Fethi Tevetoğlu - Benim Gördüğüm Bugünkü Rusya

Page 1



B i r i n c i BaskÄą

.

.

.

.

.

.

.

.

Mart, 1968


Dr.

TE V ET O G LU

BENIM IÖRDOIUM ••

••

BUGUNKU RUSYA

- ANKARA 1968 -


KOMÜNİZMLE MÜCADELE YAYlNLARI: 8


Ö N S ÖZ Bu küçük kitab, bugünkü

Sovyet RU8ya hakkında

yapılmı§ bir ilmi araştırma ve inceleme mah8Ulü bir etüd olmadığı gibi, Sovyet Rusya'yı tümüyle tasvir eden bir seydhatname de değildir. Bu, ancak, on günlük resmi ·ziyarette, tepeden-tırna­ ğa anti-komünist bir fikir ve politika adamının, bugünkü Sovyet Rusya hakkında edinebildiği umumi intibaları­ dır. Tek bir ülke değil, bir koca cesametindeki bölgesinden

Sovyet Sosyalist

ancak

5 tanesindeki

imparatorluk ve kıt'a Cumhuriyetleri'nin

15

7 şehri ve bu şehirler

ahalisini yarım, bir veya iki gün süre ile, sınırlı şartlar altında yarımyamalak şöylece bir görmenin, bu ülke ve halkları hakkında tam bir fikir edinmeğe yetmeyeceği· dşikardır. Uçak hızıyla devam etmiş Rusya seyahat ve ziyare­

13.320 kilometre­ 21 saat 20 dakika sürmüştür.

timizin uçakla kat'edilen mesafesi, tam dir ve bu uçak gezileri tam

Fakat, bütün bu imkansızlık ve yetersizlikZere rağ­ men, Sovyet RU8ya'da

50 yıldır uygulanan komünist re­

jimi, bilhassa RU8ların Türkiye ile aldkalı kötü münase­ betlerini yıllardır hassasiyetle takibe çalışmış bir kimse­ nin, on günde bu ülkede gördüklerini, hissettiklerini

ve

düşündüklerini tesbit edip okuyucularına sunmasının da­

hi yararlı bir hizmet olacağına kaniiz. Bu inançladır ki,

yazı serimizi hazırlıyor, cesaretle okuyucularımıza sunu­ yoruz.

5


Şüphesiz bu yazılarımızda, resmi

temaslarla ilgili

görüş ve kanaatlarımızı aksettiren bazı paragraflar, bö­ lümler bulunacağı gibi, şahsımıza did bdzı müşahede ve değerlendirmeler de yer alacaktır. Bunların hepsinde, bir fotoğraf makinesi

objektifinin ve filminin hassasiyeti

kadar manzaranın aynen zabtına a'zami i'tind' gösterdik. Böylece kısa zamanda, kısıdlı imkanlar içinde göre­ bildiğimiz Sovyet Rusya'nın

bizde bıraktığı intibdları,

aziz okuyucularımıza ar�a çalışacağız.

Fazla haydle ve

ümide kapılmadan fakat gerçekZere değer verilerek, Tür­ kiye ile Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk müna­

sebetlerinde başarılı bir adım sayılan bu resmi görüşme­

lerle, sonuçları üzerindeki şahsi mütaldamızı da belirte­ ceğiz. Böylece hem bugünkü Sovyet Rusya hakkında oku­ yucularımıza gerçeğe

uygun bilgi ve görüşler sunmaya

çalışacağız; hem de yurdumuzun, bölgemizin ve dünya­ nın muhtaç bulunduğu barış ve sükunun samimi taraf­ tarZarına yardımcı olacağız. Bütün gayret ve mücadelemiz,

büyük milletimizin

milli men/aatleri herşeyin üzerinde tutularak, gerçek de­ mokrasi nizdmı içinde, Türkiye'mizi, özlediğimiz bir re­ fah devleti seviyesine ulaştırmak içindir. *

Sayın Ba.şbakan Süleyman Demirel'in Romanya ve Sovyet Rusya'yı ,ziyaretlerinde kendüerine refakat ede­ cek hey'ette benim de bulunmamın tensib olunduğu1 sa­ yın Dışişleri Bakanı'nın imzasını taşıyan bir resmi ya-. zıyla tarafıma bildirilmişti. Bu mektupta1 ziyaretZere ka­

tılıp katılmayacağım hususundaki kararım soruluyor ve katılacağım takdirde ilgili Genel Müdürlüğe müracaatım isteniyordu. Bu seydhatın başlangıcı sırasında

6

(12-13 Eylül) ben,


lzmir'de toplanacak Avrupa Ekonomik Topluluğu Kar­ ma Parlamento Komisyonu'nun 4. toplantısına başkarılık edecektim. Ayrıca Istanbul'da İktisadi Kalkınma Tesisi'­ nin düzenıediği (Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Türki­ ye) konulu seminere katılacaktım (14-21 Eylül). Bu yıl Taipei'de 25-29 Eylul tarihlerinde toplanacak Dünya An­ ti-Komünist Konferansı'na ve onu takibedecek Asya Mil­ letleri Komünizmle Mücadele Konferansı'na da ddvetli bulunuyordum. Bütün toplantıların ve ziyaretlerin hep bir araya gel­ diği bu durum karşısında, sayın Başbakan ve hey'etinin Romanya ziyareti sonunda Türkiye'ye dönüp tekrar bu­ radan Sovyet Rusya'ya hareket edecekleri anlaşılınca, bu ikinci ziyarete katılabileceğimi bildirdim. Yapılacak bu resmi ziyarette Başbakana refakat ede­ cek parlamento hey'eti arasında benim de bulunuşum, bazı basın organları, siyasi ve diplomatik çevreler tara­ fından bir sürpriz olarak karşılanmıştı. Bunun başlıca se­ bebi de benim aşırı bir komünizm aleyhtarı bulunuşumdu. Yakın dost ve arkada:jlarımdan, hayati tehlike oldu­ ğunu da ileri sürerek, kat'iyen bu seyahata katılmama­ mı tavsiye ederıler bulunduğu gibi; uğurlanışımızda: ((Doğrusu cesaretinizi tebrik ederim'' diyenler de oldu. Medeni insanların fikir mücadelesi anlayışıarına sa­ hip bir kimse olarak, medeni bir cesaretten çok, milli ve medeni bir vazife sayarak bu seyahata memnunlukla, heyooanla ve büyük bir merakla katıldım. Ankara'da ingilizce olarak yayınlanan (The WEEK) dergisinin muhabiri bana müracaatla: asizin gibi komü­ nizmi, komünist rejimi ve Sovyet politikasını en ağır ya­ zılar ve kitaplarla tenkid etmiş; yurdiçi ve yurddışı bir­ çok komünizmle mücadele konferansıarına katılmış bir kimsenin bu ziyarette bulunması, birçok çevrelerde hay­ retle karşılandı. Muhakkak ki, Sovyetlerin ka'ra listesinde 7


adınız başda gelmektedir. Bu hususta dergimize bir iki cümle söyler misiniz?" deyince, şu cevabı verdim: "Bize ilk cevabım şu Türk atasözü olabilir: tApdal dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun'; ikinci nokta ise benim, kısmen de olsa Rusya'yı yakından tanımak s-Ure­ tiyle, en objektif ve doğru fikir ve görüşlerin müdafaa ve mücadelesini yaptığıma tam kanaat getirmek arzum­ dur." Gerçekden ben, Amucası Türk Rus sava§ında şehid düşmüş; Babası deniz güverte subayı bıUunduğu halde kara hizmetinde vazife görmek üzere Kafkas Oebhesi;ne katılmış bir asker ailenin, aynı terbiye ile büyütiümüş ve aynı şerefli ocağa katılmış bir oğluydum. Annem ve Ba­ bam vasıtasıyla çocukluğumdan itibaren ruhuma i§len­ miş (Moskof Düşmanlığı), Süleyman Nazif'i hayranli/da okuduğum yıllarda bir hayli büyümüş; fikri ve edebi fa­ aliyetlere, Türkçülük cereyanlarına ka.tıldığım 1930 yıl­ larından sonra ise, komünizme karşı duyduğum nefretle de büsbütün artmıştı. Kızıl şair Nazım Hikmet aleyhindeki ilk şiirimi Kas­ tamonu Lisesi öğrencisi iken 1932'de yazmıştım. Ziya Gökalp'ın eserleri, onun izindeki Türk milliyetçilerinin ve ba§ta komünistleri çok iyi tanımış rahmetli Dr. Rıza Nur Bey olmak üzere ya§ayan değerli Türkçülerin fikirleri ve ruhumda bıraktıkları te'sirler, benim Türkiye dışındaki esir Türklerle yakından ilgilenmeme de ba§lıca amil ol­ muştu. Yazdığım şiir ve yazılarda, kitaplarda hep bu ko· nuları işlemeğe çalıştım. Komünist Ihtilali'nden 8 yıl sonra, 1925'te, annesiy­ le birlikde Şimali Kafkasya'dan Türkiye'ye kaçabilen Ka­ raçaylı bir Türk kızını 1941'de kendime eş seçmemin ger­ çek sebebi de budur. 1939'da kurduğum (KOPUZ) adlı aylık Türkçü der­ gide Naci Badıillah gibi yerli komünistZere karşı ba§la-

8


yan mücadelemiz; 1943144'de Samsun'da ikinci defa çı­ kan Kopuz'un yeni serisinde de, Babahaddin Ali gibi kı­ zılların hamilerine karşı devam etti. 1944·'de SovyetZere yaranmak için Türk milliyetçilerini tabutluklara sakdu­ ranların ve Nazım Hikmet, Babahaddin Ali gibiler ba§da olmak üzere, yerli komünistleri koruyanların amansız muhalifi ve muarızı kesüdik. Komünizmin, komünistlerin ve koruyucularının bu aziz yurda, bu büyük millete ne insafsız düşman olduklarına birçok vak'a ve davranışlar karşısında büsbütün inanınca, onlarla mücadeleyi §erel­ li bir vazife, milli bir borç bildik. Bundan sonra komüniz­ mi en büyük tehlike diye işaret etmiş Atatürk'ün yolun­ da, kalemimizi de, bütün faaliyetlerimizi de komünizmle ve komünistlerle mücadeleye hasrettik. Bu kitabımızı da, (Komünizmle Mücadele Yayınları)­ mızın sekizincisi olarak, aziz okuyucularımıza ve gençle­ Timize sunuyoruz. Kavaklıdere (Ankara), 30 Eylfıl 1967

Dr. Fethi TEVETOGLU

9


Sovyetleri Görmeden Düşündülderim ve Yazdıklanm.

Sovyetler Birliği'ne yaptığım zi­ yaret esnasında edindiğim inti­

ba' ve müşahedelerimi anlatma­

son y a.nm . asırdaki

dan önce,

Türk - Sovyet münasebetlerini

kısaca

hB.fızalarınızda

canlandırmak isterim. Bu maksadla, son yıllardaki neşri­ yatımin burada ıkısa bir bulasasını sunacağım-:

Son yarım asırlık Türk - Rus münasebetlerinin baş­ langıcı Çanakkale'dedir. Avrupalı sömürgecilerin Çanak­ kale'de boğazımıza sanlmaları,

Türklere, çok pahalıya

malolmuş eşsiz bir destan yarattırmıştır. Aynı emperya­ listlerin, buldukları Elen klavuzlarıyla ıbirlikte, Anado­ lu'yu da paylaşmaya kalkışmaları, Anatartalar Kahra­ manı başbuğluğunda bir kere daha şahlanan büyük Türk milletine bu defa da, Durolupınar Zaferi'ni kazandırmış­ tır.

1917 Ş ubatında başlamış Bolşevik İhtilali'nin başa­ rı ile gelişip tamamlanması, "Hasta Adam"ı yiyecekleri­ ni sanarak iştahlarını ka.bartınış, gözleri kara, Avrupalı beyaz yaroyarnların unutulmaz ve affedilmez siyasi ve askeri gafletleri ve cinayetleri sonucudur. Avrupalı emperyalistler, Türkleri vatan, istiklal ve cankurtarma mücadelesine zorlamışlar; bunların netice­ sinde saldırganlar derslerini almışlar; fakat Karadeniz'e geçemedikleri, Odesa'ya, Kafkasya'ya erişemedikleri, si­ lah ve cebhane yardımı ulaştıramadıkları içindir �ki, Çar­ lığın yı'kılıp çökmesinde, Bolşevi�kliğin 'kurulup gelişme­ sinde amil ve sorumlu olmuşlardır. İşte Bolşeviklerin,

1919-1920'de, "aynı emperyalist­

lere karşı savaşıyoruz" sloganı ile Türklere silah ve pa­ ra yardımında bulunmalarının gerçek ve mühim sebebi budur. Demek oluyor ki, aslında biz onlara birşey borçlu değilmişiz, onlar bize, müstakbel çıkarlarını da hesaba katarak, şükran borçlarını ödemişlerdir. Bugün bazı ta-

10


rihi vesikalar da aydınlatıyor ki, bize yapılmış para yar­ dımı, Sovyet kaynaklı olmaıktan daha çok, Türkiye'nin isUklaJ ve kurtuluşunu var güçleriyle destekiemeği ken­ dilerine din ve kan kardeşliği bilen Hindli, Pakistanlı, ve bilhassa Türkistanlı, Azerbaycanlı, Kafkasyalı Müslüman ve Türklerin eseridir. Bolşevikler, (Çanakkale) sayesinde ihtilallerini ge­ liştirmişler; önce, Çar rejimine ve !ngiliz emperyalizmine karşı müşterek ayaklanmaya çağırdı,kları Sovyet Rus­ ya'daki Rus olan ve Rus olmayan milletiere guya hürri­ yet ve isUklal tanımışlar; sonra, her birini ikiye - üçe bölerek bunlara göstermelik hükumetler kurdurmuşlar­ dır. Bolşeviklerin ıbu milli uyanış, hürriyet ve istiklal kuvvetlerinin tümünü kökten temizlemek programlarını rahatça ,gerçekleştirebilmeleri, ancak her çeşit Batı mü­ dahalesinden uzak kalmalarına bağlı idi. Bu sebepledir ki, Türklerin İngiliz, Fransız, !talyan ve Yunanlllara ikar­ şı sağlayacakları bir Durulupınar Zaferi'ni desteklemek, Bolşeviklerin son derece işine gelmiştir. Bir de bu yardımlar bahanesiyle Bolşevik kuvvetle­ rini ve ajanlarını bilfiil Türkiye'ye sızdırma:k için müsa­ maha, gaflet ve hıyanet yolu bulmak, böylece Türk Milli Kurtuluş Mücadelesi'ni bir Bolşevik !htilali'ne çevirmek imkan ve ümidi, Bolşevikterin yardımına başlıca sebeb olmuşdur. Sovyet poliUkasını ve dünyadaki ,komünist faaliyet­ lerini en iyi incelemiş otoritelerden ikisi: George F. Ken­ nan ve Prof. G. Jaeschke'dir. Bunlar da eserlerinde, Bol­ şevi'k liderlerin bizzat kendi kuvvetleri hayli zayJ.f ve pe­ rişan bulundukları halde Mustafa Kemal Paşa'yı destek­ leyişlerini, "ha.lisane dostluk düşünceleri ve kolay anla­ şılır sebebler değildi" diye vasıflandırmaktadırlar. Anıerikan Senatosu Tutanaklarında tam metni bu­ lunan konuşmasında Mustafa Kemal Paşa'nın, 22 Eylul

ll


1919 günü, Sivas'da, Amerikan Generali Harbord'a ay­ nen şunlan söylediğini öğreniyoruz:

(Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önle­ yen dinimiz, an'anelerimiz ve sosyal bünyemiz gözönüne alınırsa bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olma­ dığı anlaşılır. Lüzumu hdlinde hatta Türk milleti ona karşı sa­ vaşmağa hazırdır). Ve yine, Türk temsilcilerinin

Moskova'ya hareket

ettikleri bir sırada •kendisine "K o mün i z m i 1 e d o s t l u ğu es as at ı ar a s ı n d a

bet

var

m

H aik i m i y e t

bir

Rus

mün a s e

­

ı d ı r ?" sorusuna, 6 Şubat 1921 tarihli -

i

Mi11iye

gazetesinde,

komünizmi

açıkça ye şiddetle reddettikten sonra:

(Binaenaleyh bizim Ruslarla olan münasebet ve mu­ hadenetimiz* ancak iki müstakil devletin ittihad ve it­

tifak esaslarıyla aldkadardır) diyen, ve yine, "S u 1 h ş a r t l a r ı , iç v e d ı ş s i y asi m es e l e l er" üze­

rine, 2 Kasım 1922'de

Pe t i t Pa r i s i e n

muhabirine

Bursa'da verdiği beyanatta kat'iyetle:

(Biz ne bolşevikiz, ne de komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Biz milliyetperveriz ve dinimize hürmetkdrız) diyen anti..Iromünist Mustafa Kemal Pşa'nın

yanılmaz

yanıltır, yılmaz yıldırır, yenilmez yener yüce şahsiyeti ve siyasi dehası karşısında komünistterin bütün ümid, plan ve ça:baları boşa çıkmıştır. İşte Türk - Rus münase betlerinin başlangıcı budur, böyledir. 10 Kasım 1938'e kadar süren müstesna ve muh­ teşem devrenin de, ondan sonraki Atatül"k izinden ayrıl­ ma çağının da gerçeklerini vesikalarla bir bir o:Naya ko­

yup gafilleri uyarmağa, yerli komünistlerce yapılmış hı­ yanetleri teşhire devam edeceğiz. "'

12

Muhadenet: Dostluk, yakın ahbablık.


Bir yumurtanın iki yarısı demek olan iç ve dış poli­ tikanın Sovyet Rusya'da uygulanmaları, (güvensizlik) ve ( gerçeksizlik) diye adlandınla;bilir. Bütün yeryüzündeki kitapiLkiann ve kitapların ya­ ·kıldığını, bütün heyinierin yı,kandığını sanareasma (ya­ lan) 'ı (gerçek) yerine rahatça kullanabilen ,komünistler, 1917'denberi hep emperyalizme ve emperyalistlere karşı oldukları gülünç iddiasını söyler ve savunurlar. Yalnız 1939 yılından ıbu yana, sömürgeci Batı devletlerinden Bü­ yüık . Britanya, Fransa, Belçika ve Hollanda, nüfus sayı­ ları toplamı 840 milyonu aşan 44 memleketin bağımsız­ lık haklannı tanımışlardır. Halbuki aynı müddet içinde Sovyetler, 263640 mil-�kare toprağı işgal ederek 220 mil­ yon 750 ıbin kişiyi Demirperde gerisindeki "Kızıl Cehen­ nem"e yuvarlamışlardır. Bu onlara göre emperyalizm de­ ğildir; kurtarmak, hürriyete kavuşturmak, Dünya Cen­ neti'ne göndermekdir. Uk ihtilal günlerinden beri komünistlerin iddiaları: Çarlık rejimine son verdikleri gibi, bu rejimin dış poli­ tikasını da izlemedikleri ve asla emperyalist olmadıklan hususudur. Bunlar, yalnız ve ancak, Ma:rksçı - Leninci ilkelerinin içeride ve dışanda uygulanması çaıbasında­ dırlar. Elli yılı bulan uzun bir zamandmberi, ihtilallerini yaparken, yaphktan sonra, hürriyete ve istiklale sahip ülke ve milletleri "Kızıl Gayya"ya yuvarlarken kullan­ dıklan Ma11k�ı - Leninci - Stalinci v.b. metodlan hep insani(!) 'dir. "Gül Vadileri"ni "Kan Vadileri"ne, ve "Güller Me­ kanı"nı "Küller Mekanı"na çevirmenin adı, %8 hızla planlı sosyalist 'kalkınmasıdır. Komünistlerin gfıya lanetledikleri Çann zulüm ve sö­ mürgecilik planlan, yalnız tab'ası ve komşulan içineli. Bizzat komünistlerin izledikleri iç ve dış politikalan ise, 13

·


bütün dünyayı ve bütün insanlığı kızıl e.saretle tehdid et­ mektedir. Yalnız

Sovyet idarecileri,

Prezidyum üyeleri veya

parti ileri gelenleri değil, yurdlarmdaki köle, dışarıdaki satılmış yazarlar da, Sovyet dış politikasında eski ideolo­ jilerin tesiri bulunmadığını savunmakta yırtmırlar. Bu­

na karşılık Janko Lavrin gibi gerçekçi yazarlar da, Sov­

yet dış politikasında Islavcılığm tesirlerine dikkati çek­

mektedirler. Lavrin, üç yıl önce yayımladığı I s 1 a v ! d e o 1 oj i s i v e R u s y a başlıklı bir etüdünde, 1941'

de Hitler'in Sovyetler Birliği'ne saldırısından sonra, Mos­

Kova'da kurulan Islavcı Komite'den, Aralık 1946'da Bel­ grad'da toplanan Islavcı Kongre'den bahseder ve yine kı­ sa bir zaman sonra Belgrad'da Kominform'un kuruluşunu belirtir. Bizce bugünkü Sovyet dış politikası, Çar rejiminin, XIX. Yüzyıl'daki Islavcılığın (Kızıl Veba) haline gelmiş

en azgın, en hulaşıcı

safhasıdır. Diğer bir deyimle, bu­

günkü Kızıl Emperyalizm, dünkü Islavcılığın kanserleş­ miş halidir. Rusların geçmişdeki

·

düşünce ve planlarını, inanılır

ciddi eser ve kaynaklardan, vesikalardan görüp öğren­ mek; tarihi unutanlarımızı uyarır, onları yarma di·kkat ve basiretle hazırlar diye, ·geçmişden geleceğe Rus düşün­ ce ve planıarının ne olduğunu açıklayan

(lslavcılık) 'la

ilgili ders ve ibret verici 'bazı yazıları, aziz okuyucuları­ mıza sunmayı faydalı ve zaruri bulduk. Hans Kohn, Yeni Rusya'nın düşüncelerini incelediği P a n-Sla v i s m ; l o g y

I t s H i s t o r y

a n d I d e o­

ve T h e M i n d o f R u s s i a

adlı eserle­

rinde, 1870'den önce dağınık olan Islavcılık cereyanmın siyasi çevrelere girerek nasıl Rus dış politikasına temel teşkil ettiğini belirtmektedir: 14


((Nikolay Y. Danilevski, (R u s y a v e A v r u p a) adlı kitabında, bütün Batı lsldvlarının birleşmesini hedef edinen, lsUivcılık programının en radikal örneğini vermiş­ tir. Rusya'nın geçmi§ini övdükden başka, Batı medeniye­ tine karşı duyduğu nefreti· açığa vuran Danilevskfye gö­ re, tarihte büyük roller oynayabilecek tek millet Ruslar­ dır. Diğer milletler, Rusya'ya malzeme olmaktan başka bir i§e yaramıyacaklardır. Bu parlak geleceğe giden yo­ lun başında 1stanbul'un alınması ve sonunda da bütün lslavların birleşmesi ideali vardır." Moskofiann "Çargrad" adını vererek yüzyıllarca ha­ yaJ. ettikleri (lslam�bolu) İstanbul, üç Avrupalı müstev­ linin müşterek işgallerinde iken, BolşevHcler, Milli Kur­ tuluş Mücadelesi'ni yapan Türkleri avlaına:k için şöyle dil döküyorlardı:

((Sukut eden Çarlık tarafından tanzim edilen Istan­ bul'un cebren i§gali muahedesi yırtılmış ve mahvedilmi§­ tir. Rus Cumhuriyeti Millet Sovyetleri, memleketinizin cebren işgalini red ile ilan eder ki, Istanbul Müslümanlı­ ğın emrinde kalacaktır!.'' Bu samirniyetten uzak, maksadlı,

yalnız o günkü

şartlara göre sarfedildiği 3.şikar kuru laflara, Mustafa Kemal ve onun büyük milleti asla kanmadılar. Rusların, ele .geçiremedikleri, kendi tabirleriyle "ıbaha biçilmez ve ta•ksim edilemez inci" dedi1kleri İstanbul için .gerçek dü­ şünce ve değişmez planlan nelerdi ? Bunu, bu.gün tekrar hatırlayalım ve öğrenelim ki, "Sovyetlerin

Türkiye'ye

karşı hiçbir iddiası yoktur" şeklindeki yeni 18.:fların da samirniyet derecesini anlamak kolaylaşsın. A. S. Khomyakov'un dinci, M. P. Pogodin'in Islavcı politikalannı eserlerinde birleştiren Moskof şairi F. 1.

Tyutçev, (R u s

C o ğ r afy a s ı)

adlı şiirinde şunları

sayıklar: 15


"}stanbul ve Moskova1 lsld.v Imparatorluğunun kut­ sal ba§kentleridir. Ya bu imparatorluğun sınırları? NilJ­ den Nooa1ya1 VolgaJdan FıratJa1 Elbe'den ÇinJe ve TunaJ­ dan Ganj'a kadar. Rus Imparatoru bütün 18"ldvların im­ paratoru olarak yükselecektir. Rusya yalnız Imparator­ luk değil1 bütün bir Dünya olacaktır." (Hana Kohn: Pr o­

p h et a nd Peop l e s, New York 1947, s. 153). Yine bir kudurmuş Islavcı olan yazmıştır:

A. Herzen şunları

{(Islavlar sosyalizmin bayrağını ta§ıyacak ve lstan­ bul1 Islavlar BirliğiJnin ba§kenti olacaktır. lstanbul1 Bir­ leşik lslavların başkenti, Batı Kilisesi'nin Roması ve Is­ lav - Yunan - Bizans'ın merkezidir/' (W. Lednicki: Pa n­ s 1 a v i sm, New York 1948, s. 644).

Rus Heyeti, Esenboğa'ya ayak basarken, Mosk.ova'­ dan, Komünist Parti sözcüsü P r a v d a 'nın, adı gibi ger­ çeği ağzından çıkarıp ((Türkiye NATO'dan çekilecektir!" emrini vermesi; misafirperverliğin sınırını milli gaflete ulaştıran Sirmen'lerin sayesinde T.B.M.M. kürsüsünden konuşabilenlerin sözlerinde ve İzmir'de dağıttıkları arnk­ çekiç'li rozetlerinde gerçek anlam ve açıkl amasını bul­ muştur. Uyan, ey yaralı Arslanım, uyan! Ayıl, silkin ve ken­ dine gel!.. Dört ıbir yanında çöreklenmiş kızıl engereklerin, Sa­ bahaddin Ali ortaıklarının, bir manastır avlusunda gömü­ lü kızıl Moskova uşağım hortlatarak kendi milli kahra­ manları "yüzakı" ilan edenlerin, parlamentoya, Milli Em­ niyet'e, şeref ve namus er.b8Jbına, aileye, servete, özel ser­ mayeye, tüccara, doktora saldıranların, Türk dış-iç tica­ ret politikalarını bombalamak isteyenlerin kasıtlarını an­ la! Yönü Moskova'ya dönük (Pravda) gerçek hüviyet­ lerini tanı! 16


. k_

ül' t"

Bugünkü tutumları ile, Atatürk'. .. . . mle mucaun emnnde komunız dele etmiş babalarının kemiklerini sıziatan mirasyedilerin gazetesinde, sapık ideoloji­ li bir yazar, " Türk - Sovyet Kültür münasebetleri"nden de · onuyu da istis­ bahsetmişti. Kara cahili bulunduğu bu k mara ·kalkışan bu Moskova meddalıma gerekli bir ders verecek çı.kacaktır diye be · kledik. Hala çıkmayınca, bu işi de binbir mücadele ve meşgale içinde, �kendimiz görrneğe mecbur kaldık. Bu sebeple burada, " Türk - Sovyet Kültür Münase­ betleri" He ilgili en yetkili ilim otoritelerinin ve mütefek­ kirlerin değerli incelemelerini özetleyeceğiz. Sovyetlerin, Türkler aleyhinde güttükleri kültür po­ litikasının başlıca esasları şunlardır: 1 - Ruslar evvela Türk halklarının menşe' birliği aleyhinde çalışmakdadırlar. Türklerin tabii hakkı olan kültür birliğini de parçalamak için 1924'tenıberi "TiW k" kelimesinin kullanılmasını yasa k etmişlerdir. Böylece Türk kavimlerinin Türklükleri inkara çalışılmaktadır. Bu sebepledir ki, bugün Sovyetler Birliği'nde Tatar, Başkurd, Aze11baycanlı, Yakut, Özbek, Kazak, Kmgız ve Türkmen hal·kları bahis konusudur ve bunlar TiWk sayıl­ mamaktadırlar. 2 - Ruslar, Türklerin dilinin b · ir olduğunu inkar et­ mektedirler. Sovyetler, her bir Türk kavminin dilini, şi­ vesini kendisine has ayrı, müstakil birer dil olarak gös­ termek çabasındadırlar. 3 - Sovyet tarihçiliği, Türk halklannın tarihini tek bir tarihi cereyan şeklinde değil, aksine birbiri ile bağ­ lılığı bulunmayan tarihi olaylar olarak göstermektedir. Sovyet Rusya'daki Türklerin, Türk olduklarını inkar et­ rneğe çalışmaktadırlar. 4 - Sovyetler, Türk kültür mirasını da "ilerici" ve

Tor .

Sovyet K M" unasebetleri

ur

..

.

17


"·gerici" olarak ikiye bölmektedirler. Onlarca ilerici kül­ tür mirası, yalnız komünizm ibakımından zararlı ve teh­ likeli olmayan fikir ve .kültür mirasıdır. Bunun aksi ise gericidir. 5 - Ruslar bütün güçleriyle Türklerin Ruslaştınl­ masına çalı.şmalrtadırlar. 1939'dan bu yana, Rus olmayan kavimlerin Rus dili öğrenmeleri kanunla mecbur kılın­ mıştır. 1955'den;beri Rus dili "ikinci anadili" ha.Iine geti­ rilmiştir. 1959'daki (Okullar Kanunu) ile de Sovyetlerde­ ki Türk çocu:klan, doğrudan doğruya Rusça ders almak zorundadırlar. 1963-64 okul yılında bir milyondan fazla Türk çocuğu, derslerini anadili yerine, Rus dilinde öğ­ renınişlerdir. 6 - Milli edebiyat ruhu yok edilmektedir. " Sosya ­ list Realizm Edebiyatı" dedikleri edebiyat, yalnız Mos­ kofçuluk ve komünizmin yayılma ve yerleşmesi için bir propaganda silahı haline getirilmişdir. 7 - Ruslar, iboyunduruklanndaki çeşitli milletler­ den, Rus hegemonyası altında bir "Sovyet Komünist Mil­ leti" h8.sıl etmek çabasındadırlar. Bu sebepledir ki, De­ rnirperde içinde (milletleri birbirine yaadaştırma) politi­ kası güdüıyorlar ve buna Rusça "Sblijeniye" diyorlar. 8 - Sovyet Rusya, ıbütün kuvvetini, İsl8.mı yok et­ mek için kullanmakdadır. Bugün, boyunduruğundaki Türk - İslam ülkelerinde .Allahsızlık hakimdir. Şu gerçekler ışığında Türk - Sovyet Kültür Anlaşma­ sı'nı övenler, savunanlar -vatanhaini Moskova uşakları hariç- uyanmaya, ayılmaya ve ·kendilerini gafletten kur­ tarmaya mecburdurlar.

18


İnönü'nün Bir Sağa -

Bir Sola Politikası

"Yurdda sulh, Cihanda sulh"u sağlamak

ha:kımından,

tarihimizin

en önem

siyasi taşıyan

bölümü, Türk - Sovyet münasebetleridir. Çanakkale Za­ feri'miooen ·başlayıp günümüze kadar gelen bu münase­ betler, bizim istiklal ve hürriyetimizi, cumhuriyet idare­ mizi, Batı anlamındaki demokrasi rejimimizi, hulasa top­

rak bütünlüğümüzü, yurt savunma ve kal·kınmamızı müs­ bet - menfi, uzak - yakın tesirleriyle

daima ilgilendir­

miştir. Türk - Sovyet münasebetlerinin milletlerarası ,barış ve güvenlikde,

beynelmilel komünizmin

istila emelleri

karşısında hür ve demokrat memleketlerin müşterek ve meşru savunmalarında da büyük te'sir ve alakası mevcut­ tur. Bu sebepledir ki, bizi de, dünya barışını da yakından ve hayati önemle ilgilendiren yeni Türk - Sovyet müna­ sebetleri

(emri vwkii) karşısında, halisane şahsi .görüş

ve düşüncelerimizi umumi efk.ara arzetmeği faydalı ve zaruri bulmaktayız. Bu,

basit

bir Dışişleri Bakanı ziyaretinden iıbaret de­

ğildir. Bir millete dış ve •iç politikasında mihver değişdir­ tecek ·kadar ağır sorumluluk taşıyan, son derece tehlike­ li yeni bir emriviki'dir. Büyük milletin, Meclisin ve Muhalefetin bu defa da fikir, temayül ve tasvibleri dikkate alınmadan, miizahe­ ret ve desteklerine lüzum ve ihtiyaç hissedilmeden, İnönü ve Hükümetinin, henüz sandalyelerine oturmamış Sovyet liderleriyle te'sisine gittikleri yeni bir

(Türk

-

Sovyet

Dostluğu), o ış münasebetlerimiz kadar, iç politik • amız ve hatta rejimimizi de çok yakından ilgilendiren son dere­

ce önemli bir konudur. Kıbrıs davamızla, onun güçleştirdiği iç ve dış siya�

si ve ekonomik •kördüğümlerimize çözüm imkanı sağla�

19


mak maksadiyle, g�. plansız, programsız ve istişaresiz çıktığı Batı yolculuğunda, neticenin ne olacağını bile bi­

le, herşeye rağmen,

İnönü'nün başarısını

samimiyetle,

vatanseverlikle gönülden istemiş ve arzulamıştık. Ne ya­

zık ki hazırlıksız, sağlam hir iktidar

temeline oturtul­

madan sağa yapılmış bu yaJpa ile bir fayda sağlanama­

mış, fakat hiç değilse, zararlı ve tehli<keli olmadığı için de, menfi sayılmamıştır.

Anca;k, bu sağa yapılan yalpanın evvelinde ve sonra­ sında her hadisenin istismarcısı solcu

kaynaklar, bütün

ha.basetler�yle yurdumuzda 'kesif bir NATO ve Ameri:kan aleyhtarlığı kampanyası açma;k ve Tilikiye'yi Demirper­ de gerisine. düşürmenin birinci merhalesi olarak taraf­ sızlığa zorlamak fırsatını hulmuşlardır. Bu kışınrtmalar İzmir hadiselerinde, hir mabed yıkmak komünist takti­ ğine, Türkiye'yi Batı dünyasına karşı gerici, mürteci ve mutaassıb gösterip, tarihin karanlık devirlerine yuvar­ lamak isteyen meş'um kızıl kuvvetlerin tatbikatma se­ bep ve müncer olmuştur. "Moskova görüşmelerinden maksat, Ankara'nın Ba.

tı bloku içinde daha bağımsız, şahsiyet ve haysiyet sahi­

bi yeni bir Türk dış siyaseti takip yolunu seçtiği" tarzın­

daJki laflarında bugüne kadar güttükleri dış politikanın

tarif ve ·tavsifi de bulunan İnönü ve Hükfımeti'nin sağ­ dan sonra bu defa sola yaptığı yalpa da, millet, Meclis ve Muhalefetin temayül, görüş, tasvip ve müzaheretlerin­ den yoksun bulunuşu, neticenin yine başarısızlığa vara­ cağını düşündürmektedir. Ve hele, �kesif bir komünizm propagandasına yeniden fırsat verecek bu olayın, Bükil­ metin gözyumması ile her zararlı

faaliyetin imkan ve

müsaade istihsal edebildiği bu devirde, milli bünyemizde ne koııkunç tahriplerle, nasıl bir sonuca varahileceği teh­ likesi aşikardır. Bu, hepimizi hassasiyetle meseleye eğil-

20


rneğe ve muhtemel her çeşit felaketin, zamanında tedbir­ lerini almaya mecbur kılmaktadır. Biz Atatürk'ün çizdiği yolda Sovyetlerle iyi komşu­ luk münasebetlerinin te'sisine, Parlamentoda yaptığımız konuşmalarda daima işaret ettik. Fakat yerli kızıliann büsbütün şıınanp cür'et kazanmalarına ve pervasızlaş­ malarına yol açmaktan başka bir netice vermeyecek bu yeni Tüi'k -

Sovyet

münasebetlerinin zemini hazırlanma­

mış, zamanı iyi seçilmemiştir. Bilakis zemininde ve zama­ ııında, yerli ve Moskovalı komünistlerin yararına, fakat Türklüğün ve dünya barış ve güveninin zaranna, büyiik tehlikeler mevcuttur. Yurd içinde en tabii insan haklarım, güven ve düzeni sağlayamıyan, dış politikada iflasa giden aciz bir iktida­ rın oynadığı bu son koz, ancak milletçe uyanıık ve ted­ birli olursak, fayda ıbir tarafa, ınemleketiınizi melhuz bir korkunç zarar ve akıbetten ;kurtarabilir.

Muhalifi, mu­

vafıkı ile bütün milletimizi ve sorumlulan zamanında dik­

kate, uyanıklığa ve tedbire davet etmek, hepimimn mil­ li bir borç ve vazifemizdir. İnönü'nün 1938'den bu yana, iç ve dış politikada güt­ tüğü yol:

(Sağa - Sola Yalpalama)

diye vasıflandınla­

bilir. Bu son Türk - Sovyet münasebetleri konusundaiki dü­ şüncelerimizi belirtıneden, İsmet İnönü'nün şahsi sorum­

luluğunu taşıyan 1938'den sonraki siyasi hayatında, iç ve dış politikada

güttüğü

yolu görmek ve göstermekte ; bu­

nun, Atatürk'ün izinden sağa veya sola ,kaçmışsa, aynı doğru istikamete gelmesini işaret edip istemekte, birimiz kadar hepimiz için de büyük ve milli zarfiret ve faydalar vardır. Son kırkbeş yıllık devrede, işgal ettiği büyük ve so­ rumlu mevkiler, dar ve küçük omuzlarına yüklendiği gü21


cünün üzerindeki ağır vazifeler ve bilhassa politika haya­ tı süresinin uzunluğu ·bakımından, Türk siyasi tarihiniıı en şöhretli şahsiyetlerinden ıbiri, lsmet lnönü'dür. O'nun yarım asrı bulan siyasi hayatında:ki hata ve savabları, hezimet ve başanlan, geleceğin tarafsız yazıl­ mış Türk tarihinde, 'gerçek bir muhasebe ile eLbette ele alınaca;k ve belirtilecektir. İlim için eser hazırlayan siyasi tarihçiler, şahsiyet­ lere hatisız hükümler çerçevesinde yer ve değer vermek­ te çok hassastırlar. Bunun içindir ki, şahsın ·kendisine atfetti'kleri önem ·kadar, onun çağını, çevresini, yardım<!ı ve işbirlikçilerini de tesirleriyle

incelerneyi ve

değerlendirmeyi

başlıca

prensip ve metod bilirler. Bu açıdan 1nönü'nün, başta

ıbüyük Atatüıık bulun­

mak üzere, dana çok çevresinin te'sir ve rengini taşıyan

1919 - 1938 çağı ve şahsan sorumlu olduğu 1938 sonrası devri, ayn ayn bölümlerde mütalaa edileceklerdir. Ardında .ka;hraman Mehmetçiklerle, iıki eşsiz asker: Gazi Mustafa Kemal ve Mareşal Fevzi ÇaJkiD.aJk'ın bulun­ duğu Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa'nın, Milli Kur­ tuluş Mücadelemiz'deki askeri yeri, şahsi hata ve savab­ lanyla birlikte, Türk Harp Tarihi'nde yer alacaktır. İnönü'nün Lozan dönüşü Meclis ,kürüsünde yaptığı konuşmada: "Dr. Rıza Nur Bey, Türk Heyet-i M:urahha­ sası içinde ıbaşlıca medar-ı muvaffakiyet olmuştur. Bunu millete söylemek vazifemdir" diye tavsif ettiği arkadaş­ lan ile birlikte Başmurahhas bulunduğu Lozan'daki ba­ şan ve kayıplan; Haridye Vekili ve Başvekil olarak Ata­ türk'ün direktifi altında�ki çeşitli iç ve dış faaliyetleri de hep siyasi tarihin 1919 - 1938 bölümünde belirtilecektir.

Seçimsiz olarak Cumhurbaşkanlığı mevkiinde bulun­ duğu 1938 - 1950 yıllarında, İnönü'nün iç ve dış politika-

22


da Atatürk'ün i lkeleri ne sada:katla O'nun yolunda, O'nun prensiplerini takibe ttiği iddiası asla ileri süri.ilemez.

Bilakis, Milli Şef'lik devri adı verilen bu çağda, Ha­ san Ali - Halcin Tonguç gibi tatbikatçılarıyİa, yalnız ma­ arif ve ikilitür alanında, İnönü'nün Atatürk yolundan ne­ relere sapt ınldığını hatırlamak kafidir. Büyük Ataıtürk aynen şun lan tesbit ve işaret etmiştir:

uBiz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk mil­ liyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu olur­ sa o camiaya istinad eden Cumhuriyet de o kadar kuvvet­ li olur.n «Türkiye'nin terbiye ve maarif siyasetini her derece­ sinde tam bir vuzuh ve hiçbir tereddüde mahal vermeyen sarahat ile ifade ve tatbik etmek lazımdır. Bu siyaset her manasıyla milli bir mdhiyet irae eder." «y etişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekle­ ri tahsiZin huduilları ne olursa olsun en evvel ve herşey­ den evvel Türkiye'nin istikldline, kendi mülküne ve milli an'anelerine dil§man olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumunu öğretmelidir.'' Yalnız bu Ata irşadı ve tavsiyelerine, Milli Şef'Hk çağı n da herhangi bir sahada, ne de receye kadar riayet olunduğunu incelemek, gerçekleri gün ışığın a çıkannaya

kafidir.

lç ve dış politika.Q.a, Atatürk'ün yolunda yürüdülde­ rine bir tek örnek veremiyeceklerin, bu yolda ne kadar sola saptıklarını ortaya koyan yüzlerce vesika mevcut­ tur.

23


Bugün korku, ·istismarcılık ve sahtekArlılda sık sık

Atatürk ilke lerine bağlı olduk lannı

sa'V'Ullanların, Milli

Şef devrinde idare ettikleri veya içinde bu,lunduklan eği­

tim müesseselerinde, Türk evla.dları, Atalannın dilediği­ nin tam aksine, ((milliyetçilik

aleyhtarı, mülk ve müli an'ane düşmanı" telıkinlerle yetişt iril mek istenmiştir .

1945 - 1947 yıllannda resmen Milli Eğitim Bak·anlı­ ğı tarafından yayımıanmış K ö y E s n t i t ü 1 e r i D e r­ gi si

içinde, Atatürk'ün prensipleri, i st ekl eri ıbir yana,

adı dahi herhangi bir vesile ile, 29 Ekim veya 10 Kasım­ da da, bir vefa eseri diye olsun kaydedilmemiş.Ur. Atatür.k'ün sosyalist olmadığı bizzat Lenin tarafın­

dan dahi kaıbul ve ifade edilmişken1 Bolşeviklerle •iyi kom­

şuluk münasebetlerine karşı yurt içinde amansız bir ko­

münizm m ücadelesini Atatürk kendisine şiar bilmişken ; O'nun yolun da bulunmayanlar,

açı kça

Sovyet rejimini

göklere çııkaran resmi dergi ve k itapl arla, geleceğin �k öğrebnenlerini,

ıbugün ibretle düşünmemiz ve dikkate al­

mamız şart olan şu hedefe yöneltmişlerdir:

((Burjuvacı ekonomi artadan kalkacak ve yerine planlı cemiyet ekonomisi olan sosyalist sistem geçecek­ tir."2. İnönü, Milli Şeflik çağında, solculara her türlü ta­ vizleri vererek kendisini ve partisini, Cilıad Baban'ın ifaı

Bk.

a) C. I. Aralov:

19B2 - 1923

p. 32.

(Sovyet

Vospominaniya Sovietskogo Diplomata,

Diplomatının HıUıralan),

Moscow 1960,

b) Senatör Dr. F'. Tevetog-ıu: Atatürk Against Oommunism, The Week, Nr. 47. November, 22, 1963, p. 12. c) Dr. Fethi Tevetog-ıu: Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Fa­ dliyetler, 1910 - 1960, Ankara 1967, ss. 126/127 ve 128.

2

24

Köy Enstitüleri Dergıisi, Sayı: IV. Milli E�tım Basımevi, An­ kara 1946, s. 596.


desiyle: "Komünizmin memlekette

gelişmesinde başlıca

mes'ul" hale getirmiş; öte yandan Türk milliyetçilerini, Irkçı - Turancı diye damgalatarak, tabutluklara soktur­ muş, işkencelere

çarptırmış; fakat

memnun, Türk - Sovyet

yine de Sovyetleri

münasebetlerini

ıslah edeme­

miştir. Türk milletinin Başbuğu MuMafa Ke­

Atatürk'ün Sovyet mal Paşa, Politikası

19 Mayıs 1919'da Sam-

sun'a çıktığı zaman, önderlik edece­

ği Milli Kurtuluş Mücadelesi'nin askeri meseleleri kadar, diplomasi alanında da yenrneğe mecbur bulunduğu birçok güçlükleriyle karşı karşıyaydı. Askeri başanya erişmek, diplomatik münasebetlere büyük önem vermekle müm kündü. Kökünden yı·kılmış dış politi!kanın, sağlam temeller

üzerinde yeni baştan inşası

gerekiyordu. Böylece temin edilecek silah, cephane ve pa­ ra yardımı ile Türk milli gücü artirılaca·k, düşmanların ·

yenilme ve yurddan temizlenmeleri sağlanabilecekti. Osmanlı c8mi.ası içindeki Türk olmayan unsurların milli u yanış ve ihtilalleriyle Türklerden ayrılinalarından sonra, Batı emperyalistlerinin lmparatorlukdan arta kal­ mış yı·kıntılara hep birden, insafsızca saldırışları,

Türk

Milli Mücadelesi'ni büsbütün güçleştirmekteydi. Türk toprağını ve Türk· milletini bu Dünya Cehenne­ mİ'nden kurtarıp yeni miUi bir devlet kurmak ve bu dev­ letin iç ve dış istiklalini bütün devletlere tanıtmak, Milli Kurtuluş Mücadelesi'nin hedefi idi. Yurtları dörtbir yandan düşman kuvvetleri tarafın­ dan sarılmış ve işgale başlanmış Türklerin, bu Avrupalı

sömürgecilere ;karşı ittifak edebilecekleri i�i devlet kal­

mıştı. Bunlar, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Rus­ ya idi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, ekonomi ve kültür

25


çerçev�si içinde gelişmiş Türk - Amerikan münasebetle­ ri, 1917'de Ameriika'nın İtilaf Devletleri'ne katılmasıyla esaslı bir değişikliğe uğramamıştı. Çünkü her iki millet de, müttefiklerin direnmelerine rağmen, <birbirlerine sa­ vaş açmamışlar, yalnız siyasi münasebetlerini kesmekle yetinmişlerdi. Böylece Birinci Dünya

Savaşı

sonunda

Türkiye ile Amerika, savaş .halinde bulunmuyorlardı. Yalnız, 1914 ile 1917 yılları arasında Türkiye'deki Ermeni sürgünü için Amerika'da yapılmış kasıtlı bir ke­ sif propaganda, bu memlekette derin bir Ermeni hayran­ lığı ve geniş bir Türk düşmanlığı yaratmıştı. Aynca Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson'ın 14 mad­ delik Banş Prensipleri karşısında da Amerika için

bir

"Türk Meselesi" doğmuş bulunuyordu3•

The American Relief Commission Başkanı, sabık Amerika

Cumhurreisi Herbert C.

Hoover'in

teklif

ve

tazyiki ile "Türkiye'de manda idaresi ve Ermeni mese­ lesi" konulannı inceletmek için bir askeri misyon gön­ dermeği kabul ebniş Wilson, bu iş için General James G. Harbord'ı vazifelendirmişti. General Harbord, başkanı bulunduğu heyet ile lstan­ hul ve Anadolu'da temas ve incelemeler yapmış, 22 Ey­

lul 1919 tarihinde Sivas'a gelerek Atatürk ile .görüşmüş­ tür. Atatürk hu görüşmede Heyet-i Temsiliye Reisi sı­ fatiyle General Harbord'a Milli Mücadele'nin hedefleri­

ni özetleyen bir muhtıra vermiş, ((tarafsız büyük bir dev­ letin yardımını kabul edebileceğini" bildirmiş ve Ameri­ ka Birleşik Devletleri:nin Türk davası için yardım ve sem­ patisini kazanınağa çalışmıştıtri. 3 4

Enver Ziya Karaı: General Harbord'ın Atatürk ile goru!Jmesi, Son Çağ. Nu: 16, Ankara, Haziran 1964, ss. 6-7 ve 36-37. a) Gazi Mustafa Kemal Atatürk: Nutuk, C. I. İstanbul 1934, ss. 123 - 124.


Mustafa Kemal Paşa - General James Harbord Gö­ rüşmesi'nde Atatürk'ün, komünizm propagandasına Tür­ kiye'den daha kapalı bir memleket alamıyacağını belir­ ten şu tarihi sözleri son derece dikka,te ş8.yandır: ((Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önle­ yen dinimiz, an'anelerimiz ve sosyal bünyemiz gözönüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiç bir şansı ol­ madığı anlaşılır. Türkiye'de ne kapitalistler ve ne de mil­ yonlarca işçi vardır. Zirai bir problem de önümüzde di­ kilmiş değildir. lçtimdi nokta-i nazardan dini kaidelerimiz bizi bolşevikliği kabul etmekden alıkoymaktadır. Hatta

Türk milleti� lüzumu hdlinde ona karşı savaşmağa hazır­

dır.'�5. Ne büyük siyasi gaflettir ki, Amerikalılar Atatürk'­ ün .bu önemli işaretini anlayamamış ve değerlendireme­ mişlerdir. Böylece Türkler için son üçyüz yılda 14 defa 49 yıl süre ile savaştıklan Ruslar'dan başka dostluk edebile­ ce,kleri, yardım isteyebilecekleri bir millet kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı sonunda Türklerin Çanakka­ le'de verdikleri binlerce şehidin kanıyla yazdı,klan eşsiz destan, Avrupa emperyalistlerinin ağır suretteki ilk yeb) Maj. Gen. James G. Harbord: Armenia,

International

294 - 95. c ) Roderic H. Davidson:

American Military Mission to

Conciliation,

v. CLI, June

Turkish Diplomacy

1920, pp.

from Mudros to

1919 - 1939. Princeton University Press, Princeton 1953, p. 173. ç) Tevfik Bıyıko�lu: Atatürk Anadolu'da, Ankara 1959, s. 65. d) Mehmed Gönlübol ve Cem Sar: Atatürk ve Türkiye'nin Dış Politikası (1919 - 1938), İstanbul 1963, s. 13. U. B. Benate Documents, 66th Congress, vol. XV, Nr. 266. Exhlbit c. LaU8anne, The Diplamats

5

27


nilmeterini tarihe geçirmişti. Bu bü'Yük zaferden Türkler zararlı çl'kmışlar, fakat Avrupalılann Karadeniz'e geçe­ rneyişleri sonucu müdahalelerinden hilvesiyle masun ka­ lan ve bu sayede Çarlık rejimini kolaylıkla yıkıp ihtilal­ lerini gerçekleştiren Bolşevikler faydalannıışlardı. İstanbul,

İngiliz,

Fransız

ve

İtalyanların

müş­

terek işgallerindeydi. Ruslar, ele geçiremedikleri, kendi tabirleriyle "baha biçilmez ve taksim edilemez inci" İs­ tanbul, düşmanıann da olmasın diye, Türklere keyif ba­ ğışlamak ve giı.ya bizi avlamak maksadıyla emperyalist­ lere ateş püskürüyorlardı.

O anda kendilerine de düşman olan bu milletiere kar­ şı bizi destekleyip kışkırtarak ileri sürmekte, esasen ken­ di milli varlığını kurtarmaya savaşacak

Türklerin yıp­

ranmasında Bolşevikterin büyük faydalar umduklan 8.şi-. kardı. Fakat Anadolu'nun yağma halinde paylaşılışı ve en son İngilizlerin 16 Mart 1920'de İstanbul'u tamamen işgal ile Meclis-i Mebusan'ı •kapatniaları ve birçok milletve­ killerini tevkif etmeleri, Prof. Arınaoğlu'nun da eserinde belirttiği gibi, Mustafa Kemal'i ·ister istemez Sovyet Rus­ ya ile anlaşmaya zr o layan sebeplerdendi. Vatan ·kurtanp isti'klal kazanmak zoruyla Türklerin Avrupa

Emperyalistlerine

Çanakkale'de ve sonra

da

Dumlupınar'da indirdikleri ve indirecekleri ağır darbe­ ler, .gelecekte ıbütün dünyayı tehdid edecek yeni tip bir sömürgeciliğin .gelişmesine yarayacaktı.

Daha önce

de

•belirttiğimiz gtbi, şüphesiz siyasi tarih yazarlan ıbu so­ rumluluğun Türkleri "nefis müdafaası"na zorla•yan Av­ rupa Emperyalistlerinde

ve

yardımsız 1bırakan

Ameri­

ka B. D.'nin ·gafH siyasilerinde olduğunu açıklayacaklar­ dır. 1917'de Çarlık rejimini yıkarak dıŞ. politikalannı de­ ğiştirdiklerini iddia eden, Avrupa Empeyalistlerine kar28


şı olduklarını ve başda Türkler bulunmak üzere komşula­ rına asla taarruz etmeyeceklerini ısrarla yayımiayan Bol· şevikiere ne dereceye kadar inanıla;bilirdi ? Ve bilhassa bunlarla dostluk edilir, 'bunlardan silah, cebhane ve para temin olunurken, Bolşeviklerin yardım bahanesiyle ordularını ve "gerçek halk ihtilaJi ?"ni ta­ mamlayacaklar diye satın alınmış ajanlarını topra:kları­ mıza yaıyarak Türkiye'yi de kızınaştırmak plan ve teşeb­ büsleri nasıl önlenebilir, nasıl akim bırakılabilirdi ? İşte Atatürk'ün büyük siyasi dehası ve başarısı, bil­ hassa dış politikasının Sovyetlere karşı olan bu zaferin­ de meydana çıkmışdır. Mustafa Kemal Paşa'nın 26 Nisan 1920'de Lenin'e gönderdiği mektup, 3 Haziran 1920'de Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin tarafından cevaplandırılmıştı. Böylece, 23 Nisan 1920'de Ankara'da kurulan Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi Hüıkfınıeti'ni ilk tanıyan ve onunla dostluk ku­ ran devlet, Sovyet Rusya oluyordu. O sıralarda bizzat kendileri hayli zayıf ve perişan bir durumda bulunmalarına rağmen, Bolşevik liderlerin, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki (Türk Milli Kurtu­ luş Mücadelesi) 'ni destekleyişleri, kolay anlaşılır sebep­ ler değildi.

Türk temsilcilerinin Moskova'ya hareket ettikleri bir sırada, kendisine : ((Komünizm ile Rus dostluğu esa­ satı arasında bir münasebet var mıdır?" diye sorulan Ata­ tatüıık, şu açık ve kesin karşılığı vermişti : ((Komünizm içtirruii bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtirruii şerditi, dini ve milli an'a­ nelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini te'yid eder bir mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasatı üze­ rinde teşekkül eden fırkalar da bu hakikatı bittecrübe

29


idrak ederek tatil-i faaliyet lüzumuna kaani olmu§lardır. Hatta bizzat Rusların mütefekkirleri dahi bizim için bu hakikatın sübUtuna kaail bulunuyorlar. Binaenaleyh bi­ zim Ruslarla olan münasebet ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihad ve ittifak esaslariyle alaka­ dardır." Daha sonraki yıllarda da Atatürk'ün aynı görüşü da­ ha açık savunduğu sabittir. Mesela, Bursa'da

Petit

P a r i s i e n muhaıbiri M. Jean Vaucher'ye (Sulh §art­ ları, iç ve dı§ siyasi meseleler) üzerinde verdiği demeçte de Atatürk kat'iyetle şunu ifade etmektedir:

u Biz ne bol§evikiz, ne de komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize hürmetkarız."6• .

.

.

Türkiye başta olmak üzere, Sovyetlerin Asya ve Or­ ta-Doğu memleketlerine ,karşı takip ettikleri politika, ko­ münist rejimin günümüze kadarki süresince, ulaşmak is­ tediği sonuç bakımından aynı, gerçekleştirme ve uygula­ ma metodlan bakımından ise başka başka olmuştur. 20 Kasım (3 Aralık) 1917'de, Halk Komiserleri Şfı­

rası'nın (Rusya'nın ve Şark'ın bütün emekçi Müslüman­

ları)'na yayımladığı

( Çağın) ,

Sovyetlerin izleyecekleri

ilk avlayıcı politikanın bir bel.gesi idi 7 • Burada Türkiye'ye : "Tahtından dܧürülmܧ Çar ta. rafından Istanbul'un zaptına dair yapılmı§ olan gizli muo

1

a) Gazi Mustafa Kemal Pa§a Hazretleriyle Mülôkat, Renin ( Ta­ nin) Gazetesi, İstanbul 2 Kasım 1922, Onbeşinci Sene, No. 20. s. ı. b ) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri. İkinci baskı, Ankara 1961. C. III, s. 51. Obrazovaniye SSSR. Vesikalar Dergisi. Sovyetler Birlig-i tum­ ler Akademisi Yayınları, Moskova 1949.

30


ahedelerin iptal ve Türkiye'nin taksimi hakkındaki an­ la§maların hükümsüz ilan edileceği" va'dolunuyordu.

