğunu püskül gibi sol kolundan asmıştı. Vaktiyle İslam tufanının

ilk dalgalan

Bozkuş dağları­

nın eteğine kadar gelmişti. Uzak kumlu sahralardan akıp gelen bu sel Azer dağlannın yamaçlarını çok vurmuş fa­ kat yukan kuşaklara çıkamamış ve dağ köylerini Hürremi­ lilc itikadından koparmak girişimleri gerçekleşmemişti ve şimdi Karaca dede o dağlardan gelen Hürremilere dönerek dedi: "Siz ey şad yürekli, Hürrem din kardeşlerimiz, bir ke­ lam var idi ki dağlılar her zaman azat olmuşlar ve şimdi siz, dağlanmızın azat Hürremileri bizim şehir Hürremilerinin bu gizli kardeşlilc sofrasına hoş gelmişsiniz. Ve biz ki her


yıl güneş başak burcunda menzil tutarken bu karanlık mah­ zende sofra açıyoruz, muradımız budur ki Şirvin'in yüce ruhu ikbalimizi aydınlık, yüreğimizi şad eylesin!" "Amin!" demişti bütün meclis. Karaca dede devam etti: ''Ne gam iti bir lokma ekmek, bir fıçı şarap var sofra­ ıruzda . . . İtikadımız şudur iti insan için bu dünyadan gay­ n bir dünya yoktur ve her bir insanın yüreğinde bir bahçe var, o bahçe bu dünyanın sevinci ile abat olmalı! Elbette iti büyük dinlerden hiçbiri insanın bu dünyadaki sevincini kabul edemiyor. Fakat o büyük dinlerde güzel olan ne var­ sa, bizim iıikadımız kabul ediyor. Çünkü

dökme

öldiimıe ve kan

buyruğu bizim için de en mukaddes buyruktur ve

bu yüzden de o büyük dinlerin o yasaklan ki insanın yü­ reğindeki sevinci boğuyor. Dünyada azap çekenlere öbür dünya tesellisiyle tuzak kuruyor ve her kimin ruhu en çok miskinse, en çok onu şanslı sayıyor. Biz bütün bu yasaklan ve ahkamlan kabul etmemişiz, çünkü bütün insanlar için öyle vacip bir din arzu ediyoruz ki o dinic bayrağı gökte güneştir. Ve o dinin adaleti ile bu dünyanın nimetleri bütün insanlar arasında gerek eşit bölünsün! .. " "Amin!" dedi bütün meclis. Karaca dede nefesini topladı ve bir an düşünceye daldı. Çıplak oğlu, ihtiyanc susup düşünceye daldığını görürken hisseni ki dağlardaki Hürremilerin sözünü ihtiyara söylemenin zamanı gelmiştir. Fakat diyeceği o düşüncey­ le o kadar heyecanlandı ki yardım istiyormuş gibi dönüp yoldaşlanna bakarken Bozkuş dağlannın Hürremileri der­ hal onun yardımına geldiler ve hepsi birden, bu gizli yeraltı meclisinde yüksek sesle haykırdılar:

Üstümüzden bu karanlığı yok etmeye Er gerek gelsin, gerek! 65


Server gerek gel.sin. gerek! Rehberimiz Şirvin gelsin, gerek! Bu dağ adamlannın nefesinden sofra kenarına iliştiri­ len mumlardan birkaçı sönerken Çıplak oğlu diye.:eği söze yoldaşlanyla beraber böyle bir girişle başladıktan sonra Ka­ raca dedeye yüzünü dönüp dedi: '"Biz iş erleriyiz, Karaca dede, kılıç erleriyiz, fakat içi­ mizde söz eri, söz sahibi baş bilenimiz yoktur, o yüzden de bize öyle bir kişi lazımdır ki, her sözü dağlardaki bütün Hürremiler için kanun olsun! Çünkü dağlann azat Hürre­ mileri içinde aynlık, nifak ve adavet o noktaya vardı ki her defa kış bitip yaz başlayınca komşu dağlar arasında dövüş oluyor, 1 .n dökülüyor... Senin ki adın Karaca dede, söz sahibi olarak çoktandır dillerde destan olmuştur. Bozkuş dağlanndaki bütün Hürremilerin karan şu oldu ki sen ge­ rek dağlara gelesin ve orada tahta çıkıp taç sahibi olasın ve Azerşah gibi oradaki bütün Azer Hürremilere hükmedesin. Ta k.i dağlardaki o adavete, o nifaka son verilsin ... " Çıplak oğlu derinden nefesini topladı ve ağır bir yükü omuzundan atımş gibi sağ elinin tersi i1e alnının terini sildi ve bu beklenmeyen tekliften donup kalan bütün meclisin gözü Karaca dedeye doğru çevrildi. Karaca dede ise başını aşağı eğip sessizce gülüyordu ve ihtiyann gülüşü süt dişleri yeni dökülmeye başlayan bir çocuk gülüşünü andınyordu. Sonra ihtiyar başını kaldırdı ve dedi: "Tann size insaf versin dağ Hürremileri, acaba içiniz· de bana merhamet eden bir kişi çıkmadı mı?" '"Ne hususta Karaca dede?" dedi Çıplak oğlu ve ihtiya­ nn bu sözüne çok şaşırdı. "Şu hususta ki, değil Karaca dede, belki adaletin ken­ disi yann çıkıp tahtında otursa ve yahut başına taç koysa,

66


ertesi giin celladına emredecek ki huzurunda boyun vurul­ sun... Söz sahibi de ben değilim. Ben sözün ancak başlan­ gıcıyım, büyük sözü getiren ve büyük işi tamamlayan o kişi olacaktır ki, o doğmuştur, doğuyor ve doğacaktır..." "Doğmuştur, çok güzel." diye Çıplak oğlu teslim ol­ mak istemedi, "Doğuyor, yine güzel, yahut doğacak, bu da güzel ... Fakat bizim karanmız geçerliliğini koruyor, Karaca dede ve sen dağlarda kendi tahtında oturduktan sonra yılda bir gün bizimle yer sürmeye çıkacak ve yine yılda bir tek gün bizimle beraber biçin biçeceksin. Ve sonra yılda bir giin bizimle beraber harman döveceksin fakat yılın bütün kalan günlerini tahtında oturup bize emredeceksin. Yok, eğer bu işten kaçınırsan, o zaman bizim de başka çaremiz kalmaya­ cak Karaca dede, seni at sırtında dağlara kaçırmaktan baş­ ka." Karaca dede bir an gözlerini kırpa kırpa kaldı. Ba­ bek'in ise kaşlan çatıldı ve Çıplak oğluna dedi: "Dağlarda sizin kararınızın ne ise, kendiniz bilirsiniz., burada şehirde kimse arzusu dışında Karaca dedeyi rahatsız edemez!" Çıplak oğlu konur atmaca gözleriyle Babek'i süzdü ve dedi: "Bir avsınız siz bu şehirde ve biz duyduk ki bugiin Ka­ raca dedenin kulübesini nerdeyse başına yıkacaklarmış. Ve eğer yann kendisini taşlarlarsa, ne gelecek elinizden ve ne yapacaksınız?" Şimdi artık bütün meclis uğuldamaya başladı ...

İlk defa, onlann "sevgi ziyafeti"nde hüküm süren kar­ şılıklı iltifatlar yok oluyordu, merasimdeki ahenk bozulu­ yordu. Sözleri birbirine ters geliyordu, ihtiraslar tokuşu­ yordu ve eğer bu dağ adamlanndaki ezeli serbestlik ruhu, şehirdeki bu yer altı kapalı meclise sığmarnıştıysa, diğer ta-

67


raftan hiç kimseye boyun eğmemiş bu dağ adamları Karaca dedeyi kendilerine hükümdar etmek istiyorlardı ki kollan sineleri üste onun huzurunda durup bütün emirlerine tabi olsunlar. Şimdi Karaca dede düşünüyordu ki çoktandır bir şeyler olmalıydı fakat olmuyor ve bir kazan kaynıyor, taşamıyor ve insan ne kadar söz söylerse, söylemek istediğini söyle­ yemiyor. Ve o üç büyük dünya dini ki birbirine nefret eden üç bacıdır. En çok onlar bu dünyaya nifak ve adavet getir­ di çünkü bir zamanlar ateşperest İran ile putperest Turan çarpışıyordu, sonra Hristiyanlık dünyası ile İslam dünyası birbiriyle savaşmaya başladı. Şimdi Müslümanlarla dövü­ şen Hristiyanlar aynı zamanda kendi içlerinde birbirine kan yunuruyor ve Hristiyanlarla dövüşen Müslümanlar aynı zamanda kendi içlerinde birbirinin boğazını koparıyor ve nihayet, burada, dağlardaki azat Hürremiler birbirleriyle di­ dişiyor. . . Ve şimdi eğer o "güneşli atlı" gelmeyecektiyse ve omuzunu bu yıkılan dünya altına vermeyecektiyse, başka hangi bir mucize bu dünyayı kurtaracaktı? Bu anda "sevgi sofrası" başında şiddetlenen tartışma ihtiyan dünyanın kaderi hakkındaki düşüncelerinden kopa­ np yeniden başa geri çevirdi. "Biz çoktandır," diyordu Çıplak oğlu, "şehirdeki alim­ leri öldürüp ve sonra dağlara kaçanların haberini alarnıyoruz." "Bu konuda haklısın," dedi Babek, "fakat maalesef, biz de çoktandır, dağlarımızın davul çalıp kıyam eı:ıiğini duymuyoruz." "Kıyam mı?" diye seslendi Çıplak oğlu. "Bizim için hükümetin elinin dağ başında bize ulaşamaması yeterlidir ve her defa elini uzatıp bizden haraç veya cizye isteyince biz onun eline vurup geri yolluyoruz."

68


"Bu iyidir," dedi Babek, "amma çok azdır."

"A2 mıdır? Öyleyse bil ki dokuz yıl evvel Hamedan'da

Batıniler isyan edince bizim dağlardan çok yiğitler o şeh­ rin imdadına gittiler fakat sağ dönenler beş on kişiden fazla olmadı. Ve ben orada, Harnedan'da şehit olan bir adamın oğluyum..." ... Bu anda mahzenin koyu karanlığı içinde sanki arada bir irkilerek veya durup nefesini toplayarak onlara doğru yaklaşan titrek ve ufak bir ateşi bazıları hemen görse de, di­ ğerleri de boylanıp şimdi görürken mecliste homurtu kesil­ di, herkes sustu. Nihayet o bedbaht kocakarı geldi, gecenin bu çağında kucağındaki teneke bir mangal ile onların başı üstünde durdu. Kadının kucağındaki küçük ve yuvarlak mangaldan başkaldıran üzgün bir alevin kırmızı dili kah biraz uzanı­ yordu, mahzenin tavanı altından asılı bin yıllık koyu karan­ lığını yalıyordu, kah boynunu kısıyordu, mangaldaki ufacık gözler üste serilip yayılıyordu. Onların gizli meclis kurdukları bu mahzene ilk defa yabancı biri gelmişti. Ve bu yabancıyı hem onlar hem de bütün şehir tanıyordu. Fakat kimse bu büyük ateşgah hara­ besinde onun hangi sütun altında, hangi kuytu köşede, sıra sütunların hangisinin böğründe mesken tuttuğunu bilmiyor­ du ve yaz kış kah şehrin meydanlarında, kah kapalı çarşıda gezip dolaşan bu kadının kucağındaki yırtıkları yamalı bu teneke mangalda her zaman ufak bir ateş yanıyordu. Kadın her gün kapalı çarşının şatırlar sırasında kendi­ sine bir parça ekmek dileniyordu. Sonra gidiyordu şehrin kömürcüler meydanına ve orada doğranmış ercan ve sakız odunu ile yüklü ulaklar yanında durup müşteri bekliyordu. Odunculara bir dal, bir talaş veya üç dört çer çöp ya da çırpı için el açarak:

69


.. Isınmak için istemiyorum, bu ufak ateşe merhamet edin, bu, ulu bir ateşin kıvılcımıdır. Ve bin yıldan beri kuca­ ğımda gezdiriyorum..." Hiç kimse bu ateşgiihın ne zaman yapıldığını ve ne zaman harabeye çevrildiğini bilmediği gibi, bu kadının da önceden kim olduğunu, sonra başına ne geldiğini ve ne için bu hale düştüğünü bilmiyordu. Yaşlılar iddia ediyorlardı ki gözlerini açııklanndan beri kocakanyı bu hıilde, bu şekilde görmüşler. Kadınlar aniden kocakan ile karşılaşınca mistik bir korkuya kapılırlardı. Başlanna bir şey geleceğini düşü­ nürlerdi ve yaz sıcağında bile kucağında ateş gezdiren bu kadın, karşısına çıkanlan yıireğini üşütüyordu ... Meclis susup durdu, kimseden ses çıkmıyordu ve Ka­ raca dede geri boylanıp başlan üste duran kocakanya dedi: "Dinle ey mazluma! Gecenin bu vaktinde nereden gel­ diğini, niçin geldiğini ve ne istediğini bilmiyoruz. Madem geldin ve gelip bu sofraya rastladın, gel otur ve bir parça ekmek ye bizimle... " Meclisteki gençlerden biri ayağa kalktı, kocakannın kolundan tuttu, sofra başında kendi yerinde oturttu. Kadın titreyen elleriyle mangalı sinesinden ayınp sofra üstüne koydu, sonra belini doğrulnnaya gücü yennedi ve mangal üstünde ileri geri çalkalanarak, sesi kuyu dibinden geliyor­ muş gibi iniltili bir mınldamaya başladı: "Buna merhamet edin. Buna sahip çıkın ki tükendi kuvvetim, kolum kınldı. Bunun yüzünden oyalandım, bu yüzden de kunla kıyamete kaldım. Ölüm kızımı alıp götür­ dü. Fakat bu, kucağıma sığındı, sağ kaldı." Şehir Hürremileri biliyorlardı ki şimdi onlann susmak­ tan ve kocakannın dervişliğini dinlemekten başka çareleri yoktur. Dağ Hürremileri de görüyordu ki kocakan ne ha­ lette, ne vaziyettedir, fakat her kimse kendini tutamadı ve dedi: 70


"Kimdi kızın, ey bedbaht kadın?" "Bu ateşgihıo büyücüsüydü ve o ulu ateş ki burada yanıyordu, bu gökler altında ondan güzel bir hatun görül­ memişti. Kızıo gözleri yoldaydı. Ak aılı, gümüş oklu, altın yaylı nişanlısını bekliyordu. Yedi bezekçisi vardı ki sıray­ la her gün saçıru tanyorlardı. Biri Çin'den, biri Hint'ten, biri Turan'dan, biri Rum'dan, biri Yemen'den, biri Endü­ lüs 'ten... Bin kadın da bembeyaz giysilerle burada yanan ulu ateşe secde ederdi... Yukanda ateşgiihın her duvarında ömürleri heder olmuş birçok hükümdarın tacı asılmıştı ve aşağıda hükümdarların hatunlan kızım için avlu süpürüp tabak yıkarlardı ... O zaman gün batınca o fil geldi; bir fil ki, Siirhab dağından büyük idi, fakat o delikten ki o fil geçti, sıçan deliğinden küçük idi . .. O fil tekmeledi, o söndürdü ulu ateşi, o fil yıktı. O virane koydu burayı. .. O zaman ben, ulu ateşin külünden bir köz aldım, bu mangala anım. O za­ man kızımın, gece gördüğü rüyaları sabah bir tek mürit bile yorumlayamıyordu..." "Yıldızlar da mı?" diye biri seslendi. "Koca yıldızcı başını alıp çöllere kaçmıştı. Demişti ki, keşke bu yıldız ilmini öğrendiğim gün gökten başıma taş düşeydi, çünkü o şahıs idi ki susuzluktan yanıyordu ve ge­ lip çay kenarında duruyordu. Balıklar ona su verince kor­ kuyordu, balıklardan kaçıyordu ve o inek ki çok şişmandı, derisine sığmıyordu, fakat doğurduğu zayıf buzağıdan süt emiyordu. Ve o şehrin hastalan ki ölüm yatağında can ve­ riyorlardı fakat her gün yataklarından kalkıp şehrin sağlam insanlarına ilaç gölÜJÜyorlardı ve mucize o ki, bin yıldır si­ nesi üstünde ateş gezdiriyordu, yüreği soğuktan donup buz bağlıyordu ..." Birden kocakarı hıçkırdı ama ağlayamadı ve Karaca dede dönerek kanya dedi:

71


"Sakin ol ey mazluma; ağlamak için sende gözyaşı nerde?" "O zaman bana merhamet edin," dedi kocakan "ve buna sahip çıkın. Ecdadınız ulu ateşe tapardl. Buna, kızımı on beş yaşında kurban verdim. Ama bin yıldır buna kuca­ ,

ğımda ninni söylüyorum ...

.

Sonra birden kocakan doğrulunca, başını sağa sola çevirerek meclistekilerin yüzüne bakınca, gözlerinde şaş­ kın şuurunun musibeti öyle dayanılmaz bir ifade aldı ki hiç kimse devam getinnedi. Kimisi gözlerini kaçırdı, kimisi ba­ şını aşağı eğdi ... O zaman ki çok uzayan bir sükürun ağırlı­ ğı altında kımıldanmaya ve başlannı kaldırmaya başladılar. Karıyı artık sofra başında gömıediler ve eğer o teneke man­ galı içinde ölmek üzere olan ateş ile sofra üstünde görme­ seydiler, öyle zannedebilirlerdi ki, kan karanlıktan karan­ lığa giden bir hayalet imiş ki bir an gözlerine görünmüştü, sonra yok olmuşru. Karaca dede ise nefesini bıraktı ve dedi: "Öyle farz edin ki bir rüyaydı, gördük, uyandık... El­ bene ki bırakın harabe kalmış ateşgii.hlan ve yahut sönmüş ocaklan, hana eriyip biten bu mumlann bile manzarası çok kederlidir. Kadim şehirlerin, köylerin harabeliği gibi, kadim sözlerin ve rivayetlerin de harabeliği var. O bedbaht kannın fili ki, Sürhab dağından büyük imiş, amma küçük bir de­ likten çıkıp gelmişmiş, o İskender Rumi idi ki Makedonya adlı ufak bir ülkeden çıkmıştı ve gelmişti Acem ülkesinde­ ki bütün ateşgii.hlan dağıtmıştı ve bütün Şark'ı bulmuşru. Ondan bin yıl sonra da İslam ordulan bu işi tekrar eniler ve şimdi Fars ikliminde sadece köylerde sağ kalan küçük ateşgii.hlarda ateş yanıyor, fakat biz ki Azer Hürremileriyiz, bizim itikadımızda ne puta, ne ateşe, ne haça, ne kıbleye övgü vardır."

72


Thtiyar yine bir an sustu, kocakarının teneke mangalın­ da göz kırpan, ufak ateşe bakan gözleri yol çekti ve sonra başını kaldırdı ve dedi: "Elbene ki e<:dadımız için bu ateş ışık idiyse, bizim için de bu ateş ışıktır ve ışık hakikat idiyse, bizim için de hakikat iyiliktir. Çünkü insan sadece ruhu iyiyse diridir ve ruhu alçaksa, diri iken ölüdür. Bir rivayete göre Tamı ilk insan Adem'i yaratırken önce onun mukavvasmı yahut hey­ kelini balçıktan yoğunnuştu ve o heykeli yüksek bir duvara yaslamıştı ki balçık gün altında biraz kurusun. O zaman İb­ lis meseleyi öğrenip kendi ordusuyla geldi, ille insanın bal­ çık heykeline hayli temaşa eni. Sonra o heykelin burnundan içeri girdi, beynini araştırdı ve içinin bütün köşe bucaklan­ nı gezip dolaştı ve nihayet, yine Adem'in burnundan dışan çıktı ve kendi ordusuna dedi ki, korkmayın, Adem denilen

bu mahlükun içi bomboştur. Ama o zaman ki balçık heykel gün altında kurudu ve Tann , Adem'e ruh verdi, o zaman hemen ilk insanın, Adem'in yüzü aydınlandı, gözlerinde zeka şuası yandı ve o günden beri insan vücudunun gıdası ekınek, insan ruhunun gıdası ışık oldu ... " Vakit geldi, ayağa kallcmalıydılar, şafak vaktiydi, do­ ğan güneşi selamlamalıydılar ve Karaca dede ile beraber bütün meclis ayağa kalktı. Yalnız Çıplak oğlu bir an oyalandı, kımıldamadan ye­ rinde kaldı ve Aras kıyısının meşelerinde pusuda beklediği gece şafak sökülürken avlayacağı o kaplanı, o dehşet verici güzelliği iki adım ötesinde görürken, gözlerinde alevlenen o hayranhk ile o amansız avcı hevesi nasıl birbirine kanş­ mıştıysa, şimdi de Karaca dededen ayıramadığı bakışlann­ da aynı hararetli bir yangın vardı. Babek döndü, Çıplak oğlunun ihtiyara dikilen bakışla­ nru yakaladı, üzerinden bir gölge geçti, kaşlan çatıldı, son-

73


ra birden gülümsedi ve dedi: "Ey Çıplak oğlu, görüyorum Reyhan şarabından çok ağırlaşmışsın, tul elimden, kallc ayağa, herkes ayakladır... " Çıplak oğlu irk.ildi. Babek'e doğru döndü, atmaca göz­ leıinde soğuk bir ışılıı yandı. Lakin Babek elini ona doğru uzalmışıı ve bir gece bir sofra başında ekmek yemişlerdi. Artık birbiıi üstiine kılıç çeken iki düşman ordu içinde bir­ biriyle karşı karşıya gelseler bile, yine de biri diğeıine el kaldıramazdı, çiinkU bütün halklann ve bütün zarnanlann en bozulmaz kanunu idi bu ve Çıplak oğlu, Babek'in elin­ den tutup ayağa fırladı.. .

74


Bu büyük bir kervanın Haftalarca yol gitmesidir. Ve küçük bir oğlanın O kervanı takip etmesidir.

Merv'den yola çıktığı günden beri altı ay doğudan ba­ tıya doğru hareket eden Halife Memun'un kafilesi, kendisi­ ne kader falı açan veziri Saralı şehrinde ve çerez gibi üzü­ mü haddinden fazla seven veliaht Şii imamını Tus şehrinde defnettikten sonra nihayet gelip Rey şehrinden geçmişti. Ve vaktiyle kadim Media'nın şaşaalı payitahtı olan Ekbatan, yahut şimdiki Harnedan'a yaklaşmakta idi. Aynı zamanda hilafetin kuzey uçlan sayılan Azerbay­ can' da ve Aran' da, Ennenia' da ve Curcan' da her biri bir şehir sahibi olan kudretli Arap feodallerinin kervanlan da birbirinin ardınca Şam' dan, yolların aynldığı Zencan' dan geçerek yüzü güneye doğru Hamedan' a t.araf gidiyorlardı ki orada Halife Memun 'u karşılasınlar. Bütün bu Arap tay­ fa ve kabile reisleri ise yüz yıldan fazla idi ki lslarn kılıcı­ nın fethettiği o ülkelerin gasp edilen topraklannda nesilden nesle hüküm sürüyorlardı. Bu feodallerden biri de Tebriz'in sahibi ihtiyar Mu­ hammed bin Rewad idi ki hasta olduğu için bir hafta evvel kardeşi Vecna ile Tebriz'den büyük bir deve kervanı yola çıkarmıştı ve o kervan dün akşam gelip Zencan'a varmıştı ve çarşı yanındaki büyük kervansarayda bir gece dinlen­ mişti ...

75


Sonra sabah olunca çarşı kapısının önünde davul çahn­ mış, kuşlarla yatan şehir kuşlarla birlikte uyanmış, kalaba­ lık akıp çarşı meydanını doldurmuştu. Hafif çekiçler altın· da tok kırmızı bakırdan sızlayan çınlamalar yükselmiş, ağır çekiçler altında boz karamsı demir öfkeyle inlemeye başla­ mıştı. Çarşı kapısı önündeki kocaman bir söğüdün dallan arasına doluşan yaprak sansı serçeler yukanda mahşeri bir çığlık koparmış, aşağıda aynı ağaç altına kovulan bir grup dilenci çocuğun feryadı bütün bu seslere karıştığı zaman Tebriz kervanı kervansaraydan çıkmıştı ve güneye doğru giderek Hamedan yolunda gözden kaybolmuştu... ... Bu yıl hilafetin birçok eyaletlerinde yine kıllık ve açlık yaşanıyordu. Dağ köylerinden akıp şehirlere dilenme· ye gelen oğlan çocuklannın sayısı her gün biraz daha artı· yordu. Zencan ise yollann aynldığı yer olduğu için köyler­ den akıp gelen o çocuklann çoğu burada kaldığından çarşı esnafı her gün olduğu gibi bugün de pazar girişindeki koca söğüt ağacı altında bu çocukların durmasına izin vermemiş­ lerdi. Ve yine her gün olduğu gibi bir saat sonra giysile· rinden cinlerin ürktüğü bu cin topluluğu bir kitle halinde hareket ederek çarşı kapısına hücum etmiş, esnafı kenara atıp içeri doluşmuş ve içeride hemen semizotu tohumu gibi dağılarak bütün çarşıya serpilmişlerdi. Şimdi bu kaygan civa damlaları ta akşama kadar çarşının kazanında kayna· yacaklardı. Lakin dilenci çocukların çarşı kapısına bugünkü sal· dırısı zamanı yalnız tek bir çocuk yerinden kımıldamamış, söğüt ağacı altında kervansaraydan çıkan Tebriz kervanının arkasınca bakakalmışlı. Çünkü çocuk o kervanbaşındaki azman erkek deve üstünde sallanan kara sankh, kara abalı, kalın çatma kaşlı, sert bakışlı kişiyi tanımıştı. Tanıdığı za. man, yüreğini ezen ve yaşına merhamet etmeyen amansız

76


bir hissin şiddetinden nefesi boğazına tıkanmış, gözleri ka­ rarmıştı. Şimdi o kervan uzaklaştıkça çocuğun içi içini yiyordu ve ne yapacağım bilemiyordu. Nihayet kendine gelmişti ve göz bebeklerinin deri­ ninde o katiyetin soğtık ışığı alevlenmişti, yerinden kopup pazara dalmıştı, kalabalığın kargaşası içinden yılan gibi zikzaklarla sürünerek gelip kasaplar sırasına çıkmışıı ve ilk dükkiinın önündeki yuvarlak kütük üstüne konulmuş bıçak­ lardan birini kaparak kaçmıştı. Elbette ki hemen ardından kulak.Jannı tırmalayan lanet, sövüş ve ayak sesi işitmişti. Ve ne kadar tehlikeli bir işe el attığını iyi bildiği için bir kanadı korku, bir kanadı dehşet ile uçup aradan çıkmıştı, çünkü yakalansaydı en hafif cezası şu olacaktı ki çaldığı o bıçakla kulaklarından biri yansından kesilecekti... Sonra o tıknefes kendisini çarşı kapısından dışarı atar­ ken, her gün burada kapı kanadı altında tuzlu suda haşlan­ mış mısır satan yeni yetme bir oğlan hayretle arkadan ona seslenmişti ki: "Bar.;is, nereye? Ban:is, dur!" Ama o artık duramazdı, duramamıştı ve doğrudan Zen­ can çayı boyu ile uzanan kervan yoluna doğru kaçmıştı ve gelip çay kenarına çıkmıştı. İleride uzaklaşıp giden kervanı görüp nefesini toplamıştı ve arakladığı bıçağı da burada sol böğründen asılmış küçük torbasına atıp gizlemişti. Bir hafta kadardı, Bozkuş dağlarından bu şehre gelmiş­ ti ve dilenci çocuklara katılıp dilenmeye başlamıştı. Başla­ mıştı ama becerememişti. Sabah çarşının açılmasıyla bir­ likte akşam kapanana kadar yalvarmak, sızlamak gerekirdi. Yorulmamak için sesini belli bir ahenge uydurmalıydı. İnilti ve sızlarnalardan nağme oluşturan bir avazla dilenmeliydi. Eli yüz defa eteklere uzanmalı ve yüz defa reddedilmeliydi

77


ki yüz birinci defa belki şansı tutaydı. Ve o zaman, o fakire sadaka verilecekti, avucunda hiç olmasa kara bir pul gö­ recekti ve hemen şatırlar sU"asına kaçacaktı. Kokusu bütün dünyanın kokularından, dağ başındaki çiçeklerin, dereler­ deki güllerin kokusundan daha cazibeli olan, yüzü yumwta sarısıyla sıvalı. haşhaş tanecikleriyle nakışlı o nazik, uzunca san buğday ekmeğinden biri nihayet ömriinde ilk defa ona da nasip olacaktı . Bu zamana kadar bütün gününün neva­ lesi olarak kestiği, öpniğü, gözü üste koyduğu ve yüz defa Tann'ya şükrettiği bir lokma kara arpa ekmeğinden veya çavdar ekmeğinden başka bir şey olmamıştı... Fakat işte ilk günden beri susup kenarda durduğu ve yanından geçen bir kimsenin eteğine el uzatmadığı ve du­ daklannı birbirine kilitleyerek bir defa bile olsun sızlanma­ dığı için bu acayip davranış, çarşı kapısının kanadı altında mısır satan ve bütün günü "Mısırım bal gibi kavrulmuş, yolda gelmiş yorulmuş. " tekerlemesiyle müşteri çağıran on

iki yaşında bir oğlanın, Turgay'ın gözünden kaçmamıştı. Akşam çarşı kapandığında Turgay ona yanaşmış, satılma­ yıp büyük torbasının dibinde kalan üç dön bayat mısırdan birini Barsis'e uzatmıştı ve demişti: "Tut! Sadaka venniyorum, borç veriyorum ve bil ki borçlu borçlunun sağlığını ister." Böylelikle sonraki günlerde Turgay her sabah Barsis'e bir tane sıcak ve her akşam bir tane bayat mısır uzatarak aynı sözleri tekrar etmişti: ..Isır, sadaka venniyorum, borç veriyorum ve bil ki borçlu borçlunun sağlığını ister." Şimdi Barsis başını alıp o büyük kervanın ardından gi­ derken arkada kalan şehirden bıçak arakladığını ve şehirde­ ki bir oğlana on üç mısınn değeri miktannda ağır bir borcun altında kaldığını düşünürken derinden nefesini bıraktı ...

78


2 Büyük kervan yol boyunca uzanıp açılmıştı. Kervan oğlanlarından her biri kendi katan yanında adımlıyordu. Yegane atlı kervanbaşı idi ki ala atını kiih ileri kiih geri sü­ rüyordu. Kara bir yılan gibi sağ bileğinden asılmış kam­ çısına kurban anyordu. Kervan önünde ise yulannı ihtiyar bir kervancı başının çektiği çift hörgüçlü deve üstünde kara sanklı, kara abalı, kalın çatık kaşlı, bir adam sallanıyordu. ... Şimdi gün doğuyordu, karşısında küçük bir oğlanın büyük bir kervanın ardınca yol gittiğini göıiiyordu, gün ba­ tıyordu, arkasında yine aynı oğlanın kervan ardınca geldiği­ ni göıiiyordu ve bu günler dördüncü iklim ülkesi Azerbay­ can' da yazın ilk günleriydi. Üç gün evvel Bozkuş dağların­ dan gelip Zencan'da dilenci çocuklara katılan, Barsis'in de gözleri bütün kafile içinde o kara sanl<lı, kara abalı, kalın çatık kaşlı, dolgun adamdan başka kimseyi görmemişti, ba­ kışları yalnız ona takılıp kalmıştı. Bu adam ise Emevi halifeleri devrinde Yemen'den göçüp Azerbaycan'da mesken nıtan Ezd kabilesinin reisi Vecna bin Revvad idi ki ecdatlarının sahiplendiği topraklar Urmiya gölünden Bezzeyn dağlannın eteklerine kadar uza­ nırdı ve şimdi bütün şehir IX. asnn Tebriz'i çevresindeki bütün üzüm bağlanyla birlikte onun mülkü ve malikiinesiy­ di. O zaman ki kervan gözden yok olmuşnı, Barsis de nefes nefese kaçıp çarşıdan çıkmıştı ve ardından Turgay'ın bağır­ tısını işitmişti ki, dursun. Ama duramamıştı, cevap venneye fırsat bulamamıştı, çünkü yalın ayak, başı açık büyük bir kervanı takip etmek için koştururken, kendisi burada, çarşı içinde takip edilmeye başlanmıştı ... Bu günlerde o çok aç kalıyordu, susuzluktan dili ağ-

79


zında yanıyordu, uykusuzluktan gözlerine kan sağılıyor­ du fakat durmuyordu, geri dönmüyordu. Çünkü yüreğinin hükmünü yerine getinneye, sinesinde yanan kısas ateşini söndürmeye gidiyordu ve u�ıyordu ki kervandakilerden kimse onu gönnesin ve sormasın ki be çocuk kimsin, neci­

sin, ne kaybettin de b11 yollarda, ne arıyorsun... Ama her defa arkasında at nallarının takırtısını duyar­ ken ürperiyordu, bütiin vücudu tir tir titriyordu, kaçıp yol­ dan çıkıyordu, dağa taşa tırmanıyordu. Kadim kabristanlara giriyordu, kuru dallanndan yüzlerce bez asılmış dilek ağaç­ lan arkasına gizleniyordu, kendisini nereye rastlarsa -çu­ kura, hendeğe- atıyordu. Çünkü her defa ona öyle geliyor­ du ki arkadan onu yakalayan Zencan çarşısındaki kasaptır, mızraklı çarşı esnafıyla at sürüp onun peşinden geliyor ve o bıçağı ki o kasabın dükkanından araklamıştı, şimdi yakala­ yıp onun elinden alacaklar, onu da at önünde götürecekler. Yahut bileklerini birbirine bağlayacaklar, boynuna ip geçi­ recekler ve sürükleyerek arkalannca götürecekler. Hayır! Teslim olmayacaktı! Bıçağın sapını dikine yere saplayacaktı. Kendisini yüzüstü o bıçağın üstüne atacaktı fakat ne bıçağı verecekti, ne bu yoldan geri dönecekti ... Kervan ise geceleri de yol gidiyordu ve yalnız ay batıp yollar karardığında, Vecna bin Revvad kervanın durması­ na emrediyordu. Bu zaman kervan gençleri derhal develeri yatınyordu. Sonra kemerlerinden astıklan meşin kesecik­ lerden çakmak taşı ve kav çıkanp ateş yakıyorlardı. Yol tor­ balanndaki nız kanştınlmış arpa unundan hamur yoğurup yuvarlak hamurlan ocaklann közüne bastınyor, az pişmiş bu hamurlan ağızlannı haşlayarak sıcağı sıcağına yiyor (soğuyunca bu hamurlar diş geçmez, bıçak kesmez olurdu) ve biraz ewel açıp yere ytğdıklan, yüklerin yanında yere serilip yatıyorlardı.

80


Vecna bin Rewad'ıo kapı hizmetçilerinden iki kanı kul ise sesleri çıkmayan iki kanı gölge idi ki kervan durdu­ ğunda derhal ağalan için çadır kuruyor, çadır önünde ocak yakıyor ve göz açıp kapayana kadar bal kanştınlmış nişas­ tadan akşam yemeği hazır ediyordu. Sonra Vecna kendi ça­ dınnda kınnızı nakışlı Aran kilimi iistiinde yatmaya gidin­ ce abalarına büriiniip çadınn girişinde başlannı yere koyup döşedikleri yerde taş gibi düşüp kalıyorlardı... Bu anlarda kervan karargôlıııd ı a ses seda kesiliyor; bir­ biri ardınca sönen ocakların gözleri kararıyor ve karargiibta yalnız develer bütün geceyi çenelerini oynatarak geviş ge­ tiriyorlardı. Yaz gecesi çok çabuk bitiyor, insanlar elini yüzünü yıkamaya fırsat bulamadan gümüş panllılar içinde yatan tan yıldızı altında gök eğrisi seslenmeye başlıyor, ihtiyar kervanbaşırun kalın ve hınlblı sesi kervan gençlerini uyan­ dınyordu. Herkes sıçrayıp ayağa kalkıyor, develer yeniden yükleniyor ve büyük kervan karşıdan, Hamedan iistünde yükselen Elvend dağının karlı zirvesinden kopup gelen so­ ğuk esintilere dönerek son menzile doğru hareket ediyordu. Bütün bunlara Barsis gündüzleri çok uzaktan, akşam­ lan ise konaklanan yere yaklaşarak, bir çalı veya dik bir kaya arkasında durup dikkatle bakıyor ve gözlerini Vecna için kurulan kara çadırdan çekmiyordu. Ta o vakte kadar ki uyku birden bilincini elinden alıyordu. başı düşüp, toprak iistünde hareketsiz kalıyordu. Sonra kervan yola çıkınca uykudan uyanıyordu. Ker­ vanın sonundaki zayıf devenin boynunda asılı çıngırağın sesi duyulmaz olunca, konaklanan yerde sönmüş ocakların yanına geliyordu. Çöple ocakların külünü eşeliyordu, eğer bir ekmek kınntıst yahut yere dökülmüş yoğun ve peynir parçası bulursa, aceleyle ağzına atıyordu ve yine başını alıp

81


kervanın peşinden gidiyordu. Dünden beri aysız, karanlık geceler başladığı için ker­ van artık geceleri yol gitmiyordu. Hava karanr kararmaz duruyordu ve şimdi kervan gençleri grup grup oturdukları ocaklar başında daha çok oyalanıyor, daha çok sohbet edi­ yor yahut koca kervancının anlattığı rivayetleri dinliyorlar­ dı... Nihayet bu dumanlı ve karanlık gecelerin birinde kü­ çük bir oğlanın büyük bir kervanı takip ettiğinden sanki herkesten evvel dağın taşın kurdu kuşu haber aldı ve bu an­ laşılmaz hadise önce onlann içine velvele saldı. Yakınlar· da bir yaban domuzu horuldadı, yukanda tepe üstünde bir kurt uludu, aşağıda dere dibinde çakallar ağlaştı, çalılıklar arasında tilkiler ciyakladı ve Barsis ürperdi, kervan karar· giihına doğru süründü. Tabiat onu yalnızlığın girdabından insanlara doğru sürükledi ve o her defa ot içinden, bumu ucundan pırtlayıp dimdik yukarıya, göğe ilişen ufacık kuş­ lann kesik çığırtılanndan ürpererek o kadar ileri geldi ki en kenardaki ocağın ışığında kervan oğlanlanndan birkaçının yüzünü çok yakından gördü ve durdu... .. Yolun uzunluğu herkesi bıktırmıştı, dağı taşı du­ man bürümüştü ve bütün dünya bu alaca karanlıktan ötede, çok uzaklarda bir ocak başında oturan kervan gençlerinden Turaç oğlu Rövşcn boynunu uzatmıştı, başını geri atmış­ tı, bir an yıldızlara bakmıştı, sonra gözlerini kapamıştı. Ve o zaman "ak yüzlüsü, ela gözlüsü" gelip gözleri karşısın­ da durmuştu, yüreğinden taşan kederi feryada dönüp göğe yükselmişti:

Kurbanın olduğum bu/ağın yolu Gidende boş gider, gelende dolu.

82


Ter meme üstünde menekşe kolu Dersem Oldüriirler. dermesem öl/em! Sonra ser.;eri hayali, türküsünün ardından gibnişti. Yo­ kuşlar aşmıştı, dağlara tınnanmıştı. Gök eğrisi kat kat göz­ leri karşısında açılmıştı ve gelmişti doğma el obasının aşağı eteğindeki "Aynlık çeşmesi"ne ulaşmıştı. El oba gurbete gidenlerden o çeşme başında aynlırdı ve kızlar, kadınlar uzak yola gidenlerin arkasından o çeşmeden su atard1. .. Eğilmişti, o soğuk yıldızlı sudan avuçlamıştı ki birden sıçradı, her iki eliyle başını tunu. Kervanbaşı idi bu, nihayet ki kamçısı arayıp kurbanını bulmuştu ve İbni Minge sözleri boğazında kaynatarak di­ yordu: "Anı olsun bu göklere ve bu gece orda zahir olan yıl­ dızlara ki adınız Müslümandır sizin, yüreğiniz kifirdir. Ge­ cenin bu çağında ki ağamız orda kendi çadınnda sabahtan namazını kılıyor ve gökten yere inen ak melekler Hak'tan mümin kullarına selam getiriyor. Fakat siz burada ulaşıp kara küfür dolu türküler çığınyor.;unuz, kanınız yüz defa helaldir sizin, ne yazık ki akııan yoktur... Kervanbaşı yine türkü söyleyen gence vunnak istiyor­ du ki ihtiyar deveci dedi: "Sakin ol, ya İbni Minge! Gençtir, içinden gelmiştir... Şimdi gidip ağamızdan rica ederim ki suçunu bağışlasın!" "Otur yerine ihtiyar, çellik gerek dövülsün ki pirinç ol­ sun ve sizin lisanınızda en fasih kelam budur benim için! .. " Sonra kervanbaşı dilciliğe dair mülahazasını kamçısı­ nın yeni darbesiyle tamamlamak istiyordu ki Babek yerin­ den kıpırdadı, keskin bir hareketle başını kaldırdı, uzattı sol kolunu türkü söyleyen gencin omuzundan aşırdı ve dedi: "Sakin ol denildi sana, ya lbni Minge ve bil ki daha

83


meşhur bir kelam sizin dilinizdedir! Merhamet et ki sana da

merhamet etsinler. .. " Kervanbaşı duraksadı, aşağıdan yukanya doğrudan onun gözünün içine bakan bu kafir bir defa bile olsa göz­ lerini kııpmamıştı ve bu adam ki kervan oğlanlan içinde yegane eğri dinli bir ehli lanet idi. Şimdi o Peygamberin kelamını ona, İbni Minge'ye hatırlatmıştı, aynı zamanda bu cüretk§r kolunu türkü söyleyen oğlanın omuzundan aşır­ mıştı ve kendisini kasten kamçının darbesi altına vermiş­ ti ki bu anık

İboi Minge'ye meydan okumakla eş değerdi.

İbni Minge bir an şaşırdı, sonra sağ elinin yanına düştüğünü görürken içi içini yedi ve yılan gibi fısıldadı: "Hey sen! Unutma, küpe olup kulağından asılsın ki bu İslam memleketinde iki Müslüman birbirinin boğazını koparsa da, kenardan hiçbir kafırin bu işe kanşmaya hakkı yoktur." Kervanbaşı döndü, karanlığa gitti. Sonra, sönmüş ocak başında koca deveciyle Babek'teo başka kimse kalmamıştı, ihtiyar iç çekti ve dedi: "Canın canımdan, kanın kanımdandır, ey Babek! Her defa yüreğimin başına ateş düşüyor o kara yılan sana kafir diyende... Zaman geldi oğul, vade tamamlandı, sen de iman getir o yüce varlığa ki rahman odur, rahmi var, sabır odur, sabn var ve kemal onundur, noksan bizimdir... " Babek konuşmadı. Yüzü sanki taşa dönmüştü, biraz evvel dalgın ve gölgeli olan gözlerinde şimdi her ne ise so­ ğuk bir ışıltının amansızlığı vardı ... İhıiyar dizlerini kucakladı, başını dizleri üste eğdi. Çoktandır hissediyordu ki bazen günlerce susan bu çocu­ ğun yüreğini her ne ise amansız bir keder parçalıyor ve şim­ di yine o hususta düşündü ki kendisiyle kavgaya çok erken başlayan adamın vay haline!

84


J Nasıl ki o dumanlı ve karanlık geeede, dağın taşın kur­ du kuşu küçük bir oğlanın büyük bir kervanı takip ettiği­ ni, gündüzleri kendisini kervan insanlarına göstermediğini, geceleri kervan karargiihına yaklaşırken ay bile durduğunu görürken, bu anlaşılmaz hadiseden telaşa düşüp bağırmıştı. Şimdi de bütün kervan küçük bir karartt tarafından takip edildiği hissine kapılınca, bu hadisenin anlaşılmazlığı ker­ vanda herkesi rahatsız etmeye başlamıştı... Kervan uzun yolunu yanladığında ve Hamedan yayla­ sına az kaldığında kervan insanlarından bazılannın gündüz­ leri çok uzakta, diğerlerinin akşam alaca karanlığında çok yakında gördükleri o karartının, küçük bir çocuğun karanısı olduğu hususunda kimsede şüphe kalmamıştı. Herkesi de en çok hayrete düşüren bu olmuştu, çünkü kervan kılavuzu koca deveci bu taraflarda hiçbir köy, oba veya yol üstü ker­ vansaray olmadığını önceden haber vermişti. Bu yüzden­ dir ki küçük karanı hakkında başlayan konuşmalar gittikçe dallanıp budaklandı, birbirine zıt tahminlere yol açtı. Hatta enesi gün yine çok uzakta o karartı görününce (bazılannın boynu eğri kalmıştı, sık sık dönüp geriye bakmaktan) ker­ van gençlerinden ikisi döndü, geriye gitti. Karanınm gö­ ründüğü yere geldiler, orada çalı çırpılann arasına baktılar ve yine orada tepesi bir kayanın dibindeki taş tepecikleri­ nin etrafını aradılar fakat hiç kimseye rastlamadılar ve geri döndüler. Sonra aynı günün akşamı aynı küçük karartı kervan karargahının çok yakınında görünüp yok olunca ocak ba­ şında başlayan çok heyecanlı bir müzakerenin neticesi şu oldu ki cindir o karartı, ifıitedir ve o kervanın başında ne

8S


ise bir bela var... Böylelikle en vahşi hurafelerin esir olduğu bir devirde, bu zavallı karanlık gecelerde, etraftaki dağların kulakları çınlatan bu amansız sessizliği içinde, küçük bir karartının doğurduğu korku büyük bir kervanı koyu bir duman gibi sanp içine aldı. Diğer taraftan ilci gündür, Vecna bin Rewad başka bir telaş içindeydi ve kervan sahibinin bu telaşı boş değildi. Çünkü dünden beri yolun o bölümü başlanmıştı ki, dile "ne­ nem vay" yokuşları kervanı sık sık dağ tepelerine çıkarıyor­ du, sonra yüzü aşağı kovuyor, dar geçitlerin dibinde hey­ betli kayalar arasına tıkıyordu. Bütün bu dağ dereler yüz­ yıllardan beri amansız dağ eşkıyalannın yatağı idi. Kervan gençlerinden birçoğunun kuşaklan altında keskin kamalar vardı. Diğerleri sapı ortadan olan iki uçlu küçük hançer­ lere sahipti. Vecna bin Rewad ile kervanbaşınm da kara abaları altında oluklu Yemen kılıçlan vardı. Lakin bunun karşılığında bu yerlerdeki dağ eşkıyalarının da sapı bilek kalınlığındaki kargıdan demir uçlu uzun mızrakları vardı ki kollarını haddinden fazla uzun ederdi. Aynca ustaca attık­ lan kementleri vardı ki karşısındaki dev olsa bile bir anda kollannı bedenine perçinlerdi. Ve bütün bunlardan daha korkunç silahlan şuydu ki döktükleri kanın günahını üzer­ lerinden atıyorlardı: "Biz öldürmedik, biz sadece vurduk, Allah öldürdü. " Bu inanca göre insana can veren ve insanın canını alan yalnız Tann idi. Tanrı 'nın iradesi olmadan kim­ senin başından bir saç bile eksilmezdi ve şimdiki hal hikaye şöyle idi ki öldüren ne kadar öldürseydi, hepsinin ölümünü gökteki Tann'nın adına yazacaktı. Bu ise lslarn'dan kopan çeşitli tarikatlardan biri olan "Cebriye" tarikatına mahsus idi ki bu inancın dibinden ve derininden bir kabir karanlığı başkaldınyordu...

86


... Vecna bin Revvad ikindi namazını kılıp çadınndan çıkn. Konaklama yerinde ocaklar erkenden söndürülmüştü fakat kervan gençleri hilen külü sıcak olan ocakların ba­ şından kalkmamışlardı ve sağda solda grup grup oturduk­ ları yerlerden mınltılan geliyordu. Vecna karanlıkta sessiz adımlarla bu gruplardan birine yaklaştı. Amma kendisini göstermek istemedi. Durdu, dinledi. "... Sapanı hazırladım," diyordu kervan gençlerinden biri, "eğer o karartı bir daha gözüme ilişirse taşı basaca­ ğım, çünkü cine, şeytana taş atmak sevaptır, İbrahim Halil Peygamberin kendisi taş atıp şeytanın bir göıünü çıkarmadı nu?" Vecna seslerinden tanıyordu bütün kervan gençlerini. Bu, Merendli gencin sesiydi. "Otur oturduğun yerde," dedi ikinci ses, "belki de kim­ sesiz, yetim bir çocuktur ve o kadar zulüm görmüş, o kadar dövülüp sövülmüş, kapılardan kovulmuş ki şimdi dağın ıa­ şın kurdundan kuşundan korkmuyor fakat bize, insana yak­ laşmaya korkuyor." Vecna bu sesi de tanıdı, Bilalabadlı Babek'in sesiydi; o kara, sessiz delikanlının ki henüz yeni yetme iken yazı du­ manlı, kışı tipili Bezzeyn dağlan eteğinden Tebriz'e gelmiş ve İbni Revvadlann ticaret kervanlarında katırcılığa başla­ mıştı. Merendli oğlan rahat durmadı: "Yetim bir çocuk mudur diyorsun? Acaba bir haftadır ne yiyip ne içiyor o kimsesiz çocuk?" "Yol kenarındaki böğürtlen çalıları ... Dağ yamaçların­ da kuzukulağı, kuş üzümü... Ve arada bir bizim ocakların etrafında kalan ekmek kınntıları, ovalanmış yoğurtları ..." Elbette ki bu ikinci sesin dedikleri daba çok akla yat­ kındı. Vecna kendisi de kervanı takip eden o küçük kanır-

87


tı hakkındaki cin şeytan sözlerine ilk günden beri hiç bir önem vennemişti, lakin şimdi nedense ikinci sesin o sırlı karartıya arka çıkması hoşuna gitmedi ve dönüp çadırındaki kınnızı nakışlı Aran kilimi üstünde yatmaya gitti... Biraz sonra artık herkes dağılmıştı, herkes kendi kata­ rından açıp yere döktüğü yük yığını yanında yatmaya git­ mişti. Koca deveci de o ipini çektiği devesinin böğründe uyukluyordu ve şimdi sönmüş bir ocak başında yalnızca bir karartı kalmıştı ki o da Babek idi. Kendi kendine hayret ediyordu. Eğer gittikçe kervanda telaş artıyorduysa, gerçekleşecek bir hadisenin yüreğe sızan ön duygusu insanlan şüpheye düşürmüşse ve buna kervanı takip eden bir çocuğun karartısı sebep olmuşsa, o karartıda sırlı ve uğursuz hiçbir şey görmeyen o, şimdi gittikçe yüre­ ğini ezen tutkun bir telaş hissinden kurtulamıyordu. Kimdi o çocuk? Niçin büyük bir kervanı takip ediyordu? Niçin aç­ lığa, susuzluğa, geceleri dağların soğuğuna, gündüzleri ge­ çitler dibindeki boğuntuya, tek sözle bu uzun yolun azabına katlanarak kervanı kaybetmek istemiyordu? Aynı zamanda hissediyordu ki kendisini halden hale sokan bütün bu so­ ruların cevapsız kalması değil, her ne ise başka bir şey ki bunu kendisi de izah edemiyordu. Çocuğa acıyor muydu? Elbette ki bu da vardı, fakat yüreğinden asılan bu ağırlık başka bir şeyin, ne ise anlaşılmaz ve belirsiz bir intizarın heyecanı ile katlanılmazdı. Usanmış bir halde ayağa kalktı ve Merendli gencin taşlamak istediği yere doğru gitti. Karanlıkta dikkatli ve keskin adımlarla ilerledi. Zayıf bir varlığı korkutmamak için ılgınlığa girmedi, yere dökülmüş ılgın dallarına basıp takırdatacaktı ve eğer çocuk gerçekten de burada gizlen­ mişse kalkıp kaçabilir, karanlıkta düşüp kolunu kaburgasını kırardı. Bekleyip durdu, sonra oturdu ve sırtüstü ot üzerine


uzandı. Göklerin titn:k ışıklı yakın ve iri yıldızlanna baktı ve anık ne yapacağını bilmiyordu. Ani bir hisse kapılarak kalkıp buraya geldiğine pişman oldu. Ama anık gelmişti, bir şeyler yapmalıydı ve emindi ki çocuk burada, çok ya­ kınındadır, nefesini tutup dunnuş, bir ayağını kaçacak gibi koyarak yay gibi gerilmiştir. Hayır, çocuğu bu tür gergin vaziyette ıuımak bile fazlaydı. Şimdi geldiği gibi kalkıp gidemezdi. Sesini çıkarmalıydı, burada pusuda durduğunu belli eımeliydi. Ya kendisine ya bu geceye ya o çocuğa bir söz söylemeliydi. Düşündü ki insanın kendisine dediği söz­ ler hiçbir zaman bitmiyor, amma bu oyuna başlanmışken tamamlamalıydı ve gözleri uzak yıldızlara, hayalen çocuğa çevrilip dedi: "Dinle, çocuk... Bu kadar azaba ki günlerdir kaılanı­ yorsun. Aç susuz yol geliyorsun, geceler kurt gibi dağda taşta tek kalıyorsun. Demek sen, kendi analan için kınalı kuzu olan çocuklardan değilsin ... Yok, eğer sen kımsesiz, yetim bir çocuksan, dövülüp, sövülüp bütün kapılardan ko­ vulmuşsan ... Ve şimdi kimseye yaklaşmak istemiyorsan. .. O zaman nasıl ki bir kurt yavrusu anasından zulüm görüp zalim olur..." Durdu, nefesini topladı ve derhal onu saran bu gurbet dağlannın amansız sessizliği tokmak vurulmuş bir bakır gibi kulaklannda çınladı ve başladığı bu oyunu elinde ol­ madan olarak devam ettirdi: "Demin ki dedim, kurt yavrusu anasından zulüm gö­ rüp zalim olur, o zaman dinle, rivayeti şudur... Ne zaman ki kurt yavruları büyür, ete cana gelir, sımaşırlar analanna ve gittikçe oynaşmak hevesleri artar... Böyle günlerin bir ak­ şamında ana kurt, körpe yavrulannı peşine salıp bütün gece yürür, ta o vakte kadar ki küçükleri halden düşer, nefesleri kararu, yürümeye takatleri kalmaz. O anda ana kurt durur,

89


güya merhamet eder, halden düşmüş küçükler ise ayakta duramaz, birbirinin ardınca yere serilir, taş gibi düşüp hare­ ketsiz kalırlar ve gözlerini yummaya fırsat bulamadan derin bir uykuya dalarlar ki öldüklerini veya sağ kaldıklannı bi­ lemezsin ... Sonra gözlerini açıp göıiirler ki çölün ortasında tek kalmışlardır, ne analan var başJan üste, ne bir in cin var bu vaveyla çölünde ... Sonrasını kendin düşün ki ne gelir onlana başına; her gün korku ve anasızlık, her gün açlık ve susuzluk, sıçandan yahut kertenkeleden başka henüz hiçbir canlıyı yakalamaya güçleri yok... Ve güya bu minval ile öz analarından bu kadar zulüm gördükleri için, sonra o kurt yavrulan büyüdükçe ve her gün ölüp ölümden döndiikçe merhamet nedir bilmezler ve ne kadar kan içerlerse doy­ mazlar.'' Durdu, yine nefesini topladı ve bir an ona öyle geldi ki her ne ise bir şeyler işini ve sarıki oldukça yakında çocuk iç çekti. Yalnız bu kadar. .. Sonra ağır ve inatçı birsükiit !.. Hasbihal fayda etmemişti. Uzattığı el havada kalmıştı veya taşa rast gelmişti.

4 Ertesi gün, akşama doğru "nenem vay" yokuşlanndan biri başlayınca Vecna yine kendi devesinden inip yayan ola­ rak kervanın peşinden gidiyordu, ağasının ardınca adımla­ yan kervanbaşı da ala atını yedeğine almıştı. Yorgun kervan nihayet dik yokuşu çıkıp dağın yuka­ n kuşağındaki sarp kayalann eteğinde yontulmuş taşlık ve ensiz yola girdi. Ve burada birbiri ardınca ağır ağır adımla­ yan develer sırtlanndaki yüklerle kayalann duvarlannı silip süpünneye başladılar. Çünkü yolun sağ tarafıyla derin bir

90


uçurum uzanıp gidiyordu ve bu uçurumun dibinde çalkala­ nan kaynar akımlı Sağ çayı, geçidin sıradaki boğumundan kurtulup çıktığı için yatağında kah sağını kemirip sola dalı­ yordu, k8lı solunu kemirip sağa dalıyordu. Bu öfkeli sulann iniltisi yukarıdan geçen kervanlan her zaman korkuya dü­ şürüyordu ve gittikçe daha fazla sıkıştınp neredeyse kaya­ lara yapıştınyordu. Kervan artık yolun yansını geçmişti ve şimdi ileride görünen dağ dirseğinden sola doğru kıvnlınca daha geniş dolaylar başlayacaktı. O anda kervanın önünde giden koca deveci döndü, yu­ larını çektiği devesini sakinleştirdi, hemen arkadan gelen develer birbirine dayandı ve bir an sonra bütün kervan sert kayaların dik duvarına işleruniş kabartma nakışlar gibi kı­ mıldamadan döndü, yerinde hareketsiz kaldı. Koca deveci ise taşlı yolun ortasına eğildi, sağ kulağını yere koydu, bir müddet taşlı yolu dinledi. Sonra telaş için­ de ayağa kalktı ve kervanın yanıyla geri dönüp geldi, nefes nefese Vecna'nın huzurunda dwdu. "Karşıdan büyük

bir

kafile geliyor ya Vecna'" dedi.

"Belli ki atlan, katırları vesair yük hayvanları var ve bu tahta ki dolaylann en dar yeridir, burada iki kervan karşıla­ şınca her zaman kıyamet kopmuş, felaket başlamış, şimdi onlar bizi, biz onları sıkıştınrsak, öyle bir musibet başlaya­

cak ki Tann hiçbir kuluna göstermesin." Vecna sordu: "Teklifin nedir ihtiyar?" "Henüz geç olmadan, bu lbni Minge atını sürüp o kafi­ leyi dwdwsun, ta ki kervan dağ dirseğini aşıp yukarı açık­ lığa çıkana kadar."

Vecna döndü, arkasında dwan kervanbaşına atına bin­ mesini emretti. İbni Minge direndi:

9t


"Ya Vecna. benim canım cehenneme, bu ata yazıktır... " Vecna'nın kaşlan çauldı ve kervanbaşı hemen ilave etti: "Bu hayvan bir çift kanat takmadıkça onu kervarun böğründen ileri geçirmek mümkün değil ... " Vecna hakaretle lbni Minge'den yüz çevirdi: "Çağınn, o Bilalabadlı oğlan buraya gelsin." Çağırdılar, bu defa Babek gelip kervan sahibinin huzurunda durdu. Vecna dedi: "Atı sen geçireceksin kervan önüne, sonra bu şahıs pe� şinden koşup geldiğinde gemini atarsın üstüne ... " Sonra Vecna yine İbni Minge'ye doğru döndü: "Git bak bakalım karşıdan gelen kimlerdir, anlat ki bi­ raz dursunlar, oyalanma, tez cevap getir bana!" İbni Minge yutkundu yine, bir şeyler demek istedi, Ve­ cna gözünü ağarttı: ..Tamam! Tut üzengiyi, oğlan binsin!" "İbni Minge kulaklanna inanamadı, kervanbaşı olduğu bir kervanda bir delikanlının üzengisini nıtmak onun için çok ağır ve dayanılmaz bir cezaydı. Fakat Vecna'nın ölkeli bakışlan altında atın başına dolaşıp sağına geçmeye fırsat bulamadan Babek sıçradı atın üstüne ve bu adamın onun karşısında rezil olmasına izin vermedi ... Sonra o, kervanın sağında kalan ve uçurum kenanyla uzanıp giden taşlık yolun çok ensiz şeridine bir göz gez­ dirdi. Şimdi eğer öyle ilk adımda atın gözü korksaydı, bir defa direnip dursaydı, sonra felek kendisi gelse de yine de o atı ileri süremezdi yahut atı yedeğine alıp peşinden çekmek isteseydi, kolu pehlivan kolu olsaydı bile, yine de atı yerin­ den kımıldaıamazdı! Atı çevirip arkaya sürdü, bir mikıar kervandan uzak­ laştı, sonra birden keskin bir hareketle atın başını geri çe­ virdi ve alı ileriye sıçrattı. Ala at hemen üstündekinin kati-

92


yetini hissetti, hissetmeyi bırak, aynı zamanda bu katiyete karşı duyduğu itimat duygusuyla korkuya kapılmaya fırsat bulamadı. En zoru ise korkunç çığıra sıçramaktı, sonra mahvolmamak için kanat takılacaksa, atın kendisi takacak­ tı, yerden kopup uçulacaksa atın kendisi uçacaktı. Çığıra ilk sıçrayış gerçekleşti. Kervan gençleri dörtna­ la üzerlerine gelen ve sanki her nefesinde bir ölüm üstün­ den sıçrayan Kaşka atın önünden kaçıp develerin kannlan altına sindiler ve kervanda bir dakikalığına herkes nefesini yuttu. Yalnız develer korkunç temaşaya lakayt kaldılar ve hiçbiri başını çevirip ne yanlanndan boğanak gibi geçen ve her sıçrayışta arka ayaklanyla dipsiz bir uçurumun kenarla­ rını söken ata, ne de aynı uçwum üstünde kendi hayatı ile oynayana gözlerinin ucuyla bile bakmadılar... Böylelikle at uçurum üstündeki çığın kervan boyu koşu bitirdi ve minnenarlık hissiyle boynuna sanlan bir çift kolun iltifatına rahat bir kişnemeyle cevap verdi. Babek sıçradı, atın üstünden yere indi ve kervanbaşı geldiğinde atı lbni Minge'ye teslim eni. Kervanbaşı yulan eline almıştı ve utanmazca atın ya­ runda durmuştu. Çok da ki ala atı yıldınm kanatlıydı, çok da ki kara abası altında oluklu Yemen kılıcı vardı, eğer yak­ laşan o meçhul kafile bu yerlerin çapulcu dağ eşkıyalan idiyse, canını nereye koyacaktı ve hangi sıçan deliğini satın almaya fırsat bulacaktı? Diğer taraftan lbni Revvad kardeş­ ler içerisinde ortanca kardeş olan Vecna' nın ne kadar katı yürekli ve amansız olduğunu biliyordu, o yüzden de nihayet ıkınarak yüreğindeki korkuyla beraber atın üstüne çıkınca, ala at bir ceset temasından ürker gibi ürperdi ve durdu, uzun uzadıya bütün sidiğini yolun ortasına boşalnı. Sidiğin ak köpüğü akınca at kendi gemini çekti ve yerinden kıpırdayıp yola koyuldu...

93


s Kervanbaşınm getireceği haberin intizanyla kervan adım adım ileride görünen dağ dirseğine doğru bareket edi­ yordu. Vecna ise yine kendi devesinin üstünde çalkalanı­ yordu ve bir ara devenin ipini çeken koca deveciye seslendi: "Ya İbni Vahap," dedi, "bence kervanbaşı çok oyalandı. lhtiyar, başını çevinneden biraz homurdanmaya ve bi­ raz içini boşaltmaya fırsat buldu: "Ebu cehl insanlara laf anlatılmıyor ya Vecna, belki de halen çene çalıyor, çünkü bu yollarda öyle insanlara rastlı­ yorsun ki altındaki hayvan cinsi üstündeki insandan daha anlayışlı oluyor. Geçen yıl bu zamanlar Ebu Abdurrahman, lakabı el-Şerir. önce Basra 'nın, sonra Horasan'ın salahiyetli valisi idi ve kendi kafilesiyle Kazvin'i terk ederek Zencan'a teşrif etmişti ..." İ htiyar bir an nefesini tuttu. Lakin Vecna ihtiyarın hikayesini tamamlamasına izin vennedi: "Sakin ol ve yola bak ihtiyar!" dedi. "Kim ola ki o şa­ hıs, azman bir ulak eşek üstünde üstümüze geliyor?" Karşıdan gerçekten de çok büyük bir eşek yırtınarak kervan üzerine geliyordu ve kervanbaşı İbni Minge de o eşeğin palanı üstünde hurma arağt içmiş gibi sağa sola sal­ lanıyordu. Koca deveci kervanı durdurdu, eşek geldi tam Vec­ na 'nın devesi önünde durdu; İbni Minge 'nin kollan arka­ dan bağlanmıştı ve bütün vücudu keçi kılından dokunmuş kalın iple eşeğin palanına bağlanmıştı. Ortaya çöken süküt çok uzun sürmedi, ne Vecna ko­ nuşru ne kervanbaşı bir laf etti. Nihayet Vecna mırıldandı:

94


"Konuş," dedi, "neden sesin kesilmiş, dilini de bağla­ mamışlar ki?" Kervanbaşı konuştu: "Emret ya Vecna, önce kollanmı açsınlar ve indirsinler beni bu hayvanın üstünden." uvecna öfkesinden kudurdu: "Bir kimse ki Ezd kabilesine mensup ola, belindeki Yemen kılıcı, altında doru at ola ve sonra bu halde dönüp üstüme gele, yemin olsun ki o şahıs kıyameıe kadar böyle bir hayvanın ya üstünde ya altında kalmaya layıktır." Bu zaman ileride, yolda kopan uğultu, takırtı ve inil­ tiyle kanşık sesler İbni Minge'ye dikilmiş bütün bakışlan çevirip başka bölgeye yöneltti. Karşıdan, dağın dirseği arkasından başlayıp gelen bü­ yük bir kafile doğrudan kervanın üstüne hareket ediyordu. Bu, kalabalık bir kervandı; piyadeleri, süvarileri, yüklü katarlan ve çokça eşekleri vardı. Göç önünde ise bir sıraya dizilmiş iiç atlı geliyordu. Atlar cins Arap atlan idi. Lakin üstlerinde eyer yerine keçe vardı ve süvarilerin üzerinde bili abalan kara yamaklarla bezenmişti. Kılıçlannı Arap usulü sağ omuzlanndan geçirdikleri iplerle sol böğürlerin­ den asmışlardı. Daha arkada ise her birinin palanı üsründe küçük yaşta çocukların veya yüklü eşeklerin yanında yürü­ yen kadın ve erkeklerin giysileri öyle bir halde idi ki baş­ lanna bir çanak dan dökülseydi, bir tanesi yere düşmezdi. Göç önündeki üç atlıdan birinin birbirine kanşan saçı sak.ah ve mavi gözleri vardı ve gözleri mavi olan bu esmer­ ler Araplar arasında Ezrek diye adlandınlıyordu. Sonra bu üç atlı geldi, kervanbaşındaki devenin önün­ de durdu, birden göç arkasından başı açık, yalın ayak yeni yetme bir oğlan da geldi. Altındaki eyerinin gümüş kaşı kara nakışlı ve eyer altı derili bu at ala at idi ve o anda ki at kişnedi. Atın keder dolu, sürekli ve acı kişnemesinden

95


deve üstündeki Vecna'nın başı döndü, rengi kaçh, gözleri karardı. Esir edilmiş atı vedalaşıyor muydu onunla, yok­ sa kınayıp sitem mi ediyordu ona yahut feryat edip yardım mı istiyordu sahibinden? Hepsi vardı bu kişnemede ve atın üstündeki yeni yetme oğlan bunu hissederek, delicesine kıskançlık belasına tutulmuş genç bir aşık gibi, yüzükoyun döşendi atın sırtına, kucakladı onun turna boynunu, siiıttü yüzünü gözünü ahu gözlü atın kiih bu yüzüne, kiih diğer yüzüne ... Ezrek ise dağınık ve kızılımsı sakalını kiih kurca­ layarak kiih kaşıyarak bir müddet alttan yııkan Vecna'nın yüzüne bakıp durdu, sonra dedi: "Konuşalun mı?" Vecna yııkandan, deve üstünden kibirle cevap verdi: "Evvelce ismini, künyeni, tayfanı, kabileni, nesebini söyle ve sonra... " "Sakin ol," dedi Ezrek, "madem sordun kimim, söylü­ yorum: Lakabım Ezrek'tir. Kabilem Rebiyye ve Halid bin Yezid ki şu anda Azerbaycan'• vali tayin edilmiştir, o ken­ disi yola çıkmadan evvel bizi Rebiyye kabilesinden olan bu ahaliyi Arasa göçürüyor. Yeterli mi?" Vecna bir an sustu, işitmişti, haber gelip Tebriz' e ulaşmıştı ki Halife'nin Azerbaycan'• tayin ettiği yeni vali Irak'ta şehir şehir gezip o memleketin hapishanelerinde kendi kabilesinden ne kadar tutsağa rastlarsa cümlesini azat edip etrafına toplamıştır... Ve şimdi bu Rebiyye adı ile bu yol kesen, kervan basan çapulcuları Azerbaycan'a gönder­ di. Yani Azerbaycan'daki Arap kabileleri arasındaki denge­ yi bozmak istiyor. Terazinin gözünü Rebiyye tarafına eği­ yor ve ilginç olan şudur ki Azerbaycan'da Rebiyye tayfası Ezd kabilesini üstelesin ... Vecna ağır ağır başını kaldırdı. Karamsar bakışlarıyla bir daha Ezrek 'i baştan ayağa süzdü.

96


..Yani valinin sizi Azerbaycan'a göçürdüğünü mü söy­ lüyorsun? Çok acayip, elbette ki yetkisi var. Fakat daha yerinize varmadan haram mala el uzatma, Ezd kabilesinin kervanından at çalma yetkisini kim size verdi?" Ezrek tökezledi ve hakaretle dedi: "Bir kimse ki sürüsünde yüzlerce aygın ve kısrağı ola, o kimse bir at için böyle moraru mı? Kabe'ye ant olsun, bu oğlan ki henüz yeni yetmedir, bu atı senin kervanbaşın­ dan aldığında bizden bir kişi bile olsun ona yardım ettnedi. Fakat ne zaman ki değişim bitti ve o cenap at yerine eşeği kabul ettnedi, o zaman bizim çoluk çocuk o kabiliyetsizi bu necip hayvana bindirip senin huzuruna gönderdi." Bu anda Rebiyyeli oğlan da başını atın boynundan kal­ dınp tek nefeste dedi: "Allaha ant olsun, hiç reva değildi ki öyle hain gözlü bir adamın böyle ahu gözlü bir atı mı olsun?" Vecna, Rebiyyeli yeni yetmenin bu hayasızhğından boğuldu, bulut gibi karardı, amma oğlana cevap vermeye tenezzül ettnedi, Ezrek'i dürttü: "Dinle, ya Ezrek," dedi, "eğer yanılmıyorsam, sen o kişisin ki bir zamanlar Irak memleketinin bütün şehirlerinde senin konuk olmadığın bir zindan kalmamıştı ve şimdi ... '' Ezrek fırsat vermedi, yine Vecna 'nın sözünü kesti: "Öyledir, yanılmıyorsun ya hazret! Ve o zamanlar her defa benim adım geldiğinde kervanlan yola çıkan senin gibi eşrefler tir tir titrerdi. Çünkü bir şahsın ki nimeti başın­ dan aşıyorsa, demek ki o şahıs başkasından kapıyor ve son­ ra üçüncü bir şahıs kenardan çıkıp ondan bir kıl kopanrsa, Allah'a ant olsun ki burada hiçbir günah yoknır... Gelelim esas meseleye! Eğer istersen ki bizim göç beklesin, burada dursun ve yol senin kervanın için açık olsun, o zaman bir deve istiyon.12 senden, çünkü menzil çok uz.aktır ve kafile-

97


deki çoluk çocuk açtır." Vecna ne kadar temkinli davrarunaya çalışsa da Re­ biyye tayfasını temsil eden bir adamm ona, Ezd kabilesinin eşrefıne meydan okumasına dayanamadı: "Üstelik bir deve? Rebiyye almak istiyor Ezd kabile­ sinden? Yok, siz o ıayfasımz ki her zaman aç olmuşsunuz ve yine açsınız. Ve kuyuya su dökmekle kuyu dolmaz. Son­ ra siz yine o tayfasınız ki Peygamberimiz sizin kabileden değil, Kweyş kabilesinden zuhur ettiği için siz yüz yıldır ki tek olan Allah'a da küsmüşsünüz." Ezrek bozardı ve sesini yükseltti: "Çok vaaz okudun ya Vecna, ama yeter! Son sözünü de ki bu çene çalmaya son verelim!" "Ortaya çöken sessizlik bir an devam etmemişti ki yine Rebiyyeli yeni yetmenin heyecandan kınlan sesi bu sükıltu bozdu. "Söz ne olursa olsun, bu at benimdir, gerek o son söz içinde bu at hakkında hiçbir söz olmasın!" Vecna bu defa Ezrek'in başı üstünden yüzünü bütün göç tarafa tutarak yüksek sesle dedi: "Dinleyin ve bilin, ey Rebiyye kabilesi, ben bu ker­ vanla Hamedan'a, Halife Memun'un huzurunda yer öpme­ ye gidiyorum, o yüzden biz bu işi anlaşarak halletsek, ne siz zarara uğrarsınız, ne biz! Razıyım, bir deve helali hoşunuz olsun, fakat bu atın ki sahibi benim, gerek siz önce o atı bana geri veresiniz ki benim atım burnunun sümüğfı akan bir çocuğun altında rezil olmasın!" Bu defa Rebiyyeli oğlanın sinesinden kopup boğazın­ da kaynayan boğuk seslerin birinci yansı haysiyeti ağır ya­ ralanmış bir yeni yetmenin hıçkınğı idiyse, ikinci yansı ar� tık ölüp öldünneye hazır genç bir bedevinin kükremesiydi. Nihayetinde ise dunnaya mecbw olmuş göç uğulduyordu.

98


Kadınlann kesik çığırtılan ve ağlaşan körpelerin sesleri bir­ birine kanşmıştı. Ezrek döndü, soıgulayan bakışlanyla Rebiyyeli oğlana baktı. Elbette ki atı geri verip yerine bir deve almak daha kazançlıydı. Hemen Ezrek'in bakışlannın manasını anlayan Rebiy­ yeli oğlanın rengi kaçtı. Yutkundu; dili, kurumuş dudakla­ nnı yaladı, sonra aklını başından alan alaca atın k§.külünü çekip bağırdı: ..Ey Ezrek, senin son söziln ne olacak, kendin bilirsin ama bütün Ezd kabilesi toplanıp üstüme gelse, parça parça doğranana kadar, kimse bu atı benim elimden alamaz!" Ezrek gözünü oğlandan çekti, başını kaldırdı, Vec­ na 'ya baktı: "Oğlan ne dedi, duydun! Şimdi ben diyorum. Bırak kervanbaşı gelsin ve becerirse atı oğlandan geri alsın! Ama sen kendin veya kara kullann yahut kervan oğlanlan bu işe kanşırsa, o zaman bu yolun ortasında ya senin ecelin ta­ mamdır, ya benim ... " "Öyleyse bitirdik!" dedi Vecna. "Bırak kim bu adaveti ekiyorsa, ceremesini de o biçsin!" Sonra kervan, yolu tıkamış göçün üstüne ve göç de yolu tutmuş kervanın üstüne hareket etti ve her iki tarafyo­ lun kayalar tarafını tutup uçurum tarafını rakibine vennek istedi, bu akşam çağında koca devecinin bahsettiği o kıya­ met başladı ... ... Daha evvel yene bir akşam çağında hava birdenbire bozanp bulanıklaşmıştı ve nerdeyse henüz çok uzaklarda hangi dağın zirvesinde ise burulup kaynayan bir tipinin ilk ulaklan gelmişti, yol üstündeki kılıç kayalar başında ıslık çalıp vınlamıştı. Şimdi göç miimkün olduğu kadar çabuk dağın yukan

99


kuşağından yüzü aşağı, dereye iıuneli, kendine sığınak bul­ malıydı. Kervan ise dağ dirseğinin karşısına geçerek geceyi sıradaki tepenin ikiz kamburu arasında geçirmeye mecburdu. Böylelikle aksi istikametlere doğru hareket eden bir­ birinden inatçı iki akın, tıkanıklıklar meydana getirmekte ve daha sık sık tokuşmaya ve gittikçe daha geç birbirinden kopmaya başlarken, atlann kesik ve heyecanlı kişnemele­ ri, develerin ağlayışı andıran bağnşlan, eşeklerin boğuk ıkıntılan, kervan gençlerinin haykınşlan, göç kadınlannın çığlıklan, düşüp kalanlann uğultu ve kargışlan birbirine kanşıyordu. An oluyordu ki bu mahşeri izdiham bir deveyi yahut bir katın ters çevirip yolun ortasında bırakıyordu. İpler dü­ ğümleniyordu, sonra bu diiğüm çözülüp açılana kadar taraf­ lar birbirine lanetler yağdınyor, yumruklarını çalışıınyor, neredeyse birbirini sakatlıyorlardı. ... Kargaşa devam ediyordu. Ezrek'in göçü deve ka­ tarlannın düzenini bozup kervanı eğmişti, Vecna'nın ker­ vanı kalabalık göçü ortasından yanp kadınlan, çocuklan telaşa düşürmüştü ve bu kaynar kazan içinde çalkalanan develerin, katırlann, eşeklerin arasında sıkışan, alaca at ise artık kopmaya hazır gergin bir tele çevrilmişti. Alacalanan gözleri çanağından çıkmıştı, burun delikleri geniş açılmış, sağnsı ak köpükle örtülmüştü. Şimdi o her adımda ürkü ve ürperti ile şaha kalkıyordu, iıuneye yer bulamayıp arka ayakları üste fınldak gibi dönüp geri oturuyordu, üstündeki Rebiyyeli oğlan ise alı bir an evvel bu girdaptan kurtarmaya can atıyor, amma ham tavnyla atı daha çok ürkütüyordu. Nihayet felaket gerçekleşti. Rebiyyeli oğlan atı sıçrayışa mecbur ederken at sa­ ğındaki bir devenin böğrüne çarpıp dengesini yitirdi ve bu anda arkadan ileri sokulan ağır yüklü bir katır döş vurup

1 00


atı ileri atarken, atın arka ayaklan alıından kopan taş top­ rak seli uçuruma dökıildü... Ve Ezrek bu karg�ın içinden dönüp geri bakarken gördüğü yalnız şu oldu ki at uçurum üstünde bavalanmışıı. Ezrek bağırdı ki oğlan attan kopsun, yola atlasın, çünkü hilen geç değildi ve Rebiyyeli oğlan atak davranıp kendini yola yahut katırlardan birinin yükü üstüne atabilirdi... Elbet ki atabilirdi, eğer anan kopsaydı ... Ama kopmadı ve sanki kopmak istemedi, o saadetten, ka· deri yanın saatliğine ona bahşetmişti. ...Sorıra ne zaman ki bu kıyamet bitti, kervan kuyruğu· nu göçten, göç eteğini kervandan kopardı, yüzü aşağı inişe akıp dökülen göç içindeki kadınlar Rebiyyeli oğlan için yas tutup dövündüler, elleriyle sinelerini, tımaklanyla yanak· !arını kanattılar. Yoldular kara saçlannı, ak pürçeklerini ve sırayla kiih aruz vezniyle Ezd kabilesine kargış ettiler kiih da hep bir ağızdan ağıt dediler, ağlaştılar.

