Hikmet Tanyu - Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliği

Page 1


Büyük Kervan Matbaası Ca.ğaloğlu, Türbedar Sok. Aydınlar Han İst. Tel.: -

27 21 89/18


Türkçülük ve

Ziya Gökalp •

HAZIRLIYAN :

Dr. Hikmet Tanyu



TOP R A K Dergisi Yayınları No. 20

P. K. 30 Beyazıt 1

9

6

2

_

İst.



BAŞLARKEN Ziya Gökalp'in T'ürk milliyetçiliğine, Türkç'ü­ lüğe dair yazıları bugüne kadar hernedense bir ara­ ya getirilmemiştir. Bu itibarla Türkç'ülüğün doğu­ şu ve bilhassa tarifi, tanıtılması ile ilgili makalele­ rinin bir arada incelenmemesi muhtelif tarif dene­ melerini gerektirmiştir. Böylece birbirine yakınlığı olmakla beraber ıbir sıra, sanki Türkçülük anlayışı farklı ve tarifler ayr� ayrıymış gibi bir mana orta­ ya çıkmış göründü. Ikinci olarak, Türkçülük hak­ kındaki makalelerin topluca bir arada bulunmama­ sı, Gökalp'e karşı bilhassa milliyet ve İslilmiyet düş­ manlarının öncülük ederek yaydıkları iftiraların içyüzünü, örtülmüş hakikatın anlaşılmasını güçleş­ tirdi. Bu çok sürekli ve teşkilatlı iftira ve yalan ya­ yımına bilmeyerek, aldanarak iyiniyetıi olması muhtemel kimseler de kapıldılar. Delil, vesika ara­ ma, ana kaynaklardan etraflı olarak tahkik et­ mek, kısaca sabırla inceleme, araştırma ve sonra bir hükme, kanaata varma usulü henüz memleketi­ mizde -maalesef- yeteri kadar benimsenmediğin­ den yalan, dedikodu, iftira seline kapılarak düşün­ ce ve görüşlerini belirtenleri çoğalttı. Halbuki as­ lında Gökalp'in Türkçülüğü açıklayan yazıları T'üık'ü, T'ürklüğü yükseltmek dileğine matuftu, ve Türk'ü yükseltmekte netice itibariyle T'ürk milleti­ ni yükseltmekti. Bu bakımdan Türkçülük, Türk milletini yükseltmektir tarzındaki tarifte 1) Türk, 2) Millet, 3) Yükseltmek unsurlariyle karşılaşmış oluyoruz. T'ürk, T'ürkçü, Türkçülük, millet ve yük­ seltmenin tahlili, üzerinde dikkatle durulmaya de­ yecek en mühim bir konudur. Gökalp'in tarifi en kısa, en öz :bir tariftir. Bundan başka Türkiyeci ve

- rs -


diğer görüşleri olanları da ayni birl iğe katıcı ve bir­ leştiricidir . Üstelik Türk - mil let in i yaşatmak, yü k­ seltmek, T'ürk' ü, milleti benimseme esaslarını da ihtiva ettiğind en milli tarih, milli d il ve bağımsız­ lık, istiklal.. gibi temeller, Türklüğe her yö nden düşman türlü _soleu, lrnmünistler de be nimseyeme­ yeceği unsurlardır. Zira yükseltme bu unsurları ka­ bulie olur, ak si ise ten a kuzdur. T'ürk milletin i yükseltmek ülküsü olan Türkçü­ lüğün anahatlarma, teferruatına dair bir takım meselelere girmeden önc e, yurdumuzda son y üzyı l­ daki fikir cereyanlarını, türlü davranışları ve Türk milliyetçiliğinin dolayısiyle Ziya Gökalp'in Türk­ çülüğün doğuşuna, geliş mes ine ait fikirlerini göz­ den geçirmeliyiz. Son yüzyılın fikirleri ve hareket­ leri incelendikten sonradır ki, T'ürkçülük ha kkı nda Ziya Gökalp'i müteakip zuhur eden görüşleri ince­ lemek, h atta Gökalp'le karşılaştırmak gerekir. Da­

ha sonra Türkçülüğün anahatları, esasları, teferru­ atla ilgili bölümleri üzerinde tahliller ve nihayet tenkitlerin hakikat ölçeğinde ölçülmesi tartışılma­ sı yapılabilir. Maalesef bunlar yapılmadan kolay ve ra:sgele t enk idler savurmak isteniliyor. Bu ifti­ ra balonlarının bazılarını hakikat iğnesi söndür­ mekte gedkmeyecektir.

Türkçülük hakkında iftira savurarak, işin esa­ sını. bilmeyen dindar kardeşlerimize tesir etmek is­ teyenle r onu İslamlığ'a karşı veya sanki onun yeri­ ne geçmek istermiş gibi gös t erirler . Bu tamamiyle yalandır, iftiradır. Umumiyetle dinin yerine geçen bir başka dindir. Kendi nevindendir. Türkçülük iç­ tiai bir mefkuredir, insan şahsiyet ve haysiyetine biiyük e hemmiyet verdiği gibi, gerGek demokrasi­ yi, halk hakimiyetini, içtimai adaleti en baskılı de­ virlerde bile müdafaa etmiş ve İslam iyet onun, iman, ahlak, fazilet ve metafizik inancı, ruhu ol_._

t5 -


muştur. Türk milliyetçilerinin maddeciliğe (mater­

yalizme v.s.), komünizme, din düşmanla_rına karşı

yaptığı mücadele ortadadır. Bilhassa Islam dini düşmanla.rıyle yaptığı savaşın en yakın örnekleri Orkun ve günümüzde Türk Yurdu, Toprak.. dergisi sayfaları arasındadır. Zaten Türkçülüğün tanım­ lanması ile, İslamlık ile arasında bir tezat, bir ay­ rılık değil, tam aksi bir ahenk, bir birlik ve bera­ berlik bulunduğu, Türk milliyetçilerinin aynı za­ manda İslamiyete de hizmet ettikleri ve edecekleri­ nin aşikar oluşudur. Türklüğün, Türk milletinin yükselmesi mefküresi olan Tüıkçülük tarifinin, Türklerin İslam oluşuyle, İslamlığın yükselmesine­ de mat�f bir faaliyet olacağı aşikardır. Bunun Türk. lük ve Islamlık düsmanları gayet iyi bilmediklerin­ den her ikisine bi�den, -milliyet ve İslamivet­ saldırmaktadırlar. Türkçülük higbir zaman İslam inancına karsı değildir. Bilakis, Türk milliyetçiliği ile İslamlık tam bir samimiyet ve hakikat şuur ve inancıyle kaynaşmıştır. Türk milletinin manevi, ahliiki', ruhi' temelleri İslamiyetle yuğrulmuş, onun­ la ilerlemiş ve olgunlaşmıştır. Eısasen Türk mille­ tinden oluş, İslam ümmetine bağ·lamş ve çağdaş ilim ve tekniğe, çağdaş medeniyet seviyesine ulaş­ ma gayreti, Türkçülük'te Türk milliyetçiliğinde en güzel ahengini bulmuş ana maddeler halindedir. Zaten bugün bütün İsiam milletleri tam bir milli­ yetçilik, şuunı, ülküsü ve hamlesi ile hareket et­ mektedirler. Arap milliyetçiliği, Arap birliği, Fars milliyetçiliği, Pakistan milliyetçiliği v.s. hep bu yöndeki çalışmalarla doludur.

Türk milliyetçiliğinin unsurları olan Türk dili, Türk Tarihi, Türk vatanı, Türk istiklalini.. v.s. in­ kar etmek, kısaca Türk milliyetçiliğini reddetmek İslamiyete' de birşey kazandırmaz. Eısasen İslam dini milliyet dil ve özellikleri tanımıştır. İsl am iyeti -7-


derinliğiyle bilen onun milliyete muarız olmadığını anlat. Türk birliği ülküsünün bir adı halinde kullanı­ lan Turancılığa gelince, bunu İslamlığa karşı bir hareketmiş gibi göstermek, yalanın veya gafletin en aşağı derecsidir. Müslüman Türklerin birliği mefkuresi, İslam olan ve halen din ve hürriyet düş­ manı bir rejimin baskısı ve esareti altında kalan, mahkum ve mazlum Türklerin hürriyet ve istikla­ li ülküsü neden İslamlığa karşı olsun? Bu yalnız Rusluğa, bolşevikliğe, komnizme veya sömürgeci­ liğe karşıdır. Sovyetleri desteklercesine iftiralarla, hiçbir ilmi delil zikretmeksizin hareket etmek İslam �.hlakı ve insanlık vasıflariyle de asla bağdaşamaz. Ustelik, Arap Birliği, Pakistan Birliği (doğu, batı, Keşmir) Irak, Ürdün, İran v.s. nin içtimai, siyasi gayeleri birtakım birlikler kurmak değil midir? Türklerden, Türk Birliği mefküresini kaldırmak is­ temek, Sovyetlerin ve bazı emperyalist, hıristiyan devletlerin işine yardım etmekten ibarettir. Türk birliği ülküsü yalnız Türkler tarafından değil bü­ tün İslam milletleri tarafından da desteklenmeği, İslam kardeşliği ve aynı ümmete mensubiyet bakı­ mından gerektirir. Bu davanın aynı zamanda İs­ lilm milletleri tarafından C�zayir meselesi .gibi yar­ dıma mazhar olması doğru bir hareket, yerine ge­ tirilmesi gereken bir vazife oluı. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki hatalı id­ dialar, iftiralarla gerçek, İslam ıbirliği ve kardeşli­ ğini parGalamaktan sakınmak yerinde olur. Bütün mesele, İslam milletlerin, istiklallerine, hürriyetle­ rine kavuşmaları, ilim ve teknik, medeniyet saha­ sında eski şanlı ve şerefli yerlerini alırken, ıhğer İslam yurtlarıyle olan manevi, ahlaki bağını unut­ maması, hür İslam milletlerin kendi aralarında, doğruluk ve eşitlik esaslariyle, kültür, iktisat, as- 8 -


ker! ve siyası yakınlık, birlik tesis edebilmeleridiı. Gerçek olan, faydalı, hayırlı olan yol da budur. Ak­ si halde Türk milliyetçiliğini inkar etmek, onu yık­ mağa çalışmak, başka bir millete bilerek bilmeye­ rek Türkleri köle etmekten başka bir netice vermez. Ziya Gökalp'in makalelerinin tetkikinden de anlaşılacağ,ı. üzere, enternasyonel bir mahiyeti olan Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma ve istiklal teşebbüsleri, gizli dernekler, teşkilatlar kurmak ve nihayet silahla çarpışmalar önce hıristiyan sonra müslim azınlıklar tarafından baslamıstır. Bu tari­ hi bir hakikattir. Tarihin biricik �amim1 bir beynel­ milel teskilatınin ifadesi olan ve kardesce bir dev­ ' let teşk Ü eden Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde Tü:rkten gayrı her unsur zaman, zaman dili, tarihi ve gayesi ile bir ayrılık, bir fark gözetir ve göste­ rirken, Türk bu imparatorluk içinde büyük bir has­ sasiyetle titremiş, bu imparatorluğun devamı uğ­ runda milli tarihi benliğini hatta dilini bile terket­ me yoluna gitmiştir. Tarihte bu tarzda samimi bir imparatorluk teşkil eden bir topluma c;ok zor rast­ lanır. Gayri müslim ve müslim teşkilatların faali­ yeti.eri ortaya çıkıp, sıra sıra ayrılmalar belirten Türk kendisini ancak o zaman hatırlamış, tarih ve milliyet şuuruna sarılmak istemiştir. Türkçülük, Türkün nefsini müdafaa zaruretinden doğmuştur. l\faalesef bu apaçık hakikat te tahriflere uğramış­ tır ... Türk milletinden, İslam dininden imanını ve çağdaş ilim ve tekniğ·e uygun bir davranıştan ilha­ mını. alarak, olgun ve ileri bir terkiple, bir bütün­ lük kurmak istemiş olan Ziya Gökalp, TUrklükle ilgili, dil, tarih, iktisat, edebiyat, içtimaiyat gibi bütün konulara uzanmıs ve ilk temelleri kurmakta başarı sağlam1ştır. T'Urk psikolojisi ve Türk sosyo­ lojisi için ve nihayet Türkçülük ülküsü, onun deyi-

-9-


miyle (Türkçülük mefkuresi) için ömrünü fedakar­ lıklarla -hapiste ve sürgünde-- geçirmiş ve tek yolu 'I'ürklüğün, hür, müreffeh, ileri ve yüksek bir inanç ve hayata erişmesi olmuştur. O gerçek hür· riyeti, hakiki demokrasinin esaslarını ortaya ko· yarken baskıya karşı mücadeleye girişmiş, milletin iktisadi varlığını sömüren (ferd, zümre v.s.), şahsi ihtirasları için milleti kemirenlere, emeği ve hakkı çiğneyenlere karşı, içtimai adaleti savunmuştur. Türkiye'de komünizme, ve darvinizmin menfi ola­ rak kullanılmasına, dinsizliğe karşı bizde ilk şuur1u, ilmi mücadeleyi yapanların başında onu görü­ yoruz. Hatta Tanzimat hareketinin ilmi bir metot ve görüşle tenkidini yapan, onun dine ve milli kül­ türe karşı olan zararlı cephesine vukufla işar("t e­ denlerin ilk sıralarında da onu görüyor, madde ve ruh muvazenesine, ilim ve din münasebetine, va­ tan, millet, devlet ve milliyet kavramlarına dair dikkate değer açıklamalarına şahit oluyoruz. İnsan şahsiyetine, ilme, ilmi metoda ve bilhassa milli mefkureye verdiği önemli mevki onun ne seviyede bir bilgin olduğunu gösteriyor. Türkçülük hakkında muhtelif iç-dış tesirler ve ilmin ışığında ilk planlı, ,sistemli bir inancı 1913 1923 yılları arasında ortaya koyan Gökalp'in elbet­ te bazı katmalara veya bazı noktalarda mütehas· sıslarca geliştirmelere ihtiyacı olacaktır. Gene sık sık -ilim sahasında bile- gördüğümüz gibi müte­ madi inkarlarla kıymetleri yıkıp yeniden hirşey yapmağa kalkma yerine, eksikliklerini tamamla­ mak, -varsa-- yanlış noktaları ilmin ölçeğinde düzeltmek veya daha faydalı, lüzumlu olan katma­ ları. yapmak suretiyle yapıcı, geliştirici ve olgun­ laştırıcı bir hareket tarzını benimsemeği tercih et­ memiz yerinde olur sanıyoruz. Bununla beraber şunu da açıklamamız bir ha-

- 10 -


kikatı teslim etmek olur. Gökalp'in samimiyet ve cesaretle Türk milliyetçiliği sahasında ufkunu gös­ terdiği ve esaslarını kurduğu temelin büyük bir kıs­ mı bütün kudret ve heybetiyle aynı canlılıkta, aynı tazelikle sayılabilir. Üstelik hergün biraz daha iyi anlaşılmaktadır ki, bu milletin varolma, yaşama ve yültselme şartı, yalnız ve y�üınız Türkçülük-Türk milliyetçiiiğinin benimsenmesine, millet şuuru ve davranışı halini almasına, isıam dininin hakiki cep­ hesiyle (Kur'an ve hitdis) ahlak, fazilet ve Allah'a inancın esaslarıyle tam bir ahengine, ilim ve teknik s8"hasında verimli çalışmalara bağlıdır. Diğer bir ifade ile, karmakarışık, çeşitli baskı, düşmanlık ye sömürme hareketleri, hile ve aldatmalar, türlü yaldızlı, parlak ve aslında yalan üzerine oturtul­ muş yanıltmalarla dolu düşünceler, ihtiraslar, tak­ tikler dünyası üzerinde biricik aydınlık y ol, güve­ nilen tek doğru içtimai hareket tarzı, manevi, ah­ laki ve ilmi temelleri varlığında cemetmiş ve İslam inancının nuruyla parlamış olan TÜRKÇüLüK'ti.ir. Bilhassa İsl&m inancının kudretiyle manevi, ahlaki prensipleri tam anlamıyle sağlamlaştığı nisbette Türk milliyetçiliği-T'üıkçüli.ik, keza batının ilim ve tekniğine, ilmi zihniyet ve gayretine yer verdiği nishette ve bütün bunlarda birlik ve bütünlüğü te­ min ettiği derecede, çok daha başarılı günlere ulaş­ mak mümkün olacaktır. Bu kitabın gayesi, Türkçülüğün ne olduğunu, kısaca doğuşunu ve tarifini, onu bir sistem, bir bü­ tün halinde ifade eden Ziya Gökalp'in başlıca dü­ şüncelerini (Muhtelif zaman şartları içinde geliş­ meği) bir arada ortaya koymaktan ibarettir. Kitap şu bahisleri ihtiva etmektedir : A - Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak: (Bu addaki kitap ve daha önce yayınlanmış olan Türk Yurdu dergisindeki makaleleri). -

11

-


1 Üç Cereyan (1329-1913 Mart) (Umumi­ yetle alındı.) 2 Ttirklüğün başına gelenler (8 Ağustos 1329-1913) (Kısmen alındı.) 3 Milliyet Mefkuresi. 4 Milliyet (T.İ.M. kitabında· «Milliyet ve İslamiyet» tir.) B Yeni Mecmua'dan: 5 İçtimaiyat: Ttirkçülük Nedir? Sayı 25, Sf. -

-

-

-

-

-

481, 1917. 6 İçtimaiyat : T'ürkçülük Nedir? Sayı 27, Sf. 1, 191 ' 8. 7 İçtimaiyat: Tlirkçülük Nedir? Sayı 29, Sf. 41, 1918. 8 İçtimaiyat: Türkçülük Nasıl Doğdu? Sayı 40, Sf. 262, 1918. 9 İçtimaiyat: E,ski Türkçülük, Yeni Türk­ çülük. Sayı 42, Sf. 302-304, 1918. 10 İçtimaiyat: Türkçülük ve Türkiyecilik. Sayı 51. Sf. 482, 4 Temmuz 1918. -

-

-

-

-

C

1l 12 1z;

-

-

-

-

Türkçülüğün Esasları kitabından: 1923. T'ürkçülüğün Tarihi. Ttirkçülük Nediı? Türkçülük ve Turancılık.