Türkiye Türklerini 'kandırmak ve aldatmak için 1920 Mayısında yayırnladıklan bildiride de, doğruluk ve sa­ mimilikten yoksun aynı tekerlerneleri tekrarlıyorlardı8 : ucamileri, ibadethaneleri, mektepleri tahrip ve hakları gasbedilen kimseler! Bizin dininiz ve ddetleriniz, mini ve medeni hürriyetiniz serbest ve el sürülmez bir halde ka­ lacaktır. Serbestçe ve engelsiz olarak milli hayatınızı dü­ zenleyiniz. Buna hakkınız vardır. Bilrnelisiniz ki Rus In­ kıldb-ı Kebiri'nin Sovyetleri, sizin kuvvetiyle himaye edecektir."

hukukunuzu

bütün

1 - 8 Eyliil 1920'de Baiku'da 1891 delegenin katılma­ sıyla toplanan (Doğu Milletleri Kurultayı)'nda Zinoviev'­ in yaptığı !konuşmada da, Sovyetlerin Doğu Milletlerine karşı izledikleri ve izleyecekleri politikanın anahatlan belirtilmiş bulunuyordu9 : ({Komünistler şuna inanmışlar ki, milli uyanıştan başlayan Türkiye'nin emekçi kitleleri, kaçınılmaz bir su­ rette sosyal uyanışa gelip duracak, yalnız yabancı bur­ · juvazinin değil, belki Türkiye burjuvazisinin de devril­ mesini günün meselesi haline koyacaktır." ({Türkiye'de savaş milliyetçilik parolası altında ya­ pılmaktadır ... Burada, bittabi komünizm kokusu yoktur. Bununla beraber . komünistler, Ingiltere ve Fransa'ya karşı mücadelelerinde Kemalistleri destekliyor ve bun­ dan sonra da desteklemeye devam edeceklerdir." s

9

Bildiri'nin tam metni için Bk. : a) T.B.M.M. Zabıt aeridesi, Dev­ re I, İçtlma Senesi I. Cild I, 3. basılış, 1959. b) Dr. Tevetog"lu : Faşist Yok, Komünist Var!. tıa.vell 3. Baskı. Ankara 1963, s. 57. Le Premier Oongres des Peuples de l'Orient, BakQ 1 8 EylQl 1920, s. 40 - 42. -

31


Frukat ,gelişen olaylar ve sonuç, kimin

yenilmeyen

asker olduğu ,k adar aldanmayan, kanmayan, üstün ve eş­ siz diplomat bulunduğunu da meydana ikoymuştur. Dr. G. von

Stackelberg'in de değerli

gerçek şu cümle ile helirtilmiştir10 :

etüdünde bu

"Atatürk'ün Türkiye'de müstakü ve anti-komünist siyaseti, mini inkıldpları komünistleştirmek isteyen ko­ münistlerin bu yoldaki ilk mağlubiyeti oldu.', 1919'dan 1938'e ikadar

izlediği yirmi yıllık

(Ata­

türk'ün Sovyet Politikası) , Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında iyi komşuluk ve dostluk münasebetlerinin ku­ rulmasını ve devamını sağlamıştır. Fakat diğer taraftan Atatürk, ideoloji ve rejim olarak, Bolşevikliği ve komü­ nizmi bütün esaslanyla

daima şiddetle reddetmiş ve :

({Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her göründüğü yerde ezilmeli!" büyük milli emrini vermiştir. uAtatürk'ün Sovyet . Politikası" tedkik ve tesbit edi­ lince görülüyor ki : Son kırk yıllık dünya tarihinde büyük devlet adamları

içinde,

komünizm lcarşısında yanılmak

değil yanıltmak, şaşırma:k değil şaşırtmak ve yenilmek değil yenmek zaferi de ıbugüne kadar yalnız Atatürk'e nasioolmuştur. Komünizmden korunmağa,

komünizmle mücadele­

ye, komüni�i yoketmeye azimli millet, teşekkül, mües­

(Atatürk'ün Sov­ yet Politikası)'ndB�ki diplomatik inceliği, barikulade ze­

sese ve kişiler, başarıya ulaşmak için

ka oyunlarını ve dirayeti kavramalı,

Atatürk'ü örnek

almalıdırlar. !şte bizim, Atatürk'ün izlediği Türk - Sovyet poli­ tikası ile onun izinden ve ilkelerinden uzaklaşmış ve ne

içeride, ne de dışanda güven ve başarı sağlayamamış

ıo

32

Dr. G. von Stackelberg: Baku'dan Bandung'a Yıl. Münih, Nisan - Haziran 1955, ss. 4-5.

kadar,

Dergi, I.


İnönü'nün politikasızlığı

Türk -

üzerindeki

Sovyet münasebetleri

görüşlerimiz ve

hwkkındaki fikirlerimiz

bunlardı. İşte, Atatürk •gençliği nesiinin Başbakanı Süleyman Demirel ve heraberindeki

Türk

Hey'eti üyeleri, bugünkü

Rusya'yı görrneğe giderlerken, Ata'larının, bu bel irttiği­ miz görüş ve davranışiarına sadık bulunuyorlar ve onun izinde yürüyorlardı.

C. Senatosu'nda, Türk­ Sovyet Münasebetleri Üzerinde Konuşmalanmız

Adalet Partisi'nin koalisyonda veya

muhalefette

yıllarda,

.bulunduğu

1962 Bütçe müzakere-

lerinden ıbu yana, zaman zaman

partim adına Türk - Sovyet münasebetlerinden bahseder­ ken de aynen şu görüşleri savunmuş ve şu sözleri ifade etmişimdir :

uTürkiye'nin Atatürk'ten bu güne kadarki dış po­ litikasının esası, dünya barışıdır. ({Cihanda Sulh". pren­ sibi, bir tarafdan Türkiye'nin bir arazi talebinde bulun­ madığını, diğer tarafdan da kendi istikldl ve emniyeti ile ilgili prensipleri bütün milletler için de kabul ettiğini ve her türlü milletlerarası iyi münasebetlerin kuvvet boyölçüşmeleriyle değil, barış ve insan hakları prensip­ leriyle halli yolunu ifade etmekdedir. Atatürk bu esaslar çerçevesinde, başda Sovyet Rus­ ya, Iran ve Yunanistan gelmek üzere, bütün k omşuları­ mızia samimi, iyi dostluklar tesisine muvaffak olmuştur ki, bu arı'anevi Türk dostluğu, halen bütün veeibeleri ile muhafaza edilmekdedir. Yalnız, Ikinci Dünya Savaşı başlangıcında, Ruslar tarafından takib olunan ve Türkiye'ye karşı bdzı top­ rak talepleri iddiasında da bulunularak takınılan tehdit­ kar tutum dolayısıyla Türk - Rus dostluğu gevşemiştir.

33


Atatürk'e ve onun prensiplerine olan bağlılığımız kadar, onun tesis ederek bize bırakdığı dostluk ve an­ laşmalara saddkatı da bir borç ve vazife bilmekdeyiz. Şa­ yet bu ata mirası dostluk gevşemi§se, ancak büyük Ata­ türk'ün bize bir ideoloji ve emir halinde formüllendirdiği prensipZere bağlı kalmak şartıyla, iyi komşuluk münase­ betlerinin tazelenmesinde, bilhassa ekonomik sahada ge­ li§tirilmesinde mahzur görmeyiz."1 1 İşte 5 Şubat 1962'de, tam altı yıl önce, Türk - Sovyet münasebetleri hak:kında Cumhuriyet Senatosu tutanwk­ lanna ·geçm1ş iLk görüşümüz ve ifademiz budur. Aynı ko­ nuşmamızda Hariciyemiz için şu lüzfun ve ihtiyacı da şid­ detle belirtmişti,k : ({Bir Doğu Blokuna - Komünist cebhe­

ye aid milletleri, bunların çeşitli taraflarını cidden bilen mütehassıslarımız yeti§melidir.. Mesela Dış Türk'ler, Müs­ lüman Devletler, Afrika - Asya memleketleri konuların­ da yetiştiriZmiş mütehassıslara ve onların yüksek ilmi seviyeye ulaştıracakları hariciye müesseselerimize son derece muhtacız."1 2 2 Şubat 1963'de de bir muhalefet sözcüsü olarak Sov­ yetler, ( NATO) ve (Varşova Anlaşması Teşkilatı) ile il­ gili şu görüşleri ileri sürdük :

uşayet Komünist Blok'un barış yolunda yürümeye ikna .edilmesi ve yıkıcı gayelere kullanılan kaynaklarını yapıcı maksatZara harcamaya karar vermesi sağlanırsa, iki blok arasında anlaşma sahası genişleyecek ve dünya barışı ümidi kuvvetlenecektir. Ancak bir büyük barış konferansıdır ki, (NATO) ve (Varşova Anlaşması Teşkilatı) diye ikiye bölünmüş de­ mokrat ve komünist kitleler arasındaki soğuk harbi de ı ı C.

12

· d.

34

Benatosu Tutanak Dergisi,

c. 2, s. 154. 2, s. 158.

Benatosu Tutanak Dergisi, c.


sona erdirebilecek ve barışın yeniden tesisini mümkün kı­ lacakdır."13 4 Şubat 1964 günü, Cumhuriyet Senatosu'nda yine Adalet Partisi Grubu adına Türk - Sovyet münasebetleri -- konusundaki sözlerimiz şunlardır : uDış politikamızın ana prensipleri ve mevcut taah­ hütlerimiz çerçevesinde, Sosyalist Sovyet Birliği ile kar­ şılıklı iyi komşuluk esaslarına dayanan münasebetleri­ miz, parlamenterlerin ziyaretleri ve bilhassa Kruşçef ta­ rafından Atatürk'ün 25. ölüm yılı münasebetiyle söyle­ nen dostane sözler ile tedrici bir inkişaf arzetmektedir. Fakat Sovyetler Birliği Hükümeti'nin evvelce Uiyıkı veç­ hile tenvir edilmiş bulunmalarına rağmen, Kıbrıs üzerin­ de mevcut akdi ve hususi bağlantılarımızı bilmezden ge­ lerek, Kıbrıslı Rumların haksız tezlerini destekleyen ka­ rarı, şüphesiz inkişafı istenen münasebetler ile bağdaş­ tırılamaz."1 4

Yine Senato'da, 1 Şubat 1965'de hassasiyetle üzerin­ de durduğumuz nokta şu olmuştur45 :

usovyet komşularımızın bizimle dostluk ihyası gay­ retleri sırasında, Kıbrıs'a devamlı silah sevkine ara da­ hi vermeyişleri dikkati çekicidir." 8 Mayıs 1965 tarihinde ise, ıbir iktidar sözcüsü olarak Senato'da, Türk - Sovyet münasebetlerine şu sözlerle yine temas etUk16 : u. . . Sovyetler Birliği gibi komşularımızın, yerden göğe kadar haklı bulunduğumuz Kıbrıs ddvamıidaki dav­ ranış ve tutumları bizi hayli müteessir etmiş, bdzı güçıa O. Senatosu Tutanak Dergisi, c. 9, 14

"15

16

s.

O. Senatosu Tutanak Dergisi, c. 18,

57.

s.

O. Senatosu Tutanak Dergisi, c. 24,

s.

C.

s.

Senatosu Tutanak Dergisi,

c. 27,

391. 1005. 266.

35


lükleri meydana koymasıyla da bizi aynı zamanda uyar­ mıştır. Buna rağmen Sovyetler Birliği ile iç işlere asla ka­ rışmama, toprak bütünlüğü, karşılıklı saygı ve hak eşit­ liği gibi prensipZere dayanan devamlı bir iyi komşuluk münasebetleri devrine girmeyi samirniyetle istiyoruz. Eğer komşularımız da aynı samimiyeti taşıyorlarsa, bu­ nun ilk işareti Kıbrıs'daki RumZara yaptıkları silah sev· kiyatının derhal ve kat'iyetle durdurulması olmalıdır.'' 15 Aralık 1966 günü, Kıbrıs'a sevkolunan Çek silah­ lan münasebetiyle yaptığımız konuşmada da şunlan söy­ ledik17 :

"Komünist Blok'un herhangi bir köşesindeki, bu me­ yanda Çekoslovakya veya Bulgaristan'daki her faaliyet ve davranışın emir ve kumanda yeri Moskova'dır. Vak­ tiyle Mısır sosyalistlerinin, Nasır'ın eliyle Makarios'un komünistlerini sildhlayanlar, bu defa aracı olarak Çek'­ leri . kullanmaktadırlar. Bu itibarla küçük peyk, uydu Çe­ koslovakya'dan önce, karşılıklı ziyaretlerle dostluk hey'­ etleri, parlamenterler, başvekiller yarıştırdığımız, iyi münasebetler kurmaya çalıştığımız büyük komşumuzu i'kaz, protesto etmeli, gerçekçiliğe ve samirniyete çağırmalıyız." ·

!şte Başbakan Demirel'in son resmi ziyaretinde ken­ dilerine katılacak Parlamento Hey'eti içinde,

19 Eylül 1967 Salı rgünü Moskova'ya hareketiınize kadar, benim

düşünce ve görüşlerim bunlardı. Böylece,

asıl Sovyet Rusya intibalarımı nakletme­

ye başlamadan, sunulmalannda zarfiret ve fayda gör­ düğüm ibazı mütalaa ve belgelerin burada tesbitini ta­ mamlamış :bulunuyorum. ]1

36

C.

Senatosu Tutanak Dergisi,

c. 37, s. 498.

·


BENİM GÖRDUGÜM BUGÜNKÜ

Moskova,ya Hareket

RUSYA

19 Eylül Salı sabahı, Sovyetlerin .

. derd'ıgı � · 11 yuşın ·tıpı · . ·tepk'l' gon ı ı oze1 .

.

.

uçakla Moskova'ya hareket edeceğiz. Esenboğa Havaala­ nı, terminal ve bilhassa şeref sa:lonu, gidecekler ve uğur­ layanlarla dolmuş ta.şıyordu. Sayın Demirel'e refakat ed�ek hey'etin mensupları, vazifeliler, kendi gönlünden taşan sev·gi ve bağlılıkla Başbakan'larını uğurlamaya gel­ miş Ankara'lılar ve Hükfımet Başkanı'na ihtiram töreni yapacak yağız, yiğit Mehmedciıkler... Samirniyetle söylemek gerekirse uğu:r:layanlar, uğur­ lananlardan çok daha heyecanlı -göriinüyorlardı. Muhte­ rem arkadaşım !stanbul Milletvekili Ahmet Dallı'nın : "Sayın Tevetoğlu, doğrusu cesaretiriizi tebrik ederim. İn­ şallah hayırlısı ile gider, •gelirsini.z ." sözlerini söyler:ken yüzünün, gözlerinin ifade ettiği manayı haia unutamıyo­ rum . Samsun Parti Başkanı'mız Mehmet Ali Ulusoy ile kardeşi Sefer Ulusoy'un ; sevgisini de, duygusunu da si­ yasi konuşmalan kadar açık ve yüksek perdeden ortaya koyan Ercümend Basa'nın beni 'heliHlaşırcasına' kucakla­ yışları ve söyledi1kleri sözlerle, ettikleri temenniler, bir diplomatik ve parlamenter ziyaret yolcusundan çok, as­ kere de değil de, doğruca cebheye, savaşa giden bir ağa­ beyi selametlemenin manzara, mAna ve ma.hiyetini ta­ şıyordu. Bana şöyle diyorlardı : "Gözünü seveyim, sen bize daha çok lcizımsın. Ne he­ rifleri sıkıntıya sok, ne başına bir kaza gelsin. Arslan gi­ bi git, arslan gibi gel, ağabey!"

Sayın Mümtaz Faik Fenik de, uçağa doğru yürüdü­ şöyle yapmıştı : "Gideceğimiz ğümUz sırada latifesini 37


yerin her tarafı komünist olduğuna göre her halde sayın Tevetoğlu, Atatürk'ün emri gereğince komünizmi her gördüğümüz yerde ezmeğe kalkışmazsınız ?" Benim mücadelem bilhassa yurduna ve milletine iha­ net eden yerli kızıllarla idi. Ben, hem Atatürkçü görünüp, hem de Atatürk'ün her mirasını haraç-rnezad eden Ata­ türk düşmanı istismarcıların 'karşısındaydırn. Benim kay­ gum herşeyden önce ve başta, yurdunıun ve miUetimin kızıl afetten korlınması idi. Bu belanın tasallıltuna uğra­ mış kardeşlerimizin ve bütün masum, talihsiz kiınselerin, tanı insan ha;k ve hürriyetlerine, gerçek demokrasi niza­ rnma kavuşrnalan, sahip olmaları da şüphesiz �benim bü­ yük isteğim ve i dealimdi. Anima, şimdi biz bunun te'rni­ nine, talebine değil ; 50 yıllık 'kızıl rejimin bu geniş ülke­ yi ve ıbu toprak üstünde kalan, yaşayan ve artan kimse­ leri neye çevirdiğini ; nasıl bir yaşama seviyesine ulaştır­ dığını veya düşürdüğünü görecektik. 50 yılda nelerin ka­ zanılıp, nelerin kaybedildiğini kısmen de olsa şahsen ve bizzat, yerinde, aslından, gerçeğe uygun olarak müşahede edecek, anlayacaktık. Yoksa, kazanılanın neye maloldu­ ğunu ; kaybedilenin de hesabını soracak değildik Biz dostluk ve iyi komşuluk münasebetleri yolunda bir nezaket ziyaretine gidiyorduk. Onlar da, biz de Sovyet lhtil8.li'nin ve Türk Milli Mücadelesl.'nin Hk günlerinde Mustafa Kemal Paşa ile Lenin arasında yaşatılmış iyi komşuluk davranışlannın bugün de tazelenmesini, ülkele­ rimiz ve milletlerimiz için faydalı sayıyorduk. Sovyet komşularımıZin tarif ve tavsifleri ile "Genç ve dinamik Türk Başba!lmnı" Demirel, Demirperde gerisini görrneğe gidiyordu. Bu, 196l'den bu yana, Türk milletinin en çok güveni­ ni kazanarak tek başına bükılınet teşkil etmiş Adalet Partisi iktidarının komşu ülkeye ilk ziyaretçi gönderi­ şiydi. 38


Demirel Hükumeti'nin programı, Türk Sovyet mü­ nasebetleri hakkında aynen şu görüş, istek ve prensipleri ihtiva ediyordu : -

"Bağımsızlığa ve toprak bütünlüğüne saygı, hale eşit­ liği ve adem-i müdahale

prensipleri dairesinde kortı§u

devletlerle iyi geçinmek, işbirliğini

geliştirmek, bölge­

mizde gerginliğe ve iktilaflara yol açacak durumları ön­ lemek dış siyasetimizde önem atfettiğimiz umdelerdir. Bu prensipler dairesinde kom§usu

SCYVyetler Birliği ile iyi

komşuluk münasebetleri iddme etiirmek

arzusunu Tür­

kiye daima· beslemiştir. Bu itibarla, iki memleket arasın­ daki münasebetlerdeki

müsbet geli§meyi memnuniyetle

kaydediyoruz. Biz bu esaslar çerçevesinde SCYVyetler Bir­ liği ile iyi korrı§uluk münasebetlerinin iditmesine ve geliş­ mesine ehemmiyet aifediyoruz ve buna gayret edeceğiz. Türkiye ile SCYVyetler Birliği arasında iyi komşuluk zihniyeti içinde münasebetlerin devamlı surette gelişmesi Türkiye'nin ve Sovyetler Birliği'nin menfaatlerine uygun olacağı gibi, bölgemizin ve dünya barışının tarsinini ko­ laylaştıracaktır.''

Partisinin, 'büyük Türk milletince tasvib edilmiş programını, yurd içinde ve yurd dışında, harfi harfine uygulamayı ve gerçekleştirnıeği ·kendi sine :borç ıbilen 1924 doğumlu Cumhuriyet ve Atatürk evlidı Demirel, ha·lkı­ mız için de, komşularımız için de en inanıl acak ve güveni­ lecek hir temsilci olarak, çok nazik ve mühim bir vazife peşindeydi. Bu, Ata'sına, onun ilkelerine ve hatıratarına riyasız­ ca bağlı ıbir Türk evladının, Türk

nesillerine bırakılmış

( YURDDA SULH, C!HANDA SULH) prensibini gerçek­ leştirnıek vazifesinin bir safhasıydı. Bu, 1938'den 1950'ye kadar gerçekleştirilememiş bir iyi komşuluk ve dostluk mes'elesiydi. Türk halkının gü-

39


venini asla kazanamamış İnönü, bu iyi komşuluk ve dost­ luk münasebetlerini gerçekleştiremezdi, gerçekleştireme­ mişti. Türk halkının .güvenini kazanmış rahmetli Mende­ res'in bu iyi komşuluk ve dostluk münasebetlerini ihya et­ mesine ise, ·kader izin vermemiş, ömrü yetmemişti. Bu çile­ li mHletin ve yurdun, dış münasebetlerindeki bu hassas ve çetin problemi halletmek de, Demirel'e kısmet olacaktı. Demirel ve Türk Hey'eti yola çıkmadan, yola çıkar­ ken, çıktıktan sonra, yurda dönerken, döndükten sonra ; adi yollardan küçük insanların, bazı başarısız, iz'ansız ve insafsız yaratıkların yaratmaya çalıştıkları kötü cereyan ; halkımızın, dünyanın ve tarihin huzurunda hizzat ıkendi­ lerini çarpmış ve onları :bir çuval .kömüre döndürmii§ıtür.. Bugünkü hür demokrat dünyamızın asli temayülü olan "hür insan ve hür millet" hedefini kendilerine amaç bilen 'Ve buna göre Türk insanının ve Türk milletinin yüce hak ve menfaatlerini savunurken, herkesin, her mHletin ·

hak, hürriyet ve menfaatlerine riayeti de -prensip edinen 'genç ve dinamik Türk temsilcisi, Atatürk'ün şu tavsiye­ sine son derece riayetkardı :

((Rusya ile daima iyi komşu olmaya gayret etmeliyiz. Fakat ne haklarımızdan en küçük bir şey feda etmeliyiz ve ne de oyunlarına kapılmalıyız." El sıkmalar, kucaklaşmalar, sarılıp öpüşmeler ve as­

·keri tören ıbitip de, Başbakan Demirel son olarak llyu­ şin-18 tipi özel Rus uçağına bindiği zaman, diğer bütün Hey'et mensubları çoktan yerlerini almış bulunuyorlardı. Uçağın kuyruk tarafındaki ufak bölümünde, karşılıklı ·koltuklar ve :bir masa bulunuyordu. Burası Başbaıkari, Dışişleri Bakanı ile eşlerinin oturmaları içindi. Bizlere ay­ rılmış bölümler de rahat ve konforlu sayılırdı. Şüphesiz

40


· bu uçağı, beş yıl önce bizi• NATO Parlamenterleri olarak

Vaşington'dan Almanya'ya getirmiş Başkan Kennedy'nin uçağı ile mukayese edecek değildim. Fakat, kaptan pilot­ larının kullandıkları radar, haberleşme ve otomatik te­ sisleri de gördükten sonra bu uçağın başarılı .bir ağır sa­ nayiin mahsulü olduğunu kabul etmek lazımdı. Uçak tam 7.30'da büyük bir homurtu ile ve sanki ge­ ride kalanlara bir gösteri yapareasma havaya fırlamış ; diklemesine içlerine daldığı beyaz bulutları altta bırak­ tıktan sonra dengesini bulmuştu. Kemerleri bağlamamızı emreden san yazının söndüriilmesi unutulup gitmişti. Bu sırada sayın Demirel uçağın bizim oturduğumuz bölümün­ de göriindü. O, bütün arkadaşlara hal-hatır sorup iyi yol­ culuklar dilerken, biz de ışıkların söndürülmemiş bulun­ masına rağmen, çözdüğümüz kemerlerden ve sıkılıktan kurtuluyorduk. Gelip yanımıza oturan sayın Başbakan, iki-üç gün önce Romanya'da

gördükleri, 7.000 metreye

inen petrol sondaj makinalarmdan söz açtı. Komşu ülke­ ler ile iyi münasebetler kurmanın bize sağlayabileceği bil­ hassa teknik imkanlar üzerinde durdu. Kısa zamanda Türkiye'yi kalkındıracağından kuvvet­ le ve kat'i surette emin bulunan bu dinamik "inanmış" insan, Türkiye'nin bütün mes'elelerini en ince teferrua­ tına, milimetresine kadar biliyor ve korkunç bir hafıza ile beraberinde, gönlünde ve büyük başının içinde taşı­ yordu. Uçağın hareketinden kısa bir müddet sonra, biri sa­ rışın, diğeri kumral iki gürel hostes kalıvaltı servisine başladılar. Az sonra, adeta yarışırcasına Hey'et üyelerine sabah sa;bah votka, şarap ve konyak ikramına koyuldu: "

Benim başkanlı�ımdaki NATO Parlamenterler.i Türk Hey'eti'n­ de C.H.P. Malatya Senatörü Nüvit Yetkin lle, Tablt Senatör Haydar Tunçkanat bulunuyorlardı.

41


lar. Benim, Mehmet Turgut Bey'in ve ülserinden rahatsız Refet Sezgin Bey'in alkol almayışımız ilk önce bu seçme Rus dHberlerini şaşırtmıştı. Aynı hSl, 10 gün süren ziya­ fet sofralarında da yanımıza düşen Sovyet ricalini adeta şüpheye düşürmüştü. Saat lO'a geliyordu ki, uçakta son derece zengin bir menü ile mükellef

bir yemek servisi

başladı. Türkiye'den itibaren bize refakat eden Sovyet Elçi­ liği mensupları daha uçakta, bizi memnun edebilmek için büyük bir alaka, nezaket ve misafirperverli:k gösteriyor­ lardı. Bana, harita üzerinde uçuş yolumuzu işaret eder­ lerken, kendilerine, az sonra üzerinden geçeceğimiz Şi­ mali Kaf·kasya'nın eşim Gülcan (Krımşamhal) 'ın memle­ keti olduğunu söyledim. Hemen pilotlardan, kanının do­ ğum yeri olan kasaba üzerinden geçerken bize haber ver­ melerini rica ett�ler. Az sonra bir pilot kaptan geldi ve : "Şimdi Şimali Kafkaslar üzerinde bulunuyoruz ; fakat ma­ alesef beyaz bulutlardan toprruklar ve şehirler görünmü­ yor." dedi. Şimali sinden

Kafkasların en yüksek (deniz seviye­

5633 m) Elberuz tepelerinin de çok üzerindeydik.

42 yıl sonra eşimin doğduğu yerleri, onun için ve onun ye­ rine havadan, kuşbakışı olsun bir görmek, seyretmek is­ temiştim ; kısmet değilmiş. Oralar yine :beyaz

bulutlar

arkasında hayalimizde ıkalacaklarmış, öyle oldu. Fakat hemen burada belirteyim ki, eşimin öz teyzelerini ıbulup ziyaret etmemi, teyze kızını görrnemi, ilgililer ıbana tam bir ·kolaylık ve serbestlik içinde sağladi>l ar. Bu olayı ileri­ de sırası gelince daha tafsilıltı ile ve derin şükranlanmla birlikte kaydedeceğim. Ankara - Moskova arası 1860 Km. idi. Bu hayli uzun hattı llyuşin-18, tam

3 saat 15 dakikada tüketmişti. Yol­

culuğun büyük bölümünde, üzerinden uçtuğumuz araziyi hemen hiç görmemiştik. Beyaz bulutlardan ·kurtulduğu­ muz yerlerde, uzun düzlük araziler ve Moskova'ya ya·k ın

42


bölgelerde ise, daha da alçak uçulmuş olacak ki, ekimi, bakımı, sula:ma tesisleri mükemmelen izlenebilen ovaları, topraklan ve tüten hacalarla dolu sanayi şehirlerini da­ ki-kalarca seyretmiştlk. Prof. Aydın Yalçın ile ve bilhassa bu sey8.hatta kendisini şahsen ve yakından tanımaktan büyük memnunluk duyduğum Prof. İsmet Giritli ile kuş­ bakışı gördüğümüz bu manzaranın şimdiden muhasebesi­ ni yapmaya koyulmuştuk. Özel uçak 10 dakika önce sert b-ir inişle Moskova'nın Vnukova 2 Havaalanı'na inın.işti. Vakit mahaUi saatle tam 12.00 idi ki, uçağın kapıları açıldı. Moskova'da da hava, Ankara'daki kadar açık ve güneşli idi. Yalnız sı­ -

caklık derecesi burada ancak 2 santigraddı. Bu havaalanının da, adeta yalnız resmi maksatlar­ la kullanılan bir "özel meydan" olduğu anl�ılıyordu. Çünkü, başka inen, kalkan, hazırlanan uçaklar görünme­ diği gibi, tenninalin, meydanın umuınt manzarası da bu­ ranın misafirlere mahsus bir merasim meydanı olduğunu açı·kça gösteriyordu. Terminalin önündeki sağ köşede, parma•klıklar arka­ sında muntazam bir surette sıralanmış ·büyük çoğunlu­ ğu kadın, bir-iki yüz kişilik kadınlı-erkekli genç karşıla­ yıcı vazifeliler, ellerinde •k ağİttan Türk - Soıvıyet ibayrak­ Ianyla bizleri selamlamaya hazırdılar. Bunlann ·giyiniş­ Ieri oldukça muntazarn ve temizdi ki, benzerlerine sokak­ lardan çok, Moskova Üniversitesini ziyaretimizde üniver­ siteli öğrencilerde rastladık. Meydanın daha ön kısmında kırmızı - mavi ünifor­ malı Kızılordu tören askerleri çok muntazam olarak sı­ ralanmışlardı. Az ileride de kırmızı üniformalı bandocu­ lar yer almışlardı . .Askeri ataşelerimizin . de dahil bulun­ duğu Moskova'daki Türk misyonu eşleriyle birlikte meydanda yerierini almışlardı. ·

Başbakanımızı ve Türk Hey'eti'ni

karşılamaya gel-

43



miş Sovyet ricilinin ve eşlerinin önlerinde, siyah palto giymiş ve elinde siyah şapkasıyla Sovyet Başba;kanı Kos­ sigin bulunuyordu. Uçağın mer<livenine doğru yürüdüler ve Kossigin, Demirel ile tokalaştııktan sonra diğer ileri gelen mesai arkadaşlarını Başbakanımıza takdim etti. Beraberce yüİiiyen iki komşu ülke Başbakanı kısa bir takdim ve askeri selam törenini tamamladıktan son­ ra, bando milli marşlarımızı Çalmaya başladı. Moskov.a sema:larına yükselen Türk lstiklal Marşı O ·kadar doğru, canlı ve güzel çalmışlardı ki, hepimiz hayret içinde kal­ dık, heyecanlandık, memnunluk duyduk, .gtırurla birbiri­ mize b Ilikıştık . ve adamları takdir ettik. Sovyet bandocu­ larının büyük bir başarı ile melodisini kendi göklerine yükselttikleri lstiıklal Marşı'mızın, biz ise sözlerini, Akif'­ in tarihe malettiği ölmez mısra'larını, manasını kalbi­ mizde, ruhumuzda, içimizde adeta "ilk şartımız •budur" dereesine tekrarlıyorduk. Aynı kudretli :bando, kendi milli marşlarını da ta­ mamlayınca, milli kıyafetler giydirilmiş ·kız - oğlan küçük Rus çocukları elrerindeki güzel gül buketleriyle, güller cenneti Isparta'nın iki eviadı Başbakarumıza, eşleri sayın Nazmiye Demirel'e ve Hey'etiıhizdeki diğer Türk hanımia­ rına doğru ·koşuştular. 10 gün sonra Moskova'dan uğurlanışımız sırasında, bizden sonra ·geldi•kleri için, otobüslerle taşınışlannı, meydandaki yerlerine yerleştirilmelerini ve sa:bah kah­ valiısı olarak dağıtılan sandüviçlerini ·kapışış ve yiyişle­ rini seyrettiğimiz hu vazifeli karşılayıcı alayının ellerin­ deki bayrakları sallayışları, hurra ! .. hurra ! .. diye teza­ hürat yapışları, sanki bir düğmeye basılarak idare edili­ yordu. Aynı ses, aynı tonda, aynı anda çıkıyor ve aynı ha­ reket, aynı anda tekrarlanıyordu ·ki, bu intizaından da He­ ri bir disiplin ve düzendi. Terminal binasına ve daha sonra geçtiğimiz yollara. ...

45


asılmış "Hoş Geldiniz" diyen ve Türk - Sovyet dostluğu­ nun kuvvetlendirilmesini temenni eden ve Başbakanımızı selamiayan sözler de, <kelimesi kelimesine Moskova'da ne ise, Leningrad ve Kief'de de o idi. Taşkent ile Baku'da ay­ nı cümleler mahallin öz lehçe ve kelimeleri ile daha renkli ve samimi .birer ifade :bulmuşlardı. Herşeye rağmen Sovyet idarecilerinin Başbakan De­ mirel ve Türk Hey'eti tarafından ülkelerine yapılan bu zi­ yarete çok hüyük bir ehemmiyet atfetti'kleri her davra­ nış ve görünüşlerinde gün gibi 8.şikardı. Türk Hey'eti'nin ve Sovyet ricalinin en ileri gelen­ leri Cadillac'a benzetilmiş "Çayka"lara :bindiler. Bizler de protokol sırasıyla numaralanmış, içlerinde mükemmel türkçe konuşan birer Rus milımandar da bulunan "Mos­ koviç" marka siyah arabalara taksim olunduk. Parlamen­ terlere aid ilk arabada, ·benimle birlikte arkadaşım sayın Prof. Aydın Yalçın bulunuyordu. Bize refakat eden Sov­ yet diplomatı da çok güzel türkçe konuşan, Türkiye'de ve Ira:k'da yıllarca vazife görnıüş, halen Moskova'da merkez­ de görevli, Taşkent doğumlu M. Vladilen N. Fedorov'du. Kendisi son derece nazik ve misafirperver bir diplomattı. Otelimize ·kadar 35 40 km. olan Moskova yolu, çok geniş ve güzel yapılmıştı. İki tarafı kilometrelerce ağaç­ lık ve orman olan ıbu yol, şehir sınınndaki Moskova'yı kucaklayan geniş halka yollann birincisinden itibaren, Türk Başbakanı'nı ve Hey'eti'ni selamiayan türkçe ve rusça yazılar ve sık sık asılmış Türk - Sovyet bayrakla­ rıyla süslenmiş bulunuyordu. Yolların büyüklük ve genişliğine karşılık, trafik, he­ men hemen yalnız resmi yük ve binek arabalarından iba­ retti ve çok hafifti. Onlar da, gelen resmi devlet arabala­ rı ·konvoyunu görünce veya trafik canavar düdüğünü du­ yunca derhal kenara çekilip tam bir uyarhkla dunıyor­ lardı. -

46


Şehir dışındaki ormanlar ve fundalıklar kenanndan başlamak üzere, şehir içerisinde de yapılmış yol >kenarı parklannın çokluğu, düzenleri, çiçeklenmeleri dikkati çe­ kiyor. Moskova'dan sonra gördüğümüz diğer Sovyet şe­ hirlerinde de Rusların parkiara ne kadar ehenuniyet ve. itina gösterdikleri müşahede olunuyordu. Fakat, pa:rklar­ da, parmaklıkların

boyanmasında, yollann

tern:lzlenme

ve süpürülmesinde kullanılan işçiler, hemen

hemen ta­

mamen yaşlı ve genç kadınlardan ibaretti. yolların genişliğine mukabil

Şehrin büyüklüğüne,

6,5 milyon­

trafiğin azlığı gilbi, yayalar da çok seyrekti. luk şehir son derece

tenha görünüyordu ;

adeta boştu.

Bazı duraklarda kuyru:k olmuş, kümelenmiş mahdud sayıdaki

halk

topluluğu da,

caddesinden geçen 40

-

Moskova'nın

en ünlü ana

50 otomobillik konvoya karşı son

derece ·k ayıdsızdı. Yürüyenler etrafa değil önlerine bakı­ yorlardı. Sessizdiler ; ası·k suratlı, adeta

dünyalarından

bezmiş bir .görünüşleri vardı. Giyinişlerinde hiç hırpani­ liğe rastlanmıyordu amma,

üstün kaliteli,

şık elbiseli,

mantolu, paltolu bir kız, bir kadın veya erkek de gözü­ müze ilişmiyordu.

Sovyet Rusya'da

en

iyi

giydirilmiş

olanlar çocuklardı. Kadınlarda eşarp kullananiann çoklu­

ğu dikkati çekiyordu. Ayaklarında posta:l cinsinden kaıba ayaıkkaıbılar ve ellerinde patates, soğan veya lahana dolu filelerle, çoğu yaşlı olan kadınlar

acele acele yürüyor­

lardı. Yolun her i•ki tarafında "prefabrike" malzemeler kul­ lamlarak bitiriimiş veya devam etmekte olan mesken in­ şaatı .göze çarpıyordu. 10

-

15 katlı küçük ve sık pence­

reli, hepsi de :balkonlu, aynı tipte blok apartmanlar ve modern meskenler arasında, Çarlık devrinden kalma. ah­ şap veya kargir büyüklü - ·küçüklü lbinalara ; enkaz ha­ lindeki köhne evlere de rastl.anıyordu. Şüphesiz Mosko­ va'nın asıl panoraması katedraller, haçlı kuleler, kaleler,

47

·


burçlarla daha çok dünden, maziden kal mış çizgilerle çi­ ziliyordu. M. Fedorov'un (Gorki Caddesi)

diye tanıttığı Mos­

kova'nın Beyoğlu'sunda, büyücek satış mağazaları görii­ nüyordu amma, Volga - Moskoviçler 60 ·km.den aşağı hız­ la seyretmedikleri için bu mağazaların içierini görmemiz hemen hemen mümkün olmuyordu. Kremlin'in ·göriindüğü, Kızıl Meydan'ın geçildiği sı­ rada mihn:ıandarımız, meydandaki

kuyruğu göstererek:

"Bunlar Lenin'in mozolesini görmek için Sovyet ül kele­ rinin dört bir taraf ından gelmiş vatandaşlardır. Sabah erkenden başlayıp ıgece geç vakte kadar devam eden bu kliyruğun uzunluğu yarım kilometreden fazladır ve her gün ortalama 10 bin kişi Lenin'i ziyaret eder" diyorou. Sovyet l htilaJi'nin başı Lenin, bu ülkenin her taraf ın­ da tapılan tek put halinde . Hoş, ona başka ülkelerde ta­ .

.

pan kızıllar da çıkıyor ya, o başka mesele . . . Burada res­ mi daire, okul, üniversite, kütüphane, tiyatro, işyeri, fab­ rika, istasyon, terminal, oteı · dahil akla gelen her bina­ da, her caddede, her meydanda, her parkda, açık - kapalı her stadyumda, her müzede, her sergide, hulasa her yer­ de Lenin var, Lenin'in adı var,

büstü var, heykeli var,

resmi var. M. Fedorov'un otelimize yB.!klaştığımızı h8iber verdi­ ği .bir sırada, yine genişçe bir meydandan

geçiyorduk.

Orada da, Lenin olmayan, hatip, edip-şair duruşlıi ve gö­ rii nüşlü bir başka adamın heykeli vardı. "Bu kim ?" di­ ye sordum. Mihmandanmız cevap verdi: "Rus l htilali'­ nin meşhur şairi Maiakovsky ! " Benim son çıkan kitabımda da kız.ıl şair Nazım Hik­ met Verzansky .bölümünde adı sık sık geçen18, Nazım'ın ıs

48

Dr. Fethi. Tevetoğlu: Türkiye'de Sosyalist ve yetler, Ankara 1967, ss. 470, 481, 492 ve 527.

Komünist FaıUi­


hayran olduğu ve kopya ettiği Maiakovsky buydu de­ mek ! .. Konvoyun ön tarafında bulunan Başbakanınıızla di­ ğer Bakan arkadaşların arabaları, hususi misafirhaneler istikametine gitmişlerdi . Bunlar, Moskova Üniversitesi civarındaki büyük taş duvarlar, elektrikle açılıp kapanan yüksek demir ·kapılar ardında,,. gürel korular ve bahçeler ortasında kain iki katlı şahane köşklerdi. Biz de parlamenterlerle, basın mensuplarına ayrılmış bulunan Hotel-Sovietskaya'ya gelmiştik. O:ııta sınıf, te­ mizce bir oteldi. Bana ayrılan 303 numaralı daire, beş ki­ şilik bir aileye verilen meskenden her halde çok daha .ge­ niş ve konforluydu. Yüksek tavanlı iki büyük oda ; bir antre, bir hol ; geniş bir banyo. Oturma odasında yazı ve yemek masalarından, telefondan başka süs kabilinden te­ levizyon, radyo ve buzdolabı d a bulunuyordu. Süs kabi­ linden diyorum, çünkü bunların hiçbiri doğru dürüst iş­ lemiyordu. Yahut da bizim bilmediğimiz cinsten baş·ka türlü çalıştırılıyorlardı. Her halde otel hakkındaki bro­ şürde işaret edilen günlük kira ücretleri : Buzdolabı 30 kapik Televizyon 25 kapik Radyo 20 kapik ödenınedi diye bunlar çalışmıyor değillerdi. Yatak odasında ve holde bol dolaplar, gardroplar vardı. Yeşil ipek karyola örtüleriyle ·kaplı çift kişilik ya­ tak, son derece temiz ve rahattı. Kaldığım odanın ·komşuları 302 nurnarada Bay Be­ dii Faik ve 304 nurnarada ise Prof. Dr. Mehmet Yardım­ cı bulunuyorlardı. Bavulum oda.ma •getirilince elbise ve çamaşırlarımı dolap ve gardroplara yerleştirdim. Son Almanya seyaha­ tinde satın aldığım ve ilk defa kullandığım bavuluro yep49


yeni idi ve bir hayli sağlamdı. İçinde de çamaşırlarımdan ve iki kat elbisemden başka ağırlık verecek hiçbir şey yoktu. Bunları şimdiden tafsil ve tasvir edişimin sebebi, Taşkent'te tb avulumun başına ·geleceklerin iyice anl aş ıl ­

ması iç indi r.

Otelin ikinci katındaki yemek salonuna davet edildi­ ğimiroe, altmışını aşkın son derece asil görünüşlü, beni "kimbilir dün kimdin ?" diye düşündürten, i htiyar garson­ dan bir K afkas çorb aaı ( Soup Khartcho a la Caucasienne) istedim. Bir iki arkadaşım da bu intihahıma katıldılar. Kafk as ' ın ÇOJ'Ibası da gerçekten

nefisti ve bana neleri,

kimleri hatırlatınıştı ! Parlamenterler, saat tam 15.30'da, SSCB Yüksek Şu­ ra Prezidyum'u Başkanı

N.V. Podgorniy'i makamında zi­

yaret edecek Başbakanımız Demirel'e mülaki olmak üze­ re Kremlin sarayına hareket ettik.

. Kremlin'de

Y�sek surlar içindeki bu Ça rl ar - Çariçeler A A . :. l ' kanesı, A Ami:Uı h i:Uen "" 1 de :b"t" u un mana ve ı" ht"ış a

mı ile yerinde duruyor,

miz dış

·

muhafaza ediliyordu. Arabalan­

ve iç kapılardan, kemerler altından geçerlerken,

kulelerdeki gözeiliere ve kapılardaki bekçilere mihman­

danmız usfılen birşeyler söylüyordu. Yoksa, bu siyah oto­ mobiller, yollardaki canlı yayanın da, motorlu vasıtanın da derhal durup yol verdikleri, tanınan devlet araçlarıydı. Sarayın iç avlusunda, soldaki müzeye girmek üzere sıralanmış yerli ve yrubancı turistler gördük. Yrubancı tu­ ristlerin ekserisi

Doğu Almanya'd an ve diğer Demirperde

ülkelerinden ; :bir ·kısmı da Japonyalı veya Amerikalı idi. Taşçı ustalar, müze tarafına girilen avlunun demir kapı­

lı, demi r parmaıkhklı duvarlarındaki mennerieri onarı­

yorlardı.

Kremlin'in, Prezidyum Başkan ı Podgorniy'ye rud dai· resjne ;geldik. lhtişamı dışandan pek o ,kadar belli olma-



yan hu binalann içleri, .geçmiş çağların birer süs ve sal­ tanat meşheri halindeydi. Başbakanımız, 3 Ba>kan arkadaşımız, ben ve Aydın Yalçın Bey, Moskova Büyük Elçimiz ve Dışişleriınİzin di­ ğer iki yetkilisi salon ortasındaki masanın bir tarafına, Podgorniy ve Sovyet erkanı da diğer tarafına oturmuş­ lardı. Karşılıklı samimi dostluk konuşmalan başladı. Ben, önümüze ·konmuş defter ve ·kurşun kaleminden faydala­ nara:k, Arap harfleriyle sür'atli olarak ve hemen tek ·ke­ lime kaçırmadan bütün söylenenleri not etmeye 'başlamış­ tım. Birçok ·gözlerin benim bu not alışımı dikkatle izledik­ lerini farketmemek imkansızdı. Her halde Arap harfleriy­ le yazışım, ·gözcülerin gariplerine gitmiş olacaktı. Yahut da bu ıba:kışlarda, bavulumun başına gelecek kazanın "me­ rakı", "seıbebi" saklıydı. uDünyada en iyi tütün denince akla Türk tütünü ge­ lir. Püro deyince de Kuba pürosu akla gelir. Sovyet siga­ rasında Türk tütünü bulunmaktadır"

tarzında bir espri

ile sözlerine :başlayan Podgorniy daha sonra şu sözleri söyledi : usayın Başbakan Demirel ve arkadaşlarını topraklarında şahsım ve arkadaşlarım rooktan bahtiyarım. Zatıtilinizin

Sovyet

adına selamla­

memleketimize yaptı­

ğınız bu ziyaret, biz Sovyet liderlerini ve vatandaşlarını çok sevindiriyor. Diğer bölgeZerimizde yapacağınız ziya­

retler, aralardaki halkımızı da sevindiredektir.

Gittiği­

niz şehirlerde halkımızın yaptığı ilerlemeleri müşahede edeceksiniz.

Kat'iyetle eminim ki ziyaretlerimiz, iyileş­

me yolunu tutan Türk-S01JYet münasebetlerine büyük bir katkı

teşkil edecektir. Zatıalinizle tekrar görüşmekten

şahsen çok memnunluk duyuyorum. Türkiye'de sizinle çok kısa konuşabildik. Fakat bu konuşroolar yine de çok alti­ kalı ve faydalı olmuştur. Maalesef siz burada benim Tür-

52


kiye'de kalışımdan daha az bir müddet kalacaksınız. Bu­ na dağmen bu da işbirliğimize bir değerli katkıdır. Türki­ ye'de bulunduğum kısa müddet zarfında Türkiye'nin mümtaz devlet adamları, halkı ve siyasi parti temsilcile­ ri ile görܧtüm. Bunların hatıralarını daima kalbimde tCl§ımaktayım. Eminim ki, siz de burada, Sovyetler Birli­ ğinde birçok dostlar kazanacaksınız; ve biz de elimizden gelen her şeyi yaparak seyahatinizin çok iyi ve faydalı geçmesini sağlayacağız.''

Podgorniy'nin bu konuşmasını, Başbakanımız Demirel şöyle cevaplandırmıştı : "Sovyetler Birliği sayın Devlet Başkanı Podgorniy'nin hakkımızdaki sitayişkar sözlerinden ve memleketimizden bahsedişZerinden duyduğum memnunluğu belirtmek iste­ rim." "Birbirlerini çok iyi tanıyan memleketlerimizin, geç ' de olsa, aralarındaki dostluğu geliştirmekle sayın Podgorniy'nin harcadığı çaba dolayısıyla adı daima takdirle anı­ lacaktır. Kendileri bu iyi komşuluk ve dostluk münase­ betlerini geliştirmek yolunda Türkiye'yi ziyaret eden ilk Sovyet Devlet Başkanı olmuşlardır." ((Kendileriyle memleketlerimiz hakkında çok açık gö­ rüşmelerde bulunmuşuzdur. Kendilerinin de ifade ettik­ leri gibi, kısa da olsa Türkiye'de yaptığımız göril§melerin hatırasını el'an memnuniyetle muhafaza ediyf!fUZ." <<Iki memleketin dost ve iyi komşuluk esasUirı içinde yaşamıasında her iki ülkenin büyük faydaları mevcut­ tur. Şimdi çok iyi hatırlıyorum ki, bunun esaslarını ve prensiplerini Türkiye'deki konuşmalarımızda kısaca göz­ den geçirmiştik. Bugün aradan geçen üç sene zarfında hadiseler iyi istikamette gelişmiş ve o gün kcm:uştuğurnttZ esaslara paralel olarak mühim mesafeler alınmt§tır.',

53


"Daha sonra Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu Baş­ kanı Kossigin'in Türkiye - SO'IYJjetler arasındaki dostluk yolunda yaptığı ziyaret, mühim bir hadise olmU§tur. Ge­ çen yıl sayın Kossigin yurdumuzu ziyaret ettiği zaman iki memleketi ve dünyayı ilgilendiren bir çok mes'eleler. üzerinde fikir teatisinde bulunduk. Bu göril§melerimiz­ de açık fikirlilik hakim olmuştur. Şunu ifade etmek de gerçeğin belirtilmesi olur ki, böylece uzun yıllar inkişaf edememiş bulunan iki memleket arasındaki iyi münase­ betlerin gelişmesine büyük hizmetler edilmiştir. Bugün Türk Parlamentosu'nun iktidar ve muhalefet partilerine mensup seçkin senatör ve milletvekilleri ile, Türk Bası­ nı ve Hükumeti'nin değerli mensuplarıyla Sovyet Rus­ ya'yı ziyaret imkanını buldum. Sovyet Ticali ile yapaca­ ğımız bu defaki görüşmelerin de hedef olarak aldığımız dostluğa ve iyi komşuluk münasebetlerine büyük fayda­ lar sağlayacağına kaniim. Geçen iki yıl zarfında birçok mes'elelerde müsbet adımlar atılmış ve iyi neticeler alın­ mıştır. Bu arada iki komşu ülke arasındaki ticaret hac­ mi büyümil§ ve bir anlaşma yapılarak 7 te'sisin finans­ manını te'min etmek husiısu Sovyetler Birliği'nce kabul edilmiştir. Bunlardan bir tanesi müstesna, hemen altısına aid te'diye anlaşması tamamlanmış ve te'sislerin birço­ ğunun temelleri atılarak inşa' edilmelerine geçilmiştir. Ekselans Smirnov bu temel atmaların hepsinde bizimle birlikte bulundu ve bizimle nutuklar verdi. Ekselans, hal­ kımızın dostluk tezdhürlerine şahid olmuşlardır. Bu· te'­ sisler iki ülke arasındaki tanışmaya, teknolojik yardım­ ıaşmaya ve sınai işbirliğine mutlaka yardımcı olacaklar­ dır. Yine bu zaman zarfında bir parlamento hey'etimiz geçen yıl Sovyet Rusya'yı ziyaret imkanını buldu ve bu­ radan iyi intibalarla döndü. Bütün bunları iki ülkenin is­ tifadesine ve iki memleket münasebetlerinin gelişmesin­ deki çabalara yardım addediyorum. Biz daima iyi niyet-

54


lerin sahibiyiz. Iyi niyetler karşılıklı hakim olduğu müd­ detçe iki ülkenin iyi komşuluk münasebetlerini geliştir­ melerine hiçbir mdni' yoktur. {(Nitekim çok kısa zamanda görülen ilerleme bunun ispatıdır. Sovyet topraklarına ayak bastığımız andan iti­ baren bize büyük bir hüsnükabul gösterilmiştir. Sayın Kossigin, büyük bir misafirperverlikle, Rusya'nın birçok yerlerini görmemizi arzu ettiler. Bilhassa kültür ve sana­ yi merkezlerini görmemizi istediler. Leningrad'ı, Kiefi ve daha sonra Taşkent'i, aradaki

irrigasyon bölgesini,

nihayet Baku'yu ve Baku'daki petrol endüstrisini gör­ mek imkanını bulacağız. Bunları görmekten büyük mem­ nunluk duyacağımızı belirtmek

isterim. Bu suretle bu

büyük ülkenin çeşitli bölgelerindeki halkı yakından gör­ mek de bizi ziyddesiyle memnun edecektir. Iki memleke­ tin karşılıklı menfaalleri bulunan bu münasebetlerin devd­ mında fayda mütalaa ederim. Birbirimizi daha çok ve ya­ kından tanımamız; iki tarafın birbirine daha çok güven­ mesi,

bu

iyi

münasebetlerin

gelişmesinde

faydalı ola­

caktır. Burada sözlerimi bağlamak

istiyorum: Sayın Pod­

garniy'i burada tekrar görmüş olmaktan ve kendilerinin bizi büyük bir hüsnü kabul ile duğum memnunluğu

karşılamalarından duy­

kendim ve arlcad.a§larım adına be­

lirtmek isterim." usözlerinizin her noktasında sizinle tam bir mutaba­ kat hdlindeyim" diye tekrar ·konuşmaya başlayan Pod­

gorniy, özetle şunları söyledi : {(Gerçekten, Sovyetler Birliği ve Türkiye arasındaki soğukluk devresinden sonra Türkiye'yi ilk ziyaret eden devlet temsilcisi ben oldum. Tabii Türkiye'ye gelirken bu gezimizin çok enteresan olduğunu biliyor ve büyük bir heyecan duyuyarduk. Zira ben Türkiye'ye giderken vazi­ fem ve taşıdığım sorumluluk çok ağırdı. Partimin ve Hü-

55


kumetimin bana verdiği vazife, Türkiye ile iyi komşu­ luk münasebetlerinin geliştirilmesine samimiyetle karar verildiğini Türk yetkililerine bildirmekti. Memleketleri­ miz arasında iyi münasebetler tesisine hiç bir engel yok­ tu. Başlıca şart> her iki taraftan gösterilecek karşılıklı güvendi. Yani en başta istenen şey, her iki tarafın söy­ ledikleri sözlere, karşılıklı itimad edilmesi ve inanılma­ sı idi. Bu zamandan beri üç yıl geçmiştir. Diyebilirim ki, o başlangıçtan bu yana hem sizin hem bizim tarafımız­ dan atılan müsbet adımlar faydalı sonuçlar vermiştir." ((Hatta şimdi birçok milletlerarası mes'eleler üzerin­ de işbirliği yapıyor ve aynı oyu kullanıyoruz. Yakın za­ man önce Orta-Doğu mes'elesi hakkında aynı karar ta­ sarısı lehine beraber oy kullandık. Güney-Doğu, Vietnam mes'elelerinde de tutumlarımız birbirine yakındır.

Bu

bizi sevindiriyor. Bu hal gösteriyor ki> yalnız Savyet Türk mes'ele ve münasebetlerinde

değil, minetlerarası

konularda da iki ülke işbirliği yapabilirler." ((. . . Fikrimizce zatıdlinizin

Sovyetler Birliği'ni zi­

yaretiniz, ba.şlamış iyi münasebetlerimizi büsbütün ge­ li.ş tirecek ve kuvvetlendirecektir."

Daha sonra Cumhurbaşkanımız Sunay'dan, daha ön­

ceki Türk Parlamento

Hey'eti ile yaptığı konuşmalar­

dan ; Ankara ve İstanbul Belediye Başkanlanyla, Mos­ kova ve Leningrad Belediye Başkanlannın ziyaretlerin­

den ve nihayet :bugünkü ziyaretin programından ; 50. yı­

lın kutlama hazırlık programlarından bahsettikten son­ ra Podgorniy : ((Türkiye Devlet Başkanı sayın Sunay'a, Türk Hükumetine ve Türk halkına saddet temennilerimi götürmenizi istirham ederim"

diyerek

sözlerini bağla­

mıştır. Başbakan Süleyman Demirel de tekrar şu sözlerle mukabelede bulunmuştur :

56


((Türkiye - Sovyetler Birliği dostluğunun dünya sul­ hüne büyük yardımı dakunacaktır kanaatindeyiz. Böyle­ ce yanyana sulh içinde ya§amaları gereken milletler ca­ miasına da iyi bir örnek vermi§ olacağız. Ayrıca dünya sulhü için çok büyük bir değer ta§ıyan ( gerginliğin yu­ mu§aması) hususuna da iki ülke münasebetlerindeki bu müsbet geli§melerin büyük yardımı dokunacaktır." ((Biz pe§in hükümlerin sahibi değiliz. Biz yanyana iyi koffl§uluk münasebetleri

içinde yaşamakta başlıca

prensip bildiğimiz iç işlere karı§mamak; hürriyet ve is­ tiklali her §eyin üstünde

ve

başında tutmak hususlarına

riayette çok hassasız. Mes'eleleri bunların ı§ığırıda mü­ talaa edince, her şeyi görüşmek ve incelemek mümkün­ dür."

Daha sonra Sovyet İlıtHalinin 50. yılı konusuna de­ ğinen ve Türkiye Cumhuriyeti'nin de "beş altı yıl daha genç" bulunduğunu ; bizim de 1973'te ellinci yılımızı kut­ layacağımızı :belirten Demirel, sayın Devlet Başkanımız Sunay'ın dostane selam ve temennilerini ulaştırmaktan duyduğu memnunluğu da ifade etmiş ve şahsına, arka­ daşlarına gösterilen samirniyete hir kere daha teşekkür ederek, kendilerine başanlar dilemişlerdir. -

Bu resmi göriişmelerden sonra Kremlin'den otele dö­ nüyordum. Bize mihmandarlı·k yapan M. Fedorov'a, bir satış mağazasına uğramak ve umumi bir fi·kir edinmek istediğimizi söyledik. Bizi Moskova'nın en büyük satış mağazalarından biri olan GUM Mağazası'na götürdü. Kızıl Meydan'ın yanındaki bu h eybetli, iki-üç katlı, 1890 1893'te inşa' olunmuş, 74 yıllık eski Rus mimarisindeki kadim binada yiyecekten giyeceğe, kırtasiyeden tuvalet eşya.sına, çay ve kahveden dondurmaya ·kadar binibir çe­ şit şey satılıyordu. MİR, TS"UM ve DETSKİ adındaki bu kabil ünlü mağazalann en tipik örneği ve büyüğü GUM Mağazası imiş.

57


Arabalar, Kızıl Meydan'ın köşesinde park edildi ve 10 ·kadar arkadaş, birbirimizi kayıbetmemeye i 'tina gös­ tererek, ıbu mağazanın yan kapısından içeri, kalabalığa dal dık. Bu mağazalar ,sabah 10 - ll'de açılıyor ve akşam 20 2l'de kapanıyorlardı. Bir kısmı 13 - 14 ; bir kısmı da 14 15 arası bir saat öğle yemeği tatili yapıyorlarmış. Bilhassa fabrikaların, iş yerlerinin tatilinden son­ raki bir saate rastlamış olacağız ki, burada mağaza de­ ğil, kelimenin tam manasıyla "ana-baba günü" vardı ... KalaJbal1ktan ilerlemek, çeşitli satış bölümleri önünde kuyruk olup mağazanın koridariarına taşmış halkı ya­ rıp ·geçmek ne mümkün ! Binanın tavanlan çok yüksek olmasına rağmen, hava, teneffüs edilerniyecek kadar ağır­ Iaşmış ve kerih hir ter kokusuna uzun müddet taham­ mül etmek de çok müşkül. Fiatıara şöyle bir göz attık. Bu örneklere göre hemen belirtmek mümkündür ki, Sov­ yet Rusya'da hayat çok pahalıdır. Giyecek m'SJllann kalitesi son derece düşüktü. Çok üzerindeki fia.ıt 10.50 ruble yani bizim paramızla takriben 105 liraydı. Kalın, kaba, postal cinsinden bir atkılı, alçak topuklu kadın aya·kkabısı 35 ru:ble y8.ni 350 Türk lirasıydı O anda, bi­ zim Malunutpaşa Yokuşu'ndaki mağazalanmızın buraya n azaran ne kadar zarif, ince ve yüksek kaliteli mallar. sattıklarını ve fiatlarının da ne kadar ucuz ve elverişli olduklarını ; hele satıcıların yoldan geçeniere mallannı satmak için dil döküşlerini hatırladım ve düşündüm. Bu­ rada mağazalarda alış-veriş etmek, maliann kalite ve fi­ atları bir yana, bir büyük mes'ele ... Gülümseme nedir bilmeyen satıcı memurlar son derece minnetsiz kimseler ve akılara çok zorluk çıkanyorlar. GUM Mağazası'nın bir manavında görünüşü hiç de iyi olmayan yaş üzümün üzerindeki fiat 1 ruble, yani 10 adi görünüşlü bir kombinezonun

.