6 Göçten kopup ağır ağır

yukan çıkan kervanda ise tam

bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yokuş başladığında Vecna yine devesinden inip koca deveciyle yan yana yol gidiyor­ du ve her iki kara kul yine ağalannın peşinden geliyordu. Kervanbaşı lbni Minge ise arkada kayboluyordu. Vecna 'nın gözüne görürırnekten kaçınıyordu. Meydana gelen hadise­ den sonra şimdi Vecna 'nın yüreğinin yansı mahvolan sev­ gili atı için yasa batmışsa da yüreğinin diğer yansında kara bir sevinç vardı ki testi nihayet Rebiyyeli oğlanın kendi ba­ şında kırıldı ve alaca at anık Rebiyye kabilesi elinde esir değildi, aksi halde böyle bir rezillik bütün Ezd kabilesini rüsva ederdi. Aynca Rebiyyeli oğlan iki kabile arasında he-

IOI


nüz lslam'dan ewel, cahiliye devrinde başlamış çok kadim bir adavetin kurbanı olarak ne ilk idi ne de sonuncu... Lakin kervanın yükıe denge yaratan ve sonra yol ke­ nanna aıılan gurbel ıaşı gibi kendiyle götürdüğü bu ağır sükuı çok uzun sürmedi. Şimdi sık sık yönünü değişıiren rüzgarlar bir yerlerde kayalara çarparak kıib vınlıyordu kıih uğulduyordu kıih uluyordu. Nihayet zirvesi yıldızlara değen Demavend dağından kopup gelen kasırgalı bir tipi kervanı ürpertiye düşürdü. Karşıdan, Elvend dağından atını tersi­ ne süren soğuk rüzgarlar ise kervanı döşünden vurup geri anı, nefesini çevirip sinesine tıkadı ve haşhaş gibi ufacık kar taneciklerini darbeyle adamlann yüzüne gözüne sap­ ladı. Zencan'dan çıktıktan sonra kervan, kadim Media'nın bu dağ yollannda denilebilir ki her gün yılın bir faslı ile karşılaşmıştı, kıih bahar çiçekli derelerden geçmişti kıih kış nefesli gediklerden aşmışıı kıih sisli, dumanlı yastıklarla hareket etmişıi kıih derin geçitlerin darboğazıcda boğuntu içinde yol gitmişti. Fakat şimdi birdenbire bu yaz akşamını sarmalayan bu kış tipisi aniden koyun sürüsüne sokulmuş aç kurt gibi öyle bir kudurmaya başladı ki insanlar boğuk ve heyecanlı nidalarla birbirine sokuluyordu. Bir anda yolu örten ince kar tabakası üstünde yuvarlak pençeleri kayan develer bir gidip, bir durdular ve kasırganın her defa yere çırpıp, sonra yerden kapıp göğe savurduğu kar tozu kervan önüne beyazımsı bir ağ örünce alacalı bu titrek karanlık içinde insanlar anık iki üç adım öteden birbirini görüp seçe­ miyorlardı. Nihayet bütün kervan eğildi, büküldü ve yumak gibi bir yere toplanıp biçimsiz bir kütle hıilinde hareketsiz kaldı .. ... Sonra kervan giuikçc anan bir vahime içinde ne ede­ ceğini bilmezken. belki de ölümü göze aldığı bir Vakitte, bu dağ tipisinin yine aniden ve hatta geldiğinden daha fazlo

102


beklenmeyen bir hareketle gökteki biitün bulutlan arkasına alıp peşinden atlı kovuyormuş gibi öyle bir süralle sıvışıp gitti ki adamlar kabustan uyanmış gibi, halen de bir müddet karabasandan sonraki sersemlik içinde donup kaldılar. İlk önce koca deveci her iki elini göğe kaldırdı: "Şükür kerametine, Allab' ım'" dedi ve bakıp gördii ki dağ üstü göklerin bütün yıldızlan da sanki gözlerini açıp yukarıdan aşağıya, yanm saat içinde saçlarını ağartmış bu yaz dağlarına bakarak, yerde meydana gelen acayip işlere şaşırmışlardı. Nihayet kervan yukan çıkıp tepenin ikj kamburu ara­ sındaki gözede konaklamak için durunca Vecna'ya acele çadır kurulduğunda, diğer kervan oğlanları gibi Babek de kendi katarından yükleri çözüp yere döktü, hayvanları ra­ hatlattı fakat kendi ne ocak yaktı ne kervan oğlanlarının ocaklarına yanaştı. Gittikçe daha derinden canına işleyen bir soğuk var­ dı ki bunu ocak sıcağıyla canından çıkaramayacaktı. Biraz evvelki tipi tez savuştuğu için biiyük bir kervanı bu dağlar koynunda mahvedememişti ama her neredeyse tek başına kervan peşinden gelen bir çocuğu saman çöpü gibi ağzı­ na alıp götürebilirdi. Yüzünü görmediği ve bazen varlığına bile şüphe ettiği bir çocuğun düşüncesi niçin onu bu kadar huzursuz ediyordu? Neydi bu? Merhamet hissi miydi? Ha­ yır, yalnızca bu değildi. Yalnızca bu değilse peki neydi? Ne idiyse o gece çekmişti onu, karanlığa götürmüştü ve orada, o karanlıkta kendi kendiyle konuşmuştu ve bir an olmuş­ tu ki çok yakında bir nefes hissetmişti, sonra eli eteğinden uzun olarak geri dönmüştü ve şimdi bu tipiden sonra o ıelaş hissi yeniden başkaldırıp yüreğini mengene arasına almıştı. Belki bu tipi çocuğun ağzından vurup geri mi dönmüştü? Yahut kovup bir mağaraya mı aunıştı"? Başka ne yapabilirdi

tOJ


bu tipi? Ne yapmıştıysa fark etmez, çocuk kesio mahvol­ muştu, sımm kendisiyle götürmüştü veya mahvoluyordu, şimdi ne o, ne bir başkası, hiç kimse ama hiç kimse ölmek üzere olan o çocuğu kurtaramayacaktı. İşte bu anda Vecna 'nın çadınndao kopan korkunç bir bağırtıdan irkilip kendine geldi . ... Barsis tipide ölmemişti ve bu tipi onu mecbur etmişti ki ne şekilde olursa olsun o işi yapmalıdır, tam da bu gece yerioe getirmelidir. Düşürunüştü ki bu tipi eo iyi fırsattır, kimseye görüruneden kervan karargahına yaklaşacak o kara çadıra yanaşıp ve sonra yine bu tipi sayesinde kaçıp aradan çıkarak canını kurtaracaktı. Sonra tipi savuşmuşnı ama Bar­ sis kendi hislerinin tipisi içinde artık hiçbir şeyin farkına varmamıştı. "Bu gece, bu gece . . . " demişti kendi kendine, çünkü bütün kuvveti artık tükeniyordu, ayaklan her gün bi­ raz daha fazla sözünü dinlemiyordu ve eğer yarın düşüp yol kenannda can verseydi, kim onun yerine o kara kargadan intikam alacaktı? Vecna ise çadınnda mum ışığında namaz kılıyordu ve birinci rüküda diz çöküp başını eğdi ve secde gereğince al­ nını seccade üstündeki mühre baslı, arkadan sırtına sapla­ nan bir bıçak darbesinden korkunç bir böğürtü ile sıçradı ve o anda yanından geçen küçük bir karartının kendini çadır girişinden dışan attığını görünce gözlerine inanamadı, bir an sesi battı, nutku tutuldu. Kimdi bu küçük karartı? Yok­ sa o cin miydi yahut şeytan mıydı ki kaç gündür kervanda bu konuda sohbetler ediliyordu? Lakin ne cin ne şeytan bu vakte kadar hiçbir Allah kulunun sırtına bıçak saplamamış­ tı. Vecna henüz düşüncesini toplamadan sırtını yakan yara­ dan fazla hurafeci bir korkudan kendine gelmemişti ki kara kullar atak davranıp küçük karartıyı çadır ağzında yaka­ lamışlardı.

O anda içeriden ağalannın korkunç bağırtısını

duymuşlardı, sıçrayıp ocak başından ayağa kalkmışlardı ve

104


çadırdan kendini dışan atan Barsis, doğrudan kullann kol­ lan arasına düşmüştü. Barsis sürüne sürüne arka taraftan kara çadıra yaklaş­ ıruş, bıçağıyla çadınn eteğini kesmiş, sessizce içeri girmiş ve çöp gibi ince kollarının bütün kuvveti ile bıçağı Vec­ na'nın sırtına saplamış, sonra geldiği gibi geri dönmek ye­ rine çadınn girişinden kendisini dışan atlnca, bu uğursuz hatasına kurban gitmişti. Keıvanda kargaşa koptu. Vecna'nın sırtına saplanıp kalmış bıçağı çekip çıkardılar. Koca deveci abasının eteğin­ den yırttığı bezi biraz düzeltip biraz yaktı, sonra getirdi bir avuç dolusu külü Vecna'nın yarası üstüne bastı ve belindeki enli dokuma kuşağını açıp yarayı sık sıkı sardı. Büh1n bunlardan sonra Barsis'i sürüyerek Vecna'nın huzuruna getirdiler ve kara kullar her birinin elinde bir mum çocuğun sağında ve solunda dizleri üste oturdular. Arkada ise Barsis'in başı üstünde keıvanbaşı lbni Minge durdu. Ar­ tık sağ bileğinden kamçı yerine ucu yere değen bir kırbaç asılmıştı. Koca deveci ise çekilip bir kenarda durmuştu ve şimdi her iki eli göbeğinin üstünde Barsis'e bakıp gözlerini owyor, ne edeceğini ve ne diyeceğini bilmiyordu. Vecna koltuğu altındaki yastıklara yaslanarak kırmı­ zı güllü Aran kilimi üstünde oturmuştu ve şimdi gördü ki günlerden beri keıvanı takip eden o küçük karartı ne cindir ne şeytandır; başı açık, yalın ayak küçük bir oğlandır, daha fazla bir hayret içinde uzun uzadıya Barsis'e bakıp durdu. Sonra ilk olarak kendisi çocuğu konuşturmaya başladı fakat Barsis hiç bir soruya cevap vermedi, hana başını kaldınp bir defa bile Vecna'nın yüzüne bakmadı. İki kat bükülüp oturmuştu, başı sinesine eğilmiş, çukura düşmüş gözlerini yere dikmişti, bir de her defa sol şakağından sızan kan çe­ nesine varınca çenesini haki boz gömleğinin yakasına sürüp kan izini siliyordu. tos


Barsis'ten hiçbir cevap alamayan Vecna başını kaldır­ dı. Koca deveciye dönerek dedi: "Sen konuştur bunu ihtiyar! Sor bu yılan yavrusuna kim onu mecbur etmiş ki günlerce bizim arkamızda süriin­ müş, günlerce yollann toz toprağını yemiş fakat inadından vazgeçmemiş ve sonunda gelip namaz üstünde yılan gibi beni vurmuş?" Bu defa koca deveci çocuğu sorgu suale tuttu, Barsis yine konuşmadı ve demedi ki kimdir, necidir; demedi ata­ sı, anası var mı; demedi hangi köyden, obadan yahut şe­ hirdendir, demedi kim göndennişıi ki Vecna bin Revvad'a kasletsin! Nihayet, koca deveei döndü, Vecna 'ya dedi: "Belki dilsizdir veya sağırdır bu çocuk, ya Vecna?" Vecna patladı: "Dilsizdir, sağırdtr, cindir, şeytandır, her ne ise, yetki sende ya İbni Minge, elli kırbaç vur bu kun yavrusuna, dili çözülsün ve sonra elli kırbaç daha vur, canı çıksın... " İbni Minge Barsis'i sürüdü, çadır karşısına çıkardı ve kaçış yollarını kesmek için sağında ve solunda kara kullan gözcü bıraktı. Bu anda kervan oğlanlarının hepsi bir ocak başında tek tek toplanmıştt ve hiçbiri çocuğun hareketini sonuna kadar izah edemediği için şimdi ağızlarında su var­ mış gibi susmuşlardı. Mesele aydınlanmadan, çocuğun sım çözülmeden hiçbirisi ayağa kalkıp kendi katarından çözülen yük kümesinin yanında biraz yatmaya gitmek istemiyordu. Orada yakın bir ocağın şulesiyle aydınlanan çadır ağ­ zında İbni Minge işe başlamıştı. Barsis kırbaç darbeleri al­ tında kıvranıyordu, dizüstü durup diz kapaklarıyla toprağı ve karı eşiyordu. Ayağa kalkmak istiyordu, hemen yıkılı­ yordu fakat çıtını bile çıkarmıyor, yalvanp yakarmıyor ve bir kimseyi imdadına çağırmıyordu.

106


Babek yine orada, karaolıkta, ocaklardan uzakta yük kUmesine yaslanıp dwmuştu. Dönüp çadıra doğru bakmayı kendisine yasaklanuştı ve her defasında yalnız kırbaç dar­ besinin vızıltısını duyuyordu, çocuktan ise ses çıkmıyordu. Biliyordu ki Vecna'nın emriyle lbni Minge çocuğu dövüyor ve zannediyordu ki beş on darbeden sonra ceza tamamla­ nacak. Kendi kendine düşünüyordu ki budur, nihayet o çocuk geldi, ortaya çıktı, kervanı halden düşüren bu uzun ve zorlu yola aç susuz tek başına devam eni ve sonunda Ezd ka­ bilesinin eşrefıne, kervan sahibine güçten düşmüş elleriy­ le bıçak darbesi vurdu fakat yine hiçbir şey açığa çıkmadı. Şimdi de bu şekilde amansızlık.la dövülürken bir defa içini çekmiyor, yalvanp yakarmıyor, feryat edip kimseyi yardı­ mına çağırmıyor. Birden bu düşünce onu sarstı. Bu kadar mı yalnız idi bu çocuk? Bu kadar mı insanlara itibannı yi­ tirmişti ki ne Allah'tan, ne kuldan hiç kimseden ama hiç kimseden yardım beklemiyordu? Bu anda ona öyle geldi ki nihayet çocuk devam edeme­ di, ağladı, döndü çadıra doğru haklı, amma gördüğü şu oldu ki koca deveci abasının kolu ile gözlerini silip başı alevli kendini çadınn içine attı, Vecna'nın huzuruna gilti. Anladı ki çocuk ağlamamıştı, ihtiyar ağlamıştı, çocuk gibi ... ...O anda koca deveci hıçkırıp başı alevli kendini içeri anı, kapandı Vecna 'nm ayaklanna, yalvardı: "Merhamet eyle ya Vecna," dedi, "'ne yapmışsa çocuk­ tur ve çocuğa ölüm olmaz." Vecna yanm boğaz yeşil mestinin burunlu ucu ile ihıi­ yan ayaklan altından defetti ama ihtiyar vazgeçmedi, yine Vecna'nın ayaklarına kapandı. .. ... Bu anda Babek orada, çadır ağzında İbni Mingc"nin hırıldayarak dediklerini işitti:

107


'"Öl," diyordu, İbni Minge hınldayarak, "öl, yılan yav­ rusu, ölmesen canını elimden kurtaramayacaksın! .. Hava yeımedi Babek'e, boğuldu, başını yine aşağı eğdi ve sonsuz bir mahcubiyet hissiyle kendi kendine yüz çevir­ di. Yüz çevirdi ki edepsiz bir fenalık ve her zaman cez.asız kalan bir gaddarlık yine azgınhk ediyordu, o ise demir gibi sağlam eliyle kendi yakasından yapışıp iınkiin vermiyordu ki yüreğinde şaha kalkan bir öfke çekip yulannı koparsın! Birden ona öyle geldi ki, ne ise oldu ve kırbacm vızıltısı kesildi. Başını kaldırdı, baktı. Çocuk hareketsiz bir halde çadır önünde yere serilmişti. Ôlmiiş miiydii? Eğer öldüyse İbni Minge şimdi çocuğun cesedine mi vuruyordu? Yüreğinde şaha kalkan öfke çekti, yulannı kırdı . ... Kuvvetli bir elin indirdiği darbeden İbni Minge'nin kara sanğı başından uçup çok uzaktaki bir çalı kümesinin üstüne kondu ve gözlerinde sonsuz bir hayret ifadesi olan ağır bir gövde yan basarak çadırdan üç dört adımlık mesa­ fede sırtüstü yere serildi. Hadise öyle bir süratle cereyan etmişti ki kervan oğ­ lanlan içlerini çekmeye bile mecal bulamamışlardı. Şimdi o, yere serilmiş İbni Minge'ye vunnaya baş­ lamıştı ki Vecna'nın çadınndan kendini dışan atan koca deveci korkunç bir feryat ile arkadan Babek'in ayaklanna sanldı: '"Amandır oğul, ne yapıyorsun, kime el kaldınyorsun?" Arkaya, ihtiyara doğru döndü, ayaklannı çekiştirip ih­ tiyarın kollan arasından çıkarmak istedi ama beceremedi, yerinden kımıldayamadı ve ayaklannı kucaklayan ihtiyann kollanndaki kuvvete hayret eni. Sonra ihtiyar başını kal­ dırıp aşağıdan yukanya ona bakınca, daha fazla bir hayret içinde kaldı. İhtiyar ona öyle korkunç bakıyordu ki sanki başı üstünde Azrail durmuştu.

108


Defalarca bunu görmüştü, defalarca buna şahit olmuş­ nı ki korkunun gösterdiği kurnıluş yolu hain bir kılavuzun gösterdiği yoldur. Gemlenmeyen korku güya seni tehlike­ den kaçınyordu, güya sana kurnıluş yolu gösteriyordu fakat çekiyordu, götürüp kendi bataklığına atıyordu. Orada ise son pişmanlık fayda venneyecekti ve kendi ölümü kendi­ sini iğrendirecekti ... İhtiyar ise daha slkı onwı ayaklanna sanlarak amansız bir tehlikeyi onun başından savmak için ağzında dili titre­ yerek ona yalvarıyordu ve yol gösteriyordu: "Bu ne işrir yaptın oğul? Niye bırakmadın yalvara­ yım? Niye bırakmadın ağlayayım? Yalvanrdım, ağlardım, sonuoda o zalim de insafa gelirdi. Meğer başka bir çaremiz var mı? İtaat et oğul, git Vecna'dan aman dile; de ki, bir hata idi çıktı elimden ama bundan sonra sırat-ı müstakim olacak senin de yolun; o yol ki tüm Müslümanlann kurnıluş yoludur..." Birden kocanın elleri boşaldı, yanına düştü ve Babek çok yakında birinin ağır ağır nefes aldığını duydu, dönüp baktı. Vecna kara abasında, kara sanğıyla kara bir heykel gibi çadınn girişinde durmuşnı. Yakın ocaktan vuran titrek şule ile yüzü kah biraz aydınlanıyor kah biraz karanyordu. Bir müddet ne Vecna konuşnı, ne Babek bir söz dedi. Her ikisi süküt içinde gergin bir intizarla bekliyordu... Vecna'ya göre onun bir çobanı, bir işçisi yahut bir ker­ van katarcısı, bir köleden farklı değildi. Eğer küçük bir hata işlemişse, hatta onun devesine bir çomak vurmuşsa veya itine, kedisine bir taş atmışsa, sonra hemen ağasının huzu­ runa gelmeli, baş eğmeli, pişman olduğunu ikrar etmeli ve aman dilemeliydi. Bu her zaman böyle olmuşnı. Fakat şim­ di karşısında duran bir cüretkıir, Vecna 'nm emrini yerine

109


geıiren kervanbaşına el kaldınnışu1 ayağı çanklı bir yok­ sul Ezd kabilesinin varsıl kervancılanndan birine el kaldır­

mıştı. En nihayet bu kıifır, bir Müslüman 'a el kaldırmıştı. Ama buna bakmayarak, bu eğri dinli lanet ehli yerinden kıpırdamıyordu, aman dilemiyordu ve hatta kaçmak, canını kunannak dü�üncesinde değildi. Demek ki ölümünü kabul edecekıi fakat en hafif bir cezayı kabul etmeyecekti. Hayır, eğer ölümünü kabul edecektiyse, açıktır ki canını kolayca teslim ermeyecekti. Bir de şu vardı ki kim onun emrini ye­ rine e.etirecekti. kim bu cüretkcirın sırtını kamçı ile alevlen­

di rec kt i ki, kervanda bu işi icra edecek olan kendisini yere

atıp uzanmıştı. Geriye kendisi kalıyordu! Kalıyordu bu anda kınında inleyen kılıcı! Vecna dedi: "Dinle kafir, sen o kadar inaıçısın ki vaktiyle büyük

kardeşim seni İ slam'a davcı etti, yola gelmedin ve o zaman adını Hasan koymak isıedi, kabul etmedin.

O yüzden halen

ne dinin var. ne imanın. Hazar Acem adındandır ki aklımda değil. Sen söyle. nedir veya neydi adın." Babek'in göz bebeklerinde her ne ise soğuk bir ışıltı yanıp söndü. Vecna bunu gönnedi ama hissetti ve sualine cevap alamadı. Vecna bütün kervan oğlanlannın nesebini, maiyetini, nereli olduğunu ve tek tek adlannı çok iyi biliyordu. Fa­ kat hiç kimseyi adıyla çağınnaya tenezzül etmiyordu. ister

Müslüman olsun, ister gayrimüslim, bütün bu yoksullara hitap ederken dokuz yaşından doksan yaşına kadar herkese "ya velet" yani "ey oğlan" diye hitap ederdi. Şimdi karşı­ sındakinin bu ağır süklıtundan bir an duraksadı, sonra sesini yükselterek emretti: ..Sana diyorum, kifir, cevap ver, hahrlamıyorwn senin adını!"

110


Babek yine konuşmadı ve bu defa daha ağır bir süküıla Vecna'nın meramını reddetti. Şimdi Vecna'nın kalın dudak.­ lan daha sıkı kapandı ve kılıcı kınında, zincirinin bir an ev­ vel açılması için sahibinin el ayağına dolaşan ve mani olan bir köpek gibi için için çınladı. .. Ortaya çöken bu meşum sükütu ilk olarak koca deveci son verdi; bir ıaraftan Babek için duyduğu korkudan, diğer taraftan Vecna'nın karşısında duyduğu dehşetten elinde ol­ madan inledi: ..Ey Babek, niçin cevap venniyorsun, sen cevap ver ki ağamız da bize merhamet elsin." Babek yine konuşmadı, şimdi o gittikçe kızaran bu süküt içinde karşıdan dfızüne, diklemesine vurulacak her bir darbeye ve sonra ne olacaksa, hepsine hazırdı. Yeleği­ nin astarına dikilmiş meşin kın içinde kaması yola çıkarken yeni bilenmişti. Lakin aynı zamanda her ne ise yüreğine sızan bir his ona diyordu ki neredeyse yakında başka bir tehlike her an sıçramaya hazu bir yırtıcı gibi yere sinmiş, nefesini bile yutmuştur. Şimdi kuyruğunun ucundaki hafir titreyiş biraz sonra meydana gelecek ölümcül sıçrayışın son belirtisidir. Görmüştü, defalarca şahit olmuştu ki ölüm çoğu zaman arkadan namertçe darbe vurup aniden avlıyor kendi kurbanım! Tam da o anda Turaç oğlunun çiftliğinden yeni gelip Tebriz'de İbni Revvadlann kervanında katarcıhğa başlamış oğlanın öfkeli nidasını işitti: "Kollannı yana sal namert, yeter kuduzluk ettiğin!" Babek döndü, geriye baktı. Elinde hançer arkadan üs­ tüne gelen kervanbaşıyla kendi arasında iki adımlık mesa­ feden fazla kalmamıştı ve tıknefes koşup çadır yanına gelen kervan oğlanlanndan üçünün elleri kuşaklanna geçirilmiş kamalann üstünde idi. Kervanbaşı alt dudağını ısınp durdu.

ili


Vecna ise hemen vaziyeti kavradı ve hesapladı. Tebriz'den çok uzakıa idi. Ve Hamedan'a henüz vannamışıı. Bwada, kimsesiz dağlar koynunda bu, kervanda patlamaya hazır bir isyanın başlangıcı idiyse, Vecna temkin ve tedbirli davran­ malıydı. Bu yüzden de Vecna hakareı dolu bir bakışla ker­ vanbaşını baştan ayağa kadar stizdü ve dedi: ··va İbni Minge, elbene ki müminlere el kaldıran Icafır­ lerin kanı helaldir ama kimin huzurunda yer öpmeye gitti­ ğim sana ayandır ve ben bu kervanda kan dökülmesine izin venniyorum. " Sonra Vecna bir kez daha kervan oğlanlarından o üç kişiye bakış artı ve hisseni ki bunlara ne ceza verecekse er­ telemelidir, ıa ki bu Tanrı 'nın lanetlediği yol bitene kadar. Bu yolun sonunda o yine Ezd kabilesinin reisi olarak emir veren ve emri yerine getirilen Vecna bin Revvad olacaktı. Ama hilen karşısında duran ve kervanda kıyam ateşini har­ layan bu ehli lanet hakkında hemen bir karar vermeliydi ve kervan sahibi olarak Vecna hükmünü yüksek sesle ayan etti: "Kılıcım kınında inliyor ey k3fir amma lanet o kör şey­ tana ki önce sana bu kadar cüret veriyor, sonra benim sabn­ mı sebatımı sınıyor. Git kervandan! Eğri dinini düzeltip bir olan Allah'a iman getirmediğin sürece ne Azerbaycan'da, ne benim ne de Ezd kabilesinin topraklarında sana yer var." Sonra Vecna döndü, kendi çadınna gitti. .. Barsis ise bu anda kalkıp oıurmuşıu, ayağa kalkmak is­ ıiyordu lakin kalkamıyordu. Babek yaklaşıı, ıuttu çocuğun kolundan, kaldırdı.. Nereye gideceğini, başına ne geleceğini bilmiyordu. Bildiği o idi ki şimdi o anık kovulmuşıu, üsıelik kur­ ıardığı çocuğu bir yük gibi omzuna alıp götürmeliydi.

O, Barsis'in kolundan ıuıup kendi bilinmeyen gelece­ ğine adımladı...

112


Bu terk-i dünya bir kocanın Dağ mağarasmda gece nağmesidir. Ve küçük Barsis 'in eliyle O kocanın defnedilmesidir.

Geriye dönüş yolu kapanmıştı ve şimdi o yalnız ile­ riye, henüz gönnediği fakat gelip çok yakınına ulaştığı o büyük şehre doğru gitmeli ve lbni Revvad'ın kervanından önce o şehir kapısından ileri geçmeliydi. Çünkü Vecna şehir kapısındaki nöbetçilere onu tarif edebilirdi ve eğer yakalan­ saydı, şehir hikimi İbni Minge'nin şikayeti esasında Müs­ lümana el kaldıran bir kafire çok ağır ceza tayin edecekti ve şimdi kolundan tutup gece karanlığında yürüdüğü bir çocuk bu defa da o gurbet şehrinde başsız ve kimsesiz kalacaktı... .. .Takatten düşmüş çocuk ise ikinci defa sendelemişti, dizleri bükülmüştü. Yerde otunnuştu ve şimdi o yine ayakta durup bekliyordu ki çocuk biraz dinlensin, nefesini toplasın. Yol dağarcığı boştu. İhtiyaç azığı yükte kalmıştı. Yine de elini ahp dağarcığın dibini silip süpürdü, topladığı kuru yoğıın ve peynir kınntılannı çocuğun avcuna döktü. "Ye," dedi, "biraz yüreğinde kuvvet olsun." Soııra üzerinden yeleğini de çıkardı, çocuğun paçavra­ ya çevrilmiş ve gömleğinin içinde açık kalmış zayıf omuz­ lanna ettı, kendisi kalın gömlekle kaldı. Çocuk başını eğip sol avucundaki yoğıın kurusu, peynir kınntısını yaladı ama yeleği omzundan attı. Babek çocuğa çıkıştı:

llJ


··oinle. kurt yavrusu," dedi, "ayakta duramıyorsun, kim bilir dağ gecesinin bu ayazında daha ne kadar yol gide­ ceğiz ... Azmini boşuna bana satıyorsun. Yıkılıp bu yol ke­ nannda can vennek akıl işi değil ki kabrini de bana kazdıra­ caksın ve beni bu gurbeı dağlannda çaresiz bırakacaksın." Barsis konuşmadı ve artık direnmedi, kuvvetini top­ ladı. ayağa kalkıı. Doğrudur, yelek ayaklanna dolaştı ama vücudunun ısındığını hemen hissetti. Sonra ıepeyi yüzü aşağı indiler, çok dar bir geçidin di­ binde kara batıp kaldılar. burada sağa sola bakınınca ileride ve arkada yıldızlann ışığında kah yanan kah da sönen yeşil panlıılı birkaç göz gördüler. Akşamki ıipi kayalardan silip süpiirdüğü kar ile bera­ ber, bu ağzı karaları da kovup buraya doldurmuştu.

O

ise

dunnuştu, her ne ise düşünüyordu. Aynı anda çocuğa dedi: '"Bir kelime söyle çocuk, en azından adını de, bileyim yoldaşım kimdir." Çocuğun dudaklan kımıldadı ve o ne ise dedi: "Anlamadım, Barsis mi?" Çocuk başının hareketiyle dediğini ıasdik elli ve elbet­ ıe ki şimdi ayakıa dunnaya ıakati kalmamış bu çocuğu sor­ gu suale tutmak vakti değildi ve şimdi onun gözleri etrafı süzen o kara gölgelerdeydi. Akşamki !İpinin bu dar geçide ııkadığı kar içindeki ağzı karalar' yukanya doğru dikine sıç­ rayışlarla harekeı eııikçe kar ıozu yıldızlann ışığında küçük ak fcvvarclerlc cırafa dağılıyordu. Ne yapıyorlardı bu ağzı karalar? Geçidin karı içinden çıkmaya yol mu arıyorlardı, yoksa çok mahir bir avcı gibi maksalları ileriden ve arkadan etrafı sarıp onları kuşatmak mıydı? Her ihtimale karşı eğil­ di, çocuğun omzuna allığı yeleğin astarına dikilmiş meşin kın içinden eğri kamasını çekip çıkardı ve çocuk onun bu hareketini gördüğü için dedi:

4. Ağzı k.ara: Kurt 1 14


"Dinle Bıınis, derler ki bir kaplanın vücudunda ne ka­ dar gücü vaısa, yüreğinde de bir o kadar gücü olur. Ama bir Barsis• in vücudunda ne kadar gücü varsa, yüreğindeki gücii. ondan on kat fazla olur... Ve eğer baban da yarulmayıp sana Barsis adını koymuşsa... " Böğrüne kısılmış çocuğun yüreğinin hemen renginin kaçıığını hissetti ve anladı ki çocuk korktuğu için değil

baba sözünü duyduğu

için rengi kaçmaya başladı ve elbet­

te ki çocuğun sımnı çözmek için bu henüz çok azdı. Ama eline geçen ipin ucunu bırakmamalıydı ve o hiçbir şey an­ lamamış gibi dedi: "Dediğim o idi ki Barsis, bu ağzı karalar vahşi hayvan­ lar içinde en vahşi yırtıcılardır. Yalnız bunlar bilirler ki iki kişi birbirinin yanında durunca, ilcisi bir ordu gibi kuvvetli olur." Bu anda Baısis onun kolunu çekiştirmişti ve eliyle çok yukanda, yamaç başında bir şeyi ona göstermişti.

O da çok

bakmış ve nihayet görmüştü ki çok zayıf ve kızank bir pa­ nlıı kah görünüyor, kiih yok oluyordu.

O derinden rahat ne­

fes alarak demişti: "Laçin, şahin gözleri varmış sende kurt yavrusu. Öy­ ledir. Ateş var orada, ocak var orada ve haydi ölsek de sağ kalsak da gerek ıırmanmalıyız oraya ..." Sonra o bomboş deri dağarcığı biraz yakına gelmiş iki ağzı karanın üstüne vızıldanı ve dedi: "Çok açtırlar, bırak kemirsinler, başlan kanşsın!" Biraz sonra ise dik ve çahlık yamaçla yukan tırmanır­ ken, o arkadan deri dağarcığının nasıl kuru çatırtı ile yırtıl­ dığını ve ağzı karaların çenelerinden kopan şakınıyı duyar­ ken, sanki buzlu bir dil boz gömleği altında bir anlığa sırtını yalamıştı. Nihayet güç bela dik yokuşla kaya altındaki taş bir yere

115


çıktılar ve burada kara ağzını geniş açmış bir dağ mağarası onlan içeriye, kızarık karanıya davet ederken birden o ani ıereddüı içinde durmuştu. Eğer bu dağ mağarası dağ eşkıya­ lannın yatağı idiyse• Ne alacaktılar ki ondan? Bir hiilde ki kemerinden asılmış deri kesecikte çakmak taşından, kavdan ve sekiz dirhemden başka hiçbir şeyi yoktu? Peki çocuk? Barsis'i alabilirdiler onun elinden. Ve sonra çocuğu götürüp köle tacirlerine satmak için elbette ki onu da sağ koymaya­ cak.lardı. "Dinle Barsis, sen dur burada ... Ben içeriyi kontrol edeyim ... " Barsis onun sözünü bitimıesine izin vermedi. Keskin

bir hareketle başını salladı ve hemen eğildi, yerden iri bir taş aldı, ileri geçti. Döndü, eliyle ona işaret etti ki yani sen dur burada, bırak ben komrol edeyim, bakayım içeride ne var. ne yok. Babek elinde olmadan güldü: "Kun yüreği yedinniş anan sana, kurt yavrusu, tamauı, peşimden gel, ya devlet başa ya kuzgun leşe." İçeride, alaca karanlık içinde on on beş adım ileride ille önce ocağı görmüşlerdi. Lakin ocak başında kimse yoktu. Sonra gelmişlerdi, ocak yanında durmuşlardı, dikkatle et­ nıflanna bakmışlardı. Sessizce durup beklemişlerdi ki ne­ redense bir hışını, bir ayak sesi veya bir ııkını gelecektir. Bu anda Barsis'in elindeki taş birden yere düşmüştü, dizleri katlanmıştı, yere çökmüştii ve hemen başı sinesine eğilmiş ve yüzüstü yere serilince alnı ocak kenanndaki küle batmışıı. Eğilip çocuğun başını yerden kaldırmıştı. Dikkatle yü­ züne bakmıştı. Mağaranın sahibi eşkıya mıydı, dev miydi, ejderha mıydı, farkı yoktu, anık gece burada kalmalıydılar. Çocuğu yeleğine sardı, başını ocağıo yanında, duvar dibin­ deki nemli ıopnık üstünde rahatlattı, sonra kallcn mağaranın

116


içini gözden geçirdi. Mağara boşluğu karanlık içinde nere­ ye kadar uzarup gidiyordu ve nerede bitiyordu görünmü­ yordu. Ama yakında gözüne bir çırpı şeleği değmişti, gitti o şelekten bir tutam çırpı çıkardı, kanı gözü kararan ocağa, alevlendirdi. Kuru çupılar çok çabuk tutuştu, biraz evvel karanlık mağaranın sırh sessizliğinden kulak çınlıyordu, şimdi her taraf ocağın çaıırtısıyla doluydu ve sükiit mağara boşluğun­ daki karanlık enginliğinde geri çekildi. Sonra çekildiği o yerde aceleyle dingildemeye başladı. Şimdi tabanlan üsıe ocak karşısında oturmuştu, dirseklerini kallamış, dizleri üste koymuştu, ellerini ileriye, ocağın alevine doğru uzat­ mıştı; yer nemli olunca gece ocaktan başında da her zaman böyle otururdu, gözleri ateşe bakardı, düşüncesi uzaklara koşardı. Sonra elini daha da ileri uzattı, alevin kırmızı dilleri içinde ellerini yıkayıp ovuşturdu ve ellerini geri çekince alev dolu avuçlannı yüzüne çırptı. Bu anda perde arkasında her ne ise bir kükreme duyar gibi oldu, hemen elini kemerinin altına geçirdiği kamanın üstüne koydu. Dönüp geri baktı ve kulak kesildi. Ses yakından geliyordu ve sanki her kimse yer alımda inliyordu ve o sesin geldiği yerden bir çukur karanyordu.

O

çukurun solunda taşlı topraktan küçük bir tepecik yükseli­ yordu. Kalktı ayağa ve ağzı kararan o çukura doğru yöneldi. Gelip gördü ki çukur itina ile kazılmış bir kabir kuyusudur ve şimdi ağzı açık kalmış bu kabir inliyordu yahut sayık­ lıyordu ve daha doğrusu titrek ve hazin bir avazla nağme okuyordu: "...Ey Rabb'im, vay habibim, ben ki her akşam derga­ hına geldim, gecem de ibadet oldu gündüzüm de. Bu min­ val ile ömrüm tükendi. Ama bir defa bana lütfettiğini gör-

117


medim ... Ve şimdi bu sıra huzurundan gitmem, ta ki bana bildinneyince. Buncadır, ben seni sevdim, sen acaba beni seviyor musun? Gihnem, ta ki bana görünmeyince. Bunca­ dır. ben sana doğnı geldim, sen acaba bana gelmek istedin mi? Gitmem ta ki bana bildirmeyince. Buncadır, ben seni sevdim, sen acaba benim hasretimle ağladığım perişan bi­ lime acıyor musun?" Ellerini dizlerine dayayıp aşağı eğildi, dikkatle kabrin dibine baktı, elbette ki orada biri vardı. Ve o şahsın saçı sakalı bembeyazdı. Lakin kabrin dibindeki karanlık bundan fazla görmesine mani oluyordu. Döndü, ocağa doğru gitti. Demin orada gözüne birkaç kuru iğ ağacı' değmişti (Ka­ dim zamanlardan beri dağ köylerinde yoksul kulübelerin, madenlerin mumu, çırağı, karanlık gecelerinin sıcaklığı bu ağaçlann aleviydi). Geldi o kuru iğ ağaçlanndan üç tane aldı, ocakta tek tek tutuşturdu. Sonra yine geri döndü, kab­ rin kenannda diz çöküp içine baktı. Bir ihtiyar uzanmıştı orada, üstüne yınık bir keçe örtmüştü ve yastığı bir kucak tahıl sapıydı. İhtiyann iri kara gözlerinin bakışlannda öyle bir sıcaklık ve parıltı vardı ki son ikametgihında uzanmış bir ihtiyarın bu kadar canh gözleri ister istemez onu hayrete düşürdü. lhtiyann dudakları hilen kıpırdıyordu ve aynı ne­ şeli sayıklama, dalga dalga kabirden yukan çıkıyordu: "Ve ey habibim, bunca, yoksulluğumda ben seni gördüm, müm­ kün değil ki sen beni görmeyesin. Çünkü bu yeryüzündeki canlılık nedir, eğer senin perişan ve korkunç ıiiyalann de­ ğilse yahut o gökler nedir, senin köy sümbülün ile bezenmiş benim obalanm değilse? Ve şimdi harabe kalmış can evim5. iğ ağncı: Ana yurdu Asya'nın daAlık bölgeleri olan, bazı türlerinde yaprakJarı k.J�ın dökü.len, odunu tornacılık ve kaplamacılıkta kullanılan, kömürü. ile kara kalem resim yapılan küçUk bir ağaç (Euonymus)

ııs


den ve yorulmuş. usanmış bir yürekte son uykumdan evvel su kenan ile gideyim ..." Birden ihtiyar ürperir gibi oldu ve deminden beri elin­ de yanan üç çubuk ile başı üstünde yükselen kırpılmayan bakışları ona dikilmiş bu varlığı nihayet tanıdı, derinden nefesini bıraktı ve seslendi: "Nihayet ki geldin, ya Azrail! Ve geldin ki her gece bu kabirde senin kurbanındım ... Şimdi hayatım nihayet ölüme yetişti, Rabb' ime sığındığım bu gece yüz defa mübarek ol­ sun." İhtiyar gözlerini kapadı.

O ise bakakaldı ve çok bekledi fakat kabirden artık ses gelmedi. Nihayet devam etmedi, elindeki yanan çubuklan tek tek kabrin kenarına sapladı. Sonra çok dikkatle ayakla­ nnı yere basarak usulca kabrin içine indi, bir elini ihtiyann alnına koydu. Bekliyordu ki eli artık alnını soğuk ter basmış bir cesede dokunacak fakat beklediğinin aksine ihıiyann alnı ateş gibi yanıyordu ve şimdi her şeyi anladı; ihtiyar, ateşin şiddetiyle sayıklıyormuş. İhtiyarı yatağından kaldır­ dı, bir deri bir kemikti, evi başına yıkılmış bir kuş mukav­ vası gibi hafifti. Kaldırdı ihtiyarı, kabrin kenarına koydu, sonra kendisi de kabirden çıktı ve ihtiyan tekrar kucağına aldı. Getirdi ocak yanındaki çürümüş hasınn üstüne uzattı ve ihtiyann yama üstüne yama yamanmış abasının yakasını açtı. İhtiyarın bilinci açıldı... Halen gözleri kapalıydı, lakin kupkuru dudakları kımıldadı. "Ya Azrail, önce bir yudum su... Ve sonra oyalanma, anır göğsümün üste, canımı al ki ruhum, vücudun esaretin­ den kurtulsun ... " Köşedeki testiden su döküp ağaçtan yontulan tası dol­ durdu. Sonra ihtiyann başını yerden kaldırdı. içinin yangı-

119


nıyla yudum yudum neşeli bir inlemeyle tasını son damla­ sına kadar boşalttı. Ve hemen öyle kendinden geçti ki tekrar başı yere değer değmez derin bir baygınlık içine yuvarlanıp hareketsiz kaldı.

2 Çocuk onun yeleği alıında ayaklannı katlarnışh, diz­ lerini kamına çekmişti ve anık uykusunda nefes alıyordu. inliyordu. Nefes venniyordu, sızlanıyordu ve arada bir sa­ yıklıyordu. Kırbaç darbeleri alımda bir defa bile çıtını çı­ karmayan çocuğu şimdi namert uykusu "rezil" ediyordu. O ise dikkat kesilerek çocuğu dinliyordu. Demin çocuk uyku­ sunda birilerine seslenmişti ama o iyi duymamıştı. Şimdi ise çocuğun "Cunay" diye birine seslendiği açıkça duyu­ luyordu. Cunay, kimmiş acaba bu Cunay? Belki anasıydı? Hayır, çocuk uykusunda anasına adıyla seslenip çağıramaz­ dı ve şimdi yine yüreğinde bu kurt yavrusuna karşı bir şef­ kat dalgası yükseldi. Hemen kaşlannı çanı ve kendi kendini uyardı ki yavaş ol,

sen kadm değilsin!

Soma yine ocağın ateşine dikilmiş gözleri dalıp gitti, kimdi yahut kimmiş bu çocuğun babası? Niçin baba sözünü duyunca çocuk o şekilde tepki vermişti? Belki de öldüıül­ müş bir ananın oğluydu? Ve yahut babası, Vecna bin Rev­ vad idi ki çocuk kendi babasını öldürmeye gelmişti? Meğer az mıydı doğurduklan çocuktan ile beraber aristokratlann kasırlarından ve köşklerinden kovulan, daha doğrusu, sa­ hipleri tarafından satılan köleler ve cariyeler? Ve böyle ço­ cukların yüreğinde intikam ateşi yanardı. Ne zaman bu mağaraya ginnişlerdi? Vakti bilmek için başını kaldınp dağın üstündeki göğün yıldızlanna baka-

120


mamıştı fakat şimdi hissediyordu ki dışarıda kalan o bü­ yük dünyada artık gece yarıyı çokıan geçmişti. Buraya, bu karanlık mağaraya tıkarunış zaman ise sanki dorunuştu ve durmuştu. Elbette ki bugünün telaş dolu yorgunluğu gece onu uyutmayacaktı ve o sağında ölü gibi düşüp kalan, fa­ kat her nefes ile hayata dönen bir çocukla, solunda uykusu ile uyanıklığı arasında sınır olmayan, her nefes ile hayattan U2aklaşan bir ihtiyar arasında gözleri açık sabahlayacaktı. İşte bu mağara, çocuğu kurtardıysa da, aynı zamanda can vermekte olan bir ihtiyan da şimdi ona emanet etmişti. Öyleyse ilişip bu mağarada kalsalardı ne yiyeceklerdi, ne içeceklerdi? Eğer bu terk-i dünya ihtiyann günlük öğünü bir hurma yahut bir lokma arpa ekmeği idiyse ... " Halbuki ihtiyar bu halde olmasaydı, çocuğu buraya, onun yanına bırakıp gidebilirdi, yakındaki o büyük şehirde bir iş bulup kulpundan yapışırdı, sonra gelirdi, çocuğu ihti­ yardan alıp götürürdü. Fakat şimdi nasıl can vermek üzere olan bir ihtiyan burada yalnız bırakabilirdi ve aç bir çocu­ ğun kolundan tutup nasıl yola çıkacaktı? Birden sol taraftan bir çift gözün ona dikildiğini hisset­ ti. Ürperir gibi oldu. Başını kaldırdı. İhtiyar kalkıp hasır üs­ tünde oturmuştu ve gözlerini kırparak oturduğu yerden ona öyle bakıyordu ki sanki saçaklı papağı altından saçlan boy­ nuna dökülen, ocağın şulesinden yüzünün rengi is rengine boyarunış keskin ve ilişken bakışlan merhametsiz olan bu karşısındaki mahlük tam da onun beklediği varlıktı. Fakat nedense kendi işini yapmak yerine, ihtiyann ocağı başında oturup ısınıyordu.

O ise çok sevindi ki nihayet ihtiyar ken­

dine gelmişti ve ilk önce kendisi söze başlayarak: "Hoş gördük baba!" diyerek gülümsedi. "Sanki ateşin biraz düşmüş, gözlerin biraz durulmuş. Çok şükür! Gönül­ den istiyordum ki vücudun şifa bulup yüreğin şad olsun."

121


lhtiyann sanki dimağı kurudu ve elinde olmadan dedi : "Suphanallah, bu nasıl rüyadır? Azrail kendi işini bı­ rakmış mı? Ve herhıilde ıabipliği kendisine meslek edin· miş?"' Kafasını salladı, ihtiyann şimdi de uyanık halde sayık­ lamasını yorgun bir hizmet hissiyle karşıladı. "Allah 'mı seversen baba, gel de bu Azrail muhabbeti­ ne son verelim ve eğer bilmek istersen biz kendimiz, yani o çocuk da ben de en azından beş alh kez, boz Azrail'in elinden yakamızı kurtardık." Beklemediği bu cevaptan sonra sanki ihtiyann nutku tutuldu, başladı alnını ovuştunnaya ve bir müddet susarak durdu. Sonra çok mülayimce, korkarak dedi: "Geceleri dizi dizi hayalet dostlanm olur... Kulağım birbirinden acayip sesler duyar... Şimdi, sen beş altı kere, Azrail dedin ve kesin kulaklanm beni kandırdı, yanlış duy­ dum." "Yanlış duymadın baba, bak orada duruyor o boz Az­ raillerden ikisi, şurada, mağara ağzında durup buraya ba­ kıyorlar. İhtiyar sağ elini alına siper eni. Merakla uzun uzadıya mağara ağzına doğru baktı. Demin üstlerine atılan yol dağarcığını keminniş o ağzı karalardan ikisi gelmişti ve şimdi orada mağara ağzında yan yana otunnuştu. Ve gözleri yine de kah yeşil bir alevle yanıyordu kôh sönüyordu. İhtiyara ise orada uzakta gördükleri, burada yakın­ da gördüklerinden ve duyduklanndan daha fazla gerçekçi görünüyordu ve dudaklanna konan solgun bir tebessümle dedi:

"O enikler mi Azrail?" "Enik mi?" dedi Babek, "fakat tamam. Çok şükiir ki bu Azrail muhabbeti bini. Şimdi dinle beni baba. Ben de o çocuk da her ikimiz yabancıyız bu dağlarda... Ve eğer Tanrı

122


misafiri olarak senin bu mağarana sığındıysak ... " "Sakin ol," dedi ihtiyar, "eğer bu bir rüyaysa uyanıp kendime gelmeme izin venne. Bu eğer rüya değilse, nasıl uçup o kuyu dibinden geldim buraya kadar?" Özür dilermiş gibi yavaşça dedi: ..Yanıyordun, ateşler içinde ve ölmek ÜZereydin. Ben çıkardım seni oradan ve getirdim buraya koydum ... "

3 ihtiyar titrek elleriyle o çocuğun başını sen ıoprak üstünden kaldırdı ve bir tutam otu Barsis'in başmın altına yastık yaptı, sonra bu dağ mağarasında dokuz yılın soğuğu­ nu yutmuş buz parmaklarını çocuğun saçlarına dokundurdu ve dedi: "Bir dünya ki orada bir el kadar ııfıla bu kadar zulüm oluyorsa, şeytan yaratmıştır o dünyayı, benim Rabb'imin bu işten haberi yoktur." Babek gözlerini ovdu. Şeytan yaratmıştı ha bu dünya­ yı? Tann 'nın bu işıen haberi yoktur öyle mi? O Tann ki bü­ tün rivayetlere göre önce bu dünyayı yaratmıştı ve sonra bu dünyanın bir yerlerinden bir avuç kızıl ıoprak alıp ilk insanı -bütün insanların atası Adem 'i-yaratmıştı. O zaman, toprak insanın anası olmuştu, feryat edip, insan denilen evladanın gelecek akıbetini düşünerek çok ağlamıştı. Şimdi bütün bu akan, çağlayan çaylar, bulaklar ve ırmaklar o zaman çok ağ­ layan toprak ananın gözyaşlanydı ki nihayet, kıyamcı günü zaman durduğunda, dağlar yıkıldığında, denizler buharlaş­ tığında, gün batıdan doğduğunda kuruyacaktı. Öyleyse bu ihtiyar hangi fırtınalı inancın sahibiydi ki insanlardan kaçıp bu insansız dağlara gelmişti, bu karanlık

123


mağarada kendine kabir kazmıştı ve her gece kendi kabrine girip yatıyordu ve şimdi de "Bu

dünyayı şeytan yaratmış­

lir. " derken esasında ağzından küfür çıkarmadı mı? "Görüyorum ki gözlerin gerçekçidir," dedi ihtiyar, "in­ san hangi şekle girerse girsin, gözleri hain ise değiştiremez. Gözlerini değiştirebilir, bakışlarını değiştiremez. Bunu giz­ leyemez ve haklısın ki ev sahibi benim ... Fakat ev sahibi mahcuptur ki

'ö11ce ıaam, sonra kelam ' düsturuna uyamı­

yor... Çünkü iki gündür alnımın terini akıtıp rızkımı kaza­ namadım ve o çırpı şeleğini atmışım; orada, köşede kalmış, gücüm yetmedi yerden kaldınnaya ... Fakat sabredin sabaha kadar... Çünkü ne zaman ihtiyar kuş yuvasından yem pe­ şinde uçamazsa, iki rahip dağ başından inip buraya gelir ve ihtiyarın hasta olduğunu görünce, şeleği kendileri sırtlanıp götürüyorlar... " "İki rahip mi?" "Yukarıda, dağ başında Nasrani rahiplerinin de yeri var, duvarlar içinde, bembeyaz, küçük bir mabettir ve Rumca ona

manasıır diyorlar...

İslam denizindeki haçpe­

rest adalarından biridir ki gece de açıktır kapılan, gündüz de. Çünkü o manastır haçperest rahiplerin ibadeıgihı ise, Müslümanların da gizli yeridir ve o rahipler ki geceleri ken­ di hücrelerinde dua ve ibadeıe başlarlar, gündüzleri buraya gelen mümin Müslüman misafirleri için içki sofraları ku­ rarlar ve elbette o kimselerin ceplerinde altın dinarlan veya gümüş dirhemleri yoktur." Bu güzel haber oldu. Yakında dağ başında manastır varsa oraya çıkacaktı, rahiplerden ekmek, peynir, yoğurt alacaktı. Çocuğu ve kendini açlıkıan kurtaracaktı. Cebinde sekiz dirhemi vardı. ihtiyar yine başını kaldırdı, çok eziyet gören, şimdi aç yatan ve sabah uyandığında bir lokma ek­ mek veremeyeceği çocuğa baktı, derinden nefesini bıraktı ve dedi: 124


"Bil ki sekiz yıldır kimsesiz bir rezilim ve dokuz yıldır bu dağlarda dikencilik yapmaktır mesleğim, gidip yakadan, yamaçtan çalı çırpı kınp iniyorum dere dibine, çer çöp top­ luyorum, çünkü bir günlük yiyeceğimi kazanmak için her akşam o ak kiliseye beş el çırpı götünneliyim ... Ben de ra­ hiplerden bir tutam tuz ve bir avuç arpa unu ahyonını, sonra Rabb'ime yüz defa teşekkür ediyorum ki bugün de kendi rızkımı kendim kazanmışım ... "

O, gayriihtiyari olarak acı bir tebessümle gülümsedi: "O zaman fazla cömert değil o rahipler." "Hayır, emeğimin hakkı o kadardır, ondan fazlasına el uzatsam nefsimin esiri olurum. Ve o rahipler de hiçbir za­ man bana sadaka venneye cesareı edememişlerdir..." İhtiyar birden susup sözlerini yanda keserek ürperdi. Demin de böyle ohnuştu. ihtiyar her defa sustuğunda sanki mağaranın aşağısındaki bu nemli karanlık biraz daha iler­ liyordu ve o karanlığa bürürunüş iğrenç bir varlık da biraz daha yaklaşıyordu ve bu ihtiyar da yalnız hayat namına söz almışn ve her defasında sözün kudreti onu canlandırıp ha­ yata geri çeviriyordu. Bu yüzden ihtiyann susmasını iste­ miyordu ve istemiyordu ihtiyar bu gece ölsün. Karanlığa bürünmüş o iğrenç varlık yaklaşsın ve nihayet istemiyordu ki bu gece her iniltisi hayat ile dolu olan, her nefesi ile el uzatıp daha sıkı hayata sanlan bu çocuk ile her nefesinde hayattan kopan, her sustuğunda hemen damarlarında kanı donan bir ihtiyar arasında yalnız kalsın ... Bu yüzdendir, biraz çekinerek, biraz sıkılarak dedi: "izin ver>eydin baba sana birkaç şey sorardım ... " "Sor," dedi ihtiyar gözleri kapalı halde, "ama bil ki soruların kuru sahrası cevap çeşmesinden içtiği suyla hiçbir zaman doyamamıştır." Düşündü ki bırak öyle olsun, herhalde laoet olası o so-

125


rulann o kuru sahrası için cevabın cılız çeşmesinden içile­ cek bir yudum su bile ganimettir ve dedi: ..Görüyorum ki ıerk-i dünyasın, kaçmışsıo aydınlık dünyadan ve gelip bu karanlık mağarayı mesken tutmuşsun.. .. Hayır," dedi ihtiyar, yine gözleri kapalı halde, "ak­ sine, karanlık gördüğün bu mağarada ışık buldum. Çünkü aydınlık dediğin o dünyanın karanlığında gözlerim kör ol­ muştu ve yeni doğmuş kedi yavrusu gibi burnumun ucunu göremiyordum..." Dediğin gibi olsun fakat neden insan kendi kabrini kendi kazar ve o kabre kendini gömer? Ve neden o sonun­ cu Peygamber lci 'O'/meden önce ölün ' demişti, amma son­ ra kendi bu dünyadan giderken ağlamıştı, gözlerindeki yaş durmamışıı?" Bu defa ihtiyar ürperdi, gözlerini açtı, başıoı kaldırdı ve gözleri yine ateşli bir parıltı ile alevlenip yandı: "İçime doğmuştu ki seni ve çocuğu Rabb'im gönder­ miş bu gece buraya ... Ve şimdi sen, birinci ocaktan sonra ikinci ocağa çırpı atıyorsun. . . " "İkinci ocağa mı?" "Birinci ocak odur, çırpı atmışsın, yanıyor. İkinci ocak

beynimizdedir ve çırp ısı o sorulardır ki cevabı yoktur... " "Öyleyse sustum baba... " "Geçtir, bilmek isterim, fakir misin? Ve bil ki fakir o kimsedir ki gündelik yiyeceğinden başka hiçbir şeyi yok­ tur." "Bir zamanlar, bir günlük yiyecek için dağlarda çoban­

lığa başlamıştım, dokuz yaşım henüz dolmamıştı baba." "Nasipsiz misin? Ve bil ki nasipsiz o kişidir ki çoğu zaman bırak bir günlük yiyeceği, halla üzerine giymeye gömleği bile olmuyor."

126


"Nasipsizleri.o üzerinde her zaman gömlekleri var baba ... Acaba ağır ihtiyaç her zaman ateşten gömlek değil mi?" "Mazlum musun? Ve bil ki mazlum o kişidir ki çok matem ve musibet görmüş ve bütün umurlan içinde ölmüş­ tür. Kötülüğün azgınlığına, iyiliğin acizliğine şahil olmuş ve kaderine boyun eğip kısmetini kabul etmiştir..." Şimdi o heyecanlandı. Kirpikleri ile gölgelenmiş göz­ leri daha sert bir ifade aldı, gayriihtiyari olarak döndü, sağ ıarafında yatan çocuğa baktı ve sesinde her ne ise bir şey çınladı: "Yok baba, insan başını dik tutmalı, ölmeyi becermeli, fakat kötülüğe baş eğip itaati kabul etmemeli." "Sakın!" dedi ihtiyar ve neredeyse boğulacaktı. "Sa­ kın, rahatlarnayan kalbin şüphe ateşiyle yanıp küle dönme­ sin. Dua ederim Rabb'im seni korusun diye. Fakat benim Rabb 'im benden daha aciz, benden daha kimsesizdir. Çün­ kü gökte o mazlumdur, yerde de ben ... " Şimdi o ikinci kez gözlerini sıkarak kaldı. İlk defa, mazlum ve aciz bir Tann'nın varlığım duydu. Her tarafta Hristiyanlıktan, Yahudilikten, İslam'dan ve ateşperestlikten kopmuş yüzlerce mezhep ve tarikat vardı. Fakat hangi din, mezhep ve tarikat ehline sorsan görecektin ki onun iman getirdiği tanrı daha ulu ve daha kudretlidir. Ezelden, yani kainatın yaratıldığı günden beri dünya­ nın gelişim esaslan, insanın kaderi yalnızca o kudretli tan­ nlann elinde iken, şimdi bu ihtiyara göre başka bir tanrı da vanruş - zayıf ve mazlum bir tanrı.

-

O, ister istemez

konuştu: "Aciz ve mazlum bir ıann . . . Acaba bu akla sığan bir şey midir?" İhtiyar keskin bir hareketle başını kaldırdı: "Kudretli ve heybetli bir tanrı nasıl olur? Acaba bu

127


akla sığıyor mu ki onun iradesi olmadan dünyada kimsenin b�ından bir saç bile düşemediği biilde, dünya yaratıldığın­ dan beri geçen bu bin yılda bir an, bir lahza da olsa zalim­ lerin kılıcında mazlumlann kanı kurumamıştır ve o kudretli ve heybetli ıann niçin buna göz yummuştur? Dünyanın ki ömrü yedi bin yıl belirlenmiştir, demek oluyor ki binlerce yıl daha kuvvetlinin kılıcı kao içecek ve zayıfın feryadını gök işitmeyecek?" Dikkat kesildi, nereye gidiyordu bu ihtiyar, eğer gök­ leri boşalııp virane bırakıyor idiyse, peki o aciz ve mazlum tanrının işi ne olacaktı? "Korkun ve sevin," dedi ihtiyar ve �ını kaldırdı, "öyle ki yeri. k3inatı başlangıcından sonuna kadar ve so­ nundan başlangıcına kadar yüz defa seyretmiş ve her de­ fasında yalnızca şunu işitmişim ki korkun ve sevin! Lakin bu mümkün müdür? Korku ile dolan bir kalpte sevgi için boş köşe olur mu? Acaba her gün k�ısında titrediğin bir kudrete bir şey yapabilir misin? Ve yahut o ifrat kendi ayağı alıındaki civcivlere merhamet edebilir mi? Üstelik bütün if­ rat güçleri kendi kudretlerini kör eder. Acaba kılıç kör değil mi? Servet ve şöhret kör değil mi? Ve benim mürşidim ki miskin bir ihtiyar idi, Allah onun nazarında o kadar heybet­ li idi ki zavallı ihtiyar ne zaman namaz kılmak için ayağa kalksa Allah derdi. Ama ekber demeye kalmadan sersemle­ şirdi ve ölene kadar bu hal devam eni..." ihtiyar dayanamıyordu ve beynindeki o ocak -ki ikinci ocak olarak adlandırmışıı- sanki ginikçe yanıp alevleniyor­ du ve o gittikçe daha gergin bir dikkatle ihtiyarı dinliyordu. "Mürşidim öldü." dedi ihtiyar ve sesi bir kuyu dibindeki suya atılmış bir taşın batkın sesini andırdı. "Öldü fakat yü­ reğindeki o vahameti, o korkuyu bana miras bırakıp gini. Çünkü bana sık sık derdi ki ey zayıf, ne zaman imanına

t28


şüphe düşerse; düşün ki, o şahıs (İsevi dostun) dünyada en doğrucu, en kamil bir insandı, yüreğinde her zaman Allah sevgisi vardı ve daima fenalıktan çekinirdi ve kendi kavmi içerisinde ondan mutlu bir Allah kulu yoktu ... Ama günler­ den bir gün göğün bütün melekleri ki Tann'nın huzwıında toplanmışlardı, adı lanetle mühürleruniş şeytan da o melek­ ler içinde, Allah'ın huzwıına geldi. Arz eni ki yer üzerinde geziyordwn diyar diyar ve bütün iklimlere uğruyordwn ve senin kullanna gülüyordum, çünkü cümlesinin dudaklann­ da dua, yüreklerinde riya vardı ve cümlesinin fikri zikri sa­ dece kötülük ve habislik idi. Tann nida eni ki ey melun, orada benim kullarım için­

de Eyüp adlı sadık bir kulum var ve ondan henüz kimse bir fenalık görmemiştir, çünkü yüreğinde Allah korkusu var ve her zaman kötülükten, şer işlerden yüzfersah uzak durmuş­ tur. Şeytan kabardı, dişlerini ağamı ve elbette uzak du"'r dedi, çünkü canı ne istemişse ona vermişsin, yedi oğlu, üç kızı var, yedi bin koyunu, üç bin devesi, beş yüz çift öküzü ve bir o kadar da atı var; hele kölelerini, hizmetçilerini, cariyelerini saymıyorum . . . Tann'nın morali bu sözlere çok bozulmuştu, şeytanın Eyüp 'ü imtihan etmesine izin verdi ve şeytan dedi ki. neyi varsa şu anda elinden al, bir tek canından başka. Çünkü canı bizim elimizdedir. Ve durduğu yerde Eyiip'ün başına taş düştü, haber geldi ki Keldani eş­ kıyalar koyun sürüsünü alıp gôtürmiişler, sonra haber geldi ki bedeviler üç bin devesini önlerine katıp sahrada yok ol­ muşlar. Daha sonra haber geldi ki öküzleri ve katırlan da elden çıkmış ve nihayet müthiş bir haber geldi ki evinin damı çökmüş, yedi oğlu ve üç kızı o dam alhnda kalıp helak olmuş. İhtiyar ayağa kalktı, yınıp yakasını dağıttı, başına kül savurdu. Fakat sonra diz çöktü, ellerini göğe kaldırdı

t29


ve dedi; Rabb 'im

vermişti, Rabb 'im aldı. Fakat şeytan yine

ihıiyann yakasını bırakmadı ve Eyüp'ü cüzzam hastalığı­ na müptela etti, hemen Eyüp'ün bütün vücudunu tepeden umağa yara bere içinde kaldı ve gece giindüz katlanılmaz azaplar vücudunu kemirdiğinde ihtiyar gitti, sönmüş ocağın külü içinde onırdu. Bir eline bir saksı kınğı aldı ve bürün gün işi gücü o saksı

kınğı

ile bedenini k�ağılamak oldu,

yılan gibi ocağın külü içinde kıvnldı. Kadın rahibe bu hali görünce dayanamadı ve bağırdı ki;

'Ey evi başma yılalmr.ş. Ey başma kı.il olmuş adam, Tanrı ki sana bu kadar azap ve­ riyor. isya11kôr ol o Tanrı )ıa, yüz çevir ondan. . . 'İhtiyar dedi ki, 'Kahrolaydı o gece ki atamın belinden anamın rahmi­ ne düşıünı. Malıvolaydı o gün ki anam yükünden azat olup beni bu dünyaya getirdi. Şimdi, bırak göklerin bütün bela ve musibetleri ordu kurup üstüme gelsin, hepsini kabul ede­ ceğim, yara bere kaplamış vücudumu diyar diyar gezdire­ ceğim fakat isyan edip Rabb 'imden yüz çevirmeyeceğim... ' Mürşidim hikayenin bu bölümüne gelince hüngür

'Bundan sonra Tanrı, Eyüp 'ü dahafazla sevdi. Büıün malım mülkünü ona geri verdi ve Eyüp 'ün yeni kansından oğlu, kızı, yeni evlatları oldu. · hüngür ağlardı ve derdi ki,

Tann varlığını kabul etmemek olur mu? Ama rahman bana merhamet ennedi. Ben de mürşidim öldükten sonra ömrümün 60, 70 yılını yine Tann'ya yal­ vanş ve ağlayışa adadım ... Ve nihayet mahlıikun gözünde kutsala dönüştüm ... Şöhretim büyüdü, Horasan'ı bürüdü geçti, lran'ı işgal eni, Azerbaycan'da yankılandı ve adım

Piri Hakikat lakabıyla bütün hilafene ezberlendi. O zaman Halife Harun er Reşit beni huzuruna çağırdı... Halife ordusuyla Horasan'a gelmişti, büyük oğlu Memun'u da yanında getirmişti. Tus şehrinin _civannda ordugah kurup oturmuştu ki Ceyhun nehrinin ötesindeki

130


Semerkant isyanını bastırsın. Fakat ecel kuşu da gelmişti buraya, Halife'nin sinesine konm�tu. haçperest baştabibi Cebrail de Hindistan'dan çağınlan lokman şöhretli tabip de Emirelmüminin derdine bir çare bulamadı. Oğullannın casusları halifenin yatağım muhasaraya alıp nefesini sayı­ yorlardı. Halife bilinmeyen bir şiirin bir dizesini hatırlaya­ rak neredeyse boğulacaktı. O dizede deniyordu ki 'Oğullar atalarınm ölümünü arzuluyor/ar. ' Halife koca tabipten de şiiphelenmişti. 'İlacında hata var. · deyip koca tabibi idam ettinnek karan almıştı. Fakat o zaman birden beni hatırlı­ yor ve emrediyor ki,

'Piri Hakikat huzuruma gelsin. '

Ve

Halife'nin atlı gulamlan bir akşam çıkıp geldiler, kulübemi yüziik kaşı gibi muhasaraya aldılar. Önderleri at üstünden bağırdı ki, 'Ey ihtiyar, oyalanma, Emire/müminin seni hu­ zuruna çağırıyor. ' Kutsalhğıma güvenip cevap verdim ki 'Mani olmayın, Rabb 'ime dua ediyorum.' Önderleri dedi ki, 'Kısa et duanı ihtiyar. Ferman şöyledir ki elinde Sil içiyorsa bıraksın, ayağa kalksın. 'Cevap verdim ki, 'İbn Vaktim yeni vaktin, zamanın, daha doğrusu, anın, bir /ahzanm oğluyum ve bu bir an hayatı kuşattığım için benim Rabb 'ime duam sabah ezelden, yeni ktlinat yaratıldığından itibaren başla­ mıştır; kıyamet günü bitecektir. ' Bıyıklı gulamlar hemen birbirinin yüzüne baktılar ve dişlerini ağarttılar. Sonra önderlerinin işaretiyle oğlanlar­ dan biri sıçradı, atın iistünden yere indi, kucakladı beni, ikiye katladı, büktü ve getirdi it ölüsü gibi atının başının üstünden aşırdı ... Kamçı vurdular, sürdüler ve kaç defa ba­ yıldım yolda, kendimden geçtim, haberleri olmadı. Umur­ samadılar. Kendime geldiğimde halifenin meşhur kara kadifeli çadınndaydım. Birisi arkadan omzuma bastı ki Halife'nin huzurunda diz çöküp yeri öpeyim. O anda Halife'nin ken-

ili


disi doğruldu, yatağında onırdu ve dedi; 'Ey Piri Hakikat, şu anda hilafetle senden büyük zahit yoktur. Gerçek mi bu sözler? · •Hayır ' dedim 'yamhyorlar ya Emire/müminin. hila­ fette benden daha büyük bir zahit var. ' 'Kim ola o? ' diye Halife meraklandı.

'Sensin o büyük zahit, ya Emire/müminin! ' dedim. Ha­ run er-Reşit bir müddet gözlerini ktslı, sonra; 'Suphanallah,

bu nasıl olur ki? ' Cevap verdim ki, 'Ben bu dünyadan öyle biryüz çevir­ mişim ki gözümde bir dirhem kıymeti yoktur ve yerine öbür diinyayı. ahiret dünyasını, ebediyet dünyasını kazanmışım. Ama sen öbür dünyayı, ebedilik dünyasını bıralap bu dün­ yayı ve sadece bu dünyayı kucaklamışsın ve şimdi vaziyet şudur ki sen daha büyük bir kurban vermişsin. En büyük zahit de sensin... ' Halifenin hiili öyle bozuldu ki her iki eliyle başına VW'­ du. Sonra sakalını yolup zan zan ağlamaya başladı. Ve bil ki ey taze genç, devrimizin şarkında sulu gözlü zorba Harun er Reşiı ise, garpta da sulu gözlü zorba hükümdar büyük Karlos idi ... (ihtiyar haklıydı. Dokuzuncu asnn zorbala­ n sık sık ağlardı. Şarkta Harun er Reşit ağlıyordu. Garpta büyük Kari ... Gündüz celladına boyun VW'duruyordu, gece nağme cariyesinin okuduğu nağmeden etkilenip ağlıyordu.) Neyse, geldiler ipek mendil ile halifenin sakalını ve yüzünü sildiler, yine o iri, heybeıli şahıs yapışıı boynum­ dan, sürüdü beni, çadırdan dışan anı ve arkamdan sağlam bir tektne vurdu. Bir miiddet yüzüstü kapanıp kaldım. Sonra ayağa kalktım ve yayan yola çıktım . ... Hamedan 'a vardığımda gördüm ki o yol, her iki ta­ raftan sıralanmış ceviz ağaçlan arasıyla uzanıp giden güzel bir hıyaban idi, şimdi orada yol boyunca her ağacın aşağı

132


dalından başsız bir ceset asılmıştı. O zamanlar Harun er Re­ şit' in kumandanlanndan Ebu Dolak ile Abdullah bin Müba­ rek, Hamedan kapılarında isyancı Batıniler ile Hürremileri kılıçtan geçirmişlerdi. Başımı aşağı eğdim ki o ağaçlara bakmayayım.

O anda yol kenarındaki tepecik üstünde boyu

beş kanşıan fazla olmayan bir oğlan çocuğu gördüm. Sağ elinde küçük bir bıçak, sırtüstü yere serilmişti ve göğsüne saplanmış uzun bir mızrak çıkanlmamıştı, göğsünde kal­ mıştı... Balçıklı yalın ayaklan tepecikten aşağı sallanmıştı... Yaklaştım, diz çöktüm ve kucakladım, ayaklanndan üç defa öptüm ve riyakar kuısallığımı o çocuğun ayaklan altına atıp ayağa kalktım. O zaman, bundan dokuz yıl evvel, nihayeı öyle bir hakikate vakıf oldum ki, gökte benim Rabb'imden, benim gibi kimsesiz, benim gibi mazlum Rabb'imden başka hiç­ bir ıann yoktur... Ve keşfettiğim bu hakikatle anık özümde hiçbir şey kalmadı... " İhtiyar sustu. Şimdi ihtiyardan fazla o heyecanlanmıştı. Dokuz yıl evvel burada, bu yakında, Hamedan kapılannda Batıniler ile Hürremilerin kılıçtan geçirildikleri mevzusunu çok işit­ mişti. Fakat kimmiş onlann önderleri ve niçin böyle kor­ kunç bir mağlubiyete uğramışlardı? Bu hususta kimse ona düzgün bir bilgi verememişti. Dayanamadı ve sordu: "Neden Hamedan Batınileri ve Hürremiler -içlerinde Azerbaycan dağlanndan gelmiş Hürremiler de az değilmiş­ öyle korkunç bir mağlubiyete uğramışlardı ve savaş esna­ sında onlann önderleri kimdi?" "Ne fark eder önderlerinin kim olduğu?" dedi ihtiyar. "Bildiğim ve inandığım sadece budur ki kötülüğü kılıç ile malıvebnek olmaz!" "Ne kalır o zaman geriye? Zalimin zulmüne katlanmak

ııı


mı? Veya kötülük karşısında diz çökmek mi?" "Bu soruyu ben de Rabb'ime sormuştum ama cevabı süküı oldu ... " "Elbene ki süküı olacaktı!" dedi Babek ve dudaklanu­ dan alaycı bir tebessüm süzüldü. "Kınama Rabb'imi," dedi ihtiyar, "çünkü ilk önce kö­ tülüğü Rabb'imin kendisi yaratmıştı ve sonnı kendi yaram­ ğı kötülük karşısında kendisi aciz kaldı..." Babek yine kulaklanoa inanamadı. "Kötülüğü Tann mı yarattı?" "O yarattı." dedi ihtiyar ve tıknefes oldu, "Acaba gece gündüzden ve karanlık ışıktan yaratılmadı mı? Yoksa ki beşeriyetin anası Havva 'run cennetteki bir elmaya tamah etmesiyle ve o elmayı koparıp ondan bir ısınk almasıyla yeryüzünde ilk günah yahut ilk kötülük yaratılmış olamaz mı? Hristiyanlar bunu iddia ediyorlar yahut beşeriyetin atası Adem'in buğday yiyip cennetten kovulmasıyla dün­ ya günaha batamaz mı? Müslümanlar bunu iddia ediyor­ lar. Hayır, en büyük kötülük en yüce iyilikten doğdu. Ve o yüce iyilik benim Rabb 'im idi ki en ulvi düşüncelerinin zirvesinde sırlı bir güç ortaya çıkıp onun karşısında durdu ve Rabb'im kendi düşüncelerinin kaynaşmasından ortaya çıkan o sırra, güce bakıp hayret etti. Aloını ıer bastı ve sonnı alnından o teri silip atınca yeryüzünde insan yaratıldı... Sonra o sırlı güç, karanlık gecenin hükümdarı oldu ve ateşperestler ona Ehrimen dediler yahut Yahudilerin Ezazil dedikleri de oydu, şimdiki Hristiyanların Diavol dedikleri de oydu ve nihayet Müslümanların iblis dedikleri de oydu. Ve benim Rabb 'im de onu kendi düşüncesinden yarattı, o sırlı güç karşısında aciz kaldı. Ve acaba insan da yaratıldığı günden beri aynı müşkül ile yüzleşiyor mu? Eğer binbir kö­ tülüğü onadan kaldınnak için düşünüp taşınıp bir çare bul-

tl4


maya can atıyorsa, düşüncelerden yaratılan yeoi bir kötüliik karşısında kalmıyor mu? Bilyülü bir silsile iti soou yoktur. Bilyillü bir silsile iti iyilik ve kötüliik halkaları birbirinden kopmuyor..." İhtiyarın gözleri artık deli bir ifade almıştı. Demin ka­ bir içiode uzandığı ve ateşler içiode yandığı ve nağmeli bir avazla sayıkladığı anda olduğu gibi yine bu gözlerde öyle amansız bir panltı vardı ki eğer biraz önce o, bu gece ihıiya­ nn susmasını ve mağara boşluğuodalti bu soğuk karanlığın ihtiyarı alıp götürmesini istememişse de, şimdi artık ihtiya­ rın alevlenen fikirleri ağzına alıp onu bir yerlere götürüyor­ du ve saolti o dilşiinceler çok yüksek fezalara yükseldikçe, korkunç bir yalnızlık içiode kalırdı ve göz karartan o uzak­ lıkta uçan o dilşiincelere delilik kanatlan lazımdı. İhtiyar, dilnyadalti kötülüğün kaynağuu bulup onu göğe çıkarmıştı, "Kötülüğü Tann 'nın kendisi yaranı." de­ mişti. Hem de kudretli ve heybetli bir Tann değil, ihtiyarın mazlum ve aciz Tann'sı yaratmıştı ve ibtiyann bu iddiası onu hayrete düşürmenin yanı sıra, düşüncesini şaşırtrmştı, aynı zamanda çekiç gibi beynini dövüyordu. Dokuz yıldır,

İbni Revvad'ın ticaret kervanlarında yılın biltün mevsim­ lerinde yollardaydı. İster geceleri kervan karargôhındalti ocaklar başında, ister yol kenarı kale kervansaraylannda, ister büyük ve küçük şehirlerin kalabalık çarşılannda ne kadar bitip tükenmeyen dioi sohbetlerin şahidi olmuştu, sa­ yısız tarikat üyelerinin, aleni bidat dolu talimlerinden ne ka­ dar meseller işitmişti. Ulur gibi bir sesle dünyanın sonunu haber veren sümbül ihtiyarlara "o zaman

ki ne öncesi var. ne sonu olacak" diyen Hiotli filozoflara, zorla kendilerine karşı ne kadar milmkünse bir o kadar çok nefret doğurmayı, karşılanna kutsal vazife koymuş melamet tarikatının cehen­ nem zebaoilerine berızeyen dervişlerine rastlamıştı. Nihe-

135


yet gökleri tamamıyla tanrılardan boşaltıp virane bırakanlar ve tanrılı göklerin köhne bir yalan olduğunu iddia edenler vardı ki erkenden çarşı meydanlarında boyunlan vurulurdu, başsız cesetleri ise haftalarca darağaçlannda asılı kalırdı. Son zamanlar ise bütün hilafeıi titreme, ateş nöbeıi ile sarsan kızgın bir tanışma tufanı kopmuştu ki, "Kuran 'ı Allah yaratmıştır, yani Kuran, Allah'ın Peygambere dediği sözlerdir. yoksa ta ezelden ve daha daha önceden Allah 'ın kendisi gibi Kuran da her zaman mevcut muydu?" Fanatik müminlerle özgür düşüncelileri iki kılıç gibi karşı karşıya getiren bu tanışmaya İslam dünyasmın bfıtün ruhanileri, imamlan, ilahiyatçı §limleri ve kendilerini adalet insanla­ n olarak adlandıran Mek.ziler tarikatının önderlerinin yanı sıra şehir esnafları, zanaaıkıirlar, papakçılar ve ayakkabı­ cılar, dülgerler, hatta sırtlan palanlı hamallar ve ayakla­ n çanklı katırcılar da iştirak ediyorlardı. Nihayet bir gün Halife Memun'un meşhur fermanı bu tartışmada son sözü diyecekti. Halife 'nin emriyle en fanatik müminlerin önderi İmam Hanbel 'in sınını okşayan kamçılar bu tanışmaya son noktayı koyacaktı .. Fakat şimdi bu gece dünyalardan ve insanlardan umu­ dunu kesmiş bu bedbaht ihtiyar, kendi umutsuzluğunun girdabı içinden göklere kendi varlığı ile yokluğu arasında saklambaç oynayan bir tanrı çıkarmıştı ve yer üzerindeki geçici varlık gökte oturan ebedinin derdini çekerek ağlıyor­ du ki insan o mazlum tanrıyı kurtarmaya çalışmalı . . . Bu öyle bir tanrı ki Batınilerin kendi tanrısı hakkında dedikleri gibi

'"Ne ı•ardır ne yokıur, ne canlldır ne Olü. ne kadirdir ne aciz, ne dlimdir ne cahil. Ne dillidir ne dilsiz. ne gözle­ ri vardır ne kördür. ne işitendir ne sağır. Ve hiçbir zaman olmamıştı ama her zaman ve her yerde vardı... " Kısa bir süre önce, ihtiyar yine susmuştu. Gözlerini kapamıştı, sanki

136


söylemişti bütün sözlerini, tüketmişti, bitirmişti ve bu anda yine üıperir gibi oldu. Başını çevirdi, mağara boşluğunun karanlığına baktı ve yine ona öyle geldi ki karanlığa bükiil­ müş o iğrenç varlık yine biraz yaklaşıp karabasan bakışla­ nyla ihtiyara bakıyordu. "Niye bakıyorsun o karanlığa?" diyen ihıiyann sesi­ ni işitti ... Kocamış bir kandır, geceleri ben inip kabrimde yattığım zaman o gelir burada ocak başını, kabir kenarını, etrafı süpürür." Döndü, hayretle ihtiyara baktı, ihtiyarın gözleri kapa­ lıydı ve düşünceleri yıikseklerde uçan ihtiyar en yakınında­ ki o iğrenç varlığı hissetmiyordu... Şimdi o üstü kül ile örtülen ocağın gözlerine bakarak kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi dedi: "Acaba insanın kendi derdi kendine yetmez mi baba, bir de o gökteki mazlum tannnın derdini çekmek mi ge­ rekir? Ve diyorsun ki kötülük yok edilemez... Aynk otlan gibi. Fakat Karaca dedenin dediği gibi, o kötülüğü zincir­ lemek mümkündür ki kemirmek istiyorsa, bırak kemirsin kendi zincirini islediği kadar..... "Karaca dede, yeni mukaddes, yani peygamber mi?" "Çömlekçidir, şehirdeki Hürremilere babalık yapar." "Eyvah, bu dediklerine inanıyor musun? Hürremilik mi inancın? Acaba o inanç bu dünyadaki bütün inançların en acayibi değil mi? İnsan bu dünyaya gelmiştir ki sevin­ sin ve gerek bütün dünya nimetleri tüm insanlar arasında eşil bölünsün, öyle mi? Yahut başımız üstündeki bu gökler bomboştur değil mi? Fakat insan köhne yalan ağından kur­ tulamıyor mu? Ne gökte cennet var ne yer altında cehennem ve kimse korkmuyor ki bu her zaman yaslı dünyadan sonra o her zaman bayramlı dünyada insan kendi mutluluğunun boşluğuna düşüp boğulur. Ve yeryüzünde en bedbaht, en

137


miskin bir varlık olur, doğru mu? Uyandırdık hakikat yolu­ nuo körpe yolcusunu." Babek döndü, soluna baktı, gerçekten de uyanmışb, kalkmıştı, yerinde oturmuştu ve hayret dolu bakışlarla kib ihtiyann kfilı Babek'in yüzüne bakıyordu. Ne olmuştu bura­ da? Kimdi bu ihtiyar? Bu mağaranın, bu ocağın sahibi miy­ di? O ise uyuyup kalmışıı. Sabah olmuştu. Sonra çocuğun bakışlan Babek'in yüzüne dikilip kaldı. Niçin kurtancısı­ run rengi kaçmıştı? Alnım ter basmıştı, gözleri başka yöne yönelmişti, bakışlan dumanlanmıştı? Çocuğun yüreğinde donuk bir telaş başladı. Bu ihtiyar ne anlatıyordu ki korku bilmez bu adamı sıkıştırıp susturmuştu? O yatarken ihtiya­ nn dediklerinden biraz işitmişti ama başı zonklamıştı, hiç­ bir şey anlamamıştı. Akşam orada, o dağ başında, o yaban domuzu gibi ufacık gözlü, kalın kaslı adanu, demir yumru­ ğunun tek darbesiyle yere senniş, bu yiğit, şimdi burada bu mukavva karşısında aciz mi kalmıştı? Ve bir ihtiyar ki üf­ lesen yıkılırdı, nasıl bu dağ gibi yiğide meydan okuyordu? Çocuk devam edemedi, çırpındı, içinden

geliyotıJm

yardımına

dedi ve hayalinde kalktı, koştu, kendisini kur­

tancısının yanma anı ve ufacık gözle görünmeyen iğneleri çıkanlmamış dikenlerle dolu küçük elini uzattı, Babek'in elinin üstüne koydu ki

işte geldim. . .