Ayrı bir kitapta, Türk aydınlarından bir guru­ bun Zıya Gökalp'in fikirleri ve Türkçülüğü tahlil eden, makaleleri sunulacaktır. Öyle sanıyoruz ki bu makalelerin incelenmesinden sonra Türkçülük hak­ kında tam ve açık bir bilgi ve inanç bir defa daha bütün kudretiyle belirecek ve Türkçülüğe, Ttirk milliyetçiliğine çeşitli sebeplerle düşmanlık eden­ lerin, iftiralar savuranların içyüzleri de ortaya çık­ mış olacaktır. Zararlı bir taassuptan uzak, fikir ve vicdan .hürriyetine saygılı, ilmi araştırmalar için gereken ,..- 12

,_


şartları benimseyen, milletlerin istiklal ve hürri­ yetlerine, yardımlaşmalarına içten taraftar, insan haklarının Dünyamızın her yanında gerçekleşme­ sini özleyen 'l'ürkçülük, elbette emperyalizme, sö­ mürme ve baskıya aleyhdar cephesiyle ve lslam dini için mücahit ruh ve davranışıyle günümüzün -Türkler için- tek, milli olduğu kadar en insani ülküsü olma yolundadır. Batıyı benimsemeyi sık sık tavsiye edenler batının milliyet ve din temelleri üzerinde kurulduğunu ve geliştiğini unutmamalı­ dırlar.İngiliz, Alman, hatta Fransız milliyetçiliği ve bunları takiben Avrupa'nın muhtelif devletleri en koyu milli menfaatler ve gayelerle işlerini ve fi. kirlerinl. d Uzenlemektediıler ... Türk yurdunda muhtelif ideolojiler yavaş ya­ vaş kaynaşıyor, çeşitli iç ve dış düşünceler boğuşu­ yor, başka milletlerin gelenek ve adetlerine uydu­ rulmak propagandası yapılıyor, şahsiyetsiz bir var­ lık haline getirilmek, Türklerin birbirine olan gü­ venleri, saygıları, yardımlaşma duyguları yokedil­ mek isteniliyor, aşağılık duygusu telkini ve yabancı hayranlığının zararlı neticeleri bol bol görülüyor, solculuk hareketleri, komünizm, sözde sosyalizm türlü yaldızlarla tuzaklar kuruyor, tamamen ferdi iftirasları, menfaatçiliği ve şehvaniyeti, kumarbaz­ lığı. ve alkol düşkünlüğünü azdıran bir faaliyet ge­ liştirilmeğe özenilivor. Kısaca geçmişe bağlılık, Ta­ ilmen yanlış, zararlı bir zihniyetle manevi, ahlaki rih şuuru, inkar ediliyor, batıdakinin tam aksi ve temeller gerilik, irtica sayılıyor. Yer yer ve sinsi bir şekilde romanlar, hikayeler, şiirler, fıkra ve maka­ leleıle T'ürkiye'nin milli kültürüne, harsına ,saldırı­ lıyor, onun tesirli bir seviyeye gelmesine karşı ha­ reketler eksik olmuyor, Türkiyenin gerçek medeni­ yet ilim ve teknik davası, milliyet ve milli müessese. leri , milli terbiyenin zarureti inkar edilerek, köksüz, -13 -


ve sadece şekli bir taklide sevkedilmek ve batı me­ deniyetinin pislikleri, kumar, fuhuş, alkol strip-tiz v.s.v.s. sankı bir meta imiş .gibi şirin gösterilmeğe teşebbüs ediliyor, ilmi metot, ilmi zihniyet, vesika, delil, tahlil, inceleme ve araştırma gibi müsbet faa­ liyetler yerine şarlatanlık ve mugalata, yaygara ve ihtira kampanyaları, insan aklına ve ilme hakim bir mevkie getirilmek isteniliyor, bir yandan batı, medeniyet, hürriyet, demokrasi, ilerilik lafları sel halinde kullanılırken, büyük bir samimiyetsizlik örneği halinde, fikir, vicdan baskı altına alınmak, din, millivet, hürriyet, demokrasi dar ve ezici bir şiddetle mahdut bir zümrenin tethişi altına atıl­ mak gayretleri beliriyor, lüks, israf, aratarak içti­ mak gayretleri beliriyor, lüks, israf, artarak içti­ mai sınıflar, tabakalar kurulmak ve bunlar arasın­ da uçurumlar yaratılmak isteniliyor. Türkçe yerine radyo ve sinemalarda yabancı dil ve yayım alabil­ diğine zararlı bir genişleme gösteriyor, batıda her millet sinemasında gösterilen filimleri mutlaka kendi diline çevirip öyle gösterirken (mesela Al­ manya, Ingiltere) Türkiye'de büyük ıbir milli şuur buhranıyla, orijinal modası ve yabancı dilden fi­ limler ve altında Türkçe yazılarını okuyarak filim takibetme gibi gülünç bir hal sürüp gidiyor, yaban­ cı memleketlerin radyolarında, hemen her yabancı güfte derhal kendi dillerine çevrilip öyle musiki ya­ yımı yapılırken, Türkiye'de gene milli benlik, milli onur ve gayret dışına çıkarılarak tembelce bir tak­ lide sapılıyor ve bunun zararlı neticeleri, lise ve di­ ğer gençlerin doğum gününü kutlama v.s. zamanla­ rında bir ingilizce veya fransızca.. plal) dinleme yüksek ve kaçınılmaz ( ! ) bir zevki haline geliyor, bunun bir örneğine batı memleketlerinde rastla­ mak pek kolay değildir, her şeyleriyle millidirler, batıdan en zayıf taraflarımızdan birisi ve belkide -14-


ilk bakışta geleni, milli kültür, milli şuur, milli ben­ lik ve onur üzerinde gevşekliğimiz, ihmalimizdir, her milletin yurdunda kendi dilini hakim bir hale getirmişken bu iş biz de birden bire değişiyor, her sahada yabancı bir kelime yığını Türk dilini doldu­ ruyor, gene örnek diye alınmak istenilen batı mil· letlerinde Türkiye'nin beynelmilel sanarak benim­ semeğe özendiği kelimelerin hepsi kendi dil ve tü· retmelerine göre kuruluyor, (mesela radyo, telefon, televizyon bu gibi birçok kelimeler Almanca'da ve diğer batılı devletlerde kendi dillerine çevriliyor, apayrı kelimeler kullanılıyor). Keza Türkiye gaze­ teleri ileAvrupa gazeteleri arasında gerek ilmi ma­ kale, fikir yazıları ve ciddiyet, gerek terbiye ve ma­ neviyata, aıhlaka, dine saygı ve leyhde yer verme bakı:mından çok büyük bir fark vardır, batılı gaze­ telerin ancak sürüm ve eğlence için çıkan pek mah­ dut bir kısmı (%5) hariç, Türkiye'de görüldüğü gi­ bi mütemadiyen, kış, yaz mayolu, çıplak kadın re· simleri, öpüşmeleri veya Avrupanın çıplaklık -mahdut, arızi- kamplarından bahis yazı ve re­ simler yer almaktadır. Gazete onlarda biraz da bir kültür ocağı, bir okul, bir bilgi ve mürakabe, ma­ nevi, milli temellerin koruyucusu olarak kaıbul edil­ mektedir. Bütün bunlar milli mefkure zaafının ne­ ticeleridir. Aile içlerine giren bu türlü gazeteler, ağırbaşlı bir hüviyet arzetmektedirler. Türkiye'de ise maalesef durum -bazı istisnalar mevcut ol­ makla beraber- aksinedir, şehevi resim ve yazıları sık sık basmak bir adet haline gelmektedir. Acaba yavaş yavaş, milli ve tarihi bir benliğe sahip olmaktan, milli şuur yoksulluğu, milli mefku­ renin zaafı neticesi Türk, Türk olmaktan çıkacak mıdır? Böyle bir iddiada bulunmak elbetteki mü­ bal3ıgalı olur. Fakat zararlı faaliyetler, kültür, ter· biye, yayın ve kanun yoluyle önlenmez ve tamamen

- 15 -


milli ve manevi bir nizam kurma esaslarına u laşı ­ lamazsa, Türkiye de huzur sarsılacak, cina ye tle r , hırsızlıklar, intiharlar v.s. gitikçe artacaktır. 1şte, Türkiy e' de huzurun, :faaliyetin mu ha rrik kuvveti olarak onu, iyiye, doğruya ve güzele yöneltecek tek içtimai mefkure, tek dava olarak kendisini ergeç kabul ettirmek üzere ortada olan Türk Milliyetçili­ ği veya Türkçülük ülküsüdür. MiHetimizin şerefli, hayati davas ı , var-olmak davası, milli inkılabın, tek dayanağt, tek ümidi Türkçülüktür, Türk milliyetçi­ liğidiı·. Herkesin hedefinin, gayretinin, İslamın ma­ nevi ve ahlaki faziletleriyle mücehhez olarak Türk­ çülük olması, Türk milletini yükseltmek inancını benimsemesi ve o yolda çalışması halinde, Türk mill eti , hak, adalet, hürriyet, iktisat, ilim, teknik, terbiye ve fazilet, temizlik ve im an, şahsiyet ve ne­ tice itibariyle, ahlak, kültür ve m edeniyet bakımın­ dan düny amız ın en örnek bir vatanı olacaktı r . ts­ lam' dan önce Türkler, kendi milliyetlerini, benlikle­ rini bildikleri ça ğda yükseldiler, m edeniyett e ileri gittiler. Türkler islarniyete iman ettikleri çağlarda da yükseldiler ve !sHlmı yükselttiler. Türkler dinlerin­ de ve milliyetlerinde zaafa uğradıkla rı zaman geri­ lediler ve çöktüler. Kur'an ve hadis esasları yerine, bir yığın batıl inanç, hurafat, dar ve hatalı göre ­ nek v .s. onu sardı, şeklen tsıam görünürken ruhen ve tatbikatta ondan saptılar-. Şüphesiz ond a dış ve iç düşmaların rolü vardı. Osm anlı imparatorluğu­ nun son yıllarının hazin çöküşü ve feci akibetten, milyonlara malolan kayıptan sonra yeni bir ruh ve haml eyl e kurtuluşu dini ve milli iman, ces a ret ve fedakarlık ile oldu. F'akat her ikisinin de gevşediği devirde Türk cemiyeti batı ile arasındaki muazzam, hürriyet, içtimai adalet, ilim, teknik, metot, şahsi­ yet, zaman anlayışı ve medeniyet bakımından me__; 16 -


safeyi kapatamadı. Günümüzde de iç ve dıs düs­ man faaliyetleri �Osmanlı İmparatorluğunda ol­ duğu gibi- yıkıcı ve Türklüğü tarih sahnesinden kaldırıcı sinsi çalışmalarına, büyük bir kurnazlıkla devam etmektedir. Vakit vakit vicdan hürriyetine, halk hakimiyetine, Türk diline, Türk tarihine, Türk medeniyetine, Türk kültürüne, Türk milliyetçiliği­ ne ve aynı şiddetle İslam dinine olan hücumlar, ez­ me hareketleri bu yüzdendir. Teşkilatsız, mali kud­ retten mahrum, İslamiyeti bütün gönlüyle, aklıyle benimsemiş ve onu tatbikatta örnek hareketleriyle belirtmiş Türk milliyetçiliği mefkürecileri, Türklü­ ğün yaşatılması ve yükseltilmesi yolunda __....Jherşe­ ye rağmen- azimle mücadelelerine devam etmek­ tedirleı·. Türklüğün son yıllarda en büyük talihlerinden birisi müslüman Tfök Milliyetçileri ile İslamcı kar­ deşlerimizin tam bir kaynaşma, ahenk kurma ve müşterek düşmanı tanıma gayretleridir. Milll, ma­ nevi mukaddesat cephesi, birliğini, beraberliğini korudukça iftira ve dedikodularla, ufak sebep ve bahanelerle birbiri aleyhine bir harekete geçme­ dikçe iç ve dış müşterek düşmanın sinsi hareketleri haşarı sağlayamayacak, her elverişsiz, gayri müsa­ it şarta rağmen milli ve manevi mukaddesat cep­ hesi biraz geç ve güçte olsa mutlak zaferine kavu­ şacak yukarda bir defa daha söylediğimiz gibi Tür­ kiye ahlak, fazilet, medeniyet... bakımından dün­ yamızın en örnek bir vatanı olacaktır. ,

Dr. Hikmet TANYU

- 17-


TÜRKLEŞMEK, İSLAMLAŞMAK, MUASIRLAŞMAK -1-

ÜÇ CERE;YAN (1) Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların tarihi tetkik olunursa görülür ki mü­ tefekkirlerimiz iptida (Muasırlaşmak) lüzumunu hissetmişlerdir. Uçüncü Sultan Selim devrinde baş­ layan bu temayüle inkılaptan sonra (İslamlaşmak emeli iltihak etti, son zamanlarda ortaya bir de (Türkleşmek) cereyanı çıktı. Muasırlasmak modernisation) fikri mütefek­ kirlerce asli bir akide hükmünde olduğu için muay­ yen bir naşire malik değildir. Her mecmua, her ga­ zete bu fikrin az çok müdafiidir. (İ:slamlasmak) fikrinin mürevvici (Sıratı Müs­ takim-Sebilürreşad), (Türkleşmek) fikrinin mü­ revvici (Türk Yurdu) mecmualarıdır. Dikkat olu­ nunca bu üç cereyanın da hakiki ihtiyaçlardan doğ­ muş olduğu görülür. Milliyet hissi, bir kavimde uyandıktan sonra mücavir kavimlere de kolayca sirayet eder. Çünkü milliyet duygusu uyanır uyanmaz sahiplerin tea­ vün, fedakarlık, mücadele hislerini artırarak ahla­ ki, lisanı, edebi, iktisadi ve siyasi tealilere sebep olur. Bu hale gıpta eden komşu kavimlerde dahi -halk dilinde yazan gazeteler de mevcutsa- mil­ liyet fikrinin derhal intişar etmesi gayet tabH bir hadise olur. Milliyet mefkure (ideal) si iptida gayri müs­ limlerde, sonra Arnavut ve Araplarda, en nihayet Türklerde zuhur etti. Türklerin en sona kalması se­ bepsiz değildir: Osmanlı devletini Türkler teşkil -18-


etmişlerdi. Devlet (vaki bir millet=nation de fait); milliyet mefkuresi ise (iradi bir millet Nation de volonte) in cersümesi demektir. 'l'ürkler, ilkin (hadsi Intuitif) bir ihtiyata tabi olarak, ıbir merküre için bir mevcüdeyi tehlikeye düşurmekten çekinmişıerdi. Bunun içın 'lürk müte­ feKKırıeri ('ıurk!Uk yok, Osmanlılık var.) diyor!ar­ dı. (Muasırlaşmak) cereyanına tabi olanlar tanzi­ mat fikirıerını yaydıkları sırada muhtelit unsurlar­ dan ve mez.rıepıeraen murekkep olan vaki bır mıııet­ ten iradi bir millet yapmak mümkün olduğumı, ka­ ni olmuşlar, bu kanaatle tarihi bir manayı naiz ka­ dim (Osmanlı) tabiri yerine, milıl renklerden ta­ mamiyle ari olmak üzere, yeni bir mana yapıştır­ mışlardı. Elim tecrübeler gosterdi ki (Osmanıı) ta­ birındeki yeni manayı tanzimatçı Türklercten baş­ ka kabul eden yoktu. Bu yeni mananın ihtiraı yal­ nız fa.idesi olmamakla kalmıyordu; devlet ile un­ surlar ve bilhassa Ttirkler hakkında gayet muzır neticeler veriyordu. Dünyanın şarkı da, garbı da bize celi bir suret­ te gösteriyor ki bu asır (milliyet) asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mef­ küresidir. İçtimai vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim içtimai amili mevcud değil farz ederse vazifesini ifü edemez. Devlet a­ damlarında, fırka recüllerinde bu his mevcud ol­ fazs.a, Osmanlılığı terkip eden cemaat ve kavimleri (ruhi psychologtgue) bir surette idare etmek kabil olamaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: Sırf unsurların itilafı maksadıyle (Ben Türk değilim, Osmanlıyım,) diyen Ttirkler, unsurların ne yolda bir itilafa muvafakat edebileceklerini nihayet ga­ yet acı bir surette anladılar. Milliyet hissinin hakim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsin-

-- 19

,_


de duyanlar idare edebilirler. Türklerin millet (2) mefkuresinden ictinabı devlet için mtınir ve unsurlar için müziç olduğu gibi Türklüğün hususi mevcudiyeti için de mühlikti. Türkler milliyeti, vaki bir millet olan devlet ile bir manada telılkki ettikleri için içtimai ve iktisadi mevcudiyetlerinin tereddi etmekte olduğunu bilmi­ yorlardı. lktisadi ve içtimai hakimiyetler başka un­ surlara geçtiği sırada Türk, bir şey kaybettiğini an­ layamıyordu; (3) çünkü onun nazarında yalnız Os­ manlı milletini terkip eden sınıflar vardı. Kendi­ sinin bazı sınıflardan -velevki bu sınıflar zama­ nımızda en ehemmiyetli tabakaları teşkil etsjn­ çıkarılmasma hiç ehemmiyet vermiyordu. Memle­ kette iktisadi ve fenni sınıfların vücudunu kafi gö­ rerek kendisinin bunlardan hariç kalmasında bir beis göremiyordu. lşte bu gidişle Anadolu'da bile halk yahut ahali suretinde bir Türklük kalmadı; Türkler memur ve rençber sınıflarına inhisar etti­ ler. Memurlar da bir nevi zihni rençıberler demek olduğu için Türklük -içtimai manasıyle- renç­ berlik demek oldu. Çiftçi ve çoban, hayatın yaratıcı kuvvetinden istifade ile yaşadıkları için bizzat yaratıcı amil de­ ğildirler: Koyunlar hayatın dahili namiyesiyle ço­ ğalır, ekinler tohumların meknuz feyizleriyle te­ nebbüt eder. Memurların ise istihsalle hiç alakala­ rı yoktur. Halbuki zihni melekelerin, irade ve seci­ yenin inkişaf ve tekamülü sanayi, imaıat gibi faal meşgalelerle, ticaret ve serbest meslekleri gibi ik­ tirahi hirfetlerle husüle gelir. Bundan dolayıdır ki köylü ve memur sınıflarına inhisar eden bir ka­ vimden teşkilat yapmak iktidarı münselin olur ( 4). Hükumet idaresindeki beceriksizliğimiz, Balkan mağlubiyetlerine badi olan sevkulceyş ve levazım hususlarındaki iktidarsızlığımız bu sebepten neş'et

-20-


etmişti. Memleketimizde kuvvetli bir hükumet teessüs edememesi, Türklerin iktisadi sınıflardan mahru­ miyeti yüzündendir. (5) .. . Milli mefkureden mahrumiyet Türkleri milli iktisadiyattan mahrum ettiği gibi lisanın sadeleş­ mesine güzel sanatlarda milli üslüpların tekevvün etmesine de mani oldu. Bunlardan başka, milli bir mefkure olmadığı için şimdiye kadar Tlirk ahlakı da ferdi ve ailevi bir şekilde kaldı, tesanüt, hami­ yet ve fedekarlık hisleri aile, köy ve kasa;ba muhit­ lerini aşamadı. Ümmet mefkuresi çok vasi, aile mefkuresi çok dar olduğu için Türk ruhu fedakar­ lık ve feragat hislerine istinadgah olacak zihayat ve şedit ahlaki ibir ruhiyete yabancı kaldı. İktisadi, dini ve siyasi müesseselerimizin inhilali bunun ne­ ticeleridir. (1918 baskısı sf. 6; yeni yazılarla, sf. 9). «Bir millette iptida din kitapları yazılır; sonra ahlak, hukuk, edebiyat, ilim, felsefe gibi marifet şubeleri dinden teşeupla teşekkül ettikçe bunlara ait kitaplar da yazılmağa başlar. O halde gazete haikın içtimai ve mahalli hissiyatını yevmi ve hissi renklerle mülevven olarak tasvir ettiği için nasıl (milliyet) mefkuresini doğuruyorsa (kitap) da di­ nin ve dinden müstak olan sair marifet ve ilimlerin , yani medeniyetin umde, kaide ve dü.sturlarını mü­ cerred ve kat'i bir üslüpla yazarak milletlerin ara­ sında müşterek olan hayatı, yani (beynelmileliyet) ruhunu ibda eder. İlk vakitlerde (6) beynelmileliyet hissini bütün insanlara şamil zannetmek doğru değildir. Mesela kurunu-vüstada Avrupa'da bir beynelmilelliyet his­ si mevcuddu; fakat bu duyguyu tahlil edersek, A v· rupadaki beynelmilel şefkat ve müzaheretin hıris­ tiyan milletlere müncer olduğunu, beynelmilel hu­ kukun da hıristiyan devletlerin imtiyazları hük-

- 31-


münde bulunduğunu goruruz. Balkan muharebesi Avrupa vicdanının bugün hile hıristiyan vicdanın­ dan başka bir şey olmadığını gösterdi.» (1918 bas­ kısı, sf. 7, 8. Yeni harflerle baskı sf. II). « Binaenale"h Türklükle İsHlmlık, biri (mil· liyet) diğeri (beynelmilelliyet) mahiyetlerinde ol­ dukları için aralarında asla tearuz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkar ederek beyneledyan bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaş· mak ihtiyacını duymuyorla_rdı; halbuki Türkleşmek mefkuresi doğar doğmaz Isliimlaşmak ihtiyacı da hissedilmeğe başladı. Mamafih, (milliyet) gazeteden ve (beynelmi· lelliyet) kitaptan tevellüt ettiği gibi (asriyet-Mo­ dernisme) de (iilet-Outil) den tekevvün eder. Bir zamanın muasırları, o zamanda (fen-thecnigue) hususunda en müterakki olan milletlerin yaptıkla· rı ve kullandıkları bütün aletleri imal ve istimal edebilenlerdir. Bu gün bizim için muasırlaşmak de­ mek, Avrupalılar gibi diritnavtlar (7), otomobiller, tayyareler yapıp kullanabilmek demektir; muasır­ laşmak, şekilce ve maişetce Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman malumat ve masnuat iktibas ve iştirası için Avrupalılara ihtiyaçtan müstağni ol· duğumuzu görürsek, o zaman muasırlaşmış oldu­ ğumuzu anlarız (8) . Türkleşmek, İslamlaşmak mefkureleri arasın­ da bir tearuz olmadığı gLbi bunlaıla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir tenazu mevcut değildir. Asriyat ihtiyacı bize Avrupadan yalnız ilmi ve maeli aletlerle fenlerin iktibasını emrediyor. Avru­ pada dinden ve milliyetten doğan, binaenaleyh biz­ de de bu menbalardan taharrisi laz.ımgelen bir ta­ kım manevi ihtiyaçlarımız vardır ki, aletler ve fen­ ler gibi, bunların da garpten istiaresi iktiza et­ mez (9). . . .