58


Türk lirasıydı. Türkiye'de kat'iyyen alıp eve götünne­ yeceğiniz bir cins şeftalinin kilosu da 60 kapik yani 6 Türk lirasıydı. Ya kuru üzümün kilosu ? 2 ruble 35 kapik,, yani tam 23,5 Türk lirası ... Edindiğim intiba şu ki : Sovyet Rusya'da yiyecek ve giyecek, cins ve k alite bakımından son derece d�ük ol­ duğu halde fiat bakımından ateş bahasınadır. Veyl bu cennette yaşayanlara ! . . Rakamlar, istatistikler Sovyetler Birliği'nde ferd başına düşen milli geliri 1000 dolara yaklaştı diye yük­ sek gösterebilirler. Amma bizim en büyük, en kalabalık ve modern Sovyetler Birliği şehri diye gördüğümüz Mos­ kova'da bulduğumuz gerçek, akşamın beşine kadar kan­ ter içinde çalışmış halkın, işçilerin evlerine bir file dolu­ su soğan, patates, elma götürebÜmek için maddi, manevi, nakdi, bedeni pek büyük sıkıntılar çekUkleridir. Mihmandanmıza soruyorum : "Ydhu, bu memlekette kuyruk olmadan alış-veriş yapılacak yerler yok mudur ? Bak şuraya, beş tane elma almak için kuyrukta bekleyen­ lere! Yazık değil mi bunlara ? Kimbilir akşama kadar ne ağır işlerde çalışmışlardır. Hdld ayakta dikiliyorlar. Bu aynı zamanda korkunç zaman, iş ve enerji kaybı, israfı değil midir ?"

Cevaplar, "kem, küm", asla tatmin edici olmuyor; Kızıl Meydanın kenarında Kızıl Meydana doğru uzanan kuyruklar karşımızda dururken adam göz göre göre de yalan söyleyemez ya ! .. ((Efendim, kuyruk olmadan alış-veriş

edilebilecek

yerler vardır. Amma, orada fiatlar bazan iki-üç misli faz­ ladır, bir kısmında da yalnız dolarla alış - veriş edilir"

diyor. ((Peki hani sosyal adalet ? Sosyalliği de, adaleti de bunun neresinde ? Fiat kontrolü, sabit fiat böylesine di-

59


siplinli, böylesine

devletçi bir ülkede, bir rejimde böyle

mi olmalıdır? Hemen bütün satıcılarınızın devlet memu­ ru bulunduğu sisteminizde satışların minnetsiz, gönülsüz ve rekabetsiz olduğu bir yerde, bir de kuyruksuz alış-ve­ rişin karaborsası mı var demek istiyorsunuz?" Dövizimin ma.hdud bir ·krsıru ile kitap ve plaktan

bu

başka çöp satı n almadığım

yerde, resmi kurdan bir

Amerikan dolarını 90 kapik'e, nihayet 'bir ruhieye bozu­ yorlardı. Dolar kabul eden çok mahdud satış mağazala­

nnda veya turistik, otelierin satış yerlerinde yine doılar 90 kapik veya 1 ruble üzerinden hesap ediliyordu. Arka­

daşlar arasında. konuşulan sokak sarraflarının, karabor­ sa dolar bozucularının bir dolara 3 duyunca kendi kendime : leinezciler !

Kulakl annız

-

4 ruble verdiklerini

"Hey gidi sosyalist yalan-söy­ çıırlasm ! "

alarnadım. Tabii onlarca bu

demekten

kuyruıldarm, bu

kendimi

karaborsala­

rın teşekkülü, Sovyet sosyalistlerinin a.hlii.kının bozuluşu

da hep bu dolar ·beli.aı yüzünden ! . Burada :

"Herkese ihtiya.eına göre vermek" prensi­

binin uygu•lanması şöyle dursun, "herkese emeğine gö­ re verildiği"ni ·kaıbul etmek dahi imkansız. "Rejim otur­ muş" diyeniere, insan ın gayri ihtiyari "neyinin üstüne ?"

diye sorası geliyor.

Komünist rejimde insanların mutlu olup olmadıkla­

rı , daha doğrusu mutluluk derecelerinin ne

olduğu, elli

yılın hesabı sorulmadan, muhasebesi yapılmadan, yalnız bugünkü maddi ve

manevi faktörler dikkate almarak tes­

bit edilse dahi, bizim

"mutlu çoğunluğu" lebilir.

"mutlu

azınlık" tekerlemecilerine

nerede bulabi:J.eceklerinin dersi veri­

Bu il-k akşam 19.30'da Kremlin Kongre Salonu'nda temsil edilecek olan "Kül Kedisi"

( Cinderella)

balesini

seyredeceğiz. Arkadaşlardan biri, V'aktiyle Saracoğlu'nun

60


Moskova'da;ki "i,kam.etini'' hatırlatarak : "Birinci akşam­ dan gözümüze kül mü serpilecek ?" diye soruyordu. Ben de sahnedekilerden çok, seyircileri düşünüyordum ve "mutlu azınlık" mı, yoksa "mutlu çoğunluk" mu görece­ ğimiz merakındaydım. Eski Kremlin Sarayı avlusunda 1961 - 62 yılında in­ şa edilmiş yeni ( Kremlin Kongre Salonu) dışandan da, içeriden de çok güzel ve muhteşem. lç manzarası daha mükemmel olan salonun ıbirçok teknik imkanlarla da teç­ hiz edilmiş bulunduğu görülüyor. 5 - 6 bin kişilik bu sa• lon, büyük kongreler için kullanıldığı gibi, daha çok tem­ siliere ve aan'at faaliyetlerine tahsis ediliyormuş. 6000 kişilik bu büyük kongreler salonunun sağ üst ta­ rafında, deV'let erkanına mahsus geniş, büyük, gömme bir loca vardı :ki, bu gece Tü.ıık Sovyet :bayra,kları ile süslenmişti ve henüz boş bulunuyordu. Onun tam kar­ şısına düşen ·bölümde de, yine yan balkandakilere ve aşa­ ğı kattakilere tepeden bakılan bir "hususi" mevki vardı ki, bunu da bu akşam bizlere ayırmışlardı. -

En ön sıradaki yerime oturduktan ve koltuğum üze­ rine konulmuş program ile dürbünü aldıktan sonra, he­ men etrafımı ve aşağıyı tetkike koyuldum. Boş tek bir :koltuk göriinmüyordu. Genç - yaşlı, ka­ dın - erkek, başaçık - :başörtülü, basmalı - pazenli, allı - morlu, gömlekli - :kaza.klı, erkeklerin büyük çoğunluğu kravatsız işçiler, öğrenciler ve nihayet yüksek dereceli memurlar ve Avrupalı giyinişleri ile göze batan şıklıkları bir zaman dışanda kalmış diplomatlar oldukları intib8.ı­ nı verenler, bunlann yanlanndaki saç tavaletleri mükem­ mel, boyunlarına "ming", "vizon" asılmış Rus dilber­ leri... Dış göriinüşleri ile karma karışık, kaba saha, her renk ve sınıftan bir yamalı bobçayı andıran bu seyirciler61


de, san'ata karşı i lginin , san'at

ter:b iyesin in

sağl adığı

dikkati çeken bir birlik, beraıberlik tarafı da. var.

Arkarndaki 'Sırada oturan Sovyet d iplomatınd an öğ­

rend iğ im e göre, hurada .milletlerarası t oplantı ve konfe­

ranslar, Komünist Pa rtisi kongreleri akdedi ldiğ i gibi , daha çok tiyatro, :bale gösterileri ve diğer cumhuriyet­ lerden ıgelen folklör ekiplerinin şenlikleri yapılırmış. Geçen yılk i XXIII. Komünist . Kongresi de burada toplanmış ve Yakub Demi r ta:kma ad lı Türki yeli komü­ nist ( Zeki Baştımar) kuk l asın m , Türk iye Komünist Par­ tisi Genel Sekrete ri diye Kossigi n tarafından takdimi de burada yapılmış. Sandalye ve koltuklar 30 - 40 k ap ikten 1,5 - 2 rub­ leye kadarmış. Yani 3 - 4 veya 15 - 20 TL. Fak at biletler, gişelerde satılınaktan çok, herkesin çalıştığı yerlere da­ ğıtılırmış. Türk ve S ovyet Başbakanları yanmdaJkilerle birlik­ te şeref locasına girince geniş sahnenin ön-aşağısında yer almış bulunan orkestra, 1stikl8.1 Marşımızı çalmaya baş­ ladı. Sabah, Havaalanı'ndaki törenden sonra, .bu akşam 6.000 Moskova:lının, Mil li Marşımızı ihtiramla Kremlin'in Kongre Salonu'nda da dinleyişleri manzarası, bize bir günde iki sefer tatlı bir heyecan duyurmuş.tu. Sahne, dekor, müzik ve oyun cidden güzeldi. Prens rolündeki Nikonov ile, Cinderella'yı oynayan Bogolo­ mova'nın başarıları pek üstün bir derecede idi. 50 yıllık komünist rej i min, Çarlık Rusyasından ·k al­

mış herşeyi yıka:rken, k ısmen dokunmadığı ve muhafaza

ettiği bir m üessese varsa o da sahnenin bale ve opera bölümü. . Bu bölümd e devam eden başanya da şüphesiz son 50 yılın mahsulü denemez. Bu üstün seviye, ta XVI I XVIII. YüzyıHarda, 1735'de Çariçe Anna tarafından ku­ rulmuş ilk Devlet Dans Okulu'ndan :bu yana ve bilhassa I. Nikoloy devrinde 1850'den sonra geliştiri lmiş ve Bol62


şevik lhtilali'ne kadar hep gelişerek yükselmiş, Avrupa ülkelerine rakip Rus Ba·lesi'nin köklü bir devamı ve malı­ sulU sayl'lmalıdır. Kabul etmek zaruridir ki, mHletlerin hayatında rejimler, 1klimler, coğrafyalar, haritalar de­ ğiştiği halde, san'at ve kültür, ne kadar tahrip ve tahrif de olunsa, asli ,karakterlerini saklıyorlar. Sovyetlerin muhafaza ettikleri sahnelerinde "Cinde­ rella"yı takdirle seyrederken de, bu yüzyirmi yıldan faz­ la parlak bir ma.zisi olan ünlü Rus Balesi yanında, bizim genç salınemizin ancak 20 yıllık olan, buna rağmen bü­ yük başarılara ulaşan genç Türık Balesi'ni hatırladım ve gururlandım. Kendi ıkendime: "İnşaallah Taksim'deki Devlet Operamızı da önÜım.üzdeki yıl açmamız kısmet ve nasib olur ; sanatçılarımıza daha geniş imkanlar sağlanz ve Türk'ün hu alandaki yüce san'at kabiliyetini de orta­ ya koyarız" diye düşündilin ve temennilerde bulundum. O gece otele döndüğümiiz vakit, saat onbiri geçmişti. Ankara'ya, eve birkaç satır bir şeyler yazıp göndereyim dedim. Bilhassa gezi programının 25'den 29 Eylül'e uza., tıhşı, henim bazx mühim randevu ve rezervasyonlarımı alt-üst etmişti. Bunların en mühimi 30 Eylül'den itibaren sabah gazetesi olarak çıkacak ( Son Baskı) ile ; Milliyetçi Çin'de katılacağım (Birinci Dünya Anti-Komünist Kon­ feransı) mes'eleleri idi. Sovyet Rusya'da 5 kişiHk bir aileye verilmeyecek ·kadar ·geniş ve konforlu olan dai.remde banyo alıp pija­ malanmı giydikten sonra, mektup yazmaya oturmuştum ki telefonuro çaldı. Saat 12'yi geçiyordu. Mikroföna "Alo ! .. Alo ! .." diye sesleniyordum ; fakat hiç cevap yok .. Kapattım. Birer dakika ara ile bu ha1 iki defa daha tek­ rarlandı. Yine cevap yok.. Bu bir nevi kontroldu galiba. Çünkü daha sonraki gece­ lerde de -Moskova'da- daima tekrarlandı. Diğer par­ lamenter arkadaşların da telefonuna bu konuşmayan kon63


trolcu musaHat olmuş. Nasıl olsa seçmen vatandaş ara­ maz diye hiç sevmediğim ve yapmadığım bir hususu, ya­ tağa girmeden telefon fişini çekip işi kolaylaştınnayı de� nedim ve rahat ettim. Sabah 'kalktığım vakit kapı altından atılmış Pravda Gazetesi'nin birinci sahifesinde,

BaşbakanımıZin hava

alanındaki törende çekilmiş resimleri ve Türk Hey'etinin ziyareti ile Hgili haber, :büyük manşetlerle geniş surette veriliyordu.

Bu 20

ffiylfı:l tarihli,

263 ( 17945 )

numaralı Pravda'­

nın 4. ısahifesinde ( Radiy Fiş ) imzalı ( Düşünen Türkiye) başlıklı bir de makale mevcut. Kalıvaltı esnasında, bu yazı muhtevasını çok .güzel rusça bilen sayın arkadaşım Prof. Giritli .bana özetledi. Yurda, eve dönünee de, yazı­ nın tam tercümesini yaptırdım. Sovyetlerin, başlığını Lenin'in çifte resmiyle resmi­ l�tirdikleri ve tirajı He övündükleri bu resmi gazetele­

rinin, bizim ziyaret ·günümüzde yayınladığı bu sözüm ona

"Hoş geldiniz ! " manalı dostane ( ?) yazı, pek hoşa gider

bir yazı değildi ve çok zayıf bir yazıydı. illus'taki Atatürk Heykeli'nden söze başlayarak, ora­ da,

uzaktaıki düşmanı

gözetleyen

Arslan

Mehmetçik'in.

bakışını "tunç asker eli altından, sanki geleceği görmek· arzusu ile

uzağa

ba:kmaktadır" diye ·kendine çeviren ; da­

ha sonra mermi taşıyan ·köylü ıbacıdan, diğer askerden söz eden yazar, ill us Meydanı'na yakın bir yerde, gfı.ya bir şiş kebapçı ile Amerrkablar arasında cereyan etmiş

bir muhavereyi naklediyor ve gfı.ya bu uydurma hi.kaye

ile Türk halkındaki Amerikan düşmanlığını tasvir ediyor

ve birtakım sloganlar tekrarlıyor.

Türkiye'nin emperyalizme karşı ayaklanan Asya ve Afrika memleketleri muvacehesinde, dünyadaki rolü üze­ rinde duran yazar ;

64

geniş Türk

topluluğunun -yalnız


kendi işlerine gelen noktalar<lıvki- takbihlerini ve bil­ hassa Orta Doğu'daki tutumunu kendine göre belirtiyor. Türk

-

Sovyet münasebetlerinin

iyileşmesi ve telmik

yardımın gelişmesi hususlanna da değinen yazar : "Mem­

leketin ruh haleti, onun şillr, yazar ve

ressamlannın

ya­

raıttıkları eserlerle aksettirilmektedir" diyerek, Türk ger­ çeğini a·ksettirdiklerini i leri sürdüğü ekserisi malflm

selerden söz ediyor.

kim­

İstanbul'da ressam Nuri İyem'in ta;blolanndan ; Bur­ salı lbrahim Balahan'ın resimlerinden örnekler veriyor.

"Türkiye'nin en iyi yazarl an bizim dilimize tercüme edil­

mektedir" diyor ki buil'l.ar Nazım Hikmet,

Sı3ibaJıa.ddm

Ali, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmud Ma:kal ve Sanı:im Kocagöz imiş.

Yazar, Kocagöz'ün şoförle Hgili bir hikayesini bir

propaganda parçası olarak özetleyip

tanıttıktan sonra,

Konya'daki hikayeci ve şair Oğuz Tansel'in kendilerine

gösterdiği Selçuk eserlerinden ve Mevlana'dan bahsedi­ yor, Mevlana'nın "ıbeylikçiliğe, klişe ve durgun fikre kar­

şı isyan He kişilerin müsaviliklerini terennüm söyleyen yazar :

ettiğini"

" Herkesin evi dosıtlar ve iyi komşular

için açık olmalıdır" sözünü alarak : "Oğuz T·ansel'in

işa­

retine göre kapıları açı·k tutmak gerek. Tansel haklıdır. yol arayan Türkiye'de kapıları açık tutmak gerek" em­ rini veriyor. Türkiye· Başbakanı'nın dostluk ve iyi komşuluk zi­

yareti sırasında, Türkiye'yi temsil ve aksettirdikleri iddia edilen :biııtaJmn belirli - belirsiz solcularda.n laf edip, on­ ların tavsiyesi He kapı açıtırmaya kalkan bir yazıyı de­

ğersizliği kadar, mes'elenin ciddiyeti ile de bağdaştıra­ madım.

Bu sabah hayatımda, yaptıklarına en çOk kızd.ığım

ve fikirlerinden en fazla nefret ettiğim;

zaman zaman

hakkında en ağır sözler kullandığım ve yazılar yazdığım 65



ki.mselerden birinin, Kızıl İhtilai' in 1 :numaralı kızıl lide­ ri Vladimi r llyiç Lenin'in mozolesini rgörmeye gidecektik. İsmini anmalanna, resmini görmeye tahammül ede­ mediğlın Lenin'in, :bir caınekan içinde, Meta. canlı gihi yatan tahnit edilmiş cesedini ben de seyredecekıtim. Ser­ de doktorluk da olduğu için, evvelce ·gördüğümüz ölüleri, ikadavraları düşünerek, ·�bu da ·k ısmetmiş, la havle ! " dedik ve yürüdük. Sayın Başbakanın gelmesini beklerken, parl amenter arkadaşlar, diplomatlar :ve . gazeteciler Kızıl Meydan'da

resimler çektiriyorlardı. Sovyet dirplomatları, ev sahipliği :vazifesi görenler, bana karşı, Türk parlamenterleri içinde tek senatör bu­ lunuşumun v:erdiği birinci protokol sırası nın da üstünde bir ihtiram, bir i'zaz :ve iıkram yarışı içindeydiler. Adeta : "Sen misin bize en çok muhalif, en bü yük hasım ? Biz de en çok misafirperverliğimizi sana göstererek seni mahcub edeceğiz" diyen nazik bir davranışları :vardı. Fotoğrafçılar başta, bizim gazeteci ve muhaıbir ar­ kadaşların bana ıkarşı gösterdiıkieri ilgi de ibariz bir "özeıl­ lik" taşıyordu. Bunlarnan bir ıta.nesi : "Ağabey, ıvailahi patrondan emir aldım, her gün size aid bir haıber ulaş­ tırmaya mecburum. Ne olur, bir kaç kelime ile duygula­ rınızı ifade edin de yazayım ; · kendim uydurup yazarsam son ra sizi de ·kızdırmış, darıltmış olmaktan çekinirim." diyordu. Gazetesi hakk ı ndaki nefretimi bi ldiği için de: "Düşünce itibariyle ben onlarla aynı paralelde değilim, amma , sizin bu raya gelişiniz ·gibi, ne yaparsın, iyi geçin­ mek 18.zım." sözünü eklerneyi de unutmuyordu. Son rgüne ikaıd.ar :bütün ısrarlarına ve çabalarına rağ­ men ne ıbizim muhaıbirlere, ne de Sovyet muhaıbir :ve ajansıarına Sovyet Rusya intiibal arımla Hgili hiçbi r be­ yanatta ıbulunmadım. Yurda döndüğümde, bazı solcu ga� zetelerin bana aid bazı yazılarınİ okudum ve "şu yerli 67


Kızıl

Meydan'da


Türk Hey'eti'nden Bir Grup Kızıl Meydan'da.


kızılcıklar ne sıkılmaz mahluklar" demekten kendimi ala­ ma.dım. Parlamenter ve gazeteci arkadaşlar, grup halinde resim çektirirlerken aralarında benim de bulunmarnı is­ tiyorllardı ; biııkaçı da ayrı olarak benimle bu meşhur meydanda resim çektirmeyi arzu etmişlerdi. Merasimler­ de, ıgayri ihtiyarl hep geri sıralarda yer almışım ; şimdi muhtelif gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda bunu gö­ rüp hatırlıyorum. Zira o sabah .büyük ıbir bunaltı ve sı­ kıntı hissediyor, kendi ıkendime düşünüyor, çok şeyler söylüyor ve tekrarlıyordum.. 20 Eylül Çarşamba günü saat lO'da Kremlin Sara­ yı'ndaki hususi salonda Türkiye Başbakanı Yüksek Mü­ hendis Süleyman Demirel ile, SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Yüksek Mühendis A. N. Kossigin arası�da Türk­ Sovyet münasebetleri görüşilimeye ibaşlandı. Bu verimli ve müsbet göriişmeler daha çok tekn ik sahalar, teknik konular üzerinde ve rakamlar konuşturularak "mühen� disçe" yapılmıştı. Ancak ilk dört gün Hey'ette bulunabi­ len Dışişleri Bakanından başka Sanayi ve Enerji Bakan­ larını sayın Demirel'in bu gezide beraberinde getirişi de hilhaıssa :bu Bak.anlıklarla ilgili saha ve konUlara atfe­ dilen önemi gıösteriyordu. O gün saat 13'de Türkiye Büyükelçiliği'nde düzen­ lenen kabul resmi, her şeyi ile cidden muhteşem ve mü­ kemmeldi. Üııgüplü Kaıbhıesi'nde "teknisyen, meslekden Ba­ kan" olara;k ıgördüğü değerli hizmetleri yakından daima rtakdirle ,izlediğimiz Moskova :J3ıüyükelçimiz sayın Hasari lşl!k'ın, Demirel Hükfuneti zamanında tekrar eski yerine, Moskova'ya verilmesindeki mühim sebeb ve hikmet be­ nim için ışıklanmış, aydınlanmıştı. Herşeyden önce bu, bugünkü Türk Hükfuneti':n:in, Sovyetlerle ihyasına taraf­ tar olduğu iyi komşuluk ve dostluk münasebetlerine ver70




diği büyük değer ve ehemmiyetin bir işareti ve garan­ tisi idi. Zira sayın Türk Büyükelçi'si Hasan Işık, Sovyet­

ler Birliği'nde en çok sevUen, en başarıh sayı,lan diplo­ matların başında geliyordu. Bu intibaları, yalnız Sovyet diplomatlanndan ve idarecilerinden duyduğumuz millte­ Ht sözlerden almış değildik. Ha:l.ktan, Özhek, Azeri kar­ deşlerimizden de Büyükelçimiz ve misyonumuz hakkın­ da sevinç ve iftihar duyduğumuz şeyler işittik ve öğ­ rendik Çok samimi geçen kabul resminde beni en çok ilgi­ lendi ren şalııs,

artık son derece

ihtiyarlamış bulunan

Sovyetlerin İkinci Ankara Elçisi Semen !vanoviç Aralov idi. 1960'da Moskova'da yayınladığı ( S o v y e ıt D i p ­ ıomatın ın

1923

H at ı r aı a r ı)

kitabı ile Aralov,

1922-

yıllarındaJki '.Düxk - Rus münasebetlerine ışık tutan

bir çok hususlan açıklıyordu. Kendi işlerine geldiği gi­ bi değerlendirdiği, yorumladığı bazı meseleler müstesna, Aralov'un kitrubı

bi:lhassa Lenin'in Atatürk hakkında

açıkça : "Kanyaçna,

list!

Mustafa Kemal PW}a, niye sotzia­

Tabii ki, Mustafa Kemal Paşa, sosyalist değil !" geçen eser, s . 35- sözünü kaydetmiş bulun uyordu

=

-adı

ki, bu, Atatürk'ü kendilerine benzetmeye ve bayrak edin­ meye çalışan bizim yerli ,kızılcıkların suratıarına bu ger­ çeğin 'İlk defa tarafıından çarpılmasında büyük işe yara­ mıştı. Lenin'in, Aralov'u Türkiye'ye gö21derirken ona ver­ diği direktifler ve yaptığı nasihatler cidden dikkate şa­

yandır. Mustafa Kemal Paşa'nın "iyi bir teşkilatçı, kabi­

liyetli bir lider, ilerici,

akıllı bir devlet adamı" olduğu­

nu belirttikten sonra Lenin şöyle diyordu :

((0, istildcılara karşı bir kurtuluş Emperyalistlerin

kibirlerini

kıracağına,

hempalarıyla birlikte silip süpüreceğine

savWJı yapıyor. Padişahı da kaniim.

Türk

73


halkının ona inandığını söylüyorlar. Ona, Türk halkına yardım etmemiz Uizımdır. Işte sizin vazifeniz budur. Türk Hükumetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyük­ lük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız." Yakın zaman önce yayınlanmış S os y a l i s t

v e

( Tü r k i y e ' d e

K o m ü n i s t

Faaliyetler)

adlı ki�bımda Aralov'dan ve eserinden, fotoğraflarını da koyarak uzun uzun bahsetmiştim -s. 126-128, 144, 196-

197-. Kapıda göründüğü zaman kendisini ·kita;bımdaki

resminden derhal hatırladım ve tanıdım. Sayın Başba·ka­ nımız ve Eşiyle tokalaşırken sendeleyen Aralov, �k ih­ tiyarlamıştı.

Mustafa

Kemal Paşa nezdinde büyükelçilik

yapmış bulunması, Atatürk'ün ilıtifatıarına mazhar olu­

şu, hayattaki en unutulmaz hatırası ve en şerefli, başa­ rılı vazifesi sayılan, göğsündeki şeref nişanları da ·k en­

disine beLki bu yüzden verilmiş, bu Atatürk hayranı ile

bir müddet ·konuştuk ; kendisine kitabından bahsettiğim zaman büyük bir sevinç, gurur ve memnunluk duydu. Be­ nim de

( A t a t ü r k ' ü n

S

o v y e t

P o 1 i .t i k a

)

adlı bir yeni kitaıp hazırladığıını söyledim. "Yalnız, siz

kitabınızı kendi açınızdan yazmışsınız. Ben de, kitabımı bizim açımızdan ele aldım.'' deyince; "Olsun, yeter ki ol­ sun. Mustafa Kemal Paşa üzerine yazılmış kitabınız mu­ hakkak ki faydalıdır." dedi. Yüzüroüze tutulan ışıklardan anlamıştık ki, bizim bu samimi konuşmalanmızı gören gazete ve foto muhabir­ Ieri ile film ve televizyon operatörleri, Aralov ile benim yanyana resmimizi ve filmimizi çekiyorlardı .

20 Eylul Çarşamba gün ü öğleden

Moskova

Belediyesi ziyaret edildi

sonra

saat 4'te,

ve Moskova'nın gö­

rülmeye değer hazı yerleri gezildi. Moskova Belediye Başkanı Promuslov'un Başbaka­ nımız Demirel'e verdiği bilgiler içinde, yalnız bu 6:5 mil-

74


yonluk şehre mahsus değil, Sovyet

Sosyalist Cumhuri­

yetleri Birliği'nin tümüne aid problemlerin bir kısmı da mevcut bulunuyordu.

İskan işi bunların bru}ında geli­

yordu. Yakında kuruluşunun 850'nci yılını kutlayaca:k olan Moskova'nın, eski hir şehir olduğunu söyleyerek sözleri­

ne başlayan Belediye Başkanı, şehrin şimdiki nüfusunun 6,5 milyon olduğunu bildirdi.

Moskova'nın yüzölçümü

ise 87,5 ıbin kilometrekare imiş. Yeni hazırlanmış şehir planı 1980'e kadar gerçekleştirilecekmiş. Başkan, bundan böyle şehrin sanayiini geliştirmek .istemediıklerini, başka bölgelerden Moskova'ya akını ön-' !emek üzere buraya yapılan göçlerin durdurolduğunu ve böylece 1980'de nüfusu nihayet 6 milyon 800 bin olarak dondurmaya kararlı bulunduklarını anlattı. Nüfusun an­ ca;k tabii: artış i[e yükselmesini

istiyorlarmış. Mosko­

va'da bulunan zararlı sanayi kollarını şehir dışına çıka­ rarak havanın bozulmasını önlemeye çalışıyorlarmış. Bü­ tün sanayi ·kollarında, daha fazla mamulatı daha az in­ . sanla elde etmek imkanları araştırılıyormuş. Belediye Başkanı da, liderler ve diğerleri gibi, · ih­ Ulallerıinin 50. yılına hazırlandıklarını ve hu sebeple çok mesken inşaatı yaptı-klarını belirtti : ((yilda 120 bin ka­ dar irili - ufaklı daire yapıyoruz. Önümüzdeki yıl bu'!tu

122 - 125 bine çıkaracağız. Her sene yeni apartman dai­ relerine 1,00 bin Moskovalı geçmektedir." ((Planlarımız gereğince, önümüzdeki 13 yıl zarfında

1.5 milyon aparlman dairesi inşa etmek istiyoruz. Her sene pek çok eski ev veya oturmaya elverişsiz daireleri de yıkıyoruz. Bu yıl

20 bin, gelecek sene 30 bin daire yı­

kacağız. Son zamana kadar bilhassa şehir kenarında in­ şaat yapıyorduk. Şimdi, merkez kısmının relwrıstrüksi­ yonuna başladık. Bunları

hep Belediye yapıyor. Toprak,

75


proje, inşaat i§kri vt: dağıtımı hep Belediye tarafından yapılıyor. lnşaatımızın mühim bir kısmı prefabrikedir. Aparlman daireleri ahaliye nüfuslarına göre ve bedava verilir. Sonra her ay kira öderler. Bu ücret aile başına kazançlarının % 5'i kadardır. Böylece şehir içindeki mes­ ken problemimizi halledeceğiz."

Bunlar 15 - 20

katlı, yüzle rce, binlerce

caman, sevimsiz barhanelerdi. Avrupa - Amerika

d ai rel i ko­

mesken ·standardı bir yana, bizim eb'atta olan apart­

ölçilierimize göre dahi hayli ·küçük

rnan dairelerinin büyüklüklerini, Belediye Başkanı şöyle sıralamışıtı :

% 10 tek oda 20 m\ yatak odsı 8 m2, mutfak, duş ve hela. %50 İki odalı 45 m2 , 2 - 3 k işi l i k . % 30 Üç oıdalı 60 m2, 3 - 4 kişilik. % 8 Beş od.alı 80 - 85 m2, 5 - 6 kişi'lik Burada, :bir % 2 daire kalmıştı ki onlar ne büyük­

lükte ve kaç kişiye, kimlere mahsustu, söylemedi'ler ve

öğrenemedik.

Başbakan Demirel verHen rakamları dinlerken he­ saplamış ve sonucu çıkarmış olacaktı ki, şu soruyu sordu : - Son beş senedir yılda 120 bin daire yapıyorsunuz; bu yıl bunu 122 - 125 bine çıkaracaksınız. Bu hale göre anlaşılıyor ki, 1,.5 milyon ahaliye yeni ev yapılması za­ ruridir. Şu anda öyleyse Moskova'da 1,.5 milyon insan kötü şartlar içindeki meskenlerde yaşıyor; ancak 2 mil­ yon istediğiniz standartta dairelerde oturuyor, bu doğ­ ru mu? ((Beş yıldır her sene vatandaşlarımızın daha konfor­ lu evlerde yaşamalarını temine çalışıyoruz. Eski mes76


kenler yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Elbette ki bu, bir zaman ve para mes'elesidir."

Sorulan diğer bi r soru üzerine Belediye Başkanı : uyaptığımız in§aatta metrekare 120 rubleye mal olmak­

tadır; emekliler ise en az 60, en çok 300 ruble alırlar." dedi ki, lbu sonuncu bize biraz mübalağalı geldi. Zira, da­ ha o sabah tanıştığımız .bir doktor, . ha:len 120 ruble al­ dığını, emeklili.k:te bu günkü aylığının 113 ünü yô.ni 40 ruble a!lacağını söylemişti. Konuyu değiştiren Belediye Başkanı, şehirde nakil vasıtası pmblemi bulunmadığını ifade etti : ((Bütün yolcularımızı tCU}ıyoruz. Bugün şehirde (Metro) dahil, 12 milyondan fazla yolcu taşınmaktadır. Her Moskova'lı, şehirde iki gezi yapıyor. Dört milyon­ dan fazla ahaZiyi Metro t(Ujımaktadır. Moskova Metrosu­ nun uzunluğu 125 km. dir. Buna her yıl 7 8 km. daha ekliyoruz. Bunu yılda 10 km!ye çıkarmaya mecburuz. 1980'de şehrin Jfetro ihtiyacı tamamlanmış olacaktır. Metromuz, Belediyemize yılda 20 milyon ruble kar sağ­ lamaktadır. 30 yıl içinde Moskova Metrosunda hiçbir drıza olmamıştır. Işçilerin dönüş saatlerinde kalabalık bilhassa fazlalaşır. Şehrin üçte bir yolcusu otobüslerle tCU}ınmaktadır. Bu otobüsler şimdi 60'ar kişiliktirler. Ya­ kında bunların 120 kişilikleri işletmeye girecektir. Yol­ cuların %12'sini troleybüs tCU}ımaktadır. Otobüs sayısı çoğaldıkça, troleybüsleri kaldıracağız. Şehrin kenar ma­ hallelerinde tramvaylar da işlemektedir. Şimdilik bun­ ları muhafaza ediyoruz. Çünkü, Metro istasyonlarına yolcu tCU}ımakta çok işe yarıyorlar. Son yıllarda binek otomobillerinin sayısı çok arttığı için geniş sokaklar açıyoruz ve bulvarları üçer şerit hdlinde yapıyoruz. Mos­ kova'da hdlen 160 bin otomobil vardır. Şehrin hudud çevresi 109 km. asfalt yolla çevrilidir. 9 ana yol bu çem-

77


3 çem­ 3 yenisini daha katmak istiyoruz. Halkın, işe giderken harcadıği zaman, 50 - 60 daJcikadır. Bunu 20

beri dikine katetmektedir. Şehri kuşatan mevcut ber yola

-

30 dakikaya indirmek istiyoruz. Yol şebekesini arttırma­ ya, teknik bakım

istasyonları te'sisine

çalışmaktayız.

Okul binalarımız çevrede, mikro bölgelerde yapılmıştır.

1,00 binden fazla kreş'imiz vardır. Köylerden Moskova­ ya işçi gelmesinin aleyhindeyiz. Bu sebeple kadınları ev­ den kurtarıp işe gönderebilmek için çocuklarına elveriş­ li imkô,nlar sağlayoruz. Çocukların % 70'i evlerde değil kreşlerde bakılmaktadır ."

Belediye Başkanı, bütçelerinin g�lir kısmının ı mil­ yar 370 milyon rnble olduğunu söyledi. Gelir kaynakları : ({Küçük sanayiden elde edilen kar; nakil vasıtalarından, lokantalar dahil bütün ticaret yerlerinden, tiyatro ve si­

nemalardan elde edilen karlar" imiş. Bu paranın % 60'­ dan fazlası yeni mesken inşaatı, okul, hastahane, okul ba;kımı ve ücretler için sarfolunmaktaymış. Okullarda tedrisat, hastahanelerde tedavi ücretsiz olduğu .için bun­ lardan ıkar, bahis koımsu değilmiş. Moskova'da ı milyon 300 bin kişinin çalışmayan emekli yaşlılar, çürükler ve sakatlardan iibaret bulundu­ ğunu ; Moskova'lıların ortalama yaş haddinin 70 oldu­ ğunu sözlerine ekleyen Belediye Başkanı Promuslov, ''Biz fazla hastahaneler kurmaya mecburuz." dedi. ({Moskova'da, kışın sebze yokluğunu

önlemek için

soğuk hava depolarına ihtiyacımız vardır.

1 5 büyük ek­

mek fabrikMı kurduk. Bunlar tamamen otomatik olarak

2100 ton ekmek ye­ 325 gram) . Sarfiyat gittikçe

işlemektedirler. Moskovalılar günde mektedirler (şahıs başına azalıyor. Daha önce

2700 tondu."

Demirel birdenbire : ({Ekmeğin kilosu kaça satılı­ yor"!" diye sorunca, Beled iye Başkanı yutkundu ; etra -

78


fındaJtilerd.en yardım istemek zorunda kaldı ; fakat yine de doğru bir cevap veremedi. «Ba:ıkan ya evine hiç ek­ mek almamış, yahut da Başkanın ekmeği parasız" diye

güliişüldü.

Çavdar ekmeğinin kilosu 7 - 8 kapik (70 - 80 ·kuruş) Beyaz buğday ekmeğinin kilosu 10 - 12 :kapik ( 100 -

120 kuruş) Etin kilosu ise 1.20 - 1.60 ruble ( 12 - 16 ;rL.) idi. Moskova Belediye Başkanı şehir kanalizasyonunun tam olduğunu ; çöplerin şehir dışına götürüldüğünü ve bunun 4,5 milyon mi:k'itp olduğunu söyledi. Çöplerden sun'i gübre yapacak büyük te'sislerin inş8.sına başlamış­ lar. Bu te'·sisleri Fransız De Guinion firmasından al­ mışlar. Şehrin 100103 kişilik stadyumu -tabii adı Lenin­ Stadyum.u- cidden çok büyük, çok muazzam. Kızl'l Mey­ dan'a yakın bir mevki'de Belediyenin yaptırdığı modern tipteki 6000 yataklı Rusya Oteli'ni gördük. İç inşaatı hemen hemen bitmiş bulunan otel şimdiden işletmeye açı lmış İçinde yemek zi.yafetleri, partileri ve top:J.antıla­ rı ile çoğu İngilizce konuşan .birçok Avrupalı, Amerikalı turist şimdiden oteli doldunnuş bulunuyorlardı. Bu oteli gördükten, 533 metre yıü.ksekliğindeki tele­ vizyon kulesinin 330'uncu metresinde 280 kişilik ıbir lo­ kanta inşa ettiklerini duydukıtan ve ıbu yıl Moskova'ya 1,5 milyon turistin geldiğini öğrendikten sonra, şuna ka­ naat getirdim ki : Rusya'yı kalkındıracak, kurtaraca:k tek ( izm) , (turizm) olacaktır. İkinci Dünya Savaşı'nda Demirperde'nin, bu kapa­ l ı kutunun hür ve mes'ut dünyadan habersiz genç nesli, ellerinde silah "askeri turist" olarak Avrupa'nın ortala­ rına kadar gelmişlerdi. Görülüyor ve ·anlaşılıyor ki, bu onların gözlerini de, gönüllerini de açmış. Bununla kalmamış, şimdi ikapıla.

79


rını da aralatmış bulunuyor. Ellerinde ma rklanyla, do­ larlanyla ıiade-i ziyarete gelen Avrupalısı, Ameri:kalısı bugün "sivil turist" olarak ibu kısmen olsun açılan ka­ pıdan, dünün sımsıkı kapalı ülkesini, bu Demi:rperde ge­ risini gözle�iyle görmeye geliyorlar. Haydi, "sonu hayır­ lı olsun" diyelim ! .. 20 EylUl Çarşamba akşamı saat 19.00'da Kreınlin Sarayı'ndfL SSCB Hükumeti tarafından verilecek akşam yemeğine davetti idi:k. Birçok alanlarda, disiplinden çok ileri bir mecbfıri­ yet ve tehdidin hakim olduğu bu ülkede, "giyim" mes'e­ lesi serbestti. Serbest olup da ne oluyordu sanki ; bu, bir

zarfı.ret ic3;bı idi. İki - üç gün üstüste ka.rşılaştığınız bir kadının da, hir erkeğin de üzerinde "değişmeyen aynı el­ ıbise"yi görüyordunuz. Şüph esi z bu varlıktan değil darlık­ tandı. Karşılaştığımız Sovyet idarecil erle , di plamatları ve eşlel'ini tabii ibu giyim - kuşam kaygı'sının dışında tut­ mak 18.zımdı. Hele ıba.zı hanıınlann ziynetleri, Sovyetlerin mri.�eııinde gördüğümüz Çariçelere rud mücevherlerin tak:lidi değil aslı kadar ş8.şaalı idi. Ziyaretimiz devamınca bulunduğumuz bütün resmi

merasim

ve ziya.t'etlerde, kıyafet "gayrı

resmi" idi.

Esa.sen, daha Sovyet Rusay'ya hareketimizden ön­ ce Ankara'da Dışişleri Bakanlığımız Protokol Dairesin­ den "beraiberimizde smokin ,götürmemize lüzwn olmadı ­ ğı" husfısu hatırlatıldığı için buna uymuştuk. Şimdi , resmi kıyafet isteseler, bu bi.zıde de yoktu. Kreınlin'de yemek yediğimiz salonun duvarlarında , ·keınerlerinde ve kubbelerinde gördüğiimüz Hı ristiyan lı ­ ğa, Ha.zreti İsa'ya a;id tezhip edilmiş, altınla yaldızlan­ mış tablolara, yazılara, mozaik ve tezyinata ba:kılınca, Çariann sarayındaki bir dini merasim mahallinde bu­ lwıduğumuz B.şi:kardı. Ama. bugün dine yer vermeyen "Allahsız" bir reji80


min öncüleri ve idarecileri ıbu kilise köşesini bir kabul resmi ve ziyafet salonu olarak ku:llaruyorlardı. Zaten yW.lmayıp kalmış diğer kiliselerin çoğunu da birer müze hôJ.ine ,getinniş bulunuyorlardı. 50 yıllık ko­ münist rej imin sonunda hala dine bağlı kalanlar y�­ yorsa, bunlar da ekseriya ibadethanesinin ıbekçi·si veya 'k apı cıs ı olarak :bu binalan bekleyenlerdi. İhtiyarların ha.I a dindar olduklan anlaşılıyor, fakat onlar da şiddet­ li din aleyhdarlığının hüıküın sürdüğü zulüm ve istibdad yıHarının korkusu ve alışkanlığı ile k endi içlerine kapaılı idiler. Zaten sayıları da o kadar azal·mış ki, İkinci Dün­ ya Savaşından sonra kiliselerin açılmasına izin veril­ mişse de, kimsede buralara. devam edecek yürek kalma­ mış . Buralarda bir Avrupa'nın, bi r Amerika'nın, bir Gü­ ney Amerika'nın pazarını gönnek iınk8.n.sız h31e gelmiş. Bizim Müslüman Özbek ve Azeri kardeşlerlmize &id bu konudaki .inrttba;larımızı ise ileride, sırası gelince belirt­ meye çalışacağı z. Son derece di:kkdimi çeken bir husus da şu idi : Çar­ lara, Çar rejim indeki zulme ve istibdada. �karşı yapıldı­ ğı iddia olunan komünist ihtilalinin buıgünkü idaresi, Çarlara ıtaş çıkartmış, Çarlann yedi ceddine rahmet oku­ tacak derecede zulüm ve istibda.dm öncüsü olmuş, kan ve kin temsilcisi, kızıl liderlerden Stalin'in bir heykel ve­ ya büstü şöyle dursun ; diktatörlüğü müddetince basıldı­ ğı söylenen 26 milyıar, çeşitli resim ve tablolarından bir tanesini dahi ortada ·bırakmanııştı. Faıkat, emperyalist vasiyetnameler terketmiş, Pan-Islavist hedefler göster­ miş olan Çar ve Çariçelerin hey:kelleııini Lenin'le :birlikte Moskova'nın belli haşlı park ve meydanlarına dikın:işti . Demek oluyordu ki, Petro, Birinci Nikola ve İk·inci Ka­ terina ,komünistlerin işlerine geliyordu ve bugün türeyen kızıl .gençliğin saldırgan ve sömürücü yetiştirilmelerinde onlardan faydalanmak mümkündü.

81


Kremlin Sarayı'nın :baştan :başa altın yaldızlı kapı­ ları bulunan ıbu :kili:seden bozma salonunda ·kurulmuş ve

süslenmiş zengin yemek sof:mlarında,

bugi.inıkü Sovyet

rejiminin en ileri gelen idarecileriyle bilha:ssa Türk-Sov­ yet münasebetlerine,

Orta Doğu

hadiselerine

da.ir

Moskova'nın ıbiroe ibıra:Jrt.ığı ilk intibalar ha:kkında ;

ve ba­

zan diL sosyal mes'eleler üzerinde "hiç alkol almamak ve

domuz eti

yememek" gibi konularda enteresan konuşm a­

larmuz oldu. Başvekil Yardımcıları D. Dimşitz, M. Voronov, M.

Novikov

ve Dışişleri Bakanı Yardımcısı M.

Semionov

Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi M. Smi rnov sofrada

ile

be­

nim yanıma ve karşıma düşen komşularımdı.

Birmcisi ile İngili�e, M. Semionov ve M. ile Almanca konuşuyorduk. mızda da

bu

üç komşunun

Smirnov

Diğerleri ile konuşmaları­ yardımlarından

faydalanı­

yorduk. Başlangıçta

şerefe

kadeh

kaldırırlarken onların

votka:larına benim su ile mu:kabele etmeme biraz şaşır­ dılar,

hatta

belki

de

yanlış ma'na verdiler, amma kısa

zaman sonra bunda bir kötü kasıt olmadığını öğrendiler

ve ıbunu tabii karşıladılar. Yalnız yine ele beni "bir

yu­

dum, birazcık olsun" içmeye ısrarla davet ettilerse de,

ibuna muvaffak olamadılar.

Bu hadise hana, Türkiye Bü­ 46 yıl önce Mustafa

yük Millet Meclisi Hükumeti adına

Kemal Paşa'nın

( Atatürk'ün)

dostluk

muahedesi a:kdi

iç.in Rusya'ya .gönderdiği Hk Türk Hey'eti'ndeki üstadım

rahmetli Dr. Rıza

Nur

Bey'in bana anlattığı "ib olşevi k ­

lerin .gelen Türk misafirleri sarhoş etmek i:steyişleri"

ha­

tıralarını hatırlatıınıştı. Yemek esnasında veya istirahat

salonunda kahve­

ler içHir, meyvalar yenirken yapılan sohbetlerden, Sov­ yet idarecilerinin, Türk - Sovyet dostluğuna ve iyi !kom-

82


şuluk müna:sebetlerine verdi.kJ.eri büyük ehemmiyet, açık­ ça anlaşılıyordu. Bize kısa zamanda bu :büyük ülkenin en örnek, en iyi fikir verecek bölge ve şehirlerini göstermek isteyiş­ leri ; bilhassa etnik, l�ültürel, dini ve tarihi r8ıbıtamızın bulunduğunu bildikleri Özbekistan ve Azerbaycan'ı her­ şeyleriyle yakından tanımak fırsatını kazanmamiz için programı uzatııp genişietmeleri, Sovyet ko:rn§ularıınızın samimi konukseverliklerinim de bir neticesi idi. İstanbul ve Boğazlar başta .olmak üzere bütün Tür­ ]tiye ve Türkler için, Çarlık devrinde, hatta yakın yıllar­ da Stalin tarafından izlenmiş dış politikayı yeren ve bi­ zim titizlik ve hassasiyet gösterdiğimiz mes'ele ve nok­ talan haklı :bulan Sovyet ileri ,gelenleri, karşılıklı güve­ nin te'sisi yolunda kendilerine düşecek vazifeyi yerine getirrneğe arnade ve kararlı olduklarını belirtiyorlardı. Bu hususta kendilerine güvenleri tam ve mükemmel gö­ rünüyordu. Zaten hür dünyaya "İşte Rusya ! " ve bilhas­ sa biz Türklere ayrıca :bugün "İşte Özbekistan ! ", "İşte Azerbaycan ! Gelin, görün !" demeleri, diyebilmeleri de bu, kendilerine olan sağlam güvenlerinin bir sonucu sa­ yılmaz mı ? Birçok Batı müellifleri komünimıin iki yüzlülüğü, "Rus komünizminin arsız ve sinsi karakteri'' üzerinde dururlar. Bugün tanıştığınuz ve konuştuğumuz Sovyet idarecileri ·adeta bu hüküm ve intibaları silmek isteyen müsbet bir dış ıpoHtikayı savunuyorlardı. Şüphesiz tatlı söz kafi değildi. Bundan sonr�i davranışlar ve fi'liyS;t ile bunu ispatlamaları lazımdı. Bütün Rusya'nın idare edildiği bu büyük şehirde iki günlük ziyaret ve tem:aslarınuz sırasında, Türk Baş­ bakanı'na ve Türk Hey'eti'ne gösterilen hüsnü kabul cid­ den büyü:ktü.

83


Dünkü Petrograd Bugünkü Leningrad

Şimdi, 21 Eyltll Perşembe sabahı saat 9'da, yine Moskova Vnulrova - 2 Havaalanı'ndan, Rusya'nın BalJtlik Denizi'ne bakan, Batıya açık penceresi olan ve son n. Dünya Savaşı'nda Nazi muhasarasına 50.000'i aSker ol.nıak üzere 700.000 ölü vererek 700 gün dayan­ dığı için "kahrama.n şehir'' adını alıruş Lenıingrad'a uçuyorduk. 800 kilometre olan bu Moskova - Leningrad arası mesafeyi liyuşin'ler 1 saat 20 dakikada almışlardı. Saat 10.30'ıda vardığımız Leningrad Havaalanı'ndan doğruca Maden Fabrikası'nın ziyaretine gidildi. Bir sa­ at, bu faJbri:ka ve te'sisler gezildi. Bilhassa barajlarla bü­ yıü:k su tüııbinleri ile ilgili dev cüsseli madeni aksam ve m�ine ;bölümleri yapan hu fabrikanın, 110 yıllık bir ma­ zisi var. Görünüşü ile de oldukça eski. Tabii Çarlık dev­ rindeki durumunu bilmediğimiz için son 50 yıllık inki­ şafını tam olarak anlamak ve mukayese etmek imkan­ sız. Fakat son yıllarda, 1000 tü:rıbin yapmış ki, bu nasıl bir randıman verdiğini er.babına izah eder sanırım. Fa:b­ rikada şimdi, :iki vardiya h alinde, 6.000 işçi çalışmak­ tadır. Şüphesiz, sür'atle gezilen ve görülen bu fabrika­ da, işçilerin kendile:rıiyle yakından konuşm.a.k ve düşün­ celeııimiııdeki lbi�ok düğümleri çözmek mümkün ola­ madı. Bilhassa ayrılışında, ·kenmsine işçiler tarafından çok samimi ıtezahürat ,gösterilen Başbakan Süleyman Demirel, fabrikanın hatıra defterine aynen şu sözleri

yazdı : 84


Başbakan

Demirel

Fabrika'nın HAtıra

Defteri'ne

tntibA'Iarını Yazıyor.


21.9.1961 Bu te'sisleri görmekten memnun oldum. Sanayi'lerin temeli olan elektriği, tabiat

kuvvetlerinin tükenmeyen

vasfını taşıyan nehirlerden istihsal etmek için çeliğe il­ min ve fennin verdiği şekil, cidden şiiyan-ı dikkattir. Bu fcibrikanın idealci mühendis, teknisyen ve işçi­ lerini başarılarından dolayı tebrik eder, başarılarının de­ vamını temenni ederim. Türkiye Cumhuriyeti HükO.metl Başbakanı

S. Demirel Program

uyarınca,

frubrikanın

görülmesinden

son­

ra, Piskarevsk Memorial Mezarlığı'na gidilip çelenk !koy­ ma meıisimi yapıldı. Mezarlık çok muntazam ve güzel

tanzim olunmuş, inşa ed.Hmişti. Mih mandarlarımız ölü­ lerin sayısı hakkında hayli kamlar veriyorlardı.

değişik ve astronomik ra­

Fa:kat .Bd yıllık muh'B:Sara iç.inde

"fareler ve kediler" kalmamış bir şehirde, buraya, sayı­

lamadan getirilen ve üstüste gömülen insanların sayısı elbette

ki milyona

yaklaşan yüz.binlerdi.

BaşbaJkan Demirel,

Piskarevsk

Memorial Mezarlı­

ğı'ndan çıkarken, mezarlık müzesindeki hatıra defte:r:i­ ne de 'aynen şunları yazdı :

21.9.1961 Vatanları için ölen medfun bulunduğu

bu

yarım milyon

Leningradlının

mezarlık, sulhun değerinin acı fa­

kat canlı ifiidesidir.

Türkler vatanları için ölenleri daima ta'zimle anar­

lar. Burada bu hislerle meşbuuz.. . Vatanları için

ölen

Leningradlıların hatırasını saygıyla seliimlarım. T.

O. Başbakanı S. Demirel

86



Leningra.d, doğrusunu söylemek gerekirse, manzara itibariyle de, eokalldarındaad

insanların ·giyinişi, yürü­

yüşü, ca.nlılığı bakımından da Mosıkovıa'dan daha sempa­

ti•k , daha rince ve Avrupai idi. Sovyetler de eskiden "Pet­

ro"nun adını taşıyan lbu 264 senelik şehre Lenin, Bolşe­ vik İhtila.Ii'ni :buradan başlattığı için, lhtila.I'in ıbir mü­ zesi h8line getirerek ve Lenin'in de adını vererek, şehri

kendileri riçlıı, Sovyet halkı için bir ziyaret mahalli ka­

bul etmişler. Belediye Başkanı şöyle konuşuyordu : uşehrin teme­

li 1103 yılında atılmıştır. Bu şehir bizim için çok değer­ lidir; çünkü ihtilalimiz burada yapılmıştır. Bugün, şeh­ rin inşası için ayrılmış mesken fonu, lhtildl'den öncesi­ nin 2Vı mislini

teşkil ediyor. Şehrin

üçte ikisi, Ikinci

Dünya Savaşı'nda tamamen tahrip edilmişti. Şimdi, bu

tahribat hemen tamamen ortadan kaldırılmış bulunuyor.

19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra bu şehirde yapılan inşaat, hiçbir plana tabi tutulmamıştır. Ihtilal sonunda, şehrin çevresindeki gecekondu ahalisi, merkeze taşındı. Şitmdi ise, merkezdeki halk, tekrar kenar oturmak i..<ıtiyor. Ihtilalden evvel

mahallelerde

kanaZizasyon sistemi

yoktu. Şehrin bütün pisliği Neva Nehri'ne akıtılıyordu. Şimdi kollektörler vasıtasıyla ta denize boşaltılıyor ve Neva Nehri temiz bırakılmış oluyor ve tehlikesiz olarak hcilkın diğer su ihtiyaçlarına kuUanılabiliyor."

Şehrin, lhtila.Ileri ile mevcut tarihi ilgisi te'siriyle

olacaJ..ı: , Belediye Başkanı, 50. Y ıllarını kutlamaya şimdi­

den tam haz.ırlanmış ·görünüyor. Bütün sözlerinin başın­ da, uJhtilalden önce yoktu veya

şu kadar azdı" sözünü

ekiemeği ve mukayesesini yapmayı hiç ii.hmaıl etmiyor.

uçarlık devrinde, bütün şehirde ancak 200 evde ka­

lorifer, ısıtma terfibatı vardı. Şimdi olmayan tek ev yok. Evlerde hep tabii gaz

kullanılmaktadır. Ikinci Dünya

Savaşı'ndan sonrtı Leningrad'a yeni Metro da inşa edil-

88


di. Şehrimiz şimdi 50. ihtilal yılımızı kutlamaya hazır­ lanmaktadır. Şehrin gelişen yeni inşddtını düzenlemek için Hükumet tarafından 20 yıllık bir pllin yapılrM§ bu­ lunuyor. Savaştan önceki iskcin yeri miktarı 15 milyon metrekareydi. 7 yıl önce yeni inşddta başladık ve 7 yıl­ da 8 milyon 500 bin metrekare yeri inşa ettik. Hdlen, her yıl 2 milyon metrekare, yani her yıl 50 bin apartman dairesi yapılmaktadır. Leningrad'da 100 bin inşddt işçisi vardır ve bunlardan 2500 tanesi, yalnız eski binciları res� tore etmektedirler. Burası, bilindiği gibi, bilhassa Ka­ meni Ostrof (Taş Adası)'ndaki sanatoryumla.rı ile bir ''sağlık bölgesi" olarak da meşhurdur. Biz bu hususu, �ehrimizin bol park, koruluk ve ormanlarına, şehir çev­ resi ormanıarına borçluyuz. Şehirde, nüfus başına 15 metrekare yeşil saha vardır. Yeni şehir pllinımızda bu mikdar 26 metrekareye çıkarılacaktır. Şekrimizin çevre­ si, ''yeşil kuşak'' dediğimiz park ve orrnanlarla kaplulır. Şehrimizin bir zenginliği, güzelliği, hususiyeti de bu Puşkin'in dolaştığı ve ilham aldığı koruluklar, orman­ lardır. Şehrimizdeki iskcin zorluğunu önleyebilmek için, dı­ �arıdan Leningrad'a intikal etmek isteyenlerin göçleri­ ni yasak ettik, durdurduk. Zira Leningrad'ın nüfUsu bir senede 1,0.000 kişi artmaktadır ve bu, şehirdeki nüfU-sun kendi artışıdır. Şahıs başına düşen iskcin sahası ancak 8% metrekaredir. Biz bunu nüfus başına 15 metrekareye çıkarmaya çalışıyoruz." Neva Nehri'nin birçok kollara ayrılarnk Balıtık'ta sonlandığı arazi üzerinde inşa edilmiş bu çileli, ibu tarihi şehir'e arkad:aştarımızdan biri "Rusya'nın lstanbul'u" demişti ki, görüşüne katılınaımık imkansızdı. Ne var ki Petrograd'la

Baltık'a açılanlar ; bu ikendi "İstanıbul"la··

rıyla yetinmeyerek, yüzyıllar boyu hep "bizim İstanbu­ lumuz"u hayal etmiş, taleibebnişlerdir.

89


1,5 gün k·alacağımız

Leningra.d'da bugün öğleden

sonra hem Çarlığın, hem de Bolşevi·k İhtilali'nin bütün tarihi hMıra ve eserlerini göreceğiz. Rus Çarlarına iki asır başkentlik

etmiş bu şehrin

ilk kurucusu Deli Petro olduğu için, Lenin',in ölümüne <kadar haritalardaki adı "Petrograd" olarak k ayıtlı idi. Lenin ö ld ükten sonra, 1924'te, ihtilali burada başlattığı

ve bu radan idare ettiği için, hatırasına hürmeten komü­

nistler şehrin adını "Leningrad"a çevirdiler.