Mucize gerçekleşti.

Babek çocuğa baktı, gülümsedi. Bu gülümseyiş öyleydi ki insanı çekip kuyu dibinden çıkanrdı. Sönmüş gözlerinde ışık yakardı, yüreğini mengene ağzından kopanrdı, sürü­ sünden uzaklaşmış kuzuyu yeniden kendine getirirdi. Bir anlık kunuluş idi bu? Evveli birinci manasızlık, sonu ikinci manasızlık olan bu hayatta başka bir dayanak noktası var mıydı? "Yaı," dedi Babek çocuğa, "yal, uykunu al... Yollar he­ nüz aydınlanmadı ve sabaha henüz çok var."

138


Çocuğun avurtlan batık zayıf yüzünde gözleri çıkar gibi yaodı, sanki omzuodan bir dağ kalktı, içinde gerileo bütiin lifler boşaldı. Çünkü başı üstiinde

akşamki o korku­

suz yiğit oğlan dunnuştu ve şimdi gülümsemek istedi ki akşarodan beri yüreğinde tuttuğu minnettarlığı kurtancısına bildirsin, fakat fırsat bularoadı, uykunun sıradaki hamlesi bir anda şuurunu kapladı, gözlerini kapadı ve zihnini bu dünyadan alıp kendi dünyasına götürdü... İhtiyar çocuğu uyandınoaroak için boğuk bir fısıltı ile dedi: "Sen ki kavuşan yollar oğlusun ... Yani yarın başına ne geleceğini bilmiyorsun, nereye gitsen bu nfıl yük olacak omzuoa ... Bırak burada kalsın ... Kalsın ki beni defiıeısin ve o ne zaman beni defnederse... " "Bir lokma çocuk mu seni defiıeısin?" "Kabrim hazırdır... Beni defiıenikten soora gelir, bulur seni ... Ya sana benzeyip gölgen olur yahut bela olup karşına çıkar... " "Acaba istediği bu değil mi?" Sanki ihtiyar gece boyu o arzuyu okumuştu ve elini uzatıp omzuna aldığı bu ağır yükten onu kurtanyordu.

Öyleyse neden yüreği titredi? Ve

içinde bir yerlerde çok derindeki bir nokta direnip durdu, kocanın merhametini ve yardımını reddetti. "Kalsın bu tıfıl burada? Kun yavrusu, alnı kınalı bir kuzuya dönsün? Dün­ yanın parıltısından yüz çevirsin? Beli büküldüğünde, çenesi yere değdiğinde, o da bu ihtiyar gibi kendisi için kabir kaz­ maya başlasın burada?" Koca yine bir şeyler diyordu ve sesi mağara boşluğun­ da boğuk bir yarısıma ile geri dönüyordu: "Kalırsa burada... Yüreğindeki kısas ateşi söner. Fela­ ket yolundan vazgeçer. Ölüp öldürmek ihtirasından kurtu­ lur ve oturup bu ocak başında sepet dokurdu ... "

139


"Sepet mi dokurdu?" "Süleyman Peygamber, İbranilerin şahıydı; uçan halı­ sı, tılsımlı yüzüğü vardı, aklının çıkardığı miişküllere her­ kes hayran kalırdı, malı mülkü başından aşıyordu, sabah gün doğduğunda sarayının cam damlan elmas gibi ışıldar­ dı. .. Sonunda ne yaptı biliyor musun? Oturdu, sepet doku­ mayı kendisine meslek edindi ki dar gününde imdadına ye­ tişsin ... " "Dinle baba," dedi," biliyorum ki çocuk burada kalırsa başı belaya girmez. Ve nefesi ile bu soğuk taş duvar az da olsa ısınırdı ... Amma... " İhtiyarın ona dikilmiş gözlerinde öyle bir yalvarış var­ dı ki devam edemedi. Bakışlarını kaçırdı, başını aşağı eğdi ve dedi: "Amma omzumdan bu yükü atsaydım, zalim elinden kurtulanı mazlum eline teslim etseydim, bir daha büyük zu­ lüm olurdu bu kurt yavrusu için. Başım her zaman aşağı olur bu çocuk karşısında ... " İhtiyar bir an sustu, sonra fısıltısı zorla duyuldu: "Rabb'im, niçin bu ümitsizlik denizine olta atıp ölü bir ümit çıkarmak istedim ve yolun bu son noktasında sadaka için hayata el uzattım? Şimdiki çıplak itikat ve inançların şiddeti er geç bizi yalana, riyakarlığa doğru götürür, kunar beni kendinden ki gideyim, o sonsuz azatlığa kavuşayım... Eğer varsa bir damlası olayım, yoksa boşluğunda yok ola­ yım." Nihayet ihtiyar sustu, okuduğu son nağmesi tükendi. O ise başı aşağı kendi düşünceleriyle baş başa kaldı. Arada bir uyukluyordu, gözleri kapanıyordu, sonra uyanıyordu, ma­ ğara girişine boylanıyordu. Oradan görünen gökte yalnızca bir yıldız parlıyordu. Gece uzuyordu... Gece bitmiyordu...

140


4 ... Ufacık gözlü dev cüsseli bir yaban domuzu kamış­ lığı yanp gidiyordu ve ileride Barsis, arkada o, her ilcisi o yaban domuzunun peşinden koşuyordu ve her ilcisi okları­ nı atıp savak.lan boşaltmışlardı. Atılan ok.lann hepsi yaban domuzunun böğrüne, buduna, boynuna saplanıp kalmışıı ve yaban domuzu çevrilip iri bir kirpiye dönmüştü fakat ytlalmamışıı ve sinesiyle sık kamışlığı yararak gidiyordu ve sanki o kamışlığa ateş düşmüştü. Kamışlık tutuşup çatır çutur yanıyordu. Sonra birden o kendisini karanlık bir onnanın karanlı­ ğında gördü, çünkü yukarıda, orman üstündeki on dört ge­ celi.le ay önce çatlamıştı, sonra parça parça olmuştu. Ve akıp yukarıdan onun başına dökiilmüştü. Burada o ne edeceğini bilemedi, çünkü Barsis'i kaybetmişti ve böğründen asılı sa­ vakta artık ok kalmamıştı. Ve dev bir kirpiye dönen domuz yok olmuştu. Seslenmek istedi Barsis'e, sesi çıkmadı. Bar­ sis'in savağında ok kalmadığını belimi. Her ikisinin oklan­ nı yaban domuzu belinde, böğründe, boynunda ve budunda götürmüştü. Birden kalbi çırpındı. Elbette ki şimdi Barsis elinde bıçak o domuzun peşinden koşuyordu ve eğer ço­ cuk yaralı domuzu haklasaydı mahvolacaktı. Elindeki oku olmayan yayı fırlattı. Yay ilişti, ağaç dalında kaldı. Sol böğ­ ründen asılı savağı da çözüp attı, kemeri altında eğri kaması vardı ve şimdi yalnız bu kamaya güveniyordu. Koştu. Bar­ sis'i geri getirmesi gerekirdi. O yaban domuzu sinek değildi, domuzdu, kurt yavrusu, çok da ki yüreğin pars yüreğidir ve yüreğinin kuvveti kolundaki kuvvetten on kat fazladır. Aca­ ba hıyar soyduğun bir bıçakla, vücuduna saplanmış sayısız oklardan yıkılmamış, aklını kaçırmış, beyni alevlenmiş ve

141


ufacık gözleri köz gibi kız.armış o hayvanın üstesinden ge­ lebilecek misin? Çok koştu, çok düştü ve birden karşısında

yolunu kesen tipsiz kara bir heykel gördü. iri cüsseli, boynu ak halkalı boz bir ayıydı bu, kalkmıştı, arka ayaklan üs­ tünde durmuştu. Bulanık bakışlı hain gözleri vardı ve her omzunda yarım ay şeklinde bir miğfer tutmuştu. Kimdi bu, neden yolunu kesmişli? Duramazdı, Barsis dardaydı. Ge· cikseydi çocuk mahvolacaktı. Yolunu kesen bu hayvanı def etmek gerekirdi. Doğrudan ayının üstüne gitti. Gidiyordu ayının üstüne fakat ağzında tatsız, mide bulandıran bir koku hissediyordu. Acaba ölüm korkusunun tadı acı değil tatsız mıydı? Birden ayı döndü, karanlıkta eridi. Ve hemen ağzın­ daki mide bulandıran o tatsızlık da yok oldu. Şimdi yine koştu, ağaç dallan yüzünü gözünü tırmalıyordu. Fakat al­ dırmıyordu, durmuyordu. Durmuyordu fakat gecikiyordu. Barsis neredeyse ölecekti. Kirpiye çevrilen domuz, çocuğu ikiz kılıçlarına alıp top gibi havaya atıyordu ve çocuk yere düşünce sıçrıyordu üstüne, pataklıyordu. O ise nefes nefe­ se koşuyordu. Bir kez yıkıldı, alnı taşa değdi, gözlerinden ateş çıktı. Kalktı, yine koştu ve birden dikine yukan çıkan bir yamaç eteğindeki bu dağ oyuğu kara ağzını açtı ve lüp diye onu yuttu. İçeride alaca karanlıkta sakinleşti, etrafına bakındı. Oyuğun derininde bir ocak yanıyordu ve ocak ba­ şında yüzü dönük boz bir ayı oturmuştu. Bunun boynunda ak halka yoktu, omuzlarında miğfer tutmamıştı fakat onu görür görmez ayağa kalktı, homurdana homurdana üstüne geldi. Elini attı ki kemeri altından cutsun, kamasını sıyırsın; kama kınından sıyrılmadı. Sapı kopup elinde kaldı. Geri sıçramaya fırsat bulamadı, ayı onu kıllı ve kuvvetli kollan arasına aldı ve öyle sıktı ki kaburgalarının çatırtısını duydu. Ölmek istemiyordu. Barsis dardaydı. Ölmek istemiyordu. Arzusu içinde kalıyordu. Ölmek istemiyordu, hayalinde bir dağ vardı ve o dağda yedi fedai onun yolunu bekliyordu. 142


Fakat ayı bir defa değil, birkaç defa onu öldürüp her defa ölüsünü bir yerlere atıyordu ve yeniden öldünneye başlıyordu. Birden bu ayı yok oldu. Yere yıkılmıştı. Kalk­ tı, oıurdu. Başını kaldırdı, ocağa doğru baktı ve gördüğü manzaradan damarlarında kan dondu. Ayı yine ocak başın­ da oturmuştu ve kucağında bir çocuk cenazesi vardı. Ayı o cenazeyi dizleri üste sallıyordu. Kah inliyordu kah ağıt okuyordu ve ağlıyordu ki Rabb 'im vermişti, Rabb 'im aldı ve o çocuk cenazesi Barsis'in cenazesiydi. Ayağa kalkmıştı ki çocuğun cenazesini ayının elinden alsın, birden ayakla­ nna yumuşak bir şey dolaştı, baktı ayağı altına, gördü ki yusyumru bir ayı yavrusu ve ayı yavrusu pençesiyle gözle­ rini silip vızıldadı ki niye bırakmadın ocak başında otursun, niye bırakmadın orada sepet dokusun. Çok da ki kun yav­ rusuydu. Acaba domuz bir parça çocuğun yemeği miydi? Kan ter içinde karabasan uykusundan uyandı ...

5 Döndü, etrafına bakındı, mağaranın ağzı hayli ağar­ mıştı. İhtiyar abasına bürünmüştü ve yüzü duvara doğru hasır üstünde iki kat bükülüp kalmıştı. Sağına bakınca irkil­ di. Barsis yerinde yoktu, büründüğü yeleğin altı bomboştu. Gördüğü kabus bu muydu? Sıçrayıp ayağa kalktı. Yeleğini buldu, omzuna attı. Geç olmadan çocuğu terbiye etmek, kendi başına hareket etmesine son vennek ve kulaklarını çekmek gerekiyordu. Fakat mağara girişine varmarnışıı ki Barsis'in dönüp geldiğini gördü. Barsis yınık gömleğinin eteğini ellerine alıp yukan kaldınnışlı, neredeyse beline yapışmış, kamı açıkta kalmıştı. Bekledi, Barsis yaklaştı, karşısında durdu, dudaklan, çenesi bir şeye bulaşmıştı ve ağzını çakal yalasaydı doyardı; eteği kapkara böğürtlenlerle 143


doluydu: "Ye," dedi Baı:sis, "yoğurt kurusunu bana vererek kendin aç kaldın; ye, yüreğinde kuvvet olsun!" Elbette açtı ve bu açlığı onu beş dakikalık sersem uy­ kusunda domuz avına götürmı.iştü ve kara bir rüya ile yü­ reğini kana çevirmişıi ve sonra uyanıklığa geri getirmişti. Böğürtlen tanelerinden bir avuç aldı ve ağzına attı, sonra sordu: "Nereden buldun bu karanlıkta böğürtleni?" "Gece buraya çıkarken yerini bellemiştim ... " "Gece buraya çıkarken, o zifiri karanlıkta?" Elime koluma karanlıkta diken batınca, acısından bili­ yorum ki hangisi kara dikendir, hangisi böğürtleodir, han­ gisi ahçtır..." Hayatının başlangıç yolu çocuğa çok acı ders vermeye başlamıştı, bundan sonra başlayacak rufanlı bir hayat yolu onu çok uzaklara, gurbet bir ülkeye götürüp öyle yüce bir zirveye çıkaracaktı ki oraya gidip çıkması ve orada ölmesi daha sonralan bir efsaneye çevrilecekti ... Ocak başında diz dize oturdular. Barsis'in gömleğinin eteği aynı yerde ek­ mek yedikleri ilk sofuı oldu. Barsis kara tanelerden !ek tek ağzına atıyordu ve bakışlannı Babek'in taştan yontulmuş gibi sert çizgili, bakır rengi yüzünden çekemiyordu... Fısıltı duyup başlannı kaldırdılar. Mağaranın girişi tamamıyla ağarmıştı, oradan görünen gök eğrisindeki tek yıldız da sönüp yok olmuştu. Mağaraya giren iki kişinin kapkara elbiselerinin uzun etekleri yeri süpürüyordu. Her ikisinin kıyafeti Babek'e aşinaydı. Hristiyanlığın Nesturi koluna mensup rahiplerdi ki ihtiyar bunlann dağ başındaki manastırlan hakkında ona bilgi vermişti. İhtiyar üç gündür, dağ başına manastıra şelek götürme­ mişti. Rahipler ihtiyan merak edip bu sabah aşağı inmişler­ di. İlk defa mağarada yabancı birini görüp biraz şaşırdılar

144


ve ellerini sineleri üste koyup selam verdiler, sonra döndii­ ler, yüzü duvara doğru uz.anıp kalan ihtiyara baktılar. Babek rahiplerin selamını aldı ve dedi: "Hastadır ihtiyar ve çok iizgündür.

6 ... Sonra ihtiyar uyanmışn, kalkmıştı, oturmuştu. Ra­ hipler de manasıınn başrabibi İbni Anastas'ın selamını ih­ tiyara ulaştınnışlardı. Getirdikleri beze sanlı bir avuç arpa unu ile bir tutam tuzu hasır üstüne koymuşlardı ve ilave ola­ rak başrabibin mukaddes Barbara bayramı münasebetiyle ihtiyar zahide gönderdiği üç tane kırmızı yumurtayı kabul etmesini çok rica etmişlerdi. İhtiyar yumurtaları çocuk için kabul etmişti ve Bar­ sis'e dönerek demişti: "Sen de benden kabul el ve farz el ki çekeceğin ağır zahmetin hakkıdır bu... " "Çocuk ihtiyarın sisli sözlerinden bir şey anlamamıştı ve Babek'in yüzüne bakmıştı. Babek yumurtaları ihtiyar­ dan almıştı. Barsis'in halen boynundan asılı kalan bomboş torbasına atmıştı. Bundan sonra ihtiyar, rahiplerden rica etmişti ki yolu bilmeyen garip misafirlerini onlar Harnedan dolaylanna ka­ dar bıraksınlar ve iki günden beri orada köşede kalmış çırpı şeleğini götürmeyi unutmasınlar. Rahipler de ihtiyarı temin etmişlerdi ki o çırpı şeleğini götürmeye gelmişler, çünkü bi­ liyorlardı ki aksi takdirde bir avuç arpa ununu ve bir tutam tuzu kabul etmez. Sonra rahipler Babek'e bildirmişlerdi ki yarın manas­ nnn başrahibi İbni Anastas öncüliiğünde bir bölük rahip

145


Hamedan'a yola çıkacak ve orada Halife Memun'u karşı­ layanlar içinde Nesturi Hristiyanlannm ihlasını Halife'ye ilan edecek. Babek ile çocuğunda da o kafileyle gitmesi mümkündü. Nihayet herkes ayağa kalkmıştı, tek tek ihtiyara baş eğmişlerdi. Tanrı'dan selametle kalmasını dilemişlerdi . . . . Şimdi ihtiyar mağarayı terk edip gidenlerin ardından bakıyordu ve mağaranın uzunluğu öyle bir süratle ihtiyann şuurunu çekip aksi istikamete doğru götürüyordu ki mağa­ ranın ağzına doğru gidenleri dünyanın diğer ucunda görü­ yordu. İhtiyar hisseni ki Azrail'e ihtiyaç yoktur. Ölüm işte bu uzaklaşmadır ki onu ağzına alıp bu dünyadan götürüyor ve ihtiyar son defa seslendi ki: "Rabb'im, geri gönder tıfılı, çok uzaktadır. Geri gön­ der, beni defnedip gitsin!" Gidenler arkalannda ihtiyarın sönen bir mumun son şulesini andıran sesini ve sızısını duymadılar fakat hemen arkalarında mağarayı kapsayan amansız bir sessizliğin fer­ yadını duydular. Döndüler, mağara ağzında durdular. Sonra Babek geri döndü, ihtiyarın çııpı şeleğini götü­ ren rahip de şeleği çok dikkatle yere koydu ve her iki rahip Babek'in peşinden içeri yöneldiler. Çocuk şaşkın bir halde mağara ağzında kaldı, bir şey­ ler olduğunu hisseni ve şimdi ancak büyükler bilirlerdi ne yapmaları gerektiğini. O ise ne edeceğini bilmediği için ye­ rinde durmalıydı. Babek eğildi, sınını duvara yaslayıp oturan, başı sol omzuna eğilmiş ihliyarın nabzını yokladı ve sonra doğrul­ du, rahiplerin yüzüne bakıı. Söze ihtiyaç kalmamıştı, rahip­ ler sağ ellerinin birbirine sıkılmış parmaklannın uçlarıyla

146


alınlannı, sinelerini, sağ ve sol omuzlanna dokunarak haç yaptılar. İhliyan götıirüp kabrine koyduktan sonra Babek çocu­ ğa seslendi ki yanına gelsin ve Barsis yanına geldi. "Topraktan at üstüne, kabir dolsun." dedi Babek. "Son arzusu buydu... " Barsis boynundan asılı küçük torbadan üç tane kmnızı yumurtayı tek tek çıkarttı, mağara duvanndaki oyuklardan birine koydu. Rahipler çocuğun bu hareketinden hiçbir şey anlamadılar. Babek hissetti ki çocuk ihtiyann demin dediği sözlerinin manasını şimdi anladı ve çekeceği zahmet için hak olarak verilmiş üç yumunadan imtina eni. Sonra çocuk küreği eline aldı, kabir kenanndaki tepe­ cikten toprağı kürüyüp kabir kuyusuna doldurmaya başladı. Babek ile her iki rahip başı aşağı kabir kenannda du­ rup Barsis'in kan ter içinde doldurduğu kabre bakıyorlardı. Birinci rahip dedi: "Nihayet ki mukaddes ihtiyar ebedi azatlığa kavuştu. Ama bu dünyada yalnız Mesih'in kucağında kurtuluş bul­ mak mümkün ki ihtiyar bu hakikate doğru çok geldi, maa­ lesef Mesih'in eteğine el uzatmadı." İkinci rahip dedi: "Bu dünyadaki azatlığa can atanlann istedikleri azat­ lık, kul azatlığıdır. Hiilbuki Tann oğlunun azat kulu olmak­ tan başka ve ne bu dünyada ne öteki dünyada başka hiç bir azatlık yoktur." Barsis başını kaldırdı, Babek'in yüzüne baktı, anlama­ dığı bu sözleri Babek'in nasıl karşıladığını kurtancısının yüzünden okumak istedi ve gördü ki Babek'in kaşları çatıl­ mıştır ve Babek kabir içine bakarak dedi: "Ne Müslümandı bu ihtiyar ne Hristiyan." Alttan yu­

kan rahiplere öyle baktı ki gözlerinde panldayan ışıltıdan rahipler sanki üşüdüler.

147


Bu, Halife Memun 'un menzil menzil Hamedan 'a gitmesidir. Barsis 'in kapalı çarşıda Şehir celladını rezil etmesidir.

Dağ başında Nesturiler manasıınna gelip çıktıktan sonra şimdi burada, başrahibin bu büyük ve çok serin hüc­ resinde, altın işlemeli yumuşak ve zarif Abadan hasın üs­ tünde Barsis sanki diken üzerinde oturmuştu. Başını arkaya yaslamıştı, çenesini

yukarı kaldırmıştı. Ağzı azıcık açılmıştı

ve şaşkın bakışlarının derinliğinde bir korku başkaldınnıştı. Çünkü çocuk ömründe ilk defa olarak böyle anlaşılmaz bir hadise ile karşılaşmıştı. Oraya, kara atlas giysili koca rahibin başı üstündeki duvara büyük bir resim asılmışh ve o resimde dara çekilmiş bir adam yukandan aşağıya doğruca Barsis'io gözlerinin içine bakıyordu. O zaman ki terk-i dünya ihtiyarın mağa­ rasına gelip çıkan o iki rahip onlan buraya, bu manastıra getirmişlerdi, Babek ilerlemişti, sağ elini sinesine basmışh, manasıınn başrahibine selam vennişti. Barsis ise kapı ağ· zında iki rahibin arasında ayaklıstü dunnuştu ve o andan başlayarak hücrenin karşı duvanndan asıh o resim Barsis'i büyülemeye başlamıştı. İhtiyar rahip, Babek'e hasır üstünde oturması için yer gösterdikten sonra kapı ağzında duran Barsis'i de yanına çağırmıştı ve gözleri resimde, kapı ağzında donup kalan Barsis'i rahipler arkadan ileri ittiğinde çocuk ilerlemişti fa-

148


kat resim gözlerini ondan çekmediği için iki defa tökezle­ mişti. Sonra gelip Babek'in sağında diz çöküp hasır üstün­

de oturmuştu. Ve bu defa resim yukandan aşağıya yine göz­ lerini Barsis'e dikmiş, çocuk başını aşağı eğmişti. Abadan hasınnın altım ve zarif ışıltısı bir an bakışlarını okşamıştı, sonra sanki birileri başını çekip yukan kaldırmış ve Barsis resimde o solgun benizli, yanar gözlü şahsın yine doğruca kendi gözlerinin içine baktığını görünce nutku tutulmuş, hana alnını ter basmıştı. Gilnlerce biiyük bir kervanı takip ederken ve gecelerin karanlığında yabancı dağların koynunda tek başına kalır­ ken, etrafında kurt kuş sesleri duyarken ve nihayet en so­ nunda gözlerine kan sağılmış Vecna bin Revvad'ın çadınn­ da ölümü göze alırken kendini kaybetmeyen kun yavrusu; şimdi burada, bu cansız resim karşısında öyle bir heyecana kapılmıştı ki ne kadar uğraşsa gözlerini bir an olsun duvara asılan o resimden çekemiyordu. Çünkü o resim de bir an olsun gözlerini ondan çekmek istemiyordu. Barsis'in gittikçe yüreğini korku ile dolduran şu idi ki içeri girdiği anda o resim neden yalnız onu etkilemiş­ ti. Sanki burada, bu hücrede ondan, Barsis'ten başka kimse yokmuş gibi, demin uzakta, kapı ağzında ayaküstü durduğu zaman da ve şimdi gelip hasır üstünde oturduktan sonra da bakışlarını sadece Barsis'e iliştirip kalmıştı. Halbuki onu ve Babek'i başrahibin huzuruna getiren rahiplerin her ikisi bu anda arkada, elleri göbekleri iistünde halen hücrenin kapısı ağzında durmuşlardı fakat şekil Babek'e de bakmıyordu. Birden çocuk bu resmi kime benzettiğinin farkına vardı ve Zencan pazannda gördüğü çılgın bakışlı bir derviş geldi, gözleri karşısında durdu. Henüz kervanın ardına düşmeden evvel Zencan pazannda sadaka dileıunek için el açarnayıp aç kanna dolaşıp durduğu günlerin birinde tüm pazan ir-

149


kilıen boğuk bir feryaı yükselmişıi. Pazar bir anda susmuş­ tu ve kalabalığı yanp geçen derviş gelmişti, Barsis'in ya­ nından geçip gitmişti. Derviş bir deri bir kemikti. Dağmık saçlan çıplak omuzlanna dökülmüştü. Ve derviş "Ey çark-ı cefa!"' diye seslendiğinde sesinde bakır çınlamıştı. Sonra "Ya ehe!, binbir adında medet!" deyince çarşıdaki çarşaflı kadınlar ellerini sinelerine vurup ağlaşıyorlardı ve dervişin gözlerinde sanki kara bir alev yanıyordu. Hiç kimse başını kaldınp dervişin gözlerine bakamıyordu. Barsis ise başını kaldırmıştı ve dervişin gözlerine bakmıştl fakat sinesinden geri itelenmiş gibi yerinde sendelemişti. Soma tuzlu suda haşlanmış mısırlanyla Barsis' i açlıktan kurtaran Turgay ona anlannıştı ki o derviş çok yakından Tann 'nm yüzıinü gördüğü için o hale düşmüştür ve kim ki bir defa çok yakın­ dan Tann'nın yüzünü görürse, o insanın göz bebeklerinden kara bir alev tutuşup yanar ve kimse o kara şuleye bakma­ ya devam edemez. Şimdi bu resmin de gözlerinde Tann'yı görmüş gibi kara bir alev yanıyordu ve üzeri o dervişin üze­ rinden daha çok yalındı. Belinde yalnız bir el kadar beyaz bez vardı, kendisi de o kadar zayıf ve caasız idi ki kabur­ galarını ıek ıek saymak mümkündü ve elbette ki çok açlık çekmiş bir insan bu hale düşebilirdi. Öyleyse açlığa fazla dayanamadığından, herhangi bir şehrin kapalı çarşısından bir avuç hunna çaldığı için çarşı esnafı onu yakalayıp şehir celladının eline venniştiler ve kırmızı elbiseli şehir celladı da onu bu yüksek darağacında çamııha çekerek kollannı, uzun ve çıplak ayaklarını çarmıhın direğine çivilemişti. Şimdi onun batık sinesini, zayıf ve takatsiz vücudunu terk etmiş hayat, yalnız gözlerinde cem olup kalmıştı ve bu şekilde, göz kırpılmayan bakışlarla o, Barsis'e bakıyordu, sanki içinde söyleyecek sözü vardı. Barsis ise ancak onu gö­ rüyordu ki o katlanılmaz azaplara katlanıyor. Resmin

150

üzeri


gölgelerle örtülüp karanyordu ve sonra hemen açılıyordu, hemen aydınlanıyordu ve elbette ki çocuk bu anda hücrenin iki kanallı pencereleri arkasında gökyUzünden geçip giden serseri buluılann içerideki ışığı sık sık değiştirdiğinin farkı­ na varacak halde değildi... ... Fakaı sonralan birçok yıl geçıikıen sonra, genç Bar­ sis keskin dönüşlü kaderinin onu alıp götürdüğü gurbeı bir ülkede daha birçok resim karşısında duracaklı. Hristiyanlı­ ğın mukaddeslerini tasvir eden bütün o ikonlann hepsinin solgun çehrelerinde batan zifir kara gözlerinin kırpılmayan bakışlarla kendini seyredenlerin gözlerinin içine baktıklan­ nın sımna vakıf olacaktı. Hatta Hristiyanlığın cefakeşlerin­ den Yahya Peygamberin hükümdar Herodes'in emriyle ke­ silmiş başını kendisi bir sini içinde kendi elinde tuttuğunu tasvir eden bir ikona böyle temaşa edecekti, yine de şimdi burada, bu dağ başındaki küçük manasıınn duvanndan ona bakan Tarın'nın oğlu Mesih'in karşısında geçirdiği bu he­ yecan ve sarsıntıyı hiçbir zaman unutmayacaktı. Yalın ayak, başı açık, zayıf omuzlan bez gömleğinin yınıklanndan çıkmış bir çocuğun Mesih'in ikonu karşısın­ da geçirdiği bu heyecan başrahibin gözlerinden kaçmamışıı ve şimdi ihtiyar, Babek'e hiıaben ne diyorduysa, bütün fikri ve dikkati yalnız Barsis'te idi. Elbette ki ihtiyar rahip anlı­ yordu, Hrisıiyan olmayan, hana Hrisıiyan bir çocuk için de Mesih'in çarmıha çekilmiş bu ikonu çok korkunç bir res­ midir, tasviridir. Üstelik meşhur Konstantiniye ressamı bu ikon eserinde Mesih'in çektiği azaplan ve Mesih'in ilahi maneviliğini öyle bir sanatkarlıkla canlandırmışıı ki bir haf­ ta evvel bu ikon dağ başındaki bu manastıra getirilip burada törenle duvara asılırken ihtiyar rahip kendisi bu mukaddes putun karşısında diz çöküp ağlamıştı. Ve özel likle onu duy­ gulandıran şu olmuştu ki bu ikon dünya Hristiyanlığının

151


merkezi olan bir ülkeden kaçınlarak bu dağlara getirilmişti, çünkü o kudretli Hristiyan devletinin Hristiyan bükümdan, kınnızı çizmeli Bizans imparaıoru Feofıl biitün kiliselerden ve manastırlardan ikonlann toplatılması için emir vennişti, ikonlara saygıyı putperestlik ilan etmişti. Hristiyanlığın mukaddeslerini tasvir eden biitün ikon­ lara ibadet merasimleri yasaklanmıştı. Şimdi eğer Barsis gözlerini Mesih'in ikonundan koparamıyorduysa, ihtiyar rahip de Barsis'e bakarak düşünüyordu ki tarihin gidişatı çoğu zaman sarhoş olur. İşle Hristiyan imparatorluğunun serhaddinden kaçak mal gibi getirilmiş bu ikon burada hi­ lafeı olarak adlandırılan dev İslam devletinin himayesi al­ ımdaki Nesturi Hristiyanlannın dağ başındaki manasıınnda küçük ve günahsız bir varlığın gözlerini çırağ gibi alevlen­ dirınişse, elbene ki bu çocuk bu günü, bu saati, bu anı ömrü boyunca unutmayacaktır. Hristiyanlığı tebliğ eden hiçbir misyoner, Tann oğlunun yahut anası Meryem'in suretlerini canlandıran bu ikonlann bir anda yürekleri hoplatan büyü­ lü kuvvetini yerini alamayacaktır. Hele kadınlar! İmparator Feofıl'in bütün yasaklarına rağmen hangi Hristiyan kadının yüreğini Tann oğlunun anası Meryem 'in mukaddes ikonun­ dan koparmak olurdu? Ve üstelik orada Konstantin'de im­ parator sarayında imparatoriçe Feodora kendi yatak otağın­ da kocasından gizlediği Meryem ikonu karşısında her gece sabaha kadar diz çöküp ağlıyorduysa, elbene ki nihayetinde gökler melun Feofıl'e bedelini ödetecektir! İhtiyar rahip ar­ lık kederlenmişıi. Barsis'in geçirdiği heyecan gittikçe ihti­ yan daha fazla üzüyordu, çünkü rahipler önceden başrahibe Babek ile çocuk hakkında gerekeni anlatmışlar, mağarada­ ki ihtiyann bu çocuğun eliyle defnedildiğini söylemişlerdi. Ve şimdi kaderinin çilekeşi olan yollann oğlu bu genç ile ölümden kurtulmuş bir çocuk böyle bir günde, Tann oğlu

ısı


Mesih'in ölüp dirildiğinden

kıık gün sonra göklere

yük­

seldiği bu mukaddes bayram gününde, gelip bu manastıra çıkmışlarsa, ihtiyar rahip için bütün bunlar elbene ki bir te­ sadüf değildi, belki de alametli bir hadise idi. Babek ise bu vakte kadar ihtiyan şu yüzden sessizce dinlemişti ki aslında kendi düşüncelerine takılıp kalmıştı, fakat şimdi koca rahibin sesinde ginikçe artan bir heyecan ve titreyiş hissederken gayriihtiyari olarak başını kaldırmış­ tı ve ağlamaklı olan kocarun ona değil, Barsis'e baktığını görmüştü. Barsis ise ne rahibe bakıyordu ne onun dediklerini din­ liyordu. Onun gözleri duvardan asılan ikona dikilmişti, ren­ gi kaçmıştı, arada bir dudaklanndan bir titreyiş geçiyordu ve sanki çocuk, içinden dua ediyordu. Şimdi Babek de heyecanlandı, çarmıha çekilen Me­ sih'in ikonu karşısında Barsis 'in geçirdiği bu hıll onu telaşa düşürmüştü. ihtiyar rahip gibi o da çocuğun neden böyle bir hale düştüğiinün asıl sebebini anlamaktan henüz çok uzaktı. Bu yüzden de aklına gelen ilk düşünce şu oldu ki Hristiyan­ lığın bütün diğer ikonalanna nispeten en çok meşhur olan ve yürekleri en çok kıpırdatan bu tasvir, görünen o k.i ilk ba­ kışta Barsis'i büyülemiştir. Ve bu defa hiç beklemediği bir taraftan yine çocuğu bir tehlike bekliyormuş gibi yüreğini karartan anlaşılmaz bir kıskançlık hissinden kaşlan çatıldı. Başrahip ise bu anda mucizesinin o noktasına varmıştı ki nıhun vücut üzerindeki tanıanasının yalnız Mesih'in şef­ kati ile aydınlanmış yüreklere yerleşeceğini tebliğ ediyor­ du. Çünkü insandan doğan ak bir kuzu gibi kurban giden, aslan gibi ölümden dirilişe dönen, kartal gibi uçup yükselen ve şimdiki göklerde kendi Rabb'inin ve kendi anasının sağ tarafında oturan Mesih herkesin ve o cümleden de bütün gayri Hristiyanlann da kurtuluşu uğrunda korkunç bir azabı

153


yüklenmek için bu dünyaya gelmişti... Eğer bu anda Barsis'ten bu kadar tedirgin olmasaydı, Babek rahibin mucizesini daha fazla dikkat ve merakla din­ lemeye hazırdı ve onun Hristiyan manastınna ayak basması ilk değildi. Yıllardan beri ibni Revvad'ın kervanı ile giniği ve dönüp geri döndüğü yollarda kervan gençleriyle bera­ ber bu veya diğer bir manastırda misafir kaldığı geceler az olmamışu. Çünkü hilaferteki biitün Hristiyan manastırları­ nın konukperver kapılan gece ve gündüz dini ve milliye­ ıi ne olursa olsun bütün gariplerin, yolculann, geceyi bir dam altına sığınarak geçirmek isteyenlerin yüzüne açıktı ve ceplerinde dirhem olanlar için rahipler her zaman kendi hücrelerinde çok hevesle şarap sofrası açarlardı. Ama ne bu manasurlarda, ne başka bir yerde hiçbir Hristiyan ruhanisi bir Müslümanı Hristiyanlığa davet etmek gibi korkunç bir işe teşebbüs edemezdi. Çünkü hilafene, nerede olursa ol­ sun, ister Hristiyan manastlrlannda, ister Yahudilerin dua evlerinde ve yahut ateşperestlerin kıyıda köşede sağ kalmış aıeşgahlannda bir Müslümanı başka bir dine davet etme­ nin cezası ölümdü ve ayni zamanda kendi dininden dönüp diğer bir dini kabul eden her bir Müslümanı ölüm cezası bekliyordu. Şimdi eğer başrahip korkmadan, çekinmeden kendi ih­ tiraslı mucizesi ile Babek'e Hristiyanlık hakikatlerini telkin etmeye yönelirse, bu yalnız şundan dolayıdır ki rahip, Ba­ bek'in Müslüman olmadığını öğrenmişti. Ve şimdi bu iki kimsesiz ve nasipsiz, yann başlanna ne geleceğini bilmeye­ rek nereye gidiyorlardı ve böyle mukaddes bir günde gelip bu manastıra çıkmışlardı, belki bu bir menzil, her ikisi için yol aynmı olacaktı ve her ikisinin yüreğini yalnız lsa şefka­ ti avutabilecekti. Başrahibin mucizesi daha çok devam edecekti fakat

154


dün gece mağarada olduğu gibi şimdi de burada uykwıun ani ve amansız hamlesi Barsis'in geçirdiği heyecan ve ger­ ginliğe birdenbire son verdi, çocuğun gözleri kapandı, başı aktı, sol omzunun üstüne düştü, alnı gelip Babek'in böğrü­ ne dayandı. Sanki ihtiyar rahip de bir gerginlikten kurtuldu, derin­ den nefesini bıraktı ve dedi: "O terk-i dünya ihtiyar ki bu çocuğun temiz elleriy­ le defuedilmiştir, doğrudur, o kendi mazlum ııınnsı ile ne İslam 'a kavuşmuştu ne Hristiyanlığa, fakat Müslümanların nazarında olduğu gibi, bizim için de mukaddes bir varlıktı. Ve günaşın akşamüstü manastıra getirdiği bir şelek çırpıyı yere koyup nefesini toplamak için orada, sekide otururken, ben de her defa hücremden çıkardım, giderdim yanına, ben de kendisini sayardım ve sorulanma aldığım cevaplara şa­ şırır kalırdım... Şimdi sizi buraya getiren rahipler o ihtiyarın ricasım bana ilettiler ve ben, yann kendi kafılemle Hame­ dan'a doğru yola çıkıyorum, sizi kendi kafi!em içinde Bab el-Esed kapısından içeri geçirmek, elbette ki benim için se­ vap bir iştir... " Babek rahat bir nefes aldı, ihtiyara baş eğdi, minnettar­ lığını bildirdi. "Fakat dinle evladım!" dedi ihtiyar ve sevecen bakış­ larla derin uykuya dalmış Barsis'e baktı. "Şimdi sen sür­ günsün ve yann başına neler geleceğini bilmiyorsun, farz et ki cismini ölümden kurtardığın bu tıfılı öyle bir girdaba doğru sürüklüyorsun ki ... " Babek ürperdi, bu kadar, nihayet bu ihtiyar da esas mevzuya geldi ve şimdi bundan sonra ne diyecekti? Ne ol­ muştu ve ne istiyordu bu ihtiyarlar, bu kurt yavrusundan? Çocuk burada kalırdı ve her gün kamı doyardı? Çocuk bu­ rada kalırdı ve Davud Peygamberin deyişlerini ezberlerdi.

tss


Tann 'm neden bende11 yüz çevirdin, neden beni ya/mı bıraknn? Nağme­

Sonra geceleri hoş avaz ve tertemiz sesle:

sini okurdu. Komşu İberler ülkesindeki bir manastırda ge­ celerken rahip, Gürcü kadının kendi hiicresinde bu deyişi okuduğu halen de haıınnda idi. Çocuk bwııda kalsaydı kara abasının uzun etekleri ayaklanna dolaşan genç bir rahibe dönüşürdü ve her gün bu karabasan ikonlar karşısında diz çöker. dua ederdi. Uşak burada kalırdı ve nihayet bütün Hristiyan bay­ ramlannda yakın şehirlerden gelip bu manastırlara doluşan, cepleri dirhemle dolu ehlikeyifMüslümanlar için şarap sof­ ralan açardı. .. Şükür ki diğer terk-i dünya ihtiyann, Barsis son aızu­ sunu yerine getirerek o mazlumu kendi eliyle kazdığı kab­ rine defnetmişti. Fakat bu ihtiyann, bu başrahibin yanaklan Savan nan gibi kıpkırmızı idi ve ne kadar çok yaşayacaktı ki, kederden örülü yüksek duvar arkasında inleyen bir kurt yavrusunu, nihayet bir gün bu ihtiyar kendi defiıedecekti. Babek'in yüreği isyan etti, gayriihtiyari olarak sağ ko­ lunu çocuğun boz gömleğinin yınıklanndan çıkmış zayıf omuzlanna koydu ve derin uykuya dalmış Barsis'i sıkı sıkı böğrüne sıktı. Sonra yine dikkat kesildi, çünkü şimdi de ih­ tiyar rahip ona haber veriyordu ve bütün dünya şehirlerinin başına lanet yağdınyordu. "O şer kaynağı Babil ki bütün şehirlerin ulu ecdadıy­ dı, dünyanın bütün kavimlerine ve milletlerine azgın zina şarabı içirdiği için bugün harabelerinde baykuş uluyor ve aynı edepsizlik girdabına düşmüş bütün diğer şehirler de nihayet o Babil'in akıbetine uğrayacaktır. Ve şimdi sen ki yanında Ebu Cehil karpuzuyla kaderini sorgulayarak He­ medan 'a gitmeye can atıyorsun, bil ki o şehir de ta İskender zamanından küçük bir Babil'dir, çünkü o şehrin Müslü-

156


man·ı hakiki Müslüman değil. Hristiyan•ı hakiki Hristiyan de�l. Yahudi'si hakiki Yahudi değil ve ateşperesti de hakiki ateşperest değil..." Defalarca bunu işitmişti. Özellikle Tann kullan bütün bu ihtiyarlar için. bütün şehirler zenginlik ve obıuluğun azınığı edepsizlik yuvalarıydı, halbuki o şehirlerin Rahat adlandınlan yıkık harabelerini mesken tutanların yahut Tebriz'in biraz uzağındaki Tuz dağının karanlık lağımların· da tuz çıkaranların geçimi köylerdeki yoksulluk ve sefalet· ten daha fazla korkunçtu. Dokuz yıldır, İbni Revvad'ın ticaret kervanları ile yol· !ardaydı ve defalarca nice şehirlerden geçmişti ve defalar­ ca bu veya diğer bir şehir haftalarca menzili olmuştu, fakat şimdi ille defa olarak kervan gençlerinden birçoğu ile bera­ ber hiç görmediği Hamedan' a ayak basacaktı, o yüzden de önceki günün akşamı ateş başında çok oturmuşlardı. İhtiyar deveci kadim tarihleri eşeleyerek kervan gençlerine bilgi vermişti ki sahrayı bina eden şahıs Nuh Peygamberin toru­ nudur, o şahıs ki adı Harnedan idi, Hemedan ise Feloç 'un oğlu idi. Feloç ise Sarn'ın oğlu idi ve Sam, Nuh'un üç oğ· !undan biriydi ki Allah onların hepsine rahmet etsin. Sonra ihtiyar deveci demişti ki o şehirde damlan altından saraylar yükselten ve birbirinin içine giydirilmiş yedi renkli, yedi yüksek hisarlı o şehri çevreleyen Media şahlan çok büyük şaşaa içinde çok az ömür sürmüşlerdi. Onlardan sonra o şe· hir Acem padişahlarının ellerine geçmişti ve yayla şehrine çevrilmişti ve Acem şahlarının toyları orada yapılmıştı. İş· ret meclisleri orada kurulmuştu ve hazineleri de o şehirde saklandığı için Batı' da ortaya çıkan iskender Rumi ordu kurdu, geldi, bütün o yerleri işgal eni. Sonra takılıp Hame· dan'da kaldı. Ve yüreğindeki şarap içme meyli o şehirde çok güçlendi ve o lskender ki dirilik çeşmesini arıyordu,

t57


suyundan içip ömrünü uzatsın, kurtla bu dünyada kıyamete kalsın, yüreğindeki yangını kötülük pınarının zararlı suyu ile suladıkça ömrü o kadar kısaldı ki anasını ağlar bırakıp genç yaşında bu dünyadan gitti. Yoksa ki bütün dünyanın ve bütün iklimlerin namdan olmak, dünyanın bütün şahlan içinde yalnızca ona yakışıyordu. Çünkü aklında muhteşem bir fikir vardı, Batı ile Doğuy'u birleştirip dünyada vahit bir saltanat lrurmaya can atıyordu. Fakat Müslüman olmadığı için Allalıwaala muradına ermesine izin vermedi. Geride kalan asırlar, IX. asırda da dünya henüz gençti, aralıksız savaşlardan, kınmlardan sağ kalan çok az ihtiyar canlı ıarih idiler. Elli yıl evvelden haber veren bir ihtiyar, çok kadim devirden yadigar kalan yıkık abideler gibiydi ve ihtiyar deveci, bütün ömrü boyunca uzwı yollan kalın bir kitap gibi okumuştu, kervanın Hamedan yaylasına çıktığı o akşam kervan gençlerine bildirmişti ki Hamedan'm sa­ kinleri ıa kadimden keyif ve eğlenceye çok düşkündürler. Ve başlanna ne musibet gelirse gelsin, çok gam çekmeyi reddederler. Bütün bunlann sebebi şudur ki, o şehir boğa burcu altındadır, boğa burcu ise akşamlan.batıda yanan ve seher çağı doğuda panldayan işveli Zühre yıldızının men­ zilidir. O yıldız ise, vaktiyle yeryüzünde yaşayan çok güzel bir hatundu ve o kadar gönül çelen ve can alan idi ki gökteki halkalardan Harut ile Marut yukandan aşağıya bakarken o afeti görünce gözleri kamaştı, akıllan başlarından gitti ve gökten yere inip o fitne güzeli ne istediyse kabul etmediler. Çünkü kadın, erkeğin eğri kaburgasından yaratılmıştır ve bu yüzden de hiçbir zaman doğru işle arası yoktur; o yüzden de Zühre de hile yaptı ve o, meleklerden Allah'ın gizli adını öğrendi, o gizli adı ki dünyada hiçbir kul bilmezdi. Zühre bu sırra vakıf oldu, yükseldi, göğün üçüncü katında ak bir yıldıza çevrildi. Şimdi o zamandan beri Zühre göklerin çal-

158


gıcısıdır ve gece gündüz göğün üçüncü katında oturup def çalıyor. Allab tarafındao cezalandınlan Harut ile Marut ise o zamandan beri Babil kuyusunda başlan aşağı asılı kalmış­ lar. Fakat melekler ölmüyor, hiçbiri ne ölüler gibi ölürler ve yine hiçbiri ne diriler gibi dirilirler... Zühre 'nin ise gökte ilci evi var; biri terazi burcudur, diğeri boğa burcu ve o gökler güzeli her iki burca sırayla def çaldığı için kim ki Hame­ dan'a ayak bassa, çok çabuk büyüye kapılıp yoldan çıkıyor. Sonra ihtiyar deveci işaret parmağını -o parmağı eğri bir olta gibiydi- yukan kaldırmıştı ve kervan gençlerini teb­ dil etmişti: O şehrin kapalı çarşısında yahut karşı yakasındaki ka­ sırda ak çarşaf altından size müjgan oku atan ahu gözlüleri görünce yumun gözlerinizi, kör olun ve ıabii ki Yahudi ma­ hallesindeki meyhanelerden mermer sineleri kırmızı haçlı Rumiyeli cariyelerin can alan nağmelerini işitince tutun ku­ lak.lannızı, sağır olun . ... Nihayet kapı ağzında elleri göbeklerinin üsründe du­ ran iki rahip ileri gelmişti. Her biri bir taraftan başrahibin kolundan tutup ayağa kaldırmıştı ve ihtiyar rahip Babek'e demişti: "Benim hakikatli evladım, rahipler gecelemek için sana ve bu tıfıla hücrelerinde yer gösıerecekler ve bu tıfıl, madem böyle mukaddes bir günde bu manastıra ayak bas­ mıştır, bırak yiyip içmeyi manastınn ihsanı gibi helal hoşu olsun!" Babek de gözleri kapalı Barsis'in kolundao tutup aya­ ğa kaldırmıştı ve demişti: "Eksik olmayın kutsal baba, cebimde beş on dirhem harçlığım var, kendimi ve bu tıfılı bir hafta idare eder... " Başrahip: "Şahsi kabilsin evladım ve azamet satıyorsun ... Amma

ll9


Mesih buyunnuşıu ki saadetlidir o kişiler ki ruhtan zelil ve mağrurdur, çünkü göklerin ilahi saltanatı onlardaodır. Ve yine buyunnuşıur ki saadetlidir o kişiler ki yürekleri ma­ temlidir. Çünkü avunacak yürekleri ve teselli bahşedile­ cek..."

2 Başrahip İbni A.nasıas'ın kafilesi tan yeri ağanrken yola çıkmış, dağ üstü manastırdan yüzü aşağı irırniş, patika yola girerek güneye doğru yönelmişti. Kafiledeki rahiple­ rin hepsi yayandı. Yalnızca başrabibi kafile önünde giden palanlı kaıınn üstüne koymuşlardı. İhtiyar ise ne kadar uğ­ raşsa da Barsis'i terkine alamamıştı, çocuk direnmişti, Ba­ bek'in yanından aynlmak istememişti. Kafile yolunu kay­ bedip gelmiş, gökteki ıenha bir bulut yığınının kara gölgesi gibi sessiz sedasız hareket ediyordu. Yalnız bir defa yol ke­ nannda, pınar başında dinlenmişlerdi. Sofra kurup ekmek yemişlerdi, ayran içmişlerdi, sonra ayağa kalkmışlardı ve kara elbiselerinin uzun eteklerini yolun kızgın tozuyla ağar­ tan kafile Hamedan kapılanna varmak iizereydi. Eğer bütün yol boyunca diğer rahipler ağızlanna su al­ mış gibi susıularsa da Babek'le yan yana adımlayan şişman görünümlü rahip çene çalarak yola köprü lrunnuşıu ve ka­ file sıradaki bir yokuş başına çıkarken durmuştu, nefesini toplamıştı, sonra elindeki üçlü çeliğini tepe üstünden görü­ nen karşıdaki şehirlerin hisarlar arkasındaki umumi manze­ rası üzerinde gezdinnişti ve sağı solu işaretleyerek demişti: "İşte şu, şu azman bina, şehrin ortasını işgal etmiştir ve yassı damı altında ikinci bir şehirciği gizlemiştir. Ha­ medan'ın kapalı çarşısıdır orası ... Ve eğer yazın o şehrin en

t60


serin yeri orasıysa, kışın da en sıcak yeri orasıdır. Ve şimdi ki yann sen o şehirde kendine iş arayacaksın, şunu da bil ki o kapalı çarşıda bütün boyacılar ve sarrafiar Yahudi, terzi­ lerin ise cümlesi Hristiyandır. Geri kalan meslek sahipleri demirciler, kalaycılar, ayakkabıcılar ve sair esnaflar Müslü­ manlardır ve bütün ticaret de Müslümanların elindedir. Babek de tepe üstünden şehre göz gezdirmişti, düşün­ ceye dalmıştı ve yüreğinde başkaldıran bir telaş hissiyle yine Tarkan'ı düşünmüştü. Rahip ise o anda çeliğini şehrin yeşil kubbeli iki minareli cuma mescidine dikmişti ki: Şehirde sabaha kadar ışıklannı söndürmeyen yegane bir bina varsa o mescittir. Çünkü Hamedan 'ın o mescidi bü­ tün gıindüz ve gece orada namaz kılan, oruç tutan ve Kuran ayetlerini zikreden mümin ihtiyarlanyla meşhurdur. Halk arasında o ihtiyarlara mescit güvercinleri derler. Babek dönüp şehrin batısına bakmıştı, orada şehir için­ de dört bir yanı hisarlarla çevrili ve aynca kapısı olan bir mahalle dikkatini çekmişıi. Rahip ise hemen izah etmişti ki: ..Yahudi 'ye derler, şehrin o kısmı ve sakinleri esasen yoksul boyacılardır, sinagoglan yokrur ama ziyaretgiihlan vardır. Onların menşelerini sonınca vaktiyle Babil esaretin­ de olurken Babil çaylan kıyısında ağlaşan kadim Yahudile­ rin neslinden olduklannı iddia ederler. Davud Peygamberin neslinden olduklannı iddia ediyorlar. Davud Peygamberin de deyişlerinde denilmiştir ki "Babil çaylan kenannda Si­ man 'u yiid ettikçe ağlıyoruz ve yine onlann akidelerine göre Acem Şahı Ahaş Derviş 'in sevgili zevcesi Yahudi kızı Esfir'in de türbesi o mahallededir. O Esfir'in ki hikayesi Kitab-ı Mukaddes 'te nakledilmiştir. Ama bizi en çok hay­ rete düşüren o şehrin Müslüman ahalisidir ki onlar da Ya­ hudilerle beraber Estir' in o türbesini mukaddes bir yer gibi ziyaret ediyorlar, hillbuki bizim başrahip defalarca kanıtla-

161


mıştır ki o türbe Esfir'in mezan değil. Çünkü Esfir bura­ da, Hamedan'da değil, Sarab şehirlerinden kadim Şuşan'da defiıedilmiştir." Ve rahip, bir garip için ilk defa ayak bastığı yabancı bir şehir hakkında en mühim bilgileri verip bitir­ mişli ki birden Babek'in beklenmeyen bir sorusu karşısında bir an duraksamış, dikkat kesilmişti, soma gayriihtiyari ola­ rak tekrar etmişti: "'Nası l yani? Bu son günlerde Hamedan zindanındaki tutsaklardan idam edilen olmuş mu?" Babek başının hareketi ile sorusunu tasdiklemişti: "Şehirde meydana gelen hadiseler gelip manastırda size ulaşıyordur." "Öyledir, şehirde meydana gelen hadiseler hakkında kapalı çarşıdaki Hristiyan terziler her zaman bizim başrahi­ be haber gönderirler. Bu son günlerde şehirde idam edilen olmamış. Fakat olacaktır. Çünkü Halife Memun'un vezirini Saralı şehrinin hamamında katleden dört eşkıya başı -ki iç­ lerinden biri Hristiyandır- şu anda Hamedan zindanında tu­ tuluyor, Halife şehre girdikten soma başlanna ne geleceğini bekliyorlar. Eğer onlan soruyorsan... " "Yok, uzun zamandan beri kaybolan bir dostumdan ni­ hayet haber geldi ki Hamedan zindanında tutsaktır." "İşlediği cinayet, idam edilecek kadar ağır mı?" Ba­ bek'in kaşlan çatılmıştı: "İdam edilenler içinde canilerden yüz kere fazla idam hükmü verenlerin cinayetine kurban gidenler olmuştur... Aslında kervandan kovulduktan sonra ben dostumdan bir haber almak için geri dönmedim ve şimdi bu şehre gelişim ondan bir haber almak ve mümkün olursa onu görmek için­ dir." "Sabret, dostunu göreceksin!" Bu defa Babek hayretle rahibin yüzüne bakmıştı ve ıa-

162


hip demişti: "Hamedan valisi köylerden toplanan haraçla ve şehir­ deki Hristiyan ve Yahudilerden alınan cizye ile yetinmeyip şehir zindanını da kiraya vermiştir ve şimdi Hamedan zin­ danındaki bütün tutsaklar günaşın kapalı çarşıya gelip di­ lenmeye başlamışlar. Tutsaklar için devletin verdiği ekmek, su parasmın ya­ nsından fazlası valinin cebinde kalıyor. Ama zindanı kira­ layan zindan reisinin de kazanması gerek..." ..Yine anlamadım." ''Tutsak olunca anlarsın, o zaman ki zindan reisine ha­ raç vereceksin, her ayın başında altı dirhem. Miktan zindan reisinin kendisi tayin etmiştir, o yüzden de tutsaklar bütün dilendiklerini her ay başında zindan reisine haraç olarak ve­ rirler. Ne dedin? Dilenmez misin? Zindan reisine kara bir sikke bile vermez misin? Kamçı altında mum gibi yumu­ şamaz mısın? O zaman elbette ki intihar edebilirsin, yani aç ve susuz kalıp kendini öldünnek yetkisini kimse senin elinden alamaz!" Rahip o anda kendi dediğinden kendi ürpermişti ve haç çekmişti, çünkü Hristiyan bir rahip için en ağır vaziyetten çıkış yolu olarak intihar en büyük ve bağışlanmaz bir gü­ nahtı ve rahip başını göğe kaldırarak dua etmişti: "Tövbe ilahi, dilime küfür geıirdiğim için günahlarımı bağışla!" ... Sonra her ilcisi de ağır bir sükılı içinde susmuşlardı ve rahipler kafilesi gelmişti, şehrin dört kapısından en muh­ teşemi olan Bab el Esed olarak adlanan alaca kapıdan içeri girmişti ve başrahip İbni Anastas cömertlik gösıererek ka­ tır üstünden kapı bekçilerine peşkeş olarak bir avuç dirhem dağıtmıştı. Çünkü hilafette herkes bir şekilde bütün mecbu­ ri vergilerden kurtulabilirdi. Fakat peşkeş olarak adlandın-

163


lan gönüllü vergiden bir Allah kulu yakasını kurtaramazdı ve kurtaramamıştı. Baş kapı ise Bab el Esed yahut Şir kapısı diye adlandı­ nlıyordu ki bu kapı önünde büyük bir altlık üzerinde taştan yonrulmuş bir aslan heykeli binlerce yıldan beri başı rufaolı bir şehrin girişinde durmuşru. Bu taş, aslanın taş gözleri o kadar çok şey görmüş, taş yüreği gördüklerinden o kadar kana dönmüş, taş vücudu o kadar uzun zaman katlarının katlanılmaz ağırlığı altında kalmıştı ki sabah ezelden başla­ nan ebediyeti yorup arkada bırakmıştı. Ve yanndan itibaren başlayacak karşıdaki ebediyetle ayakta kalacaktı. Bu yüz­ den de bir yerlerden gelip heykelin karşısında duran garip ve derbeder bir şairin hayalini taş aslan o kadar göz karartan uzaklara, ta zamanın başlangıç noktasına kadar kovmuı;tu ki şair bedaheten söylediği iki mısrada taş aslana sonnuştu: "Sen zamandan evvel var mıydın, yoksa senden evvel zaman var mıydı?" Herhalde taş aslan büyük Media krallannın burada, kadim Yunanlann Ekbatan diye adlandırdıklan bu şehir­ de damlan altın tabakalarla kaplanrruş mermer sütunlan Elvend dağından getirilen ak mermerden yonrulmuş muh­ teşem saraylardaki kısa ömürlü şaşaalanna şahit olmuştu. Sonra Media devletinin tarih ufuklannda İran'ın şahla­ n tarafından gasp edildiğini ve güzel Yahudi kızı Esfir'in bu şehrini kendileri için yayla malikanesine çevirdiklerini hatınnda rutmuşru. Daha sonra bu kasırga gibi Asya'nın sinesi, İran yaylası üstünden esip geçen Makedonyalı ls­ kender'in en çok bu şehirde ayyaşlığa başladığına ve bütün halklann ve zamanların en ulu kumandanının en çok bW'ada ağladığına, başına vurup saçlannı yolduğuna şahit olmuş­ ru. Ve bin yıl sonra birbirinin ardınca kazandıklan zafer ve galibiyetlerle mest olmuş İslam ordulannın göğe yükselen

164


tekbir sedalarıyla Elvend dağının gediklerinden yüzü beri kara bir sel gibi aşıp taşarak şehir üstüne geldiklerini unut­ mamıştı. Ve o zamandan beri taş aslanın arkasındaki ikiz ve yüksek kuleleriyle azametli tek kanan.an ibaret olan Bab el Esed kapısının üç köşeli alınlığında kUfı battı ile yazılmış İslam'ın meşhur düsturu "la galiba Allah -Allah lan başka galip yoktur" kelamı şehrin yazısı olarak kalmıştı ... ...Şimdi artık bütün kafile içeri girmişse de yalnızca Barsis o kafileden geride, burada bu kapı önünde kahruşsa ve sağ elinin işaret parmağını katlayıp dişleri arasına alarak bununla dünya karşısında duyduğu büyük hayretini ifade etmişse, sebep o olm�tu ki çocuk gözlerini taş aslandan çekememişti. Çünkü aslan sanki müthiş bir şey görmüştü ve onun taş gözleri çanağından çıkmıştı. Ve sıçramak ister­ ken ön ayaklan üstünde dikelmişti. Ama sağnsını yerden koparamamıştı. Nara atıp Elvend dağını titretmek için ağ­ zını açmıştı. Sinesinden kopan taş narası tıkanıp boğazında kalmıştı, aslanın taş gözleri ağlamak istemişti. Ama aslan olduğu için ağlayamamıştı ve bu yüzden

yüzü

yırtıcı bir

kudretin deliliği ile mühürlenmişti. O anda Babek sorgusuz sualsiz içeri geçirildiği için minnettarlık hissiyle katır üstıindeki başrahibin elini tut· muştu ve katır üstünde yol gelmesine rağmen takatten dü­ şen ihtiyar bir müddet suskun bir hiilde Babek'in yüzüne bakmış, sonra demişti: "Elveda evladım, Rabb'in seni ve o tıfılı bütün bela­ lardan korusun! Fakat o öfke, senin yüreğinde bir aslan gibi yatmıştır, sakın evladım, yüreğinde yatan o aslanı uyandır­ ma!" Babek konuşmamıştı. Yalnız son defa dalgın bir h3lde ihtiyarın yüzüne bakmıştı. Nasıl ki yolda bir defa ihtiyann katınnın yanında yürüdüğünde rahip Hazret-i lsa'nın meş-

165


hur on buyruğundan bahsederken yalnız başını kaldırmıştı, ihtiyarın gözlerine bakmıştı ve ihtiyar bu bakışta ne gör­ müşse susmuştu. Sonra Babek bütün kafile ile vedalaşmıştı ve birden, Barsis'in yanında olmadığını görüp kaşları çatılmıştı, he­ men geri dönmüştü ve hızlı adımlarla kapıya doğru gider­ ken kapı bekçilerinden biri burç altındaki hücresinden çık­ mışlı ve Barsis'e kızarak demişti: "Kara keşiş dedi ki sen onun buyruğundaki çocuksun, ağzını açıp orada sinek mi yakalıyorsun? Yoluna halılar nu döşeyelim o balçıklı ayaklarınla sen bizim bu diyara hoş gelmişsin diye?" Barsis ürpermişti ve bakışlarını aslan heykelinden ko­ parmıştı, dönüp kapıdan içeri geçmişti ve Babek'le karşı­ laşırken başını aşağı eğmişti, Babek ise rahatsızlığını Bar­ sis'in kolundan tutup en hızlı adımlarla kapı girişinden moltaniler kervansarayına kadar kun yavrusunu tek nefeste koşturarak göstermişti. Barsis ise ne sesini çıkamuşh ne konuşmuştu ne direnmişti. .. Hamedan kayseri yahut kapalı çarşının yanındaki iki komşu kervansaraydan biri şehir ahalisi arasında ak kervan­

saray, diğeri moltaniler kervansarayı olarak adlandırılıyor­ du. Ak kervansarayın büyük avlusunu çevreleyen yüksek duvarlar boyu, yeşil serviler sıralanmıştı. Abdest almak için avlunun ortasında fıskiyeli havuz vardı, alt katındaki mut· fakta yan yana dizilmiş, kenarları kara isli kazanlarda öğle ve akşam için safranlı pilav dem alıyordu. Buradaki eyvanlı hücreler döşemeliydi. Ve geceleri bu hücreler zeytinyağı ile yanan kandilier ile aydınlamrdı. Kervansaraym hana hususi çalgıcılan ve şarkıcı cariyeleri vardı ki bu veya diğer hücre­ de işret meclisi kurulunca şarkıcı cariyeler o meclislere ruh verir, yerine maddi nimetler alırlardı. Çünkü ak kervansaray

166


soylu misafirler ile toptan mal satan yabancı tacirlerin ker­ vansarayı idi. Moltaniler kervansarayında vaziyet kötüydü. Kapısız ve geceler ışılcsız olan hücrelerin döşemeleri çürUk hasır kınklanndan ibaretti. Hücreleri çevreleyen ensiz ve uzun eyvan altında katırlar, eşekler bağlanırdı. Avluda ise develer yere yatmhrdı. Mollaniler kervansarayı şehre gelen gariplerin, ker­ vancı gençlerin ve şehirler arasında yol tepen serserilerin kervansarayı idi ve dilencilerle dolu olurdu. Bu günlerde ise şehir hapishanesinde fazla yer olmadığı için, bir grup ayaklan prangalı, kollan zincirli tutsağı da buraya getirmiş­ lerdi, yük hayvanlan yanında zincirlerini duvardaki demir halkalara geçirmişler ve iki askeri de başlanna bekçi koy­ muşlardı. Kervansaray sahibinin yaşlı hizmetçisi kara bir kul, iki kuruş alarak Babek ile Barsis'i buradaki en küçük hücre­ lerden birine yerleştirmişti ve hücrenin damında.ki yınıktan geceleri yıldızın biri hücrenin karanlığına bakıyordu. Ba­ bek bohçasından çıkardığı bir parça ekmeği ikiye bölmüştü ve her ikisi karanlıkta lokmalarını geveliyordu, sonra başla­ nnı hasır kınklan üstüne koyup sağ kollannı yastık yaparak yol yorgunu olduklan için akşam çok erkenden yatmışlardı. Gecenin bir vaktinde kapısız hücrenin oyuğundan içeri d�eo ay ışığında Babek birden uyanmıştı, Barsis'i yanın­ da görememişti, hücreye göz gezdirmişti. Hatta Barsis'e seslenmişti ama cevap alamadığından hemen ayağa kalkıp eyvana çıkmıştı. Bütün kervansaray derin bir uyku içindeydi. Hatta rut­ saklann bekçiliğini yapan iki asker de duvar dibinde yerde oturmuşlardı, ayaklarını ileri uzatıp arkalannı duvara yas­ layıp yatmışlardı. Gecenin bu vaktinde nereye gidebilirdi Barsis? Yabancı bir şehrin kimsesiz sokaklarında ne işi

167


olabilirdi? Ondan aynlmış ve şehirden çıkıp gitmiş olabi­ lir miydi? Ama bu anda şehir kapılan kapalıydı ve kimse ne şehirden çıkabilirdi ne şehre girebilirdi ve kimsesiz SO· kaklarda yalnız baltalarının saplannı kuşaklarına geçinniş, elleri fanuslu gece bekçileri gezerdi. Ve bir de bu kadar ve­ fasızlık hiç o kurt yavrusuna yakışır mıydı? Babek birden hatırladı. Akşam yukarıya ikinci katta­ ki hücrelerine çıkarken Barsis sık sık dönüp eyvan altında hayvanlarla birlikte zincirleri duvardaki demir halkalara geçirilmiş, ayaklan prangalı, kollan zincirli tutsaklara ba­ kıyordu ve o tutsaklardan biri oe kadar çekiştirse de elini yukandaki atın başına geçirilen arpa torbasına uzatamıyor­ du... Babek parmağını ısırmıştı ve hemen aşağıya, kervan­ sarayın avlusuna inmişti. Yamlmamıştı . . ..Barsis buradaydı, eyvan altında, kolunu dirseğine kadar atın başındaki torbaya geçiriyordu, dönüyordu, arpa dolu avucunu bir tutsağın avucuna boşaltıyordu ve har­ mandan dane çalan serçe gibi sık sık, duvar dibinde yatan nöbetçilere doğru boylanıyordu. Ne tutsaklardan bir ses çı­ kıyordu ne Barsis onlara bir şey diyordu. Sıradaki tutsak arpa payını alıyordu, hemen aç gözlükle başını avuçlan üste eğiyor ve hemen avucundakini çiğneyip bitinneye ça­ lışıyordu. Ve o tutsaklardan hiçbiri utangaç başını kaldınp çocuğun yüzüne bakamıyordu, çünkü çok iyi biliyorlardı ki eğer bekçilerden biri uyanırsa yahut at sahibi tesadüfen yu­ kan kattaki hücresinden çıkıp aşağı inerse, o zaman burada onlann gözleri önünde çocuğun başına neler gelecekti. Şimdi Babek de telaş içerisinde nöbetçilere doğru ba­ kakalmıştı ve ta o vakte kadar bakakaldı ki Barsis nihayet iki atın arpasını bitirdi, tutsaklann yanından aynldı, geldi yine başı aşağı Babek'in yanından geçti ve yalnız sessiz

t68


adımlarıyla basamaklardan yukarı çıktı. Bundan sonra Babek derin bir nefes almıştı, döniip yukarı çıkınışlı, gelmişti kendi yerine, Barsis'le yan yana uzanmıştı ve hiçbir şey olmamış gibi temkinle demişti: "Dinle Barsis, hava aydınlandığında, pazar kapısı öniinde davul çalındığında ben kalkıp giderim, Giinübirlik bir iş bulup ucundan tutmak gerekir. Daha ne kadar bu şe­ hirde kalacağız Allah bilir. Çoktandır kaybolan bir dostum, bana kardeşten daha yakındı. Şimdi burada şehir zindaoın­ dadır. Bir yol bulup onunla görüşmeliyim ve sonra onun için ne yapacağımı düşünmeliyim. Çünkü kış kapıyı çalmadan bizim yola çıkmamız lazım ve yol ki uzundur; haftalarca, belki bir aydan fazla yayan yol gideceğiz ... Çok uzaklarda Barsis, her zaman dumanlı ve çisentili Bezzeyn dağlan ete­ ğinde küçük bir köy var ve o köyde her çay kenarındaki irili ufaklı bağlarında, sıra sıra dikilmiş ak dut ağaçlan her yıl giizel ürün verir, şu anda her gün o bağlarda dut çırpıyorlar ve çırpılan dutu, gün allmda kuruturlar, sonra o kuru dut öğütülür ve dut unundan pişirilen ekmek bütün kış boyunca o küçük köyün rızkı olur... Ne dedin?" Barsis hiçbir şey dememişti ve Babek de susmuştu. Şimdi, gecenin bu vaktinde kendi köyünü bu şekilde yad etmesinin Barsis'i de duygusallaştıracağını düşündii. Ço­ cuğun dili çözülecekti, kendisi hakkında, köyleri hakkın­ da, orada kimi kimsesi olup olmadığı hakkında gerekenleri söyleyecekti. Ama Barsis'ten ses çıkmamıştı ve Babek ila­ ve etmişti: "Söz ver ki Barsis, yarın sen bak burada bu hücrede oturacaksın, ben de nerede olursam, öğlene kadar döniip gelirim. Yiyecek bir şeyler getiririm. Oturup yeriz... " Nihayet Barsis'ten ses çıluruştı. "Yarın beni de yanında götür, yarın bana ekmek lazım

169


değil. Zaten bugün yemedim mi?" Babek çocuğun ne demek istediğinin farkına varma­ mıştı. "Bugün katığımız olmadı, yarın bir çanak ayran alıp getiririz ki bayat somun boğazımızı deşmesin!" Amma Barsis yine itiraz etmişti: "Somun al, çünkü sen şehir insawsın, çünkü sen her gün ekmek yemeye alışmış­ sın." Şimdi o, Barsis'in ne dediğini işiım.işti ve susmuş­ ru. Barsis ise yine sağ kolu başı altında derin bir uykuya dalmıştı. O ise susmuşru. Meğer kurt yavrusu için o, şe­ hir insanıymış. Çok uzaklarda kalan dumanlı ve çisentili dağlar koynundaki küçük bir köy karanlıktan sıynlmıştı, gelip gözleri önünde dwmuşru. Küçük bir köy ki orada, o da Barsis gibi yalın ayak, baı;ı açıktı ve Barsis gibi yamalı gömleğinin yırtıklarından kaburgaları görünüyordu. Köy yazın ayransız, kışın yorgansız, ahirette imansız kalanların köyüydü. O sene yine kara bir kıştan sonra bahar geldiğin­ de dağın taşın otunu otlamaya baı;lamıştı. Ve anast bir gece gördüğü rüyanın zulmünden uykusunda ağlamıştı ve sabah kalkıp onu köyden kovmuştu. Çünkü uzaklarda büyük bü­ yük şehirler vardı ve o şehirlerde yaı;ayan mahlukat o kadar obur ve müsrifti ki her gün ekmek yemeyi kendilerine adet edirunişlerdi.

3 Yan karanlık demirciden biraz yukarıda rüzgar uğul­ duyordu ve biraz aşağıdaki kürenin kömür gözleri üzerinde yaylanan mavimsi dem alevi kiih süzülüyordu kiih da çözü­ lüyordu.

170


Babek ağır gürzii bir anlığına, dikine, örs üstüne koy­ muştu. Sağ elini gürzün sapı üstünde tutmuştu ve bakışları toprak zemini örten yeşil demir kınntılanna dikili kalınışıı. Yine Tarkan hakkında düşünmeye başlamıştı ve yine usta ona fırsat vermemişti. Demirci usta Mümtaz'ın deri önlüğü her gün üstüne yağan cırtlak yağmurun kara nakış­ lan ile bezenmişti. Pos btyıklannı kınayla kınnızımsı bir renge boyamıştı. Her hafta usturayla tıraş edilen başını kara bir lakke ile örtınüşıü ve şimdi usta kürede kızardıkça par­ layan demir parçasım uzun kollu kerpeıenle kalı tersine kalı düzüne çeviriyordu. Aym zamanda nefesini toplamadan dö­ vüyordu. "Şimdi ki yurdundan yuvandan ayn düşmüşsün ve Tebriz'in kapısı kapamnıştır yüzüne, zaten Tebriz'e henüz şehir denmez, çünkü mescidinde minberi yoktur o şehrin ki minberli mescidi olmazsa, o şehir İslam dünyasında şehir olarak kabul görmez. Madem şimdi sürgün bir kaçaksın, gezeceksin gurbet iklimleri tek tek, o zaman bil ki minberli mescitleri olan şehirler içerisinde Basra meşhurdur. Maha­ ret ve işgüzarlığı ile Küfe, suraısızlığı ve belagati ile Bağ­ dat, şaşaalı kumarbazları ile Rey, hile ve ihanetiyle Merv, hasislik ve tamahkarlığı ile Herat, cimriliği ile Nişabur, iş­ ret ve zinasıyla..... Babek başını kaldırmıştı, sol eliyle alnının terini silip atmıştı ve gayriihtiyari demişti: "Sakin ol usıa. Bırak hiç olmazsa üç dört şehir bu dün­ yada düzgün kalsın." Ustanın kaşlan yukarı sıçramışıı, sonra aşağı inmişti. İSiediği zaten buydu, konuşturmak, dilini çözmek istiyordu bu yabancının ki iki gündür yanında işe almıştı, yoklarnışlı, işinden memnun kalmıştı. Çünkü kollan kuweıli, darbeleri ustacaydı ve iki gündür örs arkasında usta ile karşılıklı du-

171


rup çekiç vuruyordu. Ama ustanın işaretiyle ağır gürzünü bir anlığına örs üstüne koyup duruyordu, şehrin bu kapalı çarşıdaki, özellikle demirciler bölümündeki bütün bu kulak baııran gürültü içerisinden usta bu oğlanın ağır sükiitunu duyuyordu ve bu suskunluktaki gerginlik ustanın dikkatini dağıtıyordu, hatta telaşlandınyordu... Usta gözlerini kıyarak yan bir bakışla Babek'i süzmüş­ tü. Sonra ilave etmişti: "Elbette ki Semerkant var bu dünyada, o şehir meşhur­ dur cömertliği ve yiğitliği ile veyahut Bağ şehri her zaman meşhur olmuştur cengaverlik ve necabeti ile ve çok şehirler dokumacılığı ile adını duyunnuştur ve o şehirlerde doku­ nan keten, yumurta gibi bembeyaz olur. Ama sen ki Erdebil civanndansın, o şehir hakkında da bir şeyler söylerdim zo­ runa gitmeseydi ..... Babek gayriihtiyari güldü ve: "Rahat ol usta, ben de Hamedan hakkında söylerim... " Bu defa usta da güldü ve nihayet, bu suskunun ağzından iki üç kelime söz kopannası bugün için yeterliydi. Küredeki demir parçası ise artık tavına gelmişti. Usta uzun kollu ker­ peteni ile kızannış demir parçasını küreden çekmişti. Bir iki defa havada silkelemişti, sanki tozunu çırpıyordu. Sonra usta demir parçasını örs üstüne anı ve bakışıyla Babek'e işaret eni; yegane bir hareket ki buna izah yoktur. Babek'in ağır gürzü örs üstüne indikçe, ağır çekiç darbesi altında bağıran kınnızı kıvılcımlar fevvaresi demircinin loş ışığın­ da yelpaze gibi kiih açıldı kiih toplandı. Usta sık sık demir parçasını çeviriyordu, demir parçası yayıldı, yuvarlaklaştı. Sonra usta, Babek'i durdurdu. Kendi çekicini sağ eline alıp işe koyuldu ve birkaç dakika sonra ustanın çekici altından çıkan bir at nalı daha çınlayarak diğer nallann üstüne düştü. Bu defa de usta alnının terini sildi. Gözleri demircinin

172


köşesinde çok ustaca kesilmiş kütük üsıılnde oturan Bar­ sis'e ilişti. Kurt yaVTUSu aynı yaşlılar gibi ellerini dizleri üs­ ıılne koymuştu. Açık avuçlarına bakarak düşünceye dalmış­ tı. Usta güç bela hiç olmazsa Babek'ten bir söz koparmıştı. Ama bu çocuk tüm gün ağzına su almış gibi susuyordu ve usta kendini tutamadı: "Niye bu çocuğu kendine ayak bağı ediyorsun? Bırak gitsin, çarşıda akranlarına katılsın. En azından dilenmeyi öğrenir ve elinde bir mesleği olur..." Amma Babek'in bakışları ustaya tesir etmişti. Usta durmamıştı:

"Boş duracağına. git düşmanına ıaş taşı derler. Bırak bizim çocukla beraber kervansaraydaki nalbantlara nal ta­ şısın." Ustanın komşu kervansaray avlusundaki nalbantlar bölümünde müşterisi vardı ve küçük oğlu bütün gün oraya nal taşırdı. Babek konuşmarmştı. Barsis ise hemen ayağa kalkmış­ tı ve hazır nallardan deri torbaya doldurup sırtına atmıştı. Ve ustanın küçük oğluna takılıp gitmişti. Usta ise arkaların­ dan seslenmişti: ..Yaramazlık yapmayın ha! Geçen gün birbirinizi dişi­ nize vurduğıınuzu unutmadım." Ustanın uyansı sebepsiz değildi . ...O gün Babek ile Barsis yüksek kanatlı çarşı kapısı altından içeri girip şehrin kapalı çarşısına gelmişlerdi, per­ şembe günüydü. Ve özellikle bu cuma akşamlan Hame­ dan 'ın kapalı çarşısında sanki kıyamet günü Arasat meyda­ nında toplanılıyordu. Yüksek kanallar altındaki dar ve derin tünelleri andıran çarşı bölümlerinin gittikçe sağa, sola, uzu. nuna ve enine eğilen alanın her tarafı kaynar kazanlar gibi kaynıyor, an petekleri gibi aralıksız uğulduyordu.