-22 -


O halde herbirinin nüfuz dairelerini tayin ede­ rek bu üç gayenin üçünü de kabül etmeliyiz; daha doğrusu, bunların, bir ihtiyacın üç muhtelif nokta­ dan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak (mua­ sır bir İslam Türklüğü) ibda etmeliyiz. Mamafih (10), bir müddettenberi asri aletler­ le fenlerin inkişafından doğan asri medeniyet müs­ bet ilimlere müstenit yeni bir {beynelmilelliyet) husü.le getirmektedir. Gittikçe, dine müstenit olan beynelmilelliyetler yerine ilme müstenit hakiki bir beynelmilelliyet kaim olmaktadır. Bir taraftan Ja­ ponya'nın, diğer cihetten Türkiye'nin Avrupa mil­ letleri arasına girmesi Avrupa beynelmilelliyetine ileride göstereceğimiz veçhile (ladini) bir mahiyet verdiğinden, gittikc;e beynelmilelliyet dairesiyle (ümmet) da.iresi de bir birinden ayrılmaktadır. Ya­ ni bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmilelliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.» (Ziya Gökalp, tstanbul 1918 baskısı, sayfa: 9, 10. Yeni yazılarla: S. 12, 13.)

(1) Ziya Gökalp) Türkleşmek, lslamlaşmak, Muasırlaşmak, naşiri Yeni Mecmua, lstanbul 1918, Evkafı lsldmiye Matbaası, sayfa: 3. Yeni yazılarla Ali Nüzhet Göksel'in önsözüyle basılan da, sayfa: 7. Türk Yurdn dergisinde cilt : 3, sayfa : 337 de ve Mart 1329 (1913) ta.rihinde yayımlandı. Dergideki makalede (tJç Cereyan) başlıqı yoktıtr. Diğer yer­ lerde bazı ufak ilaveler yavılmıştır. Bnnlara nak­ lettiğimiz yerlerde sırası geldikçe işaret edilecektir. (2) 1918 yılı baskısında (millet) (.S. 5), Ali Nüzhet Beyin yeni harflerle olan baskısında (mil­ liyet) tir (S. 9). (3) 1918 y1lı baskısmda (anlayamıyordn) (S. 5 ), Ali Nüzhet Göksel'in yeni harflerle olan baskı­ sında (anlamıyordu) (S. 9). -2 3 -


(4 ) Amerika Birleşik Devletlerinin muhtelif teşkilat kurmaktaki maharetini bu yönden incele­ yen yazılara rastlamak günümüzde fazlasıyle müm­ kündür . Eğitim sosyolojisi eserlerinde bu konu tah­ lil edilmek istenilmiştir. Nüsret Köymen, Eğitim Sosyolojisi, Maarif Vekaleti Yayınlarından, Jstan­ bul 1953, sayfa : 104-135. lktisadın cemiyet ve eği­ tim görevleri ve eğitimin iktisat görevleri. Durgun iktisattan hareketli iktisada geçiş ve diğer ilgili bahisler Ziya Gökalp'in 1913 yılındaki fikirlerine takdir duyguları uyandırmaktadır. ( 5)Ziya Gökalp'in bumda iktisadi sınıflardan maksadı, muhtelif meslekler, ezcümle tüccar, sa­ natkar, iş adamı, teşkilatlar kurup geliştirecek sa­ nayi ile ilgili meslekler, şahıslardır. Yalnız memur ve iptidai bir rençberlikle, büyük sanayi ve yepye­ ni teknik gelişmelerle ilerleyen milletlerle yarış ve­ ya eşitliğin çetin olduğunu diğer yazılarında d'.l be­ lirtiyor. (6) (llk vakitlerde) kelimeleri Türk Yuıdu dergisinde yoktnr. Gökalp'in sonradan ilave ettiği anlaşılıyor. Ali Nüzhet Göksel'in yeni harflerle bastırdt.ğt kitap'ta da 1918 baskısının esas alındığı görülüyor. (7) Ali Nüzhet Göksel'in yeni harflerle olan baskısında (zırhlılar) dır. S. 12. (8) 1913 yılında belirtilmiş bu fikirler çok dikkate değer. Şu ifadeye göre 1907 yılında bile muasırlaşmış sayılabilir miyiz? Kokteyil parti, po­ ker, ve sefahat alemleri, ve emsali hareketler"i ko­ layca taklid etmek acaba neyi ifade eder? Üzerin­ de dikkatle d1trulmağa değer. (9) Türk Yurdu dergisinde bu cümlenin be­ lirmesi için altları çizilidir. ( 10) Buradan aşağıya kadar olan kısım Türk Yurdunda yoktur. Gökalp'in sonradan ilave ettiği anlaşılıyor. -24-


TÜRKLÜGÜN BAŞINA GELENLE,R (1) Türklüğün nasıl tahkir edildiği, T'i.irkün nasıl çeşitli söz ve hareketlerle kötü tanıtıldığ·ı, ezilmek, sömürülmek istenildiği ibrete değ·er tahlillerle an­ latıldıktan sema, şöyle tlevam ediliyor : «... Bazı kimseler Osmanlı kavimlerinin hep­ sinde milliyet duygusunu tabii ve haklı gördükleri halde bundan yalnız Türkleri istisna ediyorlar. Di­ yorlarki «Türkler hakim mevkiinde bulundukları için milli hakların hepsini zaten haizdirler; milli­ yet hissiyle yeniden iktisap edilerek mağsup men­ faatleri yoktur». Bu zatlar «Osmanlı devleti bir Türk devletidir�, demiş olsalardı bu itirazları belki muhik olurdu. Halbuki bu devletin «Osmanlı» namı altında beynelunsur bir hükumetle (2) idare olun­ duğuna k2,n'idirler. Bu devlet bir Türk kanunu esa­ sisiyle idare edilmediği için Türklerin siyasi mahi­ yetçe diğer kavimlerden hiçbir farkı yoktur. O hal­ de diğ·er kavimler gibi T'ürklerin de milli bir vicda­ na, milli teşkilata muhtaç olduğunu inkar etmemek Iazımgelil'. Türklerde milliyet hissi uyanmağa başlayınca Türk kelimesi başka türlü hücumlara maruz oldu. (3) Hülagu'nun va hşiy an e zulümleriyle Türkçülük arasında bir münasebet varmış gibi. hücum hileleri yapıldı. Bir taraftan da Türkçülük Islamcılığa mu­ halefetle itham edildi. Halbuki Türkçülerin gayesi muasır bir İslam Türklüğiidür. Türkçülerin millet mefİküresi Türklükse, üm­ met mefkuresi de İslamlıktır.» (1918 yılındaki bas­ kının 32-34, yeni yazılarla olanın 33-35 sayfaları).

- 25 -


Türkçülüğün 40 yıl kadar önceki ümmet prog­ ramının tahlil ve münakaşası ayrı bir yazı konu­ sudur. Bunu Ziya Gökalp ve Din-İslamlık, ümmet­ çilik konusu içerisinde incelemek gerekir. Biz Türk­ çülükle ilgili anafikirler, umumi açıklamalar üze­ rinde duruyoruz. Bu itibarla ümmetçilikle ilgili yal­ nız esas fikirleri naklediyoruz : « ... Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır. Yalnız Türkçüler İslam ümmetçisi olmak suretiyle kendilerini (İslam milliyetçi) !erinden ayırt ederler. Çünkü İslam kavimlerine milliyet duygusunu nefyeden böyle gayri taıbil bir ittihadı bugün ne Türkler ve Araplar, ne Hindliler ve Afganlılar, ne· Berberiler ve Farsler kabul edebilirler. Türkler milii mefkurelerini kuvvetlendirmek için dindaş ve vatandaşları olan hiçbir kavme karşı «milli kin» telkinine yeltenmediler. İslam ümmetçiliğini anla­ mamış olan Abdullah Nedimlerin, Fraşerli Naimle­ rin bu hatalı yoluna gitmediler. İhtimal ki Mısırda ve Arnavutlukta hıristiyan Mısırlı ve Arnavutların mevcudiyet ve müşareketi bu yanlış harekete sebebiyet vermişti. Türklerin hepsi İslam olduğu için, Türkçüler hiçbir zaman İslam ümmetçiliğine mugayir bir his besliyecekler­ dir. Aynı zamanda Türkçüler muasırlaşmak zaru­ retini de anladıkları için, gayri müslim kavimler hakkında bu medeniyet asrının icap ettiği ihtiram­ kar vaziyeti muhafaza edeceklerdir» (İlk baskı: S. 34, İkinc i baskı s. 34-35). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, ese­ rinde «Türk Milleti ve Turan» bahsinde birkaç cüm­ le Türkçülükten de bahsedilmesine rağmen bu ko­ nu, «Ziya Gökalp ve Turancılık» bölümünü ilgilendi­ receğinden o başlık altında incelenmek üzere bıra­ kıyoruz. Yalnız, Ziya Gökalp'in bugün bile hüzünle okunacak cümlesini naklediyoruz :

-26 -


«. . . Türkçülük hakkında ne kadar sarih izah­ lar verilirse verilsin yine bazı zihinler tereddütten, bazı fikirler mübhemiyetten kurtulamıyor.» (Say­ fa : 43. Yeni yazılarla, S. 42) . Gene Ziya Gökalp «Millet Ve Vatan» bahsinde «Türkçüler» le ilgili bazı cümleler zikrediyor : «Millet ve Vatan» bahsinde henüz o zamanlar hiçbir vuzuh ve aydınlığm olmadığı sıralarda, va­ tan, millec, ümmet, devlet mefhumlarının birbirine karıştırıldıihnı etraflıca açıklayan ve bu mefhum­ ları ilmi bir bakışla tahlile tabi tutan Gökalp şöyle bir hükme ulaşıyor: «Türkçülük bu iki zümrenin müddealarnı tenkit ettikten sonra şu iki neticeyi çıkarıyorlar (1) Ümmet başka şey, millet başka şeydir. (2) Devlet başka şev. millet başka şeydir. Bu neticelere itiraz olunabilir, fakat yalnız içtimai şe'niyete mutabık olup olmadığını aramak noktai nazarından! Yoksa «Böyle olmalı mıydı?». diyerek değil! «Biz mefhumlarımızı şe'niyete uydurabiliriz? Fakat, şe'niyeti kendi mefhumlarırı:ııza uydurama­ yız.» (1918 baskısı, sayfa: 51, 52. Ikinci Baskı, S. 50). Bu yazıda Ziya Gökaln, millet, vatan, ümmet, devlet mefhumlarını ilmi bir vukufla belirtmeğe çalışıyor. Ziya Gökalp'in Millet ve Vatan hakkında bir kitap teşkil edecek kadar makaleleri mevcuttur. Bunu ayrı bir bahis telılkki ederek onun «Milliyet Mefkuresi» yazısına geçiyoruz. Bu bahis içerisinde Ziya Bey, Sosyalizm fikrinin milliyet fikrine gale­ be çalması ihtimali olup olmadığını inceliyor ve millet, milliyetin unsurlarını belirterek onun daha fazla kuvvetleneceğini ve milliyet fikrinin, ülküsü­ nün, sınıf şuuruna, içtimai sınıf fikrine galip gelece­ ğini apaçık bir şekilde ortaya koyuyor. Birinci Ci·

- 27 -


han Savaşını müteakip Avrupa'da yer yer p atlayan sun'i komünizm hareketlerinden çok önce neticele­ rini keşfeden Ziya Gökalp'in bu makalesi de onun ne derece ileri görüşlü olduğuna dair kat'i- bir de­ lildir :

(1) Ziya Gökalp,. Turkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlasmak, lstanbul 1918, Yeni Mecmua nesri­ ' yatınd.an (Naşiri : Yeni Mecmua), Evkafı İsld11{iye Matbaası. Eser 63 sayfadır. Yeni yazılarla baskısı çıkmıştır. Ali Nüzhet Göksel'in (Bir İki Söz) baş­ lıklı ön yazısı dikkate değer bir kıymettedir. Ziya Gökalp, Türkleşmek, lslamlaşmak, Mua­ sırlasmak, İstanbul İnkilap Kitabevi, Gün Basım­ evi. Eser 60 sayfadır. önsözdeki ifadeye göre basım tarihi 1950 olacak. İ. T. Mııas1,rlasmak adlı eserdeki makaleler ilk y ayımından beş y�l önce Türk Yurdu dergisinin üçüncü cildinin 331 inci sayfasında, İÇTİMAİYAT başlığı altmda yayımlanmaya başlamıştır. Türkçü­ lükle ilgili olarak yukarıya aldığımız bölümler her iki baskının karşılaştırılmasından sonra olmuştur. Yeni yazılarla olan da, birkaç cümle atlanmış veya karısmıster. Biz eski metne sadık kaldık. Türk Yur­ du dergisi ile, 1918 y�lındald eseri Nejdet Sançar Beyle birlikte karşılaştırdık. (2) Yeni harflerle olan baskısı da bu cümle ilk baskıdan farklıdır. Yukarda ilk metne sadık kaldığımızı söylemiştik. (3) 1918 tarihli baskıda (oldu)dıır. Ali Nüz­ het Beyin gayretiyle basılan yeni baskısının da (kaldı)dır. Eski metnin bir tertip hatasıyle veya musahhihin böyle okumasiyle (kaldı) nın (oldu) halini almış olması muhtemeldir. - 28 -


l'vIİLLlYE'I' ME,FKÜRESİ Bazı gençler s oruyorlar : «Mademki mefkureler tarihi hengamelerden, içtimai buhranlardan doğuyor ; bir müddet sonra başka ahval ve şeraitin tesiriyle doğacak yeni bir mefkurenin milliyet sevdasına halef olması mel­ huz değil midir ? Mesela yakın veyahut uzak bir istikbalde ( sosyalizm) fikrinin milliyet duygusuna galebe çalması ihtimali yok mudur ? » Bu suale şöyle cevap verebilirim : (1) . - Mefkure, esasen bir içtimi zümrenin, kendi ferdleri tarafından duyulmasıdır ; Güneşin ziyası, bir adesenin mihrak noktasında tekasüf etmeden yakıcılık hassasını gösteremediği gibi, zümre de ga­ haiz olduğu leyanlı bir içtima haline gelmeden, « kudsiyet» :Sıfatını tecelli ettiremez. Fakat bu kudsiyet şuurlu bir şekil almadan ; ait o lduğu zümrenin ruhi vahdetinde şuursuz bir s urette yine mevcuttu. Galeyanlı içtimaın vazifes i yalnız, zümreyi rakik bir mevcudiyetten kesif bir varlık haline koyarak, o ana kadar ( kendi mahfi) de gizli kalmış olan b u «şeniyet Realite» i, muhat olduğu kudsiyet halesile beraber, fertlerine ihzar etmektiı'. Galeyanlı içtimalar, ancak evvelce « münbası­ ta bir halde mevcut» olan bir zümreyi «mütekasif bir s urette mevcut» bir hale getirmek suretiledir ki

(1) (Şöyle) kelimesi ilk baskıda (1918) v ar­ dır. inkılap Kitabevinin yeni harflerle olan baskı­ sında yoktur. Atlanmış olacak. llk baskı, Sf. 54, yeni harflerle olan baskı Sf. 52. - 29 -


mefkurenin inkişafına masdar olurlar. Mefkurenin yoktan var olması «şuursuz» bir safhadan «şuurlu» bir :safhaya geçmesi demektir. Osmanlılık, İslamlık, Türklük mefkureleri doğ­ madan, Osmanlı devleti, İslam ümmeti, Türk mil­ leti mevcuttu. Avrupada, büyük sanayi ameleyi tekasüf etti­ rerek sosyalizm mefkuresini doğurmadan evvel, amele sınıtı dağınık bir surette mevcut bulunuyor­ lardı. Demek ki bir zümrenin, buhranlı bir dakikada fertlerinin vicdanında «Ben varım ! » diyerek tecelli edebilmesi için hususi bir teşkilat halinde, bir ta­ kım müesseselerile beraber, evvelce mevcut olması lazımdır. Bu teşkilat ister siyasi, ister dini, ister lisanı bir mahiyete bulunsun, behemahal evvelce mevcut olmalıdır. Herhangi galeyanlı bir içtima ortaya mazisiz, nevteşekkül bir zümre atamaz. Mev­ cut bir teşkilata istinat etmiyen içtimalardan yeni içtimaın vukuuna bile ihtimal yoktur. Çnkü ancak bir mefkure doğması şöyle dursun, esasen böyle bir inbisat halinde mevcut olan bir şey tekasüf edebilir. Bu ifadelerden şu netice çıkıyor : - Müstakbelde vuku ,bulacak aziın bir içtima, behemehal bugün mevcut olan içtimalardan birine istinat edecektir: atide doğacak bir mefkure, mut­ laka bugünkü zıümrelerden birinin tekasüfünden fışkıracaktır. Or halde mevcut zümreler içinde teşkilatça en zengin ve en kuvvetli olmakla beraber diğer zümre­ leri de teşkilatı içinde cem ve bel edebilecek olan hangisi ise büyük mefkürenin onun tekasüfünden doğması zaruri olur. Şimdi de, bu cem edici zümreyi arıyahm : Mevcut zümreler içinde bu vazifeyi ifa edebile­ cek ancak lisani zümreler, yani milliyettir. Çünkü

- 30 -


evveıa bir lisanı konuşanlar, ekseriyetle bir soydan gelen insanlar olduğu için bir millet aynı zamanda bir «kavim» demektir. Lisan ve kavim mefhumları birbirine o kadar bağlıdır ki bugün «beşeriyet» ilminin haricmde «Irk» tan bahsedilince hatıra ilk önce aralarında lisanca karabet bulunan bir (ailei akvam) gelir. (Hindi Avrupailer) , (Samiler) , (Bantular) , (Ural Altailer) diye yadedilen ırklar, kavimlerden yani lisani ailelerden başka bir şey değildirler. Hat­ ta Hind ve Avrupailer arasında beşeriyet ilmince (hakiki ırklar) ı irae eden (mustatilürres - kumral) , (mustat.ilürres - esmer) , (arizürres - esmer) en­ muzeclerinin her üçü de mevcuttur. Mesela Alman­ lar ekseriyetle (mustatilürres kumral) , İspan­ yollar ve Cenubi Avrupalılar (mustatilürres es­ mer) , Slavlar (arizürres - E!smer) enmuzeclerine mensupturlar. Bununla beraber Avrupa milletlerinden her hangisini alırsak bu enmuzeclerin her üçünden muhtelif nisbette muhtevi olduğunu görürüz. Bu surette «kavim» tabirinden (lisanı aile) yi murad edeceğiz. (Irk) kelimesinden de (teşrihi mü­ şabehetler arzeden enmuzecler) i anlayacağız. O halde kavim gayet eski bir zamanla (lisani bir ce­ maat) halinde yaşamış ve sonra dağılmış bir mil­ let demek olur. Irka gelince bu da mensupları bir mahalde müçtemian mevcut olmayan ve bütün milletler arasında dağınık bulunan teşrihi enmu­ zeclerden ibaret kalır. Bugün intisabile iftihar edi­ len (Irk) şıüphesiz teşrihi bir enmuzec değil, lisani ve tarihi bir zümre olan (kavim) dir, Lisani cema­ at, yani milliyet bu zümrenin bir şubesi değil mi­ dir ?. Saniyen lisan, fikirlerin ve hislerin hamili, ananelerin, adetlerin nakili olduğu için mütekellim_

- 31 -


lerini aynı iştiyak ve temayüllere, aynı vicdan ve zihniyete malik kılar. Bu sure tl e ruhların müşterek duygul a rı müte­ canis olan bu fertlerin aynı dini kabule mütemayil bulunmaları gayet tabiidir. Buna binaendir ki li­ san! zümrelerin ekseriyetle aynı dini kab ul ettikle­ rini görüyor uz Bidayette bazı hususi sebepler b u dini mücanesete kısmen mani olan. bile ayni lisan­ la m ütekellim olanların tedricen aynı dine girdik­ lerini tarih bize gösteriyor. Mesela yeni Latinler Katolik, Cermenler Protest an, Slavlar Ortodoks dinine meyletmişlerdir. Ural - Altailerden Mogol­ lar Budist, Mançuriler Konfüçyüs, Finu Ugriyen­ ler h ıris tiyan olmuşlardır. Türkler bidayette kısım kısım Budist, Mani, Musevi, Hıristiyan olmuşken, bi lahare ekseriyetin İslamiyeti kabul etmesi üzeri­ ne iki yüz hin miktarında bulunan Şamani Yakut­ lardan başka, cün::lesi bu dine g i rm işlerdir Yakutların isiamiyetten hariç kalmaları yurt­ larının Türk dünyasından uzak bir mevkide bulun­ masındandır. Bunlar, ya is1:1miyeti kabul ederek Türk kalacaklar, yahut hıristiyanlığa girerek büs­ bütün Ruslasacaklardır. Bir dine dahil olmağa lisanın tesiri olduğu gi­ bi, bir milliyete girmeğe de dinin tesiri vardır. Vak­ tile Fransadan kovulan Protestan Fransızlar Al­ manyaya, giderek Cermenleştiler. Eski Bulgarista­ nın T'ürk aristokrasisi hıristiyanlığı kabul ederek islavlaştılar (2) . Bugün dağınık bir surette mem­ leketimize muhaceret eden b azı gayrı T'ürk Müslü­ man unsurların dindeki mü sa reketin tesirile Türk­ leştiklerini görmüyor muyuz' ? O halde lisanı zümre ile, dini zümre arasında da samimi bir alaka mev­ cuttur. .