Hiç şüphe yok ki, bu şehirde Çarlık Rusyası'ndan ·kalma pek çok eser

mevcud. Zira b ataklıkla r

üzerinde

inşa edilmiş bulunmasına rağmen, her masraf göze alın­ mış ve kışlık, yazlık

sarayları

ile bu şehr-in süslenmesi­

ne ; fabrikalar ve tersanelerle zenginleştirilmesine, daha

başlıangıçta

büyük emek ve para sarfedilmiş

.

Gençliğinin heirçok yıllarını Leningrad'da geçirmiş ve

Şimali Kafkasya'dan

geılerek tahsilini orada görmüş rah­

metli kayınpeder.im İsmail Krımşamhal'dan Çarlık Rus­

yası'nın bu ş8.şaalı,

bu

debdebeli Başkenti ha:kkında çok

dinlemiştim. u]htilalden önce yaşadığım Petrograd'dan sonra geldim Avrupa'yı da gördüm. Ne Lehistan, ne Çekoslovakya ve hatta ne de Fransa'nın başkentleri onun yanında birçok bakımlar­ dan geri ve sönüktüler. Ihtilal çok şeyi yıktı. Eğer yeniden tamir edip, Pet­ rograd'a Lenin'in adını verecek kadar güzelleştirdilerse bu ancak yıktıklarını yerine getirmişlerdir sayılır. Bu şehir, Ihtilalden önce Avrupa başkentleriyle boy ölçüşe­ cek, onlardan ileri ve üstün bir medeni seviyede idi" şey duymuş, birçok hatıralar

diyen

rahmetli kayınpederime,

Leningrad' ı .

gördükten

sonra çok hak verdim.

Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi'nin eşi, Madam Smir­

nov, Leningrad'lı idi. Bayan Işık'a,

bu büyüdüğü şehrin

Moskova'dan üstünlüğünü övünerek anlatıyor ve bu ko­

nuda örnekler veriyordu.

90



3,5 milyon nüfıisuyla Moskova'd an sonra, Sovyetl er

Bi:rl·iği'nin iıkinci büyük şehri olan Leningrad , ta Çarlık

devrindenberi, çeşitli fabrikalarıyla bir ağır sanayi mer­

kezi olduğu kadar ; zengin müzeleri, üniversite ve kütüp­ haneleri, opera, bale ve tiyatrolarıyla da tam bir kültür mer<kezi Avrupa şehri manzarasını muhafaza etmiş. Bu­ gün de dışardan ·gelen turistlerin ve ziyaretçilevin en be­ ğendikleri. !bir Sovyet şehri kabul ed iliyor .

Çarın sarayına ilk topu atan üç hacalı Avrora Kru­

de İhtHa.l'in bir hatırası ve müzesi h ilinde. Pet­ ro'nun kışlık evi önünd�ki kordona yıaJkın yıerde, Neva Nehri kıyı•sına demirlenmiş. Çok sür'atli ol arak salonlannın birinden diğerine geçtiğimiz ve içindeki çok zengin san'at eserlerini ancak bir sinema şeridi gibi hızla seyredebildiğimiz Ermitaj Müzesi, 1819-1829 yıllarında İtalyan mimarı C. I. Rossi vazörü

tarafından i nşa edilmiş

.

İkinci Katerina'nın bu meşhur kışlık sarayındaki Avrupa eserleri, Rafael, Leonardo da Vinci ve Rambmnt giıbi dahilerin san'at bedialarıyla do lu bu hazine yi 1-2 saat gibi kısa bir zamanda gerçekten görmek elbette mümkUn değildir. İçindeki orijinal ta;bloların çokluğu ve değerleri hakımından Paris'in Luvr Müzesi ile boy ölçü­ şebilecek :bir seviyede olan bu san'at hazinesinin, müsbet bir .intiba' He ıbeni en çok düşündüren tarafı şu idi : İçin­ de Çarlara, Çariçelere ve eviadiarına aid pekçok sayıda . tablo, heyıkel ve büst bulunan bu san'at eserleri, Çarlığa karşı yapılan yıkıcı ve yakıcı Kızıl lhtilal 'de tahrip ve imha edilmeden saklana;bilıniş . . . Ancak mühlm bazı bölümlerini hızla yürüyüp geçti­

mÜYJede görelbildiğimiz san'at uzun süre halka ve ziyaretçilere kapalı tutul­ muş. Bugün ise çok iy;i bir şekilde restore edilmiş ve dü­ zenlenmiş bu müzede san'at şaheser<leri, bütün ziyaretçiğimiz bu saray bozması hazinesi,

92


lerin zevıkle seyredebilecekleri ve faydalanabilecekleri bir h8le getiri·lmiş. Başba:kanımız Demirel, Müze'den çıkarlarken, Müze­ nin hatra defterine şu satırları yazdılar :

21.9.1961 Büyük san'atkarların, her milletin kültür hazinesine değerli katkiları vardır. Bu müzede asırların san'at eserlerini zevkle müşa­ hede ettik. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı S. Demirel Bugün Lenin ve İhtilal Müzesi haline getirilmiş ve adını oradan çııkan katrandan almış Smoini Sarayı, 18.

Yüzyılda ltalyıan mimarları ta.mfından inşa edilmiş. Da­ ha önce burası, zengin aile kızlannın okuyup yetiştikleri yatılı bir san'at enstitüsü imiş. Bize burayı gezdirirlerken son Başbakan Kerensky ile son Rus Meclisi'nin toplantılarını yaptıklan salonu ve daha sonra Lenin'in Ekim !htilali'ni idare ettiği yeri ; Le� nin'in çalışma ve yatak odalarını gösterdiler. Büyük top­ lantı salonuna 1920'de asılmış iki büyük levhanın, Sov­ yet Anayasası'nın ilk metni olduğunu bildirdiler. Leningrad'da kaldığımız akşam da, küçük opera ve hale tiyatrosunda son derece :başarı ile oynanan Mavi Tu­ na Balesi'ni seyrettik. Ertesi günü 22 Eylül Cuma idi ve öğleden sonra Uk­ rayna'nın merkezi Kiev'e hareket edilecekti. Leningrad'da gördüğüm fakat ziyaret imkanını elde edemediğim bir mühim bina, şehrin en seçkin bir yerin­ de, Çarlık devrinde inşa edilmiş ve İhtilalde imha. olun­ mamış, yeşil ve mavi çinilerle süslü, uzaktan Selçuk mi­ mari tarzını andıran, (Leningrad Camü) idi. Burayı zi­ yaret ve buradaki Cuma'ya katılacak Müslüman cema93


atin bulunup bulunmadığını öğrenmek ; varsa onlarla bir­ likte kızıl alemde bir cuma namazı kılmak isteğimi bir türlü yerine getiremedim. Sovyet mihmandarımıza bir­ kaç defa yaptığımız teklifler boşa çıktı.

O gün Şehir Ştirası Komitesi Başkanı A. A . Sizov'u

ziyaretten ve Leningrad Şehir Ştirası İcra Komitesi ta­ rafından verilen öğle yemeğinden sonra,

saat 15.00'de

özel uçaklarla Kiev'e hareket edildi.

Havası Her Taraftan Degışı w . 'k : Ukrayna

Moskova ve Leningrad'dan sonra . Sovye tler B'ır1.ıgı v . ,nde gorecegımız .. .. .. " " .. 1 .. . bu uçuncu buyuk , guze1 ve un u .

v .

.

.

şehir Kiev'i pek merak ediyordum . Bu şehirde doğmuş, büyümüş ve yaşamış, halen Av­ rupa'da bulunan, çok yakın bazı dostlarımdan bu ülke ve ahatisi hakkında hayli şeyler dinlemiştim. Sovyetler Birliği'nin ikinci büyük cumhuriyeti olan Ukrayna'nın Başkenti Kiev'in nüfUsu

1.3

milyonmuş.

Dnieper Nehri'nin geçtiği Kiev'in iklimi mtitedil ; içi bol çiçekli parklarla dolu ; çevresi yemyeşil ormanlar ve bil­ hassa kestane ağaçlarİyle çevrili. Ukrayna'lıların dilleri ve alfabeleri Rusça'dan biraz farklı. İdare ve eğitimde kullandıkları resmi dil, Rusça değil ; bu, Rusça'ya çok yakın olan Ukrayna dili. Bayrak­

ları da, alt kısmındaki bir mavi bandla Sovyet bayrağın­ dan biraz değişik. Leningrad ile Kiev arasındaki

1200 km. mesafeyi

özel İlyuşin uçakları 1 saat 50 dakikada aldılar. Burada da,

resmi protokol mensupları dışında bizi karşılamak

için getirilmiş "vazifeli"ler, "eli bayraklı"lar var. Çiçek buketi taşıyan kız ve oğlanların üzerlerinde buranın ma­ halli kıyafetleri, kanaviçe işlemeli beyaz "milli" gömlek­ leri var. Terminal binasını süsleyen Türkçe ve Ukrayna­ ca "Hoşgeldiniz" manasındaki cümleler ve "Türk - Sov-

94


yet

dostluğunun kuvvetlenımesini isteyen" sözler, Mosko­

va ve Leningrad'da okuduklarımızın noktası noktasına aynı. Ukrayna Bakanlar Kurulu Başkanı V. V. Şerbits­

kiy uzun boylu, yakışıklı, güleç yüzlü bir zat.. .

Bize ayrılmış 8 numaralı resmi arabaya arkadaşım Prof. Yalçın ile biniyoruz. Şoförün yanına da, kibar ve misafirperver mihmandarımız

Sovyet diplamatı M. Fe­

dorov yerleşiyor. Yollar burada da muntazam, geniş ve bakımlı. Trafik bu büyük şehirlere, bu geniş caddelere göre yok denecek kadar hafif ve seyrek. Bir de "devlet geliyor ! " diye yayasında da, vasıtalarında da bir mıhlan­ ma, bir cereyanı kesilmişcesine yana kaçıp felçli gibi do­ nup kalma, caddelerdeki trafiği büsbütün anormal hale sokuyor. Hoş, bunlar da canıyla, vasıtasıyla devletin ma­ lı, devletin aleti amma, yine de el elden üstün !... Uçağımızın Kiev'e varışı ve bilhassa bizim şehre ge­ lişimiz, iyi bir tesadüf, ekseriya işçinin akşam tatili fab­ rika dönüşü saatine rastlıyor.

Diğer saatiere nisbetle,

yol kenarlarında bu vakitte görülen kalabalık daha fazla. Sokak süpüren çöpçü kadınlar burada Moskova ve Le­ ningrad'dakiler gibi çok ihtiyarlar değil. Daha ziyade or­ ta yaşlılar ve gençler. İndiğimiz Intourist Oteli'nde hiz· met görenler de, evvelce kaldığımız otelierin katlannda gördüğümüz 50 - 60 yaşlarındaki Çarlık devri bakiyele­ rinden değil ; genç, yeni ihtilal nesli yetişmeleri. . . Fakat yaşiarına göre yüzlerinde mana ve neş'eden eser yok. Gü­ len gözlerin yerini,

mumyalarında gördüğümüz donuk,

sönük, manasız gözler almış. Çarlık devrini hatırlatır diye bu "eşitlik ?" diyarın­ da "Siyah Gözler" plağını bulmak, şarkısını işitmek de bugün artık mümkün değil. Bizde uyandırdığı ilk intiba ile Kiev şehrinin umumi görünüşü güzel. Çarlık Rusyası'nın ünlü kültür ve mede­ niyet merkezlerinden biri olan

Kiev'de pek çok tarihi

95


eserler var. Ne yazık ki, akşam üstü vardığımız bu gü­ zel şehirde, ancak bir gece kalıp, ertesi günü öğle vak­ ti Özbekistan'a hareket edeceğiz. Açıkça ve samirniyetle söylemeliyim ki, Kiev'de bir gün daha kalıp görmek istediğim yerlerin hepsini ziyaret etmeyi çok arzuladım. Fakat, gezi programımıza alın­ mış bulunması beni son derece sevindiren Taşkent'e, bu yıllardır hayaı ettiğim güller mekanına, Ali Şir Nevai'le­ rin doğduğu, ecdadımızın çıktığı ve Anadolu'ya, Avru­ pa'ya ve Güneye yayıldığı Anayurd'a bir an önce kavuş­ mak için sabırsızlanıyorum ; şimdiden heyecan ve sevinç­ le dolmuş taşıyordum. Kiev, İkinci Dünya Savaşı'nda 1941 - 1943 yılları arasında, iki yıldan uzun bir süre Nazilerin işgali altın­ da kalmış. Çiçek buketleriyle karşıianmış Alman ordula­ nnın tutum ve davranışları, izledikleri sert ve yanlış ida­ re, Ukrayna'lıların ümid ve hayallerini tamamen kırmış, boşa çıkarmış. Söylendiğine göre 200 bin Kiev'li Naziler tarafından öldürülmüş ; 100 bin kişi de alınıp götürülmüş ve şehirde 6 bin bina tahrip olunmuş. Kiev, umUmi görünüşü ile tam bir Avrupa şehri. Allah her çeşit tabii zenginliği Ukrayna'ya, Kiev'e ver­ miş amma, bu mutlu yerler, bu verimli kara topraklar Allahsızlar elinde "çile"den "çile"ye sürüklenmiş ve "çi­ leler diyarı" olmuş. Kiev'e gelip, otelirnize yerleştiğimiz zaman, sayın Demirel ile üç Bakan arkadaşımızın, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Şura Prezidyumu Başka­ nı D. S. Korotçenko'yu makamında ziyaret edeceklerini ve diğer hey'et üyelerinin akşam, Bakanlar Kurulu Baş­ kanı tarafından verilecek yemeğe kadar serbest bulun­ duldarını öğrendik. Yalçın ve Tekinel ile birlikte üç parlamenter arka­ daş, hava tamamen kararmadan, şehrin merkezine ka96


dar inmek,

meydanları, çarşıları,

yakından görmek istedik.

mağazaları ve halkı

Yürüyerek parklan, büyük

kestane ağaçlariyle süslü caddeleri geçtik ; yokuşları in­ dik ve halkın evlerine dönmek üzere kuyruk oldukları, ellerinde fileleriyle vasıta bekledikleri meydanlara geldik. Münbit Ukrayna toprakları, Sovyetler Birliği'nin en zengin zahire ambarlarından biri. Bol miktarda buğday, şekerpancarı ve tütün yetiştiriyor. Kiev, fotoğraf ve ya­ zı makineleri, tıbbi ve fenni aletler, tramvay - motosiklet gibi kara ve motor - motorbat gibi nehir nakliye vasıta­ ları i'mal eden fabrikalarıyla, aynı zamanda Sovyetlerin ileri endüstri merkezlerinden biri. Bonbas havzasındaki kömür ve Krivoi-Rog bölgesindeki demir madeni saye­ sinde maden endüstrisi de kurulmuş. Ayrıca kimya, teks­

til ve gıda maddeleri endüstrisi

Kiev'de hayli ilerlemiş

ve gelişmiş. Ne yazık ki, bu sanayi te'sislerini, buralar­ da çalışan işçileri,

onların yaşayışiarını yakından gör­

mek ve incelemek fırsatını burada da elde edemedik. Hal­ buki bizim asıl görmek ve üzerinde gerçek bilgiler edin­ mek istediğimiz hususlar bunlardı. İşçiler memleketinde işçileri,

Kolhaz'lar ülkesinde tek bir kolhozu yakından

görmemiz mümkün olmadı. İncelerneyi çok arzu ettiğim Kiev İlimler A�kademisini, Üniversite ve kütüphanelerini, kültür ve san'at te'sisle­ rini görmek imkanına da sahib olamadık. Özel uçaklar­ la uçmak, resmi siyah arabalada konvay halinde yol­ culuk, Belediye Başkanlarım, liderleri ziyaret, yemek ve müzik-bale ziyafetleri, Sovyetler Birliği'ni ziyaretimizde düzenledikleri programın büyük kısmını işgal ediyordu. Halbuki · biz, üzerinden 50 yılın ihtilal

silindiri geçmiş

halkın ve ülkenin, bu rejim altındaki bugünkü halini, ba­ kiyesini görmek ve bizzat incelemek istiyorduk. Otelimize dönerken, arkadaşımız Yalçın, alt katları görülen evlerin içlerindeki hayatı ve yaşayışı seyredebil-

97


rnek için pencerelere yaklaşıyor .. Tekinel ile ona : "Rönt­ gencilik yasak ! " diye takılıyoruz. Ukrayna Sovyet Sosyalist

Cumhuriyeti Bakanlar

Kurulu Başkanı V. V. Şerbitskiy'nin siyasi kariyerdeki

yeri de oldukça yüksekti :

Sovyetler Birliği Komünist

Partisi Potithüro namzed üyelerinden biriydi. Zaten Ko­ münist Partisi'nin bir güvenilir uzvu olmayanın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin idareciliğine

gelmesi

müm­

kün müdür ? Fakat yine de bu adamın bir sempatik Uk­ rayna'lı tarafı vardı. Başbakanımız ve Hey'etimiz şerefine verdikleri ak­ şam yemeği programı meyanında bizlere Ukrayna milli havaları ve folklorü ve opera aryaları ile çekilen san'at ziyafetini müteakip gece, hususi

surette aydınlatılmış

Kiev şehri gezdirilmek, gösterilmek isteniyordu. Bulunduğumuz yerden şehrin ortasındaki meydana 2 km. lik yolu, yokuşu, sayın Demirel · kadar uzanan 1 ve Şerbitskiy yaya olarak yürüdüler, indiler. Otomobil­ -

ler peşimizden bizi ta'kip ediyorlar ve Moskova ile Lenin­ grad'ın saat 23 - 24 sonrası in-cin yok sokaklanndan çok daha kalabalık görünen yollardaki Kiev'liler de hayret­ ler içinde bu "demokratik yürüyüş"ü seyrediyorlardı. Karanlıklar içinde kalan taraflarını göremediğimiz Kiev'in aydıniablan ve bize gösterilen binaları, dış yüz­ lerinden güzeldiler.

Evvelce Moskova ve Leningrad'da

rastladığımız prefabrike ikametgah inşaatı seferberliği­ ne Kiev'de büyük önem verildiği B.şikardı. Birbirinin ay­ nı büyük blok apartmanlar, soğuk barhaneler burada da · şehrin mühim bir kısmını kaplamış . Kiev Komünist Partisi Merkez binasının ve Gençlik Teşekkülleri binasının önüne dikilmiş kısa boylu Lenin'in koskocaman heykelinden başka, indiğimiz yokuşun yan

· duvarındaki parkın çayır-çimen yamacına da kızıl renk­ li nebatlada nebati bir Lenin portresi çizmişler.

98


Kimbilir daha yakın yıllara, ölümüne kadar Stalin ' ­ in de buralarda neleri vardı ? Fakat şimdi en ufak bir izi, bir hatırası kalmamış ve her şeyinin yerinde yeller esiyor .. Sağlığında o ne kavi, o ne muazzam bir kuvvet görülüyor ve sanılıyordu ! Bir heyfıHi. imiş meğer ... Uzun yıllar süren iktidarı boyunca en yakın arkadaşları dahil yüzbinlerce, milyonlarca insanı temizletmiş bu gaddar kimsenin, yalnız zirai kollektivizasyon politikasına girer­ ken açtığı, tarihte eşi bulunmayan bir vahşet yolu, 18 milyon kişinin başını yemiştir. Amma ölümünden sonra kendisine yapılan muamelenin, oynanan oyunun da tarih­ te bir benzeri mevcud değildir. Bu korkunç misal, dün­ yanın neresinde olursa olsun, gaddar diktatörlere, on­ ların tayfalarına, "Stalinleşmek" isteyen pos-bıyıklılara ibret teşkil etmelidir. Stalin'e duyulan bu gayz ve kinin bir sebebi de "uzun diktatörlük yıllarında bu ülkeyi ileriye götürmek şöyle dursun, yerinde saydıramamış, geri götürmüş olmasıdır." denilebilir. Çeşitli tandansa sahip basın organlarında değişik görüş ve kanaatıere malik yazarların birleştikleri nokta­ lar ve hususlar şöyle özetlenmiştir : - Rusya'da hürriyetin "H"sı ve demokrasinin "D"­ si bile yoktur. lhtilalden ve komünist rejimin kurulma­ sından bu yana 50 yıl geçtiği halde, halk bugün de müd­ hiş bir mesken sıkıntısı çekmekte, bırakınız diğer tüke­ tim mallarını, ekmek almak için bile dakikalarca kuyruk­ ta beklemektedir. Ağır endüstri ve temel yatırımlarla dev eserler yapılmıştır ama, Rus halkı normal bir hayat stan­ dardından ·henüz çok uzaktır. Diktatörlerle çömezleri ha­ riç, Rus halkı henüz oturacak bir daireden bile mahrum­ dur ; bu sebeble de birkaç aile, mutfağı ve tuvaleti ortak dairelerde barınmaktadır. Gülen yüzlere, neş'eli insan­ lara rastlamak güç değil, adeta imkansızdır ve herkes 99


maddi ve manevi sıkıntıların altında bunalınaktadır. Me­ mur durumunda olan işçiler, işletmeciler, tezgahtarlar, şoförler ve diğer meslek erbabı, müşteriyle uğraşmayı bir külfet saymakta ve kaytarmanın yolunu aramakta­ dırlar. Müziğinden modasına ve çarabmdan parasına ka­ dar hemen herkeste bir Batı hasreti ve hevesi vardır ve bunaltı insanların yüzünden okunmaktadır... Bu sonucun sorumluları pekçok da olsa, onların biri, birincisi muhakkak ki, Stalin'dir ve Moskova'da, Lenin­ grad'da, Kiev'de tanıdığımız "Stalin'i yazılı yerlerden silmiş" halkın ona beslediği kin ve nefret, reva gördü­ ğü muamele ve ceza yukarıki faturanın karşılığıdır. Ve asıl önemli, dikkate değer taraf, İkinci Dünya Savaşı'n­ dan sonra artık Sovyet ülkelerindeki insanlarda da "olay­ lar ve yorumlar" hasıl olmuştur. Ukrayna'lılar kendilerini Sovyetler Birliği'nin en ileri Cumhuriyeti sayıyorlar ve gerçekten de Sovyetler Birliği içinde en çok Avrupalı görünüşü olan ve parlak yarınlar va'deden ümidli bir bölge burası. ..

;a;;rd' öAt:e� 1 n�ızın z s an

A.

23 Eylul Cumartesi... Saat 13.00 ...

Özel uçaklardaki yerierimize yerIeşiyoruz. Tam 3500 km.lik, 5 saat 20 dakika sürecek uzun bir hava yolculuğuna çıkmak üze­ reyiz. . . İçimdeki heyecan, bu seyahatimde değil, haya­ tımda hissettiğim en büyük, en derin, en unutulmaz he­ yecanlardan biri : Beş saat sonra Özbekistan'da, Taş­ kent'te, Özbek, Türkmen kardeşlerimizin arasında ola­ cağım. u

u:

Türk Başbakanı Demirel ve beraberindeki Türk Hey'eti için, Sovyet idarecilerinin düzenledikleri gezi programına Özbekistan ve Azerbaycan Cumhuriyetleri'­ nin başkentleri Taşkent ile Baku'yu da koymuş bulunma100


ları, hepimizi ve bilhasas beni son derece sevindirıniş, memnun etmişti. Bu öz-be-öz Türk kardeşlerimizin yaşadıkları ecdad topraklarını bugünkü rejim, bugünkü şartlar altında da olsa yakından, gözlerimizle görmek-; oradaki soyu soyu­ muzdan, dili dilimizden, izleri kalmış dini dinimizden ve klütürü kültürümüzden olan kardeşlerimizi tanımak ve kucaklamak bizim için, benim için ne büyük bir bahti­ yarlıktı. Çok genç yaşımdanberi, yıllardır yüzünü görmeden kendini hayal ettiğim, sevdası ile yüreğimi doldurduğum, adına şiirler, kitaplar yazdığım, başımı tatlı belalara soktuğum, uğrunda divan-ı harblere çıkartıldığım ve zin­ danlara atıldığım bir sevgiliye kavuşacaktım. Onun yü­ zünü görmeden, onun sevgimden haberi olmadan, kırk yıl önce ta uzaktan ben ona tutulmuş, ben ona vurulmuştum. O, bu aşıkından, bu vurgunundan habersizdi ; o, beni ta­ rumazdı amma, yine de onunla bir kerecik gözgöze gelme­ miz, bana ömrümün bundan sonraki bölümünde yetecek bir aziz hatıra idi. Batı Türkistan'a, Özbekistan'a, Taş­ kent'e gelirken arkadaşlarım neler duyuyor, neler düşü­ nüyorlardı, bilmem ; amma, acı ve hazin taraflarıyla da, bu kavuşma benim için gerçekten bir (Leyla - Mecnun) masalıydı. Tarihin en çileli, en gün-görmüş bir ülkesine geli­ yorduk. Batı Türkistan'ın öz ve asil halkı olan Özbekler, tarih boyunca istiklalleri uğruna yaptıkları mücadeleler sonunda, Rus esiiretine boyun eğmek zorunda kalmışlar­ dı. Bu üİke, komünist rejim ve idarenin çeşitli siyasi ayarlamaları sonunda ( özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) olarak ilan edilmişti. Yüzölçümü 176.240 kilometrekare olan Özbekistan'­ ın nüfUsu, 1953 Sovyet sayımına göre 8.106.000 idi ; bu­ gün ise 10 milyondur. Hiç şüphe yok ki, bu nüfusun 101


%90'ı Özbek'tir ve sun'i bir ayrılışla parçalanan Tacikis­ tan kendi ana kucağına bağlanacak olursa, Özbekistan Cumhuriyeti dünyadaki ikinci büyük Türk devleti sayı­ labilir. Yüzyıllar boyunca. Doğu ile Batı arasındaki kültür ve ticaret alış-verişini sağlayan Özbeklerin adı, Ebül-Gazi Babadır Han'ın (T ü r k Ş e c e r e s i ) adlı eserinde ver­ diği bilgiye göre, 1340 tarihine kadar Altun-Ordu Ha­ kanı Özbek Han'ın, kendi teb'asına verdiği isimdir. Za­ manla bu ad, Orta Asya Türklerince benimsenmiş ve ka� bul edilmiştir. Taşkent, Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriye­ ti'nin merkezi idi ve nüfUsu bir milyonun üzerinde bulu­ nuyordu. Büyük tarihi değeri olan Taşkent, Aral - Hazar havzasının aynı zamanda en önemli bir ekonomi merke­ zidir. Semerkand ve Buhara'ya nisbetle Taşkent'de bulu­ nan tarihi İslam - Türk eserleri daha azdır. Taşkent'in Sovyetler Birliği'ndeki ekonomik şöhre­ ti bilhassa istihsal edilen pamuk dolayısıyladır. Taşkent, Sovyetler Birliği'nde çıkan pamuğun dörtte üçünün ye­ tiştirildiği yerdir. Bilhassa sulama sahasında yapılan ye­ nilikler, sağlanan başanlar sayesinde buradaki pamuk yetiştirme imkanları eskiye nisbetle hayli arttırılmıştır. Sırası gelmişken kısaca komünist rejimin bilhassa tarım alanında yaptığı değişikliklerin ve uyguladığı sis­ temin iyi sonuçlar vermediğini belirtmek istiyoruz. Çar­ lık zamanında Rusya, Avrupa'nın zahire arnbarı iken bugün neden zahire ihraç eden bir memleket olmaktan çıkıp, ithal eden bir ülke haline gelmiştir, bunun üzerin­ de dikkatle durmak lazımdır. Sovyet Rusya'da başlangıçta husiıle gelen tahribatı ortadan kaldırmak üzere yeni birtakım ekonomik ted­ birlere gidilmeye zarfiret hasıl olmuştur. Komünizmin ana prensiplerinden ayrılan ve kapitalizme dönüş mana102


sını taşıyan bu yeni ekonomi politikasının esasları Lenin tarafından vaz'edilmişti. Bunun en bariz özelliği ziraat ve sanayiin aynı derecede teşvik edilmesi idi. Lenin'in tesiri altında Komünist Parti "köylü ile el­ ele yürümek" politikasını benimsemiş ve bunu ta'kibe başlamıştır. Ancak, 1925 yılından i'tibaren, köye dönüş politikası adı verilen bu politika, tenkidlere ma'rfız kal­ maya başlamıştır. Bu politikanın "kulak" sınıfını kuvvet­ lendirdiği ve rejimi za'fa uğrattığı söylenmiştir. Lenin'­ den sonra idareyi ele geçirmiş olan Stalin'in politikası, kulak sınıfının kuvvetlenınesini değil, orta sınıf köylü'­ nün kalkındırılmasım ve kooperatifçiliğin yayılmasını he­ def tutmuştur. İdarenin, komünistlerin eline geçmesinden sonra yapılan toprak reformu, başlangıçta istihlaki teşvik edi­ ci gibi görünmüşse de, o güne kadar istihsalden çok mah­ dud bir pay alan ve büyük kısmını kulak sımfına teslim etmek mecburiyetinde olan köylü sımfı, bu defa mahsu­ lünü kendisi istihlak etmeye başlamıştır. Bunun netice­ sinde, Bolşevik İhtilali'ne kadar buğday ihrac eden Rus­ ya, 'Zirai ürünler ithalatçısı mevıki'ine düşmüştür. 1917-18 toprak reformundan sonra, köylüler elinde­ ki ekilebilir arazinin nisbeti %70'den %96'ya çıkmıştı. Beş yıllık plan arefesinde, devlet çiftlikleriyle, kollektif çiftlikler, tahıl mahsulünün ancak % 2'sini te'min ediyor ; ekilebilen arazinin de % 1'ine sahib bulunuyorlardı. Ziraat daha ziyade küçük çapta, ferdi teşebbüsler halinde ya­ pılıyordu. Sanayileşen bir ülkede ziraata üç mühim vazife düş­ mektedir : Bunlar, gelişen sanayiin ihtiyacı olan insan­ gücünü sağlamak ; sanayiin lüzum göstereceği hammad­ deyi sağlamak ve artan işçi nüfUsunun ihtiyacı olan iş­ gücünü sağlamak. Sovyet Rusya'da, o günkü durumu ile tanm sektörü bu fonksiyonları yerine getirmek kudre·

103


tinden mahrumdu. Rusya 1920 ila 1928 arasında ziraat­ ta verim artışı sağlamak için büyük gayretler sarfetmiş ; bu devrede yekunu 70 - 80 bine varan traktör ithal et­ miştir. Buna rağmen ziraattaki inkişaf, umulduğu gibi olmamıştır. Zirai mahsul, bilhassa buğday istihlakinin artması dolayısıyla, buğday ihracat�nın ve bundan sağ­ lanan gelirin düşmesi, sür'atle sanayileşme kararı almış Sovyet Hükumeti için ciddi bir problem olarak belirmiş­ tir. Stalin, bu durumun 1918'de tatbik edilen reformdan ileri geldiğine kanaat hasıl etmiş, toprak, reform neti­ cesi daha müsavi esaslara göre bölünmüş olduğu cihetle, buğday istihsalinin %85'i fakir ve orta sınıf köylünün eli­ ne geçmiş bulunuyordu. Böylece köylü istihsal ettiğini kendisi istihlak eder duruma geçmiştir. 1928 yılında Rusya 12 milyon pood buğday ithaline mecbur kalmıştı. Sovyet ekonomi tarihinde yeni bir çığır açan ziraatİn kollektivistleştirilmesi kararının en mühim sebeplerinden birini bu durum teşkil etmiştir. Stalin, kollektivizasyon politikasına girerken tutu­ lacak yolu şöyle tayin ediyordu : Küçük ve dağınık köy topraklarını, toprağın müşterek işletildiği birleşik çift­ likler h8.line getirmek ve bu topraklara modern tekniği uygulayan kollektif işletmeyi sokmak ve bütün bunları ikna' yoluyla, örnek göstererek ve tedricen yapmak .. Sta­ lin'in bu ikna' metodu kolay işlememiş, ziraatin kollektİ­ vizasyonu Rusya'da görülmemiş bir vahşete yol açmış ve söylendiğine göre 18 milyon insanın hayatına mal olmuş­ tur. Nazariyatta kollektivizasyona karşı koyan kulak sı­ rafının ve zenginlerin ortadan kaldırılmaları bahis konu­ su iken, tatbikatta bu harekete karşı koyan herkes "ku­ lak" ilan edilmiş ve imha olunmuştur. İkna metodu da terkedilmiş, bir hafta içinde köylü nüfusunun %60'ı kol­ lektivizasyon içerisine alınmıştır. 1936'da ekilen arazinin 104


% 82'si, hane i'tibariyle çiftçi nüffısun % 90'ı kollektivi­ zasyon için ağır bir bedel ödemiştir. Normal olarak bin­ de yirmi olan nüffıs artışı nisbeti 1928 ile 1938 arasında binde on'a düşmüştür. Bunun sebebi, bu hareket dolayı­ siyle elde dilen nüfus ve meydana gelen sefalettir. 1932-33 arasında ölüm nisbeti Rusya'da görülmemiş bir hadde yükselmiştir. Ölümler, bilhassa harpten önce fazla buğ­ day istihsal eden Avrupa Rusyası'nda vuku' bulmuştur. Kazaklar arasında da ölüm nisbeti aynı şekilde yüksek ol­ muştur. 1926 ila 1939 arasında Kazak nüfusu 4 milyon­ dan 3 milyona düşmüş, yani bir milyon azalmıştır. Yılda 18 milyar rubleyi bulan zirai sektördeki köylü yatırımı yok olmuştur. Hayvan mevcudu arasında da büyük ka­ yıplar vuku' bulmuştur. Devletçe el konan her bir ata karşılık, köylü tarafın­ dan iki at yokedilmiştir. Kolhoza alınan her kocabaş hay­ vana karşılık 4, her domuza karşılık 5,5 ve her koyun ve keçiye karşılık 8,5 koyun ve keçi imha olunmuştur. Ba­ zı bölgelerde hemen hemen bütün hayvan mevcudu yok­ edilmiş ve kolhoza hiç hayvan teslim edilmemiştir. Çekim hayvanlarının imha edilmiş olması dolayısıyla, kolhoz sektörünün istihsali 1930'da % 30'a düşmüş, 1938'e kadar kollektivizasyondan evvelki rakamın üstüne çıkamamış­ tır. Sovyet Rusya ekonomisine bugün hala gerileyişini kapatmış denemez. Kollektivizasyonu takip eden yıllarda zirai istihsalde vuku' bulan düşüşü telafi etmek için uzun seneler ,geçmesi i'cab etmiştir. Rusya 1937'de, 1926'daJd istihsal seviyesine ancak varabilmiştir. Komünizme ta­ kaddüm eden devreye nazaran, bütün çabalara rağmen Sovyet Rusya'nın zirai istihsalinde büyük bir artış olma­ mıştır. 1928, yani kollektivizasyona takaddüm eden sene istihsali 100 o1arak alındığı takdirde, Sovyet Rusya 1960 da istihsalini takribi olarak % 60-70 nisbetinde artırabil­ miştir. Hayvan yemi istihsali 100'den % 60'a, yiyecek 105


maddesi istihsali 100'den 150'ye çıkmıştır. Mühim artış sadece sınai hammaddede vuku' bulmuştur. Sınai ham­ madde %400 nisbetinde artırılmıştır. Sovyet Rusya nü­ fusunda vuku' bulan 100 milyona yakın artış nazarı i'ti­ bare alınırsa, Rusya'nın nüfus :başına zirai istihsal bakı­ mından, yerinde saydığı görülür. Rusya'da zirai istihsal­ de verim a:rıtışı mahdud olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri ile mukayese edilirse, durum daha iyi görülür. Amerika'da hektar başına 20.6, Rusya'da 9.6 center buğday alınır. Sulanan arazide hek­ tar başına alınan pamuk Rusya'da 3 balya, Amerika Bir­ leşik Devletleri'nde ise 5 balyadır. Patates ve şeker panca­ rında da yarı yarıya fark mevcuttur. Rusya'da 1928 ila 1960 tarihleri arasındı:ı ziraatta %40 civarında verim ar­ tışı olmuştur. Aynı devrede Amerika'da verim artışı %150'dir. Netice olarak Rusya büyük fedakarlıklada mil­ yonlarca insanın başı, canı balıasma te'min ettiği kollek­ tivizasyondan pek karlı çıkmamış ve zirai problemini hal­ ledememiştir. Bugün düşük hayat standardına rağmen, kendi ken­ disini beslemek gücünde olan bir memleket vasfına sa­ hip değildir. Kruşçef'in stepleri buğday fabrikası haline getirmek çabası da muvaffak olamamış, bu hareketin başladığı ilk yıllarda görülen :buğday istihsalindeki a:rıtış zayıf toprakların yağmurlada ve rüzgartarla sürüklenip yokolması neticesi eriyip gitmiştir. Bugün Rusya ziraatta üstün bir teknik tatbik ederek bu teknikle kollektivizas­ yonun te'sirlerini ortadan kaldırmaya ve verim artışını sağlamaya çalışmaktadır. Bunda muvaffak olacağına şüpheyle bakılınayı gerektirecek sebepler mevcuttur. Görecek olduğumuz zengin yurd Özbekistan'da, Rus­ ların (Açlık Çölü) diye adlandırdıkları (Mirza Çölü) en fenni usullerle sulanarak toprağı ıslah edilmiş ve bura­ daki pamuk istihsali çok arttırılmış. Şimdi bunu ve bunun 106


sonucunda bu bölgedeki insanların, Özbek kardeşlerimizin durum ve yaşayışlarındaki ilerlemeyi veya yerinde say­ ınayı gerçeği ile yakından göreceğiz. Bu ana kadar gördüğümüz üç büyük Sovyet şehrin­ de Çarlık devrinden kalmış güzel tarihi eserler, sanayi kuruluşları, kültür ve san'at müesseseleri üzerinde ve ya­ nında 50 senelik kollektif cebirler, zorlamalarla birtakım "ehramlar" da yükseltilmiş. Eğer bu bir başarı sayılırsa, bunun kaç milyon insan hayatına malolduğu hesaplanma­ lı ve Sovyet Rusya'daki halkların, milletierin hayat sevi­ yesini Batı ile mukayese ederek, komünist rejimin bu ül­ kedeki insanları ne hale getirdiği dikkate alınmalıdır. Bu üç şehirde gördüğümüz yaşama seviyesi, Çarlık devrine nazaran yükselmiş midir, alçalmış mıdır ? Bunu doğru ve kat'iyetle tesbit edebilmek, her şeyden önce 1917 evveli­ ni hatasız olarak bilmeye bağlıdır. Fakat muhakkak olan ve herkesin kabUle mecbur bulunduğu bir gerçek, gün gi­ bi ortadadır : Sovyet Rusya'daki yaşama seviyesi, Batı ülkelerinden, hatta bazı geri kalmış memleketlerden ve hele Amerika'dan çok, çok daha aşağıdadır. Acaba arzulanan yüksek yaşama seviyesine ulaşıla­ mamış, fakat bu ülkede mevcut eşitsizlikler mi ortadan kaldırılmıştır ? Gördüğümüz manzaraya bakılırsa bunu iddia etmek de hayli güçtür. Eşitçi bir düzene ulaşmak için tutulmuş zorbalık yolu, bütün gücü elinde bulundu­ ran bir küçük azınlığa, milli gelirin büyük bir bölümünü kendi yarariarına ve çıkarlarına kullanmak imkanını sağ­ lamıştır, o kadar. Yurdumuzdaki "kızılcık"ların ağızlarından düşürme­ dikleri, hayal ettikleri "Mutlu Azınlık" ne imiş, bunu, gel­ dik, Sovyetler Birliği'nde gördük ve öğrendik. Bir kere daha anladık ve inandık ki, Sovyet denemesi ortadayken hala Marksizm'in - Leninizm'in propagandasını, savunu­ culuğunu yapan ve yegane kalkınma yolu olduğunu iddia 107


eden bizdeki proleter edebiyatçıları, ancak Sovyet Rus­ ya'da rasladığımız mutlu azınlığa katılmak isteyen kızıl sevdahiardır. Bu büyük ülke Sovyetler Birliği'nde, yaşama seviye­ lerinin düşüklüğünde yani sefaletlerinde eşitlik sağlanma­ ya zorlanmış büyük "mutsuz çoğunluk" küskün, yorgun ve me'yustur. Sefalette eşitliğe götürülürken çeşitli hür­ riyetlerinden mahrum kılınmış, en yakın sevdiklerini kaybetmiş milyonların "mes'ut" olabilmeleri mümkün müdür ? Bu halin Özbek kardeşlerimiz üzerindeki derecesini Taşkent'te, Semerkand'da ; Azeri kardeşlerimizdeki neti­ celerini de Baku'da göreceğiz. , 1 , Ukrayna'dan Özbekistan'a gelirken, iki K·erem ın As ı sı . . ı mış o1 an ayrı oze1 uçaga taksım e d"l Türk Hey'eti'nden, birinci uçakta parlamenterlerle basın temsilcileri ve Sovyet diplamatı mihmandarlarımız bulu­ nuyorlardı. .

.

.

Sayın Başbakan Demirel ve eşi ; Sanayi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlarımız, bizim Moskova Büyükel­ çimizle, Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ve diğer ilgililer ise, yarım saat ara ile Kiev'den ayrılacak ikinci uçakta idiler. Henüz sayın Başbakan Demirel gelmediği için olacak, önden gelen bizleri, karşılayıcıların doldurduğu termina­ lin orta kapısından değil de, sağdan - arkadan bir ters yoldan, terminalin ikinci katındaki bekleme salonuna çı­ karıyorlardı. Biz de şaşırmıştık, karşılayıcılar da. . Onlar da, biz de bakışıyar ve soruşuyorduk. Dikkati çeken bir husus, burada diğer terminallerde görmediğimiz çoğunlukta resmi polis ve vazifelilerin, kar­ şılayıcılar önünde ve aralarında yer almış bulunmalarıy­ dt . Bunların suratlarından ve bakışlarından Özbek olma108


dıkları besbelliydi. Buna rağmen, parmaklıklar içindeki yaşlı - genç, kadın - erkek Özbek kardeşler bize, önlerin­ den geçtiğimiz sırada : "Hoşgeldiniz ! Safa geldiniz kar­ daşlar ! ' diye sesleniyorlardı. Terminali süsleyen : "Hoş­ geldiniz Türk misafirler ! " yazıları içinde burada, daha "candan", "yürekten" mahalli türkçe kelimeler de vardı; İçeriden çalınan bir tatlı Özbek havası, hoparlörler ile dışarıya, Havaalanı'na veriliyordu. Bunlar 'bizim nağ­ meler, bizim sözler, bizim duyuşlardı ve bize hitabediyor­ du. Çalgı aleti değişik, lehçe, şive başka da olsa, bize tat­ lı bir ürperme veriyor ; kulaklarımızdan içimize doluyor, ruhumuza siniyordu. Sayın arkadaşım Sabit Osman Avcı ile duyduğumuz yanık, dokunaklı, manalı havanın kelimelerini, sözlerini yakalamaya çalışıyorduk : (jz kadrigin bilmeyen Ozgen kadringi ne bilsin Islam kadringi bilmeyen Vaktin kadringi ne bilsin.

Terminalin bekleme salonundaki masalar üzerinde rusça, fransızca ve ingilizce birçok propaganda yayınları ve Özbekistan'la ilgili renkli turizm broşürleri bulunuyor­ du. Bunlardan birer nusha seçtim, aldım. İyi ki bunu yap­ mışım ; zira daha sonra, sayın Murat Sertoğlu ile birlik­ te, Özbekistan tarihi ve kültürü hakkında, muhterem Öz­ bekistan Başbakanı Ralımankul Kurban (ov) 'dan rica et­ tiğimiz ve uçağa gönderildiğini öğrendiğimiz kitaplar, sır­ ra kadem bastılar ve bizim elimize değmediler. Yarım saat beklememiştik ki, sayın Demirel'i geti­ ren özel uçak da meydana indi. Bizi yine geldiğimiz yol­ dan aşağıya indirdiler ve Başbakammızı, Özbek kardeş­ lerimizle birlikte karşıladık. Kendimi Konya'da, Erzu­ rum'da veya Kars'ta sanıyordum. 109


Özbekistan'lı Türk kızları sayın Bayan

Nazmiye

Demirel'i gül buketleri ile

karşıladılar.


Taşkent Havaalanı'na indiğimiz vakit diğer bölgele­ re nisbetle yalnız hava ılık değil, manevi atmosfer de son derece sıcaktı. Çocuğundan sakallı ihtiyarlarına kadar terminali dolduran karşılayıcıların yüzleri, gözleri gülü­ yordu. Ne hikmetse, diğer şehirlerde olduğu gibi, bunla­ rın ellerine de kağıttan Türk - Sovyet bayrakları tutuş­ turulmamıştı. Amma bunlar milli Özbek, Türkmen kıya­ fetleriyle ; dolunay gibi yüzleri, hilal gibi kaşları, çekik yıldız gözleri ve ellerindeki albayrak renkli gülleriyle, sev­ gi ve sevinç içinde öyle dalgalanıyorlardı ki, bizzat ken­ dileri birer milli sembol idiler. Yuvarlak hesapla bin yıl önce Anadolu'ya gelen, sonra da Avrupa'ya geçip, milletler tarihinin en büyük im­ paratorluklarından birini kurmuş olan dedelerimiz, bu bi­ zi "Selamün aleyküm ! .. " diye karşılayan Özbek kardeşle­ rimizin de ecdadı idiler. Onun içindir ki, burada bizlere gönülden gelen bir sevgiyle bakan gözlerde, sevinçle gü­ len gözlerde yüzyılların silemediği, unutturamadığı bir aşinalık, bir yakınlık, bir aynılık vardı. Hiçbirimiz, bizim yerli kızılcıkların iddia ettikleri gibi ırkçı, kafatasçı, rasist, faşist değildik. Amma, şu Hey'et'te bulunan solcu gazetelerin temsilcileri de, eski şübheciler, şüıbheliler de : "Yahu, ecdadımızın buradan geldiğine artık tamamen inandım." derneğe başlamışlardı. Tombalaik yüzlü, güzel kız-erkek Öııbek çocukları, el­ lerindeki çok güzel Türkistan gülü buketleriyle, güller di­ yarı Türkiye'den gelmiş Türk kardeşlerinin baş temsilci­ lerini sevgiyle sarmışlar, kuşatmışlar. Bellerinden aşağı salınan 4 sıra, 8 sıra incecik saç örgülü cici Özbek kızları, sayın Nazmiye Demirel ile diğer Türk hanım misafirlere kucaklar dolusu kırmızı - beyaz güller sundular. Türk Başbakanı'nı ve eşini, heraberlerindeki Türk Hey'eti'ni Taşkentliler, yüreklerinin derinliğinden gelen coşkun bir samirniyet ve kardeşlikle karşıladılar. 111


Sayın Demirel'in ikametlerine ayrılan misafirhane, diğer Bakan ve parlamenterlerin yerleştirildikleri otel, yahut misafirhaneye çok yakındı. Sayın Demirel, Meh­ med Turgut ve Re'fet Sezgin Beylerle, beni yemeğe alı­ koymuşlardı. Nefis Özbekistan üzüm, erik, elma, armud, kavun ve karpuzları ile süslü yemek masasında ağzımızın alışık bulunduğu tatda Türkistan yemekleri yedik. Tür­ kistan mantısı, etli ve havuçlu Türkistan pilavı benim ilk tatdığım milli yemeklerimiz değildi. Türkiye'deki Tür­ kistanlı kardeşlerim, Hac zamanı Mina'da büyük Türkis­ tan çadırları kuran Türkistan'lı Hac arkadaşlarım da bize aynı nefis yemekleri ikram etmişlerdi. Amma şimdi, hem her malzeme Özbek mahsfılü idi ; hem de sofranın kurulu bulunduğu mekan da Özbekistan'ın kendisi, Başkent'i, Taşkent'ti. Bizbize, büyük heyecanımızı, tatlı intiba'larımızı an­ latarak yediğimiz akşam yemeğinden sonra, sayın Turgut ve Sezgin'le, Başbakan'ımızın kalacağı misafirhaneden erkence ayrıldık. Otomobiller de, mihmandarlarımız da ortalarda yok­ tular. Üç arkadaş, çok yakında bulunan otelimize, bir orman içinden yürüyerek geldik. Bizi ta'kibeden, kollayan kimseler, bir - iki saatlik gaybıibetimizden telaşianmış mıydılar, bilmem. Otelde ba­ na ayrılan odayı ve uçaktan getirilen bavulumu henüz görmeden, salonda beni bekleyen nazik diplomat mihman­ darımızla karşılaştım. Üzgün bir hali vardı. Beni kaybet­ tiğine hamletmek üzereydim ki, yanıldığıını anladım : "Sa­ yın Fethi Bey, nasıl olmuş bilmem, fakat çok üzüldüm. Bavulunuz uçaktan indirilirken düşürülmüş ve patlamış. Bir bakınız, inşaallah birşeyiniz kaybolmamıştır." 41 kişilik Türk Hey'eti içinde kırkbir kere maşallah, başka hiç kimsenin, hiçbir bavulu, hiçbir kazaya uğrarna­ mıştı da, bu "özel kaza", benim çelik gibi sağlam, üç ay

112


kadar önce Almanya'dan alınmış, ilk defa kullamlan mU� cedded bavulumun başına gelmişti. !çinde çama.şırlarunla iıki �kat eLbisem ve bir iki not defterim ve kağıtlarıın bulunan bu 12 kilo gelen çok sağlam bavulwnun alt köşesinden, bir :boydan bir lx>ya ,gayet muntaza.m bir surette yırtılmış olması, ıbu ameli­ yatı icra eden operatörlerdeki tecessüs derecesinde, ameliyatlının sahibi çocuk doktorunda da derin bir me­ rak uyandırmıştı. Bavulu, önündeki üç muhkem kilidinden kilitler misiniz ? !şte ak11beti budur. Başvekilin her gittiği yer­ de yaptığı karşıhklı ıbütün konuşmaları ve diğer birçok

hususlan, arap harfleri ile noksansız olarak not alır, zapteder misiniz ? Acaba, "bu bavulla Türkistan'da bir meçhul dosta ibir zararlı hediye getiriılmiş olmasın" diye merak eden mi ibulunmuştu ? Her ne ise, gelen ibizim ba­ vulun ibaşına gelmişti. Ertesi ıgüıı Semerkand'a, Mirza Çölü'ne gidilecekti. Mihmandarım, otelin idarecisi Özbek kadıncağıza bavu­ lun otelde veya dışarıda tamir edilip edilemeyeceğini sor­ du. Ertesi ıgi.in 24 Eylfıl Pazar'dı. Pazar günü olduğu için hiçbir tamirci bulunamaz, temin edilemezmiş. Er­ tesi sabah, yani 25 Eyliı.l Pazartesi günü de dükkan­ lar lO'dan önce açılmazlarınış. Ve öğleden sonra uçağı­ mızın hareket saati olan 3'e kadar da ıbu tamirat yetiş­

tirilemezmiş. Benim bavulwnla :beraber hirçok yeni şeyler de pat­ lak vermiş, meydana çıkmıştı. Bir ülke ki, en salahiy­ yetli insanlan, :bir resmi devlet misafirinin irlci güne ya­ kın ibir zaman zarfında "vazife He, merak sa.iıkasıyla ve­ ya :kaza 'ile 'kendi yırttıldarı" bir ıbavulunun t8.mirini ya­ pamıyorlar, yaptıramıyorlardı. Bu eheınmiyetsiz görünen ibavul hikayesi, devletçi­ liğin de, devlet otoritesinin de, ağır sanayiin de, el san'113


atla.nnın da ve daha birçok gerçeklerin de buradaki ufak

fakat ma.nAlı ve tipik ibir örneği, :bir tatıbiıkaıtı idi. Eşyalarıın ın ıtamam. olup olmadığını

etmedim. Düşmüş, çalınmış :bir

kontrol dahi

eşyam varsa,

ya alan zavallıyıa arnıağan olsun dedim.

bulan ve­

Vazifelilerin

merruk ettiği başka bir nesne ise, zaten bavulumda mev­ cud değildi.

Ne ıgariptir ki, her gün bana aid çeşitli yalan, yan­

lış bir ha;beri muhaıkıkaik. solcu ·gazetelerine uçurmakla

görevıli bizim :basın temsilcilerimizin sola hizmet gören­ leri, çeşitli adi ıtertiplere ıbaşvuruyorlardı da, böyle ger­ çek bir vak'ayı ve haberi rbildirmiyorlardı.

Neş'em, keyfim iyice kaçmıştı. Üstelik, bitişikteki

oda, otel idare müdürü veya katibinin odası idi. Duvar­ lar öyle ince ve ses nakledici idi ki, telefonla bağıra ba-·

ğıra İstanbul'a günün ha;berlerini yazdıran

ajans temsil-i

cisi arkadaşımızın .gece yarıS1ndan sonra ikilere, üçlere

kadar odamda gürleyen sesi de uykumu büsbütün kaçır­ nuştı .

. Ertesi sabah uçakla Semerkand'a, bu, dünya tarihi­ nin ve Türk tarihinin en eski, en ünlü kültür merkezle­

rinden biri olan şehre gidece�tik.

Gündüz gözüyle gördüğümüz Taşkend'de Özbeklerin oturduğu mahalleler ve evler, Anadolu'ınuzun en hakım­ sız ve fakir kalmış bir kazasından farksızdı.

Bütün Rusya'nın % 71 80 nisbetinde ve en üstün kaliıtedeki pamuğunu çıkaran ıbu bölgenin (yalnız 1963 yı.l�nda 3.689.000 ton ham pamuk) hu halde bırakılmış -

olması, tabii zelzelelerden çok, siyasi zelzelelerin sonu­

cu

sayıla;bilirdi. Orta Çağlann bu en

üıllü şehri, ticaret

ve kültür merkezi, bugün ne Kiev, ne Leningrad ve ne de

diğer milyonluk nüfUsa. s8.hirp başka bir Rus şehri ilP. kı­ yaslanabilirdi.

114


Burada da son üç-dört yıldaJllberi iblok apartımanlar halinde büyük mesken inşS.atı başlamıştı. Fa;kat buraya eskiden gelmiş ve son zamanlarda naklolunmuş Ruslar, bu iyi mahallelere öncelikle yerleşmişlerdi ve hala da yerleşiyorlardı.

Pamuk rbaşta, en ağır yükünü çekerek, ıbütün çıkar­ dıklarını Moskova'ya, diğer ibölge ve şehirlere gönderen

Özbekler, Sovyetler Birliği'nde geri kaldıklan gibi, Taş­ kend'deki imar ve iskan programında da ıgeride ve kuy­ rukta ıbırakılmışlardı. Sokaklarda gördüğümüz insanla­ rın Rus veya Özbek olduklannı uzaktan kolayca ayırmak mümkünd ü Yüzlerinden, gözlerinden, renklerinden çok, üst ve başlarının, giyimlerinin farkı, ibu teşhis ve tef­ rikte en belirli bir miyardı. Hani ihtilal burada zengin­ lik ve fakirlik dengesizliği yüzünden yapdmıştı ! ? .

Bıra;k.ınız Sovyetlerde muayyen bazı sınıfların, mes­ leklerin, zümreterin burjuvalar burjuvası hayatını ve ya.: şayışım ; "mutsuz çoğunluğun" ve "mutlu azınlığın" kim,; lerden müteşekkil olduğunu Taşkend sokaklarında rast­ lanan Ruslarla, Özbeklerin kılık kıyafetlerinden ve ya. şadıkları yerlerden, oturdukları meskenlerden kolaylık­ la anlarsınız. Belediye ve Hükumet Başkanlarının verdiği bilgi ve istatistik dışında, gerçekten evleri, aileleri, kolhoz'ları, solboz'ları ve sovkhoz'ları yakından görüp incelemek fır­ satı verilmedi ki, herşeyi çıplaklığı ile görmüş ve göster­ miş ; anlarnış ve anlatmış olalım ! Taşkend'den 200 km. mesafede olan Semerkand'a uçakla 25 dakikada vardık. . Zıyare Türk tarihinin bu ünlü ve en eski kültür merkezlerinden biri olan şehir, ancak İslami Türk eser­ leriyle süslüydü. Zerefşan Nehri vadisinde inşa olunmuş, dünya kül-

S

emerkantd'ı A

.

115


türünün baba biçilmez en eski bir hazinesi olan bu kadim şehri, ta Miladdan önce IV. Yüzyılda (329) harabeden İskender, Sovyet kayıtlarına göre "şehri hayal ettiğin­ den çok güzel bulmuş" ( ? ! ) Fakat, çeşitli istilalarla bir­ kaç def'a kül edilip, 1221'de Çingiz Han'ın eline geçen Se­ merkand, asıl Temür'ün 1369'da burayı kendisine mekan etmesinden sonra gelişmiş ve Türk abideleriyle bir Türk kültür merkezi haline getirilmişti. Şahruh ( 1404-1447) hakimiyetinde birçok kültür eserleri kazanan Semerkand'a, Uluğ Bey (1409-1449) dünya ilim ve astronomi tarihinde büyük bir yeri olan rasathanesini inşa ettirmeye muvaffak olmuştur. Uluğ Bey, saray şairi Sekkaki, arkadaşları Mukimi, Yakini, Emiri ve Gedai gibi üstad şairlerle Semerkand'ı Türk kültür, san'at ve ilminin başlıca merkezlerinden biri ha­ line getirmiştir. 1967 yılının 24 Eylul Pazar günü... Kızgın bir öğle güneşi başımızda yanarken, Uluğ Bey'in ölümünden tam 520 yıl sonra, Uluğ Bey'in Anadolu'dan gelmiş torunları onun rasathanesini geziyorlar ; aziz hatırasını saygı ile anıyorlar ve mensub oldukları yüce milletin fatihler, ci­ hangirler kadar, dünya tarihine ilim ve san'at adamları da kazandırmış olduğunun eski örneklerini Uluğ Bey'den kalmış bu abidede görüp gurur duyuyor ve geleceğe yö­ neliyorlardı... Geçmişte dedelerimiz yapmış, bugün ve ya­ rın biz de yapabiliriz ve yapacağız diyorlardı. Semerkand'ın görülmeye değer en mühim san'at eserleri, buradaki tarihi Türk yadigarlarıdır. Temür ve Uluğ Bey'in inşa ettirdikleri bu eserlerin hepsinde görü­ len mimari, kullanılan çini tezyinatı Selçuk mimari ve san'abnın ta kendisi . .. Bugün buralarda yaşayan Özbek, Türkmen kardeş­ lerimizin dili ile, Anadolu'da konuşulan temiz Türkçemi­ zin -kasıtlıların tahrif ve tahrib için uydurdukları mas.