173


Eğer gündiız öğlen vakti şehrin sokaklarında tek tük insan göze çarpıyorduysa, bunun sebebi şuydu ki sabah hava aydınlandığından, akşam hava karanına kadar bütün şehir bu kapalı çarşıda olurdu, erkekler de kadınlar da bana çocuklar da . . Babek ile Barsis b u karınca gibi kaynaşan izdihamı ya­ rarak gidiyorlardı. Burada her mesleğin ve her çeşit ticareıin kendi alakalı

bölümleri

vardı çünkü bütün şehrin ekmeği burada pişiri­

lirdi, giyimi burada dikilirdi. Üretilen mallar buradan elde edilirdi. Şehir ne satarsa burada satardı, ne alırsa burada alırdı. Yoksulları burada dilenirdi, dünyada neler olduğun­ dan burada haber alınırdı. Gece görünen rüyalar da burada tabir olunurdu. Yukanda, damlardan göğe doğru açılmış ufacık pen­ cereler yaz günlerinin bol ışığında bile aşağıdaki bu derin tünellere çok cüzi bir ışık bırakıyordu. Ve bu yüzden de bürün bölümlerdeki karşı karşıya ve yan yana dizilmiş irili ufaklı dükkanlann içerisinde susam, zeyıinyağlanyla yanan çırağlar ışıldıyordu. Dükkanlann tavanından asılmış mallar üsründe ise bir ucu ince, diğer ucu kaim, çok uzun, renkli mumlar yanıyordu ve hangi malların üstünde ne kadar çok

mum yanıyorsa. perakende satış tacirleri bu aydınlatma ile sanıklannı daha güzel teşhir ediyorlardı. Lakin sabit ticaretten farklı olarak başlanndaki dolu ta­ baklarla kalabalık içinde dolaşan seyyar hırdavatçılar bütün gün boğazlannı yırtarak mallannı şifahi olarak tanıtmaya mecburlardı. Bir kural olarak satıcı ne kadar yoksul ise, bir o kadar çevikti ve aksine bir tacir ne kadar yavaşsa, denile­ bilir ki bir o kadar zengindi. Kırmızı kerpiçten örülmüş tahtlar alnnda uzanıp giden bez, kumaş, keten, yün parça satılan bezzazlar bölümü ise

174


başından sonuna kadar katar katar omuzlan beyaz çarşaflı, yüzleri kara burkalı kadınlar işgal etmişti ki birbirine kanş­ mış cıvıltıları bu böliimleri kuş pazarına çevinnişti. Çünkü saray esiri bu kadınlar yalnız iiç yerde; hamamda, kapalı çarşıda ve kabristanda içlerini boşaltıyorlar. Ve bu üç yerin her birine sabah gidip akşamüstü dönüyorlar ve böylelikle her üçünde yeter denene kadar çene çalıyorlar. Burada, bu kapalı �ıda bir erkek kendi çarşaflı kan­ sının yanından geçerken kendi helalini tanımasa da kadınlar çok uzaktan hemen birbirini tanırlardı. Babek ile Barsis çarşaflılarla işgal edilmiş kuş pazarını andıran bu böliimii sağda bırakıp hemen sola doğru dön­ m�lerdi. Zanaatkiirlar bölümii başladığında kilim döşen­ miş dükkanlarında bağdaş kurup oturan terziler gönnüşler­ di. Burada ustalar biçiyordu, çıraklar dikiyordu ve Hame­ dan pazarında bütün bu terziler Hristiyan idiler. Sonra gelen bölmelerde ihtiyar sarraflar vardı Yahudi­ lerden, boyacılar ise yoksul Yahudilerden ibaret idi ve uzun sakallı, kartal burunlu sarrafların sandıklan üstünde bütün dünyanın altın, gümiiş ve bakır paralarından numuneler vardı, boyacı Yahudilerin ise kara ve iri gözleri kazan ve küplerden çıkan buhar içinde parlıyordu. Babek ile Barsis bu bölmelerde durmadan geçip git­ mişlerdi. Gelmişlerdi yüzlerce irili ufaklı çekiçlerin örsler üs­ tünde bakır dövdüğü bakırcılar bölümüne. Burada Babek bir süre duraksamıştı, karşısında durduğu dükkanın içinde on üç kişinin bir örs üzerinde bir noktayı döven çekiçlerinin aralıksız ve ritmik hareketine bir an temaşa etmişti. On üç çekiç, on üç mızrap gibi bir örs üzerinde musiki çalıyordu. Babek dönmüştü, Barsis'e bakmıştı, gülümsemişti. Barsis de giilürnseınişti ki ne dediğini anladım diye.

175


Burada onlar demirci ustası Mehran ile karşılaşmışlar­ dı. Usta Mehran iki yeni yetme oğlunu peşine takıp kendi dükkanını açmaya gidiyordu. Gecikmişti ve düşünceliydi. Çünkü ağır gürz vuran oğlu hasta yatıyordu. O yüzden iki yeni yetme oğlundan biri. sıraya koyduk.lan körüğü bası­ yorlardı. diğeri çekiç vunnahydı. Ama yeni yetmenin vur­ duğu darbelerin tesiri yoktu. Bu yüzden ustanın işleri aksı­ yordu. Üstelik öyle bir zamanda ki bu günler Hamedan pa­ zannın en revaçta günleriydi. Kapalı çarşıda bir canlanma vardı, çünkü Halife Memun 'un kafilesi şehre yaklaşıyordu. Tabii idi ki başka menzillerde olduğu gibi burada da zana­ atkarlar birçok siparişler alacaklardı. Nalbantlar bütün gün Memun 'un kafilesindeki nallan düşmüş atlan nallayacak­ lardı. Ve demirciler nalbantlan nal ile temin etmeliydiler. Saraçlar koşun, eyer takımlarını hazırlamalıydı. Terziler ve papakçılar da boş dunnayacaktı; gelenler elbiselerini bura­ da yenileyecekti. Şimdi demirci Mehran bakırcılar bölümünden geçer­ ken ustanın yeni yetme oğlanlanndan ufağının eli rahat dunnamıştı. Barsis'in böğriine dürtmüştü. Yalın ayak, başı açık, omuzları boz gömleğinin yırtıklanndan çıkmış bir ço­ cuğu dürtmek en sıradan bir işti. Ama dürtme yiyen kimsesiz dilenci bir çocuğun karşı­ lık vennek isteyerek hemen geri dönüp ustanın oğlunun bo-­ ğazından sıkması ve ustanın oğlunun gözlerinin neredeyse çanağından çıkması tamamıyla beklenilmez bir işti. İyi ki Babek hemen geri dönmüşrü, Barsis'in kolundan tutup geri çekmişti ve demirci usta Mehran, bir Babek'e bir Barsis'e bakmıştı ve demişti: "Yanılmıyorsam yabancısın." "Yanı lmıyorsun!" demişti Babek. "Ben de çocuk da yabancıyız bu şehre."

176


Usta kınalı bıyıklan altından gülümsedi: "Komşunun bahçesine geçen horozun gözü genelde kıyık olur, fakat senin bu pilicin..." Babek de gülümsemişti: "Bu horoz değil, bu kun yavrusudur fakat kimseyle işi olmaz. Şu şartla ki kimsenin de onunla işi olmasın." "Eğer desem iti buraya bir şey alınaya yahut sabnaya gelmişsin, yanılınam değil mi? "Yok," demişti Babek, "yanılmazsın. .." Eğer yine desem iti iş arıyorsun, duygulanm beni kan­ dırmaz iti?" "Yok kandınnaz. Ve rica ediyonım, fazla uzab'na!" "Öyleyse gidelim," demişti usta, "büyük oğlum hasta yatıyor, gürz wran biri lazım." Sonra gelip demirciler bölmesine varana kadar usta haftada iiç dirhem vereceğini söylemişti. Babek: "Azdır.'" demişti ama razı olmuştu... ... Öğlendi ve demirci Mebran dükkanının arkasında öğlen namazını kılıyordu. Barsis ile ustanın her iki oglu komşu kervansaraya sın­ lannda nalla dolu torbalan götürmüşler fakat henüz dön­ memişlerdi. Babek kütük üstünde sofra açmıştı, sofrada

iki somun ile bir testi ayran vardı. Fakat sofraya el uzaı­ mamıştı. Barsis'i bekliyordu. Ve başını duvara yaslayarak bu günlerde gittikçe şiddetlenen sıcaktan yorgun bir halde uyukluyordu. Bu giin iti perşembeydi, pazann en kalabalık, insan­ lann en çok cömertlik gösterdikleri bu perşembe gününde şehir zindanının tutsakları kapalı çarşıya dilenmeye gönde­ rilmişlerdi. Kollan zincirli bu adamlar küçük gruplara bölünerek mızraklı muhafızların nezareti altında pazann bölmelerin-

t77


de dilenmeye başlamışlardı. Birbirinin ardınca dükkanlann önünden geçiyorlardı. Her dükkan karşısında biraz duru· yorlardı. Seslerini çıkannadan bekliyorlardı, sadaka veril· mezse geçip gidiyorlardı. Şimdi usta Mehran 'ın demirci dükkanının kapısında da birbirinin ardınca iki tutsak dıınnuştu ve sadaka veren olmadığı için seslerini çıkarmadan geçip gitmişlerdi. Sonra üçüncü bir tutsak gelmişti, dükkan önünde durup biraz bek­ lemişti, geçip gitmek isıerken birden duımuştu ve gözleri Babek'e dikilip kalmıştı. Sonra sağ elini gözlerine sünnüş­ tü ve gözlerini ovmuştu. Bu anda perde arkasından çıkan

usta gelmişti ve şaşkınlıkla geçip gitmeyen tutsağa bakmıştı ama tutsak, ustaya bakmamıştı ve bakışlanyla ustadan sa­ daka isıememişti, aklı Babek'teydi ve Babek'ten gözlerini çekmiyordu. Ve usıa Babek'e demişti: "Ne düşünüyorsun evlat? Bugün perşembedir ve bu­ gün bu zavallılann en azından birine sadaka vermek se­ vaptır. Eğer bozukluğun varsa bir şey koy avucuna, çıkıp gitsin. Çünkü bende en küçük pul bir danakıır. Babek uyku sersemliği içinde: ..Kimdir ki?" demişti. "Görmüyor musun, ıuısaktır." Babek sıçrayıp ayağa kalkmıştı; hemen çarşıyı dolaş­ malıydı. Büıün bölümlerde dolaşan nıtsaklan görmeliydi. Eğer mümkün olsaydı bu veya diğer tutsaktan Tarkan'ı so­ racaktı. Dükkan önünde ise saçı sakalı birbirine kanşmış bir tutsak dunnuşru ve Babek aceleyle cebinden bir danak çı­ kardı.

Usta gördü, itiraz eıti:

..Bir danak sadaka olmaz, bir fes ver, çünkü bugünün yannı da var." "Babek tutsağa doğru yöneldi. Tutsağın bilekleri zin-

178


cirle birbirine öyle bağlanmıştı ki avuçlanna konulan sada­ kayı iki eliyle kaldınp gömleğinin yakasından içeri atmaya imkan vermiyordu. Babek yaklaştıkça tutsağın gözleri hay­ ret ve sevinçle parlıyordu. Babek yaklaşıp danağı tutsağın

avcuna koydu, lakin gözleri Babek'in yüzüne dikilmiş tut­ sak avucuna konulan sadakayı yere düşürdü. Babek eğil­ di. Bakır parayı yerden aldı ve yeniden tutsağın avucuna atmak istiyordu ki birden gôzleıi tutsağın gözlerine ilişti ve bu defa daııak Babek' in kendi elinden yere düştü. Ve Babek

boğuk bir feryat ile: "Tarkan!" diyerek tutsağı kucaklayıp bağnna bastı. Tutsak başını Babek'in sinesine koydu, omuzlan ıiıre­ ıneye başladı: "Sakin ol hele!" dedi Babek, söylemeye söz bulamaya­ rak gayriihtiyari olarak ilave eni. "Ne olmuş ki?"

"Görmüyor musun ne olduğunu?" dedi Tarkan ve başını kaldırdı. 'Uörüyorurn, anlaı!" "Bu hususta sonra konuşuruz." "Şimdi senden ötiirii ilişip kaldım burada. Emanetlerin gelip yetişli, tespihin bendedir." "Mademki benim için kalmışsın burada, bir hafta daha bekle, ya kaçacağız ya mahvolacağız. On gündür tünel kazı­ yoruz. Ne zaman çarşıya haber yayılırsa

'Ziııdondan kaçan

vor ' diye, gece yansından sonra şehir kcnanndaki Yahudi kızının türbesine gelirsin, orası Yahudilerin ziyaretgilhıdır. O

türbede

ihtiyar bir çıracı var. Gerekeni o sana söyleye­

cek..."

O an mıznıldı muhafızlardan biri Tarkan'a doğru yö­ neldi. ''Tarkan muhafıza bakıp Babek'e dedi; "Gitme, o parayı yerden al ve yakamdan içeri at."

179


Babek yere düşen parayı aldı ve Tarkan'ın açık yaka­ sından gömleğinin içerisine attı. Muhafiz ise Tarkan'ın ya­ nına geldi: "Sizi buraya dilenmeye getirdik, her önüne gelenle çene çalmaya değil!" Tarkan çenesiyle yakasını işaret etti ve dedi: "Peşkeştir." Bu muhafız öyle bir süratle elini Tarkan'ın yakasından içeri sokup danağı çıkarmıştı, yine öyle bir süratle yanın boğaz pabucunun köşesine yerleştirmişti ki en hilekar husız bile bu maharete gıpta edebilirdi. Sonra Tarkan demişti: "Burada yurttaşıma rastladım, izin ver hiil bahr sora­ yım." "Aynı zamanda Tarkan öyle sert bir ifade ile mubafizın gözlerinin içine baktı ki muhafız çekindi ve dedi: "İyi, iyi fakat çabuk ol. Hemen konuş, bitir. Muhafız dönüp gider gitmez Tarkan dedi: "Paranın hepsi bu muydu?" Babek cebinde ne varsa hepsini çıkardı. Tarkan dikkatle Babek'in avcundaki aln dirheme baka­ rak çenesiyle sağ tarafa işaret etti. "O dört tutsak var ya, kör gibi ağır ağır yürüyorlar ve hiçbir dükkanın önünde dunnuyorlar, onlann her birine bir dirhem sadaka ver. Ne kalıyor sana, iki dirhem mi?" "Bu da kalmasa, önemli değil," dedi Babek, "kimdir onlar?" Dört meşhur eşkıya başıdır. Saralı hamamında Halife Memun'un vezirini katletmişler, olaydan kesin haberin var­ dır". Babek dönüp baktı, dört eşkıya başının yüzleri peçe­ liydi. Keçe papaklannın altından sallanan kanı mendiller yüzlerini örtmüştü. 180


"Niçin yüzlerini peçe altında gizlemişler?" dedi Ba­ bek. Tarkan gülümsedi: ..Zindan reisinin işidir ve kim onlara sadaka verirse mendili kaldınp yüzlerine bakabilir ve bakmak isıeyen de az olmuyor. Çünkü Halife Memun şehre girince büyük ih­ timalle dördü de şehir meydanında idam edilecektir. Haydi, ben gittim. Kulağın sesıe olsun. Yahudi kabrinin bekçisi ih­ tiyar Çıracı. . . " Tarkan dönüp gitmişti. Babek ise kör gibi adım adım birbirinin ardınca gelen, yüzleri peçeli tuısaklara doğru yönelmişti. Eşkıyalar iki mızraklı muhafız eşlik ediyordu. Babek elini öndeki eşkıyanın omzuna koymuştu. Birinci olarak Galip el Esved durmuştu ve Babek onun avucuna bir dirhem koymuştu. Sonra geçip ikinci eşkıyaya doğru giderken Galip avcundaki paranın bir dirhem olduğunu an­ larnışıı: "Dur, ey Allah kulu, kimsin bana bu kadar sadaka ver­ din, yüzüme bakmak istemiyorsun?" "Tarkan'ın dostuywn ve köylüsüyüm." demişti Babek. "Biz senin Tarkan' ının dostuyuz, senin yüzünü gönnek is­ tiyoruz." Babek çaresiz durmuştu. Galip el Esved'in yüzünde­ ki peçeyi kaldırmıştı ve Galip'in karamsar bakışlan bir an Babek'in gözlerine dikilmişti. Mızraklı muhafızlardan biri ileri gelmişti: "Yeterlidir!" demişti. "Kapat yüzünü, acaba ilk defa mı eşkıya görüyorsun?" "Yok, mağara adarnlannı çok gördüm." demişti Ba­ bek ve Galip'in yüzünü örten mendili aşağı indirmişti, son­ ra geçmişti arkadaki üç eşkıyanın da her birine bir dirhem vennişti. Bu anda birden pazarda kargaşa başlamıştı. Karşıdan

181


demirciler bölmesinden bir gnıp atlı geliyordu ve atlılann önünde yürüyen iki kişi kalabalığı yarmak için ellerindeki yaylarla insanların başına ok yerine fındık atıyorlardı ve ba­ şını, gözünü bu ufacık ııışlardan korumak isteyen kalabalık hemen yanlıyor, duvarlara kısılıyor, dükkanlara giriyor ve aılılara yol açıyorlardı. Atlı gnıbun önünde gelen yeşil sarıklı, şişman, göbekli adam Hamedan valisi idi ki muhafızlar dön eşkıya başı­ nı validen kenara itince vali elini kaldınnıştl ve hemen ar­ kasındaki atlılann ikisi hemen fırlayıp dön eşkıya başının yüzlerindeki kara mendilleri kopanp atmışlardı. Vali ise yü­ zünü eşkıyalara doğru dönüp demişti: "Arkamdan gelin, yann Halife'nin huzuruna çıkacak­ sınız ve buna binaen lazımdır ki bugiin dilendiğinizle her biriniz bir aba alasınız. O maymun gibi kıllı endamınızın üsrünii örtesiniz!" Dön eşkıyanın gözleri parlamıştı. Kollanndaki zincir­ lerin imkan verdiği kadar birbirini bağırlarına basmışlardı. Şimdi ikinci defa Halife 'nin huzuruna çıkacaklar, yani en azından boyunlannı cellat elinden kurtaracaklardı. Zaten Halife'nin emri ile o şahsın üzerinden hayat elbisesini çı­ karmışlardı. Zaten Halife'nin emri ile o şahsa ölüm elbisesi giydirmişlerdi. Silahlı muhafızlar ise dön eşkıya başını valinin atının ardınca götünnüşlerdi. "Yalnız bundan sonra nefesini toplayan usta, Babek'in kolundan tutup içeri çekmiş ve demişti: "Anlat bana evlat, bağnna bastığın o hükümet tutsağı ne yapmış ki zindana düşmüş?" "Soramadım. Kendisi de anlatmaya fırsat bulamadı." "Elbette fırsat bulamazdı. Söyleyecek daha önemli sözleri vannış."

t82


"Dinle usta, başıma ne geldiğini geçen gün sana de­ miştim, bundan sonra ne geleceği hususunda hiçbir şey di­ yemem." ••o gün ne dediysen, bir adama demiştin evlat ve bu­ gün de bizim başımızdaki kadın örtüsü değil. Ama elbette ki üç çeşit erkek var; tam erkek, yanm erkek ve adam ol­ mayan erkek..." Babek ustanın gözlerinin içine bakmıştı ve demişti: "Şimdi benim senden bir tek ricam var usta, vasiyet rahatlatır. Eğer iştir, şayet, başıma bir kaza gelirse baba ol o çocuğa ki başsız kalmasın." "Madem sevap bir iş için bana ağız açıyorsun, ben de dört oğlwn var kabul ederim ... Ama o çocuk Müslüman ev­ ladı değilse, önce sünnet edilmeli." "Ben onu z.alim elinden kurtanrken bilemedim Müslü­ man mıdır o çocuğun babası yahut Hristiyan mıdır ve ya da ateşperest midir . . . Yine de bilmiyorum.'' "Ama ben biliyorum ki dini aynlık çoğu zaman aynı ana kamından çıkan iki kardeşi birbirinden ayınyor. Benim bedbaht kardeşim gitti Batınilere takıldı ve on yıl sonra bir­ birimize rastlayınca birbirimizden yüz çevirdik. Sonra do-. kuz yıl evvel orada, Bab el- Esed kapısında şehirde isyan eden Batıniler kılıçtan geçirildi... Şimdi her perşembe gidi­ yorum, kabrini ziyaret edip ağlıyorum." Usla kara gömleğinin kolu ile gözlerini silmişti.

4 Akşam çarşı kapanmıştı, Babek ile Barsis kervansara­ ya gelmişlerdi ve bu defa Barsis başı aşağıda yukan çıkmış­ tı. Dönüp aşağıda eyvan altındaki atlann, katırlann yanında

183


zincirleri duvara bağlanan tutsaklann yüzüne bakamamıştı. Babek ise gayriihıiyari olarak döniip bakmıştı ve tutsakla­ nn Barsis'e dikilmiş bakışlannı görürken kaşlan çatılmışıı. Yine bu gece uyanık yatacaktı ve uykuda bile gözii Bar­ sis'in üstünde olacaktı. Bu günlerde ıahı adamlanndan birçoklan artık Bağ­ dat halifesinin geleceğinden umudunu keserek Halife Me­ mun 'u karşılamak için Hamedan'a doğru gelseler de diğer bölgelerden yayan olarak Hamedan'a doğru akıp gelen baldın çıplaklar, Halife Memun'un bu veya diğer bir şeh­ re vannca ve şehirleri terk edince sokaklardaki kalabahğm başına yağmur gibi dirhem yağdırdığını söylüyorlardı. Bu yüzdendir ki bu gün moltanılar kervansarayının bütün hüc­ releri yabancılarla dolmuştu, hana kervansarayın dört köşe­ li büyük ııkanmış bir kalabalık açık havada gecelemek için duvar diplerinde mesken hıtmuştu . ... Şimdi onlann da hücrelerinde iki yeni misafir vardı ki o misafirlerden biri yüzünü duvara dönüp döşeme üstün­ de uzanmıştı, sağ kolunu başının altında yastık yapmıştı, başında rengi solmuş yeşil bir sanğı, üzerinde abası vardı. Ve bu adamın başı yanında bağdaş kurup oturmuş sanşın bir genç, mum ışığında dizleri üstündeki bir yığın kara atlas parçalannı kara ipli bir iğneyle birbirine dikiyordu. Babek içeri girince terzilik yapan çocuk başını kaldır­ mıştı, sonra ayağa kalkmıştı ve her ikisi sağ ellerini sineleri­ ne basarak başlannın harekeli ile birbirini selamlamışlardı. Sonra Babek hücrede, kendi köşesinde sofrasını hasır kenarına sennişti, akşam sofrası açmıştı ve bu sofra üstüne iki somun, bir testi ayran koymuştu ama dönüp baktığında Barsis'in artık yere serildiğini görürken Barsis'e kafasını sallamıştı. Yüzünü hücredeki akşam konuğuna doğru çevi­ rerek demişti:

184


"Buyurun, yaklaşın ve bir parça ekmek yiyin benimle." Yeni misafir yine başını kaldınnışıı ve minnettar bir tebessUm.le gülümsemişti ve elbette ki bununla yetinebilirdi fakat birbirine rasılayan iki yabancı aynı dam altında gece­ leyecekse, birisinin bir sofra başında ekmek yemekıen ka­ çınması bir nezaketsizlikti hatta birbirinden şüphelenmeleri için yeterliydi. Yeni misafir demişti: "Ama bil ki sofrana çağırdığın haçperesı bir eşkıyadır, burada yatan şahıs ise Müslüman' dır ve benim ağamdır." "Ben de vezir yahuı vekil oğlu değilim," demişıi Ba­ bek, "düne kadar kervancıydım ve burada yaıan bu çocuk da yolda benimle gelen bir kimsesizdir." Aynı yaştaydılar ve kısaca kendilerini birbirine takdim etmeleri ve birbirinin adlannı öğrenmeleri her ikisi için ara­ lannda arkadaşlığın başlangıcı için yetmişti. Sonra her ikisi sofradaki ekmekten bir lokma kopannışıı. Lokrnalanm tuza batınp yemişlerdi, sırayla testideki ayrandan birkaç yudum içmişlerdi. Bu ise dernekli ki gece­ yi birbirine güvenerek geçirebilirlerdi çıinki'ı bir sofra ba­ şında yediği ekmeği hiç kimse hatta yüreğinde hain bir ni­ yeti olan bir kişi bile ezip geçmeye cesaret edemezdi. Devir çok öliimciil, çok tehlikeli bir devir olmasına rağmen, bütün dünya halklan için mukaddes adeı ananeler vardı ki birbiri­ ni inkir eden dinler ve mezhepler bile o 3.det ve ananelerin kudretini sarsmaya kadir değillerdi. Yeni misafirin adı Vadila, milliyeti Rwn idi ve Vadila sofra başından kalkıp kendi yerine gitmek isıeyince, birden gözleri Barsis'c ilişmişti ve yavaşça Barsis'in üzerinden gömleğini çıkartmıştı, çantasından çıkardığı kırpınıılarla o gömleğe iiç yerden yama vunnuşnı. Sonra gömleği yine Barsis'in üzerine giydirmişti, iıstelik Barsis'in şalvarının

185


dizlerini de yamamıştı ve bütün bu sürede Barsis'te uya­ nacak hal olmamışsa da Babek minnettarlık hissi ile Vadi­ la 'nın bütün hareketlerini izlemişti ve birden haflzasının bir köşesinde parlayan bir ışıkta kendini Barsis'in yaşında gör­ müştü O zamanlar küçük yaşta bir dağ çobanıydı. Ve köy­ lerinde muhtar İbni Boyan'ın koyun kuzusunu otlahyordu. lbni Boyan'ın ise kullanndan biri yaşlıydı ve o yaşlı kara kul ona tambur çalmayı öğretmişti. O ihtiyann o tamburdan başka hiçbir şeyi yoktu. Ölünce diğer kullara vasiyet etmişti ki tamburu o çocuğa verin, o da gelsin perşembe günleri kabrim üstünde Ramiş can havasını çalsın! Ama o yaşlı ku­ lun kabri üstünde Ramiş ca11 çalamamıştı çünkü o tamburu duvardan asıp köyden çıktıkıan sonra bir daha doğduğu kö­ yüne dönmek ona nasip olmamıştı. Şimdi Vadila yine ağasının başı yanında bağdaş kurup otunnuştu ve yine dizi üstüne topladığı kara atlastan ibaret bir yığın kumaş parçalannı birbirine eklemeye başlamıştı ve Babek'in sual edici bakışlanna cevap olarak demişti: "Mukaddestir bu paçavralar ey Babek ve her bir parça­ sı sadece benim ağam için değil, bütün Şiiler için kuısaldır, çünkü bunlar şehiıler şahı İmam Rıza 'nın kendi omzundan çıkanp benim ağamın omzuna attığı bir abadan sağ kalan parçalardır." Babek dikkaı kesilmişti. Haberi vardı, hilafette bütün Şiiler büyük bir yas içindeydiler. Çünkü Halife Memun, İmam Rıza 'yı kendisine veliaht tayin ederken, Şiiler ni­ hayet Tann 'dan arzulanan saadet eyyamının geldiğine ve Memun'dan sonra Şii imamlannın nesiller boyunca lslam dünyasının Emir el Mümininleri olacaklanna ne kadar bü­ yük bir umut beslemişlerse de sonra imam Rıza, Halife Me­ mun 'un kafilesinde Bağdat'a doğru giderken Tus şehrinde sofrasına konulan zehirli üzümden yiyip şehit olunca derin

186


bir yasa batmışlardı ve bütün umuılan yine boşa çıkmıştı. İmam Rıza, Şiilerin imamet göklerinde sekizinci yıl­ dızdı. Çünkü daha önce İmam Rıza'nın bütün ecdadı, yani önceki yedi imamlar da birbirinin ardınca Emevi ve Abba­ si halifeleri tarafından öldürülmüştü. (Daha sonra da imam Rıza 'nın neslinden üç imam da aynı akıbete uğrayacaktı, yalnızca l 2 . imam canını kurtarmak için bir gece kaçıp kaybolacaktı ve sonra bin yıl geçecekti ama Şiiler yine de imam zaman olarak adlandırılan on ikinci imamın bir gün yeniden zuhur edeceğini ve bu karanlık dünyaya ışık geti­ receğini bekleyeceklerdi.) Sonra Vadila başını kaldırmıştı ve ilave etmişti: "'Eğer bilmek istersen, İmam 'ın ağama bahşeniği o mukaddes abadan niçin şimdi elimizde sadece bu parça kal­ mış, o zaman benim ağamın hilcıiyesine başlamam gerek. Benim ağam ki nadir bir vücuttur, hikiyesine başlasam, sen elbette ki şaşıracaksın!" Babek gülümsemişıi: "Ey Vadila, ne anlatırsan ben dinlemeye hazınm." Vadila da dizi üstünde birbirine eklediği parçalar gibi şimdi de ağasının hikayesini bölüm bölüm birbirine ekler­ ken, en önce kendinden başlamıştı. Vaktiyle Vadila, Mı­ sır'daki Akli/ isa manasıınnda tahsil alan çok genç bir rahip imiş ve bir gün cwna mescidinden bir fıtnecinin o mescide attığı bir domuz başı bulunmuşnı ve buna öfkelenen mü­ minler gelip manastın dağıtmışlardı ve bütün rahipleri alıp köle pazannda satmışlardı. Ağası ise o zaman Bağdaı'tan Mısır'a gelmişti. Çünkü Asuan vilayetine vali ıayin edil­ mişti ve köle pazanndan geçerken Vadila 'yı iki yüz dirheme satın alıp kendisiyle beraber Asuan vilayetine götürmüştü. O vilayetten öte tarafta kum sahrası başlıyordu. Vadila de-

187


rinden iç çekip devam ettnişti: "Ağamın Mısır memleketinde geçirdiği günler ömrü­ mün en mutlu günleriydi. Ağamın her yeni gazelini ezbere bilirdim. Bütün Hristiyan bayramlannda Hristiyan rahipli­ ğinin beşiği olan o cuma mescidinde, bütün manastırlarda haftalarca konuk olurdu ve beni de kendisiyle beraber götü­ rürdü, çünkü o zamana kadar ben ağamın saygın hazineda­ nydım. Dinarı, altını bana emanet ederdi. Şarap sofrasının sakisi idim, her sabah ağam için hususi şarap sofrası kurar­ dım." Amma ağasının birden baht yıldızı sönmüştü ve hata kendisindeydi. Mısır'dan kaçmıştı ve lrak'a gelmişti, bu­ rada diyar diyar gezmişti ve nihayeı gelip Bağdat ayanla­ rına sığınmıştı ve eğer Bağdat ayanları onu saklamasaydı, Harun er Reşit'in saray celladı Mesrur çoktan ağasınm ya dilini kesip boynu arkasından çıkarmıştı yahut boynunu vu­ rup başını Halife'nin ayaklan alıma atmıştı ... Ve bütün bu yıllarda Vadila eline aldığı bu iğne ile kendisine ve ağasına bir ekmek parası kazanmak için terziler yanında çıraklığa başlamışıı. Çünkü hangi şehre gelmişlerse, Hristiyan ıerzi­ ler ağası Müslüman olan haçperest bir kölenin haline acıyıp onu yanlarında işe almışlardı. O ise günübirlik kazandığı bir yahuı iki dirhemi her akşam getirip ağasına vermişti ... Babek devam geıirememişti ve demişti: "İlginçtir, vallahi, köle kendi ağası için bir ekmek pulu kazanıyor." Vadila gülümsedi: "Çünkü her bir kulun kendi ağasına parça parça öde­ mekle kendisini ağasından satın almaya yetkisi var ve ben de taksit taksit kendimi ağamdan satın almaya başlamışım. Ne zaman ki iki yüz dirhemi ağama verip bitirirsem, kölelik boyunduruğundan kurtulacağım."

188


Babek hayretle gözlerini ovmuştu. "Yiizii duvara doğ­ ru uzanmış bu adam vaktiyle Mısır'da büyük bir vilayeıin

valisi olmuş, öyleyse sebep neydi ki sonralan kaçmışıı, ha­ rabeleri mesken tutmuştu." "Çünkü ağam, hiçbir zaman dilini tutmamıştı ey Ba­ bek . . . Anadan doğarken ruhunda şairlik varmış. Her dera ağamın kaleminden çıkan hicivlerde o kadar zehir olur ki ceheonemde, onun bütün hücrelerinde bu kadar zehir yok­ hır. Ve bu yüzden vaktiyle Harun er Reşit, ağamın ona yaz­ dığı hicvi öğrenince delirmişti. Gece ve gündiiz mest humar olan Halife, Emin ağamın ona gönderdiği hicvi okuyup uç gün uç gece kedere batmıştı. Daha sonra Bağdat'ta kendini halife ilan eden İbrahim bin Mehdi, ağamın onu rezil eden hicvini okuyunca kara cübbesinin yakasını yırtmışıı ve sa­ kalını gözyaşıyla sulamıştı." "Öyleyse, senin ağanın başı hilen omuzunun üstünde nasıl sağ kalnuşnr?" "Bu hususta ağamın kendisi dedi ki, elliyıldır. ben da­ rağacımı omuzlanmda gezdiriyonım fakat hd/en beni asan yoktur. " "Madem senin ağan zalimleri hicvediyor, onlan sev­ miyor..." "Acele etme," dedi Vadila, "benim ağam mazlumları da sevmiyor ve her zaman birilerini iğnelemeğe o kadar müpteladır ki bir defa yazmaya başlayıp bir hiciv için bir hedef ararken kafiyelendirmek için bir ad bulamamışıı, sıkılmıştı, ayağa kalkmıştı, aynaya bakmıştı ve gelip ohır­ muştu. Bugün dili yine çok kaşınmışıı ve zehirli sözle ok attığı o hicvi şöyle bitirmişti; O hedefi bulamamıştım, kalkmıştım, aynada kendime bakmışıım. O ayna ki onu bana gösıermişti, bırak lanetlen­ sin bu sıfatın demişti ve bin defa daha fazla lanetlensin o

189


kişi ki Tann ona böyle sıfat bahşetmiştir." Babek gayriihtiyari gülmüştü ve Vadila'nın ağasına doğru bakarak demişti: "Ey Vadila, ya ağan bütün bu dediklerini duyup uya­ nırsa?" Vadila gülümsemişti: "Ey Babek, ewela benim bedbaht ağamın kamçı alma­ ya bile dirhemi yoknır ve kim kendi ekmek ağacını baltalar ki? Ve bu da doğrudur ki benim ağam zehir tuluğudur ve akrep gibi iğnesini bir yerlere sokmadan rahatlamıyor. Yine de ben onu devrimizin çanak yalayan ve soylular karşısında kendilerini eğen bütün diğer şairlerinden üstün tutuyorum... Ve her neyse, gelelim esas meseleye. Halife Memun'un imam Rıza'yı kendisine veliaht tayin ettiği haberi her tara­ fa yayılmıştı ve ağam beni yanına alıp yayan olarak Merv'e doğru hareket etmişti. O zaman Memun 'un kafilesi de Tus şehrine gelmişıi. Ağam o şehirde sekizinci imamın huzu­ runa çıkmıştı ve mukaddesin mübarek yüzünü gördüğü için sevincinden dili tutulmuştu. Mendil çıkarıp ağlamıştı. İmam ise kendi abasını sırtından çıkanp ağamın omzuna atmıştı ve ağam böyle bir şerefe nail olduğu için yere göğe sığmamıştı. Ama derler ya; sen saydığını say, gör felek ne sayacak. Çünkü iki gün sora İmam Rıza aniden şehit olur­ ken ağam kendinden geçmişti ve bir gün, bir gece kendisine gelememişti. Üç gün sonra ise ağam imam 'ın kabrini ziya­ ret etmişti, kucaklamıştı o mukaddes kabri ve kara toprağını gözyaşıyla sulamıştı. Sonra üç defa kabrin baş taşını öpüp ayağa kalkmıştı ve tam da o gün kamış kalemini mürekkebe değil. ilan zehrine batınnıştı. Halife Memun 'a öyle bir hiciv yazmıştı ki eğer o gece Tus'tan kaçıp yola düşmeseydi, Me­ mun o hicvi duyunca o iki saray celladı ağamı parçalaya­ caktı. Yok, daha nefesini toplama ey Babek, işte o gece yağ-

190


murdan kaçarken doluya tutulduk. Çünkü Kum şehrinden Tus'a gelen Şiiler ağamın kaçtığından ve kendisi ile beraber mukaddes abayı götürdüğünden haberdar olup gece iken yolumuzu kesmişlerdi. Ağama bir katır yükü, yani otuz bin dirhem teklif ederek imam 'ın mukaddes abasını satın al­ mak istemişlerdi. Ama ağam direnmişti. Benim kazandığım bir dirheme, hana beş altı fese muhtaç olan ağam, bir katır yükü dirheme tamah etmemişti. Sonra gece karanlığında o mukaddes aba uğrunda öyle bir itiş kakış başlamıştı ki bir­ kaç kişinin uzun sakalı ağamın eline geçmişti. Ağamın ken­ di sakalı da birkaç kişinin eline geçmişti. Ve ben sakalsız olduğum için kendi Tanrı'ma şükretmiştirn ve nihayetinde ağamın ve benim elimde gördüğün bu büyük parçalardan başka biçbir şey kalmamıştı ... " Vadila nihayet nefesini toplamıştı. birinci mum erimiş­ ti, ikinci mumu yakmıştı ve yine başını dizi üste eğmişti. iğnesini işe başlatmıştı. Babek ise başını duvara yaslamıştı, azıcık gözleri kaparırnıştı. Yolların oğlu idi, çok şey gör­ müştü, çok şey işitmişti. Hilafette bürün zenginlerin, ister Müslümanlann, ister Hristiyanlann ve isıer Yahudilerin sa­ tın alınmış köleleri vardı ve bir kural olarak kara köleler, kapı kullan gibi kapıya bacaya nezaret ederlerdi. Beyaz kullar ise Rumlardan, Türk dilli halklardan ibaretti ki sofra başında sakilikten başlar, silahlı muhafızlığa kadar ağalan­ na hizmet eden gulam vazifesini icra ederlerdi. Eğer ona­ lama bir kölenin kıymeti iki yüz dirhem idiyse, Bağdaı'ın meşhur Elrakip adlandınlan köle ıerbiyehanesinde tahsil alan sanatkar köleler içindeki şarkıcı, çalgıcı kadın ve erkek köleler ateş pahasına satılıyordu. Halifenin köleleri içerisinde öyleleri vardı ki halifeler onlann bazılarına bırak azatlık '"enneyi, bu köleleri büyük bir eyalete ve yahut memlekete hakim tayin ediyorlardı

191


ve dün bir köle olan kişi, azat insanlara hükmeden bir hü­ kümdar rütbesine kadar yükselirdi. Nasıl ki vaktiyle Halife Mansur sarayındaki Türk bir köleyi Mısır memleketinin ha­ kimi tayin etmişti ve o kölenin ağası onu yolcu ederken, "O öyle bir şahsiyettir ki başının üstiindeki Allah'tan bile kork­ muyor ama Allah'ın kulu olan benden korkuyor." demişti. Şimdi Babek ilk defa, böyle acayip bir ağa ile böyle acayip bir köleye rastlamıştı. Köle, terzilerin yanında çırak­ lık yapıp ağasını geçindiriyor, ağa ise zalimlere ve halifele­ re hiciv yazıyonnuş ama mazlumlara da hor bakıyonnuş ve nihayet kendi kendine de hiciv yazmış. Yılan gibi kıvnlıp kendisi kendi kuyruğunu sokuyonnuş. Ve o anda Vadila'nın ağası birden uyanmıştı. Kalkıp oturmuştu, sonra Vadila 'nın dizi üstündeki kara atlas parçadan alıp öperek gözleri üstii­ ne koymuştu ve sonra demişti: "Şimdi rüyamda Şahrevan'ı gördüm, cennetmekin mukaddes elini gökten yere uzatıp kendi hakkını istedi... Ben yere kapandım ve dedim; 'Ey Şimşir-i Zülfikar 'ın sahi­ bi, senin neslinin iftihan olan sekizinci imam kendi mukad­ des abasını bana bahşetmiştir. Allah, benim günahlanmı bağışlayacak mı? ' Dedi; 'Ey didar, hiçbir zaman umutsuz olma, çünkü bir gün bir karıncayı kurtardığım için Rabb 'im benim bütün günahlanmı bağı#adı." Şimdi Vadila başını daha fazla aşağı, dizleri üstüne indinnişti ve dudaklannı sıkmıştı. Ağasının rüyasına se­ vinmiş miydi, ağlamak mı istiyordu, yoksa gülmemek için bütün kuvvetini seferber mi etmişti, anlaşılmıyordu. Vadila 'nın ağasının ıop kara sakalına ak düşmüştü. Yu­ varlak gözleri baykuş gözleri gibi kırpılmadan bakıyordu ve birden o hücrede Babek' in kırılgan bakışlannda bir an her ne ise yırtıcı bir ışıltı alevlenip sönmüştü. Sonra yaşaran gözlerini elinin tersi ile silmişti ve demişti:

192


"Kimdir o? Bu gece belki de beni öldürmeye gönder­ mişler onu?" "Yat Said Dünya, yat, ben uyanığım ve o da bizim gibi bir siirgündür. Hamedan'a gelen bir kervanda kervancı imiş ve kervan sahibi tarafından o kervandan kovulmuştur. Biraz evvel biz onunla tuz ekmek kestik. Sen yat, çünkü halen gecedir, sabah olmadı ve kervan sahibi sofrasının vaktine henüz çok var." "Fakat dedin mi ona bari ben kimim, sen kimsin?" "Dedim, Said Dünya, dedim ki, sen benim ağamsın, ben senin kölenim!"

"Şunu da bilsin ki sen öyle bir kölesin ki bana oğuldan aziz.sin ve bu hususta o Acem şairi çok güzel demiştir; öyle köle var ki yüz oğuldan kıymetlidir. Çünkü sadık bir köle her zaman ağasının ömni uzansın diye dua eder, fakat oğul­ ların hepsi yüreklerinde ataların ölümünü arzular..." Sonra Vadila'nın ağası yüzünü Babek'e doğru çevirip demişti: "Sen, ey velid, hiç atanın ölıimünü istedin mi?" Bek­ lenmeyen bu soru karşısında Babek bir an susmuştu ama Vadila'nın ağası el çekmemişti ve demişti: "Niçin sustuğun belli ve elbette ki oğul, babasının ölü­ münü arzularken çoğu zaman bundan kendisinin haberi ol­ muyor, çünkü biz her ı.aman kendimizden bihaberiz ve her zaman kendimiz için yabancılanz." Babek omzunu çekmişti, sonrıı dudaklarında oynayan hakaretvari bir tebessümle demişti: "Yok usta, ben babamın ölümünü istemeye fırsat bu­ lamadım, çünkü ben doğduğumda babamı öldürmüşlerdi." "O zaman senin o tıfılm bir gün senin ölürminü arzu­ layacak."

"Bu ufıl da yolda bana katılan bir kimsesizdir."

193


"Müslüman mı yoksa haçperest mi?" "Fark etmez her kimse, şimdi benim için küçük bir kardeşıir." "Bu genç yaşında çok ıemkinlisin, konuşmak isıemi­ yorsun." "Tebriz'de bana babalık yapan bir adam var, Çömlekçi Karaca'dır adı. Sefere çıkarken onun kelamını unutmuyo­ rum." "Nedir o şahsın kelamı?"

"Şeyhler meclisinde kendini koru, ti/imler meclisinde sözünü koru, emirler meclisinde gözünü koru. " Vartila 'nın ağasının gözleri parladı: "Dinle ey velid, beni ıanıyanlar bilirler kim olduğu­ mu. Tanımayanlara lakabımın da ne olduğunu söylemişim ve ben ki söz sarrafıyım ve her zaman keskin söz arayışın­ dayım, yemin olsun ki o çömlekçi çok güzel demiştir; eğer ben o sözlerin oğlu olsaydım, gurur duyardım."

Ben o sözlerin oğlu olsaydım demek, ben bu sözlerle, bu mısralarla meşhur olsaydım demekti. Vadila ise başını dikişıen kaldınnış ve ağasını teskin etmişıi: "Üzülme, Said Dünya, sen de bu sözlerin oğlusun ki

hani benim gençliğim. nertle kaldı. yoroldu mu yol/artla, yoksa mahvoldun mu? Hayret etme o şahsa ki ağaran saç­ lan başında gülerken, ağlayan gözleri acı gözyaşlanyla do­ ludur." "Haklısın ey Vadila, benim şiirimin şöhreti bu mısrala­ nn kanadında yükseldi ve ben derhal dilenciliğe başladım, yeni vazifeli ve kudretli şahıslara methiyeler yazdım ama yazdığım her methiyeden sonra midem bulandı. Ve şimdi elli yıldır, benim her beytim sahranın susuz yılanı gibi düş­ manlanmı sokuyor fakat yine de insanlara karşı içimdeki kin tükenmiyor."

194


Bu defa Vadila başını dikişten kaldınnadan demişti: "Ama yine insanlara k�ı yüreğinde kin yoktur. Pey­ gamberimiz buyurmuştur; merhamet et ki sana da merha­ met etsinler... "Öyledir Vadila, ben merhamet etmemişim, bana da merhamet etmeyecekler ve son nihayetinde ben kendi ece­ limle öleceğim, o yüzden de vasiyetim şudur ki kimse be­ nim intikamımı kimseden almasın. Şimdi tek arzum odur ki dizinin üstünde yamadığın o mukaddes paçavra benim için kefen olsun ve o zaman cenazemin arkasınca gelen biri olursa, o adam elbette ki sen olacaksın... " "O konuda rahat olabilirsin Said Dünya ama o vakıe kadar, ben kendimi senden satın alacağım, sana bu dünyada yas tutan tek kişi bu iğnesi ile kendini kölelikten azat eden Vadila olacak." "Ah, Allah aşkına sus Vadila! Acaba sen kendini ben­ den satın alıp bitirince azat mı olacaksm? Aksine ey kafir. Daha fazla sen kendi nefsinin, kendi şehvetinin, kendi yır­ tılmış karnının kölesi olacaksın. Neden bu kadar azatlığa can atıyorsun? Biz hepimiz başımız üstündeki tek olan Al­ lah'ın kullarıyız." "Bu küçıik umudu bana çok gönne Said Dünya, be­ nim Rabb'im Mesih buyunnuştu ki insan yalnız ekmekle yaşayamaz. Bırak, en azından kendi kendimi kandırayım ki kwtuluş giinü çok yakındadır." "Boş yere kendini kandınyorsun Vadila, çünkü o haz­ re� şimdi rüyada bana görünmüştü ve o hazretin sözü Zül­ fikilr 'ından daha keskindi. Bir şiirinde buyunnuştu ki eğer

sen yakında olan bir şeye umul bağlamışsan, unutma ki bu dünyada her saat, her dakika sana her bir şeyden yakın olan ölümdür. " Sonnı susmuştu, başı sinesine düşmüştü. Vadila ise

t9S


anık başını dizi üstündeki dikişten kaldınnamışıı. Babek oturduğu yerde sınını duvara yaslayarak uyuklamaya başla­ mıştı. Barsis uykusunun derinliğinden

Cunay diyerek yine

birini çağınnıştı ve o anda her birisinin elinde bir fanus olan kara ve yeşil sarıklı iki kişi yan karanlık hücreye ginnişler­ di. Selam vennişlerdi, sonra kara sarıklı yüziinü Vadila'nın ağasına doğru tutup tek nefese demişti: "Ya Rabil, ben şair Ebu Tamam 'ın ravisiyim ve sana malumdur ki benim ağam çoktandır seyahate çıkmıştır, dün ise gelip Hamedan'a varmıştır. Benim ağam kadim Reb se­ ferinden yedinci mecmuayı tertip edip bitirdiği için bu ak­ şam şehrin

Beytül ziyafet evinde

şiir meclisi kunnuştur ve

nazım ile yazdığı bu nameyi meclisten sana göndermiştir." "Sakin ol evlat, haberimiz var. Senin ağan hayli za­ mandır Halife Memun 'un kafilesinin arkasından sürünüyor. Halife Memun ki kendisi de şiir yazıyor, kendisini Arap şi­ irinin birincisi sayıyor, hilen de ne senin ağanın methiyesi­ ni dinlemişıir ne de onun eteğine bir dilim peyda bir avuç dirhem atmıştır." "Sadece benim ağam mı halifeye methiye yazmıştır? Acaba meıhiye bütün şairlerin ekmek teknesi değil mi? Ta kadimden, ister Doğu'da, isterse Batı'da methiye şairlerin elinde öyle bir anahıar olmuş ki valilerin hazinelerini ıalan etmek isleyen eşkıyaların kılıçlan o anahıar kadar iş yapa­ mamıştır." Vadi la başını kaldınnışıı ve demişti: "Haklısın. Kadim Roma şairlerinden Marişbal da met­ hiye tüccarıydı ve senin ağan Ebu Tamam gibi zenginlerden sadaka dilenmekte eşi benzeri yoktu." "Ya Rabi!, bu kölenin yularını çek, haddini bilsin ve sen ki bu kadar acayipsin, o yeler bizim için." "Vadila yalnız benim kölem değil. Vadila

196

benim ra-


vimdir. Gerektiğinde o benim şiirimi okumuş ve şiir mec­ lislerine iştirak etmiştir." "Ama bir kölenin ki değeri iki yüz dirhem olsun Ebu Tamam'ın varisi onunla münazara meclisi kurmaya tenez­ zül etmez." "Tenezzül etse de beceremez, çUnlcü ben kendim onun­ la beceremiyorum." "Eline kamçı alsaydın becerirdin." "K.iinatın Efendisi buyunnuştur ki, ne elinizle ne de dilinizle kö/elerinize zarar vermeyin..." "Herhalde dikbaşlı köleyi satıp, uysal köle almak mümkündür." "Vadila benim için oğuldur ve ata, oğlunu satamaz." "Atanın oğul eniği her bir şahıs da atanın kanuni kölesi olamaz." ''Acaba devrinin en büyük şairi Entere kendi babasının kanuni kölesi değil miydi?" "Ya Rabi), amacun seninle tartışmak değil. Ama ağa­ mın meclisindeki bütün şairler senin ağama ne cevap vere­ ceğini bekliyor. Oku ağamın nazım ile yazdığını. o zaman mesele senin için daha aydın olur." Rabil nameyi almıştı, Vadi la 'nın üstüne atmıştı ve de­ mişti: "Ey Vadila, oku bakalım ne istiyor bizden ve bak orada hangi şairden hangi teşbihleri tırtıklamış? Ve hangi mısrala­ n büsbütün çalmış?" "Benim ağam kimsenin yoksul şiir sofrasına el uzat­ mamıştır ve bir belagat dahisi olarak Arap şiirini ve Arap dilini en güzel incilerle süslemiştir." "Peki sen kendin Arap dilinde çok mu kuvvetlisin?" "Ebu Tamam'ın ravisi olarak ister lslam'dan evvelki cahiliye devrinden, ister lslam'dan sonraki Arap şiirinden

197


otuz bin beyti ezber biliyorum. Arap dilinde oe kadar ince nükteli söz varsa, bütün manaları ile bana malumdur." ..O zaman benim lakabımın manasını de?" Ebu Tamam'm ravisi bir an duraksamışh ve bu vakte kadar susup duran yeşil sanklı oğlao demişti: "Üstat, izin verseydin Rabil sözünün birinci manasını ben söylerdim." "Sen kim olduğunu bize söylesen daha iyi olur." ··Osıaı, ben seni kendisine dost bilen şair Hasan bio Ati'nin gulamıyım ve benim ağam şu anda Ebu Tamam'm meclisinde dara düştüğü için seoin yardımına muhıaçıır. Sen ki bugün Arap şiir kervanında kocamao bir devesin, Rabil sözünü de kendine lakap olarak almışsın ki bu la­ kabın birinci manası güçlü kudretli bir deve demektir ki o deve yanındakinin yardımı ile yol gidiyor..." Ebu Tamam 'ın ravisi derhal itiraz etmişti: "Ya Rabil, ben edebimden sustum ve Rabil sözünün birinci manasını nasıl izah edildiğini tekrar etmek isteme­ dim." "Nakil küfür değil. Tekrar edebilmin." "Benim ağam ispat ediyor ki Rabil sözünün birinci manası kurbağa yumurtasıdır ve eğerbaşka bir gizli manası varsa, onu lisan ilminin ilimleri de bilmiyor." "Öyledir," demişti Rabil, "bir kişi delirmediği sürece Rabil lafzının en gizli manası ne ise, onu anlayamaz." Yeşil sanklı gulam sormuştu: "Üstat, acaba o acayip rivayet gerçek mi?" "Başıma gelen her bir kaza sonra çok çabuk rivayete dönüşüyor. Bir kez Küfe pazannda bir divaoe öyle kıyamet koparmışıı ki gözleri çanağından çıkmıştı, o bedbahta bir Allah kulu yaklaşamıyordu ki o kara sevdalıyı sakinleştir­ sin. Ama ben yaklaşıım ve nedendir bilmem ona Rabi/ de-

198


dim ve ben ona Rabi! deyince, erkek deve gibi kızgın o di­ vane birden yatıştı, başını aşağı eğerek. kınalı bir kuzu gibi yaşlı bir kadının peşine düşüp Kufe pazannı terk etti. Ama dilimden kopan o söz sonra döndü ve yakamdan yapıştı ve o günden beri ben ne yazdıysam, mahlasım Rabil olmuşnır ve bu mahlasla dön halifeye vurduğum mührü tarih o dön halifenin adından hiçbir zaman silemeyecek." Bu anda Vadila başını elindeki nameden kaldınnıştı ve dem.işti: "Said Dünya, Halife Memun'un saray ağalanndan Tu­ si'ye yazdığın hicvi hatırlıyor musun?" "Hatırlıyorum Vadila ve benim hicvimin zehri Tusi 'ye öyle sirayet ebniş ki o gün yediği içtiği zakkum tadı ver­ miş." "Öyleyse buyur, senin Tusi'ye yazdığın hicve cevap olarak Ebu Tamam da sana kırmızı biberden daha acı olan name yazıp göndermiştir." Yeşil sarıklı gulam hemen ilave ebnişti: "Üstat Ebu Tamam o hicvi Tusi'nin siparişi ile sana yazmıştır ve karşılığında Tusi'den on bin dirhem koparmış­

tır." "Daha fazla koparabilirdi!" diye Rabi! ilave etmişti. "Biz öyle bir devirde yaşıyoruz ki hangi şairin ağzı daha büyükse en büyük miikiifaıı o alacak. Nasıl ki vaktiyle Ha­ life Emin, Basralı bir şairi ödüllendirdiğinde o şairin eıeğini altın dinar, ağzını inci ile doldunnuştu ve şair de serçe para makları ile dudaklarını yınmıştı ki ağzı Ashabı Kehf mağa­ rası gibi derin ve daha geniş olsun'" Yeşil sarıklı gulamın gözleri parlamıştı ve demişti: "Üstat, senin ki dilin oluklu Yemen kılıcından daha keskindir ve benim ağam ki bu anda Ebu Tamam'ın mecli­ sinde zelildir, reva değil ki sen benim ağamdan yardımını esirgeyesin." 199


"Ne olmuşhır oğlan ve ne hadise gerçekleşmiştir o mecliste?" Şimdi de yeşil sanklı gulam Ebu Tamam'ın meclisinde gerçekleşen hadiseyi tek nefeste anlatmıştı: "Üsıat, Ebu Tamam 'ın gönül çelen bir Rum cariyesi var ki oynadığında astığı alım haç kırmızı bir karanfil gibi menner sinesine renk veriyor. Ve benim ağam çoktandır o cariyenin hasretiyle can veriyor, çünkü o fitne gözlü afet her defa ağama rastlayınca çatal dili bir mızrak gibi ağamın yüreğinin başına saplanıyor. Şimdi Ebu Tamam bu işi öğrenmiş ve ağamı tehdit etti ki eğer sen Rum memleketinde pabuç seyrine çıktıysan, Al­ lah 'a anı olsun ki ben de Hazar ülkesinde çapkınlığa başla­ yacağım." "Neden Hazar ülkesinde?" Çünkü benim ağamın da bir cariyesi var ki Hazar cey­ lanıdır ve Ebu Tamam afeti görünce ağam da ağzı ete ula­ şamayan kedi gibi dudaklannı yalıyor. Ama Hazar kızı Ebu Tamam'ı adam yerine koymuyor." "Peki, sonra?" "Sonrası budur ki üstat, ağam Ebu Tamam'ın tehdidin­ den korkmadı; dedi ki ya Ebu Tamam, eğer sen bu sözleri

hana şiirle deseydin belki korkardım, çürıkü şiir şahtır. ne­ sir reayadır. O yüzden de nesir ile dediğin bu sözleri umur­ samıyorum, tesadiifve boş sözlerdir. Ve hemen Ebu Tamam ile benim ağam şiirle atışmaya başladılar ama hiçbiri di­ ğerine galip gelemediği için Ebu Tamam hileye başvurdu, tavlayı onaya getirdi ve ağam ile birbirinin abasına kumar oynadılar. Sonra ağam tavlada yenildi, abasını çıkanp Ebu Tamam'ın üzerine atll. Ah üstaı, biliyor musun Ebu Tamam ne yaptı? Ağamın abasını yımı, parçaladı ve baldırlanna do­ ladı. Ağamın ise rengi kaçtı ve Ebu Tamam 'a dedi ki, eğer

200


koca Rabi/ burada olsaydı sana haddini bildirirdi. çünkii Rabil vaktiyle Halife Harun er Reşit ile tavla oynamışll. Ve kefeni boynuna sarıp halifeye yenilmemişli." O anda Ebu Tamam' m ravisi yeniden sohbete müdaha­ le etmişti ve demişti: "Benim ağam bu anda cin atına bindi ve nazım ile sana

git, eğer baldın çıplaklar keM1anı arasında küllenen Rabi/ meydanıma gelse, şiirle atışalım veya tavladayarışalım. Şimdi senin kölen o hicvi sana oku­ o nameyi yazlp dedi ki,

mak istiyor, izin ver, ilk mısralan ben dil cevabı olarak sana

arz edeyim." Rabil elini Vadila'nın omzuna VW"muştu ve demişti: "Ey Vadila oku, neyi bekliyorsun?" "Bırak kendi ravisi okusun, Said Dünya, ben bu çirkefi dilime getirmekten ar ederim." Rabi! başını kaldırmıştı, Ebu Tamam'ın ravisine de­ mişti: ..Diyorsun ki senin ağan, adamlara aşkname yazmaya başlamıştır ve o Rum cariyesine zulüm ediyor; çünkü ıavla­ daki atlar arpa yemeli. Ebu Tamam'ın ravisi öfkelenmişti ve sesini yükselt­ mişti: "Öyleyse dinle ya Rabi!, ağam sana gönderdiği o hicve şöyle başlıyor ki ey Rabil, eğer bu gece o celepler kervan­ sarayında pireler vücuduna saldınp uyumana izin venni­ yorsa, sana gönderdiğim bu hicvin zehri ruhuna sindikçe, diğerleri senin kanından tiksinecekler. Ve sen ki o suraıla bu ahali içinde namaz kılıyorsun, sende öyle bir yüz var ki ateşe girsen de yüzün kızarmaz. O zaman sen cehenneme gideceksin ... " "Yeter!" diye Rabil bağırrnışıı ve ayağa sıçramıştı. Vadila ise elini uzatmıştı, ağasının eteğinden yapışmış­ tı ve demişti:

201


"Dur Said Dünya, gitme ve sakın çirkefe taş atma, iis­

tüne sıçrar.'' "Bırak beni Vadila, sen işine bak. Bu görünmemiş iştir ki bir sinek bir file meydan okusun."

Rabi! hemen fanuslanyla onun yoluna ışık tutan Ebu Tamam 'ın kara sank.lı ravisiyle ibni Ali'nin yeşil sanklı gu­ lamına ıakılıp gitti. Sonra Babek yine başının dizleri üstüne eğmiş, Vadila 'ya deınişıi: "Ey Vadila, eğer sen pazarlarda dolaşsan, bir yanı açık­ la şiir yazanlar görsen, o şairlerle bu saray bülbülleri arasın­ da ne fark var?" "Ey Babek, hakiki şiir odur ki eğer sen mutluysan, ge­ rek seni biraz mutsun etsin. Ve yahut mutsuzsan, gerek seni biraz mutlu etsin. ister burada Şark'ta, ister orada Mısır' da böyle şiir yazan şairler az değildir. Nasıl ki bir hakikat fe­ daisi insan her zaman ıstrrap içinde kalmaya mahkUm olur, öyle güzel bir söz de her zaman yüreğin köşesinde kalır." Babek hayretle demişti: "Ey Vadila, sen ağandan daha fazla bilgilisin ve ağanın geçimini sen sağlıyorsun fakat yine de o ağadır, sen kul­ sun!" Vadila gülmüştü ve demişti: "Yok. Ben alim değilim ama manastırda tahsil aldığım için Rum tarihini biraz bilirim. Bundan bin yıl evvel Roma şehrinde öyle köleler vardı ki kendi ağalanndan bilgililerdi ve o köleler içinde öyleleri de var idi ki çok büyük idiler." "Öyleyse ne geçmişte adalet olmuş ne şimdi var." "Ne de gelecekte olacak." "Yok, ey Vadila, bu dünya gebedir ve her ne ise do­ ğacak, nasıl ki bir kadın doğurduğunda kırk kabir ağzım açıyor. Ve o zaman yüce Şirvin güneşin atlısını bu dünyaya gönderecek ... "

202


"Şirvin? Kimdir o?" Tebriz civannda Esanet Rumi adlı bir yer var, yetmiş bin yıl bundan evvel orada bir şahıs çıkmış ki acayip insan­ mış, yan Tann imiş o şahıs; gelirmiş, köylü düğünlerinde raks edermiş." Vadila gözlerini ovmuştu. "Köylü düğünleıinde raks eden bir ıann? Desem ki bi­ raz acayip tanndrr, incirunezsin değil mi?" "Yok, incinmem ama deıim ki kendini darağacından kurtaramayan bir ıann acaba daba acayip değil mi?" Bu anda Barsis uyanmıştı, kalkmıştı, oturmuştu, çene­ sini sola çevirmişti, sol omzuna bakmıştı, sağa çevinnişti, sağ omzuna bakmıştı ve bıı.şını kaldınp hayretle Babek' in yüzüne bakakalmıştı. "Ne oldu Barsis, niye öyle bakıyorsun?" "Şimdi ıiiyamda gördüm ki Cunay gelmiş, gömleğimi yamıyor." "Kimdir o Cunay, he, demiyorsun değil mi Barsis? Ama gömleğini demin Vadila yamadı ve ona sağ ol desen hançerinin kaşı düşmez." "Sağ olsun. Borçlu borçlunun sağlığım ister ama sen benden yana rahat ol, yat. Çünkü biliyorum niye yatmadı­ ğını." Barsis yine hemen böğrü üste yere yıkılmıştı ama san­ ki son sözleıiyle Babek'i büyülemişti. Çünkü Babek'in gözleıi kapanmıştı, oturduğu yerde sırtını duvara yaslayıp uykuya dalmıştı. Vadila ise hayretle bir Babek"e, bir Bar­ sis'e bakmıştı. Ve her ikisinin de artık uykuya daldıklannı görerek gıpta hissiyle nefesini bırakmıştı. çünkü kendisi de yatmak istiyordu, fakat ağasının dönüp gelmesini bekleye­ cekti. Şimdi hücreyi kaplayan sessizlik içinde yüreğinde baş-

203


kaldıran bu telaş hissiyle üçüncü mumu yakmıştı ve yine iğnesiyle işe koyulmuştu . . .. Sonra gecenin bir vaktinde Babek hücredeki sesler­ den ürpererek gözlerini açmıştı. Şimdi Vadila dizleri üste birbirine eklediği kara atlas parçalarını bir kenara atmıştı ve her iki eliyle başını kucak� !ayıp hareketsiz bir halde oturmuştu. Şairler meclisinden dönüp gelen Rabi! ise hücrede dolanıyordu. Her iki eliyle kah bacaklanna kah başına vurarak hayıJlanıyordu. Ey Vadila, "mim" kafiyesinden "nun" kafiyesine geçtik. nihayet ki rakibim elinin tersini yere koydu ama ne zaman ki ıavlayı önüme çekti, uydum şeytan vesvesesine, basiretim bağlandı ... Şeytan icadı, Tanrı kargışı bu oyunda bahtım yek du ile kolumu bağladı ve rakibim bir şeş beş ile başıma taş yağdırdı. Ve kaybettim ey Vadila, neyim varsa kaybettim ... " Vadila hınltılı bir sesle demişti: "Senin benden, bedbaht bir köleoden başka hiçbir şe­ yin yoktur Said Dünya." "Öyledir, seni de kaybettim Vadila ve kırıldı belim, evim başıma yıkıldı." "Eğer benim kıymetim iki yüz dirhemse, ben o meb­ lağdan sana kırk üç dirhem venniştim." "Çare bul ey Vadila, çare bul, iki yüzden kırk üç çıkar­ ma vakti değil." "Çare odur ki Hristiyan kilisesi Hristiyan kölelerin Müslümanlara satılmasına veya peşkeş verilmesine izin vermiyor." "Hristiyan kilisesi Hristiyanlara izin venniyor ki kendi Hristiyan kölelerini, Müslümanlara yahut Yahudilere sat­ sınlar. Ben ki Hristiyan değilim ey Vadila!" Bu anda Vadila donmuştu, Babek'i seslemişdi:

204


"Ey Babek, yanın mı?"

"Uyandım ey Vadila, dinliyorum."

"Madem uyandın, sen söyle, ne yapayım ben? Yine bu

siirgün ihtiyar ile kaçıp çöllere düşüp aç mı kalayım, yoksa habis Ebu Tamam'ın kapısında köle mi olayım?"

"Her '.kisinden kaç, canını kurtar ey Vadila. . . Dağlara, . vadılere... .

"Ben defalarca dağ yollannda kaçkın kölelere rasıla­

mışım."

Rabi! ürpermişti ve keskin bir hareketle Babek' e doğru

dönmüştü:

"Sakın Vadila 'yı yoldan çıkarma, vahşi dağlardaki

azatlık aç azatlığıdır amma şehirdeki bir kölenin kamı her

zaman toktur."

"Ey Vadila, öyledir, dağlardaki azatlık aç azatlığıdır ve

şehirdeki bir kölenin kamı her zaman tokrur! Ama ben sö­

zümü dedim ey Vadila ve şimdi ne yapacağını sen bilirsin." Kapıya doğru adımlayan Vadila demişti:

"Elveda Said Dünya, sabaha az kaldı. Birazdan şehir

kapısı açılacak. Ebu Tamam'ın gulamı gelince dersin ki bu köle her zaman kaçmak için fırsat arıyordu. Se11 de gece gelip gOrmiişsıin ki oba göçmüş, yurd11 kalmış." Rabi! feryat etmişti:

"Peki ben ey Vadila? Ben sensiz ne yapanın? Diye­

mem ki kölesini kaybetmiş bir ağaya merhamet et, oğlunu kaybetmiş bir babaya merhamet et ey Vadila!"

Birden Rabi! ağlamaya başlamıştı. Ve o zaman Vadila

ağasının ağladığını işitmişti, tökezlemişti ve kapı ağzında durmuştu. Babek de bir garip olmuştu ve demişti:

"Ah vah zamanı değil üstat. Katılın birbirinize, kaçın,

kendinizi kurtarın!" Bu defa de Vadila feryat etmişti:

205


"Nereye kaçalım ey Babek? Doğu'dan Memun'un ka­ filesi geliyor ve ağam Memun'a hiciv yazmıştır. Bau'ya mı dönelim yüzümüzii? Ama ağam orada halifelik yapan İbra­ him bin Mehdi'yi öyle iğnelemişti ki ağamın kanını içmeye hazırdır. Ve şimdi ben bu evi başına yıkılmış ağamı nereye kaçırayım ki ihtiyar vaktinde acından ölmesin?" Rabi! gözlerinin yaşını silerek demişti: "Bağdaı'a, ey Vadila! Daha gaddar diişmanıma doğ­ ru kaçalım, çünkü Bağdat öyle bir şehirdir ki kırk şehirden ibarettir ve o şehirlerin birinde üstatlar yine imdadımıza ye­ tişirler ve yine bize bir gizlenecek yer bulurlar. Ve yine sen Hristiyan terziler yanında günübirlik çalışmaya başlarsın ..." Vadila derinden nefesini bırakmıştı. Kapı ağzından geri dönmüştü ve Babek'le vedalaşmıştı: "Selametle kal ey Babek, arzum budur ki ya benim ya senin veyahut bu ihtiyarın tanrısı, hangisi daha merhamet­ liyse, bizi yine birbirimizle karşılaştırsın!" Babek de ayağa kalkmıştı ve demişti: "Amin ve iyi yolculuklar ey Vadila." Sorıra Rabil ile Vadila, ilginç ağa ile ilginç köle hiicre­ den çıkmışlardı, karanlıkta yok olmuşlardı. Babek'in gözleri ise hücrenin diğer başında eriyip bi­ ten mumlann içinde göz kırpan ufak bir aleve dikilip kal­ mıştı.

s Bugün Hamedan'ın yassı damlan üstünden çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar Elvend dağının eteğine kurulmuş Me­ mun 'un seyyar saray şehirciğine temaşa ederken, bakışlan ak çadırlardan ibaret halife karargilıının ortasında yükselen

206


kara kadifeli dev bir çadıra dikilip kalmıştı. İslam tarihine dihil olmuş o kara çadır artık altı aydır ki dev. kara bir kuş gibi menzil menzil konarak hareket ediyordu ve nihayet dün gelmişti çoktan beridir mahvolmuş Media devletinin payi­ tahtı Hamedan'a. Halifeler ordu başında düşman üstüne gi­ derken yol boyunca girdikleri şehirler içinde kendileri için ikametgfilt kurmuyorlardı. çünkii hazineleri ve haremleri de peşlerinden hareket ederken kurulup sökülen çadır, seyyar bir saraya çevrildiği için biitün bu kurguyu dar Ona Çağ şehirlerinin ne merkezine ne civanna perçinlemek mümkün olmuyordu. Halife Memun ise üstelik yüzlerce deveye yük­ lenen büyük kütüphanesini nereye giderse kendiyle beraber götürüyordu. Ve bu kervanın develeri elifba sırasıyla birbi­ rinin ardınca dizildiği için, halifenin talep eniği herhangi bir kitap, hemen huzuruna getirilmiş olurdu. Böylelikle halifeler bu veya diğer bir şehre yalnız o şehrin cwna mescidine hususi mesturede namaz kılmak, sonra minbere çıkıp hutbe okumak için giriyorlardı. Me­ mun ise üstelik geçip geldiği bütün şehirlerde pazar günü ahalinin şikayetlerini dinlemek için cuma mescitlerinde "divan hitam" meclisi kuruyordu. Bugün sabah namazından sonra Memun, İslam tarihine girmiş kara atlas çadınnın içerisi çok bölümlere aynlmış en kuyru köşelerinin birinde ilk olarak Hamedan şehrinin be­ lediye reisini kabul ederken, reis yer öptükten sonra teşrifat kuralınca belli bir mesafede diz çöküp oturmuştu. Amma Memun onun daha yakın oturmasını istemişti ki bir Halife tarafından herhangi birinin bu kadar yakına bırakılması çok nadir hallerde çok nadir şahıslara kısmet olan bir şerefli. Hilafette devlet postası sahib-berid olarak adlandın­ hyordu ve bu devlet postası Sasaniler İran 'ından hilafete miras kalmış diğer hiikümet idarelerinden biriydi. Tam da

207


bugün katırlar postasıyla Semerkant'ıan kapalı kaplarda Memun 'un sofrası için getirilmiş meşhur Fergana kavun­ lannın ince kokusu bütün çadın kaplamıştı. Memun içinse, ebedi olarak vedalaşmaya mecbur olduğu o yerlerden geti­ rilen bu kavunlann kokusu, bağın rayihasından daha hoştu. Berid sözü ise dirhem. dinar, saklab, iklim ve sair bir sıra sözler gibi Arapçanın Yunancadan aldığı sözlerden bi­ riydi ama hilafette "sahib-berid " yahut "sahih haber" de­ nilen devlet posıasının reisi aynı zamanda hafiye reisi idi ve Halife'nin gören gözü, duyan lrulaklan gibi emrindeki ca­ suslar şebekesi vasıtasıyla valilerin, emirlerin, kudretli fe­ odallerin hareketleri ve davranışlan, halife davranışlarının kötü emelleri ve teşebbüsleri, şehir sakinlerinin ahvali ru­ hiyesi hakkında öğrendiklerini ve tetkik ettiklerini halifeye ulaşıırmalıydı. Böylelikle, bu veya diğer bir şehrin küçük vazifeli posta reisi ile Halife arasında cereyan eden konuş­ malardan yahut posta reisinin Halife'ye gönderdiği gizli ha­ berden sonra bazen büyük bir eyalette her zaman kral gibi egemenlik süren bir valinin hayatına gizli bir el tarafından son veriliyordu. Genel bir kural olarak bu infazda mahkıim­ lar uykudan uyanmıyordu yahut uykuda havasızlıktan bo­ ğuluyordu, sabah yalağından kalkamıyordu. Çünkü bütün o vali ve saire içerisinde her zaman berid reisinin gizli ermini yerine getiren biri olmalıydı ve oluyordu. Bu yüzdendir ki her zaman, isler gündüz ister gece Halife'nin huzuruna gelmeye yetkisi olan dört kişiden biri hava aydınlanınca, Halife'yi yatağından sabah namazına kaldıran şahıs, müezzin, diğeri sofraya yemek dizen çeş­ nici, üçüncüsü serhanen mühim haber getiren ulak idiyse, dördüncüsü sahib-berid, yahud sahih haber olarak adlandı· nlan berid reisi idi. Şimdi Memun da sabah namazından sonra hemen hu-

208


zuruna Hamedan'ın berid reisini çağlnnıştı, daha doğrusu

berid reisi kapıcıdan Halife'nin huzuruna çıkanlmasını ta­

lep etmişti. O kudretli kapıcı ki Halife sarayının yüce soylu

ayanları bile huzura kabul edilmek için bezen o kapıcının

avucuna bir allın dinar koyduktan ve hele bundan sonra da

o altın dinar kapıcının kapalı avucunda terleyene kadar bek­

ledikleri hiilde berid reislerinin kapıcıdan hemen Hali[e'nin

huzwuna çıkanlmalannı talep etmeye cüretleri vardı.