..

-

.

'

(B) Bu cümle yanlıştır.

yeni harf !erle olan bas,ımda - 32 -


Salisen «mükellefiyeti askeriye» ve «hakimi-. yeti milliye» usulleri kabul olunduktan sonra (va­ tan) ın müdafaası muallem ve mümtaz bir sipahi taifesinin ; ( devlet) idaresi yalnız hükümdara kar­ şı mesul bir zimamdarlar sınıfının inhisarından çıktı. Sahandan başka silahı olmayan köylülerle is­ tirahate alışan kasabalılar asker oldular ; idare hakkında hiç bir tecrübesi bulunmayan halk, hü­ kumetin murakıbı vaziyetine geçti. O halde bu ye­ ni askerleri (vatan) muhabbetiyle yetiştirmek, bu murakabacı halka intihap v azifesini öğretmek bir zaruret şeklini aldı. Bu suretle halkın terbiyesi maarifin t amipı meseleleri çıkarak terbiyenin han­ gi lisanda icra oluna.cağı h ususunda devletle tabi kavimler arasında ihtilaf zuhuruna sebebiyet ver­ di. Devletler resmi lisanı tamim etmeye, her ka­ vim de kendi lisanını terbiye ve talim vasıtası itti­ haz eylemeyi gaye olarak ileri sürmeğe başladılar. Bundan dolayıdır ki son asırda gerek ( devlet) in, gerek (vatan) ın lisanı bir zümreye istinadı im­ kansız görülerek Avusturya ve M acaristanda oldu­ ğu gibi lisanı zümrelerden ikisine istinat ettirildi . Bugün, Avruyada, y alnız lisan1 zümrelere istinat e­ den ( devlet) lerin istikbaline itimat ediliyor, her lisani zümre, milli vatanının hiç olmazsa manevi hududunu tayin ederek nasll bir istikbale hasret­ keş olduğunu gösteriyor. Bugün herkes pekala anlıyor ki unsurlar ara­ sında müsterek olan ( devlet ve vatan) fikirleri ask­ sız, vecdsİz, maneviyatsız . mefhumlardan ibarettir. Müşterek maşuka olamadığ'ı gibi müşterek vatan ve yurt da olamaz. 1\füşterek bir vicdana istinat etmiyen bir dev­ let ferdlerin me'keli olur. Bir milliyetin yurdu olmayan ülke, fertlerin

- 33 -


karın doyuracağı bir imaret mahiyetini alır. Devlet ve vatan müesseıııeleri milli mefku:reye istinat edeme hayatları ebedidir. Fertlere istinat ettikleri takdirde inkıraza mahkumdur. Mefkuresiz fertler hodkam ve menfaatperest ümitsiz ve bedbin, imansız ve korkak oldukları için «Hebaen mensur» halindedirler. Devletler, mutla­ ka, milli mefkürelere istinat etmeli ve her vatan behemehal bir milliyetin vatanı olmalıdır ki yaşa­ yaıbilsin. O halde görüyoruz ki lisan! zümre aynı zaman­ da ( devlet) ve (vatani mefhumlarını da muhittir. Aile, sınıf, hirfet ocağı, köy, aşiret, din daireleri gi­ bi küçük zümreler de hep milli zümrenin cüzleridir. Aile bir dine mensup fertlerden teşekkül eder. Yal­ nız bir milliyetin lisaniyle konuşur ; diğer zümreler de, aile gibi, lisan ve dince müşterektirler. O halde bunların cümlesi milletin hususi teşkilatları hük­ münde kalır. Hülasa, kavme, ümmete, devlete, vatana, aileye, sınıfta, hırfet ocağına ve ilah . . . mensup ne kadar mefkureler varsa cümlesi milli mefkurenin mua­ vinleridir . İçtimai tekamül maddi amiller yerine zihni ve hissi amiller ikamet ettikçe bunların teb­ liğ vasıtası olan lisanın kıymet ve müesseriyeti git­ tikçe art�cak ve bu suretle milliyet duygusu ebedi bir mefkure haline girecektir. Vakıa Türkiyede büyük ,sanayi teşekkül ettik­ ten sonra bizde de sosyalizm mefkuresi doğacaktır. Fakat bu diğer küçük mefkureler gibi mill i mefku­ relerin hir muavini mevkiinde kalacaktır. Avrupa milletlerinde sosyalizm aleddevam kuvvetlenmekle beraber ekseriyetle muharebe zamanlarında mev­ kiini milli mefkureye bıraktığ-ını görüyoruz. Siyasi muharebelerden sarfınazar, hatta y alnız iktisadi­ yat sahasında bile sınıf mefkuresi millet mefküre- 34 -


sinin bir tabiidir. Bundan başka dikkatle bakılınca din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, ilim, güzel s anatlar gibi bütün içtimai faaliyetlerin yegane cevheri lisan ol­ duğu görülül'. Bu faaliyetlerin kıymet bulması, li­ sanın ehemmiyet kesbetmesi demektir. Lisan, içtimai hayatın zemini, maneviyetin nes­ ci, harsın ve medeniyetin temelidir. O halde - han­ gi zümreye ve hangi faaliyete ait olursa olsun istibaldeki bütün içtimai cereyanlar - gerek doğ­ rudan doğruya ve gerek dolayısiyle - daima lisa­ ni zümreyi tekasüf ettirecek ve her buhrandan mut­ laka - daha zinde ve daha kuvvetli bir surette milliyet mefkuresi feveran edecektir ( 3) . (3) · 1913 de basılanda Sf. 59, yeni harflerle olan inkılap kitabevinin bask1sıncla .Sf. 57.

- 35 -


Nı:1LL1YE T VFj İSLAMİYE:T ( 1)

İslam �leminin son ümidi olan Osmanlı devle­

tini yüz senedenberi narçalayan manevi bir mikrop

var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düş­ manı idi ve islamiyete büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık islilml arm lehine dönerek yaptığı ma­ z arratl arı telafi etmeğe ç al ışıyor . Bu mikrop milli­

yet fikridir.

Evet ! Rom any ay ı , Sırbistanı, Karadağı, Yuna­ nistanı, Bulgaristam, Sisam ve Girit Adalarını do­ ğu rarak Omnanlılığı her rubu asırda inkisarnlara uğratan ve en sonra llumelinin elimizden çıkması­ na sebebiyet vere:n bu müthiş fikirdir, bu fikir ma­ razi bir mikrop değil, içtimai bir maya idi. Maate­

essüf bugüne kadar mahiyetini anlayamadık. Dai­ ma aleyhimizde lisanı, edebi, iktisadi, terbiyevi ni­ h ayet siyasi iht im arl ar yaptı. Biz bu hayati yara­ dılışları tanzimlerle, tesislerle, teşkillerle beyhude durdurma;;;; a çcı1ıştık. Bu asrın milliyetler asrı oldu­ ğunu hissedemedik. Bu içtimai kuvveti biraz da İs­ lamlığın Osmanlılığın menfaatinde istihdam etme­

ği hatırlayamadık. Ne ise olan oldu. Milliyet fikri İslamiyet aley­ hinde ne yapmak mümkünse yaptı. Artık bu silahı istimal etm enin sırası İslam alemine g eldi . Şim diy e lrndar bütün müslümanlarda hakim olan zihniyet şundan ibaretti : Yer yüzünde yalnız bir rneşru devlet v ard ı r ki, o da İslam devletidir. Bilfiil hangi hü ku mett en idaresi altında bulunur­

hırsa bulunsunlar, bütün

müslümanların

metbuları an ca k isıam Halifesidir.

Fiili tabiiyeleri arizi ve

bilhak

muvakkat bir haldir.

- 36 -


Yakın bir zamanda bir sahibi zuhur, bir münci, bir rriehdi çıkarak onları bu mülevves esaretlerden kur­ taracaktır. Cuma ve Bayram namazlarında Halife namına okunan hutbeler, Hac günlerinde Arafatta­ ki icmanüma içtimalar, siyasi bir istikbalin dini mü­ beşşiridirler. Bu zihniyet şüphesiz ki hepimizin kal­ bini kutsi galeyanlarla, ulvi vecdlerle dol du r an bir ruhi halettir. Eğer nazari bir sa ade t ve dört yüz milyonluk bir insaniyetin hayatına kati gelml5 ol­ saydı, bu gayei mafilbal bizim için el\1erirdi. Yok, bunun yalnız nazari bir mahiyette kalmıyarak ameli bir mevcudiyet iktisap etmesi eb:emse evvel beevvel buna vüsul için iktiza ed (�n tedric mertebe­ lerini birer birer katetmeğe çalışmalıyız. Görüyoruz ki Müslüman kcı.vimler müstakbel bir saadete ümit ve intizarla beraber yaşadıkları memlekette sefil bir seviyede kalmaya razı oluyor­ l ar, idaresi altında yaşadıkları hüküme tler ve mil­ letler tarafından iptida lisanen ve :ildi.saden, so:nra da fikren ve ahlaken temali olunmaya rnnvafakat gösteriyorlar. Büyük bir kurtu luş beklemek iyi ! Lakin bir takım küçük, kolay ve tedrici kurtuluş yolları vardır ki, bunlara muvaffak olmadan ötekI­ ne n ail olmak sünnetullaha mugayyirdir. Evet ! Umumi bir Mehdiye intizar edelim. Fakat Kuranı Hakimin ( Likülli irnvmün Had) beyanı mu cizi mu­ cibince mahalli' ve milli Hadilere, lisanı, terbiyevi, iktisadi ahlaki necatlara nic;in ümitvar olmayahm. Hıristiyan kavimlerin ne surette itilil� ve i stikl §1 yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar iptida lisanlarını millileştirmekle işe başladılar. Lisani bir istiklal,, siyasi bir istiklalin mukaddeme­ sidir. Bir kavim, milli lisanım sevmeye, milli ede­ biyatını bu milli lisan üzerinde tesis etmeğe başla­ dığı anda, necat vaadini almış demektir. Lisandan sonra tarih gelir. Bir kavim tarihi- 37 -


nin en kadim menbalarına, çıkarak milli hayatının ilk inkişaf hamlelerini duyarsa kaybetmiş olduğu ruhu yeniden bulmuş olur. Tarihten aldığı feyizlere halkın derinliklerinden çıkardığı efsaneleri, menkı­ beleri, me'sureleri ilave ettikten sonra milli mane­ viyatı tamamile tesis eder. O zaman şiir ve sana­ tının mevzularını istiarelerini, telmihlerini hep bu milli sanihalardan iktisab ederek edebiyat ve bedii­ yatına ş ahsiyet verir. Bundan sonra da dini terbiye ve iktisat gelir. Hür milli bir terbiye, evvela milli lisan ve tarihe, sonra da iktisadi istiklill esaslarına istinat eder. Ve bütün manevi feyizlerini. dinden alır. Nakşibendile­ rin mühim bir düsturu var ki (Nazar iber kadem) tabirine icmal edilmiştir. Bir adamın (kadem) ta­ birine icmal edilmiştir. Bir adamın ( kadem) i ne­ ferlikte ise (nazar) ı müşirlik olmamalıdır. Nefer, onbaşı olmağa çalışmalıdır. Yani ( kadem) ine ya­ kın bulunmalıdır. Biz ki hala memleketimizde dinimize mensup bulunan aşiretler arasında (Gazve) lere (İğtinam) lara göz yumuyoruz, İslam ittihadını arzu ediver­ fekle hemen husule gelir zannetmek gayet garip­ tir. İslamiyet asabiyeti «hamiyeti cahiliye» tabirile ta�bih etmiş ve nehy eylemiştir. Fakat bu asabiyet­ ten murad aşiret asabiyettir ki, hala içimizde cari­ dir. (Beni Kahtan) ile (Beni Adnan) tabirleri de bu takbih ve nehyin aşiretlere ait olduğuna bir de­ lildir. Dini İslam, yukarıda zikrettiğimiz Ayeti Ke­ rimede, kavmiyeti tecviz ettiği gibi atideki Ayeti Kerime ile de arada tearüf olmak şartiyle kabile ve şuublara yani kavim ve milletlere ayrılmayı tas­ vip buyurmuştur : Sizi şuublar ve kabile halinde varattık ki birbirinizle tearüf edesiniz. Bütün Müslümanların uzak bir istikbalde, si­ yasi bir ittihatları ihtimalki mümkündür. Fakat �

- 38 -


her halde hu gayenin uzun bir müddet imkansız ka­ lacağına şüphe yoktur. O halde bu uzun zaman es­ nasında islam kavimler, milli intibahlar, milli mü­ cadelelerle itiladan, hiç olmazsa içtimai istiklalle­ rini muhafazadan mahrum mu kalsınlar. Milliyet silahının bundan böyle ancak islamla­ rın. lehinde istimal olunabileceğini söylemiştik. Çünkü milliyet fikri mahkum bir kavmin m ahku­ miyetten kurtulması için kullanılan bir silahtır. Artık islam hükumetlerinin idaresi altında gayrı müslim kavimler kalmadı. Halbuki bugün müslü­ man kavimlerin ekcserisi mahkumiyet ve esaret ha­ lindedir. İsıam kavimler arasında ise hakimiyet ve mahkumiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikri islamlar arasında tefrika çıkaramaz. Bilakis milliyet fikri kuvvet buldukça islam ümmetçiliği fikri de o derecede harslanacağı için mevcut harsı takviye ve teyid edecektir. ( 2 ) .

- 39 -


TÜRKÇÜLÜK NEDİR ( 1 ) Cenap Şehabeddin bey Ruşen Eşref beyle (2) yaptığı. mülalmtta şu sözleri söylemiş : « (1) - Son cereyan, ( gülümsedi, tavana doğ­ ru bakarak) hesapla kitapla ( Genç Kalemler) in Selanik'ten salıverdiği bir balondur. Bence edebi cereyanlar tahaddüs eder, ihdas edilmez, bu son cereyan ise ihdas bile değil de ika edildi. Son dere­ ce cebri ve sun'i görüyorum ! Hayatını da cebri ve sun.'i şeylere mev'ut hayatlarla ölçeceğim . . . Bence bir «propaganda» mahiyetindedir, bel­ ki tecrübesiz ve tetebbusuz gençleri bir müddetcik cezbeder. (2) - Zira «mekatibi resmiye» ye cebren ithal edildi, muallimler için çarei terakki oldu, tabiidir ki hakikat hükmünü icraya fırsat buluncaya kadar yaşar. (3) - Zira bir lisan bu kadar fakirleşmeye ra­ zı olamaz. Biz «Edebiyatı Cedide» için bu hasis va­ sıtalardan hiçbirine tevessül etmedik, hiç kimseyi hiçbir vasıtayla çağırmadık, fakat herkes bize koş­ tu. Zamanımızın harekatı edebtyesine yalnız asarı­ mızla hakim olduk . . . (4) - Şimdi görüyorum ki eser yok, propagan­ da çok. Büyük ş air dediğinizin bilmem iki tam manzumesi var m ı ? Büyük naşir dediklerinizin de mecmuu asarı bir buçuk cilt etmiyor . . . Bu kadar­ cık şeyle ne bir şahıs, ne bir nesil hakkında hüküm verilemez. Elyevm bir « Halit Ziya» nız var mı ? Hatta bir «Mehmet Rauf» unuz var mı ? Hayır, ha yır, hayı r ! O halde (burada biraz sustu ) » . � 40 -


Cenap Şehabeddin bey'in bu sözlerinde rak­ kamlarla işaret ettiğimiz veçhile dört iddia mev­ cuttur. Bu iddialaıın h akik ate muvafık olup olma­ dığını tetkik edelim. (1) Evvela, Cenap Şeh ab edd in bey son cere­ yanı ( Servetifünun) ve (Fecri-ati) cereyanları gibi sırf edebi bir mahiyette görüyor ki t amamiyle yan­

. lıstır

( Genç Kalemler) le b aşlayıp ta (Yeni Mecmua) da hala devam eden cereyan, bilhassa felsefi ve içtimai bir harekettir, bu hareketin esası (milli hars ) ı. a ram aktır . Bir harsın içinde tabii « edebiyat» da var ; fa­ kat, burada, edebiyat bediiyatın küçük bir kısmını teşkil ettiği gibi, bediiyat da harsın küçük bir cü­ zünden ibar0ttir. Yeni cerey anın böyle şümullü bir '

gaye takip etrnesi, onun « Servetifünun» a yahut «Fecri-ati» ye rakip olarak meydana çıkmadığına

kafi bir delildir . Yeni cereyan, bazılarının korktu­ ğu gibi eski şair yahut na.Şirlerimizi düşürerek on­ ların yerine yenilerini çıkarmaya hiçbir zaman ça­ l ışm amı ştır ; mamafih, bazı fertler bu yola meylet­ miş olsa bile, bu, y eni cereyanı mes'ul etmez. Bir cereyan, ancak, kenrii tabii ve mantıki neticelerin­ den mesuldür.