1 16


Uluğ Bey'in Rasa-dhanesi önünde.


karalar dili değil- nekadar birbirinin aynı bulunduğunu tesbit eden Hey'et'teki arkadaşlarımızın hepsi, Semer­ kand'daki mimari ve tezyin san'atı ile olan alaka ve irti­ batımızı da hayranlıkla müşahede ediyorlardı. Burada bir hususu takdirle belirtmek isterim: Yüz­ yıllardan miras kalmış Muhammed Sultan'a aid mavi kubbeli Gür Emir Türbesi'ni (1404) ; Temür'ün burada kendisine ve sevgilisi Bibi-Hanım'a yaptırdığı mescid ve makbereleri (1399-1404 M.) ; Şah-Zende İbn-i Abbas'ın türbesini ve makberesini ; Türkan Aka (1371-1372 M.) ; Tuğluğ Tigin (1375 M.) ; Şirin Bige (1385 M.) ; Emir-Za­ de (1386 M. ) Tümen Aka, Kadı-Zade Rumi mescid ve makberelerini Sovyetler büyük bir i'tinô., ihtimam ve ih­ tisasla muhafaza ve restore ettirmektedirler. Taşkend'deki din işlerini tedvirle vazifeli idare ta­ rafından yayınlanmış, Müftü Ziyaeddin Babahan (of) ' un bir "mukaddeme"sini de taşıyan (Sovyetler Birliği'ndeki Tarihi Asar-ı İslamiye) adlı büyük eb'addeki büyük eser, bu tarihi abidelere verilen değerin, takdire layık başka bir örneğidir. Buhara'dan - Baku'ya - Leningrad'a kadar bütün şehitlerdeki tarihi İslam abidelerini, mescid, cami ve tür­ beleri, renkli baskı san'abnın bir güzel nümunesi halinde sunan bu kitabı bana hediye eden Özbekistan Bakanlar Kurulu Başkanı muhterem Ralımankul Kurban (of) 'a buradan d a sonsuz teşekkürlerimi sunm ak isterim. öz:. bekistan'ın Taşkend'den sonra ikinci büyük kültür şehri olan, tozuyla toprağıyla Orta Asya'nın Semerkand'ı, Or­ ta Anadolu'nun bir eski köhne kasabasından farksız gö­ rünüyor. Yeni yeni evler, okullar, tiyatrolar, sanayi te'­ sisleri, diğer bölgelere nazaran çok geri, çok iptidai bıra­ kılmış bu Müslüman Türk diyarımn da birgün yüksele­ ceği ümidini veriyor. Kesif komünizm propagandasını hedef tutmuş ; 118


maddi - manevi, sosyal ve kültürel bünyede büyük tah­ ribat yapmış bulunmasına rağmen, bu bölgede başarıl­ mış okuma - yazma davasının ta 1939'da halledilmiş bu­ lunması, bugünkü gençlerin uyanmalarında, milli şuurla cihazlanmalarında bühim bir amil sayılmalıdır. "Ne okurlar, ne yazarlar ki ?" diye düşünmek de mümkündür. Fakat, geceleri - gündüzleri · (Savatsızlar Kursu) açarak okuma-yazma bilmeyen yaşlılara dahi bu mecbıiriyeti uygulamış rejimin, kendi çıkarına propagan­ da 've baskı yaptığı kaynaklardan bile insanoğlunun fay­ dalandığına şahid olduk. Bu insanlar da dünyaya geldik­ leri gün, yüce Allah'ın . kendilerine balışettiği hakları, hürriyetleri, nimetleri yeniden elde etmenin ; ellerinden alınmış, gasbedilmiş şeylere tekrar sahib olmanın, kavuş­ manın bir yolunu buluyorlar. Özbek ses san'atkarının yanık yanık : uNeler Çektim. . Neler çektim. . .

Azap çektim derdinden! ... "

fery8:dına Rus mihmandarımız istediği kad ar : "Efendim, taıbii bu bir aşk, sevda şarkısıdı r ; siyasi 'bir ma'nası yok­ tur." diye te'vil arasın. Bu türküler, bu sesler, çilekeş kardeşlerimizin ruhlarında yatan ve uyuklaya:::ı sevgiliye sesienişdir ki, o birgün uyanacak ve hak ve hürriyet­ leri gasıbedilmiş bu talihsiz insanlar da haklan olan hür­ riyetlere, ni'metlere ve mutluluğa kavuşacaklardır� (Ahdimize inan yar) diye ağlayan Özibek kızı sa­ mimidir, kalbinin sesini duyuruyor ; gönlünü dolduran mura.dı, rtürıküsüyle şöyle dışarı döküyor :

((Bahçede gUZler Okur bülbüiler Böyle diyirler: Yine yaz gelir! .. " 119


.. Dünya tarihinin cihangirleri arasında müsk ak A s Temur tesna bir yeri olan Aksak Temür, 1336 yılında Semeııkand'ın 50 mil güneyindeki Keş ( Yeşilhisar) kasabasında doğmuştu. Babası, Barlas Boyu'nun reisi,' annesi Çingiz Han'ın torunlarındandı. Ömrü boyunca dö­ ğüşen Temür, bir gece baskınında vuruşurken hacağın­ dan yaralanmış ve 69 yaşında ölünceye kadar (1405) to­ pal kalmış ve "Aksak Temür" (Timürlenk) diye anıl­ mıştı. Yeryüzünde kendisinden başka Hakan bırakmak is­ temeyen bu Orta Asyalı cenkçi, lran'ı, Suriye'yi aldıktan sonra Anadolu'ya gelmiş ve 20 Temmuz 1402'de, kardeşi sayılan diğer bir Türk Sultanını, Yıldırım Ba.yazıt'ı yen­ miş ve esir etmişti.

Uçsuz bucaksız çöller ortasındaki mekanına, Semer­ kand'a döndükten üç yıl sonra, büyük bir Çin seferine hazırlandığı sırada, vefat eden koca imparator Temür, dehşetiyle Asya'yı, Önasya'yı ve Avrupa'yı titretmiş Ha­ kan, vasiyeti üzerine, Hocasının ayakucuna gömülmüş­ tü ve bugün tarihin koynunda sessiz, sakin yatıyordu. Amma, adı ve ruhu bu ülkelerde ve bütün Türk diyar­ Iarında yaşıyordu. Türbesini bekleyen bekçinin, türbedi­ rının adı bile Temür'dü. Temür, Orta Asya lehçelerinde (Demir) karşılığıdır. Temür'ün ölümünden .tam 562 yıl sonra, Anadolu'lu Türk torunları, :başlarında Ispartan'ın İsl8.mköy'ünden � mirel, Demir'in (Temür'ün) ıkaıbrini ziyarete gelmişlerdi. Temür, büyük Atatürk'ün tarihimizde, bütün dünya tarihinde beğendiği ve sevdiği kumandanlardan, Hakan­ lardan biriydi. Fakat Atatürk'ün, Rus'ların Altınordu Hanlarını nasıl yıktıklarını anlatırken, Temür'ü Osmanlı Devleti aleyhine harbe teşvik ettiklerini tafsilatiyle an­ lattığını da bir yerde okumuştum. 120




O, Anadolu'daki birliği, düzeni bozmuş ve çok yer­ leri yakmış, yıkmış bulunmasına rağmen, buralarda bir sembol, tarihin bir yaşayan hatırası idi. Temür'ün bakımsız kalmış, fakat her tarafı son de­ rece değerli eski Türk çinileriyle süslü bulunan, türbesi iki katlı · idi. Asıl mezarı, türbenin alt katında bulunmak­ taydı. BirinCi katta ise, değerli taşlarla kP.plı bir sandu­ kası mevcuttu. Temür'ün kabri başında, yine bu yurdun büyük ev­ ladları Farabi, Birıini, Tirmizi, Buhari, !bn-i Sina, Uluğ Bey ve Babür'ün ruhlarını da yad ve şad ediyorduk. Adı, dünya ilim pedilerde şerefle hanesini iftiharla gezerken, öğrencilerine ders verirken gördük. Ulug � Bey

tarihinde ve büyük ansikloanılan Uluğ Bey'in Rasad­ duvarlarında, Uluğ Bey'in çizilmiş tasviri resimlerini

Genç yaşında asılan bu ilim B.şıkı müstesna Türk ev­ tadı, eğitim tarihinde müstesna bir değer taşıyan müca­ delesi ile, Mukaddes Kitabımız'da Peygamberimizin Hadis-i Şerif'lerinde halkı ilim öğrenmeye davet eden hükümlerin, kadınlara da şainil olduğunu savunmuştu. Rasadhanesini süsleyen resimlerde Uluğ Bey'in Türk kız­ Iarına ders verdiği görülüyordu. Semerkand'da, az sonra gezeceğimiz ve inceleyece­ ğimiz büyük sulama te'sislerinde kullanılan muazzam çi­ mento-çelik boruların yapıldığı, betonarme blokların dö­ küldüğü ve pişirildiği (Yanguyer) Fabrikası'nı ve ayrıca,, (Astragan Kürk İmalathanesi) 'ni de gördükten sonra, üç otomobile taksim olduk ve Mirza Çöl veya Rusların verdiği propagandalı adla (Açlık Çölü) , ( Açlık Stepi) is­ tikametine yollandık. Şehrin içinden geçerken ve daha önce tarihi - dini eserleri, fabrika ve imalathaneleri ziyaretimiz sırasında, 123




Semerkand'lı Özbek kardeşlerimizin bize karşı göster­ dikleri çok samimi tezahürlere şahid olmuştuk. Orta Asya kızıl çölleri ortasına açılmış geniş asfalt yollar bizi, muazzam sulama te'ç 0 u sisleri ve modern ziraat usulleriyle ıslah edilmiş, kum deryasından tarlalar haline getirilmiş mil­ yonlarca dönümlük araziye ulaştırdı. Özbekistan'da 1,5 milyon hektar arazi üzerinde pamuk ziraati yapılıyordu. Buradaki sulama kanalları · cidden görülmeye ve örnek edinmeye değer şeylerdi. Bu te'sisler ve burada elde edi­ len iyi sonuçlarla çok yakından ilgilenen sayın Demirel'in ifadesiyle : "İnsan yutan bir çölün, bereket kaynağı ha­ line getirilmiş olmasını" takdirle karşıladık.

Ç"T = Ç.;.�)

Mi (A

Amma burada çalışan insanlar, bu bölgedeki insan­ lar, bu çöle kanını, canını vermiş kimseler, su diye bu topraklara terini dökmüş ve katmışlar, bütün bunların karşılığında ne nisbette bu topraklann mahsulünden fay­ dalanmışlar, faydalanıyorlar ve faydalanacaklar ? Bunu görmek, öğrenmek ve kesdirrnek mümkün değildi. Se­ merkand'a bakllınca, (bu topraklarda yetiştirilen pamuk­ lar da, diğer ürünler de hep kara vagonlarla Kızıl Cen­ net'in diğer merkezlerine taşınmış olmalı) hükmüne var­ mak lazımdı. (BEYAZ ALTIN) DEDİKLERİ PAMUK, ALTIN OLMAK ŞÖYLE DURSUN, ONU ÇIKARAN ÖZBEK İÇİN HENÜZ YATAK, YASTIK VE YORGAN DAHİ OLAMAMIŞTI. Deli Petro'nun mirasçıları, Özbekistan'da, Prens GorçaJmf'un : uRusya'nın istikbdli Doğudadır' işaretine iyi dHdc·a;t etmişlerdi.

Dikkatimizi çeken diğer bir husus da, Sovyetlerde rastladığımız yeni kalkınma çabaları, faydalı eserler vü­ cuda getirme ve inşaat seferberlikleri tarihinin çok yeni, 4 - 5 senelik oluşu idi... Anlaşılıyor ki, Kızıl İhtilal'in ilk

126


45 yılı, sürgün, yağma, yakıp - yıkma, temizleme ve ölüm

arneliyeleri ile geçmiş. Ekilmesinden toplanmasına kadar hep modern zira­ at aletleri ve metodlarıyla işlenmiş pamuk tarlalarından birinde, sayın Demirel, bir pamuk toplama traktörüne çıkartıldı ve Semerkand'lı bir Özbek işçi ile, hür ve müs­ takil kardeş Türkiye'nin Başbakanı bir an yanyana çalış­ tılar. İnsan haklarının yok edildiği yere, kardeş eşitliği­ ni biz getirmiştik. "İnşallah bu tohum da bu tarlalarda tutar" temennisinde bulunduk. Özbekistan Bakanlar Kurulu Başkanı muhterem Ralımankul Kurban (of) ertesi günkü konuşmasında : "Bu yıl pamuk mahsiı.lümüz çok daha bereketli ve verimli olacak ; zira sayın Türk Başbakanı Süleyman Demirel dün tarlada bize yardım ettiler" şeklinde bir samimi es­ pri yaptı. ·

Ben de, o bembeyaz pamuk .· tarlasındaki samimi manzara karşısında : "Ulu Tanrım ! Sevgili Özbek kar­ deşlerimizi besieyecek topraklara bereketler ve onlara hayırlar, mutluluklar ihsan et ve İslamköy'lü Süleyman Bey başda, Anadolu'lu Türk kardeşlerinin bu toprakla­ ra basan ayakları, Özbek kardeşlerimize ve ülkelerine uğurlar getirmiş olsun !" diye içimden Allah'ıma dualar ettim. Bütün Sovyet Rusya gezimizde, kendi seçtikleri ve­ ya hazırladıkları "göstermelik" bir kolhoz'U, bir işçi, çiftçi, köylü evini ve ailesini ziyaretimiz, görmemiz müm­ kün olmadı. Yalnız, Mirza Çölü (Açlık Stepi) gezisinden sonra, bu arazide kurulmuş bir solboz'un köşesinde, ida­ re binasına götürüldük. Bir kat üzerine inşa edilmiş bir salonda, üzerieri nefis ve leziz Özbekistan kavun-karpuz, üzüm, erik, elma ve armutlanyla doldurulmuş masalar127



da bizlere meyvalar ikram edildi. Bu 19. Solhaz'dan ay­ rılırken, köşede duran ve bize melül melül bakınan öz­ bek - Türkmen ihtiyarların yaruna gittim ; onlarla birlik­ de resimler çektirdim. Kendilerine adlarını sordum : Zıp­ par Han, Abdülvahit Han, Ganican Han... Han nerede, Hakan nerede, hanlık nerede ?... Zavallıların "Han" diye bir adları kalmış ! .. Taşkent'e dönerken bindiğimiz tren, vagon-resto­ ve yataklı lüks bir trendi. Yapılışı büyük ve sağlam ranlı görünüyor, fakat güzellikten, zariflikten yoksundu. Kom­ partımammızdaki masaların üstüne tabak dolusu neİıs ve leziz Özbekistan meyvaları ve şişe şişe şerbetler, so­ ğukluklar konulmuştu. İki kişilik kompartımanlardan biri, öteden beri uğra­ dığım özel misafirperverlik neticesi, tek olarak bana . ay­ rılmıştı. Kar gibi beyaz örtüler serilmiş, kabarık koca kuştüyü yastıklar konmuş yumuşak yataklarda başucu­ muzdaki oparlörden gelen tatlı müzikle, kardeşlerimizin hakkı bize harcanarak yaptığımız bu seyahat, yalnız başka ülkelerden gelmiş misafirlere, yabancılara mahsus bir (Beyaz Tren) safası olsa gerekti. Acaba Özbekistan'­ da bu rahatlık, bu konfor ve bu mutluluk içinde kaç öz­ bek kardeş bizim gibi bir seyahat yapmıştı, yapabilir­ di ? Yoksa onlar kara vagonlarda, hayvanlarla bir ve be­ raber mi gitmişlerdi, giderlerdi ? Bütün Mirza Çölü'nü ve bu yerleri gezerken her an ha­ tırladığım ve düşündüğüm, çok şeylere onun hasretle dolu yaşlı gözleriyle baktığım Türkistan'lı kardeşlerimden mü­ cahit Baymirza Hayıt'ın (Asya'daki bir müslüman· ını1Jet

üzerinde Sovyet tipi sömürgeciliğe bir örnek olarali : Sovyet Rusya'mn Türkistan'daki Sömürgecillği ve Em­ peryalizmi) adlı değerli eserindeki bir şiiri, Türkistari;ıri hürriyet şairi Çalpan'ın şu parçasını tekrarlıyordum : 129 .


zbekistan ortasında Tevetoğlu iki Özbek Han'ının arasında : Zıppar Han

VP

GaniC'an Han'lıı.


Külgen (gülen) ba§kalardır, yığlağan (ağlayan) men­ men (benim). Oynağan ba§kalardır, inleğen menmen, Erk (hürriyet) erteklerini (masallarını) i§itken (i§iten) ba§ka, Kulluk ko§Uğunu (türküsünü) tinlegen (dinleyen) menmen, Erkin (hür) başkalarıdır, kamalgan (hapsedilen) menmen,

Hayvan katarıda (sırasında) sanalğan (sayılan) men­ men.

Başucumdaki oparlörden, çok yamk sesli bir Özbek ·kızının hep içli, hep dokunaklı ve sanki hep "man8lı ve maksadlı" türküleri geliyordu : Yar vefasızlık etse ferydd ederem ben Kalbimde muhabbet köyünü ydd ederem ben.

Bu söz bana, uçakta gelirken tamştı, gım ve konuştugum, her ı·k·ısı de yu ··kebed•ı sakiarım .. .. sek tahsı·ı gormuş, 30 yaş1arındak"ı ı. kı. Özbek aydınını hatırlattı. Rahathkla konuşabildiğimiz bu iki kardeşin, Atatürk'ün resmini görmek isteyişleri üze­ rine, kendilerine verebildiğim biri beş, diğeri on liralık Türk paraları için birinin "ben bunu ebedi saklarem" de­ yişi, gözlerimin dalınasına ve uzun uzun düşünmeme se­ bep olmuştu. "Ben onu

·

Sovyet mihmandarımın dediği gibi, bunlar belki aşk, sevda türküleri idi ; siyasi değillerdi . Amma bana yine de dokunuyordu : ({Pencereden ta§ gelir Humar gözden yaş gelir."

131


"Ben baktrem, o bakmir'' . t'Uzakda durma gel Boynumu vurma gel" usemiz geçen günlerim lJmrünıe nice sayım (sayayım)" O kar gibi beyaz, o kuştüyünden yumuşak yatak ve yastıklar bana diken, çivi gibi olmuşlardı. Bir dakika uzanamadım ; .bir saniye yastıklarına baş koyamadım ve bir saniye uyuyamadım. Bütün yol boyunca, yurdumuz­ dak.i en fakir, en geri, en iptidai köylerimizin manzara­ larını andıran, üstü açık tahta helaları evler dışında bulu­ nan, Özbekistan köylerini seyrettim. Uzaktan gördüğüm manzara şu idi : Yıllarca sömü­ rülmüş topraklar ve insanlar !.. Trenimiz Taşkend'e yaklaşmadan, bizi vagon-resto­ rana yemeğe davet ettiler. Kurdukları her sofra, bizim için "Zekeriya Sofrası" kadar zengin olunca, burada, bir lahana, iki soğan, üç patates için kuyruğa girmeye alışmış zavallılar nazarın­ da ise herhalde bunlar birer "Peri Masalı Sofrası" olu­ yorlardı. Dört kişilik soframızda 44Sağlık Ekibi" olarak bizim­ le birlikte Taşkend'den Semerkand'a gelmiş Dr. Mefha­ ret Harnın da bulunuyordu. Hayat yoldaşı (kocası) mü­ hendismiş ve 180 ruble aylık alıyormuş. Kendi eline ge­ çen para ise, mahrfimiyet bölgesi doktoru olduğu için, 200 ruble imiş. Mefharet Hamm, 15 yıllık doktormuş. Sa­ rıcan, Tahircan, Lale ve Elmas adlı dört çocukları tah­ sil görüyorlarmış. Hepsini devlet parasız okutuyormuş. Evleri de bulunduğu için, 380 ruble kendilerine bol bol yetiyormuş ; hatta her ay epeyce de para artınyorlarmış. Dr. Mefharet, politikaya atılmadan önce benim esas mesleğimin hekimlik olduğunu öğrenince adeta sevindi.

132


özbekistan'da, (Orta Asya Devlet Üniversitesi) adı ile Taşkend'de ve (Özbekistan Devlet Üniversitesi) adı ile de Semerkand'da iki üniversite varmış. Ayrıca 36 Ens­ titü ve Fakülte'nin ; 144 Orta Öğretim Müessesesi ve Tek­ nik Okul'un ; 95 İlmi Araştırma Kuruluşu'nun bulundu­ ğunu söyleyen doktor hanım, bilhassa kadın doktorların çokluğundan bahsetti. Evvelce kızların hemen hiç oku­ tulmadığını ; Özbek erkeklerin de çok az sayısının eğitim ve yüksek tahsil gördüklerini belirten doktor hanım, öz­ bekistan'da bugün eğitim ve öğretimin çok ileri götürül­ düğünden örnekler verdi. Özbekistan kadınlarının resmi makamlarda ve halk hizmetlerinde büyük vazifeler gördüklerini iftiharla söy­ leyen doktor hanım, şöyle diyordu : uBunun en güzel ör­

neği (Jzbek'istan Cumhuriyeti Başkanı'nın bir (Jzbek ka­ dını, sayın Yddigar Nasreddin(ova) oluşudur. Bundan 1Jaşka Bakan ve Bakan Yardımcısı olarak altı kadın da­ ha vazife görmektedir ki, Vasilia Sadık(ova), Naile Mahmud(ova) bunlardan ikisidir. Ilim alanında da ()zbekistan kadınları büyük hiz­ metler görmektedirler. Bu alanda altıbine yakın lJzbe­ kistan'lı kadın bulunmaktadır ki, aralarında 11 profesör, 28 doktora yapmış ilim otoritesi ve 850 kadar muhtelif lıranşlarda mütehassıs olarak hizmet edenler vardır. Gü­ zel san'atların her sahasında ve bilhassa sahne, edebiyat ve müzik kollarında 2500 ()zbekistan kadını çalışmak­ tadır ki, bunlardan birçoğu bütün Sovyetler Birliği'nde büyük isim yapmışlardır. Altı lJzbek kadını, tekmil Rusya'nın en ünlü artist­ ieri arasında yer almış bulunuyorlar. (Jzbek sahnesi, Bd­ ra lşantura(iva), Halime Nasır(ova), Tamara Hanum, Dilber Abdurrahman(ova), Mükerreme Turgunbay(ova), Galiye lsmail(ova) gibi başarılı (Jzbek san'atkarlarının adlarıyla iftihar duymaktadır." 133


Daha sonra Dr. Mef.haret Hanım, Özbekistan'ın ün­

lü .kadın şairi "Zülfiye"nin (Özbek Kadını) üzerine yazdı­ ğı bir propaganda şiirinden bize parçalar okudu : ({Yüzyıllar boyunca sen yaşamadın, ıstırap çektin; Fakat birgün bu kara bulutlar ve karanlıklar kayboldu Ve sen kuvvetli kolların'la dünyayı sevinçle kucakladın."

.Aı1kadaşımızın :biri bu söylenenleri ve okunanları bir "propaganda konuşması" saydığım bÜdirince, ben Öz­

bekistanlı hanım meslekdaşımı mUşkül durumdan kur­ tarmak için şöyle ·konuştum :

<<Gerçekleri tahkik imkdnları verümek şartıyla, her ba§arılı hizmeti takdirle karşılarız. (jzbek kardeşlerirrıtiz okutulmU§sa, okutuluyorsa, yüksek tahsil yaptırılıyorsa bundan çok sevinir, memnunluk duyarız. Kendi rejim ve ideolojilerinin propagandasını

yapmak, putlaştırdıkları

Lenin'in, Marks'ın prensiplerini öğretmek için dahi ol­ sa, yeti§en bütün nesillerin tahsil imkanlarına sdhib kı­ lını:ılarını takdirle ve ümidle karşılamak lazımdır. Nasıl yeti§tirilmiş bulunurlarsa bulunsunlar; birgün onlar bu yerlerin yeniden uKüller Mekanı" olmaktan çıkıp ((Gül­ ler Mekanı" hdline gelmesini elbette . sağlayacaklardır. Burada çıkan beyaz altının, evveld kendüerine ucennet Döşeği" olmasını isteyecekler; bunu kabUl ettirecek ve yerine getireceklerdir.

Yeter ki okusunlar, okutulmuş

bulunsunlar. Yeter ki ilme eri§ilsin,

ı:ıığa kaVU§ulsun.

Bozkurt ve Ergenekon Efsanesi bu Alp Er Tunga (Efrd­ siydb )'lar diyarına did değil midir '! Ermi§lerin gömülü bulunduğu ve yaşadığı topraklarda birgün efsaneler ger­ çek olur, tarih tekerrür eder."

24 EylUl Pazar akşamı Taşkend'in Navru Operaevi'n­

de Ö2lbek san'aJt.k8.rlarını seyredecek ve dinleyecektik.

Nava.i Operaevi, Nava.i Meydanı'nda Türk mimarisi

134


üzerine inşa ve tezyin ediimiş çok güzel bir bina idi. Ke­ merler, tavanlar ve iç tezyinat, cidden Türk zevkini ve inceliğini temsil ediyorlardı. Türk'lerle meskfın en mfi­ tena lbir semte ve meydana, en büyük ıbir san'at müesse­ sesine, Türk soyunun büyük eviadı Ali Şir Navai'nin adı­ nı verişleri ve hele 9 Şubat 1441'de Herat'ta doğmuş ; 3 Aralık 1501'de yine orada ölmüş bulun·an bu büyük Türk­ çü fikir ve san'at pirinin Taşkend'de çok güzel bir de heykelini di,ktirmiş bulunmalan, cidden takdirle anıla­ cak ve işiret edilecek bir husustur. Nava.i semtinde, Özbek bale ve operasının temsiller verdiği :bu Operaevi arkasında yeni ve . büyük bir bina olara:k , koca şehirdeki yegane umfimi satış mağazası in­ şa edilmiş bulunuyor. • • Günümüze kadar gelen Türk milliyetçili­ ş· Navaı ği tarihinin, Türkçülüğün ilk pirlerinden olan Ali Şir Navai, yalnız Orta Asya Türk'lerinin ve öz­ bek'lerin değil, yeryüzündeki bütün Türk'lerin milli ede­ biyatlarında mevcfıd en büyük şöhretlerden biriydi. Şiir olan babası Kiçkine Bahadur, Uygur Bahşılarındandı ve Temür-Oğulları sülalesine mensub aristokrat bir ailenin reisiydi. Horasan Hükümdarı Ebül-Kaasım Babür tarafından yetiştirilen ve XV. Yüzyıl Orta Asya Türkleri'nin şair ve alim hükümdarı Hüseyin Baykara ile mektep arkadaşlı­ ğı yapan Navai, Baykara Sultan olarak Herat şehrine yerleşince onun yanına gitmiş ve ölümüne kadar orada kalmıştır. Asta.rabad Emirliği, Mühürdarlık, Divan Bey'­ liği gibi yüksek devlet kademelerinde bulunmuş Navai, daha sonra resmi vazifelerden çekilip hayatının sonuna kadar ilim ve san'atla uğraşmıştır. Kastamonu Lisesi'nde öğrenci iken Navai hakkında­ ki birçok yazıları ve bilhassa rahmetli Köprülü'nün inceAlı.

ır

.

135


Yeryüzündeki bütün Milli

en biiyük büyük

rnenud

ı;öhretlerden;

Milliyetçiliği'nin, ilk

Türklerin

Edebi�at'larında

Türk

Türkçülüğliıı

pirlerinden

Ali

Şir

Navai'nin Taşkend'deki heykeli.


lernelerini dikkatle ve büyük bir ilgi ile okumuştum. 1934' de Maarif Vekaleti'nin yolladığı edebiyat bakalorya so­ rularının biri Ali Şir Navai üzerine çıkmıştı. Fakat be­ nim onu aşk ile incelemem, daha sonraki yıllarda bir Türk milliyetçisi olarak Türkçülük tarihi üzerindeki çalışma­ larım sırasındadır. Ona olan büyük sevgim ve bağlılığı m da Navai'nin ilk Türkçülerden biri oluşu sebebiyledir. Türk dili ve Türk medeniyeti üzerinde yıkıcı te'sir­ ler yapan yabancı dil ve medeniyetlere karşı isyan ede­ rek Türk dilini ve Türk medeniyetini savunan ve layık olduklan mertebeye yükseltıneye çalışan ilk Türk mil­ liyetçilerinden biri Ali Şir Navai idi. O, çok sevdiği ve yücelmesine bütün gücünü harcadığı Türk dilini uğradı­ ğı haksızlıklardan kurtarmış, korumuş ve bilhassa Türk­ çenin Farsçadan üstün olan meziyetlerini anlatmaya, is­ pat etmeye çalışmıştır. İki dili muhakeme edip Türk dilinin ve Türk milleti­ nin üstün kudret ve kabiliyetlerini bilgi ile meydana çı­ karan Navai, Mu h a k e m e ' t - ü 1 L u g a t e y n adlı eşsiz eseriyle Türk dilinin ve Türk milliyetçiliğinin ilk edebi abidelerinden birini dikmişti. Otuzu aşan eserleri arasında dördü Türkçe ve biri Farsça olmak üzere beş divanı bulunan Navai, "Çocukluk Garibeleri", "Gençlik N&.direlerl", �·ortayaş Bedialan" ve nihayet "Büyüklüğün Faydaları" ma'nalarına gelen adlar verdiği divanlarını, daha sonra hep bir arada " H a z a i n - a I - m a a n i " (Ma'na Hazineleri) nde toplamıştır. 1484'de tamamladığı 64.000 mısra'hk H a m s e ' ­ sinde (Ferhad ve Şirin), (Leyla ve Mecnun) ile (lsken­ der ve Behram Gur)'a dair manzum romanları, ahlak ve tasavvuf üzerine konuşmalan vardır. Bugün Navru'nin bu eserlerinden opera ve ıbaleler için konular seçilmekte ve bunlar işlenip oynanmaktadır. 137


O gece, kendi adını taşıyan Operaevi'nde seyredece­ ğimiz programın birinci bölümü de, ünlü bestekar ve or­ kestra şefi Muhtar Eşrefi tarafından Navai'den sahneye adapte olunmuş " D i 1 a r a m " adlı eserin dördüncü sahnesinden ibaret bir parçaydı. Saat 21'e beş kala, bizleri "Huş-Kelibsis !" diye kar­ şılayan milli kıyafetler giymiş cici Özbek güzellerinin tatlı (Hoşgeldiniz ! ) leriyle Navai'nin san' at evine girdik. Navai'nin evinde, böylesine kalabalık bir hey'et ha­ linde uzak yollardan gelmiş Anadolu'lu öz torunları bel­ ki de ilk defa bulunuyorlardı. Bu, bizim için de, Özbek kardeşlerimiz için de müstesna, mutlu bir geceydi. Bilmem arkadaşlarım neler duyuyor ve düşünüyor­ lardı ; fakat hepimiz öz Türk ilinde, öz Türk havası te­ neffüs etmekten o kadar mest ve mes'ud idik ki, rejimi de, onun kötü havasını da, bütün acıları da adeta unut­ muştuk. Sayın Başbakanımiz Süleyman Demirel ile Eşi ve Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Başbakanı Ralımankul Kurban ve Eşi şeref locasına geldiklerinde, salonu hıncahınç dolduran özbek kardeşlerin yürekten, candan gösterdikleri tezahürat cidden büyüktü. Bunu, Özbek orkestrasının İstiklal Marşımız'ı yürekten çalma­ sından sonra da, daha coşkun bir tarzda tekrarladılar. Nasıl evvelki akşam Havaalanı'na karşılamaya gel­ miş veya getirilmiş, başlarında siyah-beyaz motifli Öz­ bek takkeleri bulunan Özbeklerin elinde kağıttan küçük Türk bayrakları bulunmuyor idiyse, bu gece de Navai Operaevi'nin içi ve şeref locası l!yıkı veçhile Türk - Öz­ bek bayraklarıyla süslenmemişti. Bunlar gözüroüzden kaçmıyordu amma, biz yine de müteşekkirdik. Çünkü bizi birbirimize bağlayan o kadar gerçek ve kavi maddi ve ma'nevi bağlar, bayraklar mev­ cuttu ki, bunların zorlar, tazyikler, propagandalar kul-

138


lanıldığı halde yokedilemedeği, edilerneyeceği anlaşılmış­ tı ; ve yanlış yoldakiler doğru yola gelmeyi kendileri için de en faydalı iş saymışlardı. Orkestra şefi, 1914 Buhara doğumlu Muhtar Eşrefi, aynı zamanda bestelediği eseri sahneye koyan, bütün Sovyet Rusya'da haklı bir ün kazanmış bir Özbek san'­ atkarıydı. Bu ünlü besteci ve yönetici Muhtar Eşrefi'nin Navai'den sahneye koyduğu ( D i ı a r a m ) 'ın 4. bölü­ münde (Dilaram) rolüne, ünlü Özbek ses san'atkarı Saa­ det Kabul çıkıyordu. (Şah Behram) rolünü davetli san'­ atkar Sason Beyaminov oynuyordu ; (Ardeşer) rolünü Cemal Nizamhoca ; (Nuğman) rolünü Nizami Haşim (of) ; (Uluğ Hoca) rolünü Esad Azim (of) ; (Saray Beyi) rolü­ nü ise Mikail Moşeyev oynuyorlardı. (Türk Güzeli) rolüne çıkan Ayni sa Kuçlık (ova) idi. (Arap Güzeli) 'ni Galia İsmail (ova) ; (Fergana Güzeli) 'ni Klara Yusuf (ova) ; (Hind Güzeli) 'ni Roza Murad (ova) ; Sa.di'nin (İran Güzeli) 'ni Hulya Hamra (ova) temsil edi­ yorlardı. Büyük çoğunluğu yerli ve Türk asıllı olan, söyledik­ leri şarkılar Özbek lehçesiyle Türkçe okunan, Özbek Ba­ lesi'nin ve Operası'nın bu en seçkin san'atkarları, Türk'- · ün raksda ve müzikteki üstün kabiliyetinin temsilcileri idiler. Onlan, san'atlarındaki büyük başarıları yanında, şartlar ne olursa olsun, bilhassa Özbek kardeşliğinin bize verdiği milli gurur ile kalbirnizin derinliklerinden gelen sonsuz sevgi ve takdir hislerimizle candan alkışlıyorduk. Muhtar Eşrefi'nin besteleyip yönettiği Navai'den se­ çilmiş ( D i 1 a r a m ) , diyebilirim ki, Anadolu'dan gel­ miş biz misafir Türk kardeşlerine Özbek kardeşlerimizin temsil· edebilecekleri programın en münasibi idi. Bir Türk hakanının otağında geçen sahne, tıpkı M u­ h a k e m e ' t - ü 1 L u g a t e y n 'de Türkçe ile Farsçayı mahkeme edişi ve Türkçeyi haklı ve üstün çıkarışı gibi, 139


yine Navai'nin güzeller içinde de Türk güzelini birinci kı­ lışı idi. Büyük ses artisti Nasır kızı Halime Hanım'ın uşak makamında okuduğu klasik Özbek şarkısı : {(()zbekistan gül-i zdr Her bir şehri ldlezdr"

bize -gerçekleri gördükten sonra- büsbütün dokunu­ yordu ve biz inleyen "nA.lezen" şarkıcının her bir şehrin "gül-i zar" ve "lalezar" olduğunu ilanından "külzar" ve "nale-zar"lığını duyuyor ve anlıyorduk. Büyük zelzele felaketine uğramış Taşkend'de, yıkı­ lan kerpiç yığınlar kısmen kolaylıkla temizlenmiş. "Kaç ölü oldu ?" diye sorduklarımızdan "dört ölü" karşılığını alınca, "şaka mı ediyorsunuz ?" diye hayretimizi sakla­ yamıyorduk. Aldığımız ikinci cevap dikkate şayandı : ••Bu, gazetelerin yazdığı, radyo ve televizyonların söylediği ve bize belletilen sayıdır." Yerli Özbek musiki aletlerinden kurulu saz takım­ larının iştirakiyle düzenlenmiş (Bahar) Özbek dansı ; Er­ gaş Yoldaş (ef) bile Rana Hidayet (ova) 'nın aynadıkları (Ayhan ve Çoban) düeti ; Mükerrem Turgunbay'ın oy­ nadığı ( Tanıvar) adlı Özbek dansı ; daha sonra Galia ls­ mail (ova) 'nın oynadığı (Pamir Dansı) ve (Buhara Dan­ sı) bize kadim tarihimizden, Orta Asya'da yıllardanberi her türlü yokedici rejimierin ve te'sirlerin altında kaldı­ ğı halde bütün inceliği ile yaşayan Türk san'atından, Türk kültüründen ve folklorundan, dans ve müziğinden verilen en ince, en tipik örnekleri teşkil ediyorlardı. Ley­ la-Meeni'ın Operası'ndan (Kaise Aryası) 'nı okuyan Sat­ tar Yaraşık ve (Bülbül) 'ü dile getiren, şakıtan Saadet Kabul Hanımlar da duyduklarımızın tercümanı idiler. Gülşad Atabay Kızı'nın söylediği : ••cana can Özbekistan"ı ben, hala "mutsuz" olan 140


bu çileli anayurdun, ınutlu geleceğine bir "ümid", "te­ menni" ve "niyaz" manasma aldım. Ertesi gün öğleden sonra Azerbaycan'a, Baku'ya hareket edecektik. Başından kaza geçen bavulwn tamir edilmediği, edilemediği için eşyalarımı mecburen yine ona dolduracak ve "bu aleme ibret" beyaz iplerle kara bavulu dışarıdan bağlayacak ve öyle gönderecektik. Ni­ tekim ertesi sabah bavulwnu bu şekilde hazırladım ve : "Buradan birşey götürmediğim hususu, hem yırtık ye­ rinden, hem de artık kilitlemediğim için daima açık bu­ lunacak kapağından kontrol edilebilir ve inşallah bavu­ luro Baku'ya kadar paramparça olmaz" diyerek erken saatte Sovyet idarecilere teslim ettim. Üç arkadaş sabahleyin Taşkend çarşısına gitmek istiyorduk. Bu maksatla umumi kafileden ayrılarak şo­ förün ve araharun birini alakoyduk. Navai Operası geri­ sinde bulunan GUM Umumi Satış Mağazası'na gittik. Saat lO'da henüz kapılar açılmamıştı. Hava oldukça so­ ğuktu. Bizim üzerimizde pardesillerimiz vardı. Tam lO'da açılacak giriş kapısı önünde uzun bir kuyruk olmuş hal­ kın arasına, biz de sıraya girdik. Kadın - erkek, genç ihtiyar bizi tepeden tırnağa süzüyorlardı. Üzerimizdeki pardesü ve ayağınuzdaki ayakkabılara hayranlıkla ba­ kan gençlerin yüzlerindeki manayı okumak zor değildi. Biz de onları süzüyorduk. Hırpani, yırtık - pırtık kimse yoktu, göze batmıyordu. Amma hepsinin üzerindeki ne kaba, ne zevksiz ve ne kalitesiz giyeceklerdi ! Mağazada çalışan kızlar ve oğlanlar, kuyrukta birikenleri yarıp ge­ çerek içeri girdiler ve nihayet kapılar açıldı. Ahalinin içe­ riye dalışını görmek lazımdı. Mağazaya girip bütün bö­ lümleri gezdiğimiz ve yukarı katıara da çıkıp burada sa­ tılan malları yakından gördüğümüz vakit, yalnız malze­ menin kalitesizliği değil, Moskova - Leningrad - Kiev'de gördüklerimizden de aşağılığı meydana çıkıyordu. Bizim 141


ıçın alınacak plaktan başka birşey yoktu. Satılan herşey nekadar zevksizse, üstelik okadar da pahalı idi. Satıcı­ lardaki asık surat ve minnetsizlik, Moskova'da ve diğer Sovyet şehirlerinde gördüğümüz kadar aşırı ve ö.şikar değildi. Buradaki baskı ve korku, şüphesiz daha çoktu. Zavallı Özbek'i yıldırmış ve yaradılışındaki iyilikle bir­ leşince, başka yerlerdeki suratsız memurdan onu daha mülayim ve sevimli yapmıştı. Çocuk eşyası satan bir yer istedik. Şoförümüz bizi, çocuk eşyası da satılan başka bir çarşıya götürdü ki, burası gerçekten görülmeye de­ ğerdi. Tek kat üzerine inşa olunmuş külüstür baraka dükkaniarın zeminleri, koca fare delikleriyle harab bir manzara arzeden, eski, pis tahta döşemelerden ibaretti. Bu dükkanlar bizim geri kalmış Türkiye'ınizin en küçük bir kazasında, bir köyünde dahi bulunamazdı. Burası ise "Beyaz Altın" yurdu Özbekistan'ın başkenti idi. Hele bu dükkanlar içinde satılan malları, iki doktor parlamenter ve bir hariciyeci "işte gerçek bu !", "işte yetiştirdiği be ­ yaz altından Özbekistan'lıya kalan kara lastik bu !" diye­ rek hayret ve üzüntü ile seyrettik. Şimdi, Belediye Başkanının Taşkend hakkında ve­ receği izahatı dinlerneğe ; sonra da, sevimli, cana yakın Başbakan Ralımankul Kurban'ın ve Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Şura Prezidyumu Başka­ nı Yadigar Nasreddin (ova) 'nın öğle yemeklerine gidecek ve oradan doğruca havaalanına gelecektik. Şehirleri, insanları, gerçekleri görmeden verilen ma­ lumatı, yapılan propagandayı dinlemek daha alaka çeki­ ci, daha nazik, daha kibar ve daha te'sirli oluyormuş. Amma, başarabildiğimiz kadarı ile birçok şeyleri yakın­ dan görüp anladıktan ve sefaletle, gerçekle yüzyüze gel­ dikten sonra zavallı vazifeli memurlarca söylenilen "mutluluk" ve "kalkınma" istatistik ve rakamlarını din­ lemek güç oluyor, gülünç oluyor ve o kadar da acı olu-

142



·

yor, acı veriyordu. Öğle üzeri yapılan son toplantıda ar­ kadaşlarımın yüzlerine baktım : Hepsinin yüzlerinde ve gözlerinde söylenilenlerin aksi olan "gerçek" okunu­ yordu. 1917'den 1967'ye kadarki 50 yıllık komünist Rus­ ya'da yapılanları ne bir taraflı kinle "yermek", ne de bir taraflı Acem mübalağası propaganda ve hayranlıkla "övmek" hakikatin ifadesidir. Herşeyden önce, Çarlık çağında iken de birçok sa­ halarda Rusya'nın Avrupa seviyesinde bulunduğunu ha­ tırlamak ve tesbit etmek lazımdır. Ondan sonradır ki, bu alanlarda, bu kollarda 50 yıldır yapılmış ilerleme veya gerileme doğru olarak meydana çıkar. İlerleme sayılan ve kaydedilen hususların, bir de ne kadar insanın hayatına malolduğunu, maliyet hesapların­ da göstermek zaruridir. İşte o zaman, idareci küçük bir azınlık ile, çok malıdut ve muayyen bazı meslek mensub­ larına tanınan ve nasip olan "mutluluğun", büyük halk kitlelerinin, yüz milyonlarca masum halkın "esarete", "zulüm ve işkenceye", "açlık ve ölüme" duçar olmasıyla sağlandığı gerçeği anlaşılır. Propaganda kitap ve broşürlerinde, her tarafta da­ ğılan, yazı ve haberleri mahalli gazetelerce de aynen tek­ rarlanan (İzvestia) ve (Pravda) '!arında yazılan, iddia olunanlar ve bize söylenilenlerle, müşahedelerimiz, gör­ düklerimiz birbirini tutmuyorlardı. Ya görmediklerimiz ? Ya gösterilmeyenler ?. Hiç şüp­ he yoktu ki; bunlar "başarı, ilerleme, kalkınma" diye gösterilenlerin maliyetini ve sonucunu büsbütün meyda­ na koyacak, açığa vuracak "acı gerçekler"di. Özbekistan Başbakanı, Taşkend zelzelesinde 500 bin kişinin evsiz kaldığını, belki bu yarım milyonu en modern şartlar ( ? ! ) içinde rahat ettirdik ( ? ! ) diyebilmek için söylüyordu. 144


Fakat, halka bu müthiş tabii afette ancak 4 kişi öldü­ ğünü haber veren "Haber" manasındaki "İzvestia"ya "amma ne haber ? !" ; "Gerçek" demek olan "Pravda"ya da "amma ne gerçek ? !" demekten başka ne söylenebilir? "Pravda'da İzvestia, İzvestia'da Pravda yoktur", "Gerçekte haber, Haberde gerçek yoktur" esprisini tek­ rarlamak, samirniyetle söyleyelim ki bütün Rusya'ya şa­ mildir. Yalnız büyük başarılar propagandası olan, iyi ha­ berler ve resmi haberler yayıniayan ve başlığından son satırına kadar yalnız Lenin'in, komünizmin övgüsünü ya­ pan ; kötü diye ancak Batıdan yerinecek haberleri verip bu koskoca ülkeden tek bir polis vak'ası, tek bir ölüm vak'ası haberi vermeyen (Pravda ve lzvestia) (Gerçek ve Haber) bu kızıl "cennet" içinde yaşayan bedbahtlara bu yerleri "ruyalar ülkesi" ve buradaki rejimi de hürlü­ ğün, mutluluğun tek yolu diye gösteriyorlar amma, bir de dışandan gelenlere, dışarıyı görenlere sorun ! .. Şüphesiz, başta diptomatları olmak üzere, birçok Sovyet memurları, idarecileri ve bilhassa İkinci Dünya Savaşı'nda ve daha sonraki yıllarda Batı ülkelerinde as­ keri veya sivil vazifelerde bulunanlar, Demirperde dışın­ daki dünyayı, oradaki insanların yaşayışlarını, hak ve hürriyetlerini çok iyi biliyorlar. Fakat Sovyet Rusya için­ de bunları anlatmak, bunlardan bahsetmek, örnek ver­ mek mümkün müdür ? Asla ! .. Biz de buraya işin çekişmesini yapmaya gelmemiş­ tik. Gerçeği gözlerimizle görmek ; soyumuz, tarihimiz, dilimiz, dinimiz bir olan Özbek kardeşlerimizi acı-tatlı, müsbet-menfi taraflarıyla yakından tanımak bizim için çok faydalı bir fırsat ve imkan olmuştu. Söylenen sözle­ rin samimi tarafları ayıklanıyor ve bunlar zaman zaman göz pmarlanmızı dolduran sıcak yaş damlaları haline ge­ liyorlardı. 145


Biz Açlık Stepi'nin tokluk kaynağı haline getirilişin­ deki emeği, tekniği, modern ziraat metodlarını takdirle görmüş, takdirde karşılamıştık. Amma, o Açlık Çölü'nün, beyaz altın hazinesi haline geçişinden sonra, çölün başın­ daki ve içindeki Özbek'e düşen tokluk payını da görmüş­ tük : Özbek'e kerpiç ; Rus'a, Ukraynalı'ya betonarme ! .. Buradaki gerçek, buradaki sosyal adalet buydu. Amma yine de Türk'ün nezaketi i'cabı, adı üzerinde, sevimli (Rahmankul Kurban) herşeyi yalnız övdü ; her­ şeyi olduğu gibi gören bizler de onu acı acı dinledik ve kendisini müşkül duruma sokacak hiçbir soru sormadık, hiçbir münakaşa açmadık. Okadar ki, sayın Demirel, bir kibar jestle ancak ter­ cüınanı "ıb ir ·küçük" tersiedi : ((Bizi birbirimize Rusça üe

nakletmenize lüzum yok. Biz birbirimizi" pekld anlıyoruz! . .n

Türkçemizle

Son gün, Taşkend'de oturduğumuz bu kardeş sofra­ sında, yüreklerimizin mahsus köşelerinden yükselen his­ ler dile getirildi ve sonra sayın Başbakanımız Süleyman Demirel'e, iki Bakan ar.kadaşımız sayın Mehmet Turgut ve Refet Sezgin'e ve bir de bana, Özbekistan'ın ipekden dokunmuş (ton) denilen milli kıyMetleri ve el işlemesi ta:kkeleri hediye edildi ve giydirHdL Haydi, sayın Başbakan'dan sonra diğer iki Bakan arkadaşlarımıza da bu istisna yapılmış ve kendilerine bu hediyeler verilmişti amma , Tevetoğlu'nuıı diğer par­ lamento üyelerinden ayrılışının sebebi ne idi ? Yarı şa;ka, yarı ciddi bunu soran bir arkadaşımıza, !bir kadirşina:s gazeteci şöyle cevap veriyordu : ({insaf edin, bukadar tefriki hoşgörün! . . Tevetoğlu ağabeyimi­ zin bu diyarıara ve bu insanlara yazdığı (Y a r ı n T u ran B e n i m d i r !) gibi kitaplarını biz ta .�o yıl ön­ ce okumuştuk/n -

146




Halbuki mes'elenin aslı, benim Türk Hey'eti içinde tek senatör oluşumdu. Bir de, Rus'lar Taşkend'e gelirken "kaza eseri" çelik gibi bavulumu yere düşürüp, bir .baş� tan bir başa ustura ile muntazam kesilmiş gibi, patlat­ mışlardı. Şimdi Özbek kardeşler Taşkend'den ayrılırken gönlümü almak istiyorlardı. Gönül almak, gönül vermek ... Ne güzel şeyierdi .bun­ lar ! Hele yoluna başkoymak, yolunda can vermek ; Ce­ nab-ı Hakk'ın ne kadar küçük bir azınlığa nasip kıldığı "gerçek mutluluk"tu. Temür'ün, Uluğ Bey'in ve koca Ali Şir Navii'nin buradaki eviadları ile Anadolu'daki torunları tanışmış­ lar, kucaklaşmışlar, koklaşmıŞiardı. Bu benim için bin kere şükre değer ne büyük bir mutluluktu ! . . Çok zaman, çok yerinde yüreğimin burkulduğu ; si­ yah gözlüğümün camları ardında sakladığım göZle:rlınin dolduğu Özbekistan'dan yine de Allahıma binlerce hamd­ ü senalar ederek "umudlarla" ayrılıyordum. Şimdi sonsuz bir heyecan içindeydim. Sovyetler Bir· liği'nde bir haftadır devam eden gezimizin, benim için en önemli olan bölümü başlıyordu. Gerçekten bir Mec­ nun gibi rü'yalarımda dahi göremediğim, çocukluğumdan beri hayal ve murad ettiğim Azerbaycan'a, Azeri kardaŞ­ larıma ; karımıri, kayınvalidemin tam 42 yıldır hiçbir ha­ ber alamadıkları, artık Şimali Kafkasya'da değil de Ba­ ku'da ikamet eden akrabalarımıza kavuşacaktım. Saat tam 15.00'de Taşkend'den ayrılıyorduk . . f'aş­ kend ile Baku arasındaki 1700 kilometrenin süreceği 2,5 saat, benim için 2,5 ay olacaktı. Uçağımız havaalanından yükselince, nemli gözlerle Taşk�md'i bir kere daha kuşbakışı seyrettim. Açlık Çö­ lü'nü bir kere daha hatırladım. Bizi malızun bakıştarla uğurlayan ezgin, bezgin ve üzgün Özbek kardeşlerinlizi düşündüm. ·

149



Eğer sayılırsa, burada başarı denilecek iki şey var­ dı. Birincisi bütün Özbeklere okuma - yazma öğretiimiş olması. İkincisi de, Mirza Çölü'nün ıslahı ile pamuk der­ yası haline getirilmiş bulunması. Fakat, Özbek'lere ne alfabe bırakılmıştı, ne kendi yazıları ve ne de konuşmalan. Türkleri Rus'laştırmak için ne yapmak lazımsa onun esaslarını, prensiplerini koymuşlar ve yasaklannı, cezalarını uygulamışlar. Çar­ ların savaş yolu ile yaptıkları istila, parçalayıp yok et­ me usulü, komünist rejim tarafından silah yerine kültür bolşevizmi kullanılarak daha korkunç sonuçlarla yerine getirilmiş. Mirza Çölü'nden kazanılan beyaz altının yarısı, bir­ kaç yıl müddetle Özbekistan'a harcansa idi, bu ülke ma­ mur, bu bedbalıUar mes'ud ve insanca yaşayan müreffeh kimseler olurlardı. Sovyetlerin işgal ettikleri, Demirperde gerisine dü­ şürdükleri Avrupa ülkelerini sömürmeleri bir yana, ken­ di hür ( ! ?) ve müstakil ( ! ?) Cumhuriyetleri içinde, silah ve feza yarışması ve komünizm propagandası uğruna, nasıl bir sömürgecilik politikası izlediklerinin Özbekis­ tan'dan tipik bir örneği bulunmazdı. Burada beğendiğimiz şeylerin, başarı sayılan işlerin ve eserlerin de, Özbek kardeşlerimizin alınterleri, canları ve hürriyetleri balıasma elde edildikleri 8.şikardı. bölgesini geçtikten az sonra, yıne uçsuz bucak sız ço··ııere Azerbaycan düşmüştük. Buralar henüz ıslah edilmemişti. Bunların üstünden hem yükselerek, hem de sür'atle mesafeleri tüketerek uçuyorduk. Temür başta, ecdadımızın bu çölleri atlar üstünde nasıl aşıp, bu mesa­ feleri nasıl tüketip lran'a, Anadolu'ya, Avrupa'ya ve Af­ rika'ya yayıldıklarını düşündüm. ,

Mecnun un A

Özbekistan Le 1 � , . y... sı

151


Şimdi, komünistlerin, 27 Nisan 1920 tarihinde Sov­ yetleştirerek (Azerbaycan Sovyet Sosyalist Republikası) adını koydukları Kafkas Azerbaycam toprakları üzerin­ deyiz. Bu sevgili toprakların bir "yahşi" bölümü de par­ çalanmış, İran'lılar tarafından (İstan-i Sevvüm) adı ve­ rilerek Kuzey-Batı İran'ın (Azerbaycan Vilayeti) yahud (İran Azerbaycanı) haline sokulmuş. Doğu bölümünde Tebriz, Erdebil, Germrud, Astara, Mişgin ; Batı bölümün­ de de Selmas, Hoy, Dilman, Urmiye (Rizaiyye) , Savuç­ bulak (Mehabad) gibi şehirler var. Yalnız bu bölgedeki ikibuçuk milyon halkın büyük çoğunluğu hep Azeri Türk­ leri... Acaba bunlarda milli şuıirun, Türklük şuurunun yokedilmesi için neler yapılmış, neler yapılıyor ? Sovyet uçağı içinde hızla havalanırken kendim gök­ lerde idim amma, aklım-fikrim hep aşağıdaki topraklar­ da idi. Kuzey Kore - Güney Kore ; Kızıl Çin - Milliyetçi Çin ; Kuzey Vietnam - Güney Vietnam ; Doğu Almanya Batı Almanya hep kızılların ma'rifeti ile ikiye bölünmüş bir bütünün parçaları idiler amma, hiç değilse her iki ta­ raf da yine kendi halkının, kendi milletinin elinde ve ida­ resinde ; yalnız biri komünist, diğeri milliyetçi... Ya Azer­ baycan, ya Azerbaycan? ... Hani bir gün ufki olarak yan­ yana gelmiş (mavi - kırmızı - yeşil renkli ve ortadaki kır­ mızı parçasında beyaz ay ve sekiz köşeli yıldız yer almış) "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" ilkelerinin ifadesi milli bayrağı ile Türk kalmak, İslam kalmak ve asrın medeni seviyesine ulaşmak istemiş Azerbaycan ? . . Avcıların yaralı, aslından vurulmuş kuşa tekrar ateş etmelerine lüzıim yoktur. Ezelden vurulmuş, ezelden ya­ ralı bir kuş, · Azerbaycan toprakları üzerindeydi. Sovyet pilot dev uçağı, topraklar üstüne hayli yakın bir mesa­ feden uçuruyordu. Hazer Denizi üzerine kurulmuş büyük petrol te'sislerini adeta içlerinde, yanlarında imişiz gibi yakından görebiliyorduk.