Hamedan'm berid reisi en önce hilafetin uç eyaletleri

kabul edilen Azerbaycan'dan, Aran'dan, Erınenia'dan Ha­

life Memun'u karşılamak için kimlerin Hamedan'a geldik­ lerini ve peşkeş olarak Halife'ye neler getirdiklerini anlaı­

mıştı. Sonra Bağdat halifesine yüz çeviren ve Bağdat 'tan

kaçıp gelen eşrefler içerisinde hilafetin en meşhur şarkıcısı İ i ve bestekiin shak bin brahim'in adını söylerken Memun

gülümsemişti. Çünkü şu anda Bağdat'ta halife olan amcası İ brahim bin Mehdi de hilafetin en meşhw musikicisi idi. İ shak'ın bestelediği şarkıların şöhreti amıkça kıskançlık

hissiyle boğuluyordu, hatta vaktiyle kiralık katil gönderip İ shak'ı öldürmek istemişti. Daha sonra berid reisi şehirdeki

vaziyeti tasvir etmişti. Hamedan valisinin, şehir hapishane­ sini bile kiraya verdiğini, hapishane reisinin ise bütün tut­

sakları ve o tutsaklar içinde dön eşkıya başını da günaşın

pazara dilenmeye gönderdiğini haber vennişti. Memun 'un

çehresi bulut gibi tutulmuştu. Berid reisi ise Halife'nin

düğümlenmiş kaşlarının açılması için Ebu Tamam'ın Me­ mun'a ithaf ettiği yeni methiyenin suretini iki eli üstünde

Halife'ye doğru uzatmıştı. Memun kağıdı almıştı. Okuma­ ya başlamıştı ve şairin en iyi dizelerine gelmişti. Memun yetimlere karşı o derecede şefkatli ve cömenıir ki şimdi bü­

tün mahlıikun bir arzusu var:

Ey. keşke biz de atadan anadan yerim kalarak o ök-

209


süz-yetim içinde mesut olaydık. Halife şeker gibi ak Scmer­ kanı kağıdına yazılmış şeker gibi şirin kasideye suratını ekşitmişri ve k8ğıdı berid reisinin üstüne atmıştı. Bu yüz­ dendir ki berid reisi şimdi de Rabil'in zehir gibi acı hicvini Halife'ye ıakdirn ederken elleri titremişti. Ama çaresi yok­ ıu. En acı hakikati bile Halife'den gizlemiş olsaydı, sonra başı omzu üstünde sağ kalmazdı. Memun ise Rabil'in hic­ vini alıp okumuştu ve sanki ağzı kmnlll biberden alevlen­ miş gibi alt dudağını ısımuştı. Ama sonra hiciv yazılı kağıdı bükmüştü, kısa boğazlı çizmesinin köşesine perçinleyerek kendinde ıutrnuşıu ve bu hareketi ile hiçbir şeye hayret et­ meyen berid reisini hayrete düşünnüştü. Sonra Halife, berid reisini huzurundan yollayıp aya­ ğa kalkmıştı, çadırından çıkmıştı ve üzengi ağalarının ileri çektikleri atına süvari olarak, kafilesi için kurulmuş çadırlar arasıyla uzanan sokakta karşılamaya gelenleri atının üzen­ gisinin yakınına bırakarak kabul merasimine başlamıştı. Şimdi Halife atını adım adım sürüp gidiyordu, atının sağ tarafında saray kapıcısı adımlıyordu. Atın peşinden sa­ ray ağalan geliyordu ve birbirinin yanında sıraya dizilmiş uç eyaletlerin kabile önderleri, şehrin eşrefleri, Hristiyan ve Yahudi mahallesinin temsilcileri kapıcının işaretiyle sıra ile ileri yürüyorlardı. Atını durduran halifenin üzengisine baş eğerek yeri öpüyorlardı ve Memun'u selamlıyorlardı. Hilafetin kaderinde halledici rol oynayan iki memle­ ketten biri Irak. diğeri İran 'ı temsil eden Horasan idi. Azer­ baycan, Aran ise hilafeıin ikinci dereceli uç eyaletleri kabul ediliyordu ve şimdi halifelik ve eyaletlerden karşılamaya gelenleri atının üzengisine yaklaştırması o Muluk-el Tehayif için tamamıyla yeterliydi. Kapıcının işareti ile ilk olarak Tebriz'in sahibinin or­ tanca kardeşi Vecna bin Revvad ileri çıkmıştı. Halifenin

210


üzengisine baş eğerek yeri öpmüştü ve Memun'un işareti ile konuşmak için izin alırken demişti: "Ya Emirelmfuninin, Tebriz'in sahibi ağabeyim Mu­ hammed bin Revvad çoktandır hasla haldedir ve eğer ya­ tağından kalkmaya gücü olsaydı, huzurunuzda yer öpmek saadetini elbette ki bana bırakmazdı." Memun gülümsemişıi ve demişti: "Muhammed bin Revvad'a Tann'dan şifa diliyorum. Eğer bir iltiması varsa izin verilir, diyebilirsin." Vecna bin Revvad demişıi: "Allah ömrünü uzun etsin ya Emirelmüminin, Azer­ baycan' da mesken tuımuş Ezd kabilesinin yegane arzusu budur ki Emirelrnüminin nasıl ki Horasanlı Acemlere kar­ şı bu kadar merhametlidir, bize de Ezd kabilesinin evladı Fatmanlara ve cümle Araplara da aynı merhamet gözü ile bakaydı." Memun 'un üzerinden gölgeler geçmişti ve sürmeli gözleri azıcık kıyılmıştı. "Ya Vecna," demişti, "sen Arap kabilelerine gereğin­ den fazla arka çıkıyorsun, zaman olmuş ki hazinemde bir dirhem kalmamış, neyim varsa hepsini Kays kabilesine bağışlamışım ama o kabilenin gözü yine doymamış yahut Rebiyye kabilesini memnun etmek için ne mümkünse yap­ mışım ama o kabile bırak benden, Peygamber kendi kabi­ lelerinden çıkmadığı için Allah 'tan bile küsmüşler. Eyne­ li memleketine gelince ne ben o memlekeli sevdim ne o memleket beni. Şimdi size, Azerbaycan'da, Aran'da mes­ ken edinmiş Arap kabilelerinin evlaılanna beııim sözüm şudur ki eğer bir çoban sürüyü her zaman kırkmak isıiyor­ sa gerek o sürüyü acından öldürmesin. Çünkü ben haracı azalttım ama sizin o uç memleketlerde şiarınız şu olmuş ki yedi köyün bir delik kazanı varsa, o delik kazan bile size

211


hizmet eden bir yerli ahali için çok imiş ... " Vecna bin Revvad'ın boğazı kurumuştu, öksünnek is­ temişti fakaı Halife huzurunda öksüımek yasak olduğun­ dan öksürüğünü boğduğu için boğulmuştu. Sırtını dönme­ den geri çekilmişti. Anlamıştı ki bu yıl Bozkuş dağlarındaki

köylerden haraç vergisi toplanırken orada meydana gelen hadiselerin yansıması Halife'ye ulaşmış ve ticaret kerva­ nıyla Hamedan pazanna getirdiği malların içinde Halife sofrası için getirdiği Şirvan safranının Tebriz baklavasının, Halife'nin kuş avı için getirdiği üç çift terlanın6, Halife'nin ceylan avı için getirdiği bir çift Hint kedisinin, Halife'nin namaz kılması için getirdiği seccadenin ve Halife'nin şahsi muhafız birliği için getirdiği Yemen yakutu ile süslenmiş kılıcın Memun'a hiçbir tesiri olmayacak. Şimdi Halife'nin bu sitemi ve üstelik yüzünü Vecna bin Revvad'a tutarak dediği suçlayıcı sözler Ezd kabilesinin eşreflerini ne kadar üzecekse, Azerbaycan'da mesken edinen Rebiyye kabile­ sinin önderi ve Merend şehrinin sahibi İbni Beiyyet'i bir o kadar sevindirmişti ve kapıcının işaretiyle İbni Beiyyet kendini ileri atarken iki eliyle Memun 'un üzengisini kucak­ layıp yer öpmüştü ve demişti: ''Ya Emirelmüminin, mazluma adaletini göster." Memun bir an susmuştu. Çünkü geçip geldiği bütün şehirlerde olduğu gibi burada, Hamedan'da da o şikayet­ leri pazar günü şehrin cuma mescidinde dinleyecekti. Ama berid reisinin dediklerinden aklında şu da kalmıştı ki Azer­ baycan'• tayin edilmiş kudretli vali Rebiyye kabilesinden olduğu için şimdi orada, Ezd kabilesiyle Rebiyye kabilesi arasında kadim düşmanlık daha da kükremiştir ve lbni Be­ iyyet de maceracılığı ve tersliğiyle meşhur bir zattır. Bu yüzden Memun bir an ise düşünmüştü ve demişti: 6. Terlan: Kartala benzer bir çeşit avcı kuş.

212


..Kim sana zulüm eni, ya İbni Beiyyet veya şikayetin kimdendir?" "Ya Emirelmüminin, şik8yetimi Acem dilinde nazma çekip aciz biri olarak huzuruna geLinnişim." "Acem dilinde mi?" ''Acem dilinde ya Emirelmüminin, çünkü kadim Peh­ levi dili, ölmüştür ve o dilde yazılmış Acem şiirleri unutul­ muştur. Şimdi bugünün Farsçası ile yazılmış bu ilk şiiri ben senio yüce adınla süslemişim." Memun 'un güçlü hafızası vardı. Cahiliye devrinden Emir El Kays' lardan başlayarak bugüne kadar, Ebu Nevas dihil Arap şiirinin en meşhur mısralannı ezbere bilirdi ve şimdi konu Farsça yazılmış ilk şiirdi fakat on yıl evvel ve­ liaht olarak Merv'e geldiğinde huzurunda okunmuş ve ona ithaf edilmiş olan şiir Farsça yazılan şiirlerin ilki kabul edil­ meliydi, o yüzden Memun dedi: "Dinle ya İbni Beiyyet, evvela Acem dilinde kadimden bir mesel var, bir şahsın kendini övmesi pamuk çiğnemek gibi bir şeydir ve binaen en az on yıl gecikmişsin. Çünkü bundan on yıl önce ben veliaht olarak Merv'e gelince Ab­ bas bin Tarkan adlı bir şahıs yeni Fars dilinde yazdığı ve bana ithaf eniği bir şiiri huzurumda okumuştu ve şiirde de deniliyordu ki yeni yaratllan lrarı şiiri benim adımla amla­

caktır. "Allaha ant olsun ki ben bu şiirimde kimseden bir şey çalmadım." Memun alay etmeye başlamıştı: "Evvela, kimseden bir şey çalmadığını biliyorum ama bu şiir kendine ait değil. Nasıl ki yoldan bir dirhem bulan bir kişi de o dirhemi kimseden çalmamıştır ama aynı za­ manda kendine ait değildir." Merend'in sahibi lbni Beiyyet kudretli rakibi ve Teb-

21)


riz'in sahibi Vecna bin Revvad gibi bir kervan hediyeyle Memun'u karşılamaya gelmişti amma Beiyyet'in ruhunda şairlilc. vardı. Bazen Arapça şiirler yazardı. Memun'u karşı­ lamaya gelirken Farsça şiirin anası Fars kızı olan, şiir me­ raklısı Memun 'u hayran edeceğini düşündü. Lakin şimdi Memun 'un alayına maruz kalarak bütün umutlannın boşa çıkıığını görürken, çok keskin bir şekilde nesre geçerek de­ mişti: "Ya Emirelmüminin, Tebriz'in doğusundaki Surbab mahallesi Hicaz'dan Azerbaycan'a göçmü.ş ecdadımdan bana miras kalmış bir mülktü. Ama Eyneli Ezd kabilesi bile ile o mahalleyi gasp eni ve şimdi yıllardır o mahalledeki üç hamamın gelirini de Vecna bin Revvad almaktadır, halbuki bir Müslüman için haram mala el uzatmak yasak edilmiştir, en büyük bir günahtır." Memun 'un yüzü sert bir ifade aldı. Elbene ona malum idi ki hilafetin uç eyaletleri kabul edilen Azerbaycan'da, Ermenia 'da ve Aran 'da sahipler vardı. Vaktiyle büyük veya küçük bir şehirdeki bir millet, hana bir cadde onlann mülkü kabul ediliyordu. Ve Dehkan denilen bu Arap kabilelerinin önderleri daima birbiriyle boğuşurlardı fakat şimdi onlar­ dan birinin üç hamam münakaşasını Halife'nin huzuruna çıkarması nezaketsizlikti. Memun başını geri çevinnişti ve atının peşinden gelen saray ağalanna hitaben demişti: "Ey ahali, acaba Azerbaycan memleketinde bizim va­ limiz, adaletli kadılanmız ve şeriat mahkememiz yok mu?" Saray ağalanndan ses çıkmamıştı, çüııkU Memun'un bu ni­ dası sual değildi, belki de İbni Beiyyet'in derhal huzurdan kovulması için bir emirdi ve Memun atını kımıldanığında, lalası Siraç ileri atılmıştı, elinin tersiyle İbni Beiyyet'in kar­ nını dürterek demişti: "Ant olsun ki çölün bir devesi senden daha anlayışlıdır

214


ya İbni Beiyyet, git Allah'ına şiikret ki Halife ceddi Eyüp Peygamber gibi sabırlıdır." lbni Beiyyet dudaklarını çiğneyerek geri geri çekil­ mişti, alnının soğuk terini silmişti. Doğrudur, Halife onun rakibi lbni Vecna'ya da töhmetli sözler demişti amma lbni Beiyyet'i rezil rüsva etmişti. O İbni Beiyyet ki içerisinde deli bir şeytan vardı, onu sık sık tehlikelere doğru iterdi ve şimdi yüreğinde Memun'a karşı alevlenen bir kin çok çek· meden, önce onu büyük bir maceraya sürükleyecekti, sonra ihanetlere, kanlı cinayetlere doğru götürecekti. .. Sonra Halife yine atını ileri sünnüştü ve kapıcının işaretiyle ileri çıkan Ak/il-Ayn manastınnın başrahibi Hali­ fe'nin atının üzengisine doğru eğilirken Memun izin verme­ mişti, at üstünden el uzatarak tokalaşmıştı. Başrahibin ise bu beklenmeyen iltifanan bir an nutku tutulmuştu, söyleye­ ceği iltifatı unutmuştu. Ve sadece rahip değil, saray ağalan da hayret içinde birbirinin yüzüne bakakalmışlardı. Çilnkü lslam'ın halifesi bir Hristiyan ile el sıkışmıştı ve bu vakte kadar bu görülmemiş, duyulmamış bir hadise idi. Ama Me· mun gülümsemişti ve demişti: "Ya İbni Anastas, biz en cins atlarımızdan en sağlamını koşunuyla birlikte sana hediye ediyoruz ve istiyoruz ki sen manastıra at üstünde dönesin ve bundan sonra katıra değil, kendi atına binesin... İhtiyar başrahip ömrü boyunca katır ilstilnde yolculuğa çıkmıştl ve şimdi katır üstünde manastıra dönmek onun için daha rahat olacaktı. Fakat Halife'nin bugün ona, Hristiyan bir rahibe el vermesi ve şimdi ona bir at hediye ederek onun al üstünde manastıra dönmesini istemesi çok mühim bir ha­ diseydi. Memun böylelikle babası Harun er Reşit' in hilafeı­ teki Hristiyanlar için belirlediği birçok yasaktan birini daha lağvediyordu.

ııs


Başrahip İbni Anastas nihayeı kendine gelmişıi, ken­ dine gelmenin yanı sıra, yüreğinde bir umul başkaldınnışn ki belki de ölmeden o günü de görecek ki Memun manas­ ıırlardaki küçük kiliselerin kulelerinde çan çalınmasına da izin verecek. Ama ihtiyann ömrü tamamlanmak üzereydi. Bunu göremeyecekti. çünkü Memun, Hristiyan kiliselerin­ de çalman çan seslerinin minarelerden yiikselen ezan ses­ lerine karışmasına izin veremezdi ve vermemişti. Başrahip ise Halife'ye demişıi: "Ey halifelerin en şöhretlisi, bilafeııeki bütün Hristi­ yanlar her zaman dua edecekler ki sen bu çok menzilli, çok uzun yolunda muradına eresin, bütün maksatlarına nail ola­ sın ve sen ki Bağdat'ı kanunsuz halifeden kurtarmaya gidi­ yorsun, Rabb'im seni bütün belalardan korusun!'' Halife'nin atının arkasında yürüyen bütün ağalar hep

bir ağızdan "Amin . .. " dediler.

Şimdi Memun çadırlar arasıyla uzanan sokağın sonu­ na doğru yönelmişti ve yine alını adım adım ileri sürerken gözleri o sokağın sonundaki karartılara dikilip kalmışıı. Uzaktaki o karanılar ise Sarah hamamında veziri­ ni kaıleden o dön eşkıya başı idi ki şimdi yan yana sıraya dizilmişlerdi, bilekleri zincirliydi ve arkalannda dört kısa mızraklı muhafız vardı. O dön eşkıya başının idamı hakkında emir vermesi

için onlann huzura getirilmeleri hiç de gerekli değildi. Ama Hamedan'ın habercisi sabah görüşmesinde diğer haberler içinde Memun 'a özellikle şunu da arz elmişıi ki o dön kafir her defa pazara dilenmeye geıirildiğinde bas bas bağınyor­ lardı ki ey ahali işitin ve bilin ki bizim halifeye söylenecek çok önemli bir sözümüz var. Bu yüzden Halife düşünceliydi. Çünkü saıranç me­ raklısı olan Memun veziri, veliahdı veya saray ıabibi ile

216


yaptığı satranç müsabakalarını yanm bırakabilirdi amma o şeytani oyun ki bir yıl evvel o dört eşkıya başı ile onun arasında başlamıştı ve kocaman bir devletin hükümdarını Ebu Müslim Sarayının karanlık mahzenine inerek o dört eşkıyayla görüşmeye mecbur etmişti, yanm bırakılamazdı. Doğrudur, vezirin kırkı çıktıktan sonra Memun vezirinin kardeşi Hasan bin Sehl'in kızına elçi yollamışıı ve Bağdat'ı amcasından geri aldıktan sonra Dicle sahilindeki Sulh kas­ nnda düğün yapacağını ilan etmişti ama ıarnamıyla rahata kavuşması için bu yeterli değildi. Hasan bin Sehl ise ordusu ile birlikte Bağdat'tan kovulduktan sonra şimdi burada çok yakında, Nehzvan şehrinde sağlam durmuştu ama gelen ha­ berlere göre çok düşünceliymiş, hem de çok içiyormuş ve konuşmuyormuş. Kardeşinin öldürülmesi hususunda aman­ sız şüpheler Hasan bin Sehl 'i huzursuz ediyormuş. Şimdi Memun vezirinin katillerini konuşn.ınnadan idam enirsey­ di; bu, Hasan bin Sehl'in şüphelerini daha da artınrdı. Ve kendi hayatı için korkuya kapılırdı. Ve nihayet Memun ge­ lip Hamedan'a vannca ortadan kaldırdığı vezirinin kardeşi Hasan'ı öldürteceğini düşünerek, başındaki ordu ve hazine­ si ile kaçıp Bağdat halifesinden aman istemeyebilirdi. Böylelikle, eğer Memun vaktiyle yanında yalnız Siraç olduğu halde karanlık bir mahzende gizlice o dört eşkıyayla konuşmuşsa, şimdi peşinden gelen saray ağalannın, Hame­ dan valisinin ve Hamedan şehir kadısının gözleri karşısında bu oyuna son vennekten çekinmemeliydi. Çünkü Hasan bin Sehl'in şüphelerini dağıtmak için katledilmiş vezirinin Sa­ rah şehri hamamındaki cenazesi karşısında başına vurarak ağlamıştıysa, sonra vezirinin yedisini ve kırkını yaptıysa, şimdi vezirinin akıtılmış kanını kan ile ywnak kalıyordu. Yalnız bundan sonra kudretli veziri Fazl bin Sehl'in desta­ ıunı tamamlayıp İslam tarihini tahvil edecekti. Doğrudur;

217


İran, Cafer Bermeki'den sonra gurur duyduğu Faz! bin Seh­ li'de yitirmişti amma Hasan bin Sehl'in büyük bir şerefe nail olarak Memun 'un ka)'llatası makamma yükselmesi ile kendisini avutabilirdi. Dön eşkıya başı Memun'un yaklaştığını görerek diz çöküp yer öpmüşlerdi, sonra ayağa kalkıp yan yana sıraya dizilmişlerdi. Memun da atını durdurmuştu ve ilk defa gö­ rüyormuş gibi dön eşkıyayı tek tek dikkatle gözden geçir­ meye başlamıştı. Eşkıyalann üzerinde ucuz bez kumaştan kara abalar vardı. Memun önceden tutsaklannın üzerlerinde ne olduğunu az görmemişti. O yüzden de şimdi bu temiz

abalan o dön eşkıyanın kimin emriyle dilendikleri parayla alıp omuzlanna anıklanndan haberi vardı. Memun susmuş­ tu, eşkıyalar susmuştu ve Memun'un atının arkasında duran saray ağalan biraz önce Memun'un ihtiyar Hristiyan rahibe el vennesine bir an şaşkın kaldıktan sonra şimdi kendilerine gelmişlerdi ve Halife'nin bu dön eşkıyayı huzuruna çağır­ masına anık şaşırmıyorlardı. Çünkü Memun beklerırneyen hareketleri ve davranış lan ile her zaman onlar için bir mu­ amma idi ve bir muamma olarak kalacaktl. Ama saray ağalan şunu da görüyordu ki Memun göz­ lerini kırpmadan tek tek dön eşkıyayı süzüyor, eşkıyalar da bakışlannı kaçırmadan, başlannı aşağı eğmeden, doğrudan Memun 'un gözlerinin içine bakıyorlardı. Halbuki Halife huzurunda kimse gözlerini Halife'nin gözlerine dikip duramazdı. Evvela böyle bir hareket teşri­ fata göre yasaktı ve ikincisi Memun'un sürmeli gözlerinin yılan gözleri gibi soğuk ışıltılı bakışlanna sadece kısa bir an bakılabilirdi. Nihayet etrafa çöken sessizlik içinde Memun 'un boğa­ zından kopan ama kapanmış dudaklan arkasında uğuldayan bir fısıltı mı yoksa inilti mi, hangisi ise fark etmezdi, çiinkii

218


dört eşkıyaya karşı içindeki sözlerin ifadesiydi onlar: "Yahu ben size bir hafta süre venniştim ki gözden kaybolasımz ve ordu sizi vezirin yedisi çıktıktan sonra arayacaktı ve ben ki bu oyunun şanlannı bozmamışhm ve siz ki buna bakmaya­ rak yakanızı ele vermişsiniz, şimdi ne deseniz boştur." Bu sessiz hitabından sonra Memwı demişti: "Ey üç defa lanete gelmişler, benim huzuruma çıkmak istemişsiniz ve Hamedan pazannda bağınnışsınız ki bana diyeceğiniz mühim sözleriniz var. Şimdi deyin ne diyecek­ siniz ve bu ahali de işitsin!" Dört eşkıya başı birbirinin yüzüne bakmışlardı, aldık­ tan talimata göre Halife izin verdikten sonra söze başlayıp bağışlanmalan için yalvarabilirlerdi ve dört muhtelif din mensubu eşkıyalar içinde yalnız Galip el Esved, Müslüman olduğu için ilk önce söze başlayarak demişti: "Ya Emirelmüminin, elbette ki bizim işimiz rast gitme­ di, saflığımıza geldi, tökezledik, çünkü basiretimiz bağlan­ dı. Bu ferasetsizliğimiz için bizi bağışlayın!" Şimdi bırakın saray ağalannı, Harnedan valisi ve şehir kadısı bile donup yerlerinde kalmışlardı. Elbene ki bu dört eşkıyadan düzgün bir tarzda Halife'den af dilemeleri bek­ lenemezdi fakat ağızlannı açar açmaz feraselsiz ricalanna Memun bile bir an gözlerini ovmuştu, sonra dudaklanna konan eğri bir tebessümle demişti: "Demek oluyor ki yalnız saflığınızın bağışlanmasını rica ediyorsunuz. Ama akınığınız kan için pişman değilsiniz." Bu dört eşkıyadan Konstantin Rumi ki Hristiyan idi, Halife'ye cevap vermişti: ..Ya Emirelmüminin, biz senin emrini yerine getirdik ve seni hain vezirinden kunardık ve insaf dinin yansıdır, lazımdır ki şimdi insaflı davranasın."

219


Memun elini kaldınnıştı ve sakin bir sesle Konstantin Rumi 'yi susturarak demişti: "Hakikaten doğru söylemişler ki iftira öyle bir oddur ki aç gözlülük onun anası, zullım onun oğlu, tamah onun kardeşi, habislik onun yoldaşıdır. Ve bir halde ki ben mer­ hum vezirimi şereftendinnişlim, ordularımın komutanhğmı ve siyasetimin yularını onun eline vennişlim ve bir yıllık maaş tayin eımişıim ve yine merhum vezirimin ricası üze­ rine büyük oğlumun veliahtlık hakkını çiğneyerek cennet mekan İmam Rıza 'yı kendime veliaht tayin etmiştim ki bü­ rün bunlardan sonra ben sizin gibi niyeti bozuklara nasıl di­ yebilirdim ki çıkarasınız o şahsın üzerinden hayat giysisini ve giydiresiniz o şahsa ölüm giysisini?" Halife sözünü tamamlamadan papağını gözü üste eğri koymuş Deylemi dayanamayarak bağırmıştı: "Ya Halife, yüreğinde Allah korkusu yok mu, o zaman da sen tam da bu sözleri söyleyip bizi vezirini öldünneye göndennedin mi?'' Memun'un sünneli gözlerinin derininde bir anlığına karamsar bir ışıltı yanıp sönmüştü fakat itidalini bozmadan sözüne devam ederek demişti: "Sızi huzuruma çağırdığımda düşünüyordum ki acaba zulüm görüp zalim olmuş bu adamlann cezasını hafiflet­ mek için bir çare var mı? Ama şimdi görüyorum ki sizin, yoktur, dördünüzün de kanı helaldir ve lazımdır ki dördü­ nüz de cehennem odunda yanasınız!" Şimdi Halife sözlerini tam bitinneden Siraç 'ın işare­ tiyle muhafızlar bir anda dört eşkıyayı çevrelemişti. Artık sesleri çıkmasın diye ağızlarını tıkamışlardı ve sürüyerek Memun 'un huzurundan götünnüşlerdi. Memun da atının başını geri çevirmişti, saray ağalan yanlmışlardı ve yine Memun'un atının arkasına geçmişler-

220


di. Hamedan'ın kadısı ise Memun'un üzengisinde baş eğip doğnıldukıan sonra demişti: "Ya Emirehmiminin, yarın pazardır, cuma mescidin­ de şikayetçileri dinlemek için şehre gireceksin. Ama ben görüyorum ki sen yol yorgunusun ve yann istirahat edip dinlenmen gerek, çünkü şikayetçiler kaçmıyorlar ve canlan çıkmaz, bir gün daha sabrederler." Memun şehir kadısının sözünü kesmişti: "Ey kadı, o şikayetçiler ki hükumet adamlanndan zu­ lüm gönnüşler ve bir yıldan Fazladır bizim yolumuzu bek­ lemişler; enelenen bir gün onlara bir yıldan uzun gelecektir. Bir şehirde ki ıutsaklan günaşırı pazarda dilenmeye çıkan­ yorlar ve o şehrin hapishanesi o kadar dolmuş ki ıutsaklann bir bölümü kervansarayların avlusunda, kahrlann yanında zincirlenmişler, sen nasıl bize bir gün daha istirahat etmeyi reva görüyorsun?" Sonra Halife atını kımıldatıp kara atlaslı çadınna doğru yönelmişti, Harnedan valisi ise yerinden kıpırdayamamıştı, çünkü Halife'nin dilinden tutsaklar hakkında dediği sözler onu ayakta öldürüp bitinnişti. O anda Halife'nin lalası Si­ raç, Hamedan valisinin yanına gelmişti ve demişti: "Yandın sen ey vali! Ne bekliyorsun, boşalıman gerek o zulüm evini ki dilenen ıutsaklann akrabalan yann akın akın Halife'nin üstüne gelmesinler." Ayakta ölen vali hemen dirilmişti ve bir anda panna­ ğının derisini soyarak çekip çıkardığı çok iri elmaslı yüzü­ ğünü Siraç'ın parmağına takmıştı, biraz sonra ise başında olduğu bir grup atlı ile dönnala geriye. şehre doğru gitmişti. Nalbanllar kısmı şehirde nispeten en geniş ve çok kısa bir sokaktan ibaretti. Her tarafında sırayla dizilmiş dükkan­ lar önünde tüm günü binek hayvanlarından atlar, katırlar, eşekler, çift ve koşum hayvanlanndan ise öküzler ve man-

221


dalar da nallanıyordu. Ama ne zaman ki akşam olup hava kararsa, nalbant dükkanlan kapanır, bir müddei boş kalan bu cadde son­ ra yavaş yavaş kalabalıkla dolup taşarak mum satılan ve mumlarla aydmlanan bir pazar meydanına çevrilirdi. Bu mum pazan şehrin Yahudiler mahallesindeki meyhaneler gibi gece yansını geçene kadar açık oluyordu. Ve bu mum pazanaa mwn almaya gelenler hemen bu pazardan çıkıp gitseler de şüpheli gölgeler gece yansına ka­ dar burada kalabalık içinde geziniyordu.

Çünkü bu yan ka­

ranlık ve boğuk sesli pazarda ister helal olsun ister haram, ne satılır ve ne alınırsa, ucuz illetsiz, pahalı hikmetsiz değil­ di. Burada isleyen imanını çok pahalıya şeytana salabilirdi. Yahuı hayatını çok ucuz kıymete rehin edebilirdi. Burada gözleri kör bir falcı harflerle fal açıyordu ve kara nokıa­ larla dolu bir aynada sana geleceğini gösteriyordu. Burada yan çıplak bir derviş kara sevdalılara ateş pahasına bir avuç beyaz arpa salıyordu ki okunmuş o beyaz arpayı götürüp bir güzelin yaşadığı eve serpince o afetin yüreğinde sevda­ lısına karşı ihtiras alevi alevleniyordu. Burada bir büyücü ak yumurtalan ıek ıek ağzına alıyordu, sorıra o yumurtıı lan ıek ıek ağzından kıpkırmızı çıkarıyordu. Kim ki o kırmı­ zı yumurtalarla hazırlanan yılan elini yerse gençleşiyordu yahuı tükenmiş erkeklik kuvveti yeniden yerine geliyordu. Ve buradan belli aralıklarla beyaz çarşaftan omuzlanna ili­ şip kalmış kırmızı meşin şalvarlı kadınlar gelip geçerlerdi ki birçok kişiyle birlikle olmuş o kadınlarla geçici olarak evlenmek isteyenlerin önce mutlaka şehir kadısı yanında nikah kıydırmaları gerekirdi . Barsis ile uslanın küçük oğlu sonuncu defa buraya, nalbanılar sokağına gelmişlerdi ve her ikisi sırtlanndaki torbalarda getirdikleri nallan tanıdık nalbanda vermişlerdi,

222


sonra boş torbalarını omuzlan.na atarak geri dönerken usta­ nın oğlu çıkıp gitmişti. Barsis ise birden sanki tökezlemiş­ ti, dwmuştu, yüzünün ifadesi değişmişti ve cadde başında görünen bir kafileden gözlerini çekememişıi. Çünkü bir an ona öyle gelmişti ki ova biçincileri gibi başlan boz takkeli, ayaklan çanklı ve üzerleri paçavradan cini bile ürküten bu adamlar onun köylüleridir. Ve nasıl olduysa onlar da Barsis gibi uzak Bozkuş dağlan koynundaki Günaha! köyünden yola koyulmuşlar ama ovada tahıl yandığı için biçinçiler duramamışlar, o yüzden de haftalarca bu şehre doğru yol gelmişler ki Erdebil'den sonra bu dünyada en ucuz ekme­ ği ile meşhur olan Hamedan'da bir öğünlük ekmek para­ sı kazansınlar. Şimdi bu anda onlara yaklaşır yaklaşmaz Barsis hepsini tanıyacaktı, aynı zamanda onlar da Barsis'i tanıyacaklardı ve hatta Bar.iis'in üstüne çörekleneceklerdi ki, yahu

çocuk, sen 11ere, bura nere? Köyde yaşlı deden iti kaybolmuş çoban gibi dağa taşa düşüp seni arıyor. biz ken­ dimiz de sanıyorduk ki seni kurt kuş yiyip telefetmiştir. .. Sonra Barsis üzülmiiştü, çünkü grup yaklaşmıştı ve Barsis, bu adamlann hiçbirinin tanıdık olmadığını anlamış­ tı. Ama bu köylülerin her birinin peşinden yeni yetme bir kız uşağı geliyordu ki o kızlann gözlerindeki ateşli bir ışıltı, açlığın alıştırdığı o kara ışıltı, Barsis'e çok tanıdıktı. Nihayet o küçük kafile Barsis'in yanından geçmişti ve karşı taraftaki artık kapısı kapanmış nalbant dükkanı önün­ de kendilerine yer seçip oturmuşlardı, sağ dizlerini kaldınp kucaklamışlardı ve sırtlannı kapalı kapıya yaslamışlardı, yanlanndaki kızlar ise yırtık, hiiki çarşaftanna büriinerek her biri o köylülerden birinin başı üstılnde dimdik durmuş­ lardı, gözlerini yere dikmişlerdi. Barsis içine doğan uğursuz bir hissin telaşı içerisinde bir şeyler olacağını beklemeye başlarken, bu bekleyiş uzun

223


sürmemişti. Çıinkü o anda nereden geldiği belli olmayan bir beli eğri bir kocakan, asasını tak tak yere vurarak o köy­ lülere doğru yönelmişti ve selam bile vermeden hemen tek tek o yeni yetme kızlara dokunmaya başlamıştı. Kocakan­ nın kınadan kırmızı kıiküllerine sanki hiç tarak değmemişti ve dişsiz ağzı bağlı pul kesesi gibi büzgiiliiydii ve kırmızı noktalı gözlerinin akı içinde göz bebekleri ışıldıyordu. Bu kan, şimdi başparmağı ile işaret parmağı arasın­ da tek tek o kızlann yanaklannı sıkıp ağızlarını açıyordu. Sedef dişlerini yokluyor ve hınltılı sesle "Bir gülsene başı batasıca!" diyordu, "Gül bakalım, yanaklann çukurlaşıp gamzeleniyor mu?" Kızlar gülmüyorlardı. Bir deri bir kemiklerdi ve her iki taraftan batık avurtlannın çukurlan açlığın mühürlediği acı gamzeler gibi solgun benizlerinde kalmıştı. Barsis 'in ise rengi kaçmıştı, alı dudağını dişleri arasına almıştı ve o an arkasında birbirine komşu diikkiinlarını bağ­ layan nalbanılardan biri demişti: "İmansıza bak. Sanki at almaya gelmiş buraya ve her defa dağ köylerinde açlık başlayınca burada bu karının pa­ zan revaçta oluyor, bu bedbahtlar da ki ne Müslüman gibi Müslümanlar ne Hristiyan gibi Hristiyan." İkinci genç demişti: "Onlarda ne din ne sevgi ne tann . . . Derler ki vaktiyle bir kabile varmış ve o kabile hurma unundan hamur yo­ ğurup kendileri için put yaparlarmış, sonra bir kere kıtlık yılında açlık o kabileye o kadar zor gelmiş ki secde ettikleri bütün tannlan bir gün içinde yiyip bitirmişler ve iyi de et­ mişler, çünkü

açın imanı olmaz

derler. Şimdi bu bedbahtlar

da oğlan çocuklannı açlıktan kurtarmak için kız çocuklannı kurban veriyorlar.'' Sonra arkadan gelen o seslerden biri Barsis'e çıkışmıştı:

224


"Sen ne duruyorsun burada be çocuk? Git evladım, bu işler henüz senin barcın değil.'' Amma Barsis çıkıp gidememişti ve gayriihtiyari ola­

rak kızlan inceleyen kanya doğru adımlamıştı. Kan ise o anda kızlan inceleyip bitirmişti ve şimdi köylülerden biriy­ le bumunu öne tutarak, pazarlığa başlamıştı: "Ortanca oğlum için alıyorum bu kızı. Gelinim olacak, kınalı kekliğim olacak, buyur, bu da bedeli, aç avucunu, Al­ lah hayır versin!" Köylü ise kocakannın avucuna bakmıştı, içini çekmişti: "Azdır nine, insaf et!" "Az mıdır? El aman sizin gibi ekincilerden! Ekinci tayfası gibi nankör bir tayfa, açgözlü yaratık yoktur. Hele kızına bak, tipsiz, gerek buna bir yıl yağlı bozbaş yediresin ki bir şeye benzesin ... " Barsis boğazında düğümlenen acı kahırdan boğulu­ yordu. İhtiyar nalbant haklıydı, elbette ki bu adamlar oğlan çocuklannı açlıktan kurtannak için kız çocuklannı kurban veriyorlardı. Nasıl ki Barsis'i açlıktan kurtarmak için Cu­ nay da kendini kurban vennişti. ...Yer altı kazmasınm gecenin bir vaktinde birden uy­ kudan uyanmıştı ve yaşlı dedesi ile Cunay'ın yer altı ku­ lübesinin ortasındaki sönmüş ocak başında fısıldaşarak bir şeyler konuştuklannı işitmişti. Uzun süredir hasta olan yaşlı dedesinin sesi kah sürekli öksürükler içinde batıyordu klih sanki kuyu dibinden geliyordu. Cunay'ın sesi ise kiih titriyordu kah kınlıyordu. "Götür dede," diyordu Cunay, "köle olmak gerekirse köle olurum, cariye olmak gerekirse cariye olurum, yeter ki Barsis aç kalmasın, yeter ki ocağımız sönmesin." "Öyledir kızım. Ben hastayım, bir ayağım kabirdedir. Sen ki kızsın, göçmen kuşsun. Allah izin verse seni götürüp

ııs


bir Allah kuluyla nişanlasam, yerine otuz kırk dirhem alsam o nfılı açlıktan kurtannz ve Allah şahittir ki bir kuruş ver­ seydiler önce ben kendimi satardım ve kapılarda kul olur­ dum, yeter ki o çocuğun bir lokması olsun." Yine Cunay'ın sesi işitilmişti ki: "Görur dede götür, yii:z canım olsaydı, hepsini tek tek o çocuğa kurban verirdim, götür dede. Zencan'a götürecek­ sen Zencan'a götür, Hamedan 'a götüreceksen Hamedan'a götür. Kısmetim gurbene cariyelik olsun ama Barsis'im, körpe kuzum aç kalmasın, büyüsün." Sonra Cunay susmuşnı. O Cunay ki ondan dört yaş bü­ yüktü ve henüz Barsis çocuk iken onu sırtına sanp kapıyı bacayı süpürürmüş, hamur yoğururmuş, sac üstünde yufka çevirirmiş, ormana gidermiş, ot, pancar toplanruş, dönüp kazan asarmış, yoğurt aşı yapıp Barsis'in kamını doyurur­ muş. O ise karşılığında Cunay'ın saçlarını yolannış, çünkü laftan anlamayan bir cin tohumuymuş. Sonra o da büyü­ müştü ve Cunay'ın bazı akşamlar kulübenin damı üstünde ağıt deyip anasını yad ettiğini dinlemişti, çünkü Cunay ana­ sını görmüştü, şeklini aklında tutmuştu. Barsis ise anası öl­ düğünde bir yaşındaymış. Ve anasının şekli aklında kalma­ mıştı, bu yüzden de Cunay ona abladan çok ana olmuşnı ... İhtiyar yine dillenmişti: "Ben ölmeliydim kızım," demişti, "ama geldiler ve an­ laşmayı bozdular, sizi babasız, beni oğulsuz koydular. Ama şimdi benim ölmemem gerek, yoksa bütün ecdadım öteki dünyada yakamdan yapışır ki

nasıl geldin• Acaba

o çocuğu orada aç bırakıp

bilmiyor musun ki kara bıyık neslinin

yurdunda baykuş ötüyor, eğer ocağımızın külü altındaki o kor da sönse... Sen de gördün ki baban can verirken bir kere bile ne senin yüzüne baktı ne benim, çünkü gözleri sadece çocuğa dikilmişti, ne sözü varsa o çocuğa demek istiyordu.

226


Ama diyemediği o sözünü yüreğinde götürdü ... " ... Karanlık yer altı kulübelerinde yaşayan Günabat köyü üç yıldır ki haraç vergisini ödeyememişti ve her defa Tebriz'den gelen lbni Rewad'ın ıabsildarlan eli boş geri dönmüşlerdi. Nihayet bu yaz Vecna bin Rewad hasıa yatan ağabeyi­ nin emriyle başında büyük bir allı grubuyla kendisi Güna­ baı köyünün üzerine gelmişti. O zaman Vecna bin Rewad alaca atını köyün yuka­ nsındaki bir yer altı kulübesinin damı üstfine sıçratmıştı, Günabat köyünün yer altı kulübeleri tir Lir titremişti. Bütün köyü Vecna'nın atlılan sarmıştı ve bu artık bir köyün düşman ordusu tarafından baskına uğramasını andı­ rıyordu; ellerine geçirdiklerini Lalan ediyorlardı. Bütün av­ lularda belirlenen yerler kazılıyordu. Buğday arpa gömülen kuyuların ağızlan aranıyordu. Çünkü dağ köylerinde pirinç tanesi gömülen bu kuyulann ağzı sıvanırdı, üstü otla örtü­ lürdü, eğer köye baskın olursa, bütün köy kaçıp dağa taşa düşerse yahut ormanda gizlenirse, baskından sonra bu ku­ yulardan sağ kalanları köyü açlıktan kurtarırdı. Şimdi yoksul bir köyü talan etmek ne kadar az neti­ ce verse de, ıalancılan gittikçe daha fazla kudurttuğu için köy kadınlan ile çocukların feryadı göğe yükseliyordu. O zaman Vecna'nın atlılanndan iki kişi Barsisgilin avlusun­ da atlarından yere sıçramışlardı ve kulübenin kapısı ağzın­

da ayaklarına dolaşan Barı;is'i vurup kenara alarak içeride doğrudan Cunay'ın üstüne ywnulmuşlardı. Cunay ise ba­ ğınnışh, kaçıp kendisini babasmm üstüne atmıştı. .. Bir kural olarak haraç vergisini ödeyemeyen köylere baskın zamanı çoğu kez kara gözlü, uzun kirpikli yeni yet­ me kızlar avlanarak rehin alınarak şehirlere götürülüyor ve haraç vergisi toplayan tahsildarlar, kızların vergisi ödendik-

227


ten sonra köylerine, evlerine, dönebileceklerini şart koşu­ yorlardı. Ama gidenlerden çok azı geri dönüyordu. Çünkü bir bölümü ortadan kayboluyordu. Bazılan ise şehirlerde ilişip kalıyorlardı ve doğduktan yurdu yüreklerinde defiıe­ diyorlardı. Şimdi Cunay'ın bağırtısını duyan Barsis düştüğü yer­ den sıçrayıp ayağa kalkmış ve yan karanlık kulübede ba­ basının o iki adamla yaka paça olduğunu görerek kaçmışıı, kulübenin ağzına aıılmış çırpı şeleği üstündeki baltayı ka­ parak o iki kişinin üstüne dalarken bu defa Cunay ikinci defa bağınp babasının arkasından çıkmıştı ve kendini Bar­ sis'in üstüne atarak baltayı Barsis'in elinden almak istemiş­ ıi. Ve bu anda Barsis fırsat bularak Cunay'ı aradan çıkanp büyüklerin yapamadıklan bir iş yapmıştı. Cunay'ı peşinden sürükleyip kulübeden çıkarken avluda yularlan, eyerleri üs­ tüne atılmış atlardan birinin beline sıçramıştı, elini uzatıp Cunay'ı ıerkine kaldırmıştı, sonra köyün yukan başından dağ döşündeki ormana doğru gitmişıi ve orada ormanın sıkı yerinde Cunay'ın isıeği üzerine atı geriye, köye doğ­ ru sürmüştü. At ise koşup gittiği yolu başı aşağı adımlaya adımlaya geri dönerken Karabıyık oğullannın kulübesinde artık felakeı gerçekleşmişti. Atının çalınmasıyla kuduran talancının kılıcı Barsis'in babasını ölümcül bir darbe ile yere sennişıi ... Barsis ile Cunay ise hava kararınca, Vecna'nın atlan köyden uzaklaşııktan sonra ormandan çıkmışlardı. Köye doğru koşturmuşlardı. Işıksız, karanlık köyde artık erkek sesi duyulmuyordu. Kah uzakta kah yakında ağıt söyleyen kadınlann sesleri, köy itlerinin üzüntülü ulamalan ve küçük çocuklann ağlayışlan birbirine kanşmıştı. Cunay ile Barsis nefes nefese kendilerini içeri atınca, uzun süredir hasta yatan dedeleri ölümcül şekilde yaralan-

228


mış oğlunu getinnişli, kendi yatağına uzatmıştı ve ihtiya­ nn bir koyun derisinden ibaret olan yatağı yanında toprak döşemeye saplanmış bir iğ ağacı çubuğu yanıyordu ki ta kadimden dağ köylerinin mumu ve çırağı olan o iğ çubuğu­ nun ışığında can veren babanın, yanında diz çöken Barsis'i gördüğü için gözleri açılmıştı. Sanki Azrail'den mühlet al­ mıştı ve bu anda bakıştan yalnız Barsis'e dikilip kabnıştı ve dudak.lan kımıldamaya başlamıştı ama dili söz tutmamıştı ve Barsis'in dedesi can veren oğlunun üstüne eğilmişti, oğ­ lunun ne dediğini duyamadığı için feryat eımişti: "'Bir söz söyle, a kurbanın olayım, bir söz söyle, bile­ yim ne diyorsun, nedir arzun öyle bakıyorsun?" ihtiyar ağlamaya başlamıştı. Cunay da evin yegane ka­ dını gibi ağıt demeyi kendine borç bilerek ..Yedi gün yedi gece ağlayacağım ey baba, atımı çöllerde bağlayacağım ey baba!" diye hüngür hüngür ağlamıştı. Barsis ise ağlamamıştı, çünkü dili söz söyleyemeyen babasmın bakışları ona ne demişse hepsini işitmişti. Babası ona:

"Evimin büyüğü oğul, ağlamazsın ! " demişti. "Başına sızlamazsın!" demişti. "Büyürsün, yiğit yaşma ge­ lirsin! " demişti. "'Babanın kanını düşmanın kara kam ile yıkarsın!" demişti. vurup

Sonra babası bakışlanyla sözünü deyip biıirmişıi, bir­ den gözleri donmuştu ve Barsis aşağı eğilmişıi, babasının gözlerini kapamıştı. ... O günden beri Barsis'in ihtiyar dedesi bütün gün ya­ tıp kaldığı yatağına yaklaşmamışıı. Gece gündüz ocak ke­ nannda kiih uyuklamış ki.h uyanmıştı, gözlerinin derininde kara bir ışıltı alevlenip yanrnışıı. Ve nihayet bir gece Bar­ sis'i uyuttuktan sonra Cunay'ı yanına alarak yayan dünya­ nın diğer ucuna yola koyulmuştu ki büyük şehirlerin birin­ de kız torununu kocaya verecekti, yerine nikiih hakkı bedeli

229


alacaktı ve geri dönüp Barsis'i açlıktan lcurtaracaktı. Amma Barsis o ekmeğe dokunamazdı, Cunay'ın göz­ yaşları pahasına dedesinin eve getireceği ekmek tıkanıp boğazında kalırdı ve o ekmeğin her lokması zehir olup bur­ nundan gelirdi. Bu yüzdendir ki iki gün sonra sabahın alaca karanlı­ ğında serçeler dut ağacında feryat koparırken Barsis köy­ den çıkmıştı. Bozkuş dağlarından aşağı inmişti ve kervan yolu ile başını alıp giderek ardına bakmıştı ki orada kalan­ lar; yıkık bir yer allı kulübesinden, dibinde bir avuç arpa unu kalmış bir torbadan, mantar papağına benzer kara bir sacdan, sapı kınk bir yabadan, körelmiş bir oraktan, kil ile yamanmış bir su testisinden ve her yıl pıtrak gibi meyve veren bir dut ağacından ibareni. Bundan sonra anık kara bir viranenin meskeni sahipsiz kalacaktı... ... Şimdi ise hava karardıkça karanyordu. Şehrin mum pazan kalabalıkla dolmaya başlamıştı. İnatçı köylü ile pa­ zarlıkta anlaşamayan o koca.kan yine asasını tak tak yere vurarak mum pazanndan çıkarken Barsis de gözleri hiçbir şey görmeyen, uyurgezerler gibi o kocakannın peşine düş­ müştü. Çünkü zavallı dedesinin de bu köylüler gibi Cunay't bu mum pazanna getirdiğine inanıyordu. Cunay'ı bu kır­ mızı kaküllü kan alıp götürmüştü. Şimdi Cunay bu kan­ nın evinde köleyse, kan gidip evinin kapısını çalar çalmaz içeriden Cunay'ın

"geldim " diyen sesi

işitilecek ve Cunay

kapıyı açınca o bir anlığına Cunay'ın yüzünü görecekti. Ama karanlık ve dar dönemeçte kocakan birdenbire kay­ bolmuştu, asasının tıkırtısı kesilmişti ve Barsis o karanlık dönemeçte tek kalmışıı. Ve bu dönemeç sanki derin bir dağ geçidiydi. Her iki tarafındaki taş duvarlan dik kayalar gibi Barsis'in başı üstünde göğe yükselmişti. Arkasındaki çökük avlulan da gizleımişti. Şimdi o, uyumadan burada

230


sabahı edecekti. Hava aydınlanınca bu dönemeçteki bii­ tün kapılan çalacaktı. Eğer Cunay bu dönemeçıeki evlerin birinde, kocakannın yanında köle idiyse, o da bu şehirde kalacaktı. Mescitlere su taşıyan çocuklara katılacaktı. Bir öğün ekmek parasını kazanacaktı ve bir gün fırsat bulup Cunay'ı kocakannın evinden kaçıracaktı. Gece kervan yolu ile Bozkuş dağlanna doğru gideceklerdi, gündüzleri yoldan çıkıp dağda taşta gizlenecekti... Birden ürpermişti. Yakında çok alçak bir kapı açılmışıı, karanlık dehlize ıitrek bir ışık düşmiişıü. Sonra o kocakan kendi elinde uzun kırmızı bir mum o alçak kapıdan çıkmıştı ve kapı ağzındaki üsıü zım­ paralanmış gibi pürüzsüz olan bir taş üstüne oturmuştu. Bu anda Barsis geniş açılmış gözleri ile sanki bir rüya görmeye başlamışıı ki kırmızı bir mumla aydınlanan o rü­ yada başlan beyaz çarşaflı bir grup kız birbirinin ardınca başlannı aşağı eğerek kocakannın çok alçak ve yeşil renkli kapısından sokağa çıkmışlardı. Barsis nefesini ıoplamıştı. Gözlerini dön açmıştı. Karanlıkta yüzlerini iyi seçemediği o kızlar içinde tanıdık bir sima görme umuduyla kalbi çır­ pınmaya başlamıştı. Sonra hemen fark etmişti ki o kızlann hepsinin boyu Cunay'dan uzundu. Ve eğer içlerinde Cunay olsaydı, başı o kızlann omuzlanndan çok aşağıda kalırdı. O anda dönemeç başında ayak sesleri duyulmuştu ve orada hazır olan bir karanı sallana sallana yüzü beri gel­ mişti. Bir başka kapıya doğru yönelmişti, selamsız kelam­ sız kocakannm elinden mumu kapmıştı ve kırmızı mumla tek ıek kızlann yüzlerini aydınlatarak birinciden ikinciye ve ikinciden üçüncüye geçerek gitmişıi, kızların sırasının sonuna varmıştı. Sonra oradan geri boylanarak tek nefeste demişti: "Ey imarısız, işittim geçen hafta mum pazarında taze bir giil almışsın. Ve ben ki yüzsüzlük edip bwaya geldiy-

231


sem. sen o gül-i ranayı bana göstermelisin!"

Kocakarı başına bir kazan kaynar su dökülmüş gibi aya­

ğa sıçramıştı ve kuyruğuna basılan yılan gibi fışıldamıştı:

..iyi balı etmişsin, buraya gelmişsin, buraya gelen kişi

ilk önce adam olacak. Yok, eğer kendine pay umar gibi bu­

raya geldiysen, dediğin o gül senin o çopur burnun için de­ ğildir."

Şimdi sersem gözlünün başına sanki bir kova soğuk su

boşallılmıştı. Ve bir an nutku tutulmuştu, sonra ağzından bu kocakanya yaltaklanmaya başlamıştı:

'"El aman ey kan! Ant olsun ki benim neyim varsa di­

limde vardır ama yüreğim lertemizdir ve demek istediğim

şuydu, eğer o goncaya yabancı eli değmemişse helalim

olurdu ve bedeli ne kadarsa sen söylerdin, ben esirgemez­

dim."

Bir anda saman alevi gibi parlayan kan şimdi saman

alevi gibi de hemen sönmüştü. Dönmüştü kendi yerinde

oturmuştu ve demişti:

"O zaman şansına küs oğlan, çünkü çok geciktin, o gül

ki henüz açılmamıştı, götürdüm bu yılın hesabına valinin

baş haremine peşkeş verdim."

"Evin başına yıkılsın kan, kim inanır ki valinin baş

haremi o yılın veya bu yılın hesabına senden peşkeş alaca­

ğına•"

"Elbette ki inanmaz. Ama tüm şehir bilir ki eğer vali­

nin o haşan karısına ben her yılın üç bayramında bir miktar

peşkeş götürmeseydim, vali çoktan ocağımı yıkmıştı ve bu helal ganimeıim elimden gitmişti."

"Dinle ey kan, Halife Memun geçip geldiği bütün şe­

hirlerde pazar günleri şikayetçileri huzuruna kabul ediyor,

üstelik herkesten evvel o şehrin kadınlanndan senin gibi Nuh'u tahtta, Süleyman'ı kundakta görmüş kanların şika-

232


yetini dinliyor. mademki vali sana zulüm ediyor... " "Laf anlamaz bir tıfıl gibisin oğlan. Halife herkesten evvel boynu bükülmüş, beli eğilmiş o kadını dinliyor ki şe­ hir valisi önceden o kanrun dersini verip Halife'nin huzu­ runa çıkanyor." "Hakikaten senin bilmediğin yok kocakarı, o zaman şunu da bil ki kumarda kazandığım haram parayı sevap işe harcamak için ant içmişim. . . O yüzden buraya geldim, bı­ rak bu karanlık sokakta bu ak civcivlerden biri beni kendi nzamla talan etsin." "O zaman tamam. Madem maksadın belli, yine de bi­ raz yol yordam bilmeden konuşuyorsun ama kadimden beri rivayettir ki, verdiğin senindir. vermediğin özgenin." Çünkü ne vereceksen elinle, gidecek seninle. Demin kendin eline mum alıp kendi gözünle gördün ki benim cücelerimin hepsi altın dinar gibi birbirinden güzeldirler, şimdi sen kendin eli­ ni para kesesine atıp yem çıkarmalısın ki o cücelerden biri sana ilgi göstersin." "Anladım, ey çokbilmiş kan. Ne biliyorsun para kese­ min dolu olduğunu?" Boğazı büzmeli, kenarlan gül boncuklu para kesesini çekip kuşağı altından çıkarmıştı. Ama kesenin ağzını aç­ maya fırsat bulamadan, birden duvar boyunca dizilmiş o kızların hepsi yerlerinden kopmuşlardı ve gece misafirinin etrafını sarmışlardı. Kadın nefesinin yakınlığı sersemin ak­ lını başından almıştı, para kesesini elinden bırakmıştı ve o ak çember içinden kanya seslenmişti: "Dinle ey kocakan! Benim yedi gökte bir tek yıldızım yoktur ve yerde ise yoldaşım yalnızca boz bir çekirgedir, bı­ rak bu ak cücelerin hepsi bu gece toptan benim olsun, çün­ kü aslında benim başka bir isteğim de yoktur. Ve eğer varsa, başımı yumuşak bir diz üste koyup ağlamaktır muradım."

233


Kan bir an duraksamıştı, hafızasında bir şeyler tutu­ şup yanmıştı ve deminden beri tanımak istediği bu adamı nihayet tanımıştı; doğrudur, bu o şehir pazarında, bütün gün ince bir ip bağladığı boz bir çekirgeyle ey müşteri diye pazarda geziyordu. Ve bu müşteri nidasından kalabalık ür­ perip yanlıyordu. Bu anda çekirge ileri sıçnyordu. Ama o anda çekirgenin buduna bağlanan ip geriliyordu. Çekirge biraz havalanıp yere iniyordu ve kalabalık hınldıyordu. Böylelikle çevresinde oturan gençler pazar şairini hoş nida­ larla karşılayıp, yukan başta ona yer gösteriyorlardı. O ise çekirgesini papağı altında tutsak ediyordu. Saçlarını omu­ zuna dağıtıyordu, sonra gelip oturuyordu ve burada onun her defa bedaheten okuduğu bir yanı açık şiirleri içinde ba­ kır gibi çınlayan bir mısra o gün biitün pazar ehlinin dilinde ezber ediliyordu. Şimdi böyle bir yurtsuzun başını yumuşak bir diz üste koyup ağlamak için bir gecede bir kese dirhe­ mini göğe savuracağına kannın artık şüphesi kalmamıştı. Ve artık gece yansına kadar burada oturamayacağı, eriyen mumlan birbiri ardınca değiştiremeyeceği için karının göz­ leri açılmıştı, hemen ayağa kalkmışıı ve kızlannın hepsini pazar şairiyle birlikte içeri almıştı. Sonra elinde mum çok alçak ve koyu yeşil renkli kapısını bağlamak isterken, bir­ den karanlıktan çıkan bir oğlan çocuğu kendini ileri atmıştı ve zırlamıştı: "Kan nine ... Can nine ... O kızın adı neydi?" Korku bilmez bu iliit kadın şimdi bu çocuk sesinden ürpermişti, kapı ağzından geri dönmüştü, mumun ışığı Barsis'in yüzüne vurmuştu. Kan bir an gözlerini ova ova kalmıştı. Sonra birden bütün vücudu kahkahalarla çalkalan­ mıştı, katıla katıla gülerek kendinden geçmişti. Bu akşam kannın eline öyle nadir bir vücuı geçmişti ki o yüzden key­ fi yerindeydi. Aladağ'a çıkmışıı ve şimdi kamı tok ihtiyar

234


kedi küçük bir sıçan yavrusuyla oynamaya başlamıştı. "Yay şeytan tohumu, benim bir katar kızım var, oasıl yani o kızın adı oeydi? Yoksa seo her akşam gelip burada mı pusuyorsuo? Hırsız kedi gibi kuytuda durup benim kız­ larıma mı bakıyorsuo?" Barsis boğularak feıyat etmişti: "Yok... Bunları söylemiyorum... O diğer kızı ... Hani

valinin kansına peşkeş ettiğin . . . "

Kan elini şak diye kalçasına vurmuştu: "Beoi kıoayan kannıo kamı yansın, buoa bile, bu ufa­ cık yavru serçeye de bir katar kız yetıniyonnuş . . . Vallahi o ·

bir zaman gelecek. besili inekler kendi zayıfbuzağı/arından süı emecekler. .. "

zaman o deli derviş doğru diyonnuş ki

Şimdi artık hiçbir şeyi anlamayan Barsis'in başı ağrı­ mıştı, kan ise elbisesinin eteğini kaldırıp gözlerinin yaşını silmişti ve Barsis'e çıkışmıştı: "Defol buradan! Yarın bir şehre giderseo para kazanır­ sın, kervan soyarsın, ceplerin dirhemle dolar, o zaman gelip ninenin kapısını çalarsın. Dur bakalım! Şu gözlere bak, ba­ şına çarşaf atsam seni gören güzel bir kız zanneder. Vallahi doğru söylüyorum, bu gözler ki sen de var, eğer Yusuf gidip Firavun'un ülkesinde bıyıklan yeni terlerken Züleyha'nın yüreğine ateş düşünnüşse, seo bu şehirde ne kadar Züleyha varsa, hepsinin sinesini dağlarsın..... Susmak bilmeyen kadın nihayet susmuştu ve elini uza­ tıp soğuk kemikli pannaklanyla Barsis'in çenesini ellemek istemişti. Barsis 'in içi ürpennişti, geri sıçramıştı, sonra çok alçak ve koyu yeşil renkli kapı örtülmüştü. Barsis yine o karanlık dönemeçte tek kalmıştı. 1 984

ııs



İKİNCİ BÖLÜM

Azerbaycan dağları. Bilalabat Köyü

Geceden hayli geçmişti. Bütiin köy yatmıştı. Kuşbaşı büyüklüğünde kar yağıyordu. Bir grup atlı köye girdi. At· lılar köy içiyle ilerleyerek yüksek duvarlı bir ev karşısında durdular. Bir kişi attan yere sıçradı, büyük bahçe kapısının demir tokmağını çalmaya başladı. Bir süre sonra kapı arka· sından bir ses işitildi: "Hey, kimsin?" "Aç kapıyı, görürsün." "Yeşil bahçe kapısının ufak kapısı açıldı, elinde kara çırağ ıutınuş başı külahlı bir adam sokağa çıktı, lakin karşı­ sında bir adam yerine bir grup atlı görünce kaşlan çatıldı ve başını geri çevirdi, birilerine seslendi: "Hey gece lambası, nerede kaldın?" Hemen pehlivan cüsseli, kulaklan küpeli kapkara bir kul elinde meşale, başını eğip ufak kapıdan sokağa çıktı ve ağasının arkasında emre amade durdu. Atlılann önderi ev sahibine dedi: "Zencan'dan geliyoruz ey muhtar, yolda oyalandık. Dağlarda tipi var. İzin ver, bu geceyi senin köyünde, senin

237


evinde geçirelim." Muhtar konuşmadı, bakışlanyla meşale ışığında atlıla­ n gözden geçinneye başladı. Ortaya süküt çöktü. Alından yere inen genç dedi: ..Ne durup bakıyorsun muhtar? Tanımadın mı Cavi­ dan 'ı? Şehrek oğlu Cavidan'ı ki Bezzeyn dağlannın hiikimi, Bezz kalesinin sahibi ve ak gömlek Hürremilerin lideridir!.. Muhıann elindeki kara çırağ titredi, lakin yüzünü Ca­ vidan 'a dönüp temkinle dedi: ''

Ey Cavidan, bir defa Miyanıç pazannda ben sana

rastladım ama kasten gönnezden geldim seni, çünkü ben bir divan adamı, sen ise bir asi idin. Eğer tanısaydım seni, hemen yakandan yapışmam gerekirdi ... Ve şimdi de ne ben seni gördüm ne sen beni!" "Dinle lbni Boyat, atlar yorulmuş, yolda kalmışız. Ocak ver bize, ekmek ver bize, atlara yem ver, bedava iste­ miyoruz; al!" Cavidan koltuğundan çıkardığı küçük para kesesini yukandan aşağıya muhtann üstüne anı. Lakin lbni Boyat yerinden kıpırdamadı ve para kesesini arkasında duran kara kul tuııu. "Bir daha söylüyorum ey Cavidan, ben uyuyonnuşum ve haberim yokmuş köye kimin geldiğinden ve sabah er­ kenden haberim olmayacak ki köyden kimin çıkıp gittiğin­ den ... " İbn Boyat para kesesini kara kuldan alarak yukanya, Cavidan'ın üstüne attı. Bu defa Cavidan'ın atlılanndan biri para kesesini havada tuttu. Cavidan ise çizmesinin köşesine geçirdiği kamçıyı çekip çıkardı. lbni Boyat yerinden kımıl­ damadı ve dedi: "Dokunma bana ey Cavidan, eğer ki kan dökülmesi­ ni istemiyorsan. Fakat amacın evimi talan etmekse, hemen

238


emredeyim kul kapıyı açsın!" Cavidan durdu ve dedi: "Biz kimsenin evini talan etmemişiz İbni Boyat! Biz sadece haraç kervanlarından öç almışız. Ve senin talan edi­ lecek bir şeyin de yoktur. Çünkü ata topraklarını Ezd kabi­ lesi çoktan kapıp elinden almış ve ibni Revvad kardeşler seni bir horoza yiik etmişler... " İbni Boyat can evinden vurulmuş gibi boğuldu, sonra başını doğrultup dedi: "Bu, çarkıfelektir ey Cavidan, önce bize ne verirşe, sonra elimizden alır ama soyumuz sopumuz her zaman bizimle kalır. Ve benim ki yedi göbek yukarıda yedi arka dönenlerim Acem şahlan ve Türk hakan lan ile oturup kalk­ mışlar, bu bana yeterlidir." "Peki ya, kendin ... " "Kendim de hak yolunu bulup Müslüman oldum ve şimdi Halife'nin sadık kuluyum." Halen atına binmeyen genç Hilrremi dayanamadı, ba­ ğırdı: "Sizi, namen Dehkanlan her yerde böyle gördüm. Siz, yabancılar kapıp topraklarınızı elinizden aldıklarında hak yolunu buluyorsunuz ve o zaman Müslüman oluyorsunuz ki hükümet haraç toplamayı size bırakıyor. Ve yine başlı­ yorsunuz bizi soymağa, toprağa tohum atanlan, kirpikleriy­ le od eşeleyenleri ... " Genç Hilrremi, İbni Boyat'ın yakasından yapıştı, lakin Cavidan elini kaldırdı: "Bırak, haksız yere kan dökmeye bizim inandığımız izin vermiyor... Yüzün kara olsun ey muhtar, çünkü yoksul bir Müslüman kapısını çalsaydık, şimdi çoktandır ocak ke­ narında ısınıyorduk... Yakasını genç Hürremi'nin elinden koparan lbni Boyat

239


birden ne gördüyse, dikkatle bakmaya başladı, sonra alaycı bir ıebessümle dedi. "Müslüman kapısına niye gidiyorsunuz ki? Şurada, en uçtaki kulübeden ışık geliyor. Belli ki Barmida kadın hala yatmamış ve sizin gibi o da Hürrem dinindendir... Derler ki bu ahmağın büyük oğlu uzak seferden dönmüş... O kadına bir dirhem verseniz, sabaha kadar canla başla hizmet eder." Cavidan dönüp baktı; bütün ışıklan sönmüş köyde yal­ nız bir evden ışık geliyordu.

Barmida kadının kulübesi Ocakta ardıç odunu yanıyordu, başında Babek ile anası karşılıklı oturmuşlardı. Babek gür yanan ocaktan doymu­ yordu, ellerini ocağın alevinde ovuşturuyordu ve nihayet ocağın alevini avuçlayıp yüzüne çırptı. .. Bamıida: "HAien ısınamadın mı oğul?" Babek: "Bu defa yol çok ağır oldu ana ... Kar, tipi ... Bir de ki ocakıa ardıç odunu yanınca ne kokusuna doyuluyor, ne sıcağına." Barmida: "Ne deı;in, konuşayım mı İbni Boyat'la? Yancılıkla bir avuç toprak alıp ekine başlanz ... " Babek: "Tebriz'den sürgün edildim ana ama Erdebil var... Ve orada kılıç parlatan ustalardan biri daha geçen yıl bana demişti ki,

iştir; şayet Erdebil 'e gelirsen, sana iş bu­

lunur." Barmida: "Desene yine gözümden uzakta olacaksın." Babek: "Eğer oralar ucuzluksa, gelir sizi de götürü­ rüm." Babek'in küçük kardeşi Abdullah ki kulübenin diğer köşesinde yorgan altında yatmıştı, birden yorganı başından

240


atıp dikeldi ve yatağında oturarak dedi: "Erdebil'e ana, Erdebile, çünkü Erdebil'in süt gibi ak ekmeği var... Ve ben Babek'le gidiyorum Erdebil'e..." Barmida: "Kaynama, sen otur yerinde. Bir lokma boyu var, Erdebil'e gidecek." Abdullah: "Babek köyden Tebriz'e gittiğinde benden sadece iki yaş bilyükmilş." Barmida: "Babek senden iki yaş küçükken, dağda ko­ yun kuzu otlatıyordu. Ama sen hiilen eıeğimden tutup gezi­ yorsun." Küçük Abdullah ne diyeceğini bilemeyerek isyan etti:

"Çünkü pekmez venniyorsun, heşil7 pişinniyors�n ve çavdar ekmeği, arpa ekmeği yemekten dişimin dibi gitti." Barmida: "Kudurma kart kurbağa, arpa ekmeği pey­ gamberlerin ve mukaddes kişilerin ekmeğidir." "inanan taşa dönsün." diyen küçük Abdullah bumunu çekti. Babek gayriihtiyari güldü ve bu defa Barmida kadın: "Kime inanmıyorsun sen, bana mı yoksa peygamberle­ re mi?" Babek anasını sakinleştirdi: "Yeter ana, gitme çocuğun üstüne." Barmida küçük oğlundan el çekti, şe!katle büyük oğ­ luna baktı: "Geçtir oğul, sen de uzan, yat. Ben tandırda ocak üs­ tüne sac koymuşum. Yann köy kadınlan göz aydınlığına gelecekler. Gerek yufka arasında helva veresin ki ağızlan şirin olsun!" Barmida kadın ayağa kalkıp evden çıktı. Babek'in göz­ leri duvarda asılı tambura ilişti. Küçük Abdullah da başını kaldırıp duvardan asılı tambura baktı. Babek: "Tellerini koparmış mısın?" Abdullah: "Anam bırakmıyor ki ... Diyor

rambıır çal­

mak senin lıarcm değil." 7. Hqil: Suda pişirilip yağ veya pekmezle yenilen hamur. 241


Babek: "Kalk geıir bakalım buraya." Abdullah ayağa sıçradı, ıamburu çividen çıkardı, ge­ ıirip Babek'e verdi, Babek bir müddet ıamburu inceledi, sonra yavaşça çalmaya başladı. Kiiçük Abdullah hayran­ lıkla kardeşinin yüzüne bakıyor, sık sık gözlerini kııparak dinliyordu...

Sonra Babek bir an elini çekmişti ki Abdullah hemen sordu: "Tebriz'de mi öğrendin, yoksa Miyamç'ta mı? Babek: "Burada, senin kadarken, İbni Minge'nin

kul­

lanndan biri öğrennişti bana, o zamanlar İbni Minge'nin

çobanıydım." Abdullah: "Dehşet çalıyorsun, adını söyle, aklımda kalsın!"

Babek: "Kadim havadır, adı

Servisran, fırsat bulwsam

öğretirim. sen de çalarsın."

Kulübe arkasında nal sesleri ve at kişnemesi işitildi, sonra kapı hızlıca vurulmaya başlandı... Babek tamburu Abdullah'• verip hemen ayağa kalktı, kamasını alıp gömleğinin ahında gizledi ve hemen evden çıktı . .

Kulübenin balkonu. Baş taraftaki tandır odası Barmida kadın elindeki oklavayla kızgın sac üstündeki yufkaları sık sık çeviriyordu ve küçiik Abdullah anasının tabağa attığı yufkaları içeriye !aşıyordu . ... Evin içi Cavidan'ın adamlarıyla dolmuştu ve adam­ lar iki sıra bilinde hasır üstünde karşılıklı oturmuşlardı.

242


Ucuz sofra fıstünde yulka tepecikleri, baş soğan ve kaseler­ de dereotu kanştınlmış lor vardı ve çok üşiimfış, çok acık­ rıuş adamlar iştahla yiyorlardı. Cavidan ile Babek ise sofranın başında, ocak yanında karşılıklı otunnuşlardı. Barmida elinde bir testi içeri girdi ve dedi: "Dokuz yıldır bunu toprağa gömmüştüm ve ahdetmiş­ tim ki oğlum gelinceye kadar kalacak. Artık oğlum geldi, için, helali hoşunuz olsun!" Sofradakilerden sevinçli bir uğultu koptu. Barmida testiyi ve tası kapı ağzındaki genç Hürremiye verdi. genç Hürremi ise yukan başta otunnuş Cavidan'a doğru ·baktı, Cavidan gülümsedi; "Oradan başlayın ve eğer bize de bir damla kalırsa, bi­ lirim ki insafımz varmış." Gene Hürremi tası kapkara şarapla doldurup kafasına dikti ve zorlukla nefesini toplayıp dedi: "Ant olsun ki şarabı icat eden Cemşid Şah bile ömrün­

de böyle şahane şarap içmemişlir."

Barmida kadının gözleri güldü ve çekilip kapı ağzın­ dan gitti. Testi ile tas ise elden ele geçerek, yukan başa doğru hareket ediyordu...

Tandır odası ikinci horoz ötme vaktiydi, sabaha az kalmıştı, Banni­ da kadın hilen de tandır odasında sac üstünde yufka çeviri­ yordu. Küçük Abdullah koşup anasının yanına geldi: "Hepsi yattı ana, bir tek o ala papaktan başka, çünkü o

243


adam bir şeyler soruyor. Babek cevap veriyor, sonra yeni­ den yine soruyor ve Babek yine cevap veriyor... " Barmida kadın yufkayı sac üstünden alıp ayağa kail<. ıı, geldi kapı ağzından içeriye baktı. Cavidan'ın adamları birbirinin yanında hasır üstüne uzanıp yatmışlardı, içeri gir­ meye yer kalmamıştı. Ocak başında oturmuş Cavidan ile Babek ise, düşünceli bir halde b"'ilannı aşağı eğmişlerdi. Barmida kadın kendi kendine fısıldadı: '"Sen kendin merhamet eyle, ey yaradan, acaba ne isti­ yor bu adam benim oğlumdan?" Barmida kadın yine kapı ağzından çekilip gitti. Cavi­ dan maşa ile ocaktaki közleri eşeledi: "Öyledir, Ezd kabilesi Rebiyye kabilesinin üstesinden geliyor ve böyle giderse, bütün Azerbaycan'a İbni Revvad kardeşler hükmedecek..." "Biz de kenarda durup seyrediyoruz!" diye Babek kes­ kin bir hareketle başını kaldırdı. "Neyi seyrediyoruz?" diye Cavidan hayretle Babek'e baktı. "Şunu ki acaba hangi kabile, uzaktan gelmiş hangi ya­ bancı kabile bize ağa olup hükmedecek... Rebiyye kabilesi mi yoksa Ezd kabilesi mi?" Cavidan dikkatle Babek'in gözlerine baktı: "Sabaha az kaldı, vaktidir, biz kalkıp gidelim. Ama o sözleri ki sen bana dedin ya, o sözleri ben burada bırakıp gitmek istemiyorum ve o senin aklından geçen düşünceler var ya, senin de burada kalmanı uygun görmüyor! Erdebil fikrini çıkar aklından! Gel benimle, gidelim Bezz kalesi­ ne!" Babek bir müddet konuşmadı, sonra gülümsedi: "Şimdi ben anamın elindeyim." Cavidan da güldü: "Sen mani olmasan, anandan ben izin ahnm." Cavidan ayağa kalktı, birbirinin yanına döşenmiş 244


adamların arasından geçip dışarı çıktı, geldi tandır odasına, Bannida kadının başı üstünde durdu. Bannida ocak kenannda başını duvara yaslayıp otur­ duğu yerde uyuyakalmışlı. Küçük Abdullah da başını ana­ sının dizi üste koyup yatmıştı. Şimdi birilerinin başı üstün­ de durduğunu hisseden Barmida irkilip uykudan uyandı ve ayağa kalkmak isliyordu ki Cavidan elini Barmida'nın omzuna koydu: "Kalkma, çocuk uyanır. Görüyorum, son beşiğin çok küçüktür ve büyük oğlundan başka kimsen yoktur. Kendin de kocası öldürülmüş bir kadınsın. O yüzden ayda elli dir­ hem göndereceğim sana, bırak Babek benimle Bezz kalesi·

ne gelsin."

Bannida bir müddei şaşkın gözleriyle aşağıdan yukan­ ya Cavidan'ın yüzüne baktı, sonra başım aşağı eğdi ve dedi: "Yüreğim diyor ki sen iyi adamsın ey Cavidan, bana elli dirhem göndersen de sağ ol, göndermesen de ... Fakat şu anda burada bir süre gözlerimi yumdum ve uykumda kabus gördüm, gördüm ki kara sanklı, kara atlı bütün Ezd kabile­ si..." Cavidan dedi: "Korkma ey kadın! Biliyorum oğlun İbni Revvadlara başkaldırmıştır. Ama Cavidan da ölmemiş. Bezz kalesine Ezd kabilesinin eli uzanamaz... Ve onun kendi elinde de kı­ lıç olacak'"

Be7.Zeyn dağları. Sarp bir zirvede Bezz kalesi Etrafı taş hisarlı Bezz kalesi içinde ikinci bir kalecik vardı ve burada yükselen kadim bir kasır Cavidan'ın ika-

245


metg3hıydı. Kasnn ıaşla döşenmiş yer ahı katında duvara geçiril­ miş isli meşaleler yanıyordu. Köşelerde ise mızrak, kılıç ve kalkan tepecikleri vardı. Burada. yan karanlık mahzende Cavidan ile Babek sağ ellerinde yalın kılıçlar ve sol ellerinde kalkanlar birbirinin üzerine hücum ederek kan ter içinde çarpışıyorlardı. Babek'in bir darbesinden sonra Cavidan bağırdı: "Bu nasıl darbedir böyle, ey ıaze genç?" Babek bir an fırsaı bulup kolu ile alnının terini sildi ve dedi: "Bir defa Curcan yolunda dağ eşkıyalan ile çaırpışır­ ken ... " Cavidan onun sözünü kesti: "Cavidan dağ eşkıyası değil senin için! Ve öyle darbe­ nin cevabı bak budur!" Yeniden Babek ile Cavidan'ın kılıçlan birbirine çar­ parken Cavidan'ın güçlü darbesinden Babek'in

kılıcı

elin­

den çıkıp çok uzakta yere düştü. Babek koştu, kılıcını yerden aldı ve bu defa öyle bir şiddeıle Cavidan'• saldırdı ki Cavidan devam edemeyip geri ginikçe Babek üsıeledi ve nihayeı, Cavidan'ın sırtı du­ vara yaslanınca, çok yakında bir kadın çığınısı işitildi. Babek irkilip geri döndü. Mahzene inen taş basamak başında gözleri fal taşı gibi açılmış bir kadın dunnuşıu. Cavidan kılıcını kenara atarak kadına doğru döndü: "Yaklaş, gözümün nuru ... Bilalabat köyünde gençli­ ğime rasıladım. Yanıma alıp Bezz kalesine geıirdirn. Kılıç darbesini yokladım ... Yaklaş, sen de bak, körpe kartala ben­ ziyor mu?" Merdiven başında duran genç kadın Cavidan 'ın kansı Zemise idi ve şimdi o, ağır ağır aşağı inmeye başladı. Sonra

246


yaklaşıp Babek'in kaflısında dururken sanki gür saçlanmn ağırlığı başını geri çekiştirdi, sol eli ile sağ taraftaki örtüyü çekip ağzıoa tuttu. Ve kadın dikkatle Babek'e baktı. Şimdi yalnız gözlerini gösıeren bir kadının bütün cazibesi ve sih­ ri bir anda Zemise'nin gözlerinde ıoplandı ve bu gözlerin derinliğinde alevlenen kara kıvılcımlardan sanki Babek'in gözleri kamaştı. Babek başını aşağı eğdi. Kadın başı eğik duran Babek'e dedi: "Alkış ve günaydın, ey yiğit!" "Başı aşağı duran Babek cevap verdi: "Alkış ve günaydın, ey Banu!" Zemise döndü, kocasına baktı ve gülümsedi. "Gençliğin başını kaldınp yüzüme bakmıyor. Cavidan mutlu bir şekilde güldü: "Neylesin, güneşe doğrudan bakılabilir, sana bakılamaz..."

Bezz kalesinin duvarları üstünde Yaz idi, dağ yamaçlanndaki karlar eriyordu, akşam se­ masında kartallar süzı1liiyordu ... Cavidan ile Babek kale hisarlan üstünde dwmuşlardı. Her ikisi de dikkatle derenin diğer tarafında yükselen Gü­ ney dağına bakıyordu ve aşağıdan yukarıya Güney dağına bir grup atlı çıkıyordu ... Cavidan'ın kaşlan çatıldı: "Geçen gün de sana dedim ki Güney dağında hareket­ lilik var ve dün bir grup atlı çıkıyordu oraya... Lanet olasıca Ebu İmran! Kışın ayı gibi kendi ininde yatıp pençesini ya-

247


fıyor ve ne zaman ki havalar ısınırsa aç kurda dönüşüyor ve

gece baskınlanndan başımızı kaldıramıyoruz..."

Babek hatı rladı : üzüm bağlan arasıyla uzanan yol ... Ak

ken·ansaraydan çıkan büyük deve kervanı uzakta yüzü do­ ğuya doğru hareket ediyordu ve Babek o kervana yetişmek için keskin adı mlarla yol gidiyordu. Kırmızı dağın dirseği arkasından yola bir grup atlı çıktı ve athlann önünde gelen

bir süvari alı n ın yulannı çekti, dedi: "Sakin ol ey

Babek, sana diyeceğim var. Şimdi seferin

çok uzakıır, son defa konuşmamız gerek!" Babck durdu. karşısındaki atlıyı tanımıştı. ··vakit dardır ey Ebu İmran, acele ediyorum ki kervana yeıişeyiın ve oyalanmaya ye tki m yoktur." Ebu İmran yanındaki atlılardan birine doğru döndii:

"İn anan' Bekleyin beni burada. Ey Babek, bin, kerva­ na doğru at sürüp konuşuruz... '' Babek ister istemez atlandı ve her ikisi bir müddet ya­ n aşık at sürüp konuşmadılar. Nihayet Ebu lmran dedi: .. Hatırlıyor musun Curcan yolunu? O zamanlar ben de İbni Revvadlara hizmet ediyordum ve her defasında İbni Revvad beni kervanbaşı tayin ediyordu kervanlanna ... Ve o akşam ki dağ eşkıyaları kervana saldırdılar, çoğu kişi kaçtı,

yanı mda sadece Sl!n kaldın ve o zaman beni ölümden sen k una rdın . . . ·· "Ben kaçsaydım, sen mahvolurdun, sen kaçsaydın, ben."