Bir cer ey an la onu kabul eden fertler arasında daimi ve kati bir tes a nüt bulunmadığını canlı bir delille göstermek de mümkündür : Mesela, ben milli türkç enin İstanbul'da konuşulan lehçe olduğunu bütün yeni lisancılarla beraber kabul etmis oldu­ ğum halde, İstanbul şivesine seliki bir s urett e va­ kıf olmadığım için haberim olmadan yazı larımd a memleketimin ivesi daima kendini göstermektedir. Bir prensibi kabul etmek başka şey, onu tatbik e<ie­ bilmek b aşka şeydi r . İstanbul'da büyümiyen bir adam İstanbul lisanını doğru söyliyemez, fakat höy. - 41 -


le bir adam İstanbul türkçesinin samimi taraftarı olabilir. Bunun gibi yeni cereyanı kabul edenlerden b azısı ihtimal ki eski ediplerimizi ve şairlerimizi düşürmeye uğraşmıştır ; fakat bunu yaparken yeni cereyanın esaslarına tabi olmadığı için, bu hareke­ tin mesuliyeti tamamiyle onun kendi nefsine aittir . Maamafih, tamamiyle garazsız ve mefkfıreci olan ilmi bir cereyan, hiç de arzu etmediği halde, bir takım şöhretlerin zevaline sebep olabilir . Mese­ ıa yeni cereyanın lisan, vezin ve zevk meselelerinde­ ki tetkikleri, ihtimal ki, eski şair ve naşirlerin kıy­ metlerini azaltmıştır. Fakat, cereyanın asıl maksa­ dı bu olmadığı için, bu zaruri neticeden dolayı it­ ham edilmemesi Iazııngelir. Ve ila, her türlü terak­ ki ve teceddüt hareketlerini «bir takım şahsiyetleri düşürüyor, yeni şahsiyetler yaratıyor» diye itham etmek iktiza eder. Cenap bey bu cereyanı aynı za­ manda, ihdas yahut ika edilmiş sun'i bir hareket halinde görüyor. Bu iddianın yanlış olduğu, cereya­ nın gittikçe derinleşmesi ve yayılmasiyle sabittir. Bir cereyan şüphesiz bir takım fertler tarafından ortava atılır, fakat eğer onun kökleri milletin ru­ hunda kaynıyan esaslı ihtiyadara istinat ediyorsa artık ona «ihdas edilmiştir» denilemez. Tahaddüs eden cereyanlar, milli ihtiyaçlara cevap veren ha­ reketlerdir. «Bir hareketin fertler tarafından orta­ ya atılması suniliğine delalet eder» diye bir kaide kabul edilirse, dünvada bütün cereyanların sunili­ ğine hükmetmek Iazımgelir çünkü, fertler tarafın­ dan ortaya atılmamış hicbir cereyan yoktur. Yeni cereyanın hakiki ihtiyaçlara istinat edip etmediğini anlamak için, edebiyat noktai nazarına inhtsarı terkederek, milletin fikri hayatını umumi bir surette tetkik etmek lazımdır. Memleketimizde bir gençljk buhranı, bir ka­ dınlık buhranı, hasılı bir terbiye meselesi, bir mua-

- 42 -


şeret meselesi var mı, yok mu ? Memleketimizde birbirinin zıddı mahkemeler, birbirinin zıddı tedris­ gahlar, birbirinin zıddı ahlaklar ve hukuklar, tah­ rir ve tekellümde birbirine benzemiyen lisanlar. gü­ zidelerle halkta birbirine benzemiyen vezinler ve zevkler var mı, yok mu ? İhtimal ki lakayt adamlar için bunların hiçbiri y oktur, fakat, düşündükleri gi­ bi duymak ve duydukları gibi dü şünmek istiyen kimseler için, fikri hayattaki bu ikiliklerin izalesi­ ne çalışmak şüphesiz en mübrem ihtiyaçlar sırasın­ dadır. Bir çok gençleri intihara, cinnete, teverrüme mahkum eden yahut maneviyata karşı büsbütün lakayt yapan bu buhranların fikri bir cereyan ha­ linde meydana çıkmaması, h assas ruhlu bir takım kimselerin bu meselelerin halli liizumunu ortaya iptida (Yeni lisan) ünvaniyle hususi', sonra da ( ye­ ni hayat) namiyle umumi bir surette bu meseleyi atmaması gayrı mümkündü. İşte Genç Kalemlerin ortaya atması böyle bir ihtiyaçların neticesiydi. Yeni lisan meselesi uzun uzadıya münakaşala­ ra zemin teşkil ettiği idn az çok herkesin malUmu­ dur. Fakat yeni lisanın o zaman umumiyetle ihti­ va eden ( yeni ha.yat) mefkuresinden birçoklarının haberi yoktur. BilE.hara ( Türkçülük) namını alan bu cereyanın ı;;;ümulünü göstermek için, bu cereyanı Hinse etmek üzere bundan yedi sekiz sene mukad­ dem gerek ( Genç Kalemler) ve ( Yeni Felsefe) mec­ mualarivle ve gerek ( Rumeli) g;azetesiyle neşredil­ miş olan bir makaleyi berveçhi fi.ti naklediyoruz. ( Bu makale Genç Kalemler'in birinci senesinin 8 inci nüshasında münderiçtir.) Bu makale gösteriyor ki bilahare içtimaiyat ilminin yardımiyle daha esaslı ve şey'i bir surette teşrih olunan gayeler, o zaman, bilhassa. felsefi ve nefsi bir usulle düşünülmüştür. Bu maka.le okun­ duktan sonra, iddia edildiği veçhile bu cereyanın

- 43 �


suni bir hareket gibi ihmale mahkum olmadığı , ,bi­ lakis gittikçe daha esaslı ve daha vazıh bir şekil alarak taraftarları tarafından kemali ciddiyetle takip edildiği anlaşılacaktır. Genç Kalemlerdeki makale : YENİ HAYA'I' VE YENİ KIYMETLER Biz siyasi inkılabı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık : İçtimai inkılapı hazırla­ mak ! . . Siyasi inkılap, meşrutiyet mekanizmasının hü­ kumete tatbiki demek olduğu için istihsali pek ko­ laydı. Fakat içtimai inkılap mihaniki bir fiile değil, uzvi bir tekamülle hasıl olabileceği için gayet güç­ tür . . . Siyasi inkılabın icrası için hürriyet, müsavat, uhuvvet gibi meşrutiyetin ruhunu temsil eden 1mv­ vet fikirlerin intisarı kafivdL Halbuki ictimai i.nkı­ Iap, kuvvet-hislerin inkişaf ve tealisine bağlıdır. Fi­ kirlerin kabul ve reddi zihnin iradesi dahilindedir. Hisler, asırlarca süren içtimai itiyatıarm izleri ol­ ctuğundan kolayca istihale edemez. O halde içtimai inkılap hundan sonra bütün kuvvetimizle çalışaca­ ğımızın en güç ve en uzun bir mücahededir. ***

İçimizde Müslim olmıyan unusurlar var. Bun­ lar eskiden beri siyasi hayattan uzak bulundukları için yalnız iktisadi hayat yaşamışlar. Hükumetimiz her unsuru kendi cemaat teskilatında serbest bırak­ tığından bu hususi teşekküıier içtimai teşebbüslerin anası olmuş, bu suretle müslim olmıyan vatandaş­ larımızda, eskiden beri iktisadi teşebbüslere, içti­ mai tazzuvlara büyük bir kabiliyet husule gelmiş. . -

44

-


Siyasi inkılaptan sonra içtimai bir inkılfuba lüzum olduğunu hepimiz birlikte hissettiğimiz za­ man, lVfüslim olmıyan vatandaşlarımız iktisadi ve içtimai hayatlar dairesinde böyle müsait bir vazi­ yete malik idiler. Siyasi meşguliyetler biz Müslim­ leri iktisadi ve içtimai hayatlar itibariyle pek zayıf bırakmıstı. lçti inai inkılap ne demektir ? Eski hayatı beğ·enmiyerek yeni bir hayat ibda etmek . . . Bilirsiniz ki hayat tabiri gayet umumi bir ma­ naya delalet eder. Bu kelimede iktisadi, ailevi, be­ dii, felsefi, ahlaki, hukuki, siyasi bütün hayatlar d a müncle; ü ·.: � L·. Yeni hayat demek (yeni iktisat, yeni ahlak, hukuk, yeni siyaset) demektir. ...

Eski hayatı değiştirmek, iktisadi ailevi, bedii, felsefi, ahiaki, hukuki, siyasi hususiyetleriyle yeni

bir yaşayış yaratmakla kabil olabilir. Yine bilirsiniz ki bir hayatın mahiyetini teşhis eden amiller, onun terviç ettiği kıymetlerdir. Eski hayatın kendine mahsus iktisadi kıymet­

leri olduğu gibi, ailevi, bedii, felsefi, ahlaki hukuki,

siyasi kıymetleri vardır. Eski hayatı beğenmemek, bu kıymetleri takdir ve terviç etmemek demektir . Yeni bir hayat ibdaına çalışmak, bu şubelerin her birine ait hakiki kıymetleri aramak ve onlara revaç vermek mecburiyetindedir. (3) . ***

Yeni hayatı gaye ittihaz edenler bu hakiki kıy­ metleri arıyan gençlerdir. Yeni hayat anlaşılmak için bu hakiki kıymetlerin bilinmesi lazımdır. Aca­ ba bu kıymetkr malum mudur ? Bu ,suale kat'i bir cevap vereceğimize hükme­ derseniz aldanı rsmız. E:vvela bilmelisiniz ki bir kıy­ met idrak olunduğu dakikada takdir olunur. Tak_

45

_.


dir olunduğu dakikada revaç bulur. Ve o andan sürmeğe başlar. O itibaren hayatımızda hüküm halde hakiki kıymetlerin şimdiden malüm olması onların şimdiki hayatımızda hakim bulunması de­ mektir. Böyle bir şey farzettiği.miz takdirde yeni ha­ yata ve yeni kıymetlere ne lfrmm var ? Eski haya­ tımızın kıymetleri en doğru kıymetlerdir ; içtimai inkılaba lüzum yoktu r ! Biz eski h ayatı v e eski kıymetleri beğenmiyo­ ruz. Demek henüz tanımadığınız birçok kıymetler var. Yeni bir hayat var ki biz henüz onu yaşamak değil, tasavvur bile etmemişiz. Siz diyeceksiniz ki şimdiye kadar yaşamadığımız ve henüz tasavvur bilo etmemiş olduğu muz muammalı bir hayattan ne anlaşılır ? Ve bu hayatı terkip eden meçhul kıy ­ metleri düşünmekten ne fayda hasıl olur ? Bu itirazınız hiraz mantıkidir. F'akat ( psikolo­ jik) ruhi değ i ldir ! İnkar edilemez ki bu ana k ad ar insaniyeti ilan eden y egane amil mefküre ( ideal ) lerdir. Merküreler müphem ve meçhul bir takım gayelerdir ki insanları ancak müphemiyetlerindeki cazibeyle, meçhuliyetlerindeki sihirile sürüklemiş­ ler, terakkiye doğru götürmüşlerdir. Bazı kere hu gayeler aranılmayan, hatıra ge­ tirilmeyen muvaffakıyetlere badi olmuştur. İşte size iki misal : Simyayı arayanlar kimyayı buldu­ lar. Nümumla uğ-raşanlar heyete ait, hakikatleri keşfettiler. S alip ordusu mukaddes toprağı zaptet­ mek isterken Arap medeniyetini iğtinam etti. Sos­ yalizm, feminizm gibi müphem gayeler içtimai ada­ letin, içtimai hürriyetin teessüsüne hizmet etti. E�et, :bazı sosyalistler, bazı feministler gaye­ lerini musarrah bir surette tayin etmişler, birer hayali rem (Utopie) tasavvur eylemişler. Fakat açık bir surette görüyoruz ki sosyalizmin, fenimiz-

- 46 -


min içtimai hareketleri bu hayali üremlere doğru gitmiyo r , evet sosyalizm hareket ediyor, feminizm yurüyo:ı:, faka t n azariyecilerin muhayyelelerinden ettikleri mevhum cennetlerden uzaklaşarak ! . . . Yeni hayatcılar ( mevhume - fiction) lar arka­ sında koşan bu nazariyeciler gibi bir hayal ürem tasavvur etmiyecek, muavyen bir T)rogramla sarih bir gayeye doğru gitmeyecek ! Yeni hayat bir hare­ kettir, bu hareketin bizi hangi hedefe isal edeceği, ne gibi neticeler tevlid eyleyeceği şimdiden bilin­ mez, kestirilmez. Yeni hayatın gayesi malum değil, programı yok, fakat muntazam bir usulü var. Program istik­ balin bütün safhalarını irae eden peygamberce bir keşfi icap eder. Zaten istikbale ait bir fikri vukuun· den evvel keşfettiği için ( program-pişnev) namını almıştır. Usul bunun gibi mağrur değildir. Yüksek­ lerde uçmaz, ilimlerin usulleri var, p rogramları yoktur. Çünkü ne gibi h akikatler keşfedeceğini evvelce kat'i bir surette taıs,arlamaz. O muntazam bir usu­ le maliktir ki, y alnız onu takip eder. Hakikatler de yavaş yavaş meydana çıkar. Yeni hayatın usulü : Yeni hayatçılar iptida sa'ylerini pa rç alam ış­ lardır. Hayatın her sahasına ait kıymetler muhte­ lif müteharri tarafından hususi eserlerde ( monog­ rafı - yeknücüst) lerde tetkik olunacaktır. Hiçbir müteharri kendi içtihatlarını yeni ha­ yatın kati h akikatleri suretinde göstermiyecek, tak­ dir hatta terviç olunacak yeni kıymetler ancak mu­ vakkat ve tekamül! mahiye tleri haiz olacak. Kat'i kJ.Ymetler iddia etmemek ( yeni hayat) ın en mü­ him düsturudur. Yeni hayata ait kıym et taslakları esguisse on paralık kitaplarla tamim olunacaktır. Bunlar haki-

- 47' -


ki kıymetlerin ,birer eksik taslakları olmakla bera­ ber eski kıymetlere müreccah olduğu için kuvvetli bir surette takdir ve terviç edilecektir. Yeni hayata ait tetkikler en yeni amell ve fel­ sefi nazariyelere is tinat edecek, mümkün clduğu derecede indi içtihatlar daha ictinap olunacaktır. Yeni hayat kitaplarını yazacak bütün münevver gençlerimizdir. İhtisası olduğu mebh aslere dair bi­ rer kitapçık yazması her gençten rica olunacak ve her ferdin kanaati muhterem tutulacaktır. .

Yeni h ayatın usulünü biraz daha izah edelim : Doktor ( isnar) her şey ilimledir ve insaniyet içindir. Tout par la sc ience et pour l'humanite di­ yor : Yeni hayat bugünkü insaniyeti m illiyet mef­ humunda mütecelli gördüğü için bu düsturu «her tekamül ilimledir ve vatan içindir> suretine kalbe­ diyor. Yeni hayatçılarm birinci vazifesi edebiyat ilim ve felsefe vasıtalariyle Osmanlılığın k uv ve t ­ lenmesini tem in etmektir, yem hayat dehri bir ya­ şayış değil, milli bir '"a"ayıştır. Yukarıda Müslim clmıyan vatandaşlarımızın iktisadi teşebbüsler ve içtimai taazzuvlar hususun­ da bizden daha tecri1beli olduklarını söylemiştik. Şimdi de onlar için daha müsaadeli olan bir hali izah edeceğiz. Müslim olmıyan vatandaşlarnmz yeni bir ha­ yat yaşamak için onu uzun u zadıya aramay<.1 hiç ihtiyaç görmediler. Avrupa milletlerinin medeni ha­ yatı onlar için ( hazır esvap ) mağazalarında satı­ lan müheyya bir zarf gibi uygun gelmişti. İc;imizdeki eks er Rumlar, Ermeniler, Bulgar­ lar derhal Avrupalıların bütün medeni adetlerini, içtimai mizaçlarını kabul ettiler. Biz isl3.mlar ha­ yatımızdaki hususiyetten dolayı medeniyetin bu hazır kaidelerini, basma kalıp mı:ı.işetlerini taklit

- 48 -


edemezdik. Bizim için ısmarlama elbise kabilinden ölçübüze muvafık maişetler, kaideler Hlzımdı. Bu vatandaşlar eski hayatı terk eder etmez Avrupa hayatını meşk ittihaz ettiler. Biz ayrı bir ümmet olduğumuz için bu meşki istinsaha meyletmedik. Kendi karihamızdan yeni bir medeniyet ibdaına lüzum gördük. Ve bu lüzu­ mun sevkiyledir ki (yeni hayat) ı tasavvur ettik . Yeni hayat ibda edilecek ibir hayat olacaktır. Yeni kıymetler, Osmanlılığın ruhundan doğacak iktisadi, ailevi, bedii, felsefi, ahHlki, hukuki, siyasi kıymet­ lerdir. Osmanlılık yeni bir medeniyet ibda edebil­ mek için yeni bir aileviyet, yeni bir bedaat bir fel­ sefe, yeni hir ahHlk, yeni bir hukuk, yeni bir .siya­ set içtihat edecektir. Bu milli irfanlar sayesinde Osmanlılığın milli medeniyeti Avrupa medeniyet­ lerine gıptalar ilham edecektir. ***

Müslim olmıyan vatandaşlarımızın iktisadi, iç­ timai hayatları itibariyle bizden daha müsait bir vaziyette olduklarını söylemiştik. Bu fikir tama­ miyle doğru değildir. Onlar ancak yeni hayata ait iktisadiyat ve içtimaiyatta daha kabiliyetlidirler. Biz yeni hayata girmek için yeni ilimlerin ve yeni felsefenin meşalelerine müracaat edeceğimiz için hayatın bütün ısafhalarında ittihaz eyliyeceğimiz meslekler daha asri = moderne olacaktır. Mesela biz iktisadiyatta küçük sanatlara tenezzül etmiye· cek, doğrudan doğruya fabrikacılığa teşebbüs ede· ceğiz. Denizlere hakim olmak için ticaret gemileri· nin en mükemmeline malik olacağız. içtimai haya· tımız ( cemaat - communaute) esasına müstenit olmıyacak, hür iradelerin mahsulü olan teavün ve teazzuv esaslarına istinat edecek. Medeni hayatın her safhasında en yeni nazariyelerden, hakikatler­ den, istifade edeceğiz. - 49 -


Onlar Avrupa hayatının tereddütsüz mukalli­ didirler. Biz yukarıda anlattığımız gibi yeni bir me­ deniyet hayatı ibda edeceğiz. Hakiki kıymetleri arı­ yacak, bulacak vve terviç edeceğiz. O halde içtima-· iyatta öteki vatandaşlarımızın bizden daha müsait bulunduğu yalancı bir hakikatmış. Yeni hayat b aş­ kalarını parlak ve bizi sönük gösteren bu gibi ya­ lancı hakikatlerin foyalarını meydana koyacak. Gösterecek ki Avrupa medeniyetleri çürük, hasta, müteaffin esaslar üzerine istinat etmiştir. Bu me­ deniyetler inkıraza, izmihlale mahkumdur. Hakiki medeniyet ancak yeni hayatın inkişafiyle başlıya· cak olan Türk medeniyetidir. Türk ırkı diğer ırklar giıbi ispirtoyla, sefahatle bozulmamıştır. Türk kanı şanlı muharebelerde çelikleşmiş, gençleşmiştir. Türk zekası başka zekalar gibi tefessühe baş­ lamamış, Türk hassasiyeti başka hassasiyetler gi­ bi kadınlaşmamış, Türk iradesi başka iradeler gibi zayıflamamıştır. İstikbalin hakimiyeti Türk şeki­ mesine mev'uttur. ***

Alman filozofu «Nietzsche'»nin tahayyül etti­

ği fevkalbeşerler Türklerdir. Türkler her asrın ( ye­

ni insanları) dır. Bundan dolayıdır ki yeni hayat bütün gençlerin anası olan Türklükten doğacaktır. İşte Genç Kalemler'in yedi sekiz sene evvel or­ taya attığı cereyan budur. Budur sonra nasıl şekil­ ler aldığını gelecek makalelerde göstereceğiz. Ziya GÖKALP

(1) Yeni Mecmuanın 25 inci sayısının 481 485 inci sayfaları yayınlandı. (27.12.1917). Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp, _adlı eserinin 31 - 41 inci sayfalarında yer aldı. Biz Yeni JJiec-

- 50 -


içtimaiyat

:

TÜRKÇüLÜK NEDİR ? ( 1) - 2 Birinci makalemizde, yedi sekiz sene evvel neş­ redilmiş olan (Y eni Hayat) ünvanlı makaleyi ay­ nen nakletmiştik. Bu makaledeki mübheın fikirler, zaman geçtikçe, daha vazıh bir şekil almaya b aşla­ dı. Mesela orada, ibü taraftan hakiki kıymetlerin aranılması, diğer taraftan yeni bir Türk medeniye­ tinin ibda edilmesi aynı maksat suretinde görünü­ yor. Hatta (Hakiki medeniyet ancak yeni hayatın inkişafiyle başlayacak olan Türk medeniyetidir. ) cümlesi bu telakkiyi bariz bir surette gösteriyor. Böyle bir fikir tabii ( şoven) bir noktai nazardır. Fakat, her cereyan başlangıcında biltabii müfrit bir şekilde meydana çıkar. Zaman geçtikçe beynel­ milel medeniyetle milli harnın ayrı ayrı şeyler ol­ duğu taayyün etmeğe başladı. Anlaşıldı ki yeni ha­ yatçıların ibda etmek istedikleri hakiki kıymetler bütün milletlere şamil olacak beynelmilel tel&kki­ ler d eğil, belki Türk milletine mahsus milli görüş­ l erden ibarettir. Aynı zamanda bu kıymetler mille-

mua'daki ile karşılaştırdık, bazı ufak farklar oldu­ ğundan aslına sadık kaldık. (12) Yeni lJfecmua'da (biriyle) kelimesi var. (3) Yeni Mecmua'nın 483 üncü sayfasında araya üstte üç yıldız işaretiyle ayrı manada bir cümle mürettip hatası olarak tekrar yazılmış. « Ye­ ni hayatı gaye ittihaz edenler, bu hakiki kıymetle­ ri aramak ve onlara revaç vermek mecburiyetinde­ dir.» Bu cümleyi asıl metne almadık. -

-

- 51 -


tin ruhunda gizli iştiyaklar suretinde mevcut oldu­ ğu için yalnız keşfedilmeleri lilzımgelir. Binaen­ aleyh onları ibda:ı çalışmak fikri de doğru değildir. Bu mesele tavazzuh ettikten sonra, yeni hayatın (milli hayat) demek olduğu kendiliğinden meyda­ na çıktı. Burada denilebilir ki ( milli hayat) y aşanilan hayattan ibaret ise, bunu derin derin aramağa ne lüzum var ? Mevcut bir şey k€şfolunmazsa da mev­ cuttur. Şuursuz bir surette y aşanılan mefkureler şuurlu bir halde meydana çıkmasa da, hayatta mü­ essirdir. Filhakikaten, biz aradığımız milli hayatı, mil­ letin vicdanında şuursuz bir surette mevcut telak­ ki ediyoruz. Bu şuursuz vicdanı şuurlu bir hale ge­ tirmeğe (Türkı;; ülük) namını veriyoruz. Eğer mille­ timize şuurlu olarak başka irfanlar arzedilmemiş olsaydı, şuursuz vicdanımız hayatımızda yegane ha­ kim bulunacağı için, müli vicdanı şuurlu bir hale getirmeğe büyük bir istical göstermemiz vacip o l­ mıyacaktı. Fakat, bir taraftan milli vicdanımız şu­ ursuz bir halde uyurken, diğ·er taraftan pes-zinde, yahut ecnebi, yani her iki şekilde de g ayri milli olan irfanlar milli şuursuz suretinde hayatımıza hakim bulundukça, bu harekete istical göstermemek bli"� yük bir günahtı. Meseleyi daha vazıh bir surette münakaşa ede­ lim : ( Türkçülük) hareketinden evvel memleketi­ mizde biribirine hasım olan iki irfan, (Ümmet ir­ fanı) ile (Tanzimat ü>fanı) mevcuttu. Bu iki irfan Türk münevverlerinin ruhunda yekdiğeriyle çarpı­ şıyordu. Halbuki bu irfanların ikisi de bu zamanki Türkün samimi hayatına makes değildi. Çünkü bu iki irfanın mütekabil tedris�ahları olan ( M edrese) ile ( Mektep ) hariçte, Osmanlı Türklüğünün teşek­ külünden çok .:aaman evvel, müteşekkil olarak mev-

- 52 -


cuttu. Osmanlı Türklüğünün vücuda getireceği bir hars kendi sinesinden doğmalı idi ki milli mahiye­ ti haiz olabilsin. Eğer enderun irfanı serbest bir in­ kişa.fla memleketi n muhitinde yayılmış ve halkın ruhuna k a d a r kök salrnıs olsaydı, belki bize göre milli bir tedris.ı:;fıh vü cude gelmiş olurdu. Halbuki Tanzimatın ilk lr. '.lreketi, esasen ümmet irfaniyle ka­ rısık ol an enderun terhivesini ortadan kaldırmak o l du . Görülüyor ki Türkler son zamanlarda asri ve milli bir h ay at yaşamaya başladıkları h alde, asri o lmayan ümmet irfanı ile, mill i olmayan Tanzimat irfanının ga,vri t ab ii mü rebb il i ğ i a l tı nd a k a l m ay a mahkum �lr n uştu. J\!fekteplerde bu iki irfan hiç te­ lif ve tevkif edilmeden. sun'i olarak yım yana ya şa­ tı l ıyo rd u . Terkip melekesine malik gen çl e rin ruh­ larında bu iki irfanın tenakuzları meydana ç ık ıyo r, gençlik aleminde ruhi buhranları vücude getiriyor­ du. Bu irfanm ikisine de med eni v e t :ı;ıamı veriliyor­ du. Tü r klük birbirini kati' surette reddeden bu iki medeniyeti telif ve tevkif etmeden, ruhnnda taşı­ m am ağa m ahkümdu. Halbuki ananevi kelimelerin ve kanaatlerin t e si riyle birbirine düşman gibi gö­ rünen bu iki ruhiyat, hiç te gavri bıbili t el if değil­ di. Bir kere ortada yalnız milli bir harsla beynel­ milel bir medenivet su:retivle iki irfan dairesi mev­ cuttu. Ümmet i rfanı din ·namivlıt milli harsın bir unusurunu teşkil ediyordu. Türk milleti müslüman olduğu için islam dini. tabii, Türk harsının mühim bir unsuru olarak daima kalacaktı. Demekki üm­ met irfanı ile m ill i hars anı sında bir tenakuz bu­ lunmak şövle dursun, bilaki� d in , milli harsın men­ haını teskil ettiği kin, b u !ki unsur arasında sıkı bir tesanüt mevcuttur. Milli hars ile Tanzimat irfa­ nı, yani Avru p a medeniyeti arasında da hiçbir ta­ arruz mevcut olamaz. Birbirine muarız olacak kuv­ vetler aynı neviden kuvvetlerdir. Mesela şark me,

,

_

53

_


deniyetiyle garp medeniyeti birbiriyle kabili telif değildir. Bunlar arasında bir taaruz olduğu için, bir millet bu ikisini nefsinde cem edemez. Çünkü bir insan nasıl iki dine mensup olamazsa, bir millet te iki medeniyete dahil bulunamaz. Bundan dolayı­ dır ki Turkler, ya büsbütün şark medeniyeti dahi­ linde kalmak, yahut tamamiyle garp medeniyetine intisap etmek mecburiyetindedir. Mamafih, Türk milleti, garp medeniyetine intisap etmek mecburi­ yetindedir. Mamafih, Türk milleti, garp medeniye­ tine girmekle milli hayatından hiçbir şey kaybet­ mez. Çünki milli hayat-ki milli kıymetlerin mecmu­ udur-hars namını verdiğimiz milli irfan dairesinde tamamiyle müstakil olarak mevcut kalır. Bu suret­ le ruhumuzda garp medeniyeti ile Türk harsı yan yana geldiğ'i zaman aralarında hiçbir çarpışma hu­ sule gelmez ve bu beraberlikten hiçbir gençlik buh­ ranı doğmaz. Türkçülük bu neticeye vasıl olmadan evvel, ümmetçiler harsın, tanzimatçılar ise medeniyetin sahte mümessilleri idiler. Evet, ümmetçiler eski harsın sahte mümessilleri idi. Çünkü İslam dini halka kadar nüfuz ve intişar ettiği halde, ümmet irfanı halka kadar inmeyerek, yalnız arapça ve a­ cemceye vakıf olanlara münhasır kalmıştı. Binaen­ aleyh ümmet irfanından dini hayatı istisna eder­ sek mütebaki.sine hars namı verilemez. O halde, ümmet irfanı içinde milli harsa dahil olabilecek yalnız dini hayattır. Bundan dolayıdır ki ümmet irfanı Avrupa medeniyetiyle kabili telif olmadığı halde, İsl&m dini bu medeniyetle kabU te­ liftir çünkü ümmet irfanı, dini, örf ile beraber ta­ havvül ve tekamül eden bir hayat olarak kaıbul et­ meyerek onu örfün muayyen bir zamandaki tebel­ lüründen ibaret olan fıkıha irca ettiği ve kendi nef­ sini de dinden başka diğer irfan unsurlarını camit -

54

-


tam bir medeniyet mahiyetinde addeylediği için, Avrupa medeniyetiyle ve asrın müsbet ilimleriyle itilaf edemezdi. Evet, tanzimatçılar da asri medeniyetin sahte mümessilcileri idiler. Çünkü Arap medeniyeti hiç­ bir milletin hususi harsını inkar ve ifnaya çalışma­ dığı halde, tanzimatçılar bütün irfanı beynelmilel olan medeniyetten ibaret zannederek milli harsı ta­ mamiyle ihmal ettiler. Bundan başka tanzimatçıla­ rm. anladığı. Avrupa medeniyeti, Beyoğlu ıa.vanten­ lerinin medeniyet telakkisinden bir karış ileri geçe­ miyordu. Tanzimatçılar Avrupayı ancak tatlı su frenklerinin gözleriyle görebiliyorlardı. Binaenaleyh Avrupanın bilhassa zahiri yaldızlarını ve süse, se­ fahate ait nakiselerini taklid ederek Avrupanm ilmi usullerini, felsefi telakkilerini, bedii ve ahiaki endişelerini hakkıyle temsil etmeğe kat'iyen çalış­ mıyorlardı . (2) . Kuvvetli bir surette iddia edebiliriz ki, hakiki medeniyetçiliğin zuhuru için evvelemirde hakiki harsçıbğın meydana çıkması lazımdı. Çünkü mede­ niyet zümresi, hars zümrelerinin yani milletlerin vücuda getirdiği bir cemiyetler cemiyetidir. Mede­ niyet, milli harsların müşterek noktalarının mec­ muu olduğu için evvela her haıısın kendisini diğer harslardan ayırması ve sonradan da diğer harslar­ la iştirak ettiği beynelmilel unsurları araması ga­ yet tabii bir tertiptir. Milletlerin beynelmilel mef­ kuresinden evvel milli mefkurelere gönül bağlama­ ları ve ancak milli harsların kıymeti tamamiyle an­ laşlldıktan sonra bir ( Milletler Cemiyeti) tasavvu­ runun mümkün olabilmesi buna bir delildir. Milli­ yet mefkuresinin hakimiyetinden evvelki kozmo­ politlikle bugünün milliyetler hukukuna istinad e­ den beynelmilliyetçiliği birbirinin tamamiyle zıd­ dıdır. Bugün Avrupada eski zamanlarda olduğu gi-

- 55 -


bi tam manasıyle bir kozmopolit görülemez. Avru­ pada her ferd evvela milletçi, sonra beynelmilelli­ yetçidir. Bizde ise henüz milliyetçiliğin kıymeti hakkıyle anlaşılamadığı için beynelmileliyetçilik fikri yerine kozmopolitlik hayali batılı revaçtadır. Yine Avnıpada her ferd, evvela harscı, sonra me­ deniyetçidir. Çünkü bir adam harscı olduğu nisbet­ te medeniyetin mahiyetini anlayabilir. Bizde ise henüz harscıların mikdarı gayet az, medeniyetçilik te ancak doğmak üzeredir. Tanzimatçıların mede­ niyet namını verdiği şey, metodsuz bir irfanla sis­ temsiz bir umranın halitasından ibarettir. Namık Kemal «Barikai hakikat müsademei efkardan çıkar» demişti. Ümmet irfanı ile Tanzi­ mat irfanının, zekaları terkipçi olan bir takım genç­ lerin ruhunda (Passif) bir halde kalmıvarak, bir­ birivle tesadüm etmelerinden elbette bir hakikat harikası fırlavacaktı. İşte ümmet irfanı yerine mil11 harsı ve Tanzimat irfanı yerine asri medeniveti ikame eden Türkçülük cereyanı coktan beri bekle­ nen bu hakikat harikası idi. Türkçülük, Türkler icin

doijru duumak ve doiiru düsünmek 'J!Oludur. Doiiru duymak. kıumet hükümlerinde hata etmemek, doğ­ ru düsünmek ise se'ni11et hükümlerinde isabet ey­ lemektir. Dini. ahlaki, bedii kıymet hükümleri biz­

den ancak doih'u duvmağı ister. İlmi', fenni'. sınai fikirler ise doğru düsünme!!i talep eder. Nefsi duy­ guların ( Milli) ve sev'i fikirlerin · (beynelmilel) ol­ masına binaen ferdin doi:!ru duvması kendi milleti ,ı?ibi his etmesi demektir. Doil'ru düşünmesi ise bü­ tün insanivetle beraber ilmi usule tab'an muhake­ me etmesinden ibarettir. Bedii' ıs anatkfi.rlar, ahlaki kahramanlar ve hadsl' filozoflar güzidelerin duvan­ lar kısmını teskil ettikleri icin, nekadar milletleri gibi hissRderlerse. vazifelerini o kadar iyi yapmış olurlar. Alimler, mütefenninler ise münevver taba-

- 56 -


kanın düşünenler hizbini teşkil ettiklerinden ne kadar şey'i ve lamilli bir surette muhakeme eder­ lerse, vazifelerini o kadar mükemmel ifa etmiş olur. (Yeni hayat) makalesinde siyasi inkılabın kuvvet-fikirlere istinat ettiğini, içtimai inkıiabm ise kuvvet-hislerden doğacağını söylemiştik. Filha­ kika ısiyasi inkılap, her memlekette beynelmilel ye­ ni hukuk nazariyelerinin intişarından doğmuştur. Yani siyasi inkılap, medeniyetin ve medeni terak­ kinin bir tecellisinden ibarettir. İçtimai inkılap ise, her milletin hayatta olan kıymetlerinin kitaplarda­ ki kıymetlere tefevvuk ederek onların makamına kaim olmasıdır. Bu ise milli harsın suurlu bir hale gelerek ananevi ve taklidi irfanların yerine kaim olmasından ibarettir. Milli harsı terkip eden kıymet duygul arı, ruhlara vecd ve galeyan verdiği için «kuvvet-hisler» tabirine masdaktır. Halbuki mede­ niyeti teskil eden ilmi ve fenni mefhumlar, kendi ba.şlarma hiçbir vecd ve galeyan telkin etmeyen ba­ rid hakikatler oldukları için «Gölge-fikirler» mahi­ yetindedirler. Bu gölge-fikirler ancak bir milli har­ sın kuvvet hisleriyle birleştikten sonra, «kuvvet fikirler» mahiyetini alabilirler. O halde, medeni unsurlar milli hars tarafından kabul edilmedikçe, milletin havatına g-eçemez. Avrupa ilimleriyle fen­ lerinin milli örfümüz tarafından kabule mazhar ol­ madıkca mektenlerimize ve hayatımıza girememe­ si buna bir delildir. İşte bundan dolayıdır ki bir millet, harslılaşmadıkca medenileşemez. Medeni­ yet bir nebattır ki ancak milli hars üzerine asılan­ , d ıktan sonra yemiş verebilir. Tanzimatcılar, milli harsı teskile çalışmadan, Avrupa medeniyetini al­ mağa çalıştıkları için muvaffak olamadılar. Türk­ çüler ise hu halden ders aldıklarına binaen milletin evvela tahrisi, sonra temeddini lazım geldiğini an­ ladılar. Binaenaleyh bundan sonra Avrupanın medeni fikirleri bizde. «Gölge-fikirler» halinde kal_

57

_


mıyacak, «Kuvvet-fikirler» şeklinde olacaktır. Çün­ kü milli harsın «Kuvvet-hislerine» asılanacaktır. Binaenaleyh Türklerin yakın bir istikbalinde, müs­ bet ilimlerin mecmuu olan medeniyet, bir kuvvet fikirler manzumesinden, milli mefkürelerin ve mil­ li kıymetlerin mecmuu olan hars da, bir kuvvet-his­ ler nazariyesini ortaya attığı zaman bunların ikisi­ nin de mutlaka içtimai olduğunu anlayamamıştı. İçtimaiyat ilmi bize bunların yalnız içtimai olduğu­ nu göstermekle kalmıyor. Aynı zamanda kuvvet hislerin milli ve kuvvet-fikirlerin -milli harslar ta­ rafından kabul edilip millileşmeleri şartiyle-bey­ nelmilel olduğunu da isbat ediyor. İşte görülüyor ki, Türkçülük evvela ( Yeni Ha­ yat) namıvle felsefi ıhir cereyan suretinde başlamış ve bilahare içtimaiyat ilminin vasıl olduğu netice­ ye kendi kendine ulaşmış hayati bir harekettir. Bu müşterek netice, yukarıda izah edildiği veçhile in­ sanı irfanın milli hars ile beynelmilel medeniyetten mürekkep olması ve insaniyetin müstakil milletle­ rin (federasyon) undan husule gelecek beynelmilel bir cemiyete doğru gitmesidir. Ziya GÖKALP