152


Bu ülkeye (Azerbaycan Cumhuriyeti) desem, bun­ dan ben ancak 28 Mayıs 1918'den 27 Nisan 1920'ye ka­ dar sürmüş hür ve müstakil bir gerçek Cumhuriyeti ha­ tırlar ve anlarım. (Azerbaycan Sovyet Sosyalist Republikası) adı ve­ rilmiş bugünkü Azerbaycan, Kafkasların doğusunda Ha­ zer Denizi'nin batı kıyılannda, 86,6 bin kilometrekarelik bir toprak üzerinde, 4.232.000 nüfuslu, ejderha gibi Sov­ yet İmparatorluğu içinde ufalanmış bir vatan parçası, parçalanmış bir ceylan... Azerbaycan'ın merkezi, en güzel, en ma'mur, en ile­ ri şehri bugün de Baku... Diğer Sovyet şehirleriyle sıra­ ya konunca da Baku, dördüncü büyük şehir. Hazer De­ nizi kıyısında yer alan Baku'nun nüfUsu 1 milyon 200 bin. Petrol işletmeciliğinde dünyamn en meşhur bir sa­ nayi merkezi. Aynı zamanda, XIX. Yüzyıldan sonra Çar­ lık Rusyası'nın ve nihayet bolşevizmin, komünizmin siya­ si faaliyetlerinde büyük tarihi olayların cereyan ettiği bir politika ve kültür merkezi... Bolşevik İlıtilali sırasında nüfUsu 200 bin olan Ba­ ku'da, 20 bin Rus ve Ermeni, 180 bin Azeri Türk mev­ cutken, bugün nüfus 1.200.000'e çıkarılmış ; fakat bu­ raya Rus, Ermeni, Yahudi, Ukraynalı ve diğerleri de yerleştirilmiş. Azerbaycan, benim yüreğimde taht kurmuş, hasre­ tini çektiğim esir Türk illerinden biri, hatta birincisi idi. Sanki Türklerin esir yaşadıklan diğer Demirperde ülke­ lerine Kınm'a muhabbetim, Gaspıralı İsmail Bey'in ha­ tırasına bağlılığım ; eşimin yurdu Şimali Kafkasya'ya, az önce ayrıldığımız Özbekistan'a, Türkistan'a, Doğu Tür­ kistan'a sevgim az mıydı ? Hayır, hayır amma neden bil­ mem ; şair ve doktor Türkçü Hüseyin-zade Ali Tfırani, Ali Merdan Topçubaşı, Ağaoğlu Ahmed, Resul-zade Meh­ med Emin Bey'lerin doğdukları güzel Azerbaycan, canım 153


Azerbaycan, benim aşkıyla tutuştuğum, canevimden vur­ gunu bulunduğum sevgililerden biri, birincisi idi. Azerbaycan deyince ben çok şeyleri, çok kimseleri, çok dost yüzleri, çok vak'aları ve faaliyetleri hatırlarım. Bunlardan biri ve benim üzerimde esir Azerbaycan'ın aş­ kını, muhabbetini ve hasretini yaratan kaynakların en te'sirlisi, 35 yıl önce Kastamonu Lisesi'ndeki matematik hocamız rahmetli Azeri Süleyman (Taşdemir) Bey'dir. Bize çok çalışmayı, bu vatanı, bu toprağı, Türk'ün hür ve müstakil bu biricik kalesi Anadolu'yu çok sevrnemizi ve bu cennet yurdun kadrini, kıymetini bilmemizi, başla­ rından geçen felaketleri anlatarak tavsiye, telkin ve nasi­ hat ederdi ! .. Onun bir gece, bir Azeri tiyatro grubunun oyununa bütün sınıfımızı da'vet edip götürüşünü ; orada oynanan milli temsil ve oyunlar sonunda okunan Azer­ baycan marş ve türküler ile ne çok heyecanlandığımızı ve hep beraber naslı gözyaşları döktüğümüzü hiç unuta­ mam. Burada bir küçük hatıraını kaydetmeyi de ödenmesi zarfıri bir borç bileceğim : Ankara'da, Genelkurmay Baş­ kanlığı Daire Doktoru bulunduğum sırada, bir sabah, ga­ zetelerde Milli Eğitim Müfettiş'i Süleyman Taşdemir'in vetatını okumuştum. Üzerimizde çok büyük hakkı bulu­ nan bu aziz hocamızı, yıllardır aramamış, suçlu ve gü­ nahkar bir vefasız talebesi olarak, o gün cenaze töreni­ ne koşmuştum. Milli Eğitim Bakanı bulunan rahmetli Tevfik İleri de tabfıtun arkasından yürüyordu. Bu sıra­ da bana : "Ne müstesna bir insandı ! Süleyman Bey'i ya­ kından tanır mıydın ?" diye sormuşlardı. "Evet," demiş­ tim, "Kastamonu'da beni üç yıl okuttu ve ben ondan ri­ yaziyeden çok, Türklük ve Türkçülük dersi aldım ... " Azerbaycan'a adını veren Satrap Atropates'den, At­ ropatene Krallığı'ndan bu yana, onsekiz defa çeşitli isti­ lalara ve hakimiyet te'sisine sahne olmuş Azerbaycan'a 154


Türkler ilk defa M.Ö. VII. Yüzyılda gelip yerleşmişlerdir. M.S. IV. ve V. Yüzyıllarda Güney Kafkasya ve Azerbay­ can'a Akhun'lar gelmiştir. Doğu Avrupa'mn en eski Türk unsuru olan Bulgar, Hazar, Ağaçeri ve Sabir'ler bu ülke­ ye yerleşen başlıca Türk zümreleridir. Kafkasya ve Azer­ baycan'a bilhassa İran'lıları yerleştirmek siyasetini güt­ müş Sasani Hükümdarı Nıişirevan ise, Kök-Türk Haka­ m İstemi Kağan'ın ordusunda bulunan Türkleri de bura­ ya yerleştirmiştir. Arap hakimiyeti altında iken de, A­ zerbaycan'a muhtelif bölgelerden Türkler gelip yerleş­ ıneye devam etmişlerdir. 1015116'da Selçuk'un torunu ve Mikail'in oğlu Da­ vıid Çağrı Bey, Azerbaycan'a girmiş ; Oğuzların bu ülke­ yi istilaları 1018 - 1020 yılları arasında tamamlanmıştır. Daha sonra 1043 yılında Rey şehrinde karargah kuran Tuğrul Bey, maiyetindeki Selçuk şehzadelerinden Kutal­ mış ile Musa Yabgu'nun oğlu Hasan ve Çağrı Bey'in oğ­ lu Yakıiti'yi Azerbaycan'ı fethe me'mıir etmiştir. Azerbaycan tarihine adı geçmir/ mühim bir Selçuk şehzadesi de Tuğrul Bey'in buraya vali gönderdiği İbra­ him Yınal' dır. Alparslan 1064'deki seferinde bütün Azerbaycan'ı Selçuk İmparatorluğu'na katmıştır. 1164'ten sonra Azer­ baycan'da Atabeğ'ler (Pehlevani'ler) devri ve Harezm­ şahlar istilası görülür. 1200'den sonra da Subutay Baha­ dır ve Cebe Noyan idaresinde İran Azerbaycan'ına giren Moğolların, Hulagıi ve oğulları (İlhanlı'lar) ve Altınordu hakimiyeti ve daha sonra Celayirli'ler, Temür istilası, Karakoyunlu'lar, Akkoyunlu'lar ve Şirvanşah'lar devir­ leri gelir. Bütün bunları sıralayışımın sebebi bu çileli ülkede Türk kavimlerinin nasıl yuğrulduğunu belirtmek ve ha­ tırlatmak içindir. Hala bizim aramızda bugün adları, 155


soyadları ve torunları yaşayan Kurt Cebe Noyan ve Ata­ bek, Tuğrul, Çağrı Bey'leri işaret etmek içindir. Safevi idaresinden sonra, XV�. Yüzyıl başından iti­ baren İran'a yapılan Osmanlı seferleri sırasında, Azer­ baycan'ın Osmanlılar, Anadolu Türk'leri tarafından isti­ laları da başlamıştır. Rusların, Azerbaycan işlerine karışması ise, I. Pet­ ro ile başiamış ve günümüze kadar süregelmiştir. Sovyet Rusya gezimizin bu son bölümünde tarihimiz, kültürümüz, dilimiz, dinimiz ve edebiyatımız da bizimle ibirlHrte bu ziyareti ta.mamlıyorlardı. Sovyetlerin kitaplarında ve her yanda (Türk) adının hiç kullanılmamasına büyük bir dikkat harcandığı gö­ rülmekteydi. Türk kavimleri ayrı ayrı milletlermiş gibi bölünerek, başka başka adlarla anılmakta ve bunların Türklükle münasebetleri hiçbir şekilde belirtilmemekte­ dir. Aksine, Aşkabad'da Rus alfabesi (kiril) ile çıkan Türkmen gazetesinin adı dahi (Sovyet Türkmenistanı) oluyor. Azerbaycan'ın tarihi, kahraman ve güzel şehri Gence'ye (Kirovabad) adını taktıkları gibi... Büyük Nizami'nin, İmamzade'nin türbeleri bulunan Cumacamii ile süslü Gence, Kirov'un şehri olur mu ? .. Genelkurmay Başkanlığı doktoru bulunduğum za­ man, rahmetli Muzaffer Tuğsavul Paşa'dan da, diğer bir­ kaç Azerbaycanlı kardeşten de duyduğum bir hatırayı buraya kaydedeceğim : Son defa, Mürsel Baku Paşa ku­ mandasındaki Türk kuvvetleri, Baku'yu almak üzere iler­ lerken, Gence'de bir gönüllü alayı kurulmuş ve Türk Si­ lahlı Kuvvetleri'ne katılmıştır. Bu gönüllü alayın başın­ da büyük mücahid Gence'li Sarı Alekber Bey bulunuyor. Trabzon Lisesi'nden ağabeyimiz sayın İsmail Sarıyal­ çın'ın babası olan bu kahraman Azeri Türk evladı, 41 ateşle hastalanıyar ve Baku'ya girmeden yolda bırakıl­ mak, Gence'ye geri gönderilmek isteniyor. 156


'''Ben bu cidô,le ölmeye geldim, dönmeye gelmedim!" diyen rbu Gence'li Türk evladmın ateşi ve ruhuyla Gen­ ce'den Balkfı'ya ıgeliniyor ve giriliyor. Şimdi, bu Gence'­ ye "Kirov3Jbad" denilecek, öyle mi ! ? Çarlardan kalmış san'at eserlerini Moskova'da, Le­

ningrad'da

tahri.b etmemiş, saklamışlar. Topraık ve ker­

piç yığını Sern.erkand'da Temür'ün mezarı, Uluğ Bey'in rasadhanesi ve diğer İslam eserleri restore edilip muha­ faza olunuyor. Taşkend'de Navai'nin

heykeli, Baku'da

Sabir, Nizami, Fuzfıli ve Sarnet Vurgun'un heykelleri... Bunlar takdirle karşıladığımız

"kültüre saygı" nişane­

leri... Amma geliniz, Türkçeye de, Türk'ün şehirlerine de,

adiarına ve batıralarına da say;gı gösteriniz, dokunma­

yınız ! . .

Biz Ö�bekistan'dan Azerbaycan'a, Özbek kardeşler­ den Azeri kardeşlere gelirken dilimizle, tarihimizle, ede­ biyatımiz ve kültürümüzle

Navai'den

Sabir'e

geliyor­

duık.

O Navai ki, gazel diye yüzyılların ötesinden bugün­ kü biz Türk eviadiarına şöyle sesleniyordu:

Yardan ayru gönül mülki dürür sultanı yok Mülk kim sultanı yok cismi dürür kim canı yok Cism-din cansız ne hasıl . ey Müsülmanlar kim ol Bir kara tofrağ dik dür kim gül'ü reyhanı yok Bir kara tofrağ kim yoktur gül'ü reyhan ona Ol karangu gice dik dür kim meh-i tabanı yok. ( Yardan ayrı gönül, sultansız bir ülke gibidir ve bir ülke ki sultanı yoktur. Bu ülke cansız ıbir cisme ben­ zer. Caİısız cisimden ne çıkar ?

Ey

Müslümanlar böyle bir

cisim, gülü ve fesleğeni olmayan bir kara topraktan baş­ 'ka nedir ? Gülü ve fesleğeni olmayan bir kara topmk ise, parlak aydan mahrum olan, karanlık bir gece gibidir.)

157


Yine o Navai ki, M u h a k e nı e ' t - ü 1 L u g a ­ t e y n 'i ile Türk alemine şu ölmez vasiyet ve mirası bı­ rakıyordu : aFarisi'de böyle bir mazmun olmayınca §dir ne ya­ pacaktır ?" aTürkçede böyle incelikler, derinlikler, yükseklik­ ler çoktur. Bugüne kadar hiç kimse bunları inceleyerek meydana çıkaramadığı için gizli kalmt§lardır. Türkün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça §iir yaz­ maya özeniyorlar. Bir insan etraflı ve iyi dܧÜnse Türk­ çede bukadar geni§likler, zenginlikler dururken bu dilde §iir söylemenin daha yerinde ve daha kolay olacağını anlar." ((Türk dilinin olgun:tuğu, yüksekliği bunca deliller­ le meydana çıkarıldıktan sonra, bu halk arasında yeti­ §en §dirler, san'at sahibleri, öz dilleri dururken artık ya­ bancı dillerle §iir söylememelidirler.'' uAna dilim üzerinde dܧünmeye koyuldum : Türkçe­ nin derinliklerine dalınca gözlerime onsekizbin alemden daha yüksek bir alem göründü. Bu alemin süsler, bezek­ ler içerisinde enginle§en göğü dokuz gökten daha üstün­ dü. Bu erdemler, yücelikler hazinesinin incileri, yıldız­ lardan daha parlaktı. Bu alemin bahçelerine daldım. Gül­ leri güneşler gibiydi; her yanında göz görmedik, el değ­ medik neler vardı. Ama bu tılsımın yılanları korkunç, di­ kenleri yamandı. Bunları görünce dܧündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve üzüntülü şeylerden çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmi§ler. Fakat ben bu alemden vazgeçmedim; korkmadım, yılma­ dım. Güçlükleri yendim, zorluklarla sava§tım. Emekleri­ mi esirgemedim. Bu alemin aydınlık alanlarında ilhdmı­ mın şahlanan atını koşturdum." {{Türk ve Sart dillerinin vasıflarını ve gerçek taraf­ larını bu risdlede toplayıp yazdım. Adını ( Mu h d k e -

158


m e , t - ü ı L u g a t e y n ) koydum. tJyle düşün üyorum ki, Türk milletinin şairlerine yüce bir hak kazandırdım. Kendi öz dirterinin ne çeşit bir dil olduğunu öğrendiler. Acemce söyleyenlerin Türk dilini küçümseyen sözlerin­ den kurtuldular. Türk şairleri benim bu gizli gerçeği or­ taya koymaktaki gayretimi öğrenirlerse� umarım ki� be­ ni hayır dua ile anacak ve riıhumu şddedeceklerdir."

Yıa geldiği.mi2 Baku'da;ki ( H o p - h o p n a m e ) sahibi koca SS�bir lbakın bize neler diyordu : Herçend esiran-ı kuyuddt-ı zemdnızı, Herçend dUçaran-ı beliyyat-ı cenanız!, Zennetme ki bu asrıda avarae-i nanız3, Evvel ne idikse yine biz şimdi hemdnız. Turanlılarız ddiy-i şuğli selefiz biz/ öz kavmımızın başına engel kelefiz biz.6 Zulmet sever insanlarız üç - beş yaş1mızdan, Fitne göğerir toprağımızdan daşımızdan, Tartic ederek6 bac alırız kardaşımızdan Çıkmaz çıkabilmez de bu ddet başımızdan, Esldfımıza çünki hakiki halefiz biz, Öz kavmımızın başına engel kelefiz biz. Olgün ki Melik Şahı Büzürk eyledi rihlet,r Ettik iki namerd vezire tebaiyyet, Kırdık o kadar birbirimizden ki nihayet� Düşmen katıp el tahtımızı eyledi garef.B Öz hakkımızı gözlemeye9 bitarafız biz, Turanlılarız ddiy-i şuğli selefiz biz. 1 Gerçi asnn kayıt ve zincirleri altında esi riz. 2 Geı çl dünyanın her cins belalarma duçanz. 3 Ekmeğ"e muhtacız. 4 Babalarımızın tuttuğ"u yola alışmışız. 5 öz milletimizin ba­ şına belayız. 6 Yağ"ma ederek. 7 Büyük Selçuk Hükümdan Melik Şah'ın dünyadan göçtüğ"ü gün. 8 Yağma. 9 Gözetmeye. -

-

-

-

-

-

-

-

-

159


Bir vakt olup leşker-i Cengiz'e10 tarafdar, Harezmileri mahv eledik katlile yekbdr/1 HarezmileTin Şahı firar eyledi ndçar,12 Mescialeri, mektepleri yıktık yere tekrar. Hakka ki sezavar-ı ni§an-ü şerefiz bizu Öz dinimizin başına engel kelefiz biz. Bir vakt de davay-ı salip oldu müheyya,14 Davada Frenkilere15 galip gelip amma, Dincelmeyip1 6 ettik yine bir fdcia berpa, öz tığımız öz ri§emizi kesti serapa.17 Guya ki biyabanda biten bir alefiz biz,18 Öz kavmımızın başına engel kelefiz biz. Bir vakt dahi (Karakoyun - Akkoyun) olduk, Azerbaycan'a hem de Anadolu'ya dolduk, Olkadr kırıp birbirimizden ki yorulduk, Kırdıkça yorulduk ve yoruldukça kırıldık. Turanlılarız ddiy-i şuğl-i selefiz biz, Öz kavmımızın başına engel kelefiz biz. Bir vakt salıp tefrika olduk iki kısmet, Teymür Şeh'e bir paramız19 etti himdyet, Han Ildırım'a'0 bir paramız kıldı itaet, Kanlar saçılıp Ankara'da koptu kıyamet. Ahsen bize hem tirzeniz21, hem hedefiz biz, öz kavmımızın başına engel kelefiz biz. Teymür Şeh-i Lenge olup tabi-i ferman, Han Toktamış'ıu eyledik öz kanına galtan23 10 Cengiz Ordusuna. 11 Toptan. 12 -- Çaresizlikten. 13 Hak­ kıyla biz şan ve şerefe layıkız. 14 Bir zamanlar da Haçlılar se­ feri başladı. 15 Hıristiyanlara. 16 Dinlenmeyip. 17 Kendl kılıcımız kendi kökümüzü kesti. 18 Sanki çölde biten otuz biz. 19 Bir kısmımız. 20 - Yıldırım Bayazıd'a. 21 Okçu. 22 Al­ tınordu Hükümdarlarından Toktamış Han. 23 Kendi kanına bu-

-

--

-

-

-

-

-

-

-

-

160

-


Ta oldu Kızılordu'ların'4 devleti viran, Mesko şehi'ne�5 faidebahş oldu bu meydan. Elyevm26 urusla.şmakn üe zi-şerefiz biz, Oz dinimizin başına engel kelefiz biz. Bir vakt Şeh lsmail-ü Bultan Belim'e, Meftun olarak eyledik Islamı dü-nimeu, Koyduk iki taze adı bir bir din-i kadime, Saldı bu teşeyyu', bu tesennün bizi bimeu. Kaldıkça bu hdletle seza-yi escfiz biz30 Oz dinimizin başına engel kelefiz biz. Nadir·" bu iki hastalığı tuttu nezerdeH. Isterdi ildç eyleye bu korkulu derde, Bu maksadile azmederek girdi neberde33, Maktulen onun ndşını koyduk kuru yerde. Bir şey'i acibiz ne bilim bir tuhafız biz, Oz dinimizin başına engel kelefiz biz. lmdi yine var taze haber yakşı temaşd, lranlılık, Osmanlılık ismi olup ihya, Bir kıt'a yer üstünde kopup bir yeke ddvd,S4 Meydan ki kızıştı olarık35 mahv serapd. Onsızda ki her çend96 ki yekser telefiz37 biz Oz kavmımızın başına engel kelefiz biz. Iaştırdık. 24 AJtınordululann. 25 - Moskova Çanna. 26 Bu­ Ruslaşmak. 28 İki parça. 29 Bu Şlilik, bu Sünni­ gün. 27 lik bizi korkuya düşürdü. 30 - Böyle kaldıkça teessüfe şAyAnız. İran'ın Avşar stilalesine mensup Türk hükümdarlanndan N-131 dir Şah. 32 - Nazarda. 33 Savaşa. 34 Bir parça toprak için muazzam bir kavga kopmuştur. 35 Oluruz. 36 Her ne k>ı­ dar ki. 37 Toptan mahvolmaktayız. -

--

-

-

-

-

-

-

-

-

-

161


Azeri Kardeşlerimizle Kucaklaştığıınız Güzel Şehir: BAK"O

25 Eylul Pazartesi günü, 2 sa­ at 35 daki·ka süren bir hava yolculuğundan sonra, mahalli · saatle 16.20'de Baku'ya gelmiş­

tik. &ku Havaalanı'nda 'gördüğümüz sıcaklık ve sami­ rniyete <bugüne :kadar hiçıbir yerde rastlamamıştık. Bura­ da da kesif hir polis ve resmi zabıta kordonu 8.şik8.rdı.

Amma, çekinerek de, ürkerek de olsa karşılayanlar, kar­ şılayıcılar içierini dışlanna dökmüşlerdi, döküyorlardı. Hem de selis, güzel bir Türkçe ile ; tatlı ibir Azeri lehçesi ve şivesiyle : ({Hoş gelmişiniz aziz karda:jlar! Safalar ge­ tirdiniz!" diye Başbakanımızı, sayın Nazıniye Demirel'i ve bütün diğer Tü11kiye'li misafirleri çiçek yağrnuruna, gül yağmuruna tutmuşlardı. Baku'daki hu manzara karşısında : "Demirel'e Ispar­ ta/da bile bukadar şôJıdne bir karşılama yapılmamıştır!" dediğim zaman, en

muanz .gazete mümessilleri dahi ba­ na hakveriyor ve sözümü te'yid, tasdik ediyorlardı. Havaalanı'ndan otelimize gelinceye :kadar 23 k ilo­

metrelik yol hoyu, çok yerlerinde iki taraflı olmak üze­ re, ;ka:dınlı-er:kekli, kızlı-oğlanlı, Azeri Türkü - gayrı 'l'üıık Ba:ku'lularla dopdolu

idi . Heryerde,

dört bir tarafıtan

"Hoşgehnişiniz kardaşlar!" sadalan yükseliyordu. Man­

zara "azim" kelimesiyle ifade olunamayacaık kadar "müd­ hiş"di. Artık ne yollara, ne de etraftaki bina.Iara veya te'­ sisiere bakaibiliyorduk. Bu bir heyecan ve sevgi seliydi ki, hepimiz ıbu selin içinde ilerliyorduk. Sayın ar>kadaşım Profesör Aydın Yalçın ile bir­

likte otomobilimizin açık pencerelerinden etrafımıza: "Sağ olun, var olun aziz kardaşlar ! " diye bağıra bağıra heyecan, gurur ve sevinçten gözyaşlanmızı zaptedeınez

hale gelmiştik. Şoförün yanında oturan mlhmandanmız Mösyö Federov'un da aynı sözleri tekrarladığına ş8.hit 162


oluyorduk. Bu hava, hu atmosfer bir hana değil, istisna­ sız hepimize son derece rte'sir etmişti. Burada gördüğümüz emsalsiz, samimi karşılama ve hüanükabul karşısında cümlemizin duyduğu memnuni­ yet, yanrmızdaki Sovyet diplomatlan ile diğer vazifeiile­ ri de sarmış ve hayağı sevindirmişrti. Şüphesiz ki, burada da emirle, ısmarlama getirilip dizilmiş, ıbindirilmiş karşılama ekipleri mevcut olabilir­ di. Fakat, ıkilometrelerce yola sıralanmış onbinlerce Ba­ ku'lunun hepsini de hu "figü.ran emir kullan"ndan say­ mak insafsızlık olur ve gerçeği ifade etmeıxli. Sıraların içinden ileri doğru atılanlar, el-kol sallıya­ rak heyecanla bağıranlar ve ellerindeki çiçekleri araba­ larımıza savuranlar arasında her yaştan insan vardı. Yaşlı erkekler de, gençler de ; kadınlar da... ·onlar yıllardanberi !böyle sınır dışından �gelmiş kalahalık bir kardeş misafir hey'etini ilk defa selamlamanın şevki ve zevki içinde idiler. Bizse, hangi şartlar içinde olursa olsun, onlara kavuşmanın sonsuz sevinci, mutluluğu, şük­ ranı ve bayramı içindeydik. Yol �kenarındaki kadınlar arasında, sanki tanıy8ibile­ cekmişim gibi, eşimin iki teyzesini tefrik etmeye, bulma­ ya çalışıyordum. Otele gelip, odamı gördükten hemen son­ ra, hiçbir işe bakmadan bu akrabalarımızı aramaya ve bulmaya çalışacaktım. Bundan 3 ay kadar önce, turist olarak, Baku'dan !stanbul'a 75 yaşlarında, emekli tarih öğretmeni bir ha­ nım, kardeşini ziyarete gelmişti. Kayınvalidem bir hem­ şehri evinde bu hammla tanışmış ve kendi abiası ile hem­ şiresinin de Baku'da bulunduklarını ; aynı blok apart­ manda oturduklarını öğrenmiş ve hanımdan adreslerini almıştı. Şimdi ben onları şahsen hiç tanımıyordum. On­ lar da, dört yaşında Şimali Kafkasya'dan annesinin ku­ cağında Türkiye'ye gelmiş yeğenierini görseler, belki zor 163


benzetirler. ve tanırlardı. Beni ise şüphesiz hiç bilmiyor­ lardı. Tam 42 yıldır ailenin burada kalmış mensupları ile Türkiye'ye kaçmışları ve göçmüşleri birbirinden en kü­ çük bir haber almamışlar, alamamışlardı. O anda duyduklarımı, heyecanımı, bunun cinsini ve derecesini tarif etmek ne kalemin, ne de kelamın karıdır. Onu ancak bizzat yaşamak lazımdır. Daha önce, Moskova'da, sayın Büyükelçimiz Hasan Işık Bey·e, arkabalarımızın adresini vermiş ve kendileri ile görüşmemin mümkün olup olmadığını ve onlar için bir mahzurun bulunup bulunmadığını sormuştum. "Kat'­ iyyen bir mahzur yok. Kolaylıkla bulacak ve görüşebile­ ceksiniz .. " demişlerdi. Nitekim bu kolaylığı yalnız bana değil, sayın Osman Sabit Avcı gibi, Hey'et'teki diğer bazı arkadaşianma da aynı incelik ve nezaket çerçevesinde gösterdiler. Çok kibar ve misafirperver olan ve Türkçeyi rahat­ lıkla ve düzgün bir aksanla konuşan mihmandarımız Sov­ yet diplamatı M. Federov'a otomobilden otele inerken : "Aynı araba ile akrabalarımı ziyarete gidebilir miyim ?" diye sordum. Elimdeki adresi, bize ayrılan otomobilin şofötii Azeri Türk'ü Habib'e gösterdik. "Nerede olduğu­ nu biliyorum !" dedi. M. Federov, bana : "Yalnız, çok rica ediyorum, ev­ vela yukarıya, odanıza çıkınız ve bavulunuz gelsin. Bo­ şaltıp bize veriniz ki, hemen tamire gönderelim. Size kar­ şı çok mahcub olduk." diyordu. Sür'atle odama yerleştim ve meşhur, tarihi bavulu tamir ettirnıeleri için Sovyet vazifelilerine teslim ettim ve doğru 8 numaralı arabaya atlayarak Habib'e göster­ diğim adrese beni götürmesini rica ettim. M. Federov, "Siz de buyurmaz mısınız ?" soruma : "Bana lüzum var mı ? Türkçe konuşuyorlar ; şoför de si­ zinle beraber geliyor. Her halde benim tercümanlığıma 164


.

ihtiyacımız olmayacaktır." diye nazikane .bir cevap vererek beni yalnızca ailemle buluşmaya ve görüşmeye yolla­ dılar... Bu noktalar, takdirle, şükranla belirtilmeye değer ön-emli hususlar olduğu için, tam lbir .gerçekçilikle ve bü­ tün inceliği ve teferruatıyla ;kaydetrneyi borç ve vazife sayıyorum. Bakü'nun çarşı kısmını ve yokuşlu tepeler üstünde inşa olunmuş eski mahallelerini geçtikten sonra, yüksek bir platoda yeni yapılmış bulunan blok apartmanlar sem­ tine geldik. Burası, yeni bir plan üzerine kurulmuş ve Sovyetlerin son beş yıldır düzenledikleri iskan politikası uyarınca vatandaşiara cüz'i bir ücretle kiralanan veya satılan büyük blok apartmanlar mahallesi idi. 10 15 katlı, her biri yüzlerce küçük dairelerden müteşekkil bu apartmanların A'dan Z'ye kadar sıra sıra dizilişleri, dışarıdan çok intizamlı ve heybetli görünüyor­ du. Amma, iç tarafları hiç de dışlannın verdiği intiibaı ta­ ·

-

mamlamıyordu. Çok kaba ve ucuz malzemelerle yapılmış binanın merdivenleri, merdiven başları çocuklarla doluydu ve her taraf çok bakımsız ve harab bir haldeydi. İçeriden, bu ıbinalann 4 5 yıl önce yapılmış olduklarına akıl erdir­ mek güçtü. -

Şoför Habib, elimizdeki adrese göre F blokundaki sekizinci katta 25 numaralı dairenin kapısına kadar beni çıkardı. Merdiven başında oynayan çocuklara : "Doktor Fatma Hanım burada mı oturuyor ?" diye sordu. "Evet" dediler. Diğer kapıların bazılarında isim levhası vardı ; fakat bu küçük tahta kapıda isim ve zil yoktu. Kapıyı çaldık ; içeriden hafif bir ayak sesi geldi ; kapı aralana­ rak genç bir kadın kimi istediğimizi sordu. Bu, 35 yaş­ larında bir hanımdı ve kayınvalideme çok benziyordu. "Siz Dokıtor Fatma Hanım mısınız ? Ben Türkiye'den

165


geliyorum." dedim. "Fatma Hanım yok, ben yeğeniyim, buyurunuz !" dedi ve bizi içeri davet etti. Şoför Habib müsaade istedi ve otomobilde bekleye­ ceğini söyleyerek aşağı indi. Kendimi tamttım. Bu genç hanım, eşimin öz-be-öz küçük teyzesinin kızı idi. 36 yaşında olduğuna göre, eşi­ min Kafkasya'dan aynimasından 5 - 6 yıl sonra dünya­ ya gelmişti. Eşimin adım ve teyzesinin adını biliyor, fa­ kat kendilerini resimlerinden dahi tanımıyordu. Yaşlı en büyük teyzesi ve emekli doktor teyzesi kendisi ile beraber dört yıldır burada oturuyorlarmış. Cennet Aza Hanım bir sinemanın gişesinde bilet kontro­ lörü olarak çalışıyor ve ayda 100 ruble alıyormuş. Dok­ tor teyzenin de 40 ruble emekli maaşı varmış. Üç kadın, iki küçücük oda ve bir minnacık mutfaktan ibaret bu dai­ relerinde 140 ruble ile geçinip gidiyorlarmış. İki teyzesi de yirmi gün önce, bir ay kalmak üzere Şimali Kafkasya' da bulunan annesinin ve teyzezadesi mühendis Temür Bey'in yanına gitmişler. On gün sonra Nalçık'dan Baku'ya döneceklermiş. Cennet Aza Hanım'la tanışm.am ız çok heyecanlı ol­ du. Ben zaten Cansurat ve Doktor Fatma teyzeleri nasıl bulacağımı ve ne şekilde tanışacağımı çok merak eder­ ken, karşıma çıkan bu kayınvalidemin modeli genç ha­ nımı önce Doktor Fatma teyze sanmıştım ; meğer onlar Baku'da değillermiş. Getirdiğim aile resimlerimizi Cen­ net Aza Hamm'a verdim ve bir bir resimlerdeki aile ef­ radımızın kimler olduklarım kendisine izah ettim ; o da arkalarma unutmamak için not etti. "Ah, teyzeler sizi göremediklerine ne kadar çok üzülecekler. Biz böyle bir ziyareti rüyamızda görsek inanmazdık !" diye dövündü, durdu. O da bana eşimin dört yaşında iken Kafkasya'dan ayrılmadan önce çekilmiş, sakladıkları bir resmini ve eşi166


min dedesi ile ninesımn bir masa başında otururlarken alınmış son fotoğrafiarım ve diğer tezyelerin resimleri­ ni gösterdi ve verdi. Ben de bunların arkasına kimlere aid olduklarını ; yaşayanların ve ölmüşlerin notlarını yazdım. Cennet Aza Hanım "Karaçay" Türkçesi ile konuşu­ yordu. Amma, son dört yıldır burada çalıştığı ve Azeri lehçesini de öğrendiği için, kendisini güçlük çekmeden anlayabiliyordum. O akşam tiyatroya davetli idik. Akraba hanıma : "Haydi buyurun, siz de geliniz !" dedim. Beraberce in­ dik ; Habib bize bekliyordu. Otele geldiğimizde arkadaşların hepsi son derece merakla: "Tevetoğlu, demek akrabanızı buldunuz !" diye soruyorlar ve çok heyecanlı olan Cennet Aza Harnın'la tanışıyorlardı. Gerçekten "dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavu­ şur" atasözü, böylece bugün benim hayatımda en sami­ mi bir örneğini bulmuştu. Sovyet mihmandarlarımızdan birine : "Bu akşam, akrabam hanımı da Devlet Tiyatrosu'na bizimle birlikte götürmek istiyorum. Acaba bilet satın alabilir miyiz?" diye sordum. Akşam yemeğini beraber yememiz için de, bilhassa yerli Azerbaycan müziği çalınan bir lokanta soruşturdum. Mihmandarımız tiyatroda yer bulunacağını ve mi­ safirimi davet etmemin mümkün olduğunu ; yemeği de otelin lokantasında birlikte yememizi söyledi. Sonra öğ­ rendik ki, bu şen, bu neş'eli Türk diyarında da öyle şar­ kılar, türküler söylenen lokantalar, gazinolar ; çalgılı ve eğlenceli yerler yokmuş, kalmamış. Zaman zaman bizi tam bir serbestlik içinde bırakı­ yorlarmış gibi görünen vazifelilerin, disiplin ve kontrol alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemedikleri aşikardı. 167


Fakat her fırsatta bize ve bilhasas bana azami misafir­ perverlik göstermeye büyük gayret sarfediyorlardı. Otelin katlannda ve lokantasında çalışan kadınlar, hep Rus veya Ermeni asıllı idiler. Ermenilerin ekserisi mükemmel Türkçe konuşuyorlardı. Her kattaki halde, iki genç kız veya bir kız - bir oğlan oturmuş "fıs-fıs" konu­ şuyorlar ve yan göme çevrelerini süzüyorlardı. Bunların ise Rus olmadıkları, Azeri veya buraya yerleşmiş diğer Türk - gayrı Türk kavimlerden birine mensub bulunduk­ ları yüzlerinden anlaşılıyordu. Umumiyetle Rusça konu­ şuyorlardı. Türkçe .bildikleri, Türkçe anadilleri olduğu halde Rusça konuşmak onlara hem kolay, hem "emin" geliyordu. Asker diye, subay diye gördüklerimiz, yalmz hava­ alanlanndaki ihtiram kıt'alarından ibaretti. Bunların da hepsinin seçme Rus asılh er ve subaylardan müteşekkil olduklan yüzlerinden belliydi. Özbekistan Republikası'nda Özbek'in, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Republikası'nda Azeri Türk'ünün eline silah verilip, kendi topraklarında askerlik yapmaları ya­ sakmış. Türkler, Moskova hariç, diğer Rus veya Ukray­ na şehirlerindeki garnizonlarda askerlik hizmeti görür­ lermiş. Otelin önünde, kapılarında, bollerinde yer alan vazifelllerin mühim biF kısmı Türkçe bilen Ermenilerdi ; yahud Türkçe bilen diğer yerli ahalidendi. Azerbaycan polisi ile jandarması da mahalli bir kuruluş değildi. öz­ bekistan ve diğer müstakil ( ? ! ) Cumhuriyetlerde de bu­ lunduğu gibi, Sovyetler Birliği'nin Devlet Polis İdaresi (G.P.U.) 'nun kontrolünde, Moskova'mn Baku şubesi ha­ lindeydi. Zaten bize otellerin lokantalarında ve resmi ziyafet­ lerde ikram edilen yiyecekler, içecekler "kuş sütü"ne ka­ dar herşey bulunan bir zenginlikteydi. Dışarıda herhan­ gi bir yerde, arzuladığımız bir köşede, istediğimiz şeyleri 168


bulmak mümkün değildi. Zaten vazifeliler bize göstermek istediklerinden başka şeylerin görülmesine ve halkın ye­ diklerini,

gittikleri

lokantaları incelememize

elbette

ki

taraftar değillerdi. Kendi

kesernden

ikramda bulunamadığım akrabam

hanıma, hiç olmazsa otelin lokantasında bir nefis yemek ziyafeti çekeyim dedim.

Nerede ? ...

Soupe uKhartcho" a la Caucaswnne diye Moskova'­

da içtiğim

( Kafkas Çorbası) 'ndan birer tas getirttim.

Rızeağız heyecandan mı, alışkanlıktan mı, bilmem, çor­ badan "üç kaşık" içti, içmedi.

Boğzaından

bir lokma

gitmiyordu ; başka hiçbir yemek de söylemedi.

Ben Eşime ve Kayınva.Iideme : ({Hiç olrrıazsa teyze­ zddenizi, yeğeninizi buldum ve size iyi haberler getirdim" diyebileceğim

için hüyük sevinç

duyuyordum. Cennet

uYarın sabah ilk iş olarak Nalçık'a an­ neme, teyzelerime ve teyzemin oğluna sizin geldiğinizi tanıştığımızı, Altınsaç Teyzernden iyi haberler, güzel re­ simler getirdiğinizi yazacağım!" diyor ve yine : ({Ah, on­ lar sizi göremediklerine nekadar çok üziüecekler !" diye Aza Hanım da :

dövünüyordu.

({Artık bizim buraları ziyaretimize, sizlerin de yurd dışına çıkmanıza, Türkiye'ye gelmenize; aile ve akraba­ larınızla görüşmenize Sovyetlerce müsaade olunuyor. Ben burada da sordum; gidince de Ankara'dan müraca­ at edeceğim ve Cansurat Teyzenin biletini yollayıp Tür­ kiye'ye herw;iresine misafir gelmesini, ahir ömürlerinde bir kere daha görüşmelerini sağlayacağım " dedim. Cen­ ..

net Aza Hanım mahcub başını öne eğiyor ve sevinçten, memnunluktan,

heyecandan yüzü ve gerdanlan al al,

kıpkırmızı 'k ızarıyordu. Tiyaıtroda da Aydın Yalçın Bey'le benim aramda oturan "teyzezade", heye<:andan ve kalb çarpıntısından

169


bir ara oturduğu yerde hafif bir 'fenalık, geçirdi. Bere­

ket versin bu "sevinq fenalığı"nı ucuz atlattı.k. İnsanlara fazla ve birdenibire sevinmenin nasıl te'sir ettiğini genç kadıncağızda

çok

bu

tipik olarak müşahede ettim.

Doğrusunu söylemek lazım gelirse, o gece getirildi­ ğimiz Baıku'nun

(Mirza Fethali Ahundof

Azerbaycan

Devlet Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu) eski, küçük bir bina idi ; dekorasyonu ve sahnesi · son derece faıkirdi.

Yazıgeçtik

Moskova'dan - Leningraıd'dan ;

fakat Taş­

kend'de gördüğümüz Navai Opera Evi'nden de çok sö­

nüktü.

Halbuki Azerbaycan'ın 'bütün sa.n'at ;kollannda, özel­ likle opera, operet ve mü.zikte çok ileri olduğunu biz ço­ cukluğuınuzdan :beri işitir, duyardık. Çarlık çağlannda da, daha önce ve sonra da, Rusya'da, de, İran'da, Aze:rıbaycan sahnesi, Hacıbeyli başta olmak üzere

bütün Türk alemin­

operetleri ve Üzeyir

ünlü Azeri bestekar ve mu­

siki üstadlan daima takdirle anılırlardı. Belki dedim bina gösterişsiz ama, şimdi bize Azeri

Türkü'nün yüce san'at eserlerinden öyle sahneler seyret­

tirirler, dinletirler ki gönüllerimiz "şad" olur ! . . Maalesef bu umudum da iboşa çı,ktı. Zatep. ne 'ben, ne de yanımda

oturan "teyzezade",

sahnedeki f!ciayı seyredecek halde değildik. Birbirleri­ ni 42 yıldır kaybetmiş aile efridı.rnızın ıbu mutlu imkan­ la haıberleşmesi dramı, bizim seyrettiğimiz değil, yaşadığımız sahnede temsil olunmaktaydı.

bizzat

Bize, (Köroğlu), (Leyla - Mecnun), (Arşın Malalan) veya (O Olmasın Bu Olsun)'dan bir milli

san'at zevki

tattınlacağı yerde, buruk, zehirli, kara-·kırrnızı biberden de acı, bir oyıın oynandı. Sayın Demirel, eşleri ve diğer Bakan arkadaşlar ; ev­ sahiıbi Bakanlar ve eşleri şeref Joeasında

yer

aldıkları sı­

rada gösterilen tez8.hürat cidden yürekten ve samiini idi.

170


Azeri Orkestrası'nın lsUkla.l Marşunızı ne ·kadar candan ve !başarı ile çaldığına yakından ş§.hit olınuştuk. Azer­ baycan MHli Marşı ise, Sovyetlerin müstaJdl

şimdiye kadar

bulunduğumuz

( ?) cumhuriyetlerinde dinlediğimiz

büıtün milli marşların değil, dünyanın diğer birçok ülke­ lerinde dinlediklerimin de hepsinden güzel ve te'sirli idi. Çok başarı He yazılmış ıbir beste idi. Bende bıraJktığı de­ rin zevıki ve memnunluğu bozmamak

güftesindeki

"sözlerini"

sonnadım ;

dım. Amma, kimbilir, bel.k i de

için,

ıbu marşın

çekindim, sorama­

Azeri Türk

şaırı yine

yad'ların anlamayacağı, ancak bizim duyacağımız ve his­

sedeceğimiz birçok ma'na.Iı şeyleri bu marşa da yerleş­ tirmiş ve miştir ! ..

Rus sansüründen, rejim gümrüğünden geçir­

lşte iki örnek ki, iki Azeri

zılmış ;

(Anadili)

Türk

şairi tarafından ya­

başlıklarını taşıyorlar ve Baku'da çı­

kan iki Türkçe dergide yayınlanmışlar :

I Seni şefek bildim bu cekanda men. Bazen şimşek olup gazeble çahdın. llk defa dünyaya göz açanda men, Kalbime güneşin özüyle ahdın. Ana gözlerinden süzen nur kimi1 • Hopdun2 üreğime sen gile, gile9, Her kelmen, her sözün bezenmeyip mi Mehriban anamın tebessümüyle '! Sendeki kudrete vdlihdir4 insan Şöhretin en uzak ellere çatmış Sen Şahdağ'ndan6 mı vakar almışsan, Kür de mi sesini sesine katmış '! Men nece6 sevmeyin seni ay dilim Omrümün ziyneti, ahı7 sen oldun Döğüşe yollanan8 koç Köroğlu'nun Kolunun kuvveti, ahı, sen oldun!

171


Batmadın zamanın coşkun selinde, Kök attın paht tek9 doğma elinde. Nizami yazdıkça yacllar dilinde, Kalbinin hasreti, ahı, sen oldun! Seni Lermontov da heyran· dinledi, Çağladı kalbinde Umman, dinledi. Sebuhi danışdı10, cehan dinledi. Onun da şöhreti, ahı, sen oldun! Sendedir Vakıf'ın11 kartal vüs'ati, Gül açtı Vurgun'una böyük san'atı Oafer'in1·' dostlara ilk muhabbeti, Düşmene nefreti, ahı, sen oldun! . . . Ucalır14 bağçadan bülbülün sesi, Çay15 susur, esmeyir çemende yel de. Ne kadar doğmadır16 onun nağmesi, Bülbül de, ele bil17, ötür bu dilde. Seninle en aziz dost olmuşam men, Sen ki sazımdaki ince telimsen, Hoşbahtem18 bu yerde doğrulmuşam men, Hoşbahtem, sen menim ana dilimseni

II Dilim-su kimi billur, Bal kimi şirindir! Elim-Veten adlı Ilk sevgilimdir. 1 Gibi, 2 Sızdan, girdin, 3 Damlag- damla, 4 Şa§a kalmı§tır, hayrandır, 5 Kafkasya daA-larından biri, 6 Nasıl, 7 Halbuki; 8 Sava§a çıkan, 9 Me§e aA-acı gibi, 10 Söy­ ledi, ll Azerbaycan !jairi Molla Penah Vakıf, 12 ''Vakıf" dra­ mını yapan Azerbaycan !jft.iri Sarnet Vurgun, 13 Azerbaycan'ın büyük dram yazan Cafer Cebbarlı, 14 Yükselir, yücelir, 15 Ne­ Cana yakındır, 17 Sanki, 18 Bahtiyarım. hir, 16 -

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

-

172

-

-

-


Men elimin Greyimin nağmeli oğluyam. Bir ideal karbirnde canlanır; Ekindemde doğruyam. Dilim Diller tacı olsun, deyirem. (jz dilini sevmeyenler, Lal olub, yere girsin. Bir kelme söze mühtac olsun, deyirem. El menim. Men de elin. Kalbirndeki her telin Sesi Sızımda gülür. Dilim-Bir dağ çeşmesidir, Greyimden Dodağıma sözülür. O çeşmenin gözünü Gözüm keder sevirem Onun her damlasını Sözüm keder sevirem. Halkımız, (jz diliyle, Mö'cizeler yaradır. Çünki, Suyu da toprağı da, Min bir derde çaradır. Men bunu özüme Gurur saya bilerem. Körpe bir uşak Beşikden baş kaldırıb. ''Ana11 dese, Onu bağrıma basıb gülerem. Çünki o, (jz dilimdir, ·

173


Pervaz et, Her yana, dilim! MenKelbi kelbimde döyünenleri, Menim kimi Öz halkı ile öyünenleri, Dilimi, sevenleri severem Her kim ne deyir, desin; Elimi sevenleri severemi O el, Şerkin min bir nağmeli dodağıdır. Dodak dedim : O ürek tercümanıdır, Vreksiz neğme olmaz! Dilim Nergiz gül gibidir/ Borana2 da düşse solmaz. Çünki bu dil, Buharistan toprağımda Atmış ri§e.8 Bu dil, o vakt mehv olar ki Dünya kopa düşe !nan, heç bir Sahta gurur, Gururuma düşmez yahın!' Neğme deyin Ahın-ahın! Bu ahının Dalgaları tJreklere ahıb dolsun. Bizim könül neğmemizse, uAzerbaycan Himnim olsun! ı - Gibidir. 2 - Bora, fırtına, 3 - Kök, 4 - Yalan, 5 baycan Marşı.

174

Azer­


Güller .Mek&ııı'nda "Yıldınmh Yollar"

Büyük Türk düşünür ve milliyet­ çısı Mirza Fethali Ahundofun adı da verilmiş Azerbaycan Ti-

yatrosu'nda, ünlü Azeri :bestecisi Kara Karayel'in ayıı. dırımlı Yollarla" adlı üç perdelik balesi oynandı. Güney Mrikalı yazar Peter Abrahams'ın romanın­ dan alınmış ve 1956'da Karayef tarafından ·bestelenmiş, Lenin .Armağanı kazanmış eser, Güney Mriıka'da geçi­ yordu ve bir Avrupalı ıbeyaz çiftlik ağası ve ada.mlanyla, ağanın kızını seven bir zenci öğretmen ve taraftarlan arasındaki mücadeleyi gösteriyordu. Bütün gezimiz süresince, okadar misafirperver, oka­ dar mükrim, okadar anlayışlı ve müsamahalı davrandık­ ları "ağırlanma" mrzda, Sovyetlerin tek kusurlan diye sayacağım husus bu berbat, artık Türkiye'de dahi tik­ sinti ve bulantı haline gelen toprak ağası, ırgat-maraba mücadelesi ; emekçiyi ezen sömürücü despot kapitalist propagandasını burada bize tekrarlamış olmalandır. Bunun bize gösterilmesindeki gaye şüphesiz "propa­ ganda" değildi ve olamazdı. Zira biz, sömürücü kapita­ list devletle, yoğurup pişirdiği sıcak ekmeğe el uzatama­ yan emekçinin dramını, fa.ciasım sahnede değil, yaşam­ lan hayatın içinde, Mirza Çölü'nde, Açlık Stepi'nde, öz­ bekistan'da tazesi tazesine •görüp gelmiştik. ((Yıldırımlı Yollarla", bize soyu soyumuzd:an, kültürü kültümüz­ de n, dili dilimizden ve bırakıldığı kadan ile dini dinimiz­ den .bıılunan Azeri kardeşlerimizin milli san'at başarıla­ rına bir örnek değildi ve olamazdı. ·

O ince, o zarif, o tarihi bale san'atımn, komünizmin haşin, hoyrat, haydut elinde bu adinin bayağısı melo­ dram ile ne yolda kullamldığına ve ne hale getirildiğine

175



bizi seyirci kılmak, şüphesiz ne biz misafirlerin, ne de ev sahiplerinin yararına idi. Zira bu temsil, düşündürücü ol­ mayıp kızdıran, san'at zevki kazandırmayıp bil'akis iğ­ rendiren, bıktıran, bütün zevkimizi kaçıran bir melo­ dramdı. Kimbilir değerli Azeri sahne san'atkarları Maksut Mehmed (of) , Alikişiziide, Leyla Vekil (ova) , Bataş (of) , Zeynel (ova) , Refika Ahund ( ova) , Ismayıl ( ova) , Meh­ med (ova) , Barlak (ova) , Kerim (ova) , Hacı (yef) ve Sü­ leyman (ova) bize bir büyük Azeri Türk san'atkarının, bir değerli eserini aynasalardı nekadar "yahşi" olacaktı ! .. Fakat ben kendi hayal alemimde, kendi havamda idim. İhtilalden 14 yıl sonra 193l'de dünyaya gelmiş, kendi doğmadan 6 yıl önce 1925'de oradan ayrılmış tey­ zesinin ne yüzünü bilen, ne haberini duyan fakat bugün benimle tanışınca "büyük Allah'a şükürler olsun" diyen eşimin "teyzezadesi" yanımda olduğu halde, tiyatroya gelmiştim. Bizim dramımız, sahnede oynanandan çok da­ ha üstün, çok daha değerli, çok daha ma'nalı ve müessir­ di. Bir ben değil, arkadaşlarımdan yanımızda, yak�nımız­ da olanlar da, uzaktaki sıralarda oturmuşlar da, temsil­ den çok, yanımdaki akrabamın canlı, heyecanlı, mutlu tablosunu seyrediyorlardı. Aydın Yalçın Bey ile birlikte Cennet Aza Hanım'ı blok apartmanlarının kapısına kadar götürdüğümüz za­ man, bize, bizden daha çok bu kadıncağıza bu vesile ile böyle mes'ud bir akşam geçirten mihmandarımız M. Fe­ dorov'a tekrar tekrar teşekkürler ediyorduk. Şoför Ha­ bib'e, mecbıiriyeti yokken bizi bu uzak mahalleye kadar getirip tekrar otelimize götürdüğü için bahşiş vermeye çalıştım ; kabul ettirmek imkansızdı... Burada herşey devletindi ve devlet içindi. Araba da, şoför de, misafir de devletindi. 177


26 Eylıil Salı sabahı Azerbaycan Sovyet Sosyalist Republikası Yüksek Şura PreGördüklerimiz zidyomu Başkanı M. A. Topçubaş ( ef) ve Bakanlar Kurulu Başkanı E. N. Alihan (of) ziyaret edi­ lecek ; daha sonra da deniz petrol işletmesi te'sisleri ve Sumgait şehri gezilecekti. Uçakla gelirken, hayranlıkla seyrettiğimiz deniz içi­ ne inşa olunmuş vasi Neftalan adı verilen petrol kuyu­ ları, gerçekten görülmeye değer te'sislerdi. Baku'dan 33 Km. uzakta bulunan ve 18 yıl önce ku�muş olan Genç­ Baku'da

lik Şehri (Sumgait) , Sovyetlerin bilhassa övünerek gös­ termek istedikleri yerlerden biri idi. Kimya ve metalürji sanayiinin en büyük merkezlerinden biri olarak kurulmuş bu modern şehirde birçok yeni binalar, geniş asfalt cad­ deler inşa edilmiş. Bu şehirde en modern ulaştırma araç­ ları kullanılıyormuş. Amma, şehrin nüfusu hemen he­ men tamamen Ruslardan ibaret... Sabahleyin, hep beraber Başbakanlık ikametgahına gittiğimizde, sayın Şevket Rado ile ikimiz, müsaade iste­ dik ve yanımıza bir de Azeri milımandar alarak Milli Kü­ tüphane, Azerbaycan İlimler Akademisi ve Üniversiteyi görmek üzere kafileden ayrıldık Bu arada vakit bulursak şehri de gezecek, bilhassa Fuztıli, Nizami, Sabir ve Sarnet Vurgun'un heykellerini görecek ve bulabilirsek bunlara aid, Türkiye'ye ve Türk edebiyatma aid kitaplar ve Azeri opera ve şarkılarına aid plaklar satın alacaktık. Mirza Fethali Ahundof Kütüphanesi diye de adlan­ dırılan (Baku Cumhuriyet Devlet Kütüphanesi) 'nin mer­ diveni başında, ünlü Türk düşünür ve yazan Mirza Feth­ ali Ahundof'un güzel bir büyük büstü bulunuyordu. Bu kütüphane 1923 yılında kurulmuş. lık kuruluşta kütüphanenin 12.600 kitabı varmış. Şimdi ise kit5\p sa­ yısı 3 milyona yaklaşmış. . . Halen müdürü bulunan Kah-

178


raman Süleyman-zade, çok kibar ve nazik bir Azeri Tür­ kü idi. Hemen hemen kütüphanede rastladığımız bütün vazifeliler, Azeri asıllı idiler. Birkaç tane Ermeni kadına rastladıysak da, onlar da Türk kültürü te'siri altında kal­ mışlar ve mükemmel Türkçe konuşuyorlardı. Şevket Ra­ do Bey ile bana, kütüphane müdürü Kahraman Süley­ man-zade, kütüphane hakkında geniş bilgiler verdiler ; sonsuz kolaylık ve misafirperverlik gösterdiler. Üniversel milli arşiv karakterinde olan bu Milli Kü­ tüphane'de, 12 okuma salonu mevcuttu. Kütüphaneden dışarı, evlere kitap verilmiyordu. Okuyucular, inceleme ve araştırma yapanlar kütüphaneye geliyorlar ve bura­ daki eserlerden faydalanıyorlardı. Faaliyet nev'Herine göre kütüphanede : (Kitapların seçilip alınması) , ( Kitapların işlenmesi) , ( Kitaplann sak­ lanması ve muhafazası) , (Kitap servisi, hizmet şubesi) , (Dış ülkelerle ilgili yayınlar şubesi) , (Musiki, nota ve edebiyatı şubesi) , (Bibliyografya bölümü) , (tlmi meto­ dik bölüm) gibi ll değişik şube mevcuttu.

Kütüphane Müdürü Kahraman Süleyman-zade, he­ nüz şiiibeleri görmeden kütüphane hakkında bize ön bil­ gi verirken, bir ara : "Sizde de Ankara'da çok yahşi bir

Milli Kütüphane'nin Adnan Otüken Bey tarafından kuruı.. duğunu işitmişik" dedi. Kitap ve bilhassa Biıbliyogmfya müıbadelesi yapmak isteği ile .birkaç defa Türkiye Mini

Kütüphanesi'ne yazılar yazdıklarını ve teşebbüslerde bu­ lunduklarını söylediler. Bizdeki kütüphanecilik fa8liyetlerini, yakından de­ ğilse de kısmen olsun, takip etmeleri hoşumuza gitmiş ve cidden üzerinde durmaklığımız gereken bir önemli konu olarak dikkatimizi çekmişti. Türk Milli Kütüphanesi'nin

kuruluşunda çok büyük emeği geçen ve İstanbul Üniver­ sitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdikten sonra Berlin Nasyonal Bibliyoteği'nde yetişip, Ankara'daki Türk

179


Milli Kütüphanesi'ni kurmuş bulunan sayın Adnan Ötü­

ken'i tamyışları, bilişleri de hem benim, hem de Ötüken'in çok eski arkadaşı sayın Ra.do'nun hoşuınuza giıtmişti. Acaba Ötüken'in milletine ve dünya kültürüne yaptığı bu hizmeti kendi öz yurdumuzda bilen ve takdir eden kaç •kişi vardır, diye düşündük. Bir nokta üzüntü ile dikkatimizi çekti : Kütüphane­ de, "Türkiye'den dergi ve kitap" . diye ne gördüysek hep­ si solcuların, hepsi tanınmış Türk komünist yazarların yayınları idi. Sayın Şevket Rado'ya, Ankara'ya dönüşümüzde ar­ kadaşımız Adnan Ötüken'e "Adamlar, Türkiye'den ya­ yın örnekleri diye hep kızıl neşriyatı toplamışlar. Amma, kızılların ve Türkiye'deki kızıl neşriyatın amansız düşma­ nı olan seni de biliyorlar ve tanıyorlar" diyeceğimi söy­ ledim. Sayın Ötüken'in Kafkaslarda şehid düşmüş askeri doktor babası Binbaşı Vodinalı Ali Nô.şid Bey'in mezarı belirsizdi. Amma, oğlunun adı Milli Kütüphane'de bilini­ yordu. Kütüphanenin beni çok ilgilendiren bölümlerinden biri, musiki nota ve edebiyatı şubesi idi. Burada musiki tarihine aid yerli ve yabancı pekçok ilmi neşriyat, dünya klasiklerinin ve bilhassa Azerbaycan ve Rus bestekar­ larının ünlü eserlerini toplamış plaklar kolleksiyonu bu­ lunuyordu. Birçok meraklıların, konservatuar öğrencile­ rinin, araştırıcı ve genç ses san'atkarlarımn lingafonlarla burada Mozart'dan, Beethoven'den, Bach'dan, Üzeyir Hacıbeyli'ye kadar klasik bestekarların eserlerini dinle­ diklerini gördük. Bizim kütüphanelerimizde de böyle bir hölümün .bulunup bulunmadığını bHmiyorduk. Eğer Devlet Konservatuarımızda da yoksa, böyle bir şubenin Türkiye'ınizde de kurulmasınırı çok faydalı olacağını dü­ şündük. 180


(Baku Cumhuriyeti Devlet Kütüphanesi) 'nin ve A­ zerbaycan İlimler Akademisi'nin yazma arşivlerinde ki­ tap halinde bulunan son derece değerli yazmaların sayısı 12 bindi ve bunlar içinde Türkçe, Türk edip, şair ve ta­ rihçilerini ilgilendiren, tanınmış Türk yazariarına aid pek çok yazma nüshalar ve minyatürlerle süslü eserler mev­ cuttu. Ayrıca pekçok tarihi senetler, büyük tarihçilecin elyazması eserleri, ünlü hattatların çeşitli Türk yazıları ile yazılmış "Hat"ları ve 52 ünlü tarihi şahsiyete aid ar­ şivler vardı. Kütüphanenin (Musiki Nota ve Edebiyatı Bölümü) salon ve odaları, ünlü bestekarların yağlıboya tabloları ile süslüydü. Bu bölümün şefi yaşlı Ermeni hanım bana, Azeri Türk Musikisi kurucularından büyük bestekar üzeyir Hacıbeyoğlu (veya Hacıbeyli) ( 1894-1948) 'nin, (Köroğ­ lu) , (Leyla ve Mecnun) , (Arşın Malalan) , (0 Olmasın Bu Olsun) , ( Şah Ahbas ve Hurşit Banu) ve (Aşık Garip) eserleri hakkında kısaca izahat verdi. Kara Karayef'in (Yedi Güzel) 'ini, Müslim Magomayef'in (Nergis) ve (Şah İsmail) eserlerini anlattı. Azerbaycan'da milli operetler bestelemek ve opera­ lar vücuda getirmek cereyanl , I. Dünya Savaşı'ndan kısa bir müddet önce başlamiştı. Bu milli musiki uyanışının ilk öncüsü ibulunan Üzeyir Hacıheyli'nin bestelediği Fu­ zuli'nin (Leyla ve Mecnun) 'u 1907'de Baku'da oynan­ mıştı. (Arşın Malalan) opereti gibi denemelerin ise sür'­ atle Azerbaycan'dan tekmil Kafkasya'ya ve bütün Türk alemine ve bu arada Türkiye'ye, İstanbul'a da intikal et­ miş ve bizde de sahneye konmuştu. Rusça'ya, Ermenice'­ ye ve diğer Batı dillerine çevrilmiş bu eser, Batı dünya­ sında da oynanmış ve sinemaya dahi alınmıştır. Bu bölümde daha uzun zaman kalmayı ve ilgilendi­ ğim konularda yeterli bilgi almayı çok istiyordum ; fakat 181


vaktimiz kısa ve programımız sınırlı idi. Sayın Şevket Rado, çok merak ettiği yazmalan görmekte sabırsızlanı­ yordu. Ben ise, bu kütüphaneden ayrılmadan, Türkiye·­ de ancak bir tek birinci sayısını sayın Prof. Zeki Velidi Togan'ın kütüphanesinde bulabildiğim bir eski derginin

(Kızıl Şark Mecmuası)'nın tam kolleksiyonunu görmek ve kanştırmak istiyordum. Bilindiği gibi, Moskova'mn, Lenin'in Türkiye'de bir komünist ihtilal vücuda getirmek ; Musatafa Kemal Pa­ şa ve arkadaşlannı hertaraf edip yerine Mustafa Subhi ve yoldaşlannı oturtarak, Türkiye'deki Milli Mücadele'­ yi bir kızıl

mücadele

hatine sokma:k istek ve planı üze­

rindeki faaliyetleri en ziyade Baku'da hazır.lanmıştı. Tür­ kiye'li komünistlere kurdunılan parti ve teşekkill lerin ; yaptırılan toplantı ve ·kongrelerin başlıca merkezi Baku olmuştu.