"Öyledir, kaçmadık ve kervanı da kunardık. Ama mükafa tımız ne oldu? İbn Revvad senin yevmiyeni bir dir­

hem an ırdı mı?" "Umulan yerden küsülür." "Haklısın ve de yeter, dokuz yaşından beri kah lbni Mingelere kah İbn Rewadlara kulluk ediyorsun. Doğrudur,

248


bugün Azeıtıaycan'ın yansı İbni Revvadlara çalışıyor ama senin gibi anlgan bir gencin kendi kaderini aslanın ağzın­ dan koparması gerekir! Şimdi ben Mimed bölgesinde Gil­ ney dağını mesken edindim ve Erdebil'e giden her kervan­ dan insaf dairesinde haraç alıyorum. Bir defa sana haber gönderdim, gelmedin. Ama bil ki bugün benim yiğitlenme katılırsan, yann yoksulluğun taşını üzerinden atarsın ve al­ tındaki bu deli boz at şimdiden senindir... " "Ey Ebu İmran, benim yolum ayn, senin yolun ayndır. Ben hiçbir zaman kılıçla kazanç sağlamayı kabul etmem." "Yaşlanınca zahit olursun ve yahut Hintli Brahmanlar­ dan ders alırsın." "Hintli zahitler ne diyor bilmiyorum ama benim kendi imanım, kendi itikadım var." "Eğer kendi itikadına sadıksan, dağlara gel' Çünkil bu namen şehirlerde dirayet yokrur ama men dağlanmız halen bile İslam dinine boyun eğmiyor." "Belki ben de kaçıp dağlarda azaılığıma kavuşurdum. Ama bundan daha büyük arzum odur ki dağlar davul çalıp bizi savaşa çağırsın." "Kıyam mı? Yine Azerbaycan'da Hürremiler, Hame­ dan'da Batıniler mi kınlsın? Hayır! Hükümetin eli dağ ba­ şında bana ulaşamıyorsa, benim için yeterlidir. Ve o şey ki üç defa netice alınamamıştır, unuttun mu?" "Bir şey ki üç defa netice alınmazsa, dördüncü defa başlamak lazımdır. Dördüncü defa beşinci defa, altıncı defa ... Ta kıyamete kadar... " "Gençlikte benim de kafam bir çanak kandı ve her gece hayalimde yedi iklim tek tek karşımda diz çökerdi ... Ama şimdi benim bir tek düşmanım var, o da komşu dağdır. Ve Cavidan o dağda oldukça, bu geniş dünya bana dardır." "Acaba Hürremilikte Cavidan da sana kardeş değil

249


miydi?" '"Kardeş iyi bir şey olsaydı, Allah kendisi için de ya­ rallrdı. Ve şunu da bil ki her gün benim yiğitlerimin sayısı artıyor ve sen şimdiden bize katılsan, zamanı gelince, ken­ din bir dağ sahibi olursun... Yetiştik kervana, ne diyorsun?"

Babek sıçrayıp anan yere indi:

lanet olsun o küçük balıklara ki bı�'·iik balığm kanımda birbiriyle didişiyorlar. .. " '"Bir yaşlı vardı, derdi ki

Babek döndü, kervana doğru gini. Arkadan Ebu İm­ ran 'ın sesi geldi: "Düşüncen yanlıştır ey Babek, isterdim ki başın om­ zun üstünde sağ kalsın ama bugün ki bana sırt çevirdin, is­ temem ki yann kader bizi karşı karşıya getirsin." ... Hatıralardan uzaklaşan Babek'in yüzü sert bir ifade aldı ve o da Cavidan 'a hitaben: "Üstat, eğer izin verirsen ben giderim o adamın yanı­ na." "Deli misin? Üç yıldır bir yiğidim orada esirdir, onu da elçi olarak göndermiştik Güney dağına ama Ebu İmran ko­ luna zincir ıakıp kuyuya anı ... Ve hilen de yiğidimi namert

elinden kurtaramamışım." Birden neredeyse aşağıdan, deredeki çalı kümelerinin arkasından atılan bir ok vızıltı ile Cavidan'm ayaklan altın­ da, kale duvarlanna saplandı ... Cavidan aşağı eğildi, çekip onu duvardan çıkardı. Oka kağıt bağlanmıştı. Cavidan oku Babek'e uzatarak oktan çı­ kardığı mektubu okudu: "Ben de devletin gözünde asiyim, sen de. Ama ben vadide yaşıyorum, sen kasırda. Ya taksim, ya ölüm!" Babek: "Ebu İmran mı?" diye sordu. Cavidan: "Ebu İmran!" dedi. '"Taksim ne demektir?"

250


''Teklif ediyor ki Bezz kalesi ikiye bölünsün. Yansı bana kalsın, yansına da o hülanetsin ... Burada kale altında her zaman onun casuslan ve kılavuzları oluyor, kale duvar­ ları üstüne çıkınca dikkaıli ol!" "Laneı olsun Ebu !mranlara! On yıldır yollardayım, her yerde nifak, her yerde ikilik gördüm. Ufacık köyler gördüm ki yukarı tarafı aşağı tarafı ile savaşıyordu... Büyük şehirler gördüm ki aşağı mahalle yukan mahalle ile çarpı­ şıyordu... Ve her yerde büyük balığın yuttuğu küçük balık­ lar büyük balığın karnında birbirini yiyordu ... Üsıaı! Bizi yalnız büyük bir isyan birleşıirebilir, bizi yalnız büyük bir isyan kurtarabilir. Bir isyan ki aşağıdakiler yukandakilerin üstüne çıksın ve bu dehşeı verici yoksulluk o dehşet verici zenginliğin üstüne kılıç çeksin! Ta ki o büyük yangın içinde içimiz de temizlenip pak olsun!" Babek elindeki oku büküp kırdı. Cavidan bir an hayran bakışlarla Babek'e baktı, gözleri yandı, sonra gözleri gölgelendi, iç çekti: "Ey Babek, seni ben buraya getirmiştim ki ... " "Başım sağ kalsın diye mi?" "Ey sabır taşı, çatladı yüreğimin başı... Ve çatlasa da dayanmalısın. Çünkü az olan biz her zaman çok kınlmışız."

Cavidan kasrı. Zernise'nin odası. Gece Gecenin geç saatiydi, Zemise alçak sedir üstündeki ya­ lağında uzanmıştı. Cavidan ise onun başı yanında minder üstünde oturmuştu. Çok düşünceliydi, başını aşağı eğmişti.

ısı


Zemise'nin gözleri yukanya, tavana dikilmişti ve yu­ karıdan. kasnn bir hücresinden çalının tambur sesi geliyor­ du... Zemise'nin fısıltısı işitildi: "Ginin... Bir yerlerde gençliğini buldun... Kolundan tutup Bezz kalesine getirdin ve şimdi geceleri yatamıyor­ sun ... " Cavidan başı aşağı sanki kendi kendine dedi: ··sadece ben değil, o da yatamıyor... " Zemise doğrulup yerinde oturdu: "Yoksa benim yarabildiğimi mi zannediyorsun? Uyku­ suz gecelerimden sarhoş gibiyim." Zemise yılan gibi fısıl­ dadı. "Geri gönder onu ey Cavidan, geri yolla onu, gitsin! .. " Cavidan başını kaldırdı, hayretle Zemise'ye baktı: "Nereye?" ..Kendi köyüne, kendi kulübesine, kendi anasına . . . " ··Hiçbir zaman olmaz! Şimdi ben onu yalnız bıraksam, o mahvolacak ... Bir gün Varsan pazarında boynuna davul asmış bir isyancı gördüm. Önce davul çaldı, pazar sustu. Sonra zulme lanet okudu ve bağırdı ki ey mazlumlar, pe­

şimden ge/İll, insan gerek bu dünyada ya azat olsun, ya da höyle hir diinya malıvol.m11! Mahluk birbirinin yiizüne ba­ karak dunnuştu ki at sürüp gelen divan atlılarından biri at üstünden kılıcı öyle bir salladı ki gafilin başı göz açıp kapa­ yıncaya kadar ayağı altına düştü ... " Zemise fısıldadı: "Ey Cavidan, kimin alnında ne yazılmışsa, o olacak ... " "Hayır, ıek elden ses çıkmaz ... Şimdi, Ebu İmran kuvvet topluyor. yann ben de yola çıkıyorum. Mutlaka Mazyar ile görüşmeliyim ki günümüzde Taberistan Hürremileri biz­ den yardımlannı esirgemesinler." "Mazyar'ın Hürremileri kırmızı gömleklidir, senin

ısı


Hı1rremilerin ak gömlekli. .." "Gömleklerimiz burada ak, orada kırmızıdır, ulu Şir­ vin'in ruhuna itikadımız aynıdrr." Yine yukandan ııımburun sesi geldi ve şimdi bu ses­ lerde öyle bir hasret dil açmıştı ki her ikisi susup düşünceye daldılar. Zemise yine yatağına uzandı ve gözleri yine tava­ na dikildi. Önce ııımburun biitün telleri birbirine katılıp çaldı, sonra san tel feryada başlamıştı ki kınk bir çıolama koptu ve tambur sustu ... Cavidan: "Ne oldu acaba?" Zemise: "Desgfilı tamamlanmadı, tel koptu." "Neydi çaldığı?" "Seni gören gözlerim bahtiyar oldu." Cavidan başını çevirdi ve uzun uzadıya gözlerini kapa­ mış Zemise'nin yüziine baktı ...

Bezz kalesi. Kale Kapısı. Dik yokuşlu sokak. Cavidan kasrı Yaz sabahıydı, derelerden dağlara ak duman yükseli­ yordu. Babek kalenin büyük kapısının ağzında durmuştu. Atlı ve silahlı Cavidan'ı yolcu ediyordu. Cavidan döndü, dağdan aşağı inen atlılannın arkasın­ dan baktı, sonra Babek'e dedi: "Menzil uz.aktır, seferim uzun çekecek. Eğer Amul şehrinde Mazyar'ı bulamazsam, dağlara çıkmam lazım ... Uyanık ol, körpe oğlumu, Zemise'yi, Bezz kalesini sana

253


emanet ediyorum. Şirvin emaneti, ey Babek!" ··uıu Şirvin 'in ruhu bütün belalan senden uzak etsin ey Cavidan !" Cavidan atını kımıldattı. Babek kale kapısı ağzında durup Cavidan ve atlılan sis içinde gözden kayboluncaya kadar onlann arkasından baktı. Sonra döndü, kale kapısından içeri girdi, dile ve dar so­ kaklardan geçerek Cavidan kasnna doğru yöneldi. Karşıdan bir grup kız çıktı, omuzlannda su testileri vardı. nesrin pınanndan geliyorlardı. "Alkış ve günaydın ey Babek!" diye kırmızı şalvarlı Hürremi kızları Babek'i selamladılar. "Alkış ve günaydın ey kızlar!" diye Babek kızlann se­ lamını aldı ve birden Hürremi kızlan içerisinde çarşafl.ı bir kız gördüğü için durdu. ··çarşaHı banu Bezz kalesinde misafir midir?"

1. Kız: "Neden misafir olsun? Bezz kalesinde Müslil­ man da var."

il. Kız: "Ama Barini mezheptir, hepsi..." ili Kız: "Bize kafir diyen Müslümanlar, Batınilere de kafir diyorlar." Babek, Batini kıza bakarak dedi: "Batıniler bundan dokuz yıl evvel Hamedan kapılann­ daki savaşlarda Hürreıniler ile kardeş olmuşlar ama itikat­ Ian nedir, bir türlü anlayamadım." Çarşaflı Batini kız yüzünü Babek'ten gizlememişti ve şimdi Babek'e cevap verdi:

Allah ne vardır ne yoktur. diridir ne ölü, ne kadirdir ne aciz, ne O/imdir ne cahil, ne dillidir ne dilsiz. ne gözü var ne kördür, ne işitir ne sa­ Bizim itikadımız şudur ki,

ne

ğırdır. .. .

.

Batini kız nefesini topladığında Babek dedi:

254


"Böyle bir tann mı?" "Evet, böyle bir tann hiçbir zaman olmamıştır ve ol­ mayacaktır fakat her zaman ve her yerde vardır. Ve bizim itikadımız bütün irikatlardan şuna göre yücedir ki ... " Batini kız bir an söz bulamadı, Babek yardım etti: "Şuna göre yücedir ki kimse kendi ayranına ekşi de­ miyor." Batini kız güldü, Hürremi kızlan da kıkırdadılar... ...O anda kasnn yukan balkonunda gezinerek, kuca­ ğındaki körpe yavrusunu sallayan Zemise sık sık aşağıya bakıyor, gözlerini yaklaşmakta olan Babek'ten çekmiyordu. Babek yukan çıktı, bal.kona geldi, Zemise'ye baş eğdi, körpe yavruya bakarak gülümsedi: "Açık alnı, cesur gözleri ... Ve Cavidan ışıltısı var yü­ zünde..." Zemise'nin kaşlan çatıldı: "Buradan bakıyordum, Hürremi kızlarına bir dedin, beş güldürdün ... Ve çok ilginçtir ki, o Müslüman kız da yü­ zünü örtmeyip sana bir şeyler hakkında nutuk çekiyordu..." "Batınilerdendi o kız ve Batınilerin itikadı hakkında bana bilgi verdi, biraz... " Zemise'nin gözlerinde kara kıvılcımlar tutuştu: "Bu kalede ateşperest de var, arasan, haçperest de bu­ lursun. Ama kendi dini ve imanı zayıfolanlar, şuh kızlardan dinler ve tarikatlar hakkında bilgi toplar. . . " "Yannın derdine yann ağlanz... Ben anahtarları alma­ ya geldim. Kasrın alıındaki gizli yollan her ihtimale karşı yoklamak gerekir." "Ben olmasam o gizli yollarda kaybolursun veyahut düşüp bir kuyuya kalırsın ... Bekle, çocuk uyusun ve galiba uyudu ... Tut, gidip anahtarları getireyim..." Babek yaklaştı, çocuğu Zemise'nin kucağından almak istedi ve o anda, elleri birbirine dokundu; ne Babek çocuğu alabildi ne Zemise çocuğu verebildi ve her ikisi ani bir ür-

2SS


peniden sonra birbiri karşısında donup kaldılar. Zemise başını aşağı eğdi, sıikılt etti, sonra sesi titredi: ..Yazıklar olsun bana ey Babek, seni gördüğüm günden beri yüreğime beddua ediyorum." Ağır bir sükünan sonra Babek dedi: . . Ben zannederdim ki Hürremi kızlar her zaman kendi istedikleriyle evlenip mutlu olurlar." .. Mutluluk vardı, hemen bini ... Sonra yaşlar arasındaki uçurum kaldı ..... .. Ben kaderime şükrettim ki o büyük insana rastladım, bu dağa çıktım ama bilemedim ki burada seni gördüğüm gün. kaderim bana meydan okuyacak... " Aşağıdan gelen bir kadın feıyadından her ikisi ürperdi­ ler. Yüzünü yukan çeviren bir kadın aşağıdan bağınyordu: "Zemise banu! Zemise banu! Kaynar pınarın aşağısın­ da Ebu İmran'ın adamlan Cavidan'a saldınnışlar... Kıya­ mettir, kırgındır ve bizden ölen, yaralanan çokrur... " Babek balkonun yanındaki merdivene doğru atıldı, Zernise arkasından bağırdı: ..Dur... Bu ilk değil... Beş yıldır yaz gelince çıııpışıyor­ lar kış gelince dinleniyorlar!" . Babek hiçbir şey işitmek istemedi ve merdivenden aşağı indi___ Geldi mahzene, duvardan kılıç aldı, avluya çıkn, tavlaya girdi ve kara atı tavladan çıkanp üstüne alladı... Zemise kucağında çocuk kasnn önünde Babek'in önü­ nü kesti: "Dur, söyleyeceklerim var... " Zemise kucağında yatan çocuğu seki kenarında yere koyup aun üzengisine yapışıı: "Gitme, iki dağ arasındaki bu düşmanlığa ben sebep oldum ... Bu gece gördüğüm kannakanşık rüya... Ebu lınran amansız, sen tedbirsiz... Ve anık o sır kuşu dilimden uçtu,

256


şimdi sen oraya gidip beni bu diinyada yalnız bırakamaz­ sın..." Babek bağırdı: "Çek elini, delinnişsin sen!" Sonra şiddetli bir kamçı darbesiyle at havaya sıçrayıp ileri atıldığında, elini iizengiden çekmeyen Zemise ann ar­ dından yüzükoyun yere düştü...

Dar dere. Her iki tarafında sarp kayalar Babek'in kara atı uçurumun kıyısında durup şaha kalk­ n. Babek atın iistünden yere atladı, eğilip uçurum kenann­

dan aşağıya baktı. Her iki tarafında sarp kayalar yükselen dar bir derede Cavidan başındaki adamlarla birlikte muhasaraya alınmıştı. Bahar sellerinin oyduğu dere at üstünde çarpışmaya olanak tanımadığı için her iki taraf atlanndan inmişlerdi ve atlar birbirine kanşıp kaya altına tıkanmışlardı. Bu dar dere dibinde Cavidan'ın adamlanyla Ebu lm­ ran'ın grubu arasında kılıç savaşı yapılıyordu ve yavaş ya­ vaş geri çekilen Cavidanlann arkasında şimdi dik bir yamaç yükseliyordu... Babek yamacın dik duvannda ayaklarına yer ederek inmeye başladı ve nihayet elinde kılıç kendini aşağıya atar­ ken Ebu İmran'ın grubunun karşısında yere indi. Beklenmeyen bu hadise iizerine Ebu lmran'ın adarnla­ n bir an durdular. Babek ise yalnızca: "Cavidan nerede?" diye bağırabildi.

257


Arkada taş üstünde oturup başmın yansını sardıran Ca­ vidan ayağa kalktı ve Babek'i görüp gülümsedi: ..Cavidan buradadır ey Babek, mademki geldin, var ol, ama dur!" Cavidan adamlarını yararak ileri çıktı, yüzıi kanlı ve heybetliydi, Ebu İmran 'ın adam lan gayriihtiyari bir adım geri çekildiler. Cavidan ise bağırarak Ebu İmran'a seslendi: "Nerdesin, ey Ebu İmran? Yeter anık, haksız yere bu kadar kan döktük. İleri çık, teke tek vuruşalım! Çünkü bu­ gün ya sen ölmelisin, ya ben!" Ebu İmran derhal adamlarını yanp biraz aksak yürü­ yüşle ileri çıktı ve dudaklarından kaçan alaycı bir tebes­ sümle dedi : "Teklifin kabul olundu ey Cavidan, çünkü bu dağlara ya sen hükmetmelisin ya ben ve eğer ayakta dunnaya halin varsa, ben hazınm." Sonra Ebu İmran döndü, Babek'e baktı ve dedi: "Ey Babek, hatırlıyor musun Tebriz-Miyanıç yolunu? Ben o zaman sana demiştim ki yann kaderin bizi karşı kar· şıya getinnesini istemem!" Babek döndü, Cavidan'a baktı ve dedi: .. Ey üstat, izin ver, önce bu adamla ben . . " Cavidan'ın .

kaşlan çatıldı ve Babek'e çıkıştı:

"Bekle hele, şimdi bu son dövüşe ne o taraftan ne bu taraftan kimse kanşmayacak."

Derhal her iki t.arafyedi adım geri çekildi ve iki grubun

ortasında açılan meydanda Cavidan ile Ebu İmran ölüm ka­ lım savaşına başladılar... Birinci hamleden itibaren Ebu İmran üstelemeye, ya­ ralı Cavidan gerilemeye başladı. Her iki t.araf ise çıt çıkar­ madan heyecan içinde izliyordu. Birden Ebu İınran'ın dar­ besinden Cavidan sendeledi, papağı başından yere düştü,

258


kanlı sarık altında saçlan boynuna dökıildü... Babek dayanamayarak boğuk bir inilti ile yüzünü dö­ viişten çevirdi ve alnını kaya duvarına yasladı ... Arkasında bir müddei kıhçlann şakırtısını işitti ve her iki taraftan ayni anda boğuk bir feryat kopunca Babek irkilerek geri döndü. Ebu İmran hareketsiz bir halde yere serilmişti. Cavi­ dan ise yere çökmüş, kılıcı elinden düşmüş, sağ koluna yas­ lanmış, başı sinesine eğilmişti. Her iki taraf ileri yumuldu, Güney dağının Hürremi· leri, Ebu İmran'ın cenazesini omuzlanna aldılar. Babek ise ileri geçip Cavidan'ı yerden kaldırmak istedi, lakin Cavi­ dan bırakmadı: "Ben kendim..." Ayağa kalktı, lakin iki adım atmadan arkasından gelen Babek'in kollan arasına düştü...

Bezz kalesi. Cavldan'ın kasn Geceydi, Zemise'nin odasındaki nişlerde mumlar ya­ nıyordu. Cavidan burada, alçak sedir üstünde harekeısiz uzanınışlı. Zemise sağında, Babek ise solunda kilim üstün· de oturmuşlardı. Her ikisinin başı sinesine eğilmiş, gözleri yere dikilmişti ... Cavidan gözlerini açtı, elini Zemise'ye uzattı. Zemise: "Uyandın mı gözümün ışığı?" "Mihriban'ımı bir daha görmek için... Çünkü bu üçün· cü gecedir ve bu gece vadem doluyor... Ve artık benim için zaman durdu..." Zemise hıçkırarak Cavidan'ın sinesine kapandı. Cavi·

259


dan elini Zemise'nin saçlarına çekti: "Ağlama, bizim ki dinimiz sevinç dinidir, son nefesi­ mizde bile perişanlığa dönmemesi gerek ve biz hayattan ay­ nldığımızda, bedenimiz anamız topağa, ruhwnuz, babamız göklere kanşacaktır." Zemise başını kaldırdı: "Biliyorum, sen kuvvetlisin ey Cavidan ve inancında ölümsüz bir ışık var. .. Ama öyle zayıf yürekler de var ki her zaman biraz teselliye muhtaç olmuşlar... Ve mademki bizim ak dinimiz büyük dinlerde iyi olan ne varsa reddetmiyor, neden biz de öteki dünyaya inanıp ahiret tesellisiyle

avun­

muyoruz?" Cavidan'ın yüzü gölgelendi: "Tuzaktır ahiret tesellisi! Bu tuzak vasıtasıyla büyük dinler azat insanı esir edip kula çeviriyor. O üç büyük din ki birbirinden nefret eden üç bacıdır, en çok onlar bu dün­ yaya nefreı getirdi, kin getirdi, nifak getirdi... Ve her üçü­ nün aynı masalı var ki güya bir yerlerde oturan bir tann bir gün yerden bir avuç balçık alıp kendisine insan denilen bir oyuncak yaranı ... Halbuki insan da ot gibi topraktan bitiyor ve ot gibi saranp toprağa düşüyor. Yalnız ruhumuz ölmüyor ki o da kendi dünyamızda kalıp yine de yaşayan, nefes alan ve çarpan canlı bir kalp anyor... Ve benim ruhum bu gece cismimden çıkıp aynlacaktır..." Cavidan 'ın nefesi kısıldı, alnını ter bastı. Zemise: "Amandır ey Cavidan, kendini yorma." "Zamandır ey mihribanım; kalk, bana son kadehimi getir!" Zemise korkup geri çekildi: "Hayır, hayır... Şimdi sen benden ayrılık şerbeti isti­ yorsun, koy kapı kilitlensin, zaman geçmesin ve U7Jlllsın bu gece benim ömrüm kadar... "

260


"Mihribanım, sen zaman kaybediyorsun, sen hele ka­ ranlık mahzene ineceksin ve bana o şaraptan getireceksin ki Cavidan'a bir demet reyhan attığın o akşam ... O reyhan şarabından içip seninle ömür yoldaşı olduk..." Zemise sendeleyerek ayağa kalktı, sonra nişten gümüş bir kadeh alıp odadan çıktı. Cavidan gözlerini kapadı ve Babek'e dedi: "Ey Babek, biliyorum, bu son gece sen benden bir söz bekliyorsun ve sana diyeceğim ilk söz şudur ki oğlumu sana emanet edip gidiyorum... Ve sonra... Sonra sabret dostum ve her zaman tükenmeyen umutlannla yaşa..." Babek başını kaldırdı, rengi kaçmıştı, gözleri yanıyordu: "Ey üstat, ulu Şirvin'in ruhuna ant olsun ki senin oğlun benim oğlum olacak ama madem bu son gecedir, o büyük meram için bana hayır dua et ki yüce ruhun her zaman bana önder olsun!" Gözleri kapalı Cavidan'ın fısıltısı işitildi: "Ulu Şirvin'in ruhu! Eğer amin desem, o kurban gide­ cek, demesem bizim ak dinimizi kim kurtaracak?" "Üstat eğer ak dinimiz bizim için azatlık diniyse, başka bir din de kölelik dinidir ve kanlı kılıcı ile üstümüze gelen o dini, kılıçla mahvedip yeıyüziinden yok etmek, bizim için ebedi şiar olsun." Gözleri kapalı Cavidan dedi: "Belki de o din ... Muhammed'in icat ettiği İslam dini kendi vatanında bedeviler için gerekliydi. Ama Halife ômer'in ihraç ettiği İslam dini zalim bir dindir... Ye bir din ki yükseklik sevmiyor ve alınları toprağa basıyor ve dar ba­ kış taassubu ile mümin ve kafir arasına Çin seddi çekiyor, elbette ki daha miskin edecek yarınımızı ve alacak elimiz­ den istikbalimizi... "

261


BABEK

9

Enver Memmed.buh

Babek sıçrayıp ayağa kalktı ve başını yukan kaldırıp seslendi: Ulu Şirvin'in ruhu! Öyleyse başka bir yol var mı bizim için?.. Cavidan'ın sesi tavanda yaokılandı: "Başka yol yoktur ey genç! Yol da sensin, yolcu da sensin, yol gösteren de sensin!" Sonra sessizlik ve Cavidan'm sol eli sedir üstünden yere düşüp hareketsiz kaldı. Babek dizi üste yere yığıldı, eğildi, Cavidan'm elini öptü. Zemise kapı ağzında görününce şarap dolu gümüş ka­ dehi elinden yere düştü.

Aras kıyısı. Tahıl tarlalan Başı ak sanklı biç inciler tarlalara yayılıp kan ter içinde tahıl biçiyorlardı. Babek ile Tarkan da birbiriyle yan yana tahıl biçe biçe gelip karaağaç altına çıktılar. Tarkan doğruldu ve dedi: "Dur biraz, saplan bağlayalım, her on ilci avuçtan bir balya... Bir de zoruna gitmesin ama biçincilikte biraz tec­ rübesizsin." Her ikisi biçilip sağa ve sola atılmış saplardan balya yapmaya başladılar ve Babek dedi: "Irgat tuttun, kabulümdür. Ama iyi kötü bir gün çalışmışım, ne düşüyor hakkıma?" "Bir avuç arpa." "Hasis olma." "Doğrusu budur, çünkü buralarda, bu Aros kıyısında

262


önceleri her yirmi avuçtan üç avucu biçincinindi. Ama bu yıl bıyığı kınalı bizim Dehkanlar ve giimüş kemerli Aran ağalan ağız birliği edip hakkımızın yansını kestiler." "Olması gereken de budur." "Neden?" "Çünkü zengin gitgide zenginleşmeli ve yoksul gitgide yoksullaşmehdır." ..Ve sonra bu işin sonu ne olur?" "Sonra bu işin sonu her zaman patlama ve intikam olur." "Gün eğildi, gidelim ağaç altına ... Biçtin ve biçinciler­ le konuştun. Şimdi sözün gerisini konuşmak kaldı." Her ikisi gelip karaağaç altında oturdular. Tarkan su dolu testiyi alıp Babek'e uzattı. Babek sol elini terli alruna basıp sağ eliyle testiyi kafasına dikti. Sorıra tesıiyi Tarkan'a verip dedi: "Sözün gerisi, yoldaki sözdür... Sen o zaman demiştin ki burada Varsan şehrinde eski dostların varmış." "Gerçekten öyle ve az değiller." ..Güvenilir adamlar mı?" "Hepsine kefil olamam ama öyle yiğitler var ki öl de­ sem ölürler." "Bize lazım olan, hazır olmaları ... Vakti geldi. Eki­ noksta gece yansını geçince, o büyük işe başlayacağız. Siz burada aşağıda, biz orada aşağıda." Tarkan sol elini terli alruna basarak testiyi kafasına dikti, sorıra dedi: "Beız kalesi sağlam mı?" "Kale çok da sağlam değil ama öyle sağlam bir yerde kurulmuş ki hilafet ordusu her taraftan üzerimize geldiğin­ de, Bezzeyn dağlan yavaş yavaş değirmen taşı gibi öğüte­ cek onları... "

263


"Yani savaş uzun mu sürecek?" "Yıldınm gibi düşüp yıldırım gibi sönen isyanlar çok oldu . . .

Bizim

savaşımız, gece savaşı olacak.

Geceleri

ani

darbeler indireceğiz, gündüzleri karanlık ormanlarda ulaşıl­ maz kayalar arkasında yok olacağız." Yakınlarda

bir yerde kara aı kişnedi.

Babek ile Tarkan

ayağa kalkıılar. Tarkan: ··sağlık olsun, Bezz kalesinde görüşürüz, eğer burada ekinoks gecesinden sağ çıksam ... "

"O gece benim orada öldürüldüğümü duyarsan yine Bezz kalesi seni bekleyecek. çünkü benim vazifem benden sonra senin üzerine kalır ... " Dostlar vedalaştılar.. .

Bezz kalesi. Cavidan kasrı karşısındaki meydan Akşamdı, meydan kalabalıkla dolmuşıu. Ak gömlekli genç Hürremiler, kınnızı şalvarlı Hürremi kızlan, yaşlılar ve çocuklar. . _ Herkes büyük bir bekleyiş içindeydi. Kasrın yukarı balkonunda duran Zemise ise uzak yol· lanı bakıyordu ve bugün o, giyinip geçinmişli, başında zümrüt taşı ile bezenmiş ipek yazması vardı. . . Nihaycı aşağıda uğuldayan kalabalık içerisinden bir adam çıkıp kasra doğru yöneldi, içeri geçti, taş basamakla yukarı çıkıı, balkona geldi ve Zemise'ye baş eğdi: "Alkış, ey Zemise banu!" Zemise irkilip geri döndü: "Sen misin ey Rüstem? Alkış ve günaydın." "Akşamdır, ey Zemise banu ve herkes Cavidan'ın kabri üstüne taze ıoprak aııp borcunu ödedi. Şimdi uzaktan ve

264


yakından gelmiş HiiITemiler bilmek isterler ki üstadunız son nefesinde ne dedi'?" "Beklesinler, çünkü ben kendim de bekliyorum." "Kimi bekliyorsun ki ey banu? Hava kararıyor ve halle bir araya geldiğinde çok sabırsız oluyor." Zemise kararan ufuklara bakarak mınldandı: "Bugün gelecekti, dün bir ay doldu ... Ve bugün de yol­ lar karardı, gelmedi." "Duyamadım ey banu." "Diyorum ki hava karardı, meşaleleri yaksınlar, geli­ yorwn." ... Babek kara at üstlınde Bezz kalesine vardığında hava çoktan kararmıştı ve şimdi o kalenin dik yokuşlu so­ kağı ile yukanya, Cavidan'ın kasnna doğru at sürüyordu.

Ak köpükler içinde olan kara at köşeden dönüp kendi­ ni kasnn karşısındaki meydana atarken önündeki manzara­ dan ürküp kenara sıçradı. Meydanı dolduran insanların başlan üzerinde meşale­ ler yanıyordu ve herkesin gözü kasrın aşağı balkonunda,

iki

taş sütun arasında duran, kırmızı şalvarlı, ak gömlekli Zer­ nise'ye dikilmişti. Yine orada iki genç Hürremi, Zemise'nin sağında ve solunda durarak ellerinde meşale tutmuşlardı ve Zemise'nin zümrütlü yazması bu meşalelerin ışığında yeşil ışıltılar saçarak alevleniyordu... Şimdi Babek de kalabalıktakiler gibi Zemise'den göz­ lerini çekemedi ve büyülenmiş gibi at üstünde donup kaldı. Şimdi orada tamamıyla başka bir Zemise'nin durduğunu zannetti ve meydan üzerinde yükselen sesinde ateşgfilı ka­ hinlerinin büyüsü vardı ... Babek attan yere indi ve alnını atın boynuna yaslayıp hareketsiz kaldı ... Şimdi şevke gelmiş bir kadının ihtiraslı sesi kiih ona yaklaşıyor ve yalnız ona hitap ederek kulakla-

26S


nnda kızgın bir fısılııya çevriliyor, kfilı uzaklaşıp büyük bir kalabalığı büyülüyordu: "... Ve üçüncü gece Cavidan dedi ki vade tamamd1r ve bu gecenin ki sonunda ben gidiyorum, o zaman ölmez ru­ hum sinemden uçup o şahsın ruhuna kavuşacaktır ki onu ben çok beklemiştim ve nihayet ulu Şirvin 'in ruhu onu bana rast getirdi ve o .şahsın adı Babek Hürremdin 'dir. .. Ve onu dedi Cavidan, yalnız onu, ruhumun seçtiğini kendimden sonra yerime bırakıp bütün adam/anma önderlik ediyo­ rom. . . Çiinkü o, yalmz o. dedi Cavidan, sizden en Cl,fağıda olanları en yukarı mertebeye yükseltecek ve sizi şimdiye ka­ dar J..-imsenin nail olmadığı bir makama çıkaracaktır. Çün­ kü o. yalnız o, zalimleri mahvedecek, başımız üstünden bu karanllğı koı•acak, ak ve ayaz dinimize can verecek ve ulu Şirvin 'in vadettiği kardeşliği yer üzerinde hakikate çevire­ cek ve o zaman dünyanın bütün nimetleri insanlar arasında eşit bölünecek. .. Budur Cavidan'ın vasiyeti ey Hürremiler ve eğer be­ nim borcum demektiyse, ben dedim, borcwnu yerine getir­ dim ve şimdi sizin de borcunuz bu vasiyete sadakat ise. ant için ve tabi olun o dilavere ki Cavidan'm ruhu şad olsun!" Zemise'nin sanki bütün gücü tükendi, ayak üs!Unde sendeledi, yıkılmamak için taş sütuna yaslandı, önünde du­ ran büyük bir izdihamın sükütu karşısında korkunç bir şey görmüş çocuk gibi gözlerini yumdu ... Lakin ona sonsuzmuş görünen bu süküt birden patladı ve bütün meydan bir ağızdan nağme olcumaya başladı, o nağme. Hürremilerin duası ve haykmşıydı: "Ulu Şirvin 'in ruhu, seni beklemişiz, seni bekiyoruz, Ulu Şirvin "in nıhu. bizi bu dünyada, kendi dünyamızda şad et.'"

Sonra meydan susunca, nağme bitince, kalabalığın ön

266


sıralanoda duran Rüstem'io sesi işitildi: "Ey Zemise banu, Cavidan sağ iken, biz onun hiçbir emrine itiraz etmedik ve şimdi, cismi gitmiştir, ruhu kal· mıştır, biz onun vasiyetini kabul ediyonız." Gözleri kapalı Zemise'nin yüzüne sevinç dolu bir ışık yayıldı... Lakin aynı zamanda kalabalık arkasından yükselen ve göklere hitap eden bir ses işitildi: "Ey ulu Şirvin'in ruhu! Cavidan'ın ruhu kimin sinesi­ ne yerleşmişse, sen ona iman ver ki o kendisi yürekten buna inansın ve kendisi buna itikat etsin!" Zemise irkildi, yüzündeki ışık söndü, Babek'in sesini tanımıştı ve yüreği bu sesteki telaşı hissederken bütün bu insanlara telkin ettiği iman ve itikada gölge düşeceğinden dehşete düşerek taş sütundan kopup ileri atıldı ve öfkeden tutuşup yanan gözleriyle kalabalığın arkasında Babek'i ara­ yarak ve Babek'e meydan okuyarak sesini yiıkseltıi: "Ey arkadan gelen tenha ses! Ulu Şirvin'in ruhuna ant olsun ki sen gecikmişsin ... Çünkü o gece, o gece ki zaman durdu, Cavidan'ın ömrü sona erdi ... O gece Babek inandı ve inanmalıydı ki Cavidao'ıo ölmez ruhu anık onun sine­ sindedir ... Ve şimdi de, bölük bölük Hiirremileri arkasına almak için nifaka, ikiliğe, perişanlığa yol açmamak için, bugün, bu anda yeni bir Cavidan lazımdır... Ve siz de, ça­ ğınn o dilaver neredeyse, meydana çıksın, çünkü o burada, benim arkamda, bu kasırda değil, orada, sizin içinizde ve sizin sıralannızdadır..."

267


Meydan. Ant töreni Meydanda, kalabalık karşısında yere öküz derisi seril­ mişıi. üstüne şarap dolu leğen konulmuşhı ve leğen yanında bir tepeleme doğranmış ekmek vardı." Babek ile Zemise öküz derisinin bir tarafında ayakta dumıuşlardı ve öküzün derisinden kopanlmamış boynuzlu başı her ikisinin ayaklan arasındaydı. İki ak gömlekli Hür­ remi ise ellerinde meşaleler Babek ile Zemise'nin arkasın­ da yer alıyordu. Başını aşağı eğen ve rengi kaçan Zernise fı sı ldadı: "Ey Babek, şimdi onlar sana tabi olmak için ant içe­ cekler... Ve bu gece ben ziyafet vereceğim ... Bu mutlu ge­ cemizde isyan hakkında sohbet olmasın ... " Babek 'in yüzü taşa döndü: "Yalnız isyan hakkında ant içildikten sonra bu gece benim ömrümü aydınlatacak ve yalnız o zaman Babek'in seninle mutlu olmaya hakkı var... " Babek bir adım ileri anı, eğilip bir parça ekmek aldı, ekmeği leğendeki şaraba batırdı, sonra doğruldu, yüzünü kalabalığa doğru dönüp dedi: "Ben. Babek Hürremdin, bu uğurlu ve mukaddes lok­ maya ant içiyorum ve siz de ant için ki Uç gün sonra ekinoks gecesi hücum edip hükümetin haraç divanlannı dağıtaca­ ğız. altın kemerinden gümüş hançer asanların malikineleri­ ni ateşe vereceğiz. Yabancı gaspçıları yurdumuzdan kova­ cağız. İsler bizden ister yabancılardan olsun, kan içen za­ limleri öldüreceğiz ve dövüşeceğiz. toprak ekenin, mahsul biçenin olana kadar. Ve yine vuruşacağız, yurdumuz baştan başa azatlık diyarı Hürremistan'a dönene kadar... " Babek bir adım geri çekildi ve yine Zemise'nin yanın-

268


da durdu. Kalabalık ise sanki nefesini yutmuştu, analığa çöken sükı'.it içerisinde yalnız meşalelerin çatırtısı duyulu­ yordu... Babek bekliyordu... Sonra rengi kaçmış Babek yeniden bir adım ileri atın­ ca, Zemise elleriyle yüzünü kapadı ve kulaklannda Ba­ bek'in boğulup patlayan sesi canlandı: ''Neden susuyorsunuz ey Hürremiler? Öldürün Ba­ bek'i ama ekinoks gecesi yalnız blrakmayın!" On beş yaşlannda genç bir oğlan kalabalık içerisinden

ileri atıldı ve bağırdı: "Var ol ey Babek, o gece seni yalnız bırakırsam namerdim ... İzin ver, ilk olarak ben ant içeyim ... " Babek' in gözleri ışıldadı: "Adm nedir senin ey genç?" "Azin!" "Gel yanımda dur ey Azin1 sen artık ant içtin! .." Babek sol kolu ile Azin'i kucaklayıp yanına çekti. Sükiit ise artık bozulmuştu, kalabalık çalkalanıp uğuldu­ yordu... Riistem izdiham içerisinden ileri çıktı, geldi ayağını öküz derisinin üstüne bastı, eğildi bir parça ekmek aldı, lok­ mayı leğendeki şaraba batırdı, sonra doğruldu ve yüzünü Babek'e dönerek dedi: "Ey Cavidan'ın seçkini! Bu mukaddes ve uğurlu lok­ maya ant içiyoruz ki bugünden itibaren sana ıabi olacağız. Üç gı1n sonra ekinoks gecesi, kılıcımız varsa elimizde kılıç, hançerimiz varsa elimizde hançer, baltamız varsa elimizde balta, yabamız varsa elimizde yaba evimizden çıkacağız ki son nefesimize kadar ak ve ayaz dinimiz uğruna vuruşa­ lım!" Rüstem geri çekildi ve ak gömlekli Hürremiler birbiri­ nin ardınca gelip aynı andı tekrar etmeye başladılar...

269


Meydan. Oba ziyareti Şimdi kasnn kaışısındaki meydanda biiyük bir mangal yan ıyordu. mangal ı n çevresinde büyük oba sofrası kurul­

muştu. Hürremiler kadınlı erkekli bu sofra başında otur­ muşlardı. Hürremi kızlan sofradaki kadehlere şarap doldu­ ruyorlardı.

Zemise ise sofra başında, m inder üstünde tek başına oturmuştu, elinde bir dem et reyhan, kaışısında iki boş ka­ deh vardı. İki Hürremi kız geldi ve her iki kadehi şarap ile doldurdular.

Zemise kadehlerden birini eline aldı ve oba sofrası ba­ şında oruranlann hepsi Zemise•ye doğru bakarak kadehle­ rini kaldırdılar ve birden Zemise sol elindeki reyhan deme­ tini sağ omzu üstünden arkaya attı. .. Hemen karanlıktan çıkan Babek reyhan demetini ha­ vada tuttu ve geldi, Zemise' nin başı üstünde durdu. Oba sofrasından sesler yükseldi: Ey yiğit, kutlu olsun! Ey Zemise banu, kutlu olsun! Babek ile Zemise'nin nikah töreni tamamlandı.

Zemise ikinci kadehi kaldınp başı üzerinde duran Ba­ bek'e verdi, Babek ve bütün hürremiler ayakta şaraplannı

içt iler. Sonra Babek, Zemise'nin yanına ve herkes kendi yerine oturdu. . .

Musiki başladı. Bir grup kız ve oğlan, Babek ile Zemise'nin karşısın­

da durdu. Oğlanlardan bitinin elinde nar çubuğu vardı, Ba­ bek'e verdi, kızlardan bitinin elinde kırmızı karanfil vardı,

Zemise'ye verdi. Babek ile Zemise ayağa kalktılar. Kara zurnanın feryadı altında, büyük mangalın çevre-

270


sinde halay grubu tur atınca, Babek ile Zemise oğlan ve kızların başında raksa başladılar...

Dicle nehri kıyısındaki Bağdat şehri. Abbasi halifelerinin "Ebediyet" sarayı Zümrüt kubbeli Ebediyet sarayı Bağdat'ın yeşil tacıy­ dı. Ve bugıin Abbasilerin Yii. halifesi Memun sarayın en gösteıişli salonunda, altın nakışlı taht üstünde oturmuştu... Hilafetin adlı sanlı ayanları ise Memun 'un huzwun­ da, ipek halılar üzeıinde dizleıi üste yan yana dizilmişlerdi. Meclistekiler içeıisinden başkadı yeıi öpüp ayağa kalktı ve dedi: uya Emirelmüminin, bugün mübarek nikahımz kıyı­ lıyor ve bu akşam kız evinde düğününüz başlıyor ve bu hayır işin sedası, Doğu'dan Batı'ya yayılmış ve şimdi Çin prensinden, Tibet yabgusundan, Hazar hakanından ve Rum hükümdanndan size annağanlar gelmiştir, izin verirseniz, elçiler huzwunuza çıkacaklar..." Memun soğuk ve parlak gözleıiyle meclisi süzdü ve dedi: "Aceleye gerek yoktur ey kadı, elçileıi davet edin, ak­ şam düğüne gelsinler ve bugün bu

Ebediyet

sarayında ilk

önce biz kendimiz hediye ve ihsanlanmızı hilafeün eşrefte­ ıine takdim edeceğiz." "Buyruk halife hazretleıinindir." diyen kadı bir adım geıi çekildi ve yine kendi yeıine oturdu. Memun: "Size malumdur ki altı yıldır ben Horasan'da, doğu hattında, Merv şehıinde ikamet ediyordum. Bu yıllar içinde burada, Bağdat'ta birçok mühim fibıeler l'lktı. İş o dereceye vardı ki babamın hanendesi olan amcam üç ay burada be­ nim tahtıma oturdu ... Ve sonra biz kendi kafilemizle Merv

271


şehrini terk edip Bağdat'a doğru hareket ettik, kader kendi hükmünü verdi, veliahdım İmam Rıza biz yoldayken rah­ metli oldu ... " Memun nefesini topladı, meclisin arkasında ise bir adam diğerinin kulağına fısıldadı. ..imam zehirli Uzüm yiyip raluneıli oldu, o Uzümü de altın tepside Halife'nin kendisi ona göndermişti. Yalnız bil ki ben sadece duyduklanmı söylüyorum..." Memun sözlerine devam etti: " ... Ben o ciğerparemi deftıettiğim gün, nasıl feryat et­ tiğime, bütün Horasan, bütün Maşruk şahittir. Şimdi ölen­ lere bir kez daha Tann'dan rahmet diliyorum ve bu uğurlu günde kardeşim Ebu İshak't kendime veliaht tayin ediyo­ rum ve onu Mut.asım lakabıyla şerefl.endiriyorum... " Meclisten sesler yükseldi: "Kuclu olsun ya Emirelmüminio, kutlu olsun!" Me­ mun: ..Ya veliaht, ey Mutasım, kalk ayağa ve gel benim sağ tarafımda otur." Yeni veliaht ayağa kalktı, gitti Memun'un karşısında yere kapandı, yeri öp!U, sonra kalktı, Halife'nin sağ tarafın­ daki mindere oturdu. Memun: .. Ve yine size malumdur ki bu ağır ve uzun yolumuzda bize başka bir musibet de uğradı, kafilemiz Sarah şehrine vardıktan sonra vezirim hamamda gusül ederken, dört eş­ kıya vezirimi hamam içinde katlettiler... " Memun nefesini topladı, meclisin arkasında ise bir adam diğerinin kulağına fısıldadı: "O dött eşkıya idam olurken hepsi bir ağızdan feryat eımişler ki,

ey Müslümanlar. biz halifenin emriyle hamam­ da gusül eden şahsı kat/ellik, çünkii halife bizi affetmişti... " Memun sözlerine devam etti:

272


"... Şimdi ölenlere bir daha Tann'dan ralunet diliyo­ rum ve bu uğurlu günde hilafetin vezirliğini Ahmet bin Ha­ lit' e havale ediyorum... Meclisten sesler yükseldi: "Kutlu olsun, ya Eınirelmüminin, kutlu olsun!" Me­ mun: "Ya vezir, ya Ahmet bin Halit, kail< ayağa ve gel benim sol tarafıma otur." Yeni vezir ayağa kalktı, gitti, Memun 'un önünde yere kapandı, yeri öptü, sonra kall<tı, Halife'nin sol tarafındaki mindere oturdu. Memun: "Ve kalan bütün hazretler de bu akşam bizden hediye alıp iltifat görecektir ve şimdi herkes yol için hazır olsun ki kız evi bizi Sulh kasnna, diiğüne davet ediyor." Biitün meclis ayağa kalktı. Memun tahttan indi ve sarayın ikinci salonuna doğru yöneldi. Ve şimdi ona veliaht, vezir ve başkadı eşlik eni­ ler. Memun salonun sonuna varınca hemen karşısındaki "ceylan göz" perdeler sıynldı ve Halife ikinci salona girdi. Burada duvar boyunca birbirinin yanında saray gulamlan dizilmişlerdi ve her birinin kolunda Halife'ye mahsus bir kat mücevher işlemeli giysi vardı. Memun dunnadan, üzerinde inciler ve elmaslar ışılda­ yan giysilerine geçici bir bakış atarak gulamlar karşısından geçip gini, veliaht, vezir ve başkadı da Halife'nin arkasın­ dan giniler. Memun ikinci salonun sonuna varınca, derhal yine karşısında "ceylan göz" perdeler açıldı ve Halife lalasına seslendi: 11Ya Siraç!" Lala hemen perde arkasından çıkıp Memun'un karşı­ sında durdu:

273


"Ya Emirelmüminin, emrinize amadeyim."

"Git benim kara sanğımı, kara cübbemi ve kara keme­ rimi getir. buradaki giysilerin hiçbiri bu akşam bize lazım olmayacak." Lala baş eğip perde arkasında yok oldu, başkadı ise Halifc"ye tazim edip dedi: ··va Emirelmüminin, sebep nedir ki düğün meclisine kara elbiseyle gidiyorsunuz? Ve bir gün kendiniz buyur­

muşrunuz ki kara giysi cehennemin giysisidir, fakat cennet ehlinin giysisi yeşildir." Memun geri döndü, soğuk bakışlanyla başkadıyı süz­ dü ve dedi: ··o sözler Horasan'da söylerunişti ya kadı. Orada ye­ şil giyinmek bize uğur getirmedi. .. Kara giysilere gelince, acaba kara giysi erkeklerin ve dirilerin elbisesi değil mi?" Başkadı bir an gözlerini kırpu, sonra dedi: ··Elbette ki, kara renk yetmiş yıldır Abbasiler devleri­ nın alametidir. ya Emirelmüminin ... Ama niçin kara giysi erkeklerin ve dirilerin elbisesidir, bunu hakir bendeniz an­ lamadı. .. " Mcmun'un gözlerinde alaycı panltılar oynadı: "Çünkü hiçbir kadını kara elbiseyle evlendiırniyorlar, demek ki kara elbise erkeklere mahsustur ve hiçbir ölüyü kara kefenle defnetıniyorlar, demek ki kara elbise dirilere

mahsustur." Memun döndü, sarayın üçüncü salonuna girdi ve şimdi Halife'ye yalnız veliaht Mutasım eşlik etti. Burada kimse yoktu ve Memun üçüncü salonun sonuna varınca, karşısın­ da "ceylan göz" perdeler açılmadı. Halife hayret içerisinde durdu, kaşları çatıldı ve seslendi: ··va oğlan' Ya gulam!" Lakin perdeler yine kımıldamadı ve perde arkasından

274


ses gelmedi ve Memun sesini yiikselni: "Ya oğlan! Ya Beşir!" Birden Memun'un karşısındaki perdenin ucu havaya fırladı, Halife gayriihtiyari bir adım geri çekildi ve perde arkasından çıkan Beşir boğazında tıkanmış lokmayı zorla yutarak ve yağlı ellerini kalçalanna silerek bağırdı: "Ya oğlan! Ya gulam! Bütün gün ya oğlan, ya gulam! Acaba anası ölmüş oğlan bir lokma zıkkım yiyemez mi? Acaba evi başına yıkılası gulam bir yudum su içemez mi?" Memun ile Mutasım yerlerinde donup kaldılar. Halire başını aşağı eğdi. Mutasım ise hırsından boğulup karardı. Lakin sesini çıkarmayarak Memun'un emrini bekledi. Nihayet Memun başını kaldırdı ve dedi: "Ya Mutasım, tanıdın mı bu köle kimdir?" Mutasım, Halife'nin karşısında yere kapandı, yeri öptü, sonra ayağa kalkıp dedi: "Tanıdım ya Emirelmüminin. Bu benim sana verdiğim Türk kölesidir. izin ver bu melonun başını şu anda ayakla­ nnın altında keseyim." ..İstemez ya Mutasım," dedi Memun gülümseyerek, "sen, bu Türk kölelerini çok seviyorsun, ne elinle ne dilinle ona zarar verme, çünkü bugün ben herkesin suçunu affedi­ yorum..." Halife sarayın harem dairesine yöneldi ve buradan o tarafa doğru artık ona kimse eşlik etmedi.

İkinci salon Perdeler arkasından Memun ile Beşir arasındaki sah­ neyi seyreden vezir ile başkadı birbirinin yüzüne bakakal-

27S


mışlardı. Nihayet vezir dedi: "Ya kadı, daha dün köle pazarından salın alınmış bir Türk kölenin bugün Emirelmüınininin'e nasıl bağırdığını duydun mu?"

, "Duydum ya vezir ama kulaklarıma inanamadım. .

"İnan ya kadı, çünkü bundan sonra Horasan ile Irak arasındaki nifaka son verilmesi gerek ve hilafetin payitahtı isler Merv olsun isler Bağda!, farkı yoktur, Abbasiler hilafe­ ri ta evvelden Arap halifeleri ile İran vezirlerinin devletiydi. Şimdi de lazımdır ki bundan sonra da bu hal ne halel gör­ sün. ne bozulsun ... " "Sonra. ya vezir?" "Ne sonrası ya kadı, bilmez misin, yeni veliaht Muıa­ sım 'ın anası Türk kızı bir cariye idi ve gönnüyor musun, veliahı başında olduğu Türk kölemenler ile Bağda! sokak­ larında aı koştururken, önlerine kim çıksa ezip geçiyorlar? Düşünsene, Muıasım halife olursa, başına topladığı bu şey­ tan ıohumlan ne Arap'a baş eğecek ne Acem'e? Sakalımız kalacak bu sakalsızlar elinde?"

Memıın'ıın Harem dairesi Memun şimdi kara sank ve kara cübbeyle, kara atlaslı bir döşekte onırmuşnı. Boynundan alım haç asmış başıabip ihtiyar Cebrail ise halifenin karşısında diz çökmüşıü. Tabip: "Ya Emirelmüminin, düğüne gibneye hazırlanıyorsu­ nuz ama çok düşi'ıncclisiniz." "Ben en mahrem arzularımı sana açmışım ya Cebra­ il... Ve kendin gördün ki ben Bağdat'ı sakinleştirmek için

276


Merv'i kurban verip payitahtı yine bu şehre taşıdım ve bugiin yine kara libas giyinip yeşile ve Şia'ya sırtımı dön­ düm ... Ve şimdi de lran'ı sakinleştirmek için bu akşam Ho­ rasanlı bir kız ile evleniyorum..." '1'ann'dan dilerim ki bu yeni izdivaç size yeni saadet, yeni bahıiyarlık bahşetsin, ya Emirelmüminin." Memun alaycı bir tavırla gülümsedi ve dedi: "Ya Cebrail, derler ki biri bir gün bir canavar yakaladı ve herkes toplanıp o canavarı dövmek istedi ama o anda biri yandan çıkıp dedi ki, dunm ey gafiller, ne yapıyorsunuz, eğer ki siz bu zalimin kıyamete kadar azap çekmesini isli· yorsanız, o canavara düğün yapıp evlendirin... "

Dicle nehri kıyısı. wsulh" kasn Kasnn en gösterişli odasında alıın şamdanlarda kırmı­ zı, yeşil ve san mumlar yanıyordu. Döşemeye altından do­ kunmuş büyük bir hasır serilmişti. Bu ahın hasır üstünde, üzerinde mücevher işlemeli ak elbisesi olan gelin ile başlan ayağa kara giyinmiş Memun ayakta birbirinin yanında dur­ muşlardı. Halife'nin halasının elinde altın bir sini içeri girdi ve sininin içindeki incileri gelin ve Memun'un başına indirdi ve Memun ahın hasır üstüne dökülen incilere bakarak dedi: "Ya bibi, bu inciler kaç ıaneydi?" "Üç yüz iiç taneydi ya Emirelmüminin." "Bu kadan israftır ya bibi, ben bu incileri kız evinin cariyelerine bağışlıyorum, çağır gelip toplasınlar." Hala elini eline vurdu ve hemen bir grup cariye koşup

277


geldi ve göz açıp kapayana kadar incileri alım hasır üstün­ den ıopladılar. Sonra kızlar ve Halife'nin halası perde arka­ sında yok oldular. Şimdi de Halife'nin üvey anası şişman Zübeyde Hanın içeri geldi ve Zübeyde'nin üstünde o kadar mücevher vardı ki kolıuğuna giren iki cariye kıza yaslanıp güçh1kle ayakta duruyordu. Zübeyde cariyelerin kollanndaki mücevherli kaftan­ dan birini Memun 'un, diğerini gelinin omzuna attı. Memun: "Ya Zübeyde, bize büyük ikram ettin arnrna bibim gibi sen de israf yapıyorsun." ··va Emire lmüminin, senin cömertliğin karşısında bu hiçbir şeydir. Ve bırak olmasın, Aras kıyısındaki Varsan şehrinden gelen bir yıllık haraç." "Ya Zübeyde, sen merhum babam Harun el Reşit'in başharemiydin ve Emirelmüminin sana Azerbaycan mem­ leketindeki Varsan şehrini verdi. Şimdi ben de bu uğurlu günde o memlekeneki şehirlerden Tebriz'in haracını ömrün boyunca sana bahşediyorum ... " "Ey halifelerin en iyisi, senin ömrün Süleyman Pey­ gamberin ömründen uzun olsun ve yeni kann sana yedi oğul doğursun, bir kız doğurmasın!.." Zübeyde Hatun koltuğuna giren iki cariyenin yardı­ mıyla odadan çıkıı. Memun ile gelin odada yalnız kaldılar ve Halife kara cübbesinin göğüs cebinden , her biri serçe yumurtası büyük­ lüğünde olan bir avuç elmas çıkanp gelinin başına sepeledi, sonra kızın duvağını kaldırdı. Yuvarlak iri elmaslar alım hasır üsıünde sağa sola yu­ varlanıyordu. Memun durup bekliyordu, başını aşağı eğen gelin ise yerinden kıpırdamıyordu... Memun altın hasır üsıünde yuvarlanan elmaslara baka-

278


rak şair Ebu Hevas'tan iki mısra okudu, sonra dedi:

"Ey Semerkant gibi yüce boylum, sebep nedir ki bizim hediyelere bakmıyorsun?" Gelin eğildi ve yalnız bir iane elmas aldı, sonra Me­ mun 'un karşısında diz çöküp yer öptü ve ayağa kalkıp dedi: ..Ya Emirelmüminin, Hasan bin Sehl 'in kızı Boran bu­ günden itibaren senin cariyendir ve senin cömertliğinin bir zerresi bütün ömür boyu ona yeter." "Ya Hasan bin Sehl'in kızı, bundan sonra senin adın Boran olmayacak, çünkü bugünden itibaren ben sana Haz­ reti Hatice'nin ismini bahşediyorum ki bu ismin sahibi Pey­ gamberimizin ilk hanımıydı ve hanımlar içinde lslam'ı ilk kabul eden de o kadındı." "Bugünden itibaren Hatice de Emirelmilmininin cari­ yesidir ve cariyeniz konuşmak için izin istiyor sizden." "İzin verildi!" dedi Memun ve gülümsedi. "Ya Emirelmüminin, sebep nedir ki Horasan 'daki dost­ lannı kurban verdin, ama burada, Bağdat'taki düşmanlannı affettin ve benim amcam ki senin vezirin ve sağ kolundu, Sarah şehrinde hamam içinde katledildi fakaı kendi amcan sana rakipti, cezasız kaldı?" Memun ürperdi, gözleri öfkeyle parladı, lakin Hali­ fe'nin sürmeli gözlerinin heybetli bakışlannı gelinin ba­ dem gözleri cesaretle karşıladı. Memun kendini toparladı ve dedi: "Ya Hatice, boynunu itaat halkasından çıkaranlar kur­ ban edildi ve boynunu yeniden itaat halkasına sokanlar af­ folundu..." "Ya Emirelmüminin, ikinci kez izin istiyorum." "İkinci kez izin verildi!" dedi Memun ve kaşlan çatıldı. "Ve yine sebep nedir ki ya Emirelmiiminin, kardeşin Ebu lshak'ı kendine veliaht tayin enin ve ismini Mutasun

279


koydun ama bizim doğacak oğlumuzu şimdiden rezil ettin ve kanuni hakkını çiğnedin!"

..Suphanallah! Oğlu olan kanm cesaret edip bana bir

şey demedi fakat henüz oğlu olmayan kanm ilk geceden benim huzurumda siıem ediyor? Ve öyleyse dinle, ey Bo­ ran. dinle. ey Horasan kızı ... " "Ya Emirelmüminin, senin anan Meracil de Horasan­ lıvdı ve umanm o banunun kabri nur ile dolar!" . Memun tunu ve temkinle dedi: "Ya Hatice. ben basiret gözüyle çok uzağa baktım ve kardeşimi şu yüzden kendime veliaht olarak tayin ettim ki benden sonra onaya çıkacak fitnelerde büyük oğlum Abbas \"C senden olacak diğer oğullanm sağ kalsınlar, mahvolma­ sınlar." "Ya Emirelmüminin, benim oğlum, eğer senden sonra bu hilafete sahip olamayacaksa sağ kalsa ne olur ve bugün Emirelmüminin 'in cariyesi olan Hatice yann veliahı anası olmayacaksa ... •· Memun öfkelendi, omuzundaki elmaslı kaftanı çıkarıp yere çırptı ve başı alevli gelin odasından çıktı. Gulamlar birbirinin ardınca Halife'nin karşısında ipek perdeleri kal­ dırdılar ve Memun keskin adımlarla tek tek odalardan geçip gitti ve nihayet geldi büyük salona. Lalası Siraç son perdeyi açmak isterken elini kaldırdı: ..Dur. ya Siraç?" Durdu, nefesini topladı ve bir an düşünceye daldı, son­ ra başını kaldırdı ve hayretle sordu: "Ne oldu ya Siraç? Neden duğün meclisinden ses gel­ miyor, neden çalan, okuyan yokrur?" "Ya Emirelmüminin, uzaklardan birbirinin ardınca ulaklar geldi, veliahda ne dedilerse meclis sustu ve şimdi herkes sizi bekliyor."

280


Memun işaret etti, Siraç perdeyi açtı ve Halife meclise girdi. Sırayla duvar boyunca yan yana oturan konuklar he­ men yer öpüp ayağa sıçradılar. Memun: "Ne oldu hazretler? Düğüne mi geldiniz yoksa maıeme mi?" Muıasım ileri çıktı ve baş eğip dedi: ..Ya Emirelmiiminin, senin bu mübarek toyun daha kırk gün devam edecek ve kırk gün, sen bu "Sulh" kasnn­ dan çıkmayacaksın, izin ver, hilafetin uç eyaletlerinden ge­ len mühim bir haberi ertelemeden huzuruna arz edeyim." "İzin verildi, ya Mutasım, söyle." "Ya Emirelmüminin, Azerbaycan memleketinde müt­ hiş bir kıyam başlamıştır." "Azerbaycan'da yahut Curcan'da veya başka yerde her zaman kıyamdır ya Mutasım ve ben dümeni elime aldığım zaman bütün hilafet alevlenen bir gemi gibiydi ... " "Lakin bu başka bir kıyamdır ya Emirelmüminin, bu aşağının isyanıdır yukan üzerine. Ve bu isyanın önderi uç eyaletlerde asi olan bir vali değil, Ceyhun çayının öıesinde­ ki bir İhşiı değil, Ermenia'daki bir patrik değil, Mısırdaki bir harici değil ve Küfe'deki bir Alevi değil ... " "O zaman mecusi ve ateşperest mi?.. "Daha farklı bir dinin sahibidir ya Emirelmüminin, Bezzeyn dağlannda zuhur etmiş Babek Hürremdin adlı bir kafirdir ki eğri dinini eline silah yapıp İslam'ın üzerine kal· dmnıştır. Ve o memleketteki bütün haraç divanları darma­ dağın edilmiştir. Vergi toplayan tahsildarlar katledilmiştir. Dehkanlann malikaneleri ateşe verilmişıir. Şehirlerdeki mescitler talan edilmiştir. Ve şimdi o memleketin cümle soyluları ve eşrefleri kaçıp Marağa şehrinde sığınmışlar... " Vezir ileri çıktı, Halife'ye tazim edip dedi: "Ya Emirelmüminin, o Tann düşmanının tebliği şudur

281


ki İslam dini neyi haram buyurmuşsa helaldir ve burun dün­

yanın nimetleri bütün insanlar arasında eşit bölünmeli .....

··sizim ıerk-i dünya zahiıler ve haçperest rahipler de halka empoze ediyorlar ki zengin kendi servetini yoksullara dağıtsın ... Ve İslam dini zayıfı kuvvetliye miisavi kılmak için indirilmiştir... " Başkadı ileri çıktı ve Halife'ye tazim edip dedi: "Ya Emirelmüminin. herkes kendi helal malından gö­ nüllü olarak fakire bir pay verirse, elbette ki bu sevap iştir. Ama o melun zorla zenginin eteğini kesip yoksulun paçav­ rasına yamamak istiyor ve diyor ki 'Diinyadaki bütün cina­ yeı/eri11 iki sebebi ı·ar; biri servettir, diğeri kadın. 'Onun fa. sık akidesine göre dünyanın kadınlan ve erkekleri her gece bir yorgan altına girip yatmalıdırlar... " Memun 'un gözlerinde uğursuz ışıltılar tutuştu: "Ya serasker, ya İ bni Müaz. neredesin? İleri çık." Hilafetin adlı sanlı kumandanlanndan biri ileri çıktı ve Memun'a tazim edip dedi: "Emrinize amadeyim ya Emirelmüminin!" "Ya serasker, buradan evine değil, doğrudan ordugaha gidersin. ne kadar asker lazımsa, kendin bilirsin ve sabah olunca üç kara bayrak altında kifir Azerbaycan dağlannın üzerine yürürsün. Ve o gizli dinin mensuplanndan erkekleri kılıçlan geçirirsin ve boyu beş kanşa ulaşan oğlan çocukla­ nna bile merhamet etmezsin ve sonra kadınlarla çocuk.lan esir edersin ve getirip burada kul pazarında satarsın. Ne ka­ zanırsan, beşte biri hazinenindir ve ka1an beşte dördü helali hoşun olsun!" İbni Müaz baş eğip dedi: "Ya Emirelmüminin, buyruk senin, itaat bizim ve son hüküm Allah'ındır."

Memun meclise hitap etti:

"Şimdi oturun ey hazretler, duyduğumuz kAfıdir... " 282


Memun geçip meclisin başında kendi yerine oturdu ve bütün konuklar da minderlerine oturdular. Halife yüzünü meclisteki şarkıcıya doğru tutup dedi:

"Ya ilmi Cami, çengi' eline al ve bize bir gazel oku ki

şirin sözlerinden mest olalım ... Hilafetin meşhur şarkıcısı mızrabını ipek kaplamalı çenge vurup okudu: "Yene mey dolu piyalemde hayalin görüyorum ..

"

. . .

Birbirinin ardınca açılan kınnızı bayraklar rüzgarda dalgalandı ve kızaran bir fezada bahar başladı: "Kızıl bayraklı Azer Hürremileri ile kara bayraklı İs­ lam ordulan arasında yapılan savaşlann 1 3 . yılıydı. Bu süre zarfında Halife Memun'un birbirinin peşi sıra isyancılann üstüne gönderdiği altı büyük ordu Bezzeyn dağlannda dar­ madağın edilmişti ... Ve şimdi Emirelmümininin emri ile hilafetin en meşhur kumandanlanndan Tusi çok büyük bir ordu ile Babek'in üstüne geldi."

Bezz kalesi Cavidan kasn. Babek'in karargibı Bahar gecesiydi. Cavidan kasn karşısındaki meydan piyade ve atlı birliklerle dolmuştu ve saf saf dizilmiş bütün silahlı birlikler hareket emri beklemekteydiler...

8. Çen" Kadim, ıelll bir çalgı aleti.

283


Kasnn üsr katında, Babek'in dairesinde ışıklar yanı­ vordu. Sütunlar altında hasırlarla döşenmiş büyük bir odada

8abck yukarı başta minder üstünde bağdaş kun.ıp otunnuş­

ıu. Jcrın düşünceye dalmıştı . başım aşağı eğmişti ve dizle­ rınin üzerine koyduğu kılıca dikilen gözleri yol çekiyordu.

Ordu kumandanlarından Tarkan. Rüstem ve daha genç ku­ moın<lanlım.Jan ..\zın ile Muaviye de içerideydiler, Babek'in

....ğ.ında

ve solunda otunnuşlardı ve hepsi yeni elbiseler

gıyınınişlcrdi . başlarında demir tolgalar, üzerlerinde zırhlı k<ılianlar \·ardı. .. Babck 'in kardeşi genç Abdullah içeri geldi, başı açıktı, uzun saçları boynuna dökülmüştü ve ak gömleği üstündeki k"ıncrindcn sedef saplı hançer asılmıştı. Abdullah dedi: "Ey Babek. ey ulu önder, kale içinde yakalanan düş­

man casusu kapı arkasındadır." "Bırakın gelsin içeri."

İki silahlı Hürremi ele geçirilen düşman casusunu içeri ııclct.lilcr. kendileri ise kapı ağzında ayakta durdular. Casus <lızlcri üstüne çöktü ve başını sinesine eğip durdu. Babek:

c

··Ey çokbilmiş adam, anın ı kurtannak ister misin?"

.. flbcııc ki

isterim ya hazret ama ne pahasına?"

··sorularıma doğru cevap verirsen. seni idam eninne-

ycccğim.

Bczz kalesinde yedi bin savaş esiri Müslüman

var. Sen <le onlardan biri olursun." "Ya hazrcı. ben buraya gelmiştim ki Bezz kalesi hak­ kında

bilgi

ıop layayını ve şimdi aksine, sen benden bizim

ordular hakkında bilgi isteyeceksin. Doğrusu şudur ki em­

c aa

ret ell t.l boynumu vursun!" " Ü stümüze gelen 6. hilafet ordusu hakkında senden bi l gi almaya ihıiyacımız yoktur, biliyoruz ki Tusi,

Hali­

fe 'nin en becerikli kumandanıdır. . . Ve dün hilafet ordusun­ da kaç kişi nezle olmuş, ondan da haberimiz

28'1

var...

Sen se-


dece benim bir tek soruma cevap ver. Eğer sağ salim olarak Tusi'nin yanına dönseydin. ne diyecektin kendi emirine?" ..Ya hazret, Tusi beni göndermişıi ki Bezz kalesinde bqkaldınlar bqlarnış mı ve senin orduların içinde perişan­ lık nişaneleri var mı? Ama Bezz kalesinin kadınlanna iğne iplik satarl<.en ağzımı biraz gevşek tuttum ve çok çabuk ele geçlim ve şimdi Tusi karşısında mahcubum." "Elbene ki çok çabuk yakalandığın için hayıflanmaya hakkın var. Çünkü hemen ele geçmeseydin. belki öğrenebi­ lirdin ki doğrudur, ordu içinde hiçbir ıelq yoktur ama bazı ordu kumandanlan biraz perişanlığa kapılmışlar." Babek sağında ve solunda oturanlara keskin bir bakış attı. Casus gözlerini ovaladı. Babek'in ordu kumandanlan ise dönüp hayretle birbirinin yüzüne baktılar. Babek silahlı Hürremilere dedi: "Götürün, esirler bölümüne atın ve ayaklanna pranga vurun ki kaçmasın!" Casusu götıirdüler. Babek ayağa kalktı, hemen ordu kumandanlan da ayağa kalktılar. Babek dedi: "Oturun ve sofra kurdurun! Sofrada Gürcü şarabı, hur­ ma hoşafı ve bal şerbeti olsun. Ve hava çok sıcaktır, ıolga­ lannızı başmızdan çıkann ve kılıçlannızı belinizden açın... Soframıza konuk gelecek, ben onu meclisimize davet etme­ ye gidiyorum ... Babek karargıihından çıktı, işaret eni. Ab­ dullah da onun peşinden gitti. İçeride kalanlar bir müddet birbirinin yüzüne baktılar. Coşkun tabiatlı Azin dedi: "Ey Tarkan, ne olmuş bu gece ulu öndere? O nasıl lafü ki düşman casusuna dedi? Nasıl yani bazı ordu kumandan­ lan içerisinde perişanlık var? Ve şu anda ki bölükler çoktan yürüyüşe hazır bekliyorlar, bu şarap sofrası ne demektir? Veya o meçhul konuk kimdir?"

285


"Ey Azin, müşkül sorularına cevap veremiyorum. Ama şunu biliyorum ki Babek yine hamleyi Tusi'ye bırakıp hila­ feı ordusunu biraz daha yaklaştırsa, her iki taraf uçurum kı­ yısında da dövüşen iki koç vaziyetinde kalacak ve taraflar­ dan biri mutlaka mahvolacak. Her nedense çok cesur, diğer taraftan çok korkunç bir adım atmak istiyor ulu önder.....

Cavidan kasnnıo mahzeni Babek yanında iki meşaleci ile kasrın mahzenine indi ve aşağıdaki nöbetçiler bir hücrenin kapısını açtılar. Meşa­ leciler ileri geçip içeriyi aydmlanılar. Mahzen hücresinde kara sarıklı, ayaklan prangalı bir adam saman üstünde, dizlerini kucaklayıp başını dizleri üsıe koymuşru. Hücre aydınlanınca tutsak başını kaldırdı ve Babek'i ka�ısında görüp ayağa kalktı. Babek: "Hayırlı geceler ya l bni Cüneyt, neden hal§ uyuma­ mışsın?" "Hayırlı geceler ya Babek, ben esirim, tutsağım, dü­ şünce, hayal, uyumama izin venniyor, sana ne oldu ki gece­ nin bu vaktinde. kendi kasrında uyanıksın?" ··va İ bni Cüneyt, ömrün sonu var, işin sonu yoktur ve nihayet bu gece seninle ilgilenmeye zaman buldum ... " ""Eğer öldürmeye geldiysen, izin ver, yatak namazımı kı layım, sonra idam et!" "Ya İ bni Cüneyt, maksadım şudur ki bu gece seni azat edeyim ve sen bu gece benim tarafımdan Tusi 'nin ordugi­ hına elçi olarak gidesin ..."

286


Babek'io karargahı Hasır üstüne softa kurulmuştu ve ordu kumandanları bu sofra başında oturmuşlardı. Lakio kimse konuşmuyordu. Babek içeri geldi ve herkes ayağa kalktı . Babek başından tolgasmı çıkardı, kılıcını belinden çözüp sofra yanına artı. duvardan tamburu aldı ve minder üstünde bağdaş kurup ya­ vaşça telleri tıngırdatmaya başladı ... Şimdi ara sıra kasır karşısındaki meydandan, sabn tü­ kenmiş savaş atlannm kişnemesi duyuluyorken Azin başını kaldırdı ve donuk bakışlarla Babek'i süzdü ... Nöbetçiler ayaklanndan prangalan çözülmüş lbni Cü­ neyt'i getirdiler. İçeridekiler başlannı kaldırdılar ve İbni Cüneyt'i göriınce dönüp yine hayretle birbirinin yüzüne baktılar. Babek: "Gel otur ya lbni Cüneyt. Burada sofra başında otu­ ranlar benim en yakm savaş yoldaşlanmdır, bu Rüstem 'dir, bu Azin, bu da süt kardeşim Arap oğlu Muaviye'dir ve Tar­ kan 'ı sana takdim etmeye gerek yok ki seni esir alan odur ve sen onu çoktan beridir tanıyorsun ..." lbn Cüneyt sofraya oturdu ve dedi: "Ey Babek, savaşlarda çok acayip şeyler olur. Ve o aca­ yip şeylerden biri şudur ki Rumlar biz Araplann karşısında duramıyorlar, biz Araplar da Türklerin karşısında duramı­ yoruz ve Türkler de Rumlann karşısında duramıyorlar." "Haklısın, savaşlann sırlan çokrur. O yüzden de biz Hürremiler ki altı defa hilafet ordulanna galip gelmişiz, şimdi istemeyiz ki bu zaferler bizi mest etsin. Ama bu sof­ ra ki iyi niyetle kurulmuştur, bu sofra başında biraz mest olmak günah değil. Ve biz ki kafiriz, şaraba ve hurma ho­ şafına meylederiz, sen de bir Müslüman olarak buyur, bal

287


şerbeti iç ki o mühim mesele hakkmda konuşalım... " "Ey Babek, mademki sen esir düşmüş bir İslam emiri­ ne bu kadar ilıifaı ediyorsun, İbni Cüneyt'in düşüncesi şu­ dur ki o da bu dünya kevserinden tatsa kıyamet kopmaz." "Öyleyse hepimiz Gürcü şarabı içelim ki sohbetimiz uğurlu olsun." Babek ile İbni Cüneyt kadehlerini kaldınp içtiler. Tar­ kan. Rüstem ve Muaviye de kadehlerinden bir yudum içip yere bıraktılar. Lakin yalnızca Azin elini kadehe uzatmadı ve Babek gözünün ucuyla A.zin 'i süzdü ve bıyıklan altında gülümser gibi oldu . . . Abdullah telaş içerisinde karargatıa geldi ve dedi: "'Ey Babek, ey ulu önder, düşman casus esirler bölü­ müne götürülürken fırsat bulup kaçmıştır." Babek bir müddet konuşmadı, sonra Abdullah'a dedi: ''Ey kardeşim Abdullah. bu iyiye alamet değil, derhal her iki nöbelçiyi zindana aı, sen kendinde de cezasız kal­ mayacaksın!" Abdullah dönüp gini, Babek yüzünü lbni Cüneyt'e çe­ virip dedi: "Ya İbni Ciineyt, son günlerde Tusi birbirinin ardınca Bezz kalesine çok casus gönderiyor. . . Eğer bu hazırlanan kati hücumun alametiyse, benim teklifimi Tusi 'ye ulaştır­ makla çok sevap iş yapmış olwsun." "'Ey Babek, eğer sen benim yerime Tusi'den yüz bin dirhem fidye istersen, ben bir asker olarak ant içerim ve enesi gün o meblağı Tusi'den alıp sana gönderebilirim... Ama Tusi 'yi seninle konuşmaya razı edebileceğim husu­ sunda söz veremem." "Neden? Tusi 'nin de canı demirden değil ve iki yıldan fazladır ki savaşıyoruz ama ne o galip geldi, ne ben ve şim­ di belki de Tusi de benim gibi yorgundur. Neden konuşma-

288


ya razı olmasın... "Şu yüzden ki bundan üç yıl evvel Halife Memun tüm Azerbaycan'ı ta Kazvin'e kadar bana bağışlamış ve senin üstüne göndermişti. Ve şimdi de bütün Azerbaycan'ı ta K.azvin'e kadar Tusi'ye bağışlamış, senin üstüne gönder­ miştir. .." "Bırak Kazvin ve Azerbaycan Tusi 'nin olsun ama Bez­ zeyn dağlan benim. Yeter ki konuşmaya başlayalım." Azim irkildi ve sofra başında oturan diğer ordu ku­ mandanlannın kaşlan çatıldı. lbni Cüneyt başlannı aşağı eğen bu adamlara baktı ve dedi: "Ey Babek, eğer sen aman diliyorsan, Tusi'nin bu hu­ susta Halife'den izin alması gerekir ve eğer Halife sana aman bahşedip Bezzeyn dağlannda senin muhtariyetini kabul ederse, sen bu dağlann on üç yıllık haracını verme­ lisin... " "Şimdilik bırak Tusi otursun kendi yerinde ve Heş­ tadsar dağının eteğinden yukan çıkmasın ... Ve sonra eğer Halife bizden haraç isterse, doğrudur, on üç yılın haracını verecek gücümüz yok ama yedi yılın haracını verecek gü­ cümüz var." Genç Azin dayanamayarak patladı: "Ey Babek, ey ulu önder, belki de Halife senden haraç olarak her yıl üç yüz kara kaşlı, uzun kirpikli kız isteyecek, cariye isteyecek, buna da mı razı olacaksın?" Babek hırsından boğuldu ve dedi: "Ey Azin, izinsiz konuştun ve hadsiz konuştun. Sus ve dikkatli ol ki, Babek'in sabır küpü dolup taşmasın." "Ne zaman Hürremilerin şerefi çiğnenirse, Azin 'i hiç­ bir kuvvet susnıramaz!" Babek bağırdı:

289


"Ey ağzından süt kokusu gelen cüretkir! Korkmuyor musun, başın omzundan kopup ayağının altına düşecek?" "Oyalanma ey ulu önder, al kılıcını. önce benim boy­ numa vur, sonra pazar kur, Tusi ile alışverişe başla ... " "Tamam! Çık, kapı arkasında idam zamanını bek.le!" Azin ayağa sıçradı ve odadan çıktı. Babek ise lbni Cü­ neyt'e dedi: "Ya lbni Cüneyt, sen doğru gözlii, doğru sözlü bir adamsın ve git benim teklifimi Tusi'ye söyle ve benim ki etrafımda bu kadar nifak var, ben Bezzeyn dağlanyla yetin­ meye razıyım."