(1) Yeni Mecmua'nın 10 Ocak 1918 tarihli, ikinci cildinin ilk sayısı olan 27 inci sayısının 1-3 üncü sayfalarında, 1çtimaiyat başlığı altında «Türkçülük Nedir» adiyle yayımlanmış ve 2 numa­ rayı almış makaledir. (2) Günümüzde bile batının medeni ve ilmi, ciddi tarafları, emek isteyen işleri ilgi duyulup be­ nimseneceğine, bazı çevrelerde sefahat, rezaıet, gösterişçilik, bayağılık ve ikiyüzlülükle dolu sosye­ te, kumar, kokteyl partileri, sarhoşluk ve şehvet taklitleri, birkaç yabancı ad ve ,birkaç cümle ezber­ lemekten öteye geçmeyen sahte bilginlik, şarlatan­ lık pozları daha ziyade rağbet görmektedir. - 58 -


lçtimaiyat

: -

3

-

TÜRKÇÜLÜK NEDİR ? Türkçülük cereyanının mahiyetini anlamak için, gençlik buhranını tetkik etmek lazımdır. (1) . Gençlik buhranı bir mecmuadır. Bu mecmuayı (Din buhranı) , (Ahlak buhranı) , (Lisan buhranı) , (Sanat buhranı) ilah gibi hususi buhranlara tefrik edebiliriz. Gençlik arasında din buhranının doğmasına sebep, bir taraftan mekteplerde din terbiyesi veren­ lerin hakiki islamiyeti bilmemeleri, diğer cihetten de müsbet ilimleri okutan muallimlerin ilimlerin künhüne vakıf olmamaları, yani, filozof bulunma­ malarıdır. Gençlik bu iki tesir altında düşünmeye başlayınca zaruri olarak, bir taraftan dinle akıl arasında, diğer cihetten dinle örf arasında itilafsız­ lık olduğuna kani olur. Çocuk mektebe gitmeden muvazeneli bir ruha maliktir mektep haricinde büyüyen tahsilsiz genç­ ler de daima muvazeneli kalırlar. Halbuki ruhunu yüroseltmek, zekasını nemalandırmak için mektebe devam eden gençler, tahsile olan aşkları nisbetin­ de muvazenelerini kaybetmeğe mahkumdurlar. Çün. kü orada bazı din muallimlerinden hem akla, hem de örfe muhalif sözler işitecekler, bazı ilim mualim­ lerindense yine hem örfe hem de dine uymayan fi­ kirler öğreneceklerdir. Halbuki beri yanda da aile ve cemiyet muhitleri onlara, ruhun en derin hisle­ rine kadar nafiz olan canlı örfleri nefhetmektedir. Din, akıl, örf ; ruha hakim olan bu üç kuvvet, genç­ lerin kafasında biribiriyle imtizaç edemez bir hale - 59 -


gelince, gençlik buhranı gayet tabii olarak doğar. Gençlerin din buhranına uğramalarını, onların ha­ fifliklerine, laubaliliklerine atfetmek doğru değil­ dir. Bilakis, h afif ve laubali olmayan gençlerdir ki bilhassa bu buhrana uğramışlardır . Hafifler ve lau­ baliler, bu üç kuvvet arasında tenakuz olup olma­ d ığını bile hissetmezler, hatta hissetseler de üçüne birden omuz silkmekten çekinmezler. Din buhranı­ nı geçirenler dinin itikatlarını ceffelkalem inkar edenler değ-il, bilakis, ruhundaki çarpışmalara rağ­ men onlardan hiç (2) bir suretle vazgeçemiyenler­ dir. Münkirler, bir eşi h ayvanlarda da mevcut olan hodgamlığa müstenit bir ruh muvazenesine malik bulunurlar. Muvazenesizler, yani buhranlılar inan­ mak ihtiyacını duydukları halde, hislerinin yahut akıllarının isyamyle iman buhranı içinde k al anlar­ dır. İnanmak yahut inanmamak insanın elinde ol­ mayan birşeydir. Çünkü insanm inanacağı bir hü­ küm ya bir (kıymet hükm ü ) yahut bir (şeniyet hükmü ) dür. Kıymet hükümlerinde hakim ( Örf) , şeniyet hükümlerinde ise hakim ( akıl) dır. Bina­ enalevh, ne örfe muhalif bir kıvmet hükmüne, ne de akla miibavin bir şeniyet hükmüne inanmak miimkün değildir. Diğer taraftan da birçok ananeler, kendilerini dinin avrılmaz birer unsuru suretinde g-östermiı;ıler­ dir. Halbuki yalnız din! hadiseler deiYil, bütiin içti­ mai' hadiseler s ab ı k batınlardan Iahik batınlara ( anane) suretinde intikal eder. (Veraset) uzvi ha­ disel�rin nasıl bir intikal amili iı:ıe, anane de icti­ mai hadiselerin umumi bir intikal makanizmasıdır. Yalnız, itikat ve ibRdet tarzları dei!i l , dinle hirbir alakası olmıvan bedii. iktisadi'. Ilsani, fenni mües­ seseler de anane tarikivle intikal eder. Cemivetin müteakip hatınları arasındaki (temadi = continu­ ite ) yi husule getiren ananedir. Hatta, içtimai ha-

- 60 -


<liseleri tarif için ( anane tarikiyle intikal eden ru­ hi hadiselerdir) demek gayet doğru olur. Çünkü ananevi olmıyan hiçbir içtimai hadise olmadığı gi­ bi, içtimai mahiyette bulunmıyan hiçbir ananevi hadise de yoktur. Demek ki bu tarif muarrefinin hem efradını cami, hem de ağyarını manidir. İşte, ananenin medlulü bu kadar şumullü oldu­ ğu halde yukarıda dediğimiz veçhile, birçok ana­ neler, galat olarak dinin layetegayyer esaslarından addoluııurlal'. Bunun sebebi ise, din gibi ananelerin de hem ecdattan kalma hem de muhterem olma­ sıdır. Birçok ananelerin esasen dini bir mahiyeti haiz olmadıkları halde, dinin esaslarından addedil­ mesi, bir taraftan dinle örfün, diğer taraftan din­ le aklın biribirine muhalif görünmesini intaç ede­ bilirdi ; işte, hakiki islamiyeti bilmeyen bazı mual­ lerin akla yahut örfe muhalif ananeleri dine men­ sup göstermeleri gençlerin zihnini şaşırtan en bü­ yük amil olmuştur. Halbuki İslam dini akla yahut örfe uymayan hükümleri kabul etmemeyi kendisine esas ittihaz etmiştir. İslam dini, şeniyet hükümlerinden bahse­ den ilmine (kelam) , kıymet hükümlerinden bahse­ den hükümlerine (fıkıh) namlarını vermiştir. Ke­ ıamın esası olarak şu kaideyi görürüz : «Bir itikat meselesinde akıl ile nakil tearuz ederse nakil akla göre tevil olunur. «Demek ki İslamiyet itikatlarda yani şeniyet hükümlerinde ( akl) ı hakim addediyor; zp,hirde akla uymaz gibi görünen ayetlerle hadisle­ rin akla muvafık bir surette tevilini istiyor. Fıkıh­ ta -ise (İmam Ebu Yusuf) a istinat eden bu esaslı kaideyi görüyoruz : «Örften mütevellit naslarda is­ tibar örfedir . » Demek ki İslamiyet, ameli ahkamda yani hüsün ve kıbıh hükümlerinde de ( örf) ü ha­ kim addediyor. Hüsün ve kıbıh hükümleri bugünkü ısblaha göre (kıymet hükümleri) demektir. Müs·-

61 -


bet içtimaiyat ilmine göre de kıymet hükümlerin­ de hakim örftür. İslamiyetin bu hakikatta müsbet içtimaiyatla birleşmesi dinimiz için gayet ehemmiyetli bir maz­ hariyettir ki örfün bu sahadaki hakimiyetini müey­ yit olmak üzere Kuranı Kerim'de (örfü emrediniz) (marufu emr ve münekkiri nehyediniz) suretinde­ ki kat'! emirlerin mevcudiyetini görürüz. İslamiyetin bu iki ,kaidesi bize gösteriyor ki bu din yalnız bu günkü akl ile örfe muvafık olmakla kalmıyor. Belki kıyamete kadar vücude gelecek her türlü içtimai hayatların doğuracağı müsbet ilim­ ler ve içtimai örflerle hemahenk kalacağını da te­ min etmiştir. Hiçbir din, İslamiyet kadar bütün za­ manlara ve bütün milletlere kabili tatbik değildir. Çünkü, Şeniyet hükümlerinde zamanın aklını, kıy­ met hükümlerinde ise milletlerin örfünü esas ola­ rak kabul eden yalnız İslamiyettir. Katolik dini bu iki kaideyi kabul etmediği için bu asrın m�deniye­ tiyle itilaf edemedi. Budda dini, budistlerin asrileş­ melerini kat'i bir surette mani olmaktadır. Halbu­ ki İslamiyette, yukarıda izah ettiğimiz veçhile, (zamanın tağyiriyle ahkamın tağyiri) kahil oldu­ ğundan, Müslüman milletlerin asrileşmesine hiçbir mani yoktur. Geçen ,sene Tanin de neşrettiğimiz (İslamiyet ve asri medeniyet) ünvanlı makalelerde (bu maka­ leler fransızca olarak La pensee turque mecmua­ sında da intişar etmiştir.) bu meseleyi mufassalan teşrih etmiştik. 9rada gösterdiğimiz veçhile, hıris­ tiyanlık, ancak Islamiyetteki esasları taklid ede­ rek ( protestanlık) namiyle yeni bir şekil aldıktan ,sonra a:sri medeniyetle itilaf edebilmiştir. Bundan dolayıdır ki Avrupa milletleri içinde -halk sınıfı ile münevver sınıfı beraber olarak- asri bir millet hayatı yaşayanlar yalnız Protestan milletler yam

_, a� ,.......,


haberleri olmadan İslamlaşmış cemiyetlerdir. Çün­ kü yalnız bu cemiyetlerde, münevverler halk gibi dindar, halk da münevverler gibi hürriyetperver­ dir. Halbuki, Katolik milletlerde, hürriyetperver o­ lan münevverler dindarlıktan, dindar olan halk ise hürriyetperverlikten tamamiyle mehrucdur. İslam aleminde ise münevverlerin dindar ve dindarların hürriyetperver olması gayet tabiidir . Bunun iÇin yegane şar, İslamiyetin doğru bir gözle görülmesi­ dir. Mütefekkirlerimiz doğru duymağa ve doğru düşünmeğe başladıkları gün artık gençlik alem�n­ de din bulıranına imkan kalmıyacaktır. Çünkü, Is­ lam dini ne beynelmilel olan (akıl) ile, ne de mil11 olan (örf) ile hiçbir vakit ihtilaf halini alamaz. Avrupa'da, asırlardan beri çalışıldığı halde halle­ dilememiş olan (niza-ı ilm-ü din) meselesi, biz.im dinimizde ilk gündenberi halledilmiştir. Görülüyor ki gençlik buhranına uğrayan genç ruhlar Tanzi­ mat mütefekkirleri gibi din meselesine lakayit kal­ mamışlar, bilakis, dinin en münevver tabakalar arasında bile mahfuziyetini temine çalışmışlardır. Filhakika, dikkat edilirse görülür ki bizde dini tet­ kiklerin başladığı gündenberi vaktiyle İslamiyete karşı !akayit ,bir vaziyet alan gençler şimdi ekseri­ yetle Islamiyetin muhib ve ihtiramkarı olmuslar. dır. Bir millette münevver tabakanın dinda;lığa meyletmesi gayet ehemmiyetli bir hadisedir. Çün­ kü bu hal, milletin birbirine karşı lakayit iki taba­ kaya ayrılmasına mani olacağı gibi bir taraftan halkın (ilme doğru) , diğer taraftan münevverlerin (halka doğru) gitmelerini de intaç edecektir. Bu­ gün, memleketimizde, bu iki feyizli hareketin de başlamak üz �e olduğunu görüyoruz. Mamafih, Islam dininin akıl ile örfe istinat etti­ ğinin meydana çıkması, yalnız, din buhranına bir ilaç temin etmekle kalmadı. Aynı zamanda bir ta-

- 63 -


raftan (beynelmileliyet) fi;}<:rinin, diğer cihetten (milliyet) mefkuresinin dini bir kıymet iktisap et­ mesine de sebep oldu. Çünkü, mademki, (akıl) ve bunu temsil eden ( müsbet ilimler) .beynelmileldir, o halde, biz müşterek bir dine malik olan İslam ce­ maatinden başka, bir de müşterek bir akla malik bulunan beynelmilel bir medeniyet zümresine men­ subuz. İslamiyetin, « ilim Çin'de bile olsa arayınız ! » ·buyurması, bize aklın ve ilmin beynelmilel olduğu­ nu gösterir (hikmet mümünin kaybolmuş malıdır, onu nerede bulursa almalıdır ! ) nassı da bu haki­ kati gösterir . Dindaşlık bizi bir İslam zümresine it­ hal ettiği gibi ilimdaşlık da bizi bir medeniyet züm­ resine intisap ettirir. O halde, bunlar gibi, örfdaşlık da örfleri müş­ terek olan ferdlerden hususi bir mahiyeti haiz yeni bir zümreyi neden teşkil etmesin? Örfün miyarı (vecd = enthousiasme) dir. Bir amelin icrası cemiyetin ruhunda vecd denilen me­ serretli galeyam doğuruyorsa o amel (maruf)dur, bilakis mevcut vecdi izfüe ediyorsa (münker) dir. .

Binaenaleyh örfü şu suretle

tarif edebiliriz :

Örf, cemiyetin ruhuna vecd veren kaidelerdir. Me­ sela sancağımızda ki (hilal) ile (kırmızı renk) in esasen dini olarak hiçbir kudsiyeti yoktur. Fakat bu iki aıamet, bizde içtimai bir vecid uyandırdıkları için, bugün, cemiyetimizin mukaddes timsalleri hükmündedirler. Demek ki bir şeyin (mukaddes), (iyi) ' (ğuzel) olması için ruhlarda dini, ahlilki, yahut bedii bir vecid husule getirmesi lazımdır. Dini bir vecid husule getiren şeylere ( mukaddes) , ah­ laki hir vecid doğuran şeylere (iyi) bedii bir v ecid tevlid eden seylere (güzel) sıfatları tevcih edilir. Örfün miyarı vecid olunca, bunun da vecid gi­ bi müşahhas bir cemiyete ait olması Iazımdır. Çün­ kü, vecid ancak muayyen zamanlarda tecemmü e-

- 64 -

c'


den ve aralarında daima surette içtimai rabıtalar bulunan bir zümreden husule gelir. Böyle bir züm­ renin haiz olduğu ( tesanüt) , esasen ferdlerine ver­ diği vecidlerden ibarettir. Ferdler, cemiyet hayatı yaşarken birçok fedakarlıklar icra etmekle mükel­ leftir. Cemiyetin kendilerinden bu fedakarlıkları istemesine, ruhlarını daima bir takım vazifeler do­ layısiyle ezalara maruz bırakmaısına rağmen, ferd­ lerin c emiyet hayatını sevmeleri, içtimai hayattan duydukları bu vecid sayesindedir . Aile muhabbeti­ nin, meslek tesanüdünün, vatan aşknın menbaı, bu zümrelerin içtimai hayat tarikiyle ferdlerine ver­ dikleri vecidlerdir. Ohalde, örfü « içtimai tesanüdü takviye eden kaidelerdir» diye de tarif edebiliriz. Yalnız, bir kaidenin, tesanüdü takviye edip etme­ mesi, cemiyetin vicdanında vecid doğurup doğur­ masiyle tayin edilebilir. Örf, müşahhas bir cemiyetin vicdanındaki ve­ cidle tayin olununca, örfün milli olduğu hakikati de meydana çıkar. Çünkü müşahhas bir cemiyet demek, beraber yaşıyarak müşterek bir lisana ma­ lik olan bir zümre demektir. Bu zümrenin ismi ise ( millet) tir. Duyguların ve fikirlerin nakil vasıtası Usan olduğu için, bir cemiyetin aynı lisanla müte­ kellim olması zaruridir. Millet ise esasen aynı li­ sanla konuşan bir zümre demektir. Örfün dini, ahlaki, bedii şekilleri olduğu gibi lisani, iktisadi, hukuki nevileri de vardır. Hatta, müsbet ilimler ve sınai fenler bile, örf tarafından kabul edilmedikçe, yani cemiyetin vecdini ihlal eder bir vaziyette bulundukça cemiyetin hayatına gire­ mez. Örfe dahil olan yani cemiyete vecid veren kai­ delerin mecmuuna hars denilir. Örf dahilinde bu­ lunmıyan,. yalnız omın tarafından kabul edilen ya­ ni cemiyetin vecdini ihlal etmediği halde ona ma­ kul görünen fikirler ve ameliyeler de o cemiyetin - 65 -


harsına uygun bir ( medeniyet) manzumesi teşkil eder. Bu medeniyet esasen beynelmilel olduğu hal­ de, milllleşmiştir. Halbuki, har:::;, cemiyetin ruhuna vecid veren fikirlerin ve ameliyelerin mecmuu ol­ duğu için, esasen millidir.

İşte görüyoruz ki akıl ile örften ( beynelmileli­ yet ) ve (milliyet) namlarıyle iki zümre doğduğu gibi, ( medeniyet) ve ( hars ) namlarıyle iki irfan da husule gelir . 1 slamiyet şeniyet hükümlerinin akla, kıymet hükümlerinin örfe muvafakatını şart ola­ rak kabul ettiği için, gerek bu iki zümre ile, gerek onların hususi irfanları ile itilaf h alinde dir . ,

O halde, bazı mütaassıpların, isıam dini filli­ yetle yahut garp medeniyeti ile itilaf edemez de­ meleri doğru değildir. İslamcılık, Türkçülük, mede­ niyetçilik : Bu üç mefkure Türklerin ne için yaşa­ mağa salih olduğunu gösteren üç büyük kuvvet menbaıdır. Bu mefkureleri ahenktar bir su rette takibettikçe, Türkler yalnız harici sademelere kar­ şı mukavemetli olmayacak, müshet bir surette de ha�s ve medeniyet sahalarında harikalar göstere­ cektir.

Ziya

GÖKA L P

(1) Yeni Mecmua C. II, Nu. ZıJ, 124/1 /1918, Sf. 41 . 44. (2) Metinde 'bir) kelimesi mürettip hatası olarak atlanmıs, olacak. 1çtimaiyat : - 66 -


- 4 -

'I'ÜRKÇÜLÜK NASIL DOGD U '? Bazı kimselere göre, ( Türkçülük) tabii olarak doğmamış, sun'i bir surette meydana getirilmiştir. Milli teceddüdümüzün tarihini -velev gayet muhta­ sar olsun_ bilenler bu iddiayı esassız görmekte te­ reddüd etmezler. Bence, Türkçülük, insanın içtimai tabiatında esas olan üç temayülden doğmuştur. Bu temayüller son asırda içtimai vicdanımızda yeni bir tarzda oynanan ( doğru ) , ( güzel ) , ( iyi) mefkurele­ rinden ibarettir. Başka tabirlerle söyleyeyim : Türklük mefku­ resi, ilimcilik, sanatçılık, ahlakçılık cereyanların­ dan doğmuştur. Bu üç cereyanın ne suretle Türk­ çülüğe ulaştığını tetkik edelim. (1) İlim cereyanı. - Memleketimizde ilk da­ rülfünun açıldığı zaman, Ahmet Vefik Efendi ( ki sonradan p aşa olmuştur) ( Hikmeti Tarih) müder­ risi idi. Meşgul olduğu tarih ve lisan ilimleri bu za­ tı, Osmanlıların Türk Milletinden bir şube, Osman­ lıcanın da Türk lisanından bir lehçe olduğu haki­ katlerine erdirmişti. Bu duygunun sevkiyledir ki şark Türkçesiyle yazılmış en mufassal Türk tarihi olan Ebülgazi'nin ( Oşal Şecere-i Türki) sini -kendi tabirince- ( İstanbul Türkçesine) ne tahvil etmiş, ayni zamanda, Osmanlı Tiirkçesinin Çağatay ve Azeri lehçeleriyle münasebetlerin dakik bir suret­ te gösteren ( Lehçe-i Osmani) yi telife himmet ey-

(1) Yeni Mecmua'nın 40 ıncı sayısının 262, 263 üncü sayfalarında yayınlandı. Derginin tarihi, 18/Nisan/1918 dir.

- 67 -


!emişti. İşte bu hareket, ilmi bir sa'yiden Türkçü­ lüğün ne suretle çıktığına canlı bir misaldir. İkin­

ci bir misal daha zikredelim : Sultan Murad devrinde Mekatibi Askeriye na­ zırı bulunan (Süleyman) Paşa da (Tarih-i Umu­ minin Elsine-i ecnebiyeden aynen menkul bulunma­ sı hasebiyle akaid-i lslilmiye ve ahli'ık ve adabı mil­ liyeye menafatı) sebebiyle askeri idadileri için, (İs­ Iamiyet ve rabıtai milliyei şarkiye mühimmelerini gözeterek) bir umumi tarih telifine başlamış ve bi­ rinci cildini neşretmişti. ( Tarihi Alem) ismini taşı­ yan bu kitapta, İslamiyetten evvel Türk tarihi mu­ fassalan yazılmıştır. Bugün bile, lisanımızda Türk tarihine dair yazılmış en iyi eser olmak üzere bu kitabı gösterebiliriz. Süleyman Paşa, Türklerin ka­ dim zamanlarına dair mevsuk malumatı edinmek için, o zamana kadar hiçbir müverrihimizin müra­ caat etmediği Çinşinasların eserlerine de müracaat etmiştir. Mesela, Pautier'in Çin tarilü, D .gurgnes'nin Hunlar Tarihi, Kısavir Reymond'un T'atar Tarihi bu eserlerdendir. Süleyman Paşayı bu tarihi yazmağa sev keden sebep, aynen tercüme edilen tarih kitaplarını ( mil­ li terbiye) yani ( milli ahlak) noktai nazarından muzır görmeseydi. Tabii böyle bir kitapta, İslam ve Türk tarihleri hakkında ne mufassal, ne de bi­ tarafane malümat bulmak imkanı yoktu. Bu kita­ bın ilk sahifesinde ( müellifin asarı sairesi) sayılır­ ken, bunların arasında bir de ( Sarfı Türki) bulun­ duğu görülüyor. Demek ki Süleyman Paşa ( Sarfı Osmani) ta­ birini doğru bulmuyor, bu makamda ( Sarfı Ttirki) tabirini daha doğru telakki ediyor. Süleyman Pa­ şanın Recai Zade Ekrem Beye y azdığı bir mektup­ ta d � l isanımıza ( Türkçe) namını vermek muvafık ·

- 68 -


olup olmadığı b eyan ediliyor. Lisanımıza ( osman­ lıca) namını vermek bu dilin Osmanlı Türkleri ara­ sında kalacağına hükmetmektir. Halbuki lisanımı­ zın Kafkasya, Kırım ve Kazan'dan başlayarak Türkistan'a, Fergana'ya kadar intişar ettiğini ora­ larda çıkan gazeteler ve mecmualar ve kitaplar bize pek ala gösteriyor . Memleketimizde askeri mekteplerle darülfu­ nun tesisi ( ilme doğru) cereyanının bir başlangıcı mahiyetinde idi. Görüyoruz ki bu cereyan, ta baş­ langıcında bile, tarih ve lisan ilimlerinde Türk mil­ letiyle Türk lisanının hakiki mevkilerini göster­ mişti. O halde, memleketimizde, Türkçülüğün meb­ deini bu ilim cereyanında aramak lazım gelir.