Bugün dahi

(Türkiye Komünist Partisi)'nin

asıl merkezi Baku'da idi ve

başında

da, gençliğirnizde

matbaalarını .kafaları na yıktığımız kızıl T a n

sahibieri

Gazetesi

Yahudi dönmesi M. Zekeriya ve bilhassa ka­

rısı SBJbiha Zekeriya Sertel bulunuyorlardı. Baku Cumhuriyeti Devlet

Kütüphanesi'nde

buldu­

ğum (Kızıl Şark Mecmuası) kolleksiyonu da tam değil­ di ; ancak üç sayıdan ibaretti. Bu cild içinde yalnız Ara­

lık 1922 tarihli birinci sayısı ile, Ocak - Şubat 1923 ta­ rihli 2 - 3 üncü sayıları .bulunuyordu. Mecmuanın 2 ve

3 üncü sayıları bir arada yayınlanmıştı. Bu 2 - 3 üncü ( Ocak - Şubat nüshası) , 28 Kanlinusani 1921'de, arnansız

komünizm düşmanı Tra.b.zonlular tarafından Karadeniz'­ de öldürülmüş Mustafa Subhi ve

yoldaşlarının ikinci

ölüm yılında çıkanlmış bir "Özel sayı" mahiyetindeydi. Del'ginin

64 - 65'inci sahifelerinde (Yoldaş Edhem

Nejad) ve ( Yoldaş Mustafa Subhi) 'nin hiçbir yerde gör­ mediğimiz ıbirer büyük resimleri vardı. 71 - 72'nci sa­ hifelerinde AU - Ya.zıdcı tarafından 182

(Tarihi .bir

gece)


başlığı altında Baku'da yapılan anma töreni anlatılıyor­

du. Ali Yazıdcı, 29 Ocak 1923 gecesi saat S'de "28 - 29

Ocak 1921 Vak'asının İ kinc i Yıldönümü Münasebetiyle"

(Baku Askeri Akademiyası) <binasında yapılan bu top­

lantının teferruatını an latıyordu .

Mecmuanın 72 - 73'üncü sahifelerinde Mustafa Suıb­ hi'nin ve 73 - 74'üncü sahifelerinde de Edhem Nejad'ın hal tercümeleri vardı. 106'ncı sahifesinde Nazım Hik­ met' i n (2000 Benesinin Ban'atkarlarına) parçası yer al­ mıştı.

(Kızıl Şark Mecmudsı)'nın 110'uncu sahifesinde ise, komünist ve AHahsız olarak tanılan (Türkiye'nin Maddi­

yetçi Şair ve llhddiyunundan Büyük Tevfik Fikret)'in

bir resmi ile ''Tarih-i Kadim' i ; aynca de rgini n 111 - 114' üncü sahifelerinde de Ali Ejder Said-zade'nin (Td,rih-i Kadim ve Tevfik Fikret) üzerindeki ibir etüdü yer almış bulunuyordu. 120 - 121'inci sahifelerde de Bolşevik:lerin Türki ye 'ye yolladıkları ilk komün ist ajanlardan Ziyne­ tullah Nfışirvan'ın yazısı vardı.

Bolşeviıklerin Türkiye için Moskova ve Baku'da ye­ tiştirdiıkleri "Lenin Uşakları" hakıkında ve bilhassa bun­ l ardan Giridli Ahmet Cevad, Vala Nfıreddin ve Nazım

Hikmet gibilerin 'bilhassa Türk dili ve edebiyatı alanla­ rında yapacakları (Kültür Bolşevizmi) , bugünkü Kızıl Çin örneği ve tabiri ile (Kültür lh:til al i ) 'nin plan ve pro­ gramları üzerinde birçok ma'liimaıt ·bulunan -bk. Dr. Te­ vetoğlu , dipnotlarda adıgeçen eseri, s. 362-367 - ibu kızıl derginin tam kolleksiyonunu Kızıl Rusya'dada bulmak ve incelemek mümkün olmadı. Eğer, verdikle ri sözü ye­ rine getirebilirlerse, Müdür Kahraman Süleyman...zide bana bu derıginin tam ·kolleksiyonunu mikrofilm halinde çektirip göndermek kahranuurlığını gösterecek .. Bize çay ve Azeri pastaları ikram edildiği bir sıra­ da, Kızıl Şark Mecmuası'nın bu lüzumlu taraflarını kop183


ye etıniştim. Fakat sayın Rado saıbırsızlanıyordu ; o nun sabrını daha fazla tüketmeden kalktık ve <<Azerbaycan

Ilimler Akademisi"ne giıtti·k. Ben bu ko nu ile çok yakın­

ilgileni yo r ve yurdumuzda bir Türk Bilimler Akade­ misi k urulmasına çalışıyordum. Azerbaycan llimler Aka­ demisi'nin kuruluşu, çalışmaları hak.k ında faydalı bilgi ve dokümanlar aldık ve burada, değerlerine baha. biçil­ mez birçok "El-yazması kolleksiyonlar" seyrettik. Yazma:l arı, çok .güzel düzenlenmiş kilitli camekan­ lar içinde teşhi r ediyorlardı . Güneş ışığının kitaplar üze­ rinde yapacağı tahrib ata karşı, camekanların üzerlerine

dan

vişneçürüğü renginde kalın kadife örtüler konulmuştu. Duvarlarda da,

cam levhalar halinde

asılmış ünlü

hattatların çeşitli hat'ları vardı. Yazma eserler salonunun mu'tena bir köşesini ise,

büyük Türk şairi ( Fuzfıli) 'nin resmi, daha doğrusu tab­ l osu süslüyordu.

1956'da Ali Minai Tebrizi tarafından

yapılmış bu Fuzıili tablosu, .benim Türkiye'de ilk defa

K o p u z

adlı Türkçü aylık dergimizin 15 Mayıs 1939

tarihli ikinci sayısında yayınladığım

( En Büyük Türk Şdiri: Fuzuli) tablosunun aslı gibiydi. Ozaman yayınla­ dığımız hu Fuzıili tablosunu, 1938'de Berlin'de çıkan D a s P r o b l e m A s e r b e i t s c h a n adlı kitaptan alm ıştık ki, bu raya da, 1926'da Baku'da Azeri ·kardeşle­ rimizin FuzıiU hakıkınd a yayınladıkları bir kitaptan kop­ ya edilmişti. Fuzfıli'nin minyatürlerle de süslü n8.dide el-yazması

(Leyla ve Mecnun) nüshalarının bulunduğu camekanlar üstünde (Dar Abadi Gulam Azeri) tarafından kamış üze­ rine işlenmiş Fuzfıli resmi ve Fuzıili'den beyitler ile tez­ yin olunmuş ney'ler de teşhir olunuyordu. Acem edebiyatma aid pek çok el yazması kitaplar da bulunan :bu san'at hazinesinde, Hayyam'ın Rü.bii'lerii ile ilgili epe yce eser vardı. Bu hölümün mütehassısı olan

184


Eıı

Büyük Türk Şalri : FuzOJi.


ha.fız-ı kütüb •bize barikulade minyatürlerle süslenmiş bir (Omer Hayyam Rübaileri) elyazmasını gösıterir:ken şöyle diyordu : ulran alimi Şecerflye göre Hayyam'ın esas rübdileri 121 tanedir. Diğer 10 rübdinin Hayyam!a aidiyeti meşkuktur. Ondan sonrakilerin ise, Hayyam'a izafe olunan, fakat aslında Hayyam'a aid bulunmayan, Hayyam taklitçisi başka şairlerin rübaileri oldukları Şe­ cere tarafından ortaya konulm'llştur." Ressam Ali Minai'nin Fuziıli tablosundan bir kopya �ektirmişler ve iki nüsha olarak bana ertesi günü yetiştir­ mişlerdi. Bir kopyası sayın Şevket Rado'ya aiddi, ona verdim. Türk Hey'eti'ndeki diğer arkadaşlarımız (Neftalan) petrol kuyularına inmişlerdi ; biz de, bu hazinelerin hazi­ nesi san'at deryasına dalmayı tercih etmiştik. 1945'de Baku'da kurulmuş bulunan (Azerbaycan İlimler Akademisi) , en önemli Petrol Enstitüsü ve Fa­ kültesi ile, bu bölgenin en büyük ilim merkezi idi. Verilen bilginin sıhhat derecesine göre, Azerbaycan'da mevcut 12 yüksek okuldan her yıl çeşitli san'at kollarında bin­ lerce uzman hazırlanıyormuş. Azerbaycan'da mevcut 130 ilim ocağında 13 bin bilgin çalışmaktaymış. Aralarında 400 tane çeşitli alanlarda ve konularda doktora yapmış ilim doktoru ve 3485 doktor adayı varmış. Azerbaycan okullarındaki öğrenci sayısı 1 milyon 200 bin kişiyi bu­ luyormuş. Yani 4 milyon 800 bin nüfusun tam dörtte biri okullarda, ilk, orta, yüksek ve teknik tahsilde bulunuyor­ lar demektir. Bunun mübalağa edilen miktarı kabarık olabilir. Fakat Azerbaycan'ın yüzde yüz okuma-yazma bi­ len bir ülke bulunduğu muhakkak ve 50 yıl öncesine gö­ re okullara giden kız öğrencilerin ııisbeti yüzde 90 art­ mıştır. İddialarında da mühim bir miktar gerçek payı ol­ duğu Aşikar. 186


FuzOJi Tablosu ( Ali 1\tiııai Tebrizi tarafından 1956'da yapılmış.)


Gerçekten tiyatro sahnesinden devlet idaresine, so­ kak süpürgeciliğinden Başbakan Yardımcılığına kadar Azerbaycan'ın her iş sahasında Azeri kadın ve kızları­ nın büyük sayıda çalışma hayatına katıldıkları görülüyor. Baku'nun iki büyük ana caddesinin kesiştiği bir meydan­ da yükselen "Hür Azeri Kadını" anıtı da "hürriyet Aze­ ri kadınıarına eşit haklar getirdi" propagandası ile dikil­ miş. "Bakınız, Azerbaycan Bakanlar Kurulu Başkan Yar­ dımcısı ve üç Bakan kadındırlar. Azerbaycan Parlamen­ tosu üyeleri arasında lll ve Sovyet Parlamentosunda 20 Azeri kadın bulunmaktadır." diye övünen: komünist re­ jim propagandacıları, bu· sözleri, şüphesiz "hürriyet" ve "eşit haklar" ın ne demek olduğunu ; bu insanlara ve Aze­ ri kadınıarına "hürriyet ve eşit haklar" diye verilenin, getirilenin nelerden ibaret bulunduğunu çok iyi bile bile laf olsun kabilinden kullanıyorlardı. Bize verilen bilgi ve istatistikierin sıhhatine tam ola­ rak inanmak .güçtü. Gördüklerimiz, hiç şüphe -götür­ müyordu. Fakat, mesela, şehrin nüfUsunda büyük çoğun · luğun Azeri Türk'ü olduğu gerçeği, her tarafta gün gibi §.şikardı. Halbuki bize verilen ma'lumat ve bazı yazarla­ rın iddiaları bunun aksini ileri sürüyordu. Azerbaycan'da parasız ve mecburi orta öğretim sis­ temi uygulanmaktadır. Okullar kadar bol, en ücra köy­ lere de kurulmuş binlerce kütüphane -40 milyon nüsha kitap ile 6 bin 700 kütüphane- ve 1778 sinema, 1460 kül­ tür sarayı, kulüp ve tiyatrolar ; devletin kontrolündeki yüksek tirajlı gazeteler, radyo ve televizyon, şüphesiz herşeyden önce, hepsinin üstünde komünizm propagan­ dası yapmak için kurulmuşlardı ; Marks'ı - Lenin'i ezber­ letmekle vazifelidirler. Amma, okumak, öğrenmek, bir gün Lenin ve Leninizm propagandasından bıkan, gına ge­ tiren insanoğluna gerçeğin yolunu elbette gösterecektir, göstermektedir.

188


((Lenin düzdü bahtlı hayat DiUer oldu Lenin'den şdd Mazlum halklar buldu d.zad Azad vatan nurla toldı." diye ezberletilen kızıl yalanlardaki "azad"lığın, "nur"un cinsini ve derecesini elbette "mazlum

halklar" zamanla

duyacak ve öğreneceklerdi r ; şimdiden duymakta ve fark­ etmektedirler de ...

Ölıneyen Milli Şuur

Sırası gelmişken şunu belirteyim ki : Aze­ ri Türk'lerini çok uyanık, milli şuura sa­ hib ve gelecek için büyük umutlar veren

bir aydınlık içinde buldum. İster Azeri Türk'ünün tarihine, kültürüle saygı gös­ terip gönlünü kazanmak siyasetiyle olsun, isterse büyük milli san'atkarları

Rus'laştırmak, birer proleter kahra­

manı haline sokmak boş çabası ile olsun ; Taşkend'dekin­ den de daha ileri bir cömertlikle, Baku'da rastladığımız Geneeli Nizami (1141 - 1203) , Fuzuli ( 1498

-

1556) ve

heykeltr:ışa Abdurrahman Karyağdı'nın büyük eseri Ali ffikber Sabir'in ( 1862

-

1911) heykelleri, takdirle ve şük­

ranla karşıladığımız kültür ve san'at eserleriydi. Çarşıda soğan

satan,

patates

satan, hele

domates

veya elma satan sergicilerin önünde uzun kuyruklar uza­ nıyordu. Amma, arı kovanı gibi işleyen büyük

kitapçı

dükkaniarı da yetişmeyince, pek çok sergiler halinde so­ kaklara dökülmüş bulunan kitap satıcılığı yine takdirle belirtilecek diğer bir husustu.

Rastladığımız iki büyük

kitabevi, yalnız ve yalnız petrol sanayii ile ilgili binler­ ce cilt kitapları satmaktaydılar. Rusya'da kitap çok bol ve çok ucuz. İçlerinde ama doğru, ama yalan yazılı bu kitaplar çok satılıyor ve �ok okunuyor.

Türk edebiyatından örnekler diye de yalnız

Nazım Hikmet, Sahahaddin Ali ve Aziz Nesin'in kitap-

189


llop-Hopname Şairi : Ali F�kber Sa bir ( 186� - 191 1 )


ları basılmış. Son yılların iki-üç komünist taslağı roman ve hikayecisi de bunlara eklenmiş. Türkiye'deki fikir ha­ reketleri, siyasi cereyanlar ve partiler hakkında kendi rejim ve ideolojileri yararına bazı kitaplar yazılmış ve yazdırılmış ... Bütün bunların tek taraflı, muayyen bir hedef ve gayeye yönelmiş bulunmalanna ve daha çok, Rusya dı­ şında mevcut komünist propagandasının ve siyasi faa­ liyetlerin içerideki insanlara duyurulması maksadını güt­ melerine rağmen, büyük zararları yanında küçük fayda­ ları da dokunacak bir "kültür keçi.boynuzu" sayılmalan mümkündür. Eğer taze cevizin yeşil kabuğu ısırılmaz da taşla ezi­ lir ve ayıklanırsa ; sert kabuğu da kırılır ve içinin acı gömleği çıkarılırsa, elde edilecek süt giıbi beyaz taze ce­ vizin tadına doyum olmaz. Cevizi ısıran ve ağzını, dudak­ larını yakan ve boyayan acemi çocuk, onu hırsla yere çal­ dığı zaman yeşil kabuk _ patlayacak, sert odun kabuk kı­ rılacak ve içerideki meyva görünecektir. Çocuk onu yeni­ den yerden alıp yemişini yemesini öğrenecektir. Satın aldığım pek çok Arap ve Rus harfleri ile basılmış Azeri Türkçesi kitapların incelenmesi bana bu intibaı verdi. Köroğlu'nu istedikleri kadar köy ağalarına, toprak ağalarına karşı isyan etmiş bir kahraman diye tanıtsın­ lar O Köroğlu, yeni Azeri Türk oğlunun ruhunda ve şahsında tekrar dirilince, birgün yine mazideki destanı­ nın gerçek kahramanı olacaktır. ...

Elimdeki kitaplardan biri, büyük Türk şairi Fuzfi.­ li'nin 400. ölüm yıldönümü münasebetiyle "çap edilmiş", ressam M. Abdüllatif tarafından renkli tablolarla da süs­ lenmiş bir ( L e y I a v e M e c n u n ) nüshası... Üze­ rindeki kayda göre "tertip edeni ve redaktörü Pr-Ofesör Hamid Araslı."

191


Biiyük Türk Şıiiri : FuzOJi (1498

-

1556) 'nin Heykeli

ve (Leyla ve Mecnun ) Tasvlrl (Bakfl)


Hiçbir güçlük �ekmeden, ıbilaxis ıbüyüık bir zevkle ve tatlı bir Azeri Türk�esi ile okunan kitabın (Mukad­ deme)'si, kelimesi 'kelimesi ne aynen şu cümlelerie başla­ yıp gitmektedir : aFuzuli (1498-1556), Azerbaycan edebiyatının inki­ şafında mühim yer tutan dahi bir san'atkardır. Onun adı dörtyüz yıldan artıkdır ki bütün Şark ülkelerinde

hür­

met ve muhabbetle çekilir. Şairin üç dilde yazmış oldu­ ğu divanlar, poemalar, allegorik eserler Şark halklarının içerisinde geniş şekilde yayılmıştır. Fuzüli'nin zengin ya­ ratıcılığında lirika mühim yer tutar. Şairin husU8en ana dilinde yazmış olduğu gazellerde saf, temiz bir kalbin ıs­ tırapları, yüksek bir muhabbetin heyecanları samimi bir dil ile terennüm edilmiştir. Fuzuli bütün dünyaya dşık nazarı ile bahır (bakıyor), kainatın muhabbet esasında yarandığını (yaratıldığını) zannediyor. Seherin açılışın­ da, güneşin doğmasında, baharın gülümsemesinde, bülbü­ lün nalesinde bir muhabbet duyur, bütün bunları muhab­ bet diliyle i'zah edir. O hu8Usen insana olan muhabbeti terennüm edir. Muhabbet, Fuzuli şiirinde insanları bir­ birine yakınlaştıran

mukaddes bir kuvvedir. Dostluk,

mihribanlık, samimiyet mahza muhabbet esasında yara­ · nır. Muhabbet iyle (öyle) bir kuvvedir ki, o insanı öz şahsi men/aatlerinden el-çekmeye, umumi menjaat için varlığından geçmeye rinde terennüm

sevkeder.

Fuzuli'nin lirik şiirle­

edilen bu muhabbet,

dahi san'atkarın

yüksek san'at nümunesi olan 'Leyla ve Mecnun' eserinde umumileştirilmiştir /'

Profesör Araslı, bu Mukaddeme'de istediği kadar : ((Fuzuli, Mecnun simasında 16 ncı Asrın feodal-patTiar­ hal münasebetlerine

boyun eğmek istemeyen, adet ve

an'anelere tabi olmayan, esirliğin ( esirliğini) hissedip, bu esaretten kurlarmağa can atan, azddlık uğrunda dü-

193


§Ünen şahsiyeti kcileme almıştır. Lakin Mecnun'un müba­ rezesi muhabbet çerçevesinden kenara çıhabilmedi. Fu­ zuli'nin yaşadığı muhitte din ve şeridt kanunlarının M­ kim olduğu feodal adet ve an'anelerinin hükümranlık et­ tiği bir muhitte doğulan insan azad"!ığını yalnız ma'nevi alemde dzadlık şeklinde tasvir ederdi. Bunu şairin özü de bile (böyle) başa düşürdü. O zaman şehir ziyalıları (ay­ dınları) içerisinde vahşi adet ve an'dnelerden kurtarmak meyli nekadar kuvvetli olsa da içtimai kuruluşu değiş­ rnek düşüncesi hele (henüz) doğmamıştı. Onlar şahsiye­ tin dzddlığını düşünür ve muhabbette, gönül aleminde in­ san dzadlığını tebliğ edirdiler. Biyle kahramanlar ise muhitte muhtelif belalara rast geldiklerin azadlığı ce­ miyetten kenarda, tabiatın azad koynunda aktarır, cemi­ yetten kaçırdılar." şeklinde izahlara, yorumlara kendi kendini zorlamış .bulunsun. Bu satırlarda dahi arif ola­ nın anlay;ıcağı nice gerçekler aktarılmaktadır. 258 sahifelik ;bu eserin son 17 sahilesinde verilen "Lfıgatçe", (kb - Su) kelimesiyle haşlayıp ( Yevm - Gün) kelimesiy;le Ibiten ve eserde geçen 747 arapça ve acemce sözün Türkçe karşılığını veriyor. Yalnız bu lfıgatçenin incelenmesi bile ıbize ve bu kitabı her okuyan a çok şey­ ler öğretiyordu. Nitekim kitabı satın alırken : asiz bu­ nu rahatlıkla okur anlar mısınız ki?" diye soran mih­ mandarımız Kudret Bey'e Mukaddeme'yi okumaya lbaş­ ladığımda, kitap satıcısı kadının da : asiz Türkiye'den gelmiş büyük konuklarımızsınız ?" diye sormalda açıkla­ nan gerçek, bu ıkitaptan da, {(Leyla ve Mecnun"dan da çok ma'nalı, değerli ve ibüyüktü. Konuşulan dili şifahen duyınamız yanında, kullanılan yazılı dilin bu gerçek ör­ neği ; lbu konuda yapılan haksız iddia ve propagandaları çürütmeye de ·kat[ idi. Kucıtklar dolusu, mukavva kutular dolusu kitaplar aldım. Hele 1958'deki ilk basılışında 13 manat 20 kapik

194


fiatla. satışa çı,karı.lmış 5000 tirajlı bir ({Leyla ve Mec­ nıınu eseri, 1961'de 1 manat 32 ıkapi,ke ; hugün ise yalnız 65 kapiğe (650 Jruruşa) satıldığına göre, !bundan üç nüs­

ha aldım. 'rimk kültürünü araştıran değerli arkadaşları­ ma hu ülkeden getirilecek bundan daha münasih bir he­ diye olamazdı.

Yine: uBedii yaradıcılığı Azeri edebiyatı tarihinin hiçbir vakit köhnelenmeyen, yıllar geçtikçe gençlenen, yeni ma'na, yeni ehemmiyet kesbeden parlak sahif13le­ rinden biridir" diye "Şarkın Büyük Edibi" olarak vasıf­ landırı�lan Celil Muhammed Kulu-zade'nin (Seçilmiş Eser­ leri) de ıbu örneklerden biridir.

Abbas Zamanof tarafından yazılmış ıkitabın takdim yazısında :

derdi, halk derdi doğuran içtimai amillerin ifşası, medeniyete, satidete, azddlığa çağırt§ onun bütün yaradıcılık motivlerinin esasını teşkil ediyir!' ucelil Muhammed Kulu-zade'nin

idi. Halkın {aciası, kederi ve bunları

diye tanıtılan Celil Muhammed Kulu-zade, gerçekten ye­ nilik ve ilerleme taraftan ; amma hiç de sandıklan , is­ tismara ıkal'kıştıkları gibi bir komünist yazar değil, ol­ ması da imkansız. . . Hele 1917'ye kadarki eserleriyle... 2 Şubat 1866 tarihinde Nahçivan'da doğmuş ve 4 Ocak 1932'de Baku'da vefat etmiş olan, adı üzerinde, Ce­ lil Muhammed Kulu-zade yazdığı hatıralannda aynen şöyle demektedir : {(Her sabah vakti meni (beni) şirin yuhudan (uykudan) uyadan (uyandıran), atamın {Alla­ hu ekber' sesi olardı." - adı geçen eser, s. 5-.

Ya1nız şu cümlenin hile, 1967'de Arap harfleri ile tertemiz Azeri Ti.ir:kçesi ile devlet neşriyatı olarak Ba­ kfi.'da 7000 adet basıla'll bir kitapta ıbulunması, hıayra ve

alamettir.

195


Yıllarca "MoUa Nasreddin" adlı mev:klıteyi çıkarmış bulunan Celil Muhammed Kulu-zade'nin piyeslerinden, hiıkaye ve makalelerinden (Seçilmiş Eserleri) diye vücu­ da getirHen 656 sahifeli·k kitapta çok dikkate şayan par­ çal ar mevcuddur. Bunlardan

ıbiri

de "Molla Nasreddin''in 1

Ekim

1911

tarihli 34. sayıs ında çıkmış (Osmanlı ile !talya Davası)

·başlığını taşıyan,

Türkiye Türkleri

lehine yazılmış hir

yazıdır. (Namerd !talya) diye

ıtalyan'lara çatıp Türk'le­ ri savunduğu ıbu yazıda, Muhammed Kulu-zade'nin dik­ kate değer ıbir .kaydı da Trablus'lu müslüman kıziara aiddir: u

Amma ahır vakıtlardaki,

Baku/da Müslüman

gazetleri kızlarımızın ohumağını (okumalarını) lazım bi­ lip yazdılar; · o vakittenberi Trablus'ta da kızlar o dere­ cede azddlık kazandılar ki, İngiltere hanımları hükumete karşı durup, yumruk gücü ile ihtiyarat talep edenden yer­ zünde hamıdan evvel Trablus kızları baş kaldırdılar. (ls­ lam milletlerinin

kız terlliyesinin

bereketinden)"

-

s.

61V12 -. Yine ({Molla Nasreddin"in 27 Kasım 1917 tarihli 24. sayısında yayınlanmış (Azerbaycan) başlıklı yazı da çok dikkate şayandır:

uAh, unudulmuş vatan, ah yazık vatan!

Dünyalar titredi, alemler muallak aşdı, felekler bir­

birine karıştı, milletler yuhudan uyanıp gözZeTini açdılar ve perakende düşmüş kardaşlarını tapup, dağılmış evle­ rini bina etmeye yüz koyular. Bes sen haradasın, ey biçare vatan ?!" Özümden soruşuram ki:

- Menim anam kimdir ? Öz - Özüme cevap verirem ki :

196


- Menim anam rahmetlik Zührebdnu Bacı idi. - Dilim ne dildi ? - Azerbaycan dilidir. - yani vatanım haradır ? - Azerbaycan vildyetidir. demek, çünkü dilimin adı Türk Azerbaycan dilidir, bile ma'lum olur ki, vatanım da Azerbaycan vildyetidir. - Haradır Azerbaycan ? - Azerbaycan'ın çok hissesi Iran'dadır ki, merkezi ibaret olsun Tebriz şehrinden." "Ah, güzel Azerbaycan vatanımf Harada kalmışan'! Gel, gel, bir gel gör ki bizi zornan Rusça danışdıran Türk kardaşlar ne istiyorlar ?!"

Örneğin :bukadarı, sanının ki, yeter de, fazladır. . .

Öğleden sonra plak satınalmak üzere uğradığımız "Dolar Mağazası" dedikleri satış yeri hayli ilgi çekecek bir konu idi. Daha önce bulunduğumuz şehirlerde de duy­ duğumuz bu "Dolar Mağazaları"nda, dolar karşılığı yer­ li ve yabancı turistik öte-beri satılıyordu. Çekoslovak, Ja­ pon mallarından nümCmeler de satılan bu mağazalarda yalnız dolar geçiyordu ve buradan, daha çok ecnebi tu­ ristler ile, karaborsadan dolar bulabilecek cesur kahra­ manlar ( ? ! ) alış-veriş ediyorlardı. Fakir yerli insan, Azeri Türk'ü doları nereden ve nasıl bulup da gelir bu­ radan alış-veriş edebilirdi ? Böyle sırf dolarla alış-veriş edilen dolar mağazala­ rından biri, acaba kazara Türkiye'ınizde Hükumet tara­ fından açılmış olsaydı ; yerli kızılcıkların buna karşı ko­ p aracakları şamatayı, yapacakları yürüyüşleri ve yer­ lere oturmaları şöyle bir tahayyül ettim . Dolar Mağazası'nda aradığımız plakları da bulama­ mıştık. Burada çalışan biri Azeri, ikisi Ermeni üç tezgah­ tar kızın hepsi de güzel Türkçe konuşuyorlardı. "Dün .

197


bugün arkadaşlarıniz uğradı ve aradığımz opera ve tür­ külerin hepsini tükettiler .. " diyorlardı. Kalmış olanlardan birer tane aldık. "Arzu Kızım" diye çok dokunaklı ve ma'­ nalı güzel bir şarkı duymuştuk ki, bunun plağını bulmak arzumuz bir türlü yerine gelemedi. Daha sonra uğradıgı­ mız iki plakçı dükkanında da tezgahtarlar okadar lakayd, öyle umursuzdular ki, mal satmak şöyle dursun, müşte­ rilere -kim olurlarsa olsunlar- son derece kaba davra­ nıyorlardı. Zavallı mihmandarımız resmi hüviyetini gös� terip kendini tanıttı ; bizlerden bahsetti ; ortada dolaşan bir Mağaza Şefi'ne durumu şikayet etti. Fakat hiç kimse bir türlü bize plak satması için Ermeni tezgahtarı yerin­ den kıpırdatamadı. İkinci plak satan mağazadan bazı parçalar satın al­ maya muvaffak olmuştuk. Amma, Azeri mihmandarımız çok mahcub olmuştu ; bundan mıdır, yoksa benim eski Türk komünistlerin toplandıkları binaların resimlerini çekmek arzumu söylemek ihtiyatsızlığım ve Sertel'lerin yerini ve kendilerini bulmak isteğim üzerine midir, bil­ mem, ertesi sabah delikanlı bir daha gelmedi ve görün­ medi.

Genceli Nizami

Bir şiirinde Ruslar için : uçapulcudur­ lar, hunhdrdırlar;

sureta insana ben-

zerler' diyen büyük Azeri Tiirk 'ii: Geneeli Nizarnİ adına,

Sovyetlerin san'at müzesi yaptırıp içine heykelini diiktir­ meleri, yorumu kolay olmayan bir konudur. Yine bir küçii!k lıMıraını ceğim :

'kaydetmeden geçeıneye­

Kendisini şahsen ve yakından tanımak bahtiyarlığı­ na erdiğim Azerbaycan'ın büyük mücahid eviadı Resul­ zade Mehmed Emin Bey, Nizimi hakkında;ld değerli ese­ rini yamıış , tamamlamıştı. Kitapta mevcut Ruslar aley­ hindeki hazı cümleleri münasib görmeyen Sovyet hayra-

198


Geneeli Nizami

( 1 141 - 1203 )


nı yetkililer, kitabın hasılabilmesi için bunları çıkarma­ sını iste<fiikleri vakit, rahmetli : ({Bunları ben yazmadım

ki, büyük Nizami yazmış. Onları çıkarmak ne benim hak­ kım, ne de kimsenin ktirıdır!'' demiş ve kitabı bastırmak­ tan vazgeçmişti. Bu k itap ancak

daha sonra, rahmetli

Tevfik lleri, Milli Eğirtim Bakanı olunca noksansız

halde Bakanlık tarafından

basılaıbilmişti.

bir

Geç açılıp, erken 'kapanan ve içindeki gönülsüz me · mur satıcıların yüzlerinden düşen bi n

parça

mağazalar­

da pla.k ve kitap alış-verişimizi de "mümkün olduğu ka­ dar" tamamladı.ktan sonra,

"İntourist Oteli"ne döndille

Elimizdeki paketleri odalanmıza bıraıkıp otel karşısında­ · ki sahi·l parkın a gittik. İhtiyar erkek ve kadınlar sahile karşı 'koyulmuş :banldara cansız birer yaraıtık gi:bi otur­ muşlar ; sakin,

ümidsiz denizi ve uzaklan seyrediyor­

lardı. Park içinde bir sergi binası vardı. Onun karşısında­ ki geniş meydanda ve ağaçlarla süslü yolun :bir kenarın­

da, demir diılmıeler üzerine yerleştirilmiş panolarda bir­ takım resimler teşhir ediliyordu. Gagarin'den son feza yolcusu astronotlara

kadar

bütün

Rus feza pilotlarına

aid olan bu resimlerin altına, arkadaşlarımızdan biri, bir tebeşir bulsaydı : "Fatura" yazacaJktı.

Gerçekten Ö�bekistan Türk'ünün

pamuğu ve ipeği

gibi, Azel1baycan Türk'ünün de petrolü ; sömürü:len

gücü

ve alınteri kendisinden, kendi zarfıri ihtiyaçlarından ön­

ce hep ibu Moskova faturalarının

ödenmesine harcan ı­

yordu.

Kuzey-Doğu'nun sert rüzgariarına açık bulunan ve adına da (Bad-i Kfıbe (Ba;k il) denmiş,

Azeri

=

Rüzgar Şehri) oluşundan ötürü

Türk'ünün ka:lib i, gözbebeği belde­

nin gece man!ZaraSını da, o akşam tertiplenen resını ye­

rneğin verildiği, yüksek tepeden seyrettik.

200


"Neydi o akşam" diye ",bu Baku

hatırası, Sovyet

Rusya'ya yaptığımız gezinin yekıinuna bedeldi" dersem , asla mü:balağa etmiş olmazdım . . . Sayın Demirel ve Alihanof'un kullanmadan yaptıklan Tür:kçe

yemekte tercüman

konuşmalardaki sıcak­

lık ve samirniyet ; genç Azeri kızlannın aynadıkları Ana­ dolu' daıkilerden zerrece far:ksız.-- milli Türk oyunları ve

hele ses sanaıtkarlarının, "Yarim İzmir'e başlayan programlan ile

gitmiş" diye

( Vatan ! Vatan ! Azelibaycan ! )

( Bütün canlar sana kuııban ! ) diye seslenişleri ; olmayan insan mı olur ?)

( Vatanı

şeklindeki figanları ve

( Ulu

Tanrı ! ) diye yüce Yaradan'a münacaatları ( yakarışları ) hep o gece verilen aıkşam yemeğinde oldu . . . Hep birHkte gözlerimizin

birkaç defa yaşarışı ne

benim, ne de o geceyi yaşayanlardan herhangi birimizin ve hele Güven Partili değerli arkadaşım Turan Şahin'in

örnrumüzün

sonuna kadar unutamayacağımız bir hatı­

radır.

İki yanımda oturan Başbakan Yardımcısı ile Petrol Bakanı Az.eri kardeşler, ·kendileri votka ve şarap içerler­ ken, benim

b ardağıma bol bol nefis

köpüklü ayran ve

Azerbaycan

şerheti dolduruyorlardı.

Burada şereflerine

su dolu barda:k ·kaldırıp, su içmiyordum. Bu , "abdal" de­ mekmiş, hakaretmiş. Benim :böyle bir kastım olmadığını, sırf alkol kullanmayan bir Müslüman kardeşleri bulun­ duğumu onlar anlamışlar ; anlayışla, takdirle karşılamış­ lardı. Rahat rahat

konuşuyor ve anla.şıyorduk.

Yalnız

Azeri Bakanlardan biri : "Biz ne yahşi ankujırız. Amma, sizin radyonuzda Türkçe diye konuşulan dili, yeni çıkmış sözleri arılamiriz!" deyince ; bizler de : "Merak etmeyin, o 'uydurma dili bizler

de anlamıyoruz!" diyerek yine de

Anadolu Türk'ü ile Azerbaycan Tfuk'ü aniaşmıştık ve bu konuşmalara TRT'nin aramızdaki baş temsilcisi değerli arkadaşımız

Prof. İsmet

Giritli de

ş8.hit

bulunuyordu ...

201


Baku'dan Sonra Moskova

Ertesi gün, 27 Eylf11 Çarşamba günü, mahalli saatle 16'da Baku'dan ayrıla­ cak ve özel uçakla tekrar Moskova'ya

dönecektik. Doğrusunu söylemek �gerekirse, .buradan kestirme yol­ dan aziz vatanımıza dönmeyi daha çok istiyorduk. Zaten programın ilk düzenienişinde de hareket hattımız böyle çizilmişti. Fakat, sonraki değişikliklerle yeniden merke­ ze gidilip, iki gece daha orada kalmamız kararlaştırıldı. Ne yalan söyleyeyim, Baku'dan sonra Moskova, benim için bakiavadan sonra t:urşu tadındaydı. Baku'nun her tarafında konuşulan ve geçen Azeri kardeşlerimizle müşterek anadilimiz ; halkının büyük ço­ ğunluğu ile aynı kanı taşımamızın verdiği anlatılmaz duygu ve cazibe ve tek bir defa olsun ezan sesi duyma­ mış bulunmamıza ve bütün güçlüklere, yasaklara rağmen "Allah" adının konuşmalarında da, şarkılarında da yü­ rekten anılışına şahid olmak, bize : "Keşke şu son iki gün ve gecemizi de burada, gözlerimizin içine gülerek ba­ kan bu kardeşlerimizle geçirsek ! " dedirtiyordu. Ertesi sabah, Türkiye'li komünistlerin vaktiyle bu­ ralarda yuvalandıkları, çöreklendikleri yerleri, toplantı merkezlerini, matbaalarını, -fotoğraflarını alarak- bu­ günkü halleriyle tesbit etmek ve halen Baku'da faaliyet­ te bulunduğu söylenen ve bir taraftan da Türkiye'ye gel­ mek için vize isteyen Türkiye Komünist Partisi dirijan­ larından Sertel çifti'ni bulmak ve görmek istiyorduk. Ayrıca, Fuzfili'nin, kaidesinde şahane bir (Leyla ve Mecn(m) sahnesi canlandırılmış bulunan heykelinin, Gen­ eeli Nizami'nin, Azeri halk şairi Samed Vurgun'un muh­ teşem heykellerini sabah ışığı ile görmek ve fotoğrafla­ rını çekmek arzusundaydık. Artık yeniden din ve vicdan hürriyeti tanındığından ve geldiğinden bahsolunan Sovyet Rusya'nın bu Müslü202


man Türk şehrinde, minarelerde ezan ve mescitlerde ce­ maat kalıp kalmadığını, bulunup bulunmadığını öğrene­ cektik. Sabah, kararlaştırdığımız saatte otelimize gelecek olan mihmandarımız Baku'lu Kudret Bey ortalıklarda görünmemişti. "Kimbilir ne için, nasıl bir emir ve vazife almıştır ?" diyerek programımızın bu bölümünü tamam­ Iayabildiğimiz kadarı ile kendi kendimize hallettik. Türk Hey'eti'nin Belediye Sarayı'nı ziyareti ve yeni yapılmış Baku Metrosu'unu gezmesi sırasında, kafileye yetişmiş ve katılmıştık. Baku Metrosu, cidden takdire değer muhteşem bir eserdi. Bolşevik Ihtilali'nin 50. Yıldönümü'ne yetiştirilip o gün halkın hizmetine girecekmiş ; ilk defa olarak bize gösteriyorlardı. Evvelce Fransa ve Amerika'da mevcut metroları da görmüştüm . Moskova'da ve Baku'da müşahede ettiğimiz metrolar, Sovyetlerin yerüstü işlerinde Avrupa ve Ame­ rika'dan geriliğine mukabil, yeraltı faaliyetlerinin bu bö­ lümünde de büyük çaba sarfettiklerini ve bu yeraltı işin­ de adeta Avrupa ve Amerika ayarında, hayli ileri olduk­ larını ortaya koyuyordu. Sovyetler, Ekim 1967'de Komünist İhtHali'nin 50. Yılı­ nı kutlayaca;klardı . Amma, :bolşevizmin gayyasına üç yıl sonra düşmüş kara bahtlı Azeri kardeşlerimiz 27 Nisan 1970'de 50. matem yıllarını anacaklardı. Şu halde bu zo­ raki 50 . yıl hazırlığı "patron"un şerefine idi. Metro'dan, Belediye Sarayı'na ve sonra oradan yo­ kuş aşağı park karşısına, dört-yol kavşa.ğında bekletilen otomobillere kadar olan mesafenin yaya yürünınesini tek­ lif eden Azerbaycan Başbakanı Enver Alihanof, halkın o derece coşkun, yürekten bir sevgi tezahürü göstereceğim tahmin etse idi, muhakkak ki böyle bir davranışa cesaret edemezdi. 203


Caddeleri gerçekten mahşeri bir kalabalık doldur­ muştu ve yollar bir taraftan öte yana geçHemiyecek hal­ de idi. Binaların pencere ve halkonlarından sarkan hal­ kın çok candan, çok samimi alkış ve bağırışları inanıla­ cak gibi değildi. Başbakanımız önde, evsahipleriyle birlikte yürürler­ ken, biz polis kordonlarını yaran ve hiçe sayan halkın arasında kalmıştık. İleriemek gerçekten çok güç oluyor­ du. Yanımdaki arkadaşım sayın Osman Sabit Avcı, bir ara : "Yahu kayıbolacağız ! Şöyle arkadan yetişelim ! " de­ mişti. Bunu duyan yaşlı bir Azeri b acı bize sesleniyordu : ((Burası sizin karda§larınızın vatanıdır! Ozünüzün vata­ nıdır! Siz burada heç kaybolursınız mi ?"

Polislerin motosikletlerini halkın üzerine sürmeleri­ ne ve halka karşı cop kullanmalarına rağmen, yol açma çabaları boşa gitmişti. Yaşlı - genç, kadın - erkek bütün yollara dökülmüş Azerbaycan'lı Türk kardeşlerimiz, Ana­ dolu'dan gelmiş biz misafir kardeşlerini yakından gör­ mek, selamlamak, alkışlamak, kucaklamak istiyorlardı. Bir yaşlı kadının kordonu yarmasına karşı : "Bacım, ezilirsen ! " diyen polise : "Ezilirsem ezilirem !" diye kar­ şılık veren ve polisi iterek Bayan Demirel'e ulaşan ve onu yaşlı gözlerle kucaklayan kadının manzarası, dakika­ lardır zor zaptedebildiğimiz gözyaşlarımızı pınarlarından taşırdı. Sonsuz sevgi gösterileri arasında güçlükle erişti­ ğimiz otomobilierimize bindikten sonra da, kaç gündür bizi yalnız radyo, televizyon ve gazetelerden izleyen Aze­ ri kardeşlerimizin hayırlı uğurlama temennileri, Türki­ ye'ye selamları, tatlı - şirin sözleri devam ediyordu. Takriben XI. Yüzyılda düşmandan korunmak için yapılmış ve bugün şehrin sembolü olan Kızkalesi'nin önü­ ne gelip orada evsahipleriyle "hatıra resimleri" çektirir­ ken birbirimize, gördüğümüz umulmaz, beklenilmez coş204


Türk Hey'eti ile A:ı:erbay<•an'h karde�lerin son BakO. hatırası: Tarihi Kızkalesi önünde.


kun sevgi selinin ruhlarımızda bıraktığı emsalsiz hayran­ lığı ve sevinci anlatıyorduk. Bu yerlerde daha bir benzerine belki de yıllardır hiç şahid olmadıkları için başlangıçta manzaranın heybetin­ den tel§.şlanan Sovyet mihmandarlarımız, evaahipleri ve vazifeliler ; bilhassa bizim sonsuz memnuniyetimiz karşı­ sında adeta bir nev'i "iftihar" duygu�u ile kabarıyorlar, rahatlıyorlardı. M. Fedorov'un bana : "Nasıl ? Nasıl ?" di­ ye soruşlarında : "Gördünüz mü ? Bizim halkımız da tıp­ kı Batı ülkelerinde olduğu gibi caddeleri dolduran ve sev­ gisini istediği gibi ortaya dökebilen insanlardan ibaret­ tir. l'cabında polis kordonunu da kırıyor" ma'nasına ge­ len bir gurur hali aşikardı. Biz ise : "Allah sonlarıni hayır etsin ! " duasında ve temennisinde bulunarak endişemizi açıklıyorduk. Nitekim Havaalanına gidişimiz hiç d e ilk geldiğimiz günkü gibi olmamıştı. Belki o saat, henüz çalışma vakti idi denilebilir. Fakat sabah, öğleye doğru halkın şehir içinde gösterdiği o taşkın tezahüratın, uğurlama esna­ sında daha da ileri gitmemesi tedbiri olacak ki, çok sıkı polis ve trafik tertibatı alınmış bulnan bir tenha yoldan, son sür'atle meydana getirildik. Biz esasen Azeri kardeşlerimize daha sabahtan ve­ da etmiş sayılırdık. Cidden şükranla belirtmeye mecbu­ rum ki, bana daha da hususi bir nezaket ve misafirper­ verlik gösterdiler. Yetkililer, otele beni uğurlamaya gel­ miş eşimin teyzezadesini havaalanına kadar beraber ge­ tirebileceğimi söylediler ve bu izin, bizi son derece mem­ nun ve müıtehassis etti. Baku'yu bütün gerçekleri ile görebilmem ; Baku'daki Azeri kardeşlerimizin halini, moralini, uyanıklığını ve milli şuur ve kültür seviyelerini bizzat yakından müşa­ hede edebilmem, yalnız benim ıbilgi ve ümidimi arttır­ mamış, aynı zamanda bana birçok hususların hatasız de-

206


G ülmeycn, mahzOn yüzlt•r.


ğerlendirilmesi, i'zahı ve tesbiti imkanlarını da sağla­ mıştır. Bütün gençliğinizi yoluna koyduğunuz, uğrunda göz kırpmadan can verebileceğiniz, elinizden alınmış biricik sevgilinizi bir hainin kollarında görseniz, neler duyarsı­ nız ? Benim Baku'dan ayrılışımda hissettiklerimin büyük bir kısmı da öylesine acı idi. Amma sevindiğim, şad oldu­ ğum,. umudlandığım ve şükran duyduğum hususlar ve tatlı taraflar da az değildi... İlyuşin'in merdivenlerinden çıkıp, uçağın kapısından içeri girerken, geriye dönüp alana bir kere daha bakama­ dım. Mahalli saatle tam 16'da havalandık. Kuş bakışı Baku, gelişimizde yalnız "güzeldi", gidişimizde ise, "gü­ zel" olduğu kadar da "mahzun"du ... 2 2 0 km. mesafenin 3 saat 20 dakikada tüketilişi, ba­ na yarım saat kadar kısa ve sür'atli gelmişti. Moskova'­ ya, oranın saati ile 18.20'de vardık. Tekrar Sovyetskaya Oteli'ne indiğimiz vakit hava iyice kararmıştı. Her biri­ mize, ilk gelişimizde ayrılmış aynı odalar verildi. Yemek . salonunda, evvelce bizim oturduğumuz masalarda yine küçük (Türk ve Sovyet) bayrakları bulunuyordu. Masaların diğer bir kısmında ise (Sovyet-Pakistan) bayrak. ları vardı. Biri kırmızı, biri yeşil zeminli ve beyaz ay­ yıldızlı bayrakların sahibi iki kardeş ülke ile Sovyetlerin aynı zamanda iyi komşuluk ve dostluk görüşmeleri yap­ masını "uğurlu" bir tesadüf saydık. Baktı'da tamir gören tarihi bavulum, bu defa odama yeni bir felakete uğramamış halde, sağlam olarak geti­ rilmişti. O gece, birtakım gazete, radyo ve televizyon muha­ birieri benden Sovyet Rusya gezisi sonundaki intib8.la­ rımla ilgili bir beyanat istediler. Hey'et'imizdeki diğer bü­ tün parlamento üyelerinden gerek bizim gazeteciler, ge­ rekse Sovyet muhabirieri birer beyanat almış bulunuyor� 208


lardı. Programımiz henüz bitmemişti. "Benden ancak ha­ reket edeceğimiz sabah böyle bir beyanat alabilirsiniz ! " dedim ve nitekim öyle yaptım. Ertesi sabah, arkadaşım sayın Prof. Yalçın ile bir­ likte, mihmandarımız M. Fedorov'dan bizi Moskova Üni­ versitesi'ne götürmesini istedik. 28 Eylul Perşembe sabahı, resmi goruşme­ lerin tamamlanmasına ve müşterek TürkSovyet tebliğinin hazırlanmasına ayrıl­ mıştı. O sabah ilk defa, Rusya'da bulunduğumuz son bir hafta içinde çıkmış Türk gazetelerini görmemiz ve göz­ den geçirmemiz mümkün oldu. Solcu gazeteler, gerçek­ ten büyük bir başarı ile sonuçlanmakta olan Demirel'in Sovyetleri ziyaretini küçültmeye, gölgelerneye çalışıyor­ lardı. Buradan verilmiş veya Bab-ı-ali'de uydurulmuş ba­ zı düzme haberlerle de, şahıslarımız hakkında yalan ve tezvirler saçmak çabası da buna ekleniyordu. Basın temsilcilerimizin, hür hiçbir şey bulunmayan bu i'tibarla hür basını da olmayan Sovyet Rusya'da gör­ dükleri ilgisizlik, maruz kaldıkları bazı üzücü muamele­ ler, hepimizi cidden müteessir etmişti. Fakat, Moskova'­ ya dönüp de, son bir haftalık Türk gazetelerinin sol ka­ nadındaki yakışıksız hali görünce, burada gördükleri muameleleri hatırlayarak, gayriihtiyari : "Dinsizin hak­ kından i'mansız gelir ! " dedim. Şüphesiz bu duyuşlarımız, yanımızdaki son derece dürüst, objektif ve vatansever görüş, düşünüş ve davranıştaki yaiar arkadaşlarımiZ ve gazeteleri için değildi ve olamazdı. Bu, ancak, yıllardır komünistlere kadrosunda yer veren ve açıktan açığa ko­ münist propagandası yapan Moskova hizmetkarlarının, milliyetçi ve anti-komünist Demirel Hükumeti'nin başa­ rısı karşısındaki tahammülsüzlerin kızıl güruhuna kar­ şı idi.

Moskova Üniversitesi

209


Prof. Aydın Yalçın ile birlikte yarım günümüzü har­ cadığımız Moskova Üniversitesi'ni ziyaret programımız, hayli faydalı oldu. Kısa bir zamanda, sathi olarak gör­ düğümüz şeyler de, bize birçok hususlarda fikir verdi. Moskova'nın, şehre nazırlığı ve çevresi bakımından en mu'tena bir tepesine, şüphesiz "Lenin Tepesi" adı ve­ rilen yere, inşa edilmiş (Moskova Lomonossov Devlet Üniversitesi) , mevkii, parkları, muazzam binaları, labora­ tuvarları, sınıfları, kütüphaneleri, yemekhane ve yatak­ haneleri, tiyatro ve spor salonları, yüzme havuzları, fut­ bol, basketbol ve tenis sahaları ile cidden modern, muaz­ zam bir kuruluştu. Önünden arkasına, içinden dışına, altından üstüne kadar her tarafı, herşeyi Karl Marks'la Lenin'e izafe edil­ miş bu müessese, hiç şüphe yok ki, komünist rejim ida­ recilerinin ve liderlerinin, içeride komünizmi yaşatmak, dışarıda komünizmi yaymak için kurdukları ve çalıştır­ dıkları "Kızıl Karargah"ların biri, belki de en büyüğü, en kuvvetiisi ve te'sirlisi idi. KabUl etmek lazımdır ki : Faşizm, nazizm ve komü­ nizm gibi totaliter rejimler, rejimlerinin selameti ve baş­ lıca te'minat unsuru olarak gençliğin yetiştirilmesine, de­ mokratik rejimle idare olunan memleketlerden daha faz­ la ehemmiyet vermişlerdir. Moskova Üniversitesi'ne dökülmüş oluk gibi para­ nın ve gösterilmiş göz kamaştırıcı ihtimarnın gerçek ma'­ nasını biz, komünist rejimin gençliğe verdiği bu önemle i'zah edebildik. Yıkılan faşist ve nazi rejimlerinde Mussolini ve Hit­ ler'in ilk günlerinden son aniarına kadar, faşist ve nazi gençliklerine dayanmış teşkilat ve faaliyetleri, benzer­ leri ile Sovyet Rusya'da da aynen mevcilddu. Bugün, Batı'lıların gaflet ve suçları yüzünden 50 ya­ şını doldurarak ayakta durabilen, fakat, kati surette di-

210


ğer totaliter rejimterin akıbetine mahkum bulunan ko­ münist rejimde de kızıl şefierin ve komünist idareterin gençliğe verdikleri büyük yer ve değer &şikardır. Ekim 1917 Bolşevik İhtilali'nden yani Lenin'den bu yana, komünistlerin, rejimlerini bütün dünyaya yaymak ve kızıl Dünya İmparatorluğu bulyalarını gerçekleştir­ mek için, her hür milletin bilhassa gençlerini kandırarak veya kaçırarak Moskova'da yetiştirip, ihtilalci kadro teş­ kil etmek, kızıl ihtilal vasatını hazırlamak veya kızıl Rus­ ya'nın "kurtarıcı müdahale ? !"sini sağlamak üzere tekrar kendi yurtlarına gönderdikleri de ma'lumdur. Bugün Sovyetlerin, Asya, Afrika ve Latin-Amerika memleketleri öğrencilerine, kendi yurtları için birer ida­ reci ( ? ! ) sınıf yetiştirmek halisane dostluk ( ? ! ) maksa­ dıyla, Moskova'da kurdukları (Halklar Dostluk Üniver­ sitesi) de, bütün dünya gençliğini yıkıcı yollarda kullan­ manın diğer kötü bir örneğidir. Baku'da gördüğümüz İlimler Akademisi ve Üniver­ site Tıp Fakültesi Polikliniği ile bir lise ; son olarak Mos­ kova'da bir - iki saat incelemek fırsatını bulduğumuz Moskova Üniversitesi, bize Sovyet eğitim sisteminde gençliğe gösterilen ilgi ve atfolunan ehemmiyet hakıkın­ da oldukça fikir verdi. Sınıflar küçük, öğrenci sayıları normal, okulların umumi havası sakin ve disiplinliydi. Şüphesiz, rejimin sı­ kılığı da bu disiplinli görülen düzende mühim bir amildi. Bol ve çeşitli ders araçları ; laboratuvarların zengin­ liği, müsbet ilim derslerinin daha ziyade tatbiki metod­ larla öğretildiği intibaını veriyordu. Orta halli gösterişsiz, sade, temiz ve düzenli Avrupai bir giyim seviyesi gösteren kızlı - erkekti, beyazlı - zen­ cili binlerce üniversite öğrencisinin birbirine yakın bir kılık ve kıyafetleri, üzerimizde müsbet bir te'sir bırak­ mıştı. Kız öğrenciler arasında aşırı tuvaletli, mini etekli 211


örneklere' rastlamadığımız gibi ; delikanlılann da pis sa­ ıkallı ve favorili "Kastro-z&de"sini hemen hiç

görmedik.