Kale kapısı Gece yansını geçmişti, ikinci horoz ötme vaktiydi. Bezz kalesinin kapısı açıldı ve İbni Cüneyt iki meşalecinin eşliğiyle kaleden çıktı ve atını sürerek biraz sonra karanlık­ ta yok oldu...

Babek'in karargahı Ordu kumandanlan anık ayaktaydılar. Babek tolgasını başına koydu, kılıcını yerden aldı ve seslendi: "Ey Azin, içeri gel!" Bir an beklemeden Azin içeri girdi, kapı ağzında dur­ du. Babek dedi: "Yaklaş!" Azin yaklaşlı, Babek'in elindeki kılıca baktı, başını

290


eğdi ve dedi: "Mademki bitirdin alışverişini, vur!" Babek coşkun bir hareketle Azin' i kucaklayıp bağnna bastı ve dedi: ..Fazla fazla urgan ve merdivea al, ilk önce senin birli­ ğin hareket ediyor... "

Zernise'nin odası Babek savaş elbisesiyle Zemise'nin odasına geldi. Nişte mumlar yanıyordu, Zem.ise sedir ıistündeki yata­ ğında uzanmıştı, böğrüne kısılıp yatan körpe kızı derinden nefes alıp fısıldıyordu. Yerde halı üstılnde ise birbirinin ya­ nında iki oğlan çocuğu yatmıştı, birincisi Cavidan'ın oğluy­ du, on üç yaşında, diğeri Babek'in oğluydu, on iki yaşında. Babek yaklaştı, Zemise'nin yanında sedir üstünde onırdu. Zemise fısıldadı: "Gidiyor musun?" "Gidiyorum ... Geldim ki çocuklara bakayım ve seninle vedalaşayım." "Oğlanları uyandırayım mı?" "İstemez, bırak şimdilik doyana kadar yatsınlar, nasıl­ sa üç yıl sonra uyuyamayacaklar... " Zerinse yatağından kalkıp oturdu: "Üç yıl mı? On üç yıl yetmedi mi? Hele üç yıl daha mı?" "Üç yıl, on yıl, otuz yıl... Belki de ömrümüzün sonuna kadar... Ne vakte dek onlar varsa, biz de vanz... " "Hayır, sen başlattm bu savaşı, sen de bitireceksin... Neyim varsa sana feda ettim, gençliğimi, güzelliğimi ... Ve

291


şimdi onlar kaldılar bana ve her ikisi de benimdir." Babek körpe kızına bakarak gülümsedi: "Her ikisi senin olunca, bana ne kalıyor? Kelebeğe benzeyen bu zarif varlık mı?" Zemise'nin göz bebeklerinde kara kıvılcımlar alevlendi: ..Yeni kann, Şuşan senin için oğul doğunır." "Şuşan, Aras'ın ötesinde benim temsilcimdir, Aran patriklerini gemde tutmak için. Ve bu, ittifak hatınna yapı­ lan izdivaçlır ve Şuşan benim ordulanma tahıl gönderiyor." Kıskançlık yılanı Zemise'yi kalbinden soktu: "Gece karanlığında ak yastıklar birbirine yaklaştığında arzular var, alev alıp yanan yorgan döşek var, ittifak, siyaset ve tahı 1 hepsi, hepsi boş sözdür ve üç çocuk emzirdikten sonra sen benden soğudun yahut senden aldığım millfat unutulmak oldu." Babek ayağa kalktı: "Her defasında senin yanına gelince boğuluyorum ve haklıymış Adem peygamber ki bir gün Havva'ya demiş:

'Ey kadın, ey göklerin belası, ne sensiz yaşamak mümkün­ dür, ne seninle yaşamaya tahammülüm var. .. '

Dağ eteği. Hilafet ordusunun karargahı. Tan yeri yeni ağarmıştı, hilafet ordulannın birlikleri dağ eteğinde sıraya dizilmişti ve bütün ordu yürüyüş emri­ ne hazır dunnuştu .. Tusi, lbni Cüneyt ile çadırlanndan çıktı ve rikabdarlar derhal ak atın üzengisini tuttular ve askerlerin emiri atına bindi. İ bni Cüneyt de kendi atına bindi. Tusi atını ileriye,

292


orduya doğru sürdü ve elini kaldırdı. Miinadiler hemen ba­ ğırdılar: "Ey Müslümanlar, süküt! Ordu sahibi emir hazretleri size hitap ediyor." Tusi dedi: "Ey benim askerim ve halkım, nihayet ki son menzile ulaştık. Ve bu gün dumanlı Bezzeyn dağlannda ava baş­ lıyoruz. Çürıkü bu dağlarda bir mağara var ve o mağara­ da bir kaplan yatıyor. Kaplanın canı slkı olur, biz ona altı darbe wrmuşuz ama bilen de kifirin caru çıkmamıştır... Ve bu gece o Allah düşmanı, İbni Cüneyt'i benim yanıma elçi göndermiş ki İslam ordusu burada, yerinde kalsın ama elçiler yukan tırmanıp aşağı insin ve bu minval ile yaralı kaplan fırsaı bulup biraz nefesini toplasın ... Ve şimdi siz ey Müslümanlar, ıek olan Allah'a sığınıp o kafirin üstüne hareket edin ve benim tekbirirni bekleyin. Ve ne zaman ben tekbir dersem, cümleniz kaıi hücuma geçin ve inşallah ga­ libiyet bizimdir!" Hemen iri davullar çalındı, kara bayraklar dalgalandı ve Tusi'nin büyük ordusu harekete başladı...

Dağ yolu, Seyrek sis Dağ yolu dikine yııkan çıkıyordu ve hilafet ordusunun birlikleri bu yol boyunca o kadar uzanmıştı ki ön saflar yu­ kanda sis içinde yok oluyordu, arka saflar aşağıda sis için­ den sıynlıp çıkıyordu ve sanki bu beyaz sis içinde dev kara bir yılan kıvnlıyordu ve durmadan yııkanya doğru sürünü­ yordu ...

293


Ordunun merkezinde Tusi ile İbni Cüneyt atlan üstün­ de yan yana gidiyorlardı. Tusi dedi: ..Ya İbni Cüneyt, sence kaplanın mağarasına kati hü­ cum mu yapmalıyız, yoksa mağara ağzında durup kiifııi aç­ lık kemendiyle boğmak daha elveıişli mi olur'" "Ya emir hazretleri, esir düşmüş, rezil olmuş İbni Cü­ neyt'in sana görüş bildinneye hakkı yoktur. Ben yalnızca şunu diyebilirim ki islam 'ın kılıcı neredeyse dünyanın ya­ nsın fethetmişıir ama Arapların çoğu yine acından ölüyor... Şimdi zorla bu dağlan da Müslüman etmek, bilmiyorum bize ne kazandıracak ve hangi derdimizi bitirecek?" "Yazıklar olsun sana ey lbni Cüneyt' Vaktiyle siz Araplar, iran'ı da kılıç zoruyla Müslüman etmiştiniz ama şimdi biz İranlılar siz Araplardan daha milinin Müslüman olduğumuz için gurur duyuyoruz ... " Tusi kahkaha anı ... Sanki hemen Tusi'nin gülüşüne cevap olarak ordunun sis içinde kaybolan ön saflarından sürekli kahkaha sesleri yükseldi ve bu kahkaha susmayarak, ordu ilerledikçe arka­ daki saflara da sirayet eni ve sol taraftaki kayalarda yankı­ landı, sonra sağdaki derin dereler üstünde gürledi ... Tusi ile İbni Cüneyt hayret içinde birbirinin yüzüne baktılar, sonra ordunun merkezi ile biraz yukan çıkmışlardı ki bu defa yanlanndaki ordu birlikleri içinde kahkaha koptu ve İbni Cüneyt elini yukan kaldınp bir yerleri Tusi'ye gös­ ıerdi.. Yol kenannda hareket eden ordulann başı üstünde dik ve sarp bir yamaç kıyısında miskin ve zavallı bir kulübe vardı, çevresine kara diken çalısından çeper örülmüştü, av­ lusu iki adımdan ibaret bir avuç topraklı ve bu toprağa ekil­ miı fasulyelere kargalar doluşmuştu. Yukanda, kulübenin kalın otlar basmış yassı damı üstünde bir genç dunnuştu,

294


aşağıda kulübenin sekisinde ise eğri bacaklarında dar şalvar ve üzerinde paçavra bir arkalık olan bir kadın elindeki paslı bir bastona yaslanıp durmuştu ve belini kabartmış bir kedi kadının ayaklarına kısılmıştı... Şimdi yukarıya kaplan avına çıkan korkunç bir ordu, elinde paslı bir asa ile onu karşılayan bu miskin kadına ba­ kıp kişniyordu ... Ordu merkezindeki okçu askerlerden birinin eli rahat durmadı, vızıltı ile uçan bir ok kulübe üstünde duran keçi­ nin boğazına saplandı, keçi dam üzerinden kadının ayaklan altına düştü... Kadın konuşmadı ve yerinden kımıldamadı. Tusi bu sahneyi gördü, kaşları çatıldı, sonra cebinden çıkardığı para kesesini yaverine verdi ve başıyla kadını işa­

ret etti, yaver atını sürdü ve para kesesini yukarıya, kadının ayaklan altına fırlattı. Kadın konuşmadı ve yine yerinden kımıldamadı.. Birden ordu arkasında korkunç bağrışmalar koptu. Tusi ürperdi, dönüp geri baktı... Arkada kalan kayaların kara ağızlı vadileri sanki an petekleriydi ve birbirinin ardınca aşağı vadilerden eli kılıçlı Hürremiler kendilerini yukarıdan aşağıya. düşman ordula­ rının saftan üstüne atıyor, yukarıdaki vadilerden çıkanlar ise aşağı sallanmış urganlarla göz açıp kapayana kadar yere iniyor ve hemen nara atarak İslam ordusu üstüne hücum ediyorlardı... Bu anda ileriden, sis içinde gözden kaybolmuş öncü­ ler grubunun olduğu taraftan da müthiş bağrışmalar duyan Tusi, büyük bir ordunun tuzağa düştüğünü anladı ve dönüp sitemli bir şekilde İbni Cüneyt'e baktı ve dedi: "Evin yıkılsın ya İbni Cüneyt, kafir bize oyun oynadı ve bütün düşüncesi arkadan bize darbe indirmekmiş."

295


Tusi elmaslı kılıcını sıyırıp "Tekbir!" diye bağırdı, da­ vullar gürledi ve ordu merkezinden avaz ile yükselen "Al­ lah-u Ekber, Allah-u Ekber" nidalan göğe ulaştı... Lakin çok kısa bir zamanda ön saflar dağılıp geri aktı, arka saftar kah ileri kah geri oynadı ve büyük bir ordu Tu­ si'nin gözleri önünde zelzeleden sarsılan bir bina gibi yıkı­ lıp dökülmeye başladı. .. Bütün bu kargaşa içerisinde Tusi kıih ileriye kB.h geriye atını sürüyor, kıih derelere iniyor katı yamaçlara çıkıyor, bağınyor, ıebdit ediyor, yalvanyor, lanet okuyor ve feıyat ediyordu: ··Ey İslam ahalisi, geri dönün!" "Ey halayık. dayanın, dayanın ki fırsat sizindir." "Ey Müslümanlar, gayret edin!" "Ey gönüllü mücahitler, ey analan fahişeler, siz ki şe­ hit olup Cenabı Hakk'a kavuşmak için buraya gelmiştiniz!" Lakin hepsi boştu ... Nihayet Tusi 'nin atı tökezleyip durdu. Tusi etrafına bakındı, yanında bir tek kişi vardı, o da İbni Cüneyt'ti. Tusi 'nin başı sinesine düştü ve dedi: "Ya İbni Cüneyt, büyük bir ordu tarumar oldu, fırsat bu fırsat. sen de kaç, canını kurtar!" "Ya Tusi," dedi İbn Cüneyt, "bir defa kaçtığım için hB.13. Tann'dan utanıyorum, sonra esir düştüğüm için Al­ lah karşısında mahcubum. Ve şimdi seninle kalıp kendimi Rabb'imin takdirine bırakıyorum, zira beni diri kılan ve öl­ düren odur... " Tusi başını kaldırdı ve ileride tepe döşünde bir grup Müslüman ile bir grup Hürremi arasında kızgın çarpışmalar yaşandığını gördü. Tusi'nin gözleri ışıklandı ve dedi: "Ya İbn Cüneyt, arkamdan gel, Allahuıala şehit olmak için bize fırsaı verdi." Her ikisi kılıcını sıyınp at!annı çarpışan gruplara doğ­ ru sürdüler. Tusi, çarpışan askerlere yetişince bağırdı:

296


"Ey Miislümanlann en iyileri, hayatınız benim baya­ nın, öliimünüz benim ölümümdür ve şehit olanlara aşk olsun!" Kanlı, müthiş savaş daha da şiddetlendi ... İlk olarak İbni Cüneyt göğsüne saplanan bir mızrak darbesiyle düştü at üstünden... Sonra ayaklan kılıçla doğranan Tusi'nin ak atı tepesi üste yere geldi ve Tusi ayağa kalkmaya fmat bulamadan göğsıine saplanan bir mızrak ile sırtüstii yere serildi ... ... Babek başında olduğu küçük bir birlikle sürüp ge­ lirken, anık tepe döşünde çarpışan her iki gruptan bir kişi bile sağ kalmamıştı ve her iki tarafın ölüleri birbiri üzerine çullanmıştı. Tusi bir anlığına gözlerini açtı ve Babek'in işa­ retiyle bir kişi anan yere sıçradı ve çekip, mızrağı Tusi 'nin göğsünden çıkardı. Tusi sol elini kanı fışkıran yara yerine bastı ve başı üzerinde duran Babek'e bakarak dedi: "Ey şeytan gölgesi, kahraman askersin, buna söz yok ama Tann gölgesiyle savaşıyorsun, ikbalin yoktur." Tusi gözlerini yumdu. Babek dedi: "Ordusu tarumar oldu, bütün emirleri kaçtılar ama bu adam kaçmadı ve kahraman gibi ölen bu askeri kılıcıyla birlikte defnedin!"

Bizans- Konstantin şehri. i mparator sarayı Kara elbiseli Hristiyan rahip kapı ağzında ayakta dur­ muştu. İmparator Feofıl elindeki mektubu okuyup ayağa sıçradığı anda İmparatoriçe Feodora salona girmişti. "Bravo Babek, bravo!" diyordu imparator Feofıl.

297


"Bezzeyn kaplanı' Feodora, ben hesapladım. Bu 7. hilafet ordusudur ki Azerbaycan dağlarında ıarumar oluyor. Ve Tusi ki Halife Memun'un en becerikli kumandanıydı, savaş meydanında helak olmuş! Ey rahip, sen hemen bu gece yola çıkacaksın, benim tebrik.imi Babek'e götürmek için." Feodora şaşkınlıkla baktı: ··imparator, bu mümkün mü? Sen Roma İmparatorlu­ ğunun hükümdan, bir köylü isyancıyı tebrik mi edeceksin?" "Sadece tebrik etmeyeceğim, harbi ittifak kuracağım o kahramanla, Halife Memun aleyhine, hilafet aleyhine, umumi düşman aleyhine." "İmparator, bu duyulmamış bir şeydir. Avrupa ne der buna?" "Yani kral Lüdovik ne der buna? O Lüdovik korktu, hilafet aleyhine benimle ittifaktan kaçındı. Ve dikkate al­ madı ki oğlu, kız kardeşimin kızının nişanlısıdır. Bugünden iıibaren o nişanı lağvediyorum." "Feofil, kendine gel, bu rezilliktir." "Feodora, sakın kiminle konuştuğunu unutma!" Feo­ dora baş eğerek: "Cesaretimi affet imparator!" dedi. Feofil yüzünü ra­ hibe çevirdi: "Yaklaş rahip!" dedi. "Bir daha dinle! Manastır için çizdiğin resimlerini gönnüşüm ve beğenmişim. Mektubu Babek'e ulaştırdıktan sonra kendin Bezz kalesinde kala­ caksın. Bahanen şu olacak ki benim emrimle benim için Babek'in porlresini çizmeye başlamışsın ... " Feodora söze kanştı: ''İmparator, rahip benim portremi çiziyor, manastır için." Feofil: "Rahip daha önemli işler yapmalıdır, bizim için." dedi ve yine rahibe hitaben: "Uzat arada işi! Bırak ponre elinde

298


bahane olsun, sık sık Babek'le görüşebilmek için. Ve eğer Babek'in yüreğinde Hristiyanlığa karşı meyil uyandırabi­ lirseo..." Rahip: "Amin imparatorum!" dedi. "Büyük meramıoı idrak ediyorum. Eğer Azerbaycan ve lran, Hazreti İsa aguşunda kurtuluş bulup Hristiyanlaşırsa, bu en müthiş darbe olacak İslam hilafeti için." "İyi yolculuklar rahip, bil ki serhat şebirirn düşman elindedir, Tarsus matemi var yüreğimde. Ve Halife Me­ mun'u o şehrinden kovmadıkça, yediğim içtiğim haram ol­ sun bana!" dedi imparator Feofıl.

Bezz kalesinin gece manzarası Geceydi, Hürremiler savaştan dönüyorlardı. Babek ya­ kın silah arkadaşları ile ordu önünde, at üstünde gidiyordu...

Ônciil atlılar yokuş başındaki kale karşısına çıkınca Babek, mecburen kara atının başını çekti ve bütün atlılar da durdular. Karşılarında efsanevi bir manzara açılmıştı. Bezz kale­ sinin duvarları üstünde ve kale içinde bütün evlerin damla­ nnda hadsiz hesapsız rengarenk mumlar yanıyordu ve bü­ tün kale dev bir kandil gibi elli bin mumun ışığı ile savaştan dönenleri selamlıyordu... Kale kapısından çıkan üç atlı Babek'e doğru geldi ve yaşlı Mehran dede atını Babek'in karşısında durdurup dedi: "Ey Babek, ey ulu önder, yine galip gelen azatlık bay­ rağına aşk olsun! Ve damlarında elli bin mum yanan Beu kalesi seni ve kahramanlarını tebrik ediyor."

299


"Neden? İspanyalı, İranlı, Suriyeli ve Ennenialı impa­ ratorlanmız olmadı mı? Ve İmparaıoriçe İri.na Hazar kızı Çiçek değil mi?" Atlı birliklerin resmigeçidi bitti, Babek ile Zemise me-rdiven başındaki kürsülerinden ayağa kalkt1lar. Hemen Rum elçisi de başında olduğu birlikle geldi, merdivenin aşağısında durdu, önce Zemise'ye, sonra Ba­ bek'e baş eğdi ve dedi: "Ey Babek1 Ey Atropata'nın ulu önderi! Böyle uğurlu bir günde gelip Beu kalesine ulaştığım için bahliyarım ve bu eşsiz zaferini İmparator Feofil adına tebrik ediyorum!" Babek cevap nutkunda Rum elçisine dedi: "Ey Rum diyanndan gelen büyükelçi! Sen bizim dağ­ lara hoş geldin' Sefa getirdin. Çünkü lslam hilafeti sizin için de bizim için de amansız bir düşmandır, ben Rum im­ paratoru ile savaş meydanında dost olmaya hazınm ... "

Samarra şehri. Afşin'in sarayı. Gece Tarihte Afşin lakabıyla meşhur olan hilafet ordusunun Seraslanı Haydar bin Kavus perdeyi açıp kırmızı mumlarla aydınlatılan sütunlu bir odaya girdi. Odanın duvarında gölgeler oynadı, Afşin geçti, yukan başta minder üstünde bağdaş kurup oturdu. Odanın onasına neı denilen bir halı serilmişti ve bu halının üstünde bir genç diz çöküp başını aşağı eğmişti, be­ line kadar çıplaktı, elleri arkasında zincirlenmişti, gözleri ise kara bir yazmayla bağlanmıştı. Elinde yalın kılıç olan

302


bir adam ise duvar dibinde ayakiistünde durmuştu. Afşin karşısındaki gence hitap ederek dedi: "Ya Abbas, eğer nerede olduğunu bilmek isıiyorsan, sana söylemek borcumdur, şu anda Samarra şehrinde, hi­ lafetin yeni payitahtında, yani ki Afşin'in sarayındasın ve yeni halife Mutasım 'ın emriyle ben seni mahkeme etmeye başlıyorum." Abbas başını kaldırmadan dedi: "Ey Afşin, benim ki yıldızım sönük, bahtım dönük imiş, başlamaya ne gerek var ki? Bitirmek lazımdır." "Acele etmeye yetkim yoktur ey Abbas, çünkü sen Ha­ life Memun 'un oğlusun... Amma şimdi, yeni halifeye sui­ kastın sonuçlanmayınca, bundan sonraki önuünden kaç gün kaldığı, benim hükmüme ve karanına bağlıdır." "Ey Afşin, mademki bundan sonraki hayatım sana bağlıdtr, Rabb'im bana bir nefeslik ömür vermesin, çünkü düne kadar sen benim kapunın lruluydun." Afşin bağırdı: "Bugün de olurdum ... Eğer sen fırsatı harcarnasaydın, eğer yeni halifeyi, amcam, Mutasım 'ı, o menhus adamı mahveıseydin ve bugün hilafet tahtında kendin otursaydın." Birden Afşin hıçkırdı, gözleri bağlı Abbas başını kal­ dırdı ve hayretle sordu: "Sen ağlıyor musun ya Afşin, yoksa kulaklanm beni yanıltıyor mu?" ..Ey benim velinimetimin oğlu! Afşin nasıl ağlamasın ki! Ağan Halife Memun öldükten sonra yeni halife sen ol­ malıydın ve Afşin bugün elleri sinesi üstünde senin emrini beklemeliydi ... Ama şimdi ben senin gözlerini bağlannışım, kollanna zincir vurmuşwn, başının üstüne celladı dikmişim ve Halife Mutasım'ın emriyle, seni öyle bir şahsın emriy­ le ki siz Araplar da ondan nefret ediyorsunuz, biz Acemler

303


de... Öyle bir şahsın emriyle ki Bağdat ahalisinin lanetinden kulakları battı ve şimdi gelip bu yordamsız şehri kendine payitaht etmiştir. Ve yine öyle bir şahsın emriyle ki anası Türk kızı bir cariyeydi ve şimdi şeytan tohumu Türk emir­ leri. Maveraünnehrin aç eşkıyalan ve daha düne kadar köle pazarında satılan tipsizler bugün halife sarayında hüküm sürüyorlar... " O anda sanki yer oynadı, Afşin'in sarayı titredi ve sa­ ray arkasından dörtnala sürüp giden atlann taşlı yola çarpan nallanndan kopan müthiş bir gürültü içeri doldu ve bu gü­ rültü uzaklaşırken Afşin dedi: "Duydun mu ya Abbas? Gece demiyorlar, sürüyorlar; gündüz demiyorlar, sürüyorlar ve bilmiyorsun ki bu şe­ hir İslam dünyasının payitahtı mıdır, yoksa Türkler için at meydanı mıdır?" "Ben de buna karşı isyan ettim ey Afşin, çünkü gör­ düm ki hakimiyetin mihveri Türk ordu komutanlanndan Aşnasın elindedir, İtah'ın elindedir ve büyük öküz, Boğa el Kabir'in elindedir." Afşin yine bağırdı: "Afşin henüz ölmemiştir. Hilafet ordusunu zaferden ı.afere ben görünnüşüm, Mısır memleketinde Kıptilerin is­ yanını ben bastırmışım, Rum imparatorunu İslam serhatle­ rinden ben kovmuşum... Ve tasalanma ey Abbas, senin is­ yanın neıice vermediyse, Afşin'in isyanı netice verecek ve bugün seni ölüme mahklım eden Afşin yann senin kısasını alacak." "Beni ölüme mahkllm edip sonra benim kısasımı mı alacaksın?" "Ey Abbas, siyaset meydanına atılan her bir kimse ge­ rekirse yılan olmalıdır, gerekirse aslan." "Ey yılan oğlu, aslan babası, maksadın nedir ki bu kor-

304


kunç sırlarını bana açıyorsun?" Afşin derinden nefesini bıraktı. "Ey Abbas, vatanımdan, Uşrusana'dan ayn düştüğüm günden beri ben bu İslam dünyasında bir garibanım ve si­ nem de yüreğim de garibandır ve yüreğimin sım da gari­ bandır... Ve ben idam ettiğim insanlara sımmı söyleyince içimi biraz rahatlalıyorum ... •• "Vay haline ey Afşin! Halife ve sen! İki kötülük kar­ şı karşıya gelmiş! Amma iki kötülük birbirini mahvetse de ı.avallı iyilik bundan hiçbir şey kaı.anmaz... Ve madem hük­ münlı beyan ettin, emret, cellat kellemi alsm." "Cellat resmi görevli olduğu için burada durmuştur ve aynca ben, Uşrusana şehı.adesiyim, hiçbir zaman elimi şeh­ ı.ade kanına bulaştırmam." "Sen de askersin ey Afşin, ben de. Beni celladına boğ­ durarak öldürtmek sana yakışmaz." "Sen boğulmayacaksın ey Abbas ama bugünden itiba­ ren susuz kalacaksrn ve tedricen zindanda can vereceksin!" Abbas dehşet duyarak bağırdı: "Yüz defa sana lanet olsun ey kafir, beni korkunç bir ölüme mahküm ediyorsun." Girişteki perde sıynldı ve Afşin'in kardeşi Faz! içeri girdi ve dedi: "Ya emir ve ey kardeşim, Emirelmüminin sarayından hadim gelmiştir, Halife Mutasım gece sofrası kurdurmuş, seni bekliyor..." Afşin sıçrayıp ayağa kalktı, geldi kapı ağzında başını kardeşinin omzuna koydu, sonra boğuk bir sesle dedi: "Ey Fazl, gecenin bu vaktinde, cehennemin sahibi gelip beni cehenneme misafir olarak çağırsaydı, onun pe­ şinden daha rahat giderdim ... Ve şimdi, o menhus adamın yanından dönene kadar diz çök, dua et benim için ... "

305


Samarra şehri. Abbasilerin 8. halifesi Mutasım'ın sarayı. Gece Alçak masa üstünde mey, meze vardı ve bu masa arka­ sında Halife Mutasım ile Afşin birbiri karşısında minderler üstünde bağdaş kurup otunnuşlardı. Halife altın maşrapa ile altın leğenden şarap alıp masa üstündeki gümüş kadehleri doldurdu, sonra kendi kadehini kafasına dikip dedi: "Ey Arşin, bizim hayatımız kah kara kah ak at üstünde son menzile doğru sürüp gidiyor. Gecenin kara atından inip gündüzün ak aıına binmeden bu kadehleri yere koymaya­ cağız." "Ya Emirelmüminin, nasıl ki ne at yanşında ne çövken oyununda ben seninle yanşamıyorum, aynı şekilde de bu sofra başında seninle yarışmaya benim gücüm yetmez." ··iç, ben sana emredersem senin her şeye gücün yeter. Madem Abbas'ı susuzluğa mahkUm etme yoluyla idam edi­ yorsun, bu gece çok iç ki kendi için yanmasın ... Ve bil ki gü­ vercin kanadıyla Hamedan şehrinden haber geldi. İsfahan, Hamedan ve Azerbaycan Hürremilerinin birleşik eşkıya birliklerini ishak bin İbrahim, Hamedan kapılannda darma­ dağın etmişıir ve altmış bin kafir kılıçtan geçirilmiştir. Esir alınan kadın ve çocukların sayısının haddi hesabı yoktur. Ve bu halde, benim lshak'ı mükafaılandırmam gerekir... " '"Ya Emirelmüminin, kasaplık ne büyük hünermiş ki sen İshak bin İbrahim"i mükafatlandırıyorsun!" '"Kasaplık mıT "İshak'ın ordusu öyle bir kalabalık üzerine hücum et­ miş ki her on kişiden birinin elinde kılıç, diğer dokuzunun elinde yaba varmış... Ve hal hikaye böyle iken, gece koyun

306


sürüsüne giren bir kurt İshak'tan daha büyük bir kuman­ dandır." Mutasım bağırdı: ..Bu ne cüret! Benim lrumandamrm beğeruniyor mu­ sun? Bir günde cehennemi altmış bin Icalirle doldurmak şaka mı geliyor sana?" Afşin haddini aştığını hissederek dedi: "Ya Emirelmüminin, ne zaman ki Babek'in kesilmiş başı senin ayağın altına atıhrsa, o zaman senin bayrağın İs­ lam tarihinde en büyük zaferi kazanacak." Mutasım homurdandı: "Ey Afşin, sen ki benim yüreğimi acıtan yaranın üstü­ ne tuz bastın ya, demek ki sen hakikaten Allah'ından kork­ muyorsun... Ve bil ki, on beş bin Hürremi muhasarayı yar­ mışlar ve cenk meydanından bir ölüyü alıp götünnüşler ve eğer o Babek'in ölüsü ise ... " "Allah ağzından işitsin ya Emirelmüminin!" "Eğer o Babek'in ölüsü ise, yine de inanmam onun öl­ düğüne. Ta ki kendim onu öldürene kadar... İç ki sana, dün­ kü kafire bu gece Halife'nin kendisi sakilik ediyor." "Merhamet et ya Emirelmüminin, başım değirmen taşı gibi dönüyor." "İç! Sen ki neAllah'ından korkuyorsun ne kıyamet gü­ nünden, en azından benden kork ve iç!" "Ya Emirelmüminin. bu sözlerinle bana zulüm ediyor­ sun, çünkü on beş yıldan fazladır ki ben Müslümanım." "Ama halen de yüzünde lslam'ın nuru yoktur ve bir kez bile saçına makas değmemiş ve saçın sakalın birbiri­ ne kanşmış. Sen her çarşamba günü kara bir koçu kılıçla ikiye ayınyorsun ve şeriata aykın kesilen hayvan etinden yiyorsun ... Ve yemeden evvel Bismillah ile yedikten sonra Elhamdülillah demeyi unutuyorsun."

307


"Ya Emirelmüminio!" diye Afşin feryat etti. "Aç o kilidi ki yüreğinden asmışsm, yoksa ben onu w­ , rup kıracağım. . '"Ya Emirelmüminin!" diye Afşin homurdandı . ..Sen o adamsın ki Uşrusana'da baban Kavus'un vezi­ rini öldürdün, sonra geldin İslam ordularını kendi yurdwıun üzerine götürdün ve yaşlı babanı esir edip Memun 'un huzu­ runa getirdin ve kendi dininden döndün ve adın Kidra iken değiştirdin, Haydar enin ve nihayet sen ... " "Gözleri çanağından çıkan Afşin artık dayanamayarak Halife'nin sözünü kesti ve bağırdı: "Yeter, ya Emirelmüminin! Ben ki Müslüman olmak için bu kadar kurban vennişim ve sen ki karşılığında beni bu kadar itham ediyorsun. Mademki ağzından çıkan her sö­ zün benim için bir ölüm hükmüdür ve kesin ki perde arka­ sında cellat gizletmişsin. Sen ki biz Acemlerden bu kadar nefret ediyorsun..." Gözleri deli bir ifade alan Afşin birden alçak masa üs­ tünden kendini Mutasım'ın üstüne anı. Halife irkilip başını geri çekti, Afşin 'in ellerine yalnız Halife'nin omuzlan geçti ve her ikisi bir an gergin vaziyette donup kaldılar... Halife'nin elleri deminden beri arkasında çaıallanmıştı ve şimdi sağ elinde, gizlice minder altından aldığı bir han­ çer vardı, bu yüzdendir ki Mutasım yerinden kımıldamadan Afşin'in gözlerinin içine bakıyordu ve nihayet dudakların­ da korkunç bir tebessüm oynadı: "Maşallah, demir gibi ellerin vannış ya Afşin ve kafan da aslan kafası gibi çok heybeılidir. Niye durdun? Boğ! Sen ki Allah'ından korkmuyorsun. Yok, eğer boğamıyorsan sat bu demir ellerini bana!" Afşin devam edemedi, elleri boşaldı ve Halife'nin ayaklarına kapanarak inledi:

308


"Allah'ından korkmayan Afşin, senden korkuyor ya Emirelmüminin, Afşin kıyamete kadar senin sadık kulun­ dur. İzin ver, kelimeişehadetimi getireyim, sonra emret, cel­ lat gelsin, boynumu vursun!" Mutasım arkasında tuttuğu hançeri yeniden minder al­ ıma gizledi ve sıçrayıp ayağa kalktı. Afşin de sendeleyerek ayağa kalktı ve başı aşağı Hali­ fe'nin huzurunda durdu. Halife ise bağırdı: "Sen ve yalnız sen gitmelisin o Tann düşmanının üsrü­ ne. Sen ve yalnız sen başa edebilirsin o Allah'ın belasıyla. Ölmüşse, ölüsü ile sen baş edebilirsin; diriyse, dirisiyle sen baş edebilirsin. Ve eğer mahvolsan, onu da kendinle bera­ ber mahvedebilirsin. Ben ki demin dedim ya, o demir elle­ rini sat bana, senin istediğin nedir benden? Cibal memleke­ ti mi? Senin olsun! Azerbaycan mı? Senin olsun! Ennenia mı? Senin olsun! A:ı. mıdır? At üstüne binip onunla cenk ettiğin her gün için on bin dirhem alacaksın ve sadece at bindiğin, her gün için beş bin dirhem alacaksın. Bu aslan kafana taç çok güzel yakışır, Bağdat'ın Yahudi sarraftan senin için elmaslı bir taç hazırlayacaklar. Eğer boynunda dünyanın en kıymetli muskalanm istersen, çekip çıkaraca­ ğım kendi boynumdan muskalanmı, üsı üste senin boynuna asmak için ... Niye konuşmuyorsun, niye nutkun tutulmuş?" "Affet beni ya Emirelmüminin. Bütün bunlar gözümde bir hiçtir, eğer bilsem ki yüreğinde beni affetmişsin." "Madem bütün bunlar gözünde bir hiçtir, Emevileri yı­ kan, Abbasileri tahta çıkaran güneş ülkesi, Horasan nasıl?" Afşin irkildi, Afşin'i sanki yıldınm çarptı, rengi kaçtı ve başı öyle döndü ki ayakta durmaya takati kalmadı, yere çöktü ve başı sinesine düştü. Halife, Afşin 'i süzdü ve du­ daklanndan kaçan eğri bir tebessümle dedi: "Ne oldu, döndii mü Horasan'ı duyunca başın? Başı-

309


ma ant olsun ki ne zaman galip gelirsen ve Babek'i kollan bağlı huzuruma getirsen, Horasan da senindir... Kalk ayağa ki seninle beraber bütün hilafet, İslam kılıcım rezil eden o müchiş belanın üstüne gidiyor ve eğer görsem ki yanımda sadece berberim kalmıştır, onu da senin emrine verip gön­ dereceğim. Eğer görsem ki yanımda sadece terzim kalmış­ tır, onu da senin peşinden göndereceğim. Eğer görsem ki yanımda sadece aşçım kalmıştır, onu da senden esirgeme­ yeceğim!"

Gece. Samarra'nın uzun sokaklan. Afşin koşarak Halife'nin sarayından çıktı. Dışarıda atının üstüne sıçradı. Sonra meşalecilerden birinin elinden meşaleyi kapıp atını sürdü. Afşin'in silahlı gulamları da derhal onun peşinden sürdüler lakin Afşin'e yetişemediler ve yalnız karşıda, gece karanlığında bir meşale alevinin sar­ hoş daireler çizerek uzaklaştığını görebildiler. ..

Gece. Afşin'in sarayı Afşin atından yere sıçradı, meşaleyi kenara attı ve sa·

rayın içeri avlusuna koşturdu. Sonra merdivenle yukarı dal­

dı ve perdeleri birbiri ardına karşısından atarak salondan salona geçti. Hayli gitti ve nihayet gelip en derindeki gizli bir odaya girdi, duvardan asılı bir halıyı kopanp yere attı ve halı arkasındaki nişte otunnuş, gözleri kırmızı yakutlu bir

310


putun boğazından tutup kaldırdı, getirip alçak masa üstüne koydu, sonra takatsiz bir halde putun karşısında yere çöktü ve sıbnalı gibi kah yavaşça fısıldadı kah sesini yükseltti: "Ey Zarvah, hayır dua et ki gidiyorum ve belki de sana son kez secde ediyorum. Ve çok da ki sen cansız bir tahta­ sın ama yabancıların icadı bütün tanrılardan daha fazla sen yüreğime yakınsın, çünkü yerlisin ve ebedi bir suskunsun ki dinliyorsun. Ben bu İslam denizine daldığım günden beri yegane dostum ve gizli sırdaşım sensin. Yalnız sen bilirsin ki nefret ettiğim bir dinin zaferi uğruna kılıç sallayan ben, kı1çük vatanımı ezip geçtim ki zirveye çıkayım ve büyük isyanlan bastırdım ki sonra bir gün kendi isyanım, kendi kıyamım, kendi intikamım için kudretim olsun! Ve şimdi oyalanma, dua et ki ben artık kendi kaderimin üstüne gidi­ yorum, çünkü Horasan hasreti ile yanıp kuru sahraya dön­ müştür yüreğim. Horasan 'ın benim olduğu gün, Maveraün­ nehir de benimdir, Uşrusana da benimdir ve bütün lran, bü­ tün Turan benimdir. O zaman lslam'ın halifeleri senin gibi bir put olacak elimde, öyle bir put ki gerektiğinde secde edeceğim ve gerektiğinde sıkacağım boğazını..." Afşin putun boğazından tutup öyle sıktı ki tahta çatır­ dadı ve sanki putun kırmızı yakutlu gözlerinden od çıktı ve Afşin ürpererek putun boğazından elini geri çekti ...

Aras kıyısı. Kabn ve yüksek kamışbk Sık ve geçilmez kamışlık o kadar yüksekti ki kamışlar, domuz sürülerinin açtığı yolla hareket eden dört atlının baş­ lannın çok yukansında dalgalanıyordu...

ltl


Atlılar kamışı biçilmiş bir boşluğa çıktılar. Burada, ka­ mıştan örülmüş iki kulübenin çevresinde kılıçh ve mızrak­ lı adamla r orunnuşlardı ve her tarafta eyerli atlar ve yüklü kalırlar görünürdü. Boşluğa çıkanlar atlarından indiler ve önderleri Fazlun bir adama hitap ederek dedi:

··Ey Abdus, senin gözcülerin ekmek isıiyorlar." Adamlar birbirinin yüzüne baktılar ve Abdus dedi: ""Ekmek nedir ey Fazlun, bir avuç kavuıumuz bile yoktur \'C ekmek getinnen için Barsis seni göndennişti."

··Biz kara bir hıyanete kurban gittik ey Abdus ... Me­ rend ' in sahibi Melun, İbni Beis, uzun yıllardan beri Ba­ bck 't! hizmet ediyordu ve ordularına sürsat gönderiyordu, nihayet. sonuncu kanlı ziyafeti ile bizi tuzağa düşürdıi. Adamlarımızı içirip kılıçtan geçimi... Kurtulan bir ben ve

üç yo ldaş ımdı r... Barsis nerededir?" "Babek'in yanındadır."

Babek'in kulübesi Kamıştan örülmüş kulübede başı sanklı ve kollan ar­ kasında bağlı olan Babek saman yatağı üstünde oturmuştu

ve başını aşağı eğmişti. Bir silahlı adam Babek'in karşısında diz çökm�tü ki bu Kuhisıan Hürremilcrinin önderiydi. Barsis:

"Ey E!abek, ey ulu önder! Sonunda mecbur oldum, kollarını bağladım. Şimdi karşında diz çöküp yalvanyo­ rum. Tanrı'nı seviyorsan inadı bırak. Bir aydan fazladır yol gelmişiz, geceleri harekeı etmişiz, gündüzleri dağlarda, onnanlarda gizlenmişiz. Ve sen ki ölümcül yaralanmışlln,

Hamedan kapılarından ta buraya, bu Aras kıyısına kadar

312


baygın hilde benim omzumda ve benim savaşçılanmm omzunda gelmişsin. Bir aydır bacım Cunay senin yaralarını sardı, pervane gibi başına döndü ve nihayet seni öliimden kurtardı ... Şimdi bu akşam hava kararır kararmaz biz yine hareket etmeliyiz. Ve eğer Ermenia ·dan sağ geçersek, sonra Rum toprağındayız. Ben ki senin ölünü düşmana venne­ dim, şimdi dirini de düşmana vermem. Bil ki bir kişi bile geri döruneye razı değil, çünkü geri dörunek ölümdür ve Harnedan felaketinden sonra burada her şey bini. Ve şimdi bizim kurtuluşumuz yalnızca Rum'dur. Orada, Rum impa­ ratorunun hizmetinde ise bizim önderimiz ve kumandanı­ mız yine sen olacaksın ... " Babek ağır ağır başını kaldırdı ve dedi: "Yazıklar olsun sana ey Barsis, Harnedan felaketine sen sebep oldun." "Ben mi?" "Senin ordulann Elvend dağının geçitlerinde pusuda durmalıydı ve düşmanı arkadan vunnahydı ... Sonra senin Hamedan valisinin sarayını muhasaraya aldığını ve şehir mescidindeki altın kandilleri talan eniğini duyunca anık iş işten geçmişli..." Barsis bağırdı: ..Ne kandili, ne talanı? Ben Hamedan valisinin sara­ yında esir olan bacımı kurtardım. Sonra haber geldi ki şe­ hir kapısı ağzındaki savaşla sen öldürülmüşsün, hemen geri döndüm, muhasara çemberini yardım ki cenazen alçak düş­ manın eline geçmesin!" "Ölü Babek'e gösterdiğin hürmet için sana minnena­ nm ama şimdi kork diri Babek'in gazabından ve kollarımı aç!" "Hiçbir zaman! Ey, gelirin o habisi buraya!" Derhal Barsis'in savaşçılarından bir grup adam gürül-

313


tüyle kulübeye doluştu ve kollan bağlı bir adamı sUrüyüp kendileriyle beraber içeri geıirdiler. Bak! Bir aydır bu habis bizi izliyonnuş ve seni nere­ de defnedeceğimizi öğrenmeye çalışıyormuş. Sonra kabrini eşecekmiş ki başını bedeninden kopanp götürsün. Çünkü yeni halife senin başın için öyle korkunç bir servet vadet­ miş ki her kahpe çocuğu seni avlama peşine düşmüş ve eğer şimdi sen tek başına Bezz kalesine dönsen, bu kamışlıktan çıkar çıkmaz avlanacaksın. Ey Abdus, sen ne diyorsun?" Abdus: ..Ey Babek, ey ulu önder, adamlanmız açlar ve hava karanr kararmaz biz hareket etmeliyiz. Biz ki seni omuz­ lanmız üstünde buraya kadar getirmişiz, buradan o tarafa senin de bizimle beraber Rum'a gelmen gerekir." "Ey Abdus, sizi, Kuhistan Hürremilerini kurtarmak için ben yedi bin Azer kahramanını kurban verdim, benim kumandanlanmdan Rüstem öldü ve İsfahan Hürremilerinin her on kişisinden dokuzu öldürüldü ... Şimdi tüm bunlann karşısında siz beni kollan bağlı, Rwn'a mı götüreceksiniz?" "Başka çaremiz yoktur ey Babek, biz kadınlarımızı, çocuklanmızı yitirdik, yurdumuzdan yuvamızdan aynldık ve şimdi Rum kralı ne bizi tanıyor ne Barsis'i ama seninle ittifak yapmıştır ve eğer sen bizi Rum imparatorunun huzu­ runa götürürsen, onun borcudur ki bizi hizmetine alsın ... " "Dinleyin, ey Kuhistan Hürremileri, musibete katlan­ mak lazımdır ki musibet kolay olsun ve bizi azatlığa gö­ türsün, kendi bayrağımız altında ölmek Rum imparatoruna sığınmaktan daha üstündür." "Ey Babek, bu vakte kadar sen bizim için tannydın, çünkü bu yirmi yılda sen mağlubiyetin ne olduğunu bilme­ mişıin ama şimdi biz gördük ki sen de insansın ve bahu dönmüş bir kahramansın... Ey Hürremilerin önderi, sen bu-

314


rada kalırsan mahvolacaksın. O zaman öldür kendini, cena­ zeni Rum'a götürelim ki orada kabrin bizim için ziyaretgah olsun." "Duydun mu Barsis, senin diyemediğini bu adam dedi ve Babek size mukaddes bir ölü olarak lazımdır ki gurbet­ te kabrini ziyaret edip ağlaşasınız. Ama Babek mukaddes değil ve ben nefes aldığım müddetçe, buraya, öz yurduma, Azerbaycan 'a lazımım. Emrediyorum sana, hemen kolları­ JDJ çöz, senden iki şey talep ediyorum, bir kılıç ve bir at." Barsis konuşmadı, Babek sesini yükseltti: "Bir daha dinle Barsis, ben ki butün Hürremilerin ön­ deriyim, emrimi dinlemeyen her bir Hürremi'yi idam etme­ ye benim hakkım ve yetkim var." Barsis ürperdi ve dedi: "Beni tehdit mi ediyorsun ey Babek? Arkasında dokuz bin savaşçı duran Barsis'i?" Babek bağırdı: "Git o dokuz bin savaşçına ilan et ki Babek seni öliırne mahkılm ediyor." Ortaya derin bir süklıt çöktlı. Sonra Barsis dedi: "Göriinen o ki sen Barsis' i iyi tanımamışsın ey Ba­ bek ... Madem iş bu noktaya geldi, aç diyorsun, açıyorum kollarını, kılıç istiyorsan veriyorum kılıcını. Ama bir şartla. Şu anda şurada teke tek vuruşacağız. O vakte kadar ki ya sen öleceksin, ya da ben... " "Sen çocuksun Barsis... Babek ölüme mabkıiın eniği bir adamla vuruşmaz!" Barsis bir an boğuldu, sonra kendini kullıbeden dışarı anı, kaşları çanlmış savaşçılar da Barsis'in peşinden kulü­ beden çıktılar ve kolu bağlı casusu da sürükleyip kendile­ riyle birlikte götürdüler.

315


Barsis'in kulübesi Barsis kamıştan örülmüş ikinci kulübeye girdi ve yü­ zükoyun saman yatağı üzerine serildi. Kulübenin diğer kö­ şesinde dizlerini kucak.Jayarak oturmuş genç bir kadıo telaş içerisinde ayağa kalktı, geldi Barsis'in yanında diz çöktü: "Ne oldu Barsis?" "'Hiçbir şey, Babek beni ölüme mahkUm etti." Kadın ürperdi, Barsis ise kalkıp oturdu ve bu anda ca­ sus. yılan gibi sürünerek içeri girdi ve dedi: "Ya hazret, Babek'i derin bir uykuya daldırmak için benim kolnığumda bir mendil var, kollarım bağlıdır, çek kendin çıkar ama söz ver ki beni öldürmeyeceksin ve öl­ dünnek yerine, esir olarak Rum'a götürürsün, Konsıantin pazannda satarsın ... " Barsis bir an gözlerini ovdu, sonra gayriihtiyari çekti, casusun kolnığundan kırmızı bohçaya sanlmış bir mendil çıkardı ... Casus: "Bırak Banu o bohça içindeki mendil ile son kez Ba­ bek'in başını sarsın, o zaman Babek öyle rahat uyur ki göz­ lerini Sinop'ta açar... " "Ve yahut öyle uyur ki bir daha gözleri hiç açılmaz?" Casus omuzlarını çekti. Barsis dönüp kadına baktı. Kadın irkilip geri çekildi. Barsis casusa çıkıştı: "Ey habis, sen çık kulübeden." Casus sürünüp kulübeden çıktı. Barsis: "Ey Cunay, eğer sen gerçekten de benim ablamsan ... " "Şüphe mi ediyorsun?" "On beş yaşındaydın, ben seni kaybettiğimde ... " "Ve on beş yaşından bugüne kadar ben yatınca da Bar­ sis demişim, kalkınca da ... Çünkü yüzün hayalimden silin­ dikçe korknım ki adın da aklımdan çıksın ..."

316


"Bağışla beni ey abla, bu anda aklımı öyle yitirmişim ki ne söylediğimi kendim de bilıniyorum. Çünkü bu akşam buradan hareket etmesek, acından canı bumuna gelen ordu bana isyan edecek ve herkes çıkacak iıaaıimden ... Madem başka çaremiz yoktur, git son defa onun yarasını sar ve tabii ki bu mendille... Şunu da bil ki ... " "Sen delirdin mi Barsis!" " ...Ve şunu da bil ki gözlerinden görüyorum yüreğin kendi elinde değil ve mademki seviyorsun, sevdiğini düş­ man eline vermemek için öldürsen, günaha girerim diye korkma, çünkü Tanrıça Anahid'in korumasındasın ..." Barsis sıçrayıp ayağa kalktı, bohçayı Cunay' ın üstüne attı, sonra kulübeden çıktı. Kamışlıkta oturan savaşçılardan büyük bir grup hemen ayağa kalktı ve Barsis'i ortaya aldı ve Abdus dedi: "Ey Barsis, izin ver atlardan birkaçını keselim." Barsis bağırdı: "Ey Abdus, başıma anı olsun ki beni yemek isteseniz, belki de itiraz etmem ama kim atlara dokunursa, soyup de­ risini boğazından çıkannm.11 Savaşçılar muhtelif bölgelerden bağrıştılar: "Ey Barsis, açlıktan başımız dönüyor çünkü üç gündür ağzımıza bir lokma almamışız." Barsis ayağını yere vurdu: "Açsanız toprak yiyin. açsanız kamış çiğneyin ve yır­ tılmış karnınıza taş bağlayın, nasıl ki kadim peygamberler aç kalınca kannlanna taş bağlardılar." Barsis geri döndü, yine kulübeye geldi, lakin girişte hayret içinde durdu. Cunay içeride kutusunu açmıştı ve şimdi kutudan çı­ kardığı küpeleri kulaklanna taktı, sonra kutudan bir çift bilezik çıkardı ve bileklerine geçirdi, daha sonra hilal şek-

317


tindeki bir

tacı saçlarına ıaktı

ve yüzü gümüşlenmiş tunç

aynayı eline aldı, aynada kendini seyre başladı... Barsis dayanamayarak. seslendi: "'Ey Cunay, ey abla, Tann'nın laneı ettiği böyle bir günde acaba sen düğüne. bayrama mı gidiyorsun?" Cunay içinden gülümsedi: "'Ey Barsis, eğer öldürmeye gidiyorsam, demek ki öl­ meye gidiyorum ve son kez ben ona güzel görünmeliyim ... "

Babek'in kulübesi Cunay elinde bohça içeri girdi, bir an girişte durdu, sonra gini Babek'in karşısında diz çöktü, başını aşağı eğdi ve sustu. Babek başını kaldırdı, uzun uzadıya Cunay'a bakil: "'Ben zannenim ki sen bir daha gelmeyeceksin... Ve eğer bu son gelişinse ..." "'Öyledir, son defa huzuruna geldim. Çünkü hava ka­ rardığında biz harekeı eımeliyiz ve sen bizimle gelmiyor­ sun ... Son defa başındaki sargıyı değişlirmeye geldim." ..Beni sen dirilttin ey Cunay ve ben hayatımı sana borçluyum ama çok kötü bir kaderim varmış ki borcumu sana kuru bir teşekkürle ödüyorum... " "Duydum ... Kardeşim ve sen... Çok çabuk iki kılıç gibi karşı karşıya geldiniz ... Kısmeıim ... Vazifem ... Dinle ey Hudavend..." "'Bana Hudavend deme." "Neden?" "'Daha düne kadar bana Hudavend diyen Kuhistan Hürremileri bugün kollarımı bağladılar... Ve değiştir sargı-

318


yı, sonra sana diyeceğim var." Cunay bohça içinden sarımsı bir meodil çıkardı, soo­ ra Babek'in başındaki eski sargıyı açmak istedi, lakin bir­ den elleri titredi, gözleri korku ile doldu ve Cuoay elindeki mendili kenara atarak, başını Babek'in dizi üstüne koyarak ağladı ... "Ne oldu sana?" "Zehir emdirilmiş o mendile ..." Ortaya hazin bir süküt çöktü ... Epey sonra Babek dedi: "Ben bunu da affediyordum ... Bir gece, bilmiyorum, hangi dağda, hangi mağaradaydı, bir anlığına gözlerimi aç­ tım ve gördüm ki yanımda sen oturmuşsun ve her ne ise okuyorsun. Nerede olduğumu ve niçin kaldığımı anlama­ dım. Ve sen kimdin, neden yanımda oturmuştun. bileme­ dim. Ama sanki nağmeli sesinden tutup derin bir kuyudan çıktım ... Ve hissenim ki artık ölümden geri dönmüşüm ve bu hayatı yeniden bana sevdiren sen olacaks1n ... " "Eğer şimdi sen de bizimle birlikte Rum'a gitseydin ... Ve ey hudavend, kim bilir, belki de Konstantin şehrinde biz mutlu olacağız." Babek gülümsedi: "Sen burada, bu kamış kulübede beni mutlu ederdin, eğer kollanmı çözüp bana bir kılıç getirseydin." ..Kılıç mı? Kardeşim Barsis'i öldürmen için mi?" "Ölüme mahkum edilmiş her bir Hürreminin mühleti var, savaş meydanında kendi günahını temizlemek için... Kolumu aç ki bundan fazla oyalanmaya zaman kalmamış­ tır, çünkü daha amansız savaşlar bizi beklemektedir." "Aman Allah 'ım, senin bütün savaşçılann Harnedan kapılannda ölmediler mi?" "Babalar öldüler, oğullan sağdır... Ve eğer benim ka­ derimi kabul edersen, bu akşam fırsat bulup bu kamışlıktan

)19


çıkanz... Yok, eğer muradın Rum ise, Babek ömrü boyunca seni unutmayacak.. .''

Aras kıyısı. Küçük tepecikler Sabah tan yeri sökülünce nihayet onlar kamışlığı yanp açıklığa vardılar ve gittiler, küçiik bir tepecik üstüne çıktı­ lar. Bütün geceyi kılıcı ile kamışlığı biçerek Cunay için yol açan Babek şimdi kılıcını kınına koydu, alnının terini sildi ve dönüp Cunay'a baktı. . . Cunay'ın kollan ve yüzü kırmızı noktalarla süslenmiş· ti, giysisi didik didik olmuştu ve Cunay vücudunun açık yerlerine bakarak utandı, tepe üstünde yere oturdu. Babek ise dönüp etrafına baktı. Uzakta, dağ eteğinde at sürüsü ot­ luyordu. "Bize o sürüden iki at lazımdır. Ama benim cebimde fareler oynuyor... " "Kulaklanmda küpelerim, kollanmda bileziklerim ... " "Parmağındaki yüzük yeterlidir... " ..Yok, onu vermem ... Ve eğer düşman bizi muhasara ederse, benden yana rahat ol ki Cunay esir düşmeyecek, çünkü dişlerim bu zümrüt kaşı daha hemen kıracak ve zehir boşalınca da son sözüm, son feryadım Babek olacak!" Cunay birden parmağını büktü, yüzüğün kaşını sedef gibi ak dişleri arasına aldı ve Babek 'in yüzünün nasıl de­ ğiştiğini görünce kıkırdayıp güldü, Babek yaklaştı, Cunay'ı sinesine bastı: "Saklamıyorum, kalbim sıkıştı, ölümle saklambaç oy­ namaya gerek yoktur!"

320


Dağ eteği. Otlayan at sürüsü Sürü yanındaki adam bir çift bileziği avucunda atıp tuttu, sonra döndü, bir yerlere baktı ... Babek ile Cunay iki at üstünde dörtnala dağlara doğru sürdüler..."

Dağ yolu. Akşam sisi Akşama doğru dağlan yoğun sis bürüdü ve Babek bu sis içinde atını adım adım sünneye mecbur oldu ve şimdi Cunay da atmı Babek'in peşinden sürüyordu. Babek'in atı birden kulaklannı dikti, sonra kişnedi ve hemen karşıdan, çok yakın mesafeden başka bir atın kişne­ mesi işitildi ve sisten sıyrılıp birbirinin karşısına çıkan iki alın başı birbirine değdi. Babek"in karşısına çıkan adam elini kılıcının kabzası üstüne koyarak dedi: "Ey adam, her kimsin, selam olsun sana, ben avcıyım, grubwndan ayrıldım, sonra siste yolumu kaybeııim ... Eğer bu yerleri biliyorsan, yol göster bana..." "Günaydın ey kişi, bu siste bana rastladın. Söyle, nere­ den geliyordun ve şimdi nereye gidiyorsun?" "Geldiğim yer çok uzaktır... Ama şimdi Berzend kale­ sine dönmeliyim." "Şimdi, bu yerleri bilmiyorsun, bu siste yol bulmak se­ nin için çetin olacak. Gel benimle beraber Bezz kalesine, gece orada bana konuk olursun ve sabah olunca aşağıya, Berzend şehrine inersin..."

321


Avcı farkında olmadan gülümsedi: "Ey dosı, ben Bezz kalesine adım atsam, Babek kelle­ mi koparıp koltuğuma verir ama birlikte Berzend'e gitsek, sen benden çok büyük hürmet görürsün." Şimdi de Babek farkında olmadan gülümsedi: "Eğer ben de kendi ayağımla Be12end'e gilsem, kelle­ mi bedavaya Afşin'e peşkeş çekerim... " Bütün bu sohbet zamanı gözünü avcıdan ayırmayan Cunay şimdi Afşi11 adını duyunca, birden ürperdi ve Ba­ bek'in arkasından bağırdı: "Ey Babek, sonunda tanıdım... Afşin bin Kavus'tur karşında duran ve sen kendi ölümünle sohbet ediyorsun ... " Her iki atlı bir an gözlerini ovarak donup atlan üstünde hareketsiz kaldılar, sonra her ikisi birden kımıldadı ve her ikisi bir anda kılıçlarını sıyırdılar ve her ikisinin atlan aynı anda şaha kalktı ... Babek: "Ne uğursuz bir tesadüfey Afşin! .. " "Belki de uğurludur ey Babek, çünkü sen henüz benim kim olduğumu bilmiyorsun." "Senin kim olduğunu bilmeyen yoktur ey Afşin, düne kadar senin kendi dinin, kendi vatanın vardı ve sen Uşrusa­ na şehzadesiydin, sonra vatanına sırtını döndün, Müslüman oldun ve şimdi hilafet ordusunun seraslanısın!" "Bunu çocuklarda da biliyor ey Babek ama kimse bil­ miyor ki ben senin kardeşinim." "Öyleyse bu vakte kadar yanılmışım ben, çünkü benim bildiğim iki kardeşim var, biri küçük kardeşim Abdullah, diğeri süt kardeşim Arap oğlu Muaviye ... " "Ve üçüncü kardeşin de Afşin 'dir ki bugün elinde kılıç senin üstüne gelmiş, çünkü sen yedi defa hilafeı ordulannı tarumar etmişsin ve ben yedi defa yüzünü görmediğim sana yüreğimde

kardeşim

demişim. Ama bu dünyada her şeyin

bir sonu var ey Babek ve insan başı soğan kökü değil ki 322


biçtikçe yeniden göversin. O yüzden soruyorum sana, ne vakte kadar savaı;acaksın? Yirmi yıl ki bir yiğidin ömrüdür, yinni yıldır akan bu kan seline nihayet bir son vermek ge­ rekmiyor mu?" "Bunu İslarn'ın Allah'ından sor ki ne vakte kadar onun emriyle İslam kılıcı kan dökecektir, bunu kendi halifene sor ki neden seni benim O.Zerime göndenniştir ve neden Hürre· milerin sevinç ve azatlık dini İslam' a göre bu yeryüzünde en günahkar ve en cinayetkıir bir dindir?" "Ey hayalperestlerin peygamberi, İslam'a ben senden fazla düşmanım! Ama şimdi gelmişim ki seni de İslam'a davet edeyim. Çünkü lslam'ı kabul etmeden kudretli İslam hilafetini mahvetmek olmaz. Bu maksatla ben on beş yıl­ dır, kara bayraklı hilafet orduları başında her gün beş defa namaz kılıyorum ... İndi sen ilk şartımı kabul edersen, yann biz seninle gizli görüşmelere başlanz ve yüreklerimizin bir­ leştiği gibi kılıçlanmızı da birleştiririz ..." "İlk şartını, lslam'a davetini reddettiğim için sonraki görüşmelere ihtiyaç kalmıyor." "Ey Babek, konuşup anlaı;amasak ya sen mahvolacak­ sın ya ben ... Düşün dediklerimi, bir daha görüşelim." "Her gün savaı; meydanında görüşeceğiz ey Afşin, ta o vakte kadar ki ya Hürremiliğin kırmızı bayrağı altında ben mahvolacağım yahut İslam'ın kara bayrağı altında sen ... " . . .

Dalga dalga akan beyaz sis içerisinde birbirine çarpan kılıçlar parıldadı ve kah kızaran, kah kararan bir fezada ya­ zılmaya baı;landı: "Babek ile Afşin arasında baı;layan kanlı savaı;lar artık iki yıldır devam ediyordu... "

32)


Dağlann koynunda Afşio'io ordugahı Yere üç parmak kalınlığında demir diken serpilmişti, dikenli alanın bittiği yerde derin bir hendek kazılmışh ve hendeğin kenannda yüksek hisar yükselmişti ve bu üç kal engel hatlannın arasında Afşin'in büyük ordugahı yerleş­ mişti. Ordugah merkezinde ise dev bir kubbe gibi Afşio'in kara çadın yükseliyordu. Geceden hayli geçmişti ve Afşin içeride yüzünü kıb­ leye doğru çevirip günün son namazı olan yatsı namazını kılıyordu. Afşin 'in arkasında yer alan ordu kumandanlan da namaza iştirak ediyorlardı. Bu anda yukandan, dağlardan uçup gelen bir kadın nağmesi, ellerini göğe kaldıran, dudaklan dua fısıldayan bu adamlann kulaklannda aksederek çınlıyordu. Şimdi arkada namaz kılanlann yüzleri donuktuysa, aksine, önde namaz kılan Afşin'in yalnız dudaklan dua fısıldıyordu, yüreği bu duaya iştirak etmiyordu ve gözleri bu kadın nağmesinden duyduğu putpersetçesine bir zevk ile panldıyordu...

Ordugahın yüksek hisarlan Afşin'in ordugiihtaki Türk kölemenleri yüksek hisar üstüne çıkıp birbirinin yanında sıralanmışlardı ve yukanda, lepe üstünde yüzlerce mızraklann ucunda yanan küçük me­ şalelere bakarak, oradan gelen musiki ve kadın nağmesini dinliyorlardı... Ne zaman ki musiki kesildi, nağme sustu, hisar üstün� de duran Türk kölemenlerinden biri yüksek sesle bağırdı:

324


"Ey hey, kafir Hürremiler, çok çalın, çok oynayın ama bilin ki sonunuz geldi çünkü biz Cafer bin Dinar'ın adam­ larıyız ve gelmişiz, getirmişiz bir ejderha..." Bütün hisar üstü bir ağızdan nakarat gibi tekrar eni: "Gelmişiz, getirmişiz bir ejderha!" Hemen yukarıdan tepe üstünden Hiırremilerden biri yılksek sesle bağırdı: "Ey hey, Halife'nin kölemenleri, Boğa Elkabir de ken­ dini ejderha sanırdı ve şimdi gidin Afşin'den sorun onun nerede olduğunu? Çünkü kovmuşuz, yok etmişiz bir tilki­ yi!" Dağ başındaki bütün Hürremiler hep bir ağızdan naka­ rat gibi tekrar etti: "Kovmuşuz, yok etmişiz bir tilkiyi !"

Arşin'in çadırı Şimdi kaşlan çatılan Afşin namazını bitirip ellerini sa­ kalına çekti ve yüzünü girişten asılmış perdeye doğru çevi­ rip bağırdı: "Ya Divdad!" Divdad hemen perdeyi sıyınp içeri girdi: "Kulluğunuzda hazınm ya emir!" ..Acaba ben emir vennedim mi, o kifirler her gece bizim ordugih etrafında gezinse de bizim ordulardan kimse onlarla ağız dalaşına girmeyecek?" "Ya emir, o k3fir kavmi ile ağız dalaşma giren bu yeni Müslümanlar, Türk kölemenleridir ki Allah 'a ant olsun ne hırdan anlıyorlar ne zırdan ..." "Git onlara de ki lal olsunlar, yoksa her on kişiden bi-

325


rini kamçılatınm. Ve çağır, Boğa el Bekir ile kardeşim Fazl huzuruma gelsinler." Divdad perde arkasında yok oldu ve çadırın ikinci kıs­ mında oturan Boğa ve Fazl ayağa kalkıp Afşin'in huzuruna geldiler. Boğa'nın başı gözü sargılıydı, Fazl'ın ise sol kolu boynundan asılmıştı. Afşin bir müddet Boğa'yı süzdü, son­ ra dedi: '"Ya Boğa el Kabir, hani benim kahraman Canah 'ım?" "Ya emir, şehit oldu." "Tedbirli, temkinli İbni Cauşan hani?" "Ya emir, şehit oldu." "Musul emiri Abdurrahman hani?" "Ya emir. esir düştü." Afşin bağırdı: "Bir gecede yedi bin atlıyı mahvetmişsin ve şimdi kal­ kıp gelmişsin ki sana yeniden ordu mu vereyim?" "Ya emir, kendin de biliyorsun ki ben saçımı sakalımı savaşlarda ağartmışıın ama bu kafirle yaptığım her savaşta harp kanunlan alt üst oluyor. Ve o kadınlar ki yokuş başında bize rastladılar, birden kılıçlannı sıyırdıklannda anladık ki cümlesi kadın elbisesi giyinmiş erkekmişler... " '"İşte bu yüzden Tarkan senin sakalını yolmuş, o yere

çıkmak için biz sana emir vermemiştik ve kardeşim Fazl ' ı ben senin yanına gönderdim ki hava karanr karannaz senin ordulann da dönüp ordugaha gelsin ve bu sebepten ben tfım

orduya emir verdim ki geceleri de at üstünde yatsınlar ve at üstünden yere inmesinler ... " Türk ordu kumandanlanndan Cafer bin Dinar azarla­ nan hemşcrisine arka çıkarak dedi: "Ya emir. ya Afşin, benim buraya getirdiğim Türk orduları seninle Babek arasındaki bu saklambaç oyununa olumsuz bakıyor. Çünkü ordu görüyor ki on yedi gündür

326


hava aydınlandığında sen biitiin orduyu alıp gidiyorsun ve Beu kalesini muhasaraya alıyorsun ve hava kararınca, der­ hal bütün orduyu geri çeviriyorsun ve getirip bu ordugaha indiriyorsun. Sonra bava k.araru kararmaz Babek bir avuç orduyla geliyor ve sabaha kadar bütün ordugahı telaşa düşü­ rüyor... Böylelikle bir aydır, gündüzleri sen o kafiri muhasa­ raya alıyorsun, geceleri o kifir seni... Ama Emirelmüminin bizi, Türk gu!amlannı buraya cenk etmeye göndenniştir, bu yiiksek hisarlar, bu derin hendekler ve yere serpilmiş bu de­ mir diken arkasında oturmaya göndermemiştir..." "Ya Cefer bin Dinar, unutma ki Halife sizi, Türk gu­ lamlanm buraya, benim emrime göndermiştir, benim savaş nizamımı bozmaya göndermem.iştir." "Ya emir, elbette ki ordunun sahibi sensin ama biz ki bu kadar yukan çıkmışız ve Bezz kalesine iki adım yol kal­ mıştır, yine de kifirler bize meydan okuyorlar. Her gece yatsı namazında burada kulağımızın dibinde çalıp oynu­ yorlar ve ben Cafer bin Dinar kendi adamlanmın yüzüne bakamıyorum ve kendi ordwnun karşısında utanıyorum... " Sol kolu boynundan asılan Fazl dayanamayarak bağırdı: "Ey Cafer, buraya kadar sen kendin çıkmamışsın, seni bu noktaya çıkaran var ve iki yıldır biz binbir meşakkatle kanş kanş yukan çıkmışız ve her on kişiden dokuzunu kur­ ban vermişiz. Şimdi kardeşim Emirelmüminin bayrağını Oruz tepelerine diktikten sorua sen gelmişsin, şöyle yapar­ dım, böyle ederdim . . . " Cafer bin Dinar elini kılıcının kabzası üstüne koyarak dedi: "Ey Faz!, unutma ki ben buraya eli boş gelmemişim ve otuz bin öyle mahir Türk okçusu getirmişim ki yerde sürünen yahut yürüyen, havada uçan yahut ağaca konan bir canlı onlann okundan kurtulamaz! Ve şimdi senin gibiler

327


bana ders veremez!" ..Ey Cafer. dua et ki Emir'in huzurundasın ve eğer bu­ rada Emir'in huzurunda olmasaydın, Fazl bin Kavus sana haddini bildirirdi." Afşin ayağını yere vurdu, kardeşine ve Cafer'e çıkıştı: "Ey Fazl, sus! Sen de sus ey Cafer! Bence saçım ken­ disi kesmeyi becerebilen her bir kişi diyebilir ki elverişli yerde mevki tutup beklemek, elverişsiz yerde hücuma geç­ mekten daha üstündür. Geçen gün casuslar haber getirdiler ki Bezz kalesinde bir avuç savaşçı kalmış ve Babek şimdi orada ıek başına orunnuştur. O günden beri benim uykula­ rım kaçıyor, çünkü Babek'in harbi zekıisını herkesten iyi ben biliyorum ve eminim ki o k3firlerin yine her ne ise bir şeyıan planı var... Ama ben de ekmeği burnuma yemiyorum ve biliyorum ki ordusuz kalan o kale daha korkunçtur ve ben istemem ki akıbetim Tusi'nin akıbeti olsun ve şair Ebu Tamam benim ölümüme de mersiye yazsın ve sonra o mer­ siyeyi götürüp ateş pahasına benim varislerime satsın... " Bu anda çadır arkasında kargaşa çıktı ve Divdad heye­ can içerisinde çadıra geldi: "Ya emir, Babek'in yanından elçi gelmiştir ama bizim fedailer elçiyi öldürmek istediler ve fedailerin müezzini el­ çiyi sol kolundan yaralamıştır... " "'Elçiyi bırak, huzuruma gelsin! Sonra müezzini so­ yundurup sırtına yüz değnek vurun!" Cafer: ··va emir, fedailer çok mutaassıp halktır ve müezzine bu kadar ağır ceza o halkı galeyana getirir..." Afşin: "Ey Divdad, git emrimi yerine getir!" Divdad çadırdan çıktı ve sol kolu sanlı İbni Boyat sağ elinde büyük bir sepet içeri geldi, Afşin'e baş eğdi: "Ya Hazret! Hürremilerin ulu önderi burada tepe üs­ tünde sofra kurdurmuştur ve şimdi bu yemişleri kendi sof-

128


rasından size gönderdi. Bu kavun karpuzlar, ulu kendi eliy­ le ektiği bosıandandır... " içeridekiler birbirinin yüziine baktılar, Afşin ise güldü ve dedi: "Biz Babek'in hediyesini kabul ettik. Ben ulu önderin seni ne maksatla buraya gönderdiğini biliyorum. Elbette ki Boğa'nın başına gelea felaket bizi üzdü ama gördüğün gibi, başımıza vurup ağlamıyoruz. Yok, eğer Babek seni, yeni ge­ len Türk ordulanna bakıp sayılannı öğrenmen ve geceleri de attan inmeyip at üstünde nasıl uyuduklarını görmen için gönderdiyse eline meşale alıp git, ordugahı gez ve korkma, yanında nöbetçi olacak ve sonra yanıma gel ki gördüğün görmediğin ne varsa ben kendim sana malumaL vereyim ..... İbni Boyat gözlerini ovuşnırdu. Afşin işaret etti, İbni Boyat'ı götürdüler. Şimdi oradakiler yine birbirinin yüzüne baktılar... O anda çadır arkasında yeniden kargaşa çıktı ve bir grup fedai ellerinde yalın kılıçlar, bağnşarak çadıra doluş­ tular ve içerideki ordu kumandanlan sıçrayıp ayağa kalk­ mak isterlerken, Afşin dedi: "Ey ahali, herkes yerine onırsun." Sonra Afşin yüzünü içeri dolan fedailere doğru tutup dedi: "Ey fedailer, tek tek konuşun' Yoksa Emirelmümini­ nin başına yemin olsun ki şu anda kırbacı elime alıp ayağa kalkanın." Birinci fedai bağırdı: "Ya emir, biz kafirin casusunu öldürmek istedik, senin yaverin bırakmadı ve şimdi senin yaverin bizim müezzine yüz kırbaç vuruyor. Böyle olunca, seninle kafir Babek'in arasında ne fark var ki Babek eline geçen müezzinlerin di­ lini kesiyor, sen de Allah'ın mümin kulu bir müezzinin diri

329


diri derisini soyduruyorsun. Acaba Allah 'tan korlanuyor musun, ey emir?" "Elçiye dokunmazlar ve benim nizamııru bozmak ol­ maz!'' İkinci fedai: "Vay bilimize, bu nasıl savaştır ki kifir sana kavun karpuz gönderiyor ve sen de kıifirin casusuna ordugihı gez­ diriyorsun?" ''Bütün ordunun sahibi benim ve ben ne yaparsam, yal­ nız Emirelmümini.n'e karşı sonunluyum." "Öyleyse biz hepimiz, bütün gönüllü fedailer senin or­ dunu terk edip gidiyoruz." "Siz gönüllüsünüz, nizami orduya dahil değilsiniz ve ne zaman isterseniz çıkıp gitmeye hakkınız var. Ama Emi­ relmüminin 'den maaş alan nizami ordu sıcaktan yansa da benim yanımda kalacak, soğuktan donsa da benim yanımda kalacak. Ve siz de burada olduğunuz siirece, benim emrime tabi olacaksınız!" "Ya emir, senden evvel biz Allah'ın emrindeyiz ve bu mümin adamın gördüğü rüyadan korkmalısın." "Ey mümin adam, anlat bakalım rüyanı, belki de kor­ karım." "Ey emir, dün gece ben rüyamda Peygamberimizi gör­ düm ve Kainatın Efendisi bana dedi ki ... " Çadırdaki bütün ordu kumandanlan derhal ayağa kallc­ ıılar, Afşin de ayağa kalkmaya mecbur oldu. " ... Ve Kainatın Efendisi bana dedi ki ey Ebu Rizvan,

ne bekliyorsun, git oAfşin'e söyle ki eğer o tez vakitte kafir Babck'in işini bitirmese, ben bu dağlara emredeceğim ki Afşin'in başına taş yağdırsınlar... " Onalığa gergin bir sükut çöktü. Sonra Afşin dedi: "Ya Ebu Rizvan, tek olan Allah kendi bilir ki ben iki yıldır bu kafirle savaşıyorum ki o yirmi iki yıldır üstüne

330


gelen bütün İslam ordulannı darmadağın etmiştir ve eğer Rabb'im bir insana taş yağdırmak isteseydi, ilk önce o tan­ ntanımaz Babek'in başına taş yağdırudı ki biz Müslüman­ lar bu azap ve eziyetten kurtulalım! .. " Fedailer bir an duraksadılar, döndüler, birbirinin yüzü­ ne baktılar, sonra birinci fedai dedi: "Ya Emir, eğer bize şehit olmak kısmetse, sen bizden bu sevabı esirgememelisin, çünkü bizim buraya gelmekten maksadımız şudur ki din yolunda şehit olup Cenabıhakk'a kavuşalım ve sen bizi hemen hücuma götür ki ya galip ge­ lelim ya ölelim." O anda İbni Boyat yine içeri geldi ve Afşin bu muta­ assıp fedailer karşısında İslam ve Halife'ye karşı sadakatini göstermek için fırsat buldu ve bağırdı: "Gördün mü görmek istediğini? Şimdi dinle, görme­ diklerini de sana anlatayım. Burada şehit olmak için gemini kemiren binlerce bu fedailerden başka benim arkamda yüz bine yakın kılıçlı ve mızraklı savaşçı durmuşnır. Benden ötede Emirelmüminin'in arkasında büyük bir dünya, İslam dünyası durmuştur. Ve bugün Hint ve Sinı memleketleri Emirelmüminin'e haraç veriyor. Tibet yabgusu Emirelmü­ minin'in hükmüne boyun eğiyor, Çin prensi Emirelmümi­ nin'e misk-i amber gönderiyor, Rum imparatoru Emirelmü­ minin'in korkusundan geceleri uyuyamıyor ve Frenk kralı uzaktan Emirelmüminin'e tazim ediyor ve bugün dünyanm yulan İslam'ın elindedir. Bütün bunlardan sonra ne zamana kadar kafir bir dağ Emirelmüminin'e meydan okuyacak"? Elbette senin ulu önderin kendi yapacağını kendisi bilir. Ama teslim olup Emirelmüminin'e boyun eğmek isterse zaman kaybetmesin, derhal huzuruma gelsin! Yok eğer inat ederse, bilsin ki artık bıçak kemiğe dayanmıştır ve bütün Azer Hürremilerinin başlan kesilmedikçe ben, Haydar bin

33t


Kavus bu Azerbaycan dağlanndan geri dönmeyeceğim! .. " Çadırdaki bütün fedailer hep bir ağızdan bağırdılar: '"Ey Emir, var ol, biz de seninle kalıyonız, inşallah za­ fer bizimdir." Birden İbni Boyaı, Afşin'in karşısında diz çökerek dedi: '"Ya hazret, ben gizli götüşme talep ediyorum." Bütün meclise derin bir sükat çöktü ve Afşin de uzun bir süre sustu, sonra dikkat1e İbni Boyat'ın gözleri.ne baka­ rak dedi: "'Ey adam, hilafet ordusunun emirinden gizli görüşme ıalep eden birinin ona öyle bir şey söylemesi gerekir ki kıy­ meti bu kavun ağırlığında altın olsun. Yok, eğer mevzu baş ağnımaksa, lazımdır ki böyle bir adamın boynu vurulsun." "Razıyım ya hazrel ve eminim ki dediğin mükafata sa­ hip olacağım ve o mükafata sahip olur olmaz dönüp yine Müslüman olacağım." Afşin ordu kumandanlarına dedi: '"Ey ahali, sizinle toplantım bitti." Yine herkes birbirinin yüzüne baktı ve ordu kuman­ danları birbirinin peşi sıra Afşin'in çadmndan çıktılar. Afşin ise bir müddet düşünceli hıilde çadmnda gezin­ di, sonra İbni Boyaı'ın karşısında durdu ve dedi: '"Ya lbni Boyat, madem Babek'e sırtını dönüp yine zengin ve mümin bir Müslüman olmak istiyorsun, bil ki bana çok büyük bir hıyanet lazımdır ve ben ufak tefek hıya­ neti kabul etmiyorum." '"H ıyanet nedir ya Emir? Ben günahlanmı temizliyo­ rum ve sana ilan ediyorum ki Babek yine İslam ordulan için çok müthiş bir tuzak kurmuştur, kaya altında dağı oydur­ muştur, yer ahında lağım kazdınnışlır ve tüm kuvvetlerini Azin' in emrine venniştir, kendisi ise kalede ıek başına otur-

332


muştur. Eğer sen o pusu yerini keşfetmeden Beız kalesine hücum edersen, dilim kurusun ki..." Afşin fırsat vermedi, elini lbni Boyat' ın ağzına bastı ve hırıldadı: "Sus, elbene mahvolacaktım! Sus, şükürler olsun ki kurtuldum. Benim kurnıluşwn onun mahvolmasında ise, nasıl çıkayım bu vaziyetten ey iblis?"

Karanlık yer altı, lağım Kaya altında kazılan lağımın kolu uzanıp gidiyordu ve Babek iki meşalecinin eşliğiyle ağır ağır lağım içerisinde adımlıyordu ve peşinden başını aşağı eğmiş Azin yürüyor­ du. Karanlık lağun ise dil açarak kiih sağdan kiih soldan bağırıyordu: "Yeter ey ulu önder, yeter, bizi bu kuyudan çıkar ki, bu zulümden, bu soğuktan, bu azaptan kurtulalım. Yorulduk günleri saymaktan ve yirmi üç gündür güneş ışığı görme­ mişiz. Ne mutlu senin bir avuç delikanlılanna ki her gece çarpışıyorlar. Ama biz, kınından sıynlamayan yedi bin kı­ lıç, tıkanıp bu delikte paslanıyoruz. Şunu da bil ki dayana­ mayanlar var ve kaçanlann sayı on yediye ulaştl ... Sonuncu firari kimin oğludur, sen de biliyorsun..." Babek ürperdi ve durdu. Lağıma ağır bir süküı çöktü. Babek başını aşağı eğdi ve Azin' e dedi: "O sonuncu ve on yedinci firari benim oğlumdur ve ben ki her yerde onu anyorum, ölmüşse bırak onu kara top­ rak yutsun, diriyse o yine senin emrinde olacak ve onu sen mahkeme edeceksin ey Azin..." "Hayır, ey ulu önder, hayır!"

333


"Sebep?" "Firarilerin hepsi için ölüm ve yalnız ölüm olacak, be­ nim karanm budur!" "Bil ki on yedinci firari için çıkaracağın öliim hükmii­ nü Babek ne lağvedecek, ne de erteleyecek . . ." Sonra Babek karanlık lağımdakilere hitaben: "Çağırmışıınız, geldim. Bağırırdınız, dinledim. Nedir istediğiniz benden? Meydan muharebesi mi? Mertçe ölüm mü? Mertçe ölüm bizim için son silahtır ve bu silahı kimse, hiçbir zaman bizim elimizden alamaz. Ama ben ölmeden evvel ölmenizi size yasaklıyorum! Çünkü ben sizi burada, bu karanlıkla, bu yer altında kurtuluş ve hayat namına sak­ lamışım ve siz buradan öyle bir zamanda çıkacaksınız ki düşman kendi zaferinin zirvesinde olacak ve o zaman düş­ man zaferinin zirvesinde mahvolacak! Benim, ekmeksiz kaldığım günler çok olmuş ama umutsuz kaldığım günüm olmamışıır, bilin ki şimdi de son umudum bu kuyu dibinde­ dir, ancak ... "

Bezz kalesi. Cavidan kasrının yer altı katı. Gece Babek elinde mum, tek başına ağır ve yorgun adımlar­ la Cavidan kasrının yer altı katma indi. Mahzene inen taş merdivenin başında sanki takati kesildi ve durdu. Vaktiyle o Zemise'yi ilk defa burada görmüştü, şimdi ise Zemise bu­ rada tutsaktı, hasır üstünde otunnuştu, perişan bir hôldeydi ve Babek'i merdiven başında görünce ayağa kalktı: "Yine mi geldin? Yeterli değil mi senin için? Yeterli

334


değil mi, beni basamak basamak aşağı indirip ve sonunda getirip bu mahzende tutsak etmen? Ama kendin her gece yukanda o Geldani kızıyla, o çingene kızıyla mest-i bumar­ sın. Acaba o afetin, büyücü Cunay'ın nağmeleri yetmedi mi sana? Her gece gelip benim ah-ı zanmdan haz mı alıyor­ sun?" "Ey Zemise, inadı bırak! Oğlumun yerini söyle, sonra harbi ganimetler hazinesinden ne istersen al ve nereye ister­ sen git! Seni göndenneye hazırun." "Bana ne hazine lazımdır ne Rum diyan ... Sen büyük oğlum, Cavidan'ın yadigiinnı elimden aldın, küçük oğlu­ mu, Buğday'ı sana vermeyeceğim!" "Buğday senin küçük oğlundur, benim ilkimdir, be­ nim veliahdımdır ve bu rezilliktir ki Hürremi kızlannın da savaştığı bir dönemde sen benim büyük oğlumu şalvannın altında saklamışsın." "Aman Allah'ım, Cavidan'ın bir düşmanı vardı. Ebu İmran! O da yazın savaşırdı, kış düşünce komşu dağda otu­ rurdu ... Ama sen Doğu'yu da düşman ettin bize, Batı'yı da ... Ve kara seller aktı üstümiize geldi, kırmızı derya çal­ kalandı üstiimüze geldi ve boz sahra kiikredi iistümüze gel­ di ... Ve şimdi bir tek Buğday kalmıştır benim için ... Yalnız kalan, mahvolan benim için ... Sen ise yukanda Cunay ile... Umanın o çingene gurbette ölür!" "Ulu Şirvin'in ruhu! Neden sen o uğurlu günde bu uğursuz kadını bana rast getirdin?" Zemise bağırdı: "Ben miyim uğursuz kadın? O Zemise, seni Babek yaptı? Eğer dul kalan Hatice yetim Muharnmet'i, Muham­ met Peygamber yaptıysa, dul kalan Zemise de seni kuyu dibinden dağ başına çıkardı. Beni diri diri bu mahzene gömsen de yine de Buğday'ı sana venneyeceğim. Çiinkii o

335


benim oğlumdur, senin değil ... " Babek ağır ağır nefes aldı ve dedi: "Sen haklısın ey kadın, benim Buğday adında oğlum yoktur ve ben sadece on yedinci firariyi arıyorum." ..Ara, ama bulamayacaksın! Peşinden at sürsen de ulaşmayacaksın. Çünkü zavallı yavrum şimdi çok uzak­ ıadır. Çünkü üç gün ağlayıp yavrumu yolcu ettim ve yola çıkannca dua ettim ki isıer Müslüman olsun isıer Hristiyan olsun ama senin olmasın ve sağ kalsın!.." Babek boğulup yakasını ovaladı, sonra eli yanına düştü: ·'Yılan! Yılan! Sonunda soktun yüreğimin başından!" Babek dönüp gitmek isıerken Buğday karanlıktan çıktı. "Dur baba, ben buradayım, bağışla beni ... " "Buğday, bedbaht yavrum, niye geldin?" dedi Zemise. "Nasll gelmezdim ana, ordu komutanının emrini işitıim." Babek, Buğday'a: "Arkamdan gel!" dedi: "Nereye gidiyorsun ve nereye götüriiyorsun onu gece­ nin bu vaktinde?" Babek, Zemise'ye cevap vermeden Buğday'a baktı: "Kılıcını al. Gittiğim yerde yanımda sadece sen ola­ caksın. Ve bu gece bir savaşçı olarak hayatımın nöbetini sen tutacaksın."

Bezz kalesi Babek'in karargahında Hristiyan rahip çizip bitirdiği resmin yanında durmuştu. Babek uzaktan kendi portresine bakarak düşünceye dalmıştı. Rahip: "Ya hazreı, öyledir, suretinin yansı karanlıkta, yansı ışıktadır, çünkü ışığı güçlendirmek için gölge lazımdır. Ben

336


isterdim ki tasvirine baktığın bu dakikalarda kendin hakkın­ da bana bir şeyler söyleyesin." Babek omzunu çekti: "İnsan kendi hakkında ne söyler ki? Derler ki bu hu­ susta kadim peygamberlerden biri kendi kendine sorarmış ki eğer ben kendim, kendim içinsem, neye lazımım; yok eğer kendim, kendim için değilsem, o zaman ben kimim? Neyse, bırak bu muamma çözülmesin ... Sen hazırlan, bu gece yola çıkıyorsun, imparator Feofil'e benim meknıbu­ mu götüreceksin. Feofıl bilsin ki Halife Muıasım, Rum ser­ hatlerini boşaltmış, bütün harbi kuvvetlerini benim üzerime göndermiş, eğer senin imparatorun benimle müttefik olarak kendi sözüne sadıksa oyalanmasın, hemen Suriye serhad· dine ordu yüriiısün ki Arap halifesi berberini, terzisini ve aşçısını da benim üzerime göndennesin!" "Ya hazret, Afşin'in orduları kara bulut gibi bütün ci­ var dağlara konmuş. Afşin 'in orduları kara sel gibi geçit ve dereleri doldurmuş. imparator Feofil kıpırdanıp Suriye ser­ hatlerine ordu yüıiitene kadar... " "Ne demek istiyorsun?" "Henüz geç olmadan, seçme yiğitlerinin başında, sen kendin Rum'a doğru gitmelisin!" "İlginçıir, vaktiyle Barsis götürüyordu beni Rum'a, şimdi de sen..." "Düşün hele, orada Hristiyanlığı kabul eden Babek, İslam dünyası ile çarpışırsa, mukaddes haç uğrunda bu hiz­ meti onun kahramanlık hayatı için en ziyneıli bir taç olur­ du..." "Rahip, ben ilk günden beri hissetmiştim ki çizdiğin bu resim bahanedir, imparator seni buraya beni Hristiyan· lığa davet etmeye göndermiş, o yüzden de Rum elçileriyle vaıanına dönmedin, burada kaldın."

337


..Eğer sen bizim Roma ordusunda komutan olsaydın, beş hilafet ordusu iizeıinde kazandığın zaferden üçü yeter­ liydi ki Roma ordusu seni imparator ilan etsin!" "Yavaş rahip, sen çok uzağa ginin!" "Ben sana Roma devletinin tarihinden bahsetmiştim. Bizim imparatorlar içinde İspanyalı, İranlı, Suriyeli ve Er­ meni vardır. İmparatoriçe İrina, Hazar Türklerinden Çiçek adlı bir kız değil mi? Barsis ki sen onu Aras kıyısında ölüme mahkum etmiştin, Rum'da Hristiyanlığı kabul etti, Müslü­ manlarla muharebede öyle bir yiğitlik gösterdi ki Roma or­ dusu neredeyse onu imparator ilan edecekti." "Barsis elbette ki çok yiğit şahsiyeııir." "Şimdi Barsis, Feofıl'in bacısı ile evlendikten sonra imparatorun en yakın dostu ve canciğer arkadaşıdır." "Rahip, Şark'ta en çok okunan bir kitap var,

Kefile ve Dimne 'dir adı. Orada denilir ki, deli o kişidir ki sırrını kı­ dma söyler veyine deli o kişidir ki bilmek ister zehrin tadım ı•e 11ilıayeı deli o kişidir ki şahla, hükümdarla dostluk eder yalıut dostluk /ıayaline düşer. " Babek kapıya doğru gitti, sonra dönüp yeniden rahibe hitap etti: "Orada Barsis'e dersin ki ben Hürremdin Barsis'i ölü­ me mahküm etmiştim, madem Barsis, Hürremiliğe sırtını dönüp Hıisıiyan olmuş, bugünden sonra ben de o ölüm hük­ münü lağvediyorum!"

Bizans payitahh Konstantin şehri İmparator sarayında Rahip çizdiği resmin yanında dur­ muştu, İmparator Feofil kenardan Babek'in portresine ba-

JJ8


karak diişiinceye dalmıştı. Taştan yontulmuş sanki yüzünün her çizgisi!" dedi Fe­ ofıl. "Dokuz yaşında dağ çobanı. Sonra ilk gençlik yılla­ nnda kervan oğlanı. .. Olabilir, bu mümkündür. Ama hiçbir z.aman inanamadım, tulumda zeytinyağı satan bir adamm oğlu olduğuna ... Her ihıimale karşı, şecere düzenlemek ge­ rekir bu adam için, güya İran şahı Behram Çubi'nin neslin­ dendir. Şimdi oku mektubunu! Savaş üslubuna her zaman gıpta etmişim. Oku mektubunu, yazı üslubu ile de tanışa­ .. yım. Rahip mektubu okumaya başladı: "Azerbaycan Hürremilerinin önderi Babek Hürrem­ din 'den Roma devletinin hiikümdan lmparaıor Feofıl'e mektup... " Feolil keskin şekilde rahibin söziinü kesıi: "Yeterlidir! Sen bu adama Hristiyanlık itikadı aşıla­ yamadın, en azından sadece şunu anlatmalıydın ki Roma imparatoruna yazılan herhangi bir mektupta ilk önce impa­ ratorun adı anılmalıdır, sonra Babeklerin ve sairenin ... " "Affet imparatorum, beni ... " "İzahata gerek yok. Götür mektubu Barsis'e ver, oku­ sun ve sonra yaksın. Başında Babeklerin adının yazıldığı bir mektubu Roma ıarihi kabul edemez! Barsis mektubu okuduktan sonra, gelsin içeriğini bana arz etsin!" Rahip gittikten sonra imparatoriçe Feodora heyecanlı bir halde geldi, portreyi yandan süzerek dedi: "Aman Tann'm, imparator, vahşi dağlar sakini, boz gömlekli bu korkunç adam bütün dinlerin, tannlann ve Hristiyanlann da düşmanıdır. Aynca sen ikonlan yasakla­ mıştın." Feofil kaşlannı çattı: "İmparatoriçe, kaç defa daha tekrar etmeliyim ki ikon-

339


tara, cansız resimlere tapınmak putperestliktir ve artık bu hususla konuşma!.. ··susuyorum imparator ve içimden ağlıyorum... Ama hiç olmazsa bu tannıanımazın ikonunu bu saraydan def et!" "Sakiı ol, ben İran'ı Arap halifelerinin pençesinden ko­ partmak istiyorum ve Hristiyanlığı kabul eden Barsis'i

İran

tahtına orurtmak için şimdilik bu adama, Babek'e ihtiya­ cım var. Ne zaman ki Barsis, İran tahtına sahip olursa boz gömlekli bu adam beni bırak, belki kendi kendine de lazım olmayacak." Bu sözlerle imparator portrenin yüzünü duvara doğru çevirdi ve İmparatoriçe Feodora ise kocasının ayaklanna kapanarak: "Uyan imparaıor, yanılıyorsun!" dedi . ..Bacınla evlen­ miş ve Hristiyan olmıcı Barsis için İran tahtı denizde balık sevdasıdır ama buradakine, yakındakine, senin tahtına o şimdiden alıcı gözüyle bakıyor... " Feofil, Feodora'nın ellerini dizlerinden kopanp kenara attı ve bağırdı: "Feodora, elimi kana mı bulaştırmak istiyorsun? Bar­ sis bana sadık olduğunu defalarca kanıtladı. Doziman çö­ lünde Müslümanlarla savaşırken kahramanlık gösterince, ordu onu imparator ilan etmek istemişti. Ama o geldi ayak­ lanma kapandı ve dedi ki, ey imparator. zaferden sarhoş olan savaşçı/arımı affet' Hayır, bacıma duyduğun nefret seni delirtmiş ve bütün düşüncen şu ki Barsis'i benim elim­ le öldürtüp bacımı dul bırakmak . . . " Feodora: ··Duyuyor musun?" diye sordu. "Neyi?" "Çocuk ağlıyor, oğlun feryat ediyor, çürıkü dayesinden kaçıp Barsis'i anyor ve ne zaman, Barsis onu dizlerinin üs-

340


tüne alırsa çocuk gülüyor, oynuyor, alkış çalıyor." "Ne demek istiyorsun?" "Dün çocuk yine Barsis'in dizinin üstüne çlkanca Bar­ sis demiş ki benim dizlerim gelecekteki Rum imparatoru­

nun tahııdır ve gelecekte Rum devletini ben idare edeceğim, bu çocuğun eliyle... " Feofil 'in deli ifade alan gözleri bir noktaya dikilip kal­ dı, sonra batkın bir sesle: "Git! Nihayet akının yüreğime şüphe zehrini!" Feodora gini. Feofil yıkılıp kaldı, başını avuçlan arası­ na aldı ... Barsis geldi, baş eğip durdu. Feofıl başını kaldınp uzun uzadıya Barsis'i süzdü: "Okudun mu Babek'in mektubunu?" diye sordu. "Okudum imparator." "Nasıl başlıyor mektup?" "Azerbaycan Hürremilerinin önderi Babek Hürrem­ din'den Roma devletinin hükümdan Feofil'e mektup." "Sen de cesaret edip bir ayağı çank.lımn karalamasını harfi harfine tekrar ediyorsun." "Affeı onu imparator! Babek kasten kendi adını önce, senin adım sonra yazmamıştır." Feofil: "Nedir istediği bizden? Rahibin dediğine göre Afşin bütün Azerbaycan'ı işgal ehniş, orada her şey bitmiş." Barsis: "Ama ben eminim ki Babek yine mucize gösterecek." "Amin! Allah ona yardım etsin." "Hayır imparator, müttefik olarak senin ona yardım et­ men daha iyi olur. Yirmi yıldan fazladır ki hilaferin en kud­ retli ordulan birbirinin ardınca Babck'in üzerine geldi ve şimdi Halife Mutasım senin üzerine yürümüyorsa, sebebi budur, Babek'in varlığıdır."

141


••Galiba sen bana sitem ediyorsun Barsis!" "Hayır imparator, ben sadece hatırlatmak istiyorum ki hilafete karşı mücadelede senin Babek ile anlaşman var." Feofıl asabi bir giilllşle: "Barsis, görünen o ki sen Babek için endişeleniyorsun, unutma ki vakıiyle ayru Babek Aras kıyısında seni ölüme mahküm etmişti." "Hayır. unutmadım imparator ama şimdi Babek rahip­ le bana haber yollamış, Hristiyanlığı kabul eden Barsis için o ölüm hükmü lağvedilmiş." "Sen de bunu kabul ediyorsun ve hatta seviniyorsun ki seni Roma imparatorunun eniştesini baldın çıplaklann ve dinsizlerin önderi affetmiş?" "İmparaıor, nedense bugün bana karşı hiç merhametli değilsin, bu da beni üzüyor." "Dur Barsis, ilk kez senin üzerinde böyle bir kılıç gö­ rüyorum. imparator benim amma benim böyle bir kılıcım yoktur." "Savaşçılanm beni bu gece ziyafete davet ettiler, o yüzden kanın beni bu şekilde giyindirdi. Bu kılıcı da bu­ lup gelirdi, belime astı ve dedi ki bu kılıç İmparator Niki­ for'dan yadigar kalmıştır." Feofıl bağırdı: "Nikifor önceleri domuz çobanıydı, sonra Roma tahtı­ nı ele geçirip imparaıor oldu ... Ve sen, benim sana hediye ettiğim kılıçtan başka bir kılıcı beline ıakmaya ıenezzül et­ memeliydin." "Bağışlayın imparator, elbette ki yanlış yapmışım. Ama kansı, imparator bacısı olan biri, geceleri yabnca ka­ nsının kocasıdır, gündüzleri kansının emir eridir." "Barsis, dalga geçme, kellenle oynuyorsun." "Doğru, çoktandır darağacıını omzumda gezdiriyo-

342


rum. Ama nedir ki ölüm? Biz ne zaman bu hayattan gider­ sek; cismimiz, anamız toprağın; ruhumuz. babamız gökle­ rindir.'' "Putperest!" dedi Feofıl. "Yüreğini h31en Hürremilik­ ten koparmamışsın. Ve bu, şu demek oluyor ki hiilen hakiki Hristiyan değilsin. Ama yeterlidir. Demin dedin ki bağışla beni, yanlış yapmışım... Halbuki yanlışını düzeltmek için sen Nikifor'un o kılıcını hemen benim ayaklanın altına at­ malıydın!" 11Geciktiğim için özür dilerim imparator." Barsis kılıcını belinden çıkarıp Feofil'in ayaklan altına anı, imparator altın çıngırağı alıp çaldı ve hemen içeri do­ luşan saray muhafızları sessiz bir biilde Barsis'in arkasında dizildiler ve biri Barsis'in kılıcını yerden kaldırdı. Feofıl gini, anahtarla duvardaki gizli bir nişin kapısını açtı, oradan yeşil renkli bir kadeh alıp geri döndü. Barsis arkasındaki muhafızları göstererek Feofı!'e sordu: "Bu ne demek oluyor imparator?" Feofıl kadehi Bar­ sis' e uzatarak: "İç bunu, Barsis! İç bunu ki bu gece benim uykum kaç­ masın. İç, imparatorun kendisi sana sakilik yapıyor!" Barsis kadehi alarak: "İmparator, seninle dostluğumuz hakkında Babek rahi­ be bir mesel anlatmış ... O mesel de deniliyor ki deli o kişidir

ki, sırrım kadına söyler ve yine deli o kişidir ki, bilmek ister zehrin tadım ve nihayet deli o kişidir ki, şahla, hükümdarla dostluk eder yahut dostluk hayaline düşer. " Sonra Barsis uzaklara bakarak: "Haklıymışsın Babek, hayat bana son kadehi namert eliyle takdim etti." ... Ve Barsis zehirli şarap dolu kadehi kafasına dikip yere yığıldı ... 343


Afşin'in çadırı. Gece Şamdanlardaki uzun mumlar eriyip bitmek üzereydi, Afşin ise başını elleri arasına alarak otunnuştu ve yerin­ den kımıldamıyordu. Fazl ise ayakta bekliyordu ve nihayet, dedi: "Ya Emir, ey kardeşim, aılı birlikler ve piyadeler bir­ birinin ardınca harekeı ettiler ve o habis ki bizim ordulan gözetliyor, tan yeri ağardığında Babek kendi musibetinden haberdar olacak! Vaktidir, sen de kalk ayağa, atın eyerlen­ miştir ve yann Oruz tepelerinde kazanacağın zafer seni bekliyor." Afşin başını kaldırdı ve inildedi: "İslemiyorum o zaferi ey Faz!, çünkü istemiyorum Ba­ bek 'in büsbütün mahvolmasını... Sen, hemen Bezz kalesine gideceksin, benim son teklifimi ona iletmek için ... " Fazı korku içerisinde geri çekildi. "Amandır ey kardeşim! Halife bu gizli görüşmelerden haberdar olursa, beşikteki körpelerimize bile merhamet et­ meyecek!" Afşin elini koltuğuna alıp abasının astarını söktü, son­ ra çekip oradan bir mektup çıkarttı: "Ver bu mektubu ona, okusun. Görsün ve bilsin ki ben bu gizli belgeyi ona gönderiyorsam demek ki hayatımı ve kaderimi ona bırakıyorum. Sonra ona dersin ki,

yazın or­ tasıdır ve bu ağustos gecesi çok kısadır ve bu gece hôlen karşmnda kurtuluşyolu var ama tan yeri ağarınca geç ola­ cak. .. "

344


Cavidan kasnnın üst katı. Cunay'ın odası. Gece Babek kapı yerine asılan perdeyi kaldınp içeri girdi. İçeride mavi renkli bir mum yanıyordu. Sedirin üstündeki Cunay derin bir uykudaydı. Babek bir adım ileri atıldı, son­ ra birden irkilip durdu. Cunay'ın yastığına bir hançer saplanmıştı ve hançerin sapına bir mektup bağlarunıştı. Babek ileri atıldı, çekti. han­ çeri yastıktan çıkarttı, sonra mektubu aldı ve hançeri kenara atarak mum ışığında mektubu okumaya başladı .. Cunay irkilip uyandı, başının üstiinde duran Babek'in bir şey okuduğunu gördü. Sonra gözleri yere aulan hançere ilişti ve dedi: "Düşünme, ulu önder, bu üçüncüsüdür.·· "Üçüncü mü?" "İlk hançer şurada ki niştedir. Kibarca tehdit etmişler, ey afet, kardeşin Rum 'a girti, sen de Rum diyanna git ki kurtulasın. Yok, eğer kalacaksan, bil ki son elbiseni hazırla­ mışım .. . Ama sen düşünme, ey ulu önder, inan ki bana vız gelir bu tehditler, ben senin bunlan bilmeni istemiyordum ki sen bu zor günlerde beni düşünmeyesin." Babek yorgun bir halde sedir üstüne oturdu ve dedi: "Ey Cunay, ben hayatımda çok korkulara galip geldim ve bundan sonra da galip gelebilirim ama seni gördüğüm günden beri sadece bir tek korku bana üstün geldi ve bu korku, seni yitirmek korkusudur... Şimdi hain eller yastığı­ na üç hançer saplıyorsa ve sen bu konuda bana bir şey söy­ lemiyorsan, ilk önce sen cez.alandmlacaksın ve yanndan itibaren geceleri de benimle birlikte at üstünde olacaksın. O zaman, gece karanlığında at sürmek ve at üstiinde uyuyup

34S


aynı zamanda uyanık kalmak, sana tedbirli olmayı hemen öğretecek..... "Bu ceza benim için ne güzeldir ey ulu önder, çünkü ne olacaksa, ayrılık olmayacak." Perde arkasından Abdullah'ın sesi işitildi: "Ey Babek, düşman ordugfilıından yine elçi gelmiş ve peçeli bir şahıs gecenin bu vaktinde senden gizli görüşme talep ediyor.

Cavidan kasrının kuleleri Babek kule altındaki bir hücreye girdi, içerideki adam ayağa kalktı, peçesini yüzünden kaldırdı ve Babek'e baş eğdi. Babek: "Sen misin ey Fazl, gecenin bu vaktinde hayrola? Otur, ayakıa dunna." "Otunnaya zaman yoktur ya hazreı, Afşin bu gizli bel­ geyi sana gönderdi ki okuyasın ve hemen oku ki sonra sana söyleyeceklerim var." Babek mektubu aldı ve nişteki mumların ışığında ayakta okudu, sonra Fazl'a doğru döndü ve dedi: "Taberistan Hürremileri ne yaparsa kendileri bilirler ve şimdi Mazyar, Afşin ile gizli ittifak yapmışsa, bu yine Af­ şin'i ve Mazyar 'ı ilgilendirir... " "Yok, sensiz bu ittifak boş iştir ya hazret. Kardeşimin meramı o kadar büyüktür ki ona büyük Babek ile ittifak la­ zımdır ki geçmişin muhteşem İran'ı yeniden ayağa kalksın, adil Nuşirevan eyyamı yeniden geri dönsün... Şimdi eğer sen de Mazyar gibi görünürde halifeden aman dileyip perde arkasında bu ittifaka katılırsan, Afşin, Horasan valisi olun-

346


ca, gizli ittifakınızı hayata geçirip halifelerin hakimiyetine son verirsiniz. Sasaniler neslinden Şarvin dağında yaşayan terk-i dünya bir ihtiyar var ki o mukavvayı İran tahtına otur­ tursanız, ad onun olur, yetki sizin... " "Ey Fazl, ben yirmi iki yıldır, İslam halifeleriyle lran tahtına bir mukavva çıkarmak için mi savaştım ve Afşin'in can attığı muhteşem geçmiş yahut adil Nuşirevan eyyamı bir masaldır benim için..... "Ya hazret, senin de can anığın büyük gelecek veyahut birlik dünyası acaba bir masal değil mi çocuklar için? Eğer adaletli geçmiş birinci yalansa, adaletli gelecek de ikinci yalandır! .. O yüzden eğer istersen, başın omzun üstünde sağ kalsın, sen önce Müslüman ol, sonra kifirliğe başla." "Ey Fazl, itikat benim için kumar zan değil ve ben şuna inanıyorum ki o da ya ölüm ya azatlıktır... Gece kal, kardeşimin konuğu ol, benim gitmem gerek, önemli işlerim var..." Babek döndü, kapıya doğru yöneldi, Faz! ise arkadan seslendi: "Yok, dur ve dinle, ey Babek, elbette ki musibetinden henüz haberin yokııır ve bilmiyorsun ki sabah olunca son ümidin de mahvolacaktır. Çünkü pusuya yatırdığın ordu­ lann yeri keşfedilmiştir ve bu anda lağım dört bir yandan, sağdan ve soldan, kaya üstünden ve kaya altından muhasa­ radadır. Ve bu ağustos gecesi ki çok kısadır, bu gece halen karşında kurtuluş yolu var ama tan yeri ağannca geç ola­ cak... " Babek birden sırtına hançer saplanmış gibi sendeledi, sonra geri dönerken sanki delilik ayaklanıp üstüne geldi, yüzü heybetli bir ifade aldı ve ağır adımlarla Faz! 'ın üzeri­ ne yürüdü ... Faz! korku içerisinde adım adım geri çekildi ve niha-

347


yet, arkası duvara değerken seslendi: ..Ya hazret, kolum sargılı, kendim silahsızım ve benim buraya elçi olarak geldiğimi unutma!" Babek keskin bir hareketle geri döndü ve sırtı Faz! 'a dönük durdu ve arkadan yine Fazl'ın sesi geldi: "Kardeşimin son sözü şu oldu ki karşısında kurtuluş yolu varken kurtuluşuna sırtını çevirip mahvolan insanlara hayret ediyorum." Babek'in sesi sanki kuyu dibinden geldi: "Afşin'e dersin ki azatlık yangınının ne demek oldu­ ğunu ve savaşçının mahvolacağını bilmesine rağmen, yine savaşmayı seçmesini o hiçbir zaman anlamayacak!"

Afşin 'in karargahı Tan yeri yeni ağannaya başlamıştı. Bezz kalesi üstün­ de yükselen bir tepe başında yere deri halı serilmişti, bu halı üstüne kürsü konulmuştu ve bu kürsünün iistüne Afşin oturmuştu. Afşin'in arkasında duran on iki bayraktar elle­ rinde on iki iri kara bayrak dalgalandınyordu, önünde ise biraz aşağıda boyunlarında kocaman davullar asılı yirmi bir davulcu yamaçta birbirinin yanına dizilmişti. Daha aşağılarda ise her tarafa, derelere ve tepelere kara bulut gibi Afşin'in orduları konmuştu ve herkes hareketsiz durarak olduğu yerde donmuştu ... Karşıdan Bezz kalesinden sürüp gelen Faz! tepe başın­ da atından yere atladı, Afşin'e yaklaştı ve dedi: "Ya Emir, ey kardeşim, tanrıtanımaz inadından vaz­ geçmedi ve hava aydınlanmıştır, emret hücum başlasın." Afşin bir müddet konuşmadı, yerinden kımıldamadı ve nihayet dedi: 348


"Eğer bqka bir çare kalmadıysa, eğer kapı kapandıy­ sa, eğer ben onu ölümden kurtarmak için kendi kaderimle korkunç bir oyun oyuyorsam ... " Faz! dayanamayarak bağırdı: "Bitir bu korkunç oyunu ki zafer ağacını sen diktiğin hi1de meyvesini Türk emirleri toplamasın!" Afşin'in bqı sinesine düştü ve fısıldadı: "Tamam! Emret, ey Divdad, emret davullar çalınsın!" Hemen yirmi bir davul birden giirledi ve her taraftan, derelerden ve tepelerden tekbir sedaları göğe yükseldi ve Afşin 'in ordusu, mızrakların uçlarına geçirilmiş beş yüz kara bayrakla harekeı edip çalkalandı ...

Bezz kalesi. Kapı sütunu üzerindeki meydancık Kapı sütunu üstündeki alanda Babek ile Tarkan yan yana durmuşlardı. Afşin'in atlı birlikleri ise birbirinin ar­ dınca kara dalgalarla kapının karşısından geçerek kuzeye, Azin 'in muhasara edildiği kaya alımdaki lağıma doğru iler­ liyorlardı. Tarkan dedi: "Kara hıyanet işini yaptı ey Babek ve şimdi Afşin bü­ tün atlı birliklerini muhasaraya aldığı Azin 'in Uzerine gön­ deriyor ve açıktır ki Azin 'i mahvetmeden kale üstüne geç­ meyecek. O yüzden izin ver. ben kendi birliğimle kaleden çıkayım ve emre� ardımdan kapıyı kilitlesinler." "Ne yapmak istiyorsun ey Tarkan? Ardımdan kapıyı kilitlesinler ne demek?" "Birliğimden kaç kişinin sağ kaldığını biliyorsun. On-

349


lardan hiçbiri geri dönmeyecek. En sonunda birimiz bile sağ kalır.;a ve o sakallı yılanın başuu ezer.;e, yalnız bu yol ile hilafet ordusunda kargaşa çıkanp Azin'i muhasaradan kurtarabiliriz... ·•

Babek uzun uzadıya Tarkao'a baktı ve batkın bir sesle dedi: "Ey Tarkan, sen öyle bir şey yapmak istiyorsun ki bu işin yüzde doksan dokuzu ölümdür." "Başka çare yoktur ey Babek, bu son savaştır ve yinni yıl ewel Gezeç kalesini aldığım zaman, bana verdiğin o kınnızı bayrak altında bu son savaşa gitmek için bana izin ver." Babek ile Tarkan birbirine sanldılar. Aşağıda Bezz kalesinin büyük kapısı açıldı ve ellerin­ de sıynlmış kılıçlar olan elli aılı Tarkan ile beraber kaleden çıktı ve dörtnala yukanya, Afşin 'e doğru atlannı sürdüler...

Afşin'in karargihı Tepe başında, kürsü üstünde oturan Afşin aşağıya ba­ kıyordu ve hayretle gözlerini ovuyordu... Aşağıda ise şiddetli b i r çarpışmanın gürültüsü gitgide artıyordu ve Hürremilerden ibaret bir avuç atlı, karşılann­ da saf saf duran düşmanın piyade birliklerini yanyordu, yamaçtan yukarı doğru çıkıyorlardı. Lakin atlar birbirinin ardınca düşman piyadelerinin mızrak ve kılıç darbeleriyle çöküyordu ve adamlar at üstünden yere yuvarlanıyordu, birlik gitgide eriyordu ve eridikçe sağ kalanlar daha fazla bir şiddetle çarpışıyordu... Nihayet bu ölümcül gruptan sağ kalan tek atlının Af-

ıso


şin'e ulaşması için beş on adımlık bir mesafe kaldı, o tek atlı ise Tarkan'dı ve Afşin bu adamı tanırken gayriihtiya­ ri elini alnına çekti, lakin yerinden kıpırdamadı. Bu anda Tarkan'm atı sendeledi, hemen ön ayaklan kılıç darbesiyle doğrandı ve at başı üste yere düştü ... Tarkan ise atlayıp ayağa kalktı ve şimdi Tarkan ile Af­ şin'in gözleri birbirine iliştiğinde, Afşin yalnız sitemle başı­ nı salladı ve döndü, yanında duran kardeşine baktı. Sol kolu boynundan asılı Fazl, sağ elinde kılıç kendini yukandan Tarkan'ın üstüne attı... Tarkan'ın başı bedenin­ den kopup yere düştü. Faz! eğildi, Tarkan'ın başını yerden aldı ve yukanya Afşin'in ayağı altına attı. Afşin içini çekti ve dedi: "Ey Fazl, bu adam çok büyük yiğitti ama kendini çok çocukça harcadı... Şimdi bu başı mızrağa geçirin ve mızrağı yanımda yere dikin ki Babek oradan, kapı üstünden göre­ bilsin!" Derhal Tarkan'ın başını uzun bir nuzrağa geçirdiler ve mızrağı getirip Afşin' in kürsüsü yanında yere diktiler... Afşin aşağıya, kapı üstünde duran Babek'e doğru ba­ karak fısıldadı: "Bak, iyi bak, ey kardeşim, sağ kolun kesildi, şimdi kaldı sol kolun.. . O kolunu da, onu da muhasara kemendi ile bağlanuşım... "

Bezz kalesi. Kapı siitunu iizerindeki meydancık Babek kapı sütunu üzerindeki meydancıkta sırtını taş duvara yaslayıp hareketsiz durmuştu, gözleri yukanda, tepe

351


üstündeki bir noktaya dikilmişti, o noktada. Tarkan'ın başı mızrak ucunda kararıyordu ve Babek'in gözlerini önen yaş arkasında dağlar dumanlanıyordu... Epey sonra birinin elini sıktığını hisseni. Döndü bak­ tı ve Cunay'ı ayakları yanında dizleri üste otunnuş gördü. Cunay iki eliyle Babek'in sol elini tutmuştu ve başım Ba­ bek'in bacaklanna yaslamıştı. Kalenin dere taraftaki hisarlan altında kargaşa koptu. Afşin 'in ordulanndan ayn lan bir grup fedai başlan üzerin­ de iki kara bayrak, ellerinde yalın kılıçlar ve omuzlannda birçok merdivenler kale duvanna doğru koşturuyorlardı... Kargaşa çıkınca Cunay da ayağa kalktı ve merdivenle­ ri kale duvarlanna yaslayan düşman fedailerine doğru bak­ tı. Babek yavaşça dedi: "Ey Cunay, kardeşim Abdullah ile Muaviye burada, içeride kendi istihkamlannda oturmuşlar ve her birinin em­ rinde iki yüz elli savaşçı var ama ben onlara emretınişim ki düşman bu kapıdan içeri girmeden, yerlerinden çıkmasın­ lar... " Cunay dedi: "Ey ulu önder, Hürreıni kızlan ölmediler henüz, hi­ sarlar üstüne toplandık ve kulplu kazanlarda katran kaynı­ yor... "

Kaya altı. Lağım ağzı Azin'in lağımda muhasaraya alınan savaşçılan grup grup lağımdan çıkıyor ve nara atarak düşman üzerine atl­ lıyordu. Yukandan kaya üstünden ise Üzerlerine ok yağdı­ rılıyordu, buna rağmen Azin lağım ağzmdaki düşman kuv­ vetlerini geri püskünmüştü ve şimdi savaş alanını gitgide

)52


genişletiyordu. .. Her iki tarafın sav�ılan ağustos güneşi altında susuz­ luktan kavruluyorlardı . ..

Afşln'in karargibı Yerinden kıpırdamadan tepe başında kürsü üstünde oturan Afşin savaşın ve öğle sıcağının şiddetlendiği bir za­ manda birden uyuklamaya başladı, sonra bir an oldu ki göz­ leri kapandı ve başı sinesine düştü ... Birden aşağıda kopan ve bütün diğer sesleri bastıran korkunç bağırtılardan Afşin irkilip sıçradı. .. Be:zz kalesinin dere tarafındaki duvarları altından ge­ len bu bağnşlar öyle dehşetli bir ulumaya çevrilmişti ki Af­ şin'in muhtelif yerlerde pusuda bekleyen birliklerinin hepsi izinsiz olarak yerlerinden çıktılar. Derelerden yukan çıkan birlikler ile tepelerden aşağı inen birlikler birbirine kanştı ve Afşin baktı ki ıedbir amaçlı beklettiği ordular kargaşa içerisinde çalkalarup nizamsız bir izdihama dönüşmekte­ dir... Afşin sıçrayıp kürsüsünden ayağa kalktı ve bağırdı: "Ey Divdad, bu ne kargaşadır?"

Bezz kalesi. Dere boyu uzanan çıkınhlı kale duvarlan Dere tarafindaki kale duvarlarının üstü Hürremi kızlan ve kadınlanyla dolmuşıu. Şimdi onlar merdivenleri devri-

JSJ


len ve kale dibinde birbirinin iizerine yıkılan düşman fe­ dailerinin başlanna yukandan dolu gibi taş yağdınyor ve kaynar katran dolu iki kulplu kazanları birbirinin ardınca üstten aşağıya boşaltıyorlardı. .. Birden aşağıdan, kale dibinden yükselen bağınş ve uğultu öyle müthiş bir noktaya ulaştı ki yukarıda hisar üs­ tündeki Hürremi kızlan gayriihtiyan durdular, korkup bir­ birine kısıldılar, sonra başlannı doğrultup güneşe baktılar ve hepsi bir ağızdan okudular:

"U/11 Şirvin 'in ruhu, seni beklemişiz, seni bekliyona. Ulu Şirvin 'in rohu, bizi bu dünyada, kendi dünyamızda şad et!"

Afşin'in karargahı Hadise hakkında Afşin 'e malumat veren Divdad dedi: Sonra fedailer yine senin intizamına bozarak dere­

.....

den çıkıp kaleye hücum etmişler. Ve o zaman, kôfir kav­ minin kızlan onlann başına taş yağdırmış ve kaynar katran kazanlannı üstten aşağı indirmişler, o grubun bağnşından bütün ordu korkuya kapılmış ..." Afşin dudaklarından kaçan eğri bir tebessümle dedi: "Çok güzel, ey Divdad, bundan sonra o müminler anık kendi saçma rüyalan ile benim üzerime gelmezler, çünkü nihayet, bu kiifıristan dağlan Afşin'in değil, o müminlerin kendi başlanna taş yağdırdı ... " O anda at sürüp gelen bir haberci köpüklü atından yere sıçradı ve Afşin'e dedi: "Ya Emir, Azin ile bizim ordular arasında çok heybetli bir savaş yapılıyor, su yerine kan akıyor ve kôfırlerden esir

3S4


düşen yoktur, ya ölüyorlar ya öldürüyorlar... Ve şimdi bizim ordularda gevşeklik alametleri var, çünkii herkes susuzluk­ tan feryat ediyor..." Afşin'in yüzü gerildi, kaştan çatıldı: "Ey Faz!, derhal bütiin şarapçıları Cafer bin Dinar'ın emrine gönder, şerbet ve su götürsünler. Yok, bu azdır. Altın dinar dolu keseleri de gönder ve bırak bütiin emirler savaş meydaoında başan gösterenlerin her birine bir avuç altın dinar bahşetsin! Yok, bu da azdır... Mücevher dolu saodık­ lan da gönder ki bilezikler, gerdanlıklar ve yüzükler savaşta öne çıkanlara dağıhlsıolar! Yok, bu da azdır... Ey gulam, atımı getir, ben kendim savaş meydanına gidiyorum... "

Bezz kalesi. Büyük kapı karşısında Babek tek başına at üstünde kapıdan çıktı ve arkasın­ dan koşturup gelen Abdullah ile Muaviye, her biri bir taraf­ tan ileri geçip Babek'in önünü kestiler. Babek dedi: "Çekilin ve oyalamayın beni! Görüşme için Afşin'in yanına ulak göndermeye ve ulağın geri dönmesini bekleme­ ye zaman yokhır." Abdullah: "Ey Babek, ey kardeşim, bu mümkün olan bir şey de­ ğil ki, sen tek başına düşman ordusu içerisinde düşman ku­ mandanını arayacaksın !" Muaviye: "Sana, gölgenden başka hiç kimse eşlik etmiyor... Eğer muradın ölmekse ... " Babek: "Hangi ölümden dem vuruyorsun ey Muaviye, ben aman dilemeye gidiyorum ve bu benim için yüz ölümden daha beterdir. Lakin Azin' i kurtarmak için Babek' in başka

355


bir çaresi kalmamıştır... " Babek atını yakındaki düşman ordulanna doğru sürdü... ... Yukarıya, dağ köyüne çıkan yolda Babek bir grup düşman atlısıyla karşılaştı ve atının yularını çekerek dedi: ''Ey ahali, ben Babek'im ve Afşin'i arıyorum. Göste­ rin, Afşin nerededir?" Düşman atlıları durdular, karşılanndaki adama baka­ rak gözlerini ovuşnırdular, sonra dönüp birbirinin yüzüne baktılar ve kimseden ses çıkmadı. "Duymadınız mı ne dediğimi? Dedim ki ben Ba­ bek'im, dedim ki Afşin'i anyorum. Ya söyleyin Emir' inizin nerede olduğunu yahut yol verin ki ben oyalannıayayım." Düşman atlıları yine sustular ve Babek atını ileri sıç­ rattığında, ne yapacağını bilemeyen bu adamlar mecburen yanldılar...

Kayaaltı. Savaş meydanı Savaş meydanı toz duman içindeydi, savaşan taraflar birbirinden seçilmiyordu ve şimdi bu toz bulutu bağınyor­ du, feryat ediyordu ve toz bulutu içinde birbirine çarpan binlerce kılıcın ağzında güneş ışınlan kiih parlıyordu kah sönüyordu ... Afşin elinde yalın kılıç at üstünde bu toz bulutundan çıktı ve peşinden gelen ordu kumandanlan derhal Emir'i ortaya aldılar. Afşin kana bulaşmış kılıcını, ak atının boynu­ na sürüp sildi, sonra kılıcını kınına koydu ve döndü, Cafer bin Dinar'a dedi:

356


"Ya Cafer, biz ki burada Babek'in son umudunu mu­ hasaraya almışız, eğer bugün Azin ve savaşçıları mahvedil­ mese, bu fırsat bir daha ele geçmeyecek ve zafer bize sırtım dönecek!" "Ya Emir, senin cömertliğin bu savaşı katliama çevir­ miştir ve emin ol ki bava kararmadan kesilen başlarla dola­ cak meydan ve inşallah zafer bizimdir... " Divdad kan ıer içinde geldi ve Afşin'e dedi: "Ya Emir, haberler boş dedikodu değilmiş ve o adam gerçekten de Babek'tir." Afşin gülümsedi: "Ey Divdad, sıcak gilgide şiddetleniyor ve bu dağ gü­ neşi havadan başımıza ateş döküyor, bu sebepten birçoklan gibi sen de bugün biraz sersemleşmişsin. Acaba bu müm­ kün olan bir iş mi, Babek tek başına benim ordulanm içinde beni arasın?" "Ya Emir, yemin olsun ki sözüm hakikattir ve bu anda Babek'in hayalı ıehlikededir, çünkü arkadaki ordunun he­ yecanı artıyor ve galeyana gelen bir grup fedai ellerinde ya­ lın kılıç Babek'in peşinden geliyorlar ve kôfire ölüm deyip bağınyorlar." O anda, yakınlarda bir lepe üstünden gür bir ses işiıildi: "Ey Müslümanlar, bilin ki bu dağın canavan kendi yuvasından çıkmış ve şimdi Emir'le görüşmek istiyor. Ama siz, o k3fırin menzile ulaşmasına ve Afşin'e sığınıp kurtul­ masına izin venneyin, eğer bugün biz onu katletmesek kı­ yameı günü Kainaıın Efendisi bize sırtını döner. Ey İslam ehli, gayreı vakıidir, bilin ki kıyamet günü çok uzak değil..." Afşin irkildi ve dedi: "Ey Divdad, bu it kimdir ki benden izinsiz benim or­ duma hitap ediyor?" "Ya Emir, bu sutmda yüz kırbacın izi olan müezzin­ dir."

357


Afşin öfkeyle kamçısını atının kalçasına vurdu ve ya­ nındaki bütün silahlı gulamlan ile birlikte geriye doğru sür­ dü ...

Dağ yolu. Toz bulutu Bu toz bulutu içinde birbirine doğru at süren Babek ile Afşin 'in atlan karşı karşıya gelip şaba kalktılar ve Afşin alrunın terini silerek dedi: "Şükürler olsun ki zamanında geldim. Maksadın nedir ey Babek'I Kendine bedava ölüm mü anyorsun, yoksa bü­ yük bir ordu karşısında azamet mi satıyorsun?" "Ne birincidir ey Afşin, ne ikinci... Babek huzuruna gelmiştir ki aman dilesin!" Afşin'in gözleri parladı: "Nihayet ki bu sözü söylemeye dilin vardı. Hemen bu­ rada, dizim üste Halife'ye mektup yazanm ve mektubu gü­ vercinle Emirelmüminin'e gönderirim ... Ama Emirelmümi­ nin 'den cevap gelene kadar bana rehine lazımdır ve kimleri senden rehin istediğimi biliyorsun." "Senin benden rehin istediğin adamlar, şu anda orada, kaya altında cenk ediyorlar, o yüzden emret savaş dursun ve ordulann çekilsin." Afşin duraksadı, sonra gözleri kıyıldı ve dedi: "Ey Babek, sen Halife'den aman dileyip sağ kalmak mı istiyorsun, yoksa Azin'i, son umudunu lrurtannak: için yol mu anyorsun?" "Ya şartımı kabul et ey Afşin yahut mert ol beni onla­ nn yanına gönder, bırak Babek kendi savaşçılannın yanın-

358


da öldürülsün!" Afşin bağırdı: "Biliyorum, bu senin için saadet olurdu ama Afşin, se­ ninle beraber büyük dileğinin ve son umudunun defnedil­ mesini istemiyor... Ey Divdad, git Cafer bin Dinar'a de ki,

bütün ordu dursun ve Azin muhasarada kalsın! "

Kayaaltı. Savaş meydaoı Ağır yaralanan Azin yamaçta yıkılmıştı ve artık ayağa kalkmaya takati yoktu... Uzaklarda ise ayn ayn küçük gruplara bölünmüş Hür­ remiler ile düşman orduları arasındaki savaş devam ediyor­ du. Şimdi yamaçta, ölenler ve yaralananlar arasında bir grup Hürremi kızı geziniyordu. ağ1r yaralananlann üzerine eğiliyorlardı, son nefesinde su isteyenlere su veriyorlardı. Kızlar içerisinde Cunay da vardı, şimdi o, elindeki ıestinin son damlalarını bir kadehe dökerek Azin'in başı yanında diz çöktü. Azin gözlerini açtı, Cunay eğildi, yaralının başını yerden kaldırdı, lakin Azin başını salladı: "Önce ona, ey Cunay... Sonra ben de bir yudum içerim... " Cunay dönüp baktı, üç adım ötede yere düşmüş genç Hürremi 'yi gördü. Elinde kadeh kalktı, yaralının yanına git­ ti. Genç Hürremi gözlerini açtı, başını kaldırdı ve her iki eliyle kadehini kaldırdı, sonra birden kimi gördüyse durdu ve dedi: "Ey bacım, önce ona, o benden ağır yaralanmışhr."

359


Cunay döndü, üçüncü savaşçının yanına gitti, yaralı­ nın başım yerden kaldırdı, savaşçı gözlerini açıı, Cunay'a bakıp gülümsedi ve Cunay kadehi yaralının duılaklanna yaklaşıınnca, savaşçının başı birden yana eğildi ve gözleri kapandı... Cunay kolunun üste ölenin başını usulca yere koydu, kalkıp ikinci Hürremi 'nin yanına geldi fakat ikinci savaşçı da ölmüştü... Cunay döndü, Azin'e doğru koşturdu, Azin artık nefes almıyordu .. ... Divdad yanında iki tellal yamacı yatay olarak geçti ve Cafer bin Dinar'ın yanına geldi. "Ya Cafer, emret, ordu çarpışmayı durdursun, çünkü Babek aman diliyor ve Afşin emretti ki bütün ordıı dursun! " Cafer bin Dinar ile Boğa birbirinin yüzüne baktılar. Sonra Cafer alaycı bir biçimde gülümseyerek dedi: "Ey Divdad, anık geçtir ve sen iyi bilirsin ki savaşın yulannı her zaman elde tuımak mümkün olmuyor ve o al­ tın keselerini, Afşin buraya gönderdikten sonra, artık ben değil, o keseler emrediyor orduya ... Dön bak, işte Fergana bölükleri ve benim okçulanm artık kale duvarlannı aşnuş­ lar... "

Bezz kalesi. Büyük kapı karşısında Afşin ile Faz! atlannı yan yana sürerek Bezz kalesinin büyük kapısına doğru gidiyorlardı. Afşin başını aşağı eğ­ mişti ve çok düşünceliydi. Fazl kardeşine dedi: "Ey kardeşim, neden gerginsin? Nihayet Babek'in yıl-

360


dızı söndü ve Babek aman diledi ve bu senin kazandığın zaferlerin en büyüğüdür..." Afşin başını kaldırdı ve dedi: "Ey Fazl, en büyük zaferim en biiyük bir dağ gibi ken­ di üzerime devrilmiş ve şimdi ben bu dağ altından çıkmak için yol arıyorum... " Divdad yanında ilci tellal ile arkadan sürüp geldi ve he­ yecan içerisinde Afşin'e dedi: "Ya Emir, arka kapıdan Beu kalesioe hücum eden Fergana bölükleri ve Cafer bin Dinar'ın savaşçılan kaleye girmeyi başarmışlar ve şimdi sokaklarda, bahçelerde ve ev­ lerin içinde şiddetli çarpışmalar yaşanıyor." Faz! irkildi ve dayanamayarak bağırdı: "Ya Emir, ey kardeşim, bu reva değil ki işin bittiği bir zamanda bu Fergana bölükleri veya Cafer bin Dinar'ın sa­ vaşçılan senin zaferini bu kadar çok kapışsınlar. O yüzden emret, büyük kapı kınlsın ve bütiin ordu Bezz kalesine gir­ sin ve talandan herkes faydalansın!" ... Derhal getirilen ilci lciitük sırayla birbirinin ardın­ ca Bezz kalesinin kapısına "kelle vurmaya" başladı ve kısa zamanda kapı sarsıldı, sonra her iki kanadı kopup düştü ve Afşin, ordularının başında Bezz kalesine girdi...

Bezz kalesi. Dik yokuşlu sokak Hilafet ordulan birbirinin ardınca başlan üzerinde kara bayraklar, dik yokuşlu sokaktan Cavidan kasnna doğru ha­ reket ederken, Muaviye ile Abdullah'ın adarnlan yerlerin­ den çıktılar ve kale içerisinde sokak dövüşü başladı ...

161


Afşin bağırdı: "Ey Divdad, emret, yangıncılar ileri geçsinler!" Derhal yangıncılar birliği ileri geçti ve ateş topu atan mancınık.lann ağzını Hürremilere doğru çevirdiler... ... Artık karanlık çökmüştü ve Bezz kalesi alev alev yanıyordu.

Gece. Orman yolu Geceydi. Yanan Bezz kalesinin aydınlattığı onnan yo­ lunda Babek ile Cunay at üstünde gidiyorlardı... Sonra ıan yeri ağardığında, sabah olduğunda, iki atlı­ nın, Babek ile Cunay'ın arkasından beş bin atlının koştur­ duğu görünüyordu ... Atlarını dörtnala süren Babek ile Cunay'ın karşısı­ na çukur bir alan çıktı, Babek'in atı zıplayıp çukuru geçti ve hemen düşman athlan Cunay'ın etrafını sardılar ve bir adam Cunay'ın atının yularından yapıştı ... Babek çukurun karşı tarafında atının yularını çekti, sonra geri döndü ve Cunay'a doğru gelmeye başladı. Gözlerini belerten Cunay bağırdı: "Hudavend, ne yapıyorsun? Ben yokum hudavend, gönnüyor musun, ben yokum? Yokum ben ey hudavend, elveda ey Babek!" Cunay pannağındaki yüzüğün kaşını dişleri arasında şakırdattı, zümrüt kaş kırıldı, içindeki zehir boşaldı ve Cu­ nay at üstünden yere serildi ... Babek'in atı durdu, Babek at üstünde donup kaldı ve bu anda çukur üzerinden vınlayan bir kemendin halkası yı-

362


lan gibi kıvnlarak Babek'in başından geçti ve bir anda her iki kolunu sıkıp bedenine perçinledi ...

Berzend kalesi. Arşın'in çadın karşısında Çadır karşısında ta uzaklara kadar silahlı savaşçılar sağda ve solda set çekip durm�lardı. Bu hatlann arkasında, sağda ve solda etrafı sanlı iki konaklama yeri vardı ki Bezz kalesi alınırken kurtanlan Müsliiman esirler şimdi buralara yerleşıirilmişlerdi. Afşin'in ıellalı yüzünii sağa ve sola dönerek bağırdı: "Ey kafir Babek'in elinden kurtulan Müslüman esirler! Emir'imiz Afşin her tarafa haber gönderdi ki hısıınlannız ve akrabalanmz buraya, Berzend kalesine gelsinler. Ve ne zaman ki her birinizin kim olduğu iki Müslümanın şehadeti ile tasdik olunursa, hepiniz tek tek azat edileceksiniz. Ama içinizde köle ve cariye varsa, kendi sahiplerine gönderile­ cektir! .. " Uzakta sıralan arasıyla Babek'in geldiği göründü. Başı açıktı, üzerinde ak bir gömlek, ayaklannda kısa boğazlı çiz­ meleri vardı ve peşinden ellerinde yalın kılıç olan iki adam geliyordu ... Babek etrafına bakmadan ordu sıralannın arasıyla geçerek Afşin'in çadınna doğru adımlıyordu ve esirlerin yerleştikleri yerin karşısına vannca, birden her iki taraftan ordu sıralan arkasından Miislüman kadınlar çığlık alıp ağ­ laşmaya başladılar... Babek iirperdi ve bir an durdu, döniip sağa baktı, dö­ nüp sola baktı, eski esirlerini tanıdı, lakin bu kadınlann ni-

36)


çin ağladık.Jannı anlamadı ve yeniden ordu slJ'Blan arasıyla Afşin'in çadınna doğru yöneldi... Bu ağlaşma seslerine Afşin kendi çadınndan çıkarken kadınlar artık sinelerine vurarak öyle feryat kopardılar ki Afşin dayanamayıp yUzünü kadınlara doğru çevirip bağırdı: "Ey Allah'ın saçtan uzun, akıldan kısalan! Dün akşam feryat ediyordunuz ki yıllardır, Babek sizi Bezz orduların kalesinde esir tutmuştur ve şimdi aynı Babek'i esir olarak görünce yine başlamışsınız ağlaşmaya, sizin bütün cinsini­ ze lanet olsun!" Konaklama yerinden yükselen bir kadın sesi Afşin'e cevap dedi: "Ey Emir; o, esirlerle hoş davramyordu, bizi incibni­ yordu, bizi aç bırakmıyordu ve şimdi onun dar günüdür, Al­ lah onun yardımcısı olsun!" Afşin dedi: "Susun ve bilin ki tek olan yüce Allah hakikaten ona yardım enniştir ve burada, bu çadırın girişinde onun felaket yolu bitiyor." Kadınlar hemen sustu. Babek ise gelip Afşin'in kar­ şısında durdu. Afşin bir müddet dikkatle Babek'in yüzüne baktı, sonra elini atıp koynundan altın mühürlü bir mektup çıkamı ve hemen mektubu öpüp gözleri üstüne koydu, son­ ra mektubu iki eli üstünde Babek'e uzatarak dedi: "Al, sen de öp, gözlerinin üstüne koy ve sonra kabul eı kurtuluşunu!" Babek gayriihtiyari mektubu aldı ve dedi: "Nedir ki bu?" "Aç oku! Emirelmüminin 'in sana gönderdiği aman mektubudur. Doğrusu ben Emirelmüminin' den bunu bekle­ miyordum ve seni affedeceğine inanmıyordwn!" Babek mektubu açmadan Afşin'in üstüne attı ve mek­ tup yere düşerken dedi:

364


"Ey Afşin, öyle şeyler beliti bir gün sana lazım olur. Babek ise halifelerin affına muhtaç değil." Etrafa derin bir süküt çöktü. Afşin bir an dondu, ye­ rinde kaldı. Babek'e dikilmiş bakışlannda hayranlık ve şaşkınlık vardı. Sonra birden Afşin irkildi ve hemen eğildi, mektubu yerden aldı, yeniden öptü, gözleri üstiine koydu ve bütün ordu işitsin diye, yüksek sesle bağırdı: "Ey Allah 'ın belası, madem kendi kurtuluşunu ken­ din reddettin, yürü son menziline, ölümüne doğru! Ama bir daha dinle beni Babek Hürremi yahut Babek şad yürekli. O dehşet ki seni bekliyor, kınlacak iraden, sarsılacak aslan yüreğin! Tamam! Vedalaş bir kişiyle! Sonra peşimden aı sü­ receksin gece gündüz, ta Halife'nin huzuruna kadar... " Afşin dönüp gitti, herkes çadırdan çıktı ve Buğday ça­ dır girişinde göründü. Babek uzun bir süklınan sonra: "Ben Afşin'e demiştim ki Bezz kalesinin harabesini bana göstersin, son defa vedalaşmak i�in ... Neden o seni, miskin bir varlığı bana gösteriyor" Yahuı sen kendin o ha­ diseden sonra, bayrağına, akidene, savaş yoldaşlanna hıya­ netten sonra, ne yiizle yüzünü bana gösteriyorsun.·· Buğday: ..Baba, sen her zaman bana karşı zalim olmuşsun." dedi. "Benim geri çekilmem daha fazla normal karşılanabi­ lirdi, çünkü ben tulumda zeytinyağı salan bir adamın oğluy­ dum. Ama senin baban Babek Hürremdin idi düne kadar. Şimdi yok. Çünkü ben artık senin baban değilim, benim oğlum yoktur ve sen benden değilsin." "Baba ... " "Bu da yolun sonu! Artık ne kaldı benim için? Ölüm! Bu dünyaya mert gelip mert gidenlerin son silahı." Babek

365


geri dönüp Buğday'ı ağır ağır süzdü. "Niye durmuşsun bu­ rada? Yok ol, gözüm gönnesin seni!" "Pişmanım ey baba, öldür beni!" "Geçtir." "Mademki ölüme de layık görmedin beni, elveda baba." Buğday çıktı ve o anda çadır arkasında gürültii koptu. Afşin içeri gelerek: ''Şimdi oğlunla sonsuza dek vedalaşabilirsin. Muhafızın kemerinden hançeri kapıp keodi hayatına kastetti." Ölümcül yaralanan Buğday'ı içeri getirdiler. Buğday: "Alın yazun böyleymiş baba, bağışla beni." Babek dizleri iiste yere yığıldı, Buğday'ın başuu kaldı­ np dizleri üste aldı... . . .

Gözlerini ovan Halife yeniden bağırdı: "Ey Hacip, bu mahliik kimdir ve oe yapıyor bu insan­ lar?" Yamuk yumuk adamlann hepsi birden ayağa kalkıp Halife'ye doğru döndüler ve Mutasım gayriihtiyari olarak bu adamlann karşısından bir adım geri çekildi, çünkii bu yaralı adamlann hepsinin elleri, yüzleri ve sakallan kanlıy­ dı ve onlardan biri gülümseyerek Halife'ye dedi: "Ya Emirelmüminin, biz fedaileriz, kiifırisıan dağla­ nnda kafir kavminin kadınlan başımıza taş yağdırdı, bizi kör ettiler, sakatladılar ve o zaman biz de yemin etmiştik ki gerek bir gün kafir Babek'in kanıyla abdest alalım ... " Salonun uzak köşesinde birbirine kısılmış birkaç oğ-

366


lan çocuğu vardı ve şimdi onlardan en küçüğü yüzleıi kanlı adamlardan korkup ağlamaya başladı. Herkes döndü çocuklara doğru baktı ve bu yamuk yu­ muk adamlar içeıisindeki kanlı yiizid in e gözleıi parıldayan müezzin bağırdı: "Yılan yavruları! Yılan yavruları hilen sağdırlar." Ha­ life dedi: "Ey cefakeş müminler, siz haklısıruz! Ey cehennem zebanileıi, o yılan yavrularını da katledin ki Babek neslin­ den bu dünyada eser alamet kalmasın!" Hilafetin başkadısı koca Ebu Davud bağırdı: Dur, ya Emirelınüminin, çünkü onlara ölüm düşmez.

"

Halife irkilip geıi döndü: "Ya Ebu Davud, sen İslam 'ın başkadısı olarak kifır ço­ cuklanaı kanadın altına mı alıyorsun?" Yaşlı kadı Halife karşısında diz çöktü, lakin tok bir ses­ le dedi: "Ya Emirelmiiıninin, ben lslarn'ın başkadısı, tek olan Allah 'a sığınıp bir kez daha diyorum ki o küçük çocuklara ölüm düşmez." Mutasım boğuldu ve ne edeceğini bilmeyerek çekti gömleğini üzeıinden çıkardı ve kıllı bedeni açıkta kaldı ve bağırdı: "Ya Ebu Davud, nasıl ki bu gömleği üzeıimden çı­ kardım, seni de başkadılık vazifesinden çıkarıp def ediyorum... " Yüzü kanlı müezzin gülümseyerek dedi: "Ya Ernirelmüminin, başkadıya zulmebnenin gereği yok, senin kendi gaflet uykıwdıın ve kendi kanadın altında­ ki k&fırden habeıin yoknır." Hayretten Halife'nin ağzı bir müddet açık kaldı, sonra hınldadı:

367


'"Ey ıipsiz, senin ecelin gelmiş, çünkü Halife'ye bühtan auyorsun, söyle bakahm sen kimsin?" "Ya Emirelmüminin, ben o müezzinim ki k3fır Ba­ bek'in casusunu öldünnek istediğim için senin kifir Emir'in bana üç yüz kırbaç vurdu ve eğer şimdi ben de gömleğimi çıkarsam, sırumda kifir eliyle çizilmiş üç yüz kımuzı resim görürsün... ' '

Samarra şehri. Uzun Cadde - Taş hıyaban Uzun cadde yahu! taş hıyaban kalabalıkla dolmuştu. Kalabalık karşısında Halife'nin atlı süvarileri caddenin sa­ ğında ve solunda iki sıra dizilmişlerdi, hepsinin ellerinde uzun mızraklar vardı ve bütün mızrakların uçlarında küçük kara bayraklar dalgalanıyordu. İlk önce Afşin'in bezeıuniş bir at üstünde geldiği gö­ ründü. başında kınnızı yakut ve yeşil zümrütlerle işleıuniş altın bir taç vardı, boynunda birbirinin üstünden iki kolye asılmışıı, kulaklannda iri küpeler, üzerinde üstü altın teller­ le işlenmiş elbise vardı ... Sonra çok büyük gövdeli bir fil üstünde Babek 'in ha­ reket ettiği göründü. Filin üstüne yeşil ve kırmızı kumaştan çul serilmişıi ve bütün gövdesi ipek parçalarla bezenmişıi ve fıl üsıünde oıunnuş Babek de şimdi şahane bir kıyafeı­ ıeydi. başında incilerle işlenmiş keçi kılı şişkin bir papak, üzerinde ise altın işlemeli bir elbise vardı ... Daha sonra hoplayan, zıplayan bir grup yamuk yumuk adam göründü, bunlann hepsi Bezz kalesinin hisarlanna tınnanırken Hürremi kızlar tarafından yaralanan fedailerdi

368


ki şimdi filin peşinden gelip alkış çalıyor, oynuyor ve hepsi bir ağızdan avaz ile okuduklan şiirlerin her bendinden son­ ra bağınyorlardı: "Ey Azeristan kaplanı! Ey Horasan şeytanı!" Ve kırmızı fil, ardından bağnşanlara aldınş etmeden ağır ağır kara bayraklann arasında adımlıyordu.

Halife Mutasım'ın sarayı Halife yaşlı katibe fetihname yazdınyordu: "Yaz, fetihname. Enıirelmüminin'den kiinatın bütün İ slam hükümdarlanna! Bilin ki biz tek olan Allah'ın yar­ dımıyla şimal ikliminin hükümdarını. Rum imparatorunun haleflerinden Tanrı düşmanı Babek Hürremdin'i mağlubi­ yete uğrattık, esir aldık ve idam için kollan bağlı huzuru­ muza getirdik!" "Nasıl yani, ya Emirelmüminin?" diyen k3tip şaşkın­ lıkla Mutasım'a baktı."Rum imparatorunun haleflerinden mi?" Mutasım: "Doğru işittin ihtiyar, daha başka şekilde bütün dünya­ ya diyemeyiz ki yirmi yıldan fazla devam eden kanlı savaş­ tan sonra dünkü dağ çobanını, kervan katarcısını, çıplakla­ rın ve dinsizlerin başını mağlubiyete uğratmışız." Sonra Halife "ceylan göz" perdeyi kenara atıp büyük salona geçti, ayanlar derhal yere kapanıp yeri öptüler.

369


Halife Mutasun'ıo sarayı. Büyük salon Sarayın en zengin salonunda Halife Mutasım taht üs­ tünde Türk usulü bağdaş kurup oturmuştu. Sağında Afşin, solunda hilafetin başkadısı koca Ebu Davud ayakta dunnuş­ lardı. Daha aşağıda bürun saray ağalan ve ayanlan sağda ve solda yan yana dizilmişlerdi. Babek ise salonun ortasında. halife tahtının önünde bütün adamlann k�ısında ayakta tek başına dunnuştu, kollan arkasında bağlanmıştı, gözleri bilinmez bir noktaya dikilmişti ve sanki o an kendi içine hapsolmuştu ... Kimse konuşmuyordu, herkes süküt içerisinde Ba­ bek'e bakıyordu. Nihayet gözlerini Babek'ten çekmeyen Halife dedi: "Ey kafir, Babek adlı Tann düşmanının sen olduğunu ağzından duymak istiyorum !" Babek cevap vermedi. Halife bekledi, sonnı dedi: "Ey şeytan kölesi, yerde Allah'ın gölgesi olan Emirel­ , müminin sana bir şey sordu. . Babek'ten ses çıkmadı. Halife bekledi, sonnı dedi: "Sana sordum, ey melun! Cevap ver bana, Babek mi senin adın?" Babek yine konuşmadı. Halife bekledi ve Afşin daya­ namayarak feryat etti: "Vay haline senin ey Babek, duymuyor musun, Emi· relmüminin sana bir şey soruyor?" Babek sanki bütün hayatına nokta koyarak dedi: "Ben Babek idim, yine Babek'im ve Babek olarak ka­ lacağım!" Halife dedi: "Ey Allah'ın belası, sen bir iş yaptın ki bu vakte kadar kimse o işi yapamamıştı ve şimdi öyle bir azaba katlanma-

370


lısın ki şimdiye kadar o azaba katlanmak kimsenin elinden gelmemiştir. Böylelikle senin dehşetli destanına son verile­ cek!" Babek dedi: "Ey kör baykuş, bütün zorbalar gibi sen de yanılıyorsun, çünkü benim destanım öyle bir destandır ki ne Babek' le başlamıştır ne de Babek' le bitecektir." Sonra Babek yine dedi: "Ey zavallılar, siz hiçbir zaman, azatlık yangınının ne demek olduğunu anlamayacaksınız. O korkunç yangın ki yüreği yakıp küle döndürür. Azatlık . . . ister şirin olsun ister acı; yalnız odur benim secdegfilıırn! Ve bu sevgili ki beni öl­ dürüyor o da hiçbir zaman anlamayacak ki ölmekle azatlık fedaisi büsbütün yok olmaz." Halife sıçrayıp ayağa kalktı ve bağırdı: "Ey ahali, neyi bekliyorsunuz? Parçalayın onun fıze­ rindeki elbiseyi ve bırakın bu baldın çıplak yine kendi pa­ çavrasıyla kalsın!" Bütün saray ayanlan yerlerinden fırlayıp hepsi birden Babek'in üstüne hücum ettiler... Sonra bu adamlar geri çekildiğinde Babek' in üstünde­ ki bütün altın işlemeli elbise anık yırtılıp, parçalanıp ayak­ lan altına dökülmüştü, başı açık kalmıştı ve üzerinde kendi gömleği de parça parça edilmişti ... Halife elini eline vurdu, hemen sol taraftaki "ceylan göz" perde sıyrıldı ve bu perde arkasından çıkan kırmızı elbiseli cellat elinde kılıç Babek'e doğru geldi. Halife elini kaldırdı ve dedi: "Dur! Bir cellat azdır onun için. Onun ki kendi celladı burada esirler içindedir, eline kılıç verin, o da içeri gelsin." Kapı ağzında duran Hacip dönüp gitti ve birazdan eli­ ne kılıç verilen ikinci cellat içeri geldi. Sonra cellatlann biri sağında, diğeri solunda durdu.

37t


Halife tahtından inip Babek'in karşısına geldi ve her iki cellada talimat vermeye başlayarak dedi: "İlk önce sen, sağ elini, biraz bileğinden yukarıdan! İkinci sen, sol kolunu, bir az dirseğinden aşağıdan! Sonra yine sen, sağ ayağını ıopuktan, bir karış yukarıdan! Ve ikin­ ci olarak sen, sol ayağını, dizden bir kanş aşağıdan! Ve yine sen, kcifir dilini! Sonra yine sen, buradan, soldaki ve aşağı­ daki iki kaburga altından yara yara yukarıya doğru öyle yii­ rürmelisin ki kılıcın ucu tam kalbinde oynasın! Ve nihayet sen, karşımda eğilmeyen bu cüreıkiir başını!" HaJife bir an sustu, düşünceye daldı, sonra kendi cel­ ladına dedi: "Ey cellat, hatırlıyor musun, Ebu Süreyya'yı katleder­ ken o habis nasıl da feryat eni?" "Hiç unutur muyum ya Emirelmüminin, çünkü o me­ lunun bağırtısından bir yıl kulaklarım sağır oldu ve o gece tüm şehirde uykudan uyarunayan bir tek Müslüman kalma­ mıştı." "Peki, o zaman bana yine Ebu Süreyya'nın feryadı la­ zımdır" "İnşallah, sen yine o feryadı işiteceksin ya Emirelmü­ minin!" Cellatlar Babek 'in sağ ve sol kolundan yapıştılar, Ba­ bek omzu ile her ikisini kenara attı ve kendi geçti, "cey­ lan göz" perde arkasında yere serilmiş idam halısı üstünde durdu. Cellatlar Babek'in peşinden gittiler ve "ceylan göz" perde kapandı... Şimdi perdenin her iki tarafında öyle bir sessizlik vardı ki herkes salonda uçuşan yeşil bir sineğin vızıltısını duyu­ yordu ve bu yeknesak vızılııdan Halife gayriihıiyari olarak peş peşe esnedi ve nihayet uyuklamaya başladı... Birden perde sanki ürperdi, ipek kumaş üstünden ha-

372


lif bir titreyiş geçti ve aşağıda perdenin ak saçaklı etekleri koyu kınnızıya boyandı. Şimdi Halife'den başka herkesin gözleri bu kızaran sa­ çaklara dikilmişti ve kara kırmızı benler sağa ve sola yayı­ larak, perde eteğini nakışlıyordu... Afşin'in gözleri ise yanıyordu ve ak saçaklar kırmızıya boyandıkça, titreyen dudakları farkında olmadan fısıldıyor­ du: "Şahinim, yiğidim, kardeşim ... Sen gidiyorsun, ben tek kalıyorum ... El uzanım sana, kabul etmedin, aman aldım Halife'den sana, reddettin. Neden kendini kendin de gizle­ medin?" Kan kokusundan mest olan yeşil sinek havada çırpınıp Halife'nin alnına kondu. Halife irkildi, uyuklamadan uyan­ dı, sineği kovdu ve yüzünü perdeye doğru rurup yüksek bir sesle dedi: ''Ne oldu, ey cehennem zebanileri, başlamadınız mı?" Hemen her iki cellat ellerinde kırmızı kılıçlar perde k�ısına çıktılar, Halife'ye baş eğdiler ve birinci cellat dedi: "Bitirdik ya Emirelmiiminin, Allah senin ömrünü uzun etsin!" Halife ayağa sıçradı: "Olamaz! Ben sinek vızıltısı işittim, Ebu Siireyya fer­ yadı işitmedim." Her iki cellat başlarını aşağı eğdiler ve Halife'nin cel­ ladı dedi: "Başımız aşağı, yi'ızümüz karadır ya Emirelmüminin, çünkü kafir dilim dilim doğrandı ama kapanmış dudakla­ nndan ıek ses çıkmadı. .. " Mutasım bağırdı: "inanmıyorum! Ey Hacip, perdeyi kaldır!"

373


Hacib koşıurup ··ceylan göz" perdeyi sıyınnışU ki o anda bir grup yamuk yumuk adam tekbir sedalanyla salo­ na doldular ve hemen sıynlmış perde arkasına daldılar ve orada idam halısı çevresinde hepsi diz çöktüler ve ..abdest" almaya başladılar... Mutasım: "Benim kıifir Emiri'm mi vardı? Göster o Emir kimdir, eğer göstermesen ki başın kesilip itlere aulacak!" Müezzin: ""Ya Emirelmüminin, başına taç koyduğun, boynundan kolyeler astığın bir kafiri parmakla göstenneye ihtiyaç var mı?" ··Afşin mi' Ey bedbaht, delilin nedir!" Müezzin koltuğundan çıkardığı bir mektubu Halife'ye uzattı: ""Delil olarak bu mektubun sadece bir cümlesi yeterli­ dir. Bezz kalesinde Babek'in kasrını talan ettiğimiz zaman elime geçti ... Oku ve gör ki senin bu ateşperest Emir'in Tann düşmanı Babek'e ne hileler, ne desiseler öğretiyor..." Mutasım elinde mektup döndü ve Afşin'e dedi: "Ey Afşin, okuyayım mı?" Ayakta dunnaya takati kalmayan Afşin, Halife'nin ayaklanna kapandı ve korkunç bir sesle feryat eni: "El aman, ya Emirelmüminin, el aman! Öldür beni ama okuma!" Halife eğri bir tebessümle gülümsedi: "'Nihayeı ki bugün Ebu Süreyya feryadını işittim!"

Yeralh zindanı. Gece Duvardaki nişte, çok yukanda bir çırağ dumanlıyordu. Saçı sakalı birbirine kanşmış, avurtlan batmış, gözleri

)74


çukurlaşmış Afşin birden irk.ildi ve uzandığı saman üstiin­ den sıçradı ve deli bir ifade alan gözleri zindanın baş duva­ nna dikildi... Orada yine Babek' in hayali zahir olmuştu... Afşin dizin dizin o hayale doğru sürünmeye başladı ve sıtmaya yakalanmış gibi kaJı fısıldadı kaJı sesini yükselni: "Yine geldin, her gece geliyorsun ve bir lokma ekmek gcıinniyorsun. Biliyorsun ki rüm günı1mün yemeği birazcık çavdar ekmeğidir. Her gece kendi feryadımdan kendi ku­ laklarım batıyor ve civcivler merhamet edip beni ziyafete çağırıyor. Amma celladım bu civciv ziyafetini de bana çok görüyor ve her akşam, her sabah elinde yoluk bir süpürge geliyor ve kara bıyıklılar etrafıma doluşunca o helal nzkı­ mı kapıp elimden alıyor ve inan ki ben delirmemişim ve biliyorum ki sen de yok olmamışsın. O zaman sen ölüm bataklığına adım anığında, dirilen ayaklann, altından çıkıp huzurunda durdu ve senin ki ruhun cismin uğrunda alışvı:· riş etmedi. Benim ruhum kendini müzayedeye koymuş ki cismimi kurtarsın ve ben ki gece gündüz bu hususta çok düşünmüşüm, nihayet bu gece sana ilan edip bildiriyorum ki ben aslana benziyordum ama aslan değildim. Ben çok zafer kazandım ama kahraman değildim, ben büyük isyan hazırladım ama isyankar değildim ve şimdi ey büyük göl­ ge, ben ki ölmek istemiyorum ama çoktan ölmüşüm. niye geldin ve ne istiyorsun, ben artık kendim iğrenmişim kendi ölümümden... " Afşin 'in başı zindanın taş duvarına değdi, Afşin derin­ den içini çekti, başını geri anı, iri gözleri bir an geniş açıldı, yukarıda nişteki kara çırağ kırmızı bir tüstü içinde boğuldu. Sonra Afşin sırt üstü yere serilirken kapanan şuurundan son sahneler süzülüyordu; Babek kırmızı çullu bir fil üstünde kara bayraklar arasında gidiyordu...

37S




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.