Daha sonra, sayın İsmail Halcin Tekinel ile birlik­

te, Kremlin'deki yemekte konuştuğumuz Eğitim Bakanı

Madam Fuı.ıtseva'nın : "Oiddi Sovyet gençliği bu hafiflik­

Zere sapmıyor!" sözü ıbize, hürriyetten bunalıp "sosyal adalet" diye sar'a nöbeti geçiren ((baba ekmeği düşmanı" bizim bazı sapıkların ve gayn ciddilerin perişan halle­ rini hatırlattı. Moskova üniversitesi'nin

6000 öğrencisinden, Mos­

kova'lı olmayanlan ve yrubancıları banndıran tek ve çift odalı ucuz, her konforu haiz öğrenci yurtlan ; herkesin

servisini kendi yaptığı yemek salonları ; derse çalışanla­ ra, ·araştırma yapanlara, asistan ve profesörılere mahsus

her medeni ve modern imkana sihib okuma salonlan,

6

milyon kitapll'k zengin kütüphanesi ; zemin ·katta birkaç yerde rastladığımız, aranılan her üniversite kita;bını çok ucuz fiatla

satan (kitap satış servisleri) ; konser, temsil

ve spor ihtiyaçlannı ayaklarına getirmiş imkan ve kolay­ lıklıtr ; · buradaki öğrencilere oldukça monoton fakat sa­ kin ve düzenli, disipli bir tahsil hayatı bahşediyordu. Maıtematik tahsil eden bir Baku'lu öğrenci, kılavu­ zumuz öğrenci hanımla İngilizce komışmanuza rağmen, bizim Ti.lıık olduğumuzu farkederek yanımıza geldi. Ken­ disi ile epeyce konuştuk. "Daha önce burada dört - beş

Türkiye'li öğrenci de vardı. Şimdi üç - dört ay oluyor ki hiç görünmüyorlar .. " dedi. Kabiliyetli öğrencilere çeşitli

kolaylıklar ve teşvik

edici mükafatlar sağlanıyormuş. Öğrenci başına ayda

40

ruble burs veriliyormuş. Sovyet üniversitelerinde bir yıl sınıfta 'kalan öğrencinin ıbu:rsu derhal kesiliyor. Bir devre içinde iki defa sımfta kalanın ise, başka hiçbir üniversi­ tenin hiçbir fakülte veya bölümüne devam edememek üze-

212


re ilişiği kesiliyor ve üniversite tahsili imkamna son ve­ riliyor. Rusya'da san'atkarlarla, ilim adamlarının ve spor... cuların, toplum içinde yaşama seviyesi en rahat ve yük­ sek, en i'tibarlı bir sınıf teşkil etmeleri ; Sovyet gençleri­ ni san'atkar, ilim erbabı veya sporcu olmaya hevesien­ diriyor ve teşvik ediyor. Derslerin gerçek mahiyetini, programları ve bilhas­ sa sosyal, ideolojik faaliyet ve propaganda mes'elelerini incelemeye fırsat bulamadığımız üniv.ersite binası içinde muhtelif yerlere asılmış veya yazılmış, çeşitli öğrenci te­ şekküllerine, üniversite-dışı bazı kuruluşlara aid reklam, haber ve propaganda ilanları gördük. Birtakım broşür­ ler, gazete ve dergiler de bu reklam ve propaganda ilan­ larının altında veya yanında tomar halinde yığılmış bu­ lunuyor ve üzerlerinde de "ücretsiz alınabilir" diye işa­ ret olunduğu görülüyordu. Bu basılı propaganda evra­ kının dışarıdan gelmiş olanları da vardı. Baku Kütüphanesi'nde rastladığımız, Türk solcuları­ nın ve komünistlerinin karargah kurdukları, yazıp çıkar­ dıkları, ( Y e d it e p e ) , ( Y ö n ) , ( A n t ) , ( K i m ) gi­ bi dergilerden burada yoktu. Belki de Türk öğrencilerin bulunmayışından, bunların getirilmesine lüzum görülme­ mişti. Arapça ve acemce olarak hayli dergi ve gazettı vardı. Arapça ( E I A h b a r ) gazetesi başta olmak üzere, bu sol gazete ve dergilerin dış yüzlerinde İsrail ve Vietnam mes'eleleri gibi aktüel konular Moskova görü­ şüne uygun şekilde ele alınıyor, yorumlanıyor ve iç sa­ hifelerinde ise Marks, Engels ve Lenin'in resimleri de ba­ sılarak komünizm propagandası yer alıyordu. Sıkı disiplin ve baskı altında ayakta tutulmaya bü­ yük Ç8!ba harcanan 50 yıllık ·kızıl rejimin, ,garanti unsuru olarak yetiştirdiği ve yaratbğı "imtiyazlı sınıf"ın biri or­ du ise, i.kincisi üniversite ve .gençlikti. 213


Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra "Ordu" da, "Gençlik" ve ''Üniversiteler" de az veya çok Batı ile, hür alem ile temas etmişler ; bilmedikleri, görmedikleri bir­ çok gerçekler ile yüzyüze gelmişler ; tatmadıkları dünya ni'metleriniiı tadını almışlardı. Eğitim Bakanı Madam Furtseva, bazı sosyalist Batı ülkelerinin üniversitelerine teknik alanlardaki yenilikleri takip maksadı ile öğrenci ve ilim adamı gönderdiklerini söylemişti. Bunlar rejimin eğitim politikası için birer iyi nottu. Fakat bu eğitim ·gören ve hür düşünce siste­ mine alışan, gönül veren aydınların, bir de milli şuurları uyanınca, bunlarda husfile gelen gayrı memnunluğu ön­ lemek ve gidermek, halli çok müşkü1 bir mes'ele olarak meydana çıkmaktadır. Amerika'lılar başta olmak üzere, hür Batı milletle­ rinin affolunmaz gafletleri sayesinde İkinci Dünya Sa­ vaşı'ndan galip çıkarılmış ve XX. Y.üzyıl sömürgeciliği­

nin en hain metodları ile hür Avrupa ülkelerini esireti al­ tına almış ; Almanya'yı ve Berlin'i ikiye bölmüş bulu­ nan Sovyetlerin vatandaşlarına kazandırdığı "Zafer İk­ siri" şüphesiz kendilerine iftihar ve gurur veren te'sirli -bir .Uaçtı. Fakat, Doğu Almanya ve Doğu Berlin, Sovyet­ lerin, Utançduvarı ile kendi yüzlerine ve XX. Yüzyılın yüzüne sürdüideri bir yüz karasıdır1P. Bilhassa kendi öz ülkeleri saydıkları topraklara, bu peyk memleketlerden işe yarar herşeyi gaspederek ta­ şımaları ve Sovyetler Birliği'ni bu uydu ülkeler ile güven kalkanı halinde sarmaları ve emniyete almaları; Stalin sonrası çağında rejimde görülen zarfiri yumuşamamn es­ kiye kıyasla getirdiği nisbi ferahlık, bugün için rejimin istikrar bulduğu zehabını verebilir. Amma, gerçeği ve ıo

Bk. Dr. TevetoA-lu : Yirminci Ytızyılm Yüzkarası : Uta.nçduva­ n,

214:

Ankara 964.


geleceği hesap ve tahmin etmek hiç de ekadar çetin de­ ğildir.

28 Eylul Perşembe günü saat 13.00'de Kremlin Sa­ rayı'nda Sovyet Hükumeti tarafından verilen son resmi ziyafete katılmak üzere, Moskova Üniversitesi civarında bulunan, sayın Başbakanımıza tahsis olurnmış "misafir­ hane"ye uğradık. Bizim de dahil bulunduğumuz Türk Hey'eti ile Sov­ yetler Birliği'ne yaptığı ziyareti tamamlamış olan genç ve dinamik Başbakanımız Demirel, bu sabahki son görüş­ melerden ve düzenlenen (Türk - Sovyet Ortak Bildirisi) '­ nden de "başanlı bir sonuç" diye bahsediyorlardı. On günlük ziyaret, çeşitli yerlerde çeşitli konularda görülen örnekler, Sovyet liderleri ve idarecileriyle yapı­ lan başarılı temaslar ve bilhasa Özbekistan ve Azerbay­ can, sayın Demirel'in iki yıllık yorgunluğunu tamamen gidermiş ve

Türkiye'nin genç

Başbakanı'nı büsbütün

dinçleştirmişti. Tam metnini okuduğumuz (Türk - Sovyet Ortak Bil­ dirisi) , ilgi çekici bir tarihi belge idi. Teknik alanlarda olduğu kadar, diplomatik münasebetlerde de büyük bir kudret ve kabiliyete sahip olduğunu, bu ziyaretin her saf· hasında sevinç ve gururla müşahede

ettiğimiz Başba­

kan'ımızın "Dış Politika" hizmetlerindeki

başanlarının

ilk mühim vesikalarından biri sayılacak bu bildirinin baş­ lıca unsurları, şöyle özetlenebilirdi : Evvela, 1964 Kasımından bu yana yapılan Türk Sovyet ikili temasları sonunda yayınlanmış bütün bildi­ riler incelendiği zaman görülür ki, bu bildiri, hepsinden uzun ve müsbet ma'nada farklıdır. İlk def'ad.ır ki, taraf­ lar, iki ülkeyi ve bütün dünyayı alakadar eden mühim mes'eleleri oldukça derin ve geniş bir sftrette babiskonu­ su ve müzakere etmişlerdir.

215


Dünyanın bugünkü mühim mes'elelerinin

bildiride

isim zikri suretiyle yer almış bulunmaları, şu hususu da gün ışığına çıkarmıştır : Taraflar, bu mes'elelerin çoğun­ da esas bakımından ayrılıklar arzettikleri halde, genel görüşler noktasında bir benzerlik taşımaktadırlar. Görüşmelerin iyimserlik ve başarı havası, milletler­ arası münasebetlerin genel çerçevesi içinde bulunmakla beraber, ikili bir vasfa da sahiptir. Milletlerarası umumi münasebetler bakımından, bu ikili münasebetlerin ilk te­ mel unsuru : "Barış içinde bir Bunlar da :

arada yaşamak" ilkesidir.

(İyi komşuluk, bağımsızlık, toprak bütünlü­

ğü, karşılıklı hakimiyet ve hak eşitliğine saygı ve birbir­ lerinin içişlerine 'kat'i surette ıkarışmamak) 'tır. Diğer taraftan ikili münasebetler, Türkiye'nin bir l'iJ'ATO üyesi ülke oluşunu peşinen kahU:l etmiş bulunuyor­ du. NATO üyeliğimiz, Sovyet Rusya ile ilgili münasebet­ lerimizi geliştirmeye engel olmadığı gihi, Tüıık

-

Sovyet

münasebetlerinin belirtilen şartlar çerçevesinde gelişti­ rilmesi de, Türkiye'nin NATO üyeliğine ,gölge düşürmü­ yordu. Ortak bildiride zikrolunan siyasi ve ekonomik konu­ lardan Türkiye'yi ilgilendiren en önemlisi, Kıbrıs mes'e­ lesiydi. Bir nokta müstesna, Kıbrıs konusunda söylenenler, daha önceki Türk - Sovyet bildirilerinde yer alan sözle­ i-in aynı gibiydi : Kıbrıs Devleti'nin bağımsızlık ve top­ rak bütünlüğünün muhafazası, Türk ve Rum milli cema­ atlarının varlık, hak ve menfaatlarıyla, güvenlik ve kar­ şılıklı i'timad içinde yaşamalarının sağlanması. Bildiride taraflar : Kıbrıs Devleti'nin bağımsızlığına son vermek teşebbüslerinin arzettiği tehlikenin ciddiyeti­

ni belirtmişlerdir. Yani bu demektir ki, tek taraflı bir

Enosis (ilhak) teşebbüsü, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı or­ tak bir cebhe halinde karşısında bulacaktır. 216


Bildirinin ekonomik mes'elelerle ilgili bölümünde dik­ kati çeken husus, Türk Hükumeti'nin iki ülke arasındaki ekonomik münasebetlere doktrin açısından değil, Türki­ ye'nin çıkarları ve hızlı kalkınma çabaları açısından bak­ masıdır. Bu görüşün neticesi, bu yılın başında Türkiye - Sov­ yetler Birliği arasında imzalanan bir ticaret anlaşması, 1 Temmuz 1967'den itibaren, iki ülke arasındaki ticaret hacmini bir yıl içinde iki misline, yani 700 - 750 milyon Türk lirasına çıkarma hedefini güdüyordu. Bu son görüşmeler sonucunda ise, Türkiye, Sovyet Rusya'dan 200 milyon dolarlık malzeme ve teçhizat ala­ caktı. Mühim ve dikkate değer bir nokta da, bu bedelin %60'ının tanm ürünlerimiz, % 40'ının da sanayi' mamiil­ lerimiz ile ödenmesi şaııtıdır. Rusya'dan alınacak malzeme ile kurulacak fabrika­ lar, (Ereğli Demir - Çelik te'sislerinin tevsi'i, üçüncü bir Demir - Çelik Fabrikası'nın, bir petrol rafinerisi ile alü­ minyum ve asid sülfirik fabrikalarının kurulması) gibi, Adalet Partisi İktidarı'nın ve Demirel Hükumeti'nin eko­ nomik gelişme anlayış ve felsefesine uygun İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda yer alan, büyük önem verilen teşebbüslerdi. Bildiride, iki ülke arasındaki temel menfaatleri zıd­ diyet haline sokacak bir mes'elenin mevcud olmadığı da belirtiliyordu. Esasen Türk - Sovyet münasebetlerinde zıddiyet yaratan herhangi bir tahrikin hiçbir zaman Tür­ kiye ve Türk milleti tarafından vaki' olmadığı gerçeği karşısında bu, Sovyetlerin de badema iyi münasebetleri bozacak herhangi bir tahrike teşebbüs etmeyeceklerinin ifadesi ve garantisi idi. Zaten Sovyet liderleriyle yapılan resmi ve husı1si her konuşmada, ağız-birliği halinde, Stalin'in Türkiye üze217


rinde takibettiği sakat politikayı adeta özür dileyerek yerıneleri de, bu husfısu te'yid ediyordu. Türk - Sovyet ortak bildirisinde yer alan üç mühim milletlerarası mes'ele ise : (Orta Doğu, Vietnam ve Si­ lasızlanma) konularıdır. Daha önceki Türk - Sovyet Bil­ dirileri'nden farklı olarak bu üç mes'ele bu defa teker te­ ker ele alınmıştır. Bildiride, Birleşmiş Milletler de bahis konusu olmuş ve yine bu teşekkülden genel barış temen­ nileri çerçevesinde söz edilmiştir. Türkiye, son Arap - İsrail çatışmasında, Arap dün­ yasımn yaronda yer aldığı için, Türkiye ile Amerika ara­ sında bu konuda önemli görüş ayrılıkları mevcuttur. Tür­ kiye'nin Orta Doğu mes'elesindeki tutumu daha ziyade Sovyet Rusya'nın görüşü ile bir yakınlık arzetmektedir. Türkiye, temel hedef ve prensipler bakımından Sovyet­ lere zıt kutuplarda bulunmakla beraber, Orta Doğu bulı­ ranının çözülmesi için İsrail'in mühim ta'vizler vermesi gerektiği noktasında bir görüş birliğine sahiptirler. Or­ tak bildiride bu husus belirtilerek : "Olup-bittilerin kabUl olunamayacağı, kuvvet kullanmanın toprak illiakım hak­ lı kılamayacağı ve siyasi avantaj sağlamayacağı" müşte­ rek görüşleri sıralanmış bulunmaktadır. Şüphesiz bu son "ortak görüşler" Kıbrıs politikasını da tavsif ediyordu. Silahsızlanma konusu, esas i'tibariyle, nükleer silah­ l arın yayılmasını önlerneyi hedef tutan Cenevre Andıaş­ ması çerçevesinde mütalaa olunuyordu. Bilindiği gibi, bu konuda Amerika ile Sovyetler arasında ibir mutabakat mevcuttur. Fakat hu antlaşmaya Almanya, İtalya, Fran­ sa ve Hindistan gibi devletlerin de i ' tirazı olmuştur. Tür­ kiye ile Sovyetlerin bir görüş birliği taşımadıklan genel silahsızlanmanın diğer mühim taraflarına bildiride hiç temas edilmemiştir. OrtaJk bildiride Vietnam konusuna ,kısaca değinilmiş ve mes'elenin 1954 Cenevre Andiaşmaları ve Vietnam

218


halkının

seııbestçe

kendi kaderini

dayanılarak

tayin

etmesi hakkına

çözümlenmesi, tarafiann ortak görüşü ola­

rak .belirtilmiştir. Vietnam probleminin çözülmesi ve bu­ rada ibarışm te'sisi yolunda Türkiye, Sovyetler Birliği ile çok değişik göri.işlere sahip ıbulunmasma rağmen, bildi­ ride bu far:klılık meskut geçilmiştir. Bildiri, Sovyetlerin 'IIi.iıık iye'yi belirli bir görüşe zor­ lamaktan ·kaçındıılclannı açıkça ortaya koyuyordu. Tür:ki­ ye'nin milli menfaa;tlerine ve temel prensiplerine

karşı

bir �görüşe zorlanmasına imkan bulunmayan ve bırakma­ yan sayın Demirel'in, müzikerelerin ve bildirinin atmosferinden duyduğu

mflnis

memnunluk da buradan geli­

yordu. İhtil.ij.l sonrası Türkiye'sinin iç politikasında çok

kısa zamanda büyük kalkınma başarısı sağlamış Demir­ el'in, Türk-Sovyet münasebetlerinde eriştiği mesafe, genç Başıbakanın

Türk

dış

politikasındruki

ilk

zaferlerinden

biri sayılmaya layıkdır. O gün öğle vakti, Klemlin Sarayı'nda

verilen son

resmi ziya.fette, Sovyet !iderleri, Prezidyum üyeleri ile yapılan konuşmalarda, misa.firperverHğe de misa.firliğe de çok i'tina gösteren herkes, "iyi başladık, iyi lbitirelim" arzU.su içindeydi ve sohıbetlere ortak bildirinin munis ha-

vası h8.kirndi. Şüphesiz · son dakika, on

gün

içinde değişik bölge­

lerde kısmen de olsa �gördüğümüz "iyiler, fenalar ve çok fenalar"ın muhaoobesini,

münakaşasını

yapcak değildik.

Ancak, bize her tarafta izhar olunan samimi misa.firper­

verliğe nez8.ketle teşekkür borçluyduk Onu da hepimiz adına sayın Demirel tam ve mükemmel bir surette eda

ediyorlardı :

((Herşeyden evvel şunu belirtmek isterim ki, Türki­ ye Cumhuriyeti'nin Başbakanı olarak bana ve Türk mil­ letinin temsilcüeri olarak bütün Hey'etimize gittiğimiz

219


·

her yerde yakın bir alaka ve samimi bir misafirperverlik gösterilmiştir. Gördüğümüz bu ilgiyi Sovyetler Birliği Hükumeti'nin halklarının Türk - Sovyet münasebetlerine at/ettikleri değerin bir nişanesi telakki ediyoruz."

Son gün, öğleden sonra Tüıık Hey'eti'nce gezilen (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Ekonomik Ba­ şarıları Sergisi) iyi düzenlenmiş bir sergiydi. Fakat "Sov­ yet Sosyalist Cumhuriyetleri'nin ekonomik başarıları", üzerinde çok münakaşa edilebilir bir konu idi. Komünizmin, bütün milletleri kardeş yaparak, in­ sanlığı ebedi barış içinde tek bir dünya cennetinde bir­ leştireceği yalanı, başta Macaristan olmak üzere, 50 yıl içinde çok acı ve pahalı örneklerini vermiş ve iflas et­ miştir. Komünizmin "herkesin kabiliyetine göre çalışacağı, istihsa.Iden ihtiyacına göre pay alacağı" aldatıcı vaadinin de doğruluk ve samirniyet derecesini ve ne miktar yeri­ ne getirildiğini, on gündür görmeye imkan ve fırsat bul­ duğumuz gerçek tarafları ile öğrenmiştik. Açıkça ortada ve meydanda idi ki, komünist reji­ min tatbikatı olarak Rusya'da, kendi deyimleriyle, "kapi­ talist ve ıburjuva rejiminin insan emeğini körleten, taıbiat imkanlarını kısırlaştıran, istihsali tahdit eden mel'fın sis­ temi" kaldırılmış, yokedilmişti. Fakat, sosyalizmin, kol­ lektivizmin Sovyet halkına sonsuz bir bolluk ve zenginlik getireceği boş iddiası da, 50 yıllık bir ham-hayal olarak her tarafta sırıtıyordu. Çarlık Rusya'sı ile aşağı - yukarı aynı ekonomik se­ viyede bulunan İtalya ve Japonya'nın son 50 yıl içindeki kalkınma ve ilerlemelerini ; bugünkü İtalyan ve Japon halkının hak, hürriyet, yaşama ve mutluluk zenginliği He, Sovyet Rusya'nın en iyi köşesinden, en feci bölgesine ka­ darki halkın durumu ile bir mukayese etmek, ilmin ve 220


Ekonomik BaĹ&#x;arÄąlar Sergisi'nde.


gerçeğin tam bir ifadesi, tipik bir örneği olurdu. Ya ko­ münist rejim gelmese, Rusya eski ziraat ve endüstrisini eski şartların ve sistemlerin içinde geliştirse idi, bugün ne halde bulunurdu ? Bunları tahmin ve hesap etmek oka­ dar gllç değildi.

Son geeemizin

programı boştu.

Moskova'da Son Gece Gerçekten ideal ve idealist insan, ve Son M" uşahede ...

değerli meslekdaşım Isparta Mil-

letvekili . Dr. Ali İhsan Balım ile karşılıklı intibalarımızı konuşuyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse, altı ve üstü birbi­ rinden zengin bu milyonlarca hektar topraklarda tam yıl, yüzmilyonlarca

insanın kızıl kırbaç

50

altında boğaz

tokluğuna çalışması sonunda, çok daha yüksek bir eko­ nomik seviye ve hayat standardı ile karşılaşacağımızı um­ muştuk. Kendi i'tirafları ile, son beş - on yıldır halklarının hayat ve yaşama seviyesini yükseltmek için büyük bir gayret içine girmişler. Bunun çeşitli tatbikat ve örnek­ lerine değişik bölgelerde rastladık. Sanayi'de ve ziraatte iftihar ettikleri başarılar hep "modellik" ve "gösterme­ lik" kalıyorlardı. Bunların halkın iskan, giyim, yeme,-iç­ me, hulasa yaşama seviyesini arttırmak için kullanıldı­ ğına inanmak güçtü.

Burada

50 yıldır insan

acılarını

azaltmak bahanesiyle insanlara tatbik edilmiş ezici sis­ temin acı ve feci' sonuçlarını görmüştük. Her türlü siya­

si ve ekonomik gücü elinde tutan ve istediği yere, iste­

diği gibi harcatabilen bir mutlu azınlığın, adeta "prole­

taryanın durumuna içerleyerek

bütün toplumu prole­

terleştirmek" gayreti ile mutsuz çoğunluğu nasıl "sef8.­ lette eşit" bir hale soktuklarını ibretle müşahede etmiş­ tik.

222


Dr. Tevetoğlu, Prof. Giritli, Şevket Rado ve Bedii Fail' on günlük intiba'ları ile son (lefa :\losko\'a'ya baktılar


Bugüne kadar, komünist sistem ve Rusya'daki tat­ bikatı üzerinde çeşitli yönlerden yazılmış birçok eserle­ ri okuyarak öğrendiklerimi, burada on gün içinde bizzat gördüklerimle müşahhas hale .getirmiş bulunmam, beni gerçeğe yaklaştıran çok faydalı bir imkan olmuştu. Bugünkü hafifletilmiş derecesi ile rejimlerinin bas­ kısım tesbit, halklarının ma'nevi bunaltısını, hak ve hür­

(Kızıl Cennet) 'le­ 10 gün kaldıktan sonra, "Gerçek Dünya Cenneti"

riyet fıkaralığını müşahede ettiğimiz rinde

aziz vatammıza dönmenin heyecan ve sevinci içinde idik. Saat onbiri geçiyordu. "Erken yatalım" teklifi ile oıdrulanrmza Ç\lıkmak �re kalıkıyordum lci,

b�rdenıbire

sayın Dr. Balım : ((Aziz dostum, her sözün ve mü.şaheden çok doğru. Amma sen asıl görülecek bir tahloyu, bir sah­ neyi görmeden gidiyormuşsun ki, bu bilhassa Tevetoğlu için büyük bir noksanlık olurdu. Gel seni bir yere götü­ receğim." dedi.

Bir akşam önce diğer iki arkadaşımızla birlrkte gör­ dükleri bu yer, Moskova'nın göbeğinde,

Kiev'e kaJ·kan

trenlerin istasyonu idi. Kapıda duran resmi otomobille­ rin şoförleri arasında iki ·kelime İngilizce anlayan dahi yokrtu veya kasden öyle görünüyorlardı. Dr. Balım, bir evvelki aıkşam kendilerini bu tren istasyonuna götüren şoförü tanıdı. Ona: ((Kiev istasyon, Kiev tren istasyonu, train station, bahnhoff !JJ gi:bi keli­

meleri tekrarladı, durdu. Fakat, Rusçasını bilmediğimiz iki 'kelimelik tbir yeri genç, mektep - medrese görmüş, devlet memuru bir Sovyet şoförüne

an.laıtmaya imkan

yoktu. Gayn ihtiyari : ((Toprağına kurban olayım Türki­ ye'mizin! Bizim insanımız kadar anlayı§lı kimse dünya­ nın neresinde vardır?" dedik. F81kat,

kimbilir, belki de

adam burasının bir daha görülmesini, bir başka y8ibancı tarafından da görülmesini istemiyor ve vazifesini yapı­ yordu. 224


Arabaya bindik ve Dr. Balım, şoföre, gideceği isıti­ kaıneti göstererek ve "sağ", "sol" yaptırarak nihayet is­ tasyonu ıbuldu Kiev'e .kalkan trenlerin Moskova merıkezindeki istas­ yonu olan bu bina, herhalde Çarlık devrinden kalmıştı. Ya içi, ya içindekiler? Bunlar da mı Çarbk yıllarının tor­ tusu idi ? 1967 yılında, değil Sovyetlerin iftihar ettikleri baş­ kentleri Moskova'da, yeryüzünün en geri kalmış ülkele­ rinden birinde ıböylesine feci' bir sefalet taiblosuna rast­ layahileceğimizi hayalimden geçiremezdim. Bir an tereddüt ettim ; sonra da Dr. Balım'a ((Bul­ dum!", diye şu şakayı yaptım : "Bolşevik Ihtilali'nin 50. .

Yılı dolayısiyle hazırlık programları uygulanıyor. Bu is­ tasyon, 1917 yıllarındaki sefaletin temsilinden bir sah­ nedir. Bu kimseler burada piyeslerinin provasını yap1yorlar!". Bolşevik lhtilali yılları mı idi ? Bu ihtil alin evveli, sonrası mıydı ? Birinci Dünya Savaşı, yahftd tkinci Dün­ ya Savaşı mıydı ? Zira ıböyle hir sefalet tablosu ancaJk o yıllarıda görülmüştü, göriilebilirdi. Bu canlı tablo, bugün için : uBuyurun, 50 yıllık rejimimizin bizi ula§tırdığı re­ fah seviyemiz!" diyenierin ülkesinde, bu iddianın hemen Moskova'da yalanlanması olı,ıyordu Bekleme salonunu dolduran sıraların üzerine boylu boyunca uzanmış yatan ihtiyar erıkek ve kadınlar, ço­ cuklar ; birkaç yavrusunu dizinin etrafına istiflemiş, üzer­ lerine <bir pis, yımık yorıgan çekmiş anneler ; her şeyi ile sefaleti doldurmuş, !bağlamış, paketlemiş bohça.ılar, çı­ kınlar, küçük denkler, sepetler ve torbalar ; e line geçir­ diği bir parça kuru ekmeği, simidi, iştahla yiyen katıksız .

aç, hasta insanlar; öksürenler ; yere, yanına tükürenler ; mujik çizmeleri ile .kıvrılıp yattığı tahta kanepenin üze­ rinde "kızıl cennet"in rahat döşeğinde uyuyan ve borla225


yan kimseler... O yerlerin pisliği ; o insaniann üstlerin­ den, b�lanndan döldilen sefa.ıet ; o salonda mevcut ta­ hammülü imkansız pis koku ! ? Bu, GUM Mağazası'nda­ ki ter kokulanna da benzemiyordu. Ueride, salonun so­ nunda, açılıp kapanan kapılar, helalardı. O tarafa doğ­ ru yürürken artı·k dayanamadım, sayın Dr. Balım'ın ko­

luna y�pıştım : ((Yeter, adamJ.ar bizi, Ü8tümüzü ba§ımı­

zı aç kurt gib·i 8Üzüyorlar. Gördüğümüz kafi. Moskova Belediye ReiSi'nin nüfus başına düşürdüğü suyu nerede kullandıklarını ( ?) tahkike de lüzum kalmadı!" dedim

sür'atle dışarı atbk. Dr. Balım'a cidden çok minnettar ve müteşekıkir­

ve kendimizi dim. Bu

salıneyi ne görmüştüm ; ne de hayMımd'a bir da­ ha ·görebili r, hatta �vvur edebilirdim... Moskova'nın göbeğinde, Bolşev�k İhtH8.li'n in 50. yılında, komünist re­ jimin yanm asırlık başarısı, bu istasyon sahnesinde bü­ tün gerçeği ve çıplaıklığı ile temsil olunuyordu. İyi ki, bu gece de Bolşoy'a götürülmemiştik İyi ki, bize yine ma­ dalyonun ön yüzü seyrettirilmemişti. Bu defa kendi is­ teğimiz ile :gördüğümüz yüz, madalyonun ters yüzü, Mos­ kova'nın ve Sovyet Rusya'nın gerçek yüzü idi .. Otele dönüp yatağıma girdikten birk aç da;kika son­ ra, gördüğüm manzaranın dehşetini düşünürken, telefo­ nwn çaldı. "Artık son akşam, bu saatte de beni kontrol

etmezler ya!" diyerek kalktım ve, unr. Balım o'lmıalı!" diye düşündüm. Ben "Alo ! " dedi,kçe karşıdan en ufaık bir ses gelmiyordu. Kızarak mikrofonu kapattım. Bu da son akşamın kontrolü idi ve gördüğümüz manzarayı tam.am­

lıyordu. Kimbilir adam bizi .kaç saattir arıyordu.· Kısa ara ile i•ki defa daha çalan telefona hir daha kalkmadım ;1 o da ibir kere daha beni aramadı ve rahatsız etmedi. SaJbah erken kalkıp hazırlığımı tamamladmı. zaten

bir tek bavulum ve üç mukavva kutu dolusu •kitabımdan başka bir bagajım yoktu. Kahvalb salonuna indiğim va-

226


kit, Tass Ajansı muhaJbiri heni ıbekliyordu : ((Sayın Sena­

tör, sizden başka bütün misafirlerimizin beyanatını tes­

bit ettim. Bu sabah için söz vermi§tiniz, acaba mümkün olacak mı?" diye karşıma Çliktı.

Kahvaltıdan sonra tekrar odama döndük ; Tass mu­ habiri şeri.t makinesini hazırladı ve : ((Şimdi, Sovyetler Birliği'ni resmen ziyaret etmekte olan Türkiye Başbaka­ · nı sayın Süleyman Demirel ile birlikte bulunan Türk Hey'eti'nden Adalet Partisi Samsun Senatörü ve Genel Idare Kurulu Vyesi sayın Dr. Fethi Teııetoğlu ziyaret in­ tibd'larını anlatacak. ." di yerek mikrofonu bana verdi.

Ben de yazılı olarak tesbit ettiğim şu sözlerimi ay­ nen mikrofona okudum ve banda geçirttim : ''Türkiye Başbakanı sayın Süleyman Demirel'e yap­ tığı Sovyet ülkeleri ziyaretinde refakat edecek Türk Par­ lamento Hey'eti arasında bulunuşumdan,

seyahatımızın

başında çok memnunluk duymuştum. On gün. süren bu çok enteresan ve faydalı seyahatın sonunda da büyük bir memnunluk duyduğumu belirtmek isterim. Ben, yıllardanberi Türkiye'de ve diğer birçok mem­ leketlerde anti-komünist bir fikir ve politika adamı ola­ rak tanınırım. Bu sebeple benim ülkenizi ziyaretim ger­ çekten çok enteresan olmuştur. Burada rejimıinize ve ideolojinize karışacak ve bun­ lar üzerinde tenkidde bulunacak değilim. Bu rejimin ve ideolojinin bu ülkelerde vücuda

getirdiklerini görmek,

atmosferi bizzat teneffüs etmek bizim için bildiklerimiz­ le, duyduklarımızla rwukayese yapmak, değerlendirmek bakımından çok faydalı, çok istifadeli olmuştur. Bizim asıl istediğimiz

ve ziyaretimiz, komşu ülke­

lerimiz ve halklarımız arasında samimi, güvenilir dost­ luk münasebetlerinin geliştirilmesi ve hem aramızda, hem bölgemizde, hem de bütün dünyada barışa müştereken hizmet etmemiz hu8Usudur.

227


Siz de, yurdunuzu kalkındırmak ve halkınızın hayat ve yaşama seviyesini yükseltmek yolunda büyük gay­ retler içindesiniz. Büyük sanayi'inizi kurmuş, ziraatinizi geliştirmiş, üniversitelerinizi, san'at ve kültür müessese­ lerinizi, kendinize yetecek seviyelere ulaştırmı§sınız. Biz de, yollarımız, idare ve ideolojimiz farklı olmale üzere, bu hedeflere doğru yükselmek, kalkınmak azmi içindeyiz. Sovyetler ile dostluk ve komşuluk münasebet­ lerimiz, halkımıza, milletimize verdiği güven ölçüsünde, Türkiye'deki kalkınma hareketine faydalı te'sirler yapa­ caktır. Ben, şahsen, parlamentodaki dış münasebetler ile ilgili göri.lşmelerimde ve konuşmalarımda, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk zamanında olduğu gibi, sizlerle iyi mü­ n&ebetler kurmanın fayda ve lüzU.muna işaret etmişim­ lUr. lçi§lerimıize suret-i kat'iyyede müdahele etmemek şartiyle.. Iki ülke arasında siyasi, ticari, ekonomik ve teknik münasebetlerin geli§mesinde dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerinin arttırılmasında büyük faydalar olduğunu, bugün büsbütün anlamış ve takdir etmiş bulunuyoruz. Vlkenizde iddrecilerinizden ve her bölgede aMliden gördüğümüz sıcak dostluk, samimiyet ve sonsuz misafir­ perverlik her türlü takdire layıktır. Sovyet Rusya'nın mühim altı şehrini kısa zamanda ziyaret fırsattnı bulduk. Bu geziden çok dikkate değer intiba'larımız oldu. Oç büyük kutu halinde memleketiniz­ den satın aldığım 60 cilt kitap, bana (A t a t ü r k ' ü n S o v y e t P o l i t i k a s ı ) hakkındaki eserimi ta­ mamlamaya yarayacaktır. Yurdunuza büyük bir heyecan ve memnunlukla gel­ dim. Çok şeyler gördüm ve öğrendim; aynı memnunluk içinde aziz yurduma dönüyorum."

228


Daha sonra, Türkiye'ye döndüğümüzde, bu beyina­

tırnın bir.kaç paragrafa ve cümlelere bölünerek ve arası­ na sorular Have olunarak Tass

muhabiri ile karşıhk:lı,

"bir o konuşmuş, hir hen karşılık vemıişim" gibi "sual­ li - cevaplı" bir haJ.e sokularak yayınlandığını ve "lçiş­

lerimize suret-i kat'iyyede müdahele etmemek şartıyla."

sözüm dahil, bazı ,kısımlannın tamamen silinip çıkanl­ mış ve beyanatıının tahrif edilmiş bulunduğunu, bir sol­ cu derginin neşriyitı ve radyo büLtenlerinin tetkiki so­

nucu öğrendim. Komünistterin ve

komünist uşaklannın

bu çeşit adi metod ve oyunlannı çok bildiğimiz için böy­ le bir "ahlak örneği"ni tabii ve "ehven-i-şer" buldum. . d �.�onuş ..

y

a

Aziz vatanımıza dönmek üzere özel uçağa yer­ leştiğimiz

zaman,

cidden büyük

bir heyecan,

sevinç ve sabırsızlık içindeydik. Onbir günlUk

seyahatımızda benden herhangi bir beyanat alamarnış bi­

zim gazetelerin rnuha;biri ar-kadaşlar da,

'�birkaç cüm­

le" istiyorlardı. Onlara da uçakta aynen şu sözleri yaz­ dırdım : {(Tam

35 yıldır muhdlifi} mudrızı bulunduğum ve mü­

cadelesini yaptığım bir ideoloji ve rejimin doğduğu} uygu­ landığı bir ülkeyi, imkan ve fırsat bulduğumuz kadarı ile

de olsa, kısmen ve sür'atle yakından mil§dhede ettim. Bu geni§ memleket üzerinde yaşayan} içlerinde akralxilarım

da bulunan, insanları yerlerinde görebilmem, benim için çok istifddeli, çok faydalı olmuştur. Gerçeği yakından, bizzat görmek, müsbet, menfi ka­ naat ve değerlendirmeZerimizde daha hatdsız, daha ger­ çekçi sonuçlara ulaşmamıza yarciyaca"ktır. Türk - Sovyet

münasebetlerinin iyi

yolda, güven

içinde gelişmesini; yurdumuzda, bölgemizde ve dünyada barışın sağlanrrı.a.sına ve böylece kendi yolumuzda, kendi ülkemizi huzur ve sükun içinde kalkındırmamıza da fay­ dalı saymaktayım.

229


Sayın Bwıbakan'ımızın yaptığı bu resmi ziyd,retin, iki memleket arasındaki münasebetler kadar, bölgemizin ve dünyanın Türk milletinden

barış yolunda beklediği

vazifede büyük bir başarı olduğu inancındayım."

Uçak havalandıktan �kısa bir müddet sonra sayın Başbakan Demirel, hepimize auğurlar olsun Beyler!" de­ mek üzere, yanımıza geldi. Uçağın en öndeki bölümünde bulunan sayın Mümtaz Faik Fenik, Murad Sertoğlu ve Yılmaz Çetiner gibi ga­ zeteci arkadaşianınıza intiba'larını özetliyordu. Ben, sa­ yın !sm.aH Hakkı Tekinel, Osman SS.bit Avcı ve Dr. tbra­ him Öktem de bu bölümde bulunuyor ve sayın Demirel'i

dinliyorduık .

Avrupa, Amerika memleketleri ile İsrail kalıkınma­ sını yakından incelemek fırsatını :bulmuş genç ve dina­ mik Türk Başbakanı'nın, Demirperde ülkelerindeki ger­ çek durumu Romanya ve Sovyet Rusya örnekleri ile ta­ mamlamış bulunması cidden çok faydalı olmuştur. Plim ve programını çizmiş ve kavramış, ne yapacağını bHen, kalkınma davasına gönülden bağlı, kendine güveni tam ve :bürtün, :bir dinarniık �köylü çocuğu Tüıık Başba:kan'ı, bü­ yük milletini şerefle temsil ettiği kızıl 8.lemden, kendi­ sinden yüce hizmetler bekleyen aziz vatanına dönüyordu. Sayın Demirel, gazetecilere ve bize, inanmış bir in­ sanın ,kudret ve heyecanı ile coşarak konuşuyordu : ((/yi-kötü çok şeyler gördük, Adamların başarılarını, maliyetlerini sormadan, sadece takdir ettik. Şahsen hiç­ bir şeye hayrrin olmadım. Ben, yalnız kendi yurduma, kendi milletime hayranımdır. Bizim topraklarımızda her­ şey, her zenginlik, her imkdn var. Bizim milletimiz} bizim ahiilimiz ise dünydnın en çalışkan, en kabiliyetli ve

fazi­

letli insanları. Yapamayacağımız hiçbir şey, ba§aramıya­ cağımtz hiçbir zorluk, yenemiyeceğimiz hiçbir güçlük

'230


yoktur. Hepsini yapacağız ve her güçlüğü yeneceğiz. Ge· ri kalmışlıktan, tıkaralıktan kurtulmak için gördükleri­ mizden bize lüzumlu, kalkınmamız için zaruri olanların hepsini yapmamız şart. Amma, bunun için illd komünist olmaya lüzum yok. Güler·yüzlü bir idare ile, insanları ezmeyen, hür, demokratik bir sistem içinde bunlar da­ ha mükemmel elde edilir. Gördüklerimizin daha iyileri, daha kolay yapılabilir!" Sayın Demirel, Türkiye'de daha en azından 3 4 büyük sun'i güıbre fabrikasının kurulmasına ve daha dü· •

zinelerle barajlar yapılmasına ihtiyaç ıbulunduğunu söy­ lüyordu. Bugün ıbize hiçbir faydası dokunmayan geniş çorak topraklanmızıri verimli hale getirilmaleri halinde, 60 · 70 milyon Türk'ü rahatça ıbeslemenin mümkün ola· cağını belirtiyordu. Orrnanlanmızdan, normal verimle-­ rinin onda birini bile alamadığımızdan yakınan sayın De· mirel, şimdi Rus'lann yapacaıkları Üçüncü Demir Çelik •

Fabri·k ası'nı işletecek mühendis ve işçilere maliık bulun· duğumuzu, göğsünü ka,bartarak tekrarlıyordu.

Demirel, "petrol da'vdmızda da daha büyük gayret sarfetmemiz ve yabancıların tecrübelerinden, yardımla­ rından faydalanmamız" •gerektiğini belirtiyordu. Şimdi· ye kadar 3 bin metreden derine inebilen sondaj :rmı;kine· leri kullanmamışız, halıbuki Ruslar 7 bin metreden de petrol çıkarıyorlardı. Sayın Başbakan, ((bu def'd Ro­ manya'dan alaca:ğımız makineler ile 5 bin metreye inebi­ leceğimizi; Türkiye'de bu derimiklerde çok verimli pet· rol yatakları bulunduğunda bütün jeologların birleştik­ lerini" söyledi. ((Iç ihtiyaçlarımız böylece karşf.lanınca, on yılda Türkiye'nin kalkınmasını .<�ağlamak mümkün· dür." diyordu. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nı tam olarak ye-­ rine getirdiği takdirde, yurdumuzun çehresinde -büyük

231


bir değişiklik ve gelişme vuku'bulacağına inanan sayın Başbakan'ın, da'vasını ıbaşaracağına öylesine i'man et­ miş bir hali vardı ki, istisnasız hepimiz bundan ibüyü:k bir güven, ferahlık ve memnunl uk duymuştuk. Muhalefet temsilcisi sayın İbrahim Öktem bile, oturduğu yerden k alkara'k , geldi : ((Allah ümit ve enerjinizi eksiltmesin!" niyazında bulundu. Daha sonra : ((Bakınız, Esenboğa'da

Türk Basınına vereceğim beyanatı şöylece maddeler ha­ linde özetledim " diyerek Sovyetler Birliği'!Ile yapılan bu ..

ziyaretin

büyük

başarı sağlayacağımı. inanmış

görüşle­

rini okumaları için sayın Demirel'e uzattı. Hulasa, başta Başvekilimiz olduğu halde, iktidar ve muhalefet mensubları, Basın, Radyo ve Anadolu Ajansı tenisilcileri ile bütün Türk Hey'eti mensubları, bu ziya­ retin millet ve memleketimiz için çok faydalı sonuçlar sağladığına ve sağlayacağına inanmış bulunuyorduk. Çeşitli iç ve dış propagandalar ile övülen "sosyalist sistem"in, "komünist sistem"in 50 yıldır tatbik olundu­ ğu hir ülkenin ve üzerinde yaşayan -bir kısmı öz-be-öz kardeşlerimiz olan- halkın

gerçek durumlarını yaıkın­

dan ve bizzat gördük. Ayakta durmasını,

bütün gücünü ve devamlılığını

ancak hürriyetsiziikten ve 'kendi bünyesinde de satın al­ dığı sözüm-ona bir "mutlu azınlık"dan alan bir sistemin, karşı karşıya bulunduğu çeşitli müşküllere ş&hid olmak ve bunları

yerinden,

kaynağından görüp öğrenmek el­

bette ki çok faydalı bir sonuçtu.

((Komünistlerin kullandıkları vdsıtalar korkunç, el­ de ettikleri sonuçlar ise alel'dde olmuştur" diyen Batı'lı düşünürün hükmünü yerinde tahkik etmiştik. Amma tesbit ettiğimiz bir gerçek de, bugünkü Sov­ yet idarecilerinin, komüni'st liderlerinin, vatandaşlarının "maddi yaşania şartlarını düzeltrnek" yolundaki karar ve

232


çabalan idi. Bu, uyanan, Batı'yı gören ve daha iyi ya­ Şaiil8.!k ve Batı'daki ·gLbi hürriyetlere sahib olmak isteyen yeni nesillerin ; gittikçe daha tüketici bir toplum ha:line gelen, modern hayata ve maddi rahata susayan halkın baskılarını ıkarşılamakıtan doğan bir zarU.retti. Sovyetlerde çok pahalıya malolara:k yapılanlar, sür'atle yapılması mecbur bulunanların yanında bir hiç­ di. Bu sebepledir ki : "Barış ve barış içinde ber!iJber ya­ şama" ; "ayn sistemler içinde dostluk", Sovyet liderleri­ nin istedikleri ve gerçekleştirmeye mecbur kaldıkları başlıca "iyi münasebet ve komşuluk" ilkeleriydi ; sami­ rniyet derecelerini ise, bundan sonraki davranışlarında gösterecek ve ispat edeceklerdi. Kızıl aJemden gelip (Gerçek Dünya Cenneti Vata­ nımız) 'ın aziz topraJklanna selametle ayak bastığım za­ man, ıbüyüık Yaradan'a binlerce hamd-ü sen8:lar ettim. ÖıJbekistan'dan, Azerbaycan'dan geliyordum. Beni öz­ yurdumda .karşılayanlar da, 42 yıl önce annesi ile Şimili Kafkasya'dan kaçıp buraya gelmiş bir Karaçay kızı idi. Yanındaki ikiz yavrulannın da, kocağındaki toruiıunun da adları hep Orta Asya'dan, Türkistan'dan, Faribi'nin diyarından alınmıştı : Tolunay, Tomris, Almıla ! Bunlar, hür Türkiye'nin hür evl8.dları idi. Yuvamız, dairemiz de hür ve müstakil yurdumuzun Başkentinde, Çankaya'sın­ da, Farabi Sokağı'nda, Farabi Apartmanı'nda idi. Hür ve mes'ud yuvamızın sıcak çatısı altına gelince, ibüyük Yaradan'a : "Orta Asya'daki, lJzbekistan'daki, Azerbay­ can'daki, Kafkasya'daki, bütün Rusya'daki ve diğer bü­ tün ülkelerdeki ve Kıbrıs'taki kanı kanımızdan, dili dili­ mizden, dini dinimizden, öz-be-öz Türk ve Müslüman kar­ deşlerimi en kısa zamanda hak ve hürriyetlerine kavuş­

diye dualar ederek bugünkü Sovyet Rusya hatıratımı tamaınladım.

tur, ya Rabbim!"

233


İ N D E K S Abdurrahman(ova ) , Dilber 133 Abdüllatif, M. 191 Abdülvahid Han 129 Abrahams, Peter 175 Adalet Partisi Grubu 35 Ataotlu, Ahmed 153 Ahund (of ) , Mirza Fethali 170, 175, 178 Ahund (ova ) , Refika 177 Alekber, Gence'li San 156 Alikişizade 177 Alihan (of) , E . N. 178 Althan ( of) , Enver 201, 203 Ali Naşid ( Ötüken ) 180 Ali-Yazıdcı 182, 183 Alınıla (Ortaç) 233 Alparslan 155 Alp Er Tunga (Efrasiyab) 134 Altunsaç ( Dadaş kızı) 169 The American Relief Commis­ slon 26 Anna ( Çariçe) 62 Aralov, Semen İvanoviç 24n, 73, 74 Araslı, Hamid 191, 193 Armaotlu, ·Prof. Fahir 28 Asya Milletle.ri Komünizmle Mücadele Konferansı ( Tat­ pel, 25-29 Eylfıl 1967 ) 7 Atabay, Gülşad 140

'234

Atatürk, Mustafa Kemal Pa­ şa 9, 10, ll, 12, 15, 17, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30, 32, 33, 34, 35, 38, 39, 40, 64, 73, 74, 82, 120, 131, 182, 228 Avcı, Sabit Osman 109, 164, 204, 230 Avrupa Ekonomik Toplulutu (A.E.T.) Karma Parla­ mento Komisyonu 7 Avrupa Ekonomik Toplulutu ve Türkiye Semineri 7 Azim (of) , Esad 139 Aziz Nesin 65, 189 Babahan (of) , Müftü Ziyaeddin 118 Baban, Cihad 24 Bach 180 Bakfı, Mürsel 156 Balaban, İbrahim 65 Balım, Dr. Ali İhsan 222, . 224, 225, 226 Barlak (ova) 177 Basa, Ercümend 37 Baştımar, Zeki (Yakub Demir t. a.) 62 Bataş (of) 177 Bayazıt, Yıldınm 120 Baykara, Hüseyin 135


Baykurt, Fakir 65 Bedli Faik 49, 223 Beethoven 180 Beyaminov, Sason 139 Bıyıklıo�lu, Tevfik 27n Bibi-Hanım 118 Birinci Dünya Anti - Komü­ nist Konferansı (Mllliyet­ çin Çin'de) 63 Biriini 123 Bogolomova 62 Buhılri 123 (Dadaı;ı Iuzı ) 166, Cansurat 169 Cebbarlı, CB.fer 172 Cebe Noyan 155 Cennet Aza 166, 167, 169, 177 Ça�layangil, İhsan Sabri (T. c. Hükumeti Dıı;ılı;ıleri Ba­ kanı) 6, 40, 53, 70 Çakmak, Mareı;ıal Fevzi 22 Çetlner, Yılmaz 230 Çlçerin ( Sovyet Dışlgieri Ko­ miseri) 29 Çinglz Han 116, 120 Çolpan 129 Dallı, Ahmed 37 Danilevski, Nikolay Y. 15 Davidson, Roderic H. 27n Davild Çağrı Bey 155 Demirel, Nazmiye 45, 74, 108, 110, lll, 125, 138, 162, 204 (Türkiye Demirel, Süleyman Başbakanı) c. Hükumeti 6, 7; 33, 36, 38, 39, 40, 43, 45, 46, 48, 50, 52, 53, 56, 57, 62, 64, 67, 70, 74, 76, 78,

83, 84, 85, 86, 93, 98, 100, 108, 109, 112, 113, 120, 127, 128, 138, 146, 170, 201, 209, 215, 217, 219, 227, 230, 231, 232 Dlmı;ıltz, D. 82 Dojtu Milletleri Kurultayı (Baku ı 8 EylUl 1920) 31 Dünya Anti-Komünist Konfe· ransı (Taipel, 14 - 21 Ey· lQI 1967) 7 -

Ebül-Gazi Bahadır Han 102 Ebül-Kaasım Babür 135 Edhem Nejad 182, 183 Elmas 132 Emiri 116 Emir-Zade 118 Emre, Ahmed Cevad 183 Engels 213 Erkin, Feridun Cemal ( T. C. Hükumeti Dıı;ıiı;ıleri Baka· nı) 19 Eşrefi, Muhtar 138, 139 Farabi 123, 233 (Dada§ kızı) Fatma, Doktor 165, 166 Fedorov, Vladilen N. 46, 48, 57, 95, 113, 162, 164, 172, 206, 209 Fenik, Mümtaz Faik 37, 230 Fiı;ı, Radiy 64 Furtseva, Madam 212, 214 Fuzuli 157, 178, 181, 183, 185, 186, 187, 189, 191, 192, 193, 202 Gagarin 200 Ganican Han 129, 130 Gaspıralı İsmail 153

235


Gedai 1Hi Giritli, Prof. İsmet 43, 143, 201, 223 Gorçakof, Prens 126 Gorkl, M aks im 48 Gönlübol, Mehmet 27n Gür Emir 118 Habib, Şoför 164, 165, 166, 177 Hacıbeyli (Hacıbeyoııuı Üze­ yir ı 70, 180, 181 Hacı (yef) 177 HAkimiyet-i Milliye Gazetesi 12 Hamra (ova ) . HulyA 139 Harbord, James G. (Amerikan Generali ) 12, 26, 27 Hasan 155 Haşim (of) Nizıimi 139 Hayıt, Baymirza 129 Hayyam, Ömer 183, 186 Herzen, A. 16 Hidayet (ova) , Rii.nA 140 Hitler, Adolf 14, 210 Hoover, Herbert C. (A.B.D. Cumhurbaşkanı) 26 HulAgü 155 Işık, Hasan (Türkiye'nin Mos­ kova Büyükelçisi) 52, 70, 72, 73, 108, 164 Işık, Bayan 90 İbn-i SinA 123 İktisAdi Kalkınma Te.slsi ( İs­ tanbul ) 7 tieri, Tevfik 154, 200

236

İnönü, İsmet ( T. C. Hük1lme­ meti Başbakanı) , ( Milli Şef) 19, 20, 21, 23, 24, 33, 40 İsmail (ova ) , Galiye (Galia) 133, 139, 140 İstemi Kaıan 155 İştantura (ova ) , SArA 133 İyem, Nuri 65 İzvestia Gazetesi 144, 145 Jaeschke, Prof. Gotthard 11 Kabul, Saadet 139, 140 Kadı-ZAde 118 Karaı, Enver Ziya 26n Kara (yef) , Kara 175, 181 Karyaıw, Abdurrahman 189 Katerina, İkinci 81 Kennan, George F. 11 Kerim (ova) 177 Khomyakov, A. S. 15 Kiçkine Babadur 135 Kocagöz, Samim 65 Kohn, Hans 14, 1 6 Kopuz Dergisi 8 , 9 Korotçenko, D. S. 96 Kossigin, A. N. ( Sovyet Başbakanı ) 45, 54, 55, 62, 70 Köprülü, Fuad 135 Köy Enstitüleri Dergisi 24 Krımşamhal (Gülcan) bk. Tevetoılu Krımşamhal, İsmail 90 Krugçef (Hurugçof) 35, 106 Kuçluk(ova ) , Aynisa 139 Kudret Bey 194, 203 Celil Muhammed Kulu-zAde, 195, 196 Kurban ( ov ) , Ralunaokul 109, 118, 127, 138, 142, 144, 146 Kutalmış 155


U.le ı32 Lavrin, Janko H

Lednicki, W. ı6

Lenin, Vlıidimlr nylç 24, 29, 38, 48, 64, 67, 73, 79, 8ı, 88, 90, 93, ıo3, ı34, ı45, ı75, 182, ı88, 189, 210, 211, 213 Leonardo da Vlnci 92 Lerınontov, M. Y. ı72 Magoma (yef ) , MUslim ı8ı Mahmud (ova ) , Nillle 133 Malakovsky 48, 49 Makal, Mahmud 65 Makarlos 36 Marks, Karl ı34, 188, 2ıo, 213 Mefharet Hanım, Dr. 132, ı34 Mehmed ( of) , MaksO.d 177 Mehmed ( ova) 177 Menderes, Adnan 40 MevHl.na Celaleddin RO.mi 65 Mikail ı55 Moskova Üniversitesi 43, 49 Moşeyev, Mikail 139 Mozart 180 Muhammed Aleyhisselam (Hazret-i Muhammed) 123 Muhammed Sultan 118 Mukimi 116 MO.sa Yabgu 155 Mussolini, Benito 2ı0 Mustafa Subhl 182, ı83 Naci Sadullah 8 Nadir Şah ı6ı Nasır (B.A.C. Ba�kanı) 36 Nasır(ova ) , Halime Hanım (NAsır kızı) 133, 140 Nasreddln (ova ) , YıidigAr 133, 142

NATO l S, 20, 34 NATO Parlamenterleri Türk Hey'eti 4 ı Navai, A U Şir 96, ı34, 135, 136, ı37, ı38, ı39, 14ı, 149, ı57, 158, 170 Nazım Hikmet (Ran, Verzans­ ky) 8, 9, 48, 65, 183, 189 Nikola (Nlkolay) ( Birinci) 62, 81 Nikonov 62 Nizamhoca, Cemal 139 NizA.ml, Geneeli 156, 157, 17R, 189, 198, 199, 200, 202 Novikov, M. 82 Noyan, Kurtcebe 156 Nur, Dr. Rıza 8, 22, 82 NO.�irvan, Ziynetullah 155, ı83 Öktem, Dr. İbrahim 230, 232 Ötüken, Adnan 179, 180 Özbek Han 102 Petlt Paristen Gazetesi 12, 30 Petro, Deli (Çar) 8ı, 90, 92, 126 Podgorniy, N. V. ( SSCB Yük­ sek ŞO.ra Prezidyum'u BW]­ kanı) 50, 52, 53, 55, 56 Pogodin, M. P. 15 Pravda Gazetesi 16, 64, 144, 145 Promuslov (Moskova Belediye Ba�kanı) 74, 75, 76, 77, 78 Rado, Şevket 178, ı 79, 180, ı82, ı8s, ı86, 223 Rafael 92 Rambrant 92 Emin Mehmed Resul-zAde ı52, ı98

237


Rossi, C. I. 92 Rumi 118

Sahahaddin Ali 9, 16, 65, 189 Siı.blr, AU Ekber 157, 159, 178, 189, 190 Sadık (ova ) , .Vasilia 133 Said-zade, Ali Ejder 183 Sar, Cem 27n Saraçog-lu, Şükrü 60 Sarıcan 132 Sarıyalçın, İsmail 156 Sekkaki 116 Selçuk 155 Sertel, M. Zekeriya 182, 198, 202 Sertel, Sablha 182, 198, 202 Sertog-ıu, Murad 109, 230 Sezgln, Refet (T. C. Hükumeti Enerji ve Tabii Kaynak­ lar Bakanı) 42, 51, 53, 70, 108, 112, 146, 150 Slrmen, Fuad ( T.B.M. Ba§­ kanlanndan) 16 Slzov, A. A. 94 Smirnov, M. (Sovyetler Blr­ liti'nln Ankara Büyükelçi­ si) 54, 82, 108 Smlrnov, Madam 90 Son Baskı Gazetesi 63 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri 5 Stackelberg, Dr. G. von 32 Stalin 81, 83, 99, 100, 104, 217 Subutay Bahô.dır 155 Sultan Selim (Yavuz) 161 Sunay, Cevdet ( Türkiye Cumhurbaşkanı) 56, 57 Süleyman Nazif 8 Süleyman (ova) 177

238

Süleymanzade, Kahraman 178, 179, 183 Şah İsmail 161 Şah-Zende İbn-i Abbas 118 Şahin, Turan · 143, 201 Şecere 186 Şerbltskly, V. V. 95, 98 Şirin Blge 118 Tahircan 132 Tamara Hanum 133 Tansel, Otuz 65 Ta§demir, Azeri Süleyman 154 Tebrizi, Al Minai 183, 186, 187 Tekinel, İsmail Hakkı 96, 98, 212, 230 ( Temürlenk) Temür, Aksak 116, 120, 121, 122, 123, 149, 151, 155, 157 Temür-Ojtullan 135 TernUr Bey 166 Tevetotlu, Dr. Fethi (F. T. ) 3, 9, 24 n, 21 n, 37, 38, 48n, 51, 52, 112, 130, 143, 146, 147, 150, 167, 183, 214n, 223, 224, 227 Tevetotlu, Gülcan (Krım§amhal) 42 Tevetotlu, Tolunay 233 Tevetotlu, Tomris 233 Tevfik Fikret 183 Tirmizi 123 Togan, Zeki Velidi 182 Tonguç, Hakkı 23 Topçuba§ (ef) , M. A. 178 Topçubaljl, AU Merdan 153 Tutlut Tigin 118 Tutrul Bey 155 Tug-savul, Muzaffer 156


Tunçkanat, Haydar 41n TO.rant, Dr. Hüseyin-zade All 153 Turgunbay (ova ) , Mükerreme 133, 140 Turgut, Mehmed ( T. C. Hü­ kOmeti Sanayi Bakanı ) 42, 51, 53, 70, 108, 112, 146 Tümen Aka 118 Türkan Aka 118 Türkiye Komünist Partisi 62 Türk - Sovyet Kültür Anlagması 18 Tyutçev, F. t. 15 UluA' Bey 116, ll 7, 123, 149, 157 Ulusoy, Mehmed All 37 Ulusoy, Sefer 37 Ürgüplü, Suad Hayri (T. C. Baıjbakanlanndan) 70 Vakıf, Molla Penah 172 Vala NCıreddin 183 Varıjüva Anla�jması Tegkilatı 34 Vaucher, M. Jean 30

Vekil ( ova) , Leyla 177 Voronov, M. 82 Vurgun, Sarnet 157, 172, 178, 202 The Week Dergisi 7

(Ankara)

Wilson, Woodrow (A. Cumhurbagkanı) 26

B.

D.

Yakint 116 Yakub Demir bk. Bagtırnar YakQU 155 Yalçın, Prof. Aydın 43, 46, 51, 95, 96, 97, 162, 169, 177, 209, 210 Yara§Ik, Sattar 140 Yardımcı, Prof. Dr. Mehmed 49 Yagar Kemal 65 Yetkin, Nüvit 41n Yınal, İbrahim 155 Yoldag (ef ) , Ergag 140 Yusuf (ova ) , Klara 139 Yücel, Hasan-AU 23 Zaman (of), Abbas 195 Zeynel (ova) 177 Zıpar Han 129, 130 Zülflye 134




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.