(2) S anat cereyanı. - Ziya Paşa ( şiir ve in­ şa) Unvanlı makalesinde güzel lisanın konuşulan Türkçeden, güzel veznin de parmak hesabından ibaret olduğunu isbat etmişti. Cevdet Paşa'da ( Kı­ sası Enbiya ) smda ( O sman Gazi ) nin meşhur koş­ ması hakkında mütalaa yürütürken şu sözleri söy­ lüyor : ( Eşarı Osmaniye ber vechi bala acem tarzı­ na döküldüğü gibi kudemai münşiyan osmaniyan, neşirlerinde dahi bu tarz üzere tarihi tesaci iltizam etmekle havasa mahsus bir lisan peyda olarak ar­ tık tahririmiz, takririmize uymaz oldu. Fesahat ise b eynelnas zebenza-d olan elfaz ile ifadei meram beram demek olduğundan nazmımız gibi nesrimiz dahi fesahatten ari ve tuntırak elfazdan ibaret bir suret kesbetti. » İşte görülüyor ki Ziya Paşa gibi Cevdet Paşa da fesahatin yani lisanı güzelliğin halkın konuştu­ ğu canlı lisanda olduğunu kabul ediyor. Cevdet Pa­ şa bu beyanat arasında, Türkçede memdud hare­ keler bulunmadığı için ( eş'arı T'ürkiye, evzanı a­ rabiye ve farisiyeye tatbik olunamaz ) hükmünü de - 69 -.


veriyor. Bu büyük tahririmize göre, şiirimiz tabii ahengini bulmak için Osman Gazinin kullandığı hece veznine ve halk lisanına avdet etmek lazım­ dıı'. Ziya Paşa ile Cevdet Paşanın nazari bir suret­ te tetkik ettikleri bu bedii meseleyi, birçok şairler bilfiil halle çalışmı şlardı. Lale devri şairi Ne dim , Keçeci zade İzzet Mol­ la, Akif Paşa. Pertev Paşa, Manastırlı Faik Bey, Münir Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Hamid bey gibi birçok şairlerimiz hece vezninde şiirler yazmışlardı. Binaenaleyh, ilmi Türkçülük gi­ bi be dii Türkçülük te bazılarının zannetiği gibi, bu zamanın doğu rduğu cereyanlar değildir. Memleke­ timizde bu hareketlerin mebdei hatta L ale devrine kadar çıkarılabilir.

(3) Ahlak cereyanı. - İlmi ve bedii Türkçü­ lüklerin mebdeini tayin etmek az çok kolaydır. Ah­ laki 'lürkçülüğün münteşir bir surette inkişaf etti­ ği ic;in b aşlangıcını bulmak güçtür. Niesela, Süleyman Paşayı ( Tarihi Alem) inde T'iirkçülüğe sevkeden amiller arasında bir ilim en­ dişesi gördüğümüz kadar bir ahlak endişesi de gö­ rüyoruz. 1sma il Gasnrenski'nin ( Tercüman) gazete­ sinde yaptığı Türk çülükte de ahlaki bir mefkure görülmektedir. Çünkü bu gazetenin şiarı ( dilde, fi­ kirde, işde birlik ) düsturuydu. Büt ün Türkleri li­ s an da harsda, siyasette ittihada davet eden bu şiar, yeni ahHUrn temel teşkil ede cek vecidli bir mefkure idi. Bundan yirmih�ş sene evvel,_ Hüseyin zade Ali Beyin rrıbbiyeye getirdiğ·i ( Türk Ittihadı ) mefkure­ si de ilmi ve bedii esaslara istinat ettiği derecede ahlaki bir mefkure ihtiyacına da dayanıyordu. Çün­ kü Ali Bey ilim ve sanat adamı olduğu nisbette, di,

- 70 -


ni bir hassasiyete, ahlaki bir felsefeye de sahipti. Bu manevi tabip İstanbula geldikten sonra, Türk­ lerin musabolduğu içtimai hastalığın sebebini tam bir sene düşündü. Bir sene sonra, s ınıfta Ali Beyin, Arişimet gibi (buldum, buldum) diye bağırdığını işittiler. Sınıf arkadaşları ( ne buldun ? ) diye etra­ fına toplandılar. «İçtimai hastalığımızın ismini bul­ dum, biz (yangeldizim hastalığına tutulmuşuz) de­ di. Filhakika biz asırlardanberi yangelmiştik, Av­ rupanın terakkiye doğru gidişine Iakayit bir kalen­ der nazarı ile bakıyorduk. Bizi bu ( yan gelmek) hastalığından kurtarmak için ruhlara ateşli bir _ vecd verecek mukaddes bir mefküre lazımdı. Işte, Ali Bey daha Rusya'da iken s anat ve ilim yolların­ dan vasıl olduğu Türkçülüğe, bu kere de ahlaki bir intibah ihtiyacıyle tekrar ulaşıyordu. Ali Beyin büyük pederi Kafkasyanın en büyük allamesi, fiilen şeyhüslamı idi. B� zat, o zaman Kaf· kasya' da yegane hakim olan Iran edebiyatından zevk almadığını, Bakü'nun halk şairleri tarafından düzülmüş Türkçe amiyane şiirlerden daha çok hoş­ landığını. söylüyordu. Ali Bey daha bir çocukken böyle bedii bir ter­ biye alıyordu. ( Ahund zade Fetah Ali ) şeyhüslamın dostla­ rındandı, hergün onun ziyaretine gelirdi. Kafkas Türkçesiyle gayet güzel ve psikolojik komedyalar yazmış olan bu zat, Kafkasya'da Acem lisanının za­ rarına olarak Türkçeyi uyandıranların başında bu­ lunuyordu. Ali Beyin büyük babasını razı ederek Rus kolejine koyduran da Türk dahilerinden ma­ dud olan bu ( Mirza Feth Ali) dir. Bu zatın komed­ yaları Avrupa lisanlarına tercüme edildiği halde maalesef memleketimizde bir nüshası mevcut değil­ dir. Ben yirmi iki sene evvel Hüseyin z adenin kü­ tüphanesinden istiare ederek bu nefis komedyaları

-71 -


okumuştum. Maalesef, Hüseyin zade sonradan bu kitabı kaybetmiş. Hüseyin zade Ali Bey üzerinde, mektep arka­ daşlarımdan bir genç Gürcünün tesiri de var. Bu genç, iptidaları daima Türkçenin kabalığından, yoksulluğundan bahsedermiş, birgün birdenbire ifa­ desini değiştirmiş, Türkçenin Dünyada en güzel, en mükemmel bir lisan olduğunu iddiaya başlamış. Hüseyin zade bu tahavvülün sebebini sorunca, onu kütüphaneye götürerek ( Maks Müller) in bir kita­ bını açmış, oradaki bir bahsi göstermiş. (Maks Mül­ ler) burada Türkçenin gramerce en mükemmel, ahenkçe en güzel bir lisan olduğunu yazıyormuş. Ali Bey bu mebhası okuduktan sonra, milli lisanına daha çok kıymet vermeye haşlamış. Ali Bey Peters­ burg darülfunununda iki tesir al tında kalmıştı : Pa­ nislavizm, sosyalizm. Ali Bey Panislavizm'den (Pan­ türkizm) mefkuresini çıkardığı gibi, sosyalizm'den de (halkçılık) ahlakını aldı. Bir gün, müderrisler­ den biri (vatan) mefkuresinden bahsederken, Türk­ lerde de mefkurenin uyandığını, hatta (Namık Ke­ mal) isminde bir edibin bu isimde bir de tiyatro yazdığını söyleyince, Ali Beyin ruhunda, nagihani bir lem'a parladı : Darülfünunu bitirdikten sonra Anavatana, Türkiye'ye gitmek ! !şte, Ali Bey böyle bir sürü telkinlerin tesiriy- . le, Türkiyenin bütün Türkler için anavatan oldu­ ğunu anladı ve Türk ittihadına dair yazılmış ilk şi­ ir olan ( Turan) manzumesini yazdı. Bu genç mef­ kureci darülfununu ikmal ettikten sonra orada tek­ lif olunan mevki ve maası red ederek, firar sure­ tiyle !stanbul'a geldi. O �aman !stanbul'da böyle bir darülfunun mezunu maateessüf hiçbir iş bula­ madı. Nihayet muztar kaldığından talebe sıfatiyle askeri bbbiyesine girmeğe mecbur oldu. Tıbbiyede ilim ve edebiyatla terbiye görmüş zeki gençler var- 72 -.


dı. Yalnız bunlar felsefeye milli ve içtimai mefkure­ lere bigane idiler. Ali Beyin telkinleriyle, irşatlariyle az zaman­ da Tıbbiyedeki gençlik yeni bir istikamet aldı. Artık ellerde felsefe ve içtimaiyat kitapları, sosyalizm ve feminizme dair eserler, L€on Kahun'un Türklüğe dair meşhur tarihiyle romanları görülmeğe başla­ mıştı. Artık, T'ürkleri� yalnız, Türkiyeye münhasır olmadığım, Rusya'da, Iran'da, Çin'de yaşayan Türk­ lerin elli altmış milyondan fazla olduğunu bilenler, öğrenenler az değildi. Bu fikri intibah k alblere ye­ ni bir ümit vermişti . Derhal, Rusya'daki gizli teşkilatlara müşabih bir inkılap cemiyetinin teşkiline başlandı. Tıbbiye­ nin son sınıflarında kurulan bu cemiyetin ismi (İt­ tihad ve Terakki ) idi. F'akat, bu tabirin başına ila­ ve edilecek ilk kelime hakkında arada ihtilaf hasıl olmuştu. Harsa kıymet verenler bunun ( Türk İtti­ had ve Terakkisi) olmasını ileri sürüyorlardı. Ke­ miye_te ehemmiyet verenler ( Türk) kelimesi yeri­ ne (Islam) kelimesini koymayı tercih ediyorlardı. Avrupa'nın teveccühünü kazanmak gibi siyasi bir endişeye kapılanlarsa ilk kelimenin ( O smanlı) ol­ masını muvafık buluyorlardı. Siyasi bir cemiyette siyasi endişen�n galebe çalması t abii olduğu için, de, ( Osmanlı Ittihad ve Terakki Cemiyeti ) namiyle üçüncü teklif kabul edilmişti.. İşte memleketimizde teşekkül eden ilk cemiyet bu teşkilattır. Bugünkü İttihat ve Terakki'ye gelince, bu, Rumeli'de iptida ( Hürriyet) namiyle teşekkül eden bir cemiyetin sonradan bu eski inkılap teşkilatının ünvamnı al­ masıyle husule gelmişti. İşte, Hüseyinz.ade Ali Beyi memleketimizdeki Türkçülükle halkçılığın bir mürşidi olarak gördü­ ğümüz gibi, ilk siyasi cemiyetin de müsebbibi ola­ rak buluyoruz. Bu sessiz, sedasız inkılapçı, Yunan

- 73 -


muharebesinde bulunduktan sonra, Kafkasya'ya gitti. Orada da Ağaoğlu Ahmet Beyle beraber milli ve fikri bir inttbaha bais oldu. Ali Bey eski vatanı­ na Osmanlı lisan ve harsını götürerek oraları Ana­ vatanına raptettiği gibi, Ahmet Beyle beraber, Kaf­ kasya'daki sünni ve şi'i cemaatleri arasındaki ihti­ lafı da kaldırarak iki cemaati İsiamiyet camiası altında birleştirdi. Memleketimizde Türkçülüğün ikinci bir mübeşşiri de milli şair Mehmed Emin Bey­ dir. Bu zat, Yunan muharebesi esnasında (Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur) mısraı ile baş­ layan ateşin şiiriyle bütün kalpleri sarsmıştı. Meh­ met Emin Bey bir taraftan Türklüğü seviyor, diğer cihetten de Anadolunun bedbaht halkına acıyor, cnlar için gözyaşı döküyordu. Demek ki bu büyük şair hem bedii, hem de ahlaki bir yoldan Türkçülü­ ğe vasıl olmuştu. Emin Bey kendisine mürşit ola­ rak, Şeyh Cemaleddin Efgani'yi gösteriyor. Esasen J.:'ehrizli bir T'ürk olan bu büyük inkıl&pçı, İslam aleminin her köşesine girmiş heryerde ihtilaller çı­ karmış, Mısırda (Mehmed Abdu) yu, şimal Türk­ lüğünde (Rızaeddin bin Fahreddin) i vücude getir­ mişti. Demek ki İstanbul'da da T'ürk lisaniyle, Türk vezniyle milli duyguyu terennüm edecek bir milli şair yetirtirmeğe muvaffak olmuştu. Biz maateessüf l\1irza Feth Ali, Cemaleddin E:fgani gibi Türk bü­ yüklerinin hayatını bilmiyoruz, eserlerini arayarak ortaya koymuyoruz. İşte yukarıki ifadeler, Türkçü­ lüğün ilim, sanat, ahlak cereyanlarından doğduğu­ nu gösterdi. O halde, bu üç cereyan kuvvetlendikçe Türkçülüğün de kuvvetleneceğine hükmetmek ga­ yet mantıki bir neticedir. [Ben bu makalede T'ürkçülüğün muhtasar bir tarihini yapmağa kalkışmadım. Böyle bir tarihi ve­ sikalarıyle beraber Köprülü zade Fuad Beyden is­ temeliyiz.] Ziya GÖKALP - 74 -


İÇTİMAİYAT

ESKİ TÜRKÇÜLÜK, YENİ TÜRKÇÜLÜK (V) ( Türkçülük nasıl doğdu ? ) makalesinde Türk­ çülük cereyanının bugünkü batından çok evvel baş­ ladığını, bu uğurda eslafımızdan birçok mütefekkir­ lerin büyük emekleri geçtiğini göstermiştim. Ma­ mafih, bu eski Türkçülük mübhem, gayri muayyen bir cereyandı. Türkçülüğün vazıh, muayyen şekli asıl bugiinkü Türkçülerle başladı. Yeni Türkçülük artık dağınık fikirlere, vuzuhsuz duygulara is tinad eden fikri bir heveskarlık mahiyetinde değildir ; asrın müsbet ilimlerine müstenit canlı bir felsefe cereyanıdır . O halde, yeni T'ürkçülüğü anlayabil­ mek için evvela, bu felsefi cereyanın m ahiyetini, yani felsefe hakkındaki yeni telakkiyi anlamalıyız . !lim, kainattaki bütün hadiselerin (şey'i-ob­ jektif) bir usulle tetkikinden ibarettir. İlmin, bütün şeniyetlere ait kemiyetlerden bahseden kısmı (ri­ yaziyat) ilmini doğurduğu gibi, doğrudan doğruya maddi, hayati, ruhi, içtimai şeniyetlerden bahseden kısımları da (maddiyat, hayatiyat, ruhiyat, içti­ maiyat) namları verilen ilimleri vücude getirmiş­ tir. Bazılarına göre, felsefe, bu saydığımız beş nevi ilmin terkip ve tensikinden ibarettir. Yani, felsefe­ yi tarif için, ona ( ilimlerin ilmi ) , (umumi ilim ) , ( i1mü küli sıfatlarından birini vermek kafidir . Halbuki gerçekten feylesof olanlar, felsefenin

(V) Zi'l!a Gökalp'in Yeni Mecmuada Türkcülü­ ğe dair yazdığı besinci makalesidir. Yeni Mecmua; Sayı 42, sayfa: 302-304. 2/Mayıs/1918. -

75

-


böyle bir tarifini asla kabul etmemişlerdir. Bunla­ ra göre, ilimlerin mecmuu yine ilimdir ; nasıl ki su zerrelerinin husule getirdiği bir kütle mayi halinde kalsa-da, donarak buz olsada, yahut tebahhur ede­ rek buğu haline gelsede yine sudur. İlimleri de ( şey'i) kaldıkları müddetçe, ne şekilde cem ve telif etseniz, husüle gelecek netice yine ilimden ibaret kalır. Felsefe ilmin herhangi bir hali ise, o halde felsefe (yok) demektir. Çünkü, ilmin bir şubesi o­ lan bir felsefe gerçekten felsefe değildir. Felsefe ( var) olabilmek için ilme istinad etmekle beraber, mutlaka ondan ayrı birşey olma lıdır. Bugün, ilme istinat etmeyen yahut ona münakız olan bir anla­ yış tarzı ( felsefe) adını alamaz. İlm\ hakikatlerin fecfuundan ibaret olan bir idrak tarzı da (ben fel­ sefeyim) diyemez. O halde, ilme müstenit olduğu halde ondan ayrı birşey olan felsefenin mahiyeti· nedir ? Eski zamanlardan beri iki türlü alem kabul edilmistir. Birine alemi ekber (mac-rocosme) de­ nilir ki ( kainat) dır. Diğerine ( alemi asga.r = mic­ rocosme) namı verilir ki ( insan ) , daha doğrusu (vicdan) demektiı·. Eski mütefekkirler görmüşler ki bir noktai na­ zara göre vicdan insanın içinde ; insa,n da kainatın içindedir, diğer noktai nazara göre de, kainat vic­ danın derunundadır . Mesela bir odanın tavanına avize yerine, kürevvi bir ayna asınız : o zaman gö­ receksiniz ki hem ayna odanın içindedir, hem de o­ da aynanın içindedir. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz bir bilmece var : «Öyle hirşey bulunuz ki her ne hatıra gelirse onun içinde bulunsun». Buna karşı ( dünya, gök, yer) diye saydığımız bütün şeylere (bu da onun içindedir) cevabını alır­ dık. Nihayet her şeyi ihata eden bu meçhul şeyin

- 76 -


( kulak) olduğunu öğrenirdik. Fakat şimdi anlıyo­ ruz ki burada kulaktan maksat ( samia ) , yahut da­ ha doğrusu (vicdan) dır. Demek ki vicdanın kaina­ tı ı:nuhit olduğunu halk dediğimiz kitlede anlamış ve bundan bir de bilmece çıkarmış ! Eskiden kainat­ la vicdana ( alemi e!\::ber ) ve (alemi asgar) namları verilirken feylosof Kant'tan beri bunlara ( şey ' i = objet) , ( enfüs == sujet) namları verilmeğe başladı. Binaenaleyh eski zamanlarda (bir bakıma göre ale­ mi asgar alemi ekber içindedir, diğer bakıma göre alemi ekber alemi asgarın içindedir) denilirken ye­ ni feylesoflar (hem neffs şey'in içindedir, hem de şey'i nefsin içindedir) derneğe başladılar. İşte iki varlığın birfüirine karşı hem muhit, hem de muhat olması, ( iiırn. ve felsefe) namlarında iki türlü idrak tarzının doğmasını intaç etti. Ilim, eşyayı ş2y'i ol­ mak itibariyle tetkik eder ; ilme göre, alemi asgar alemi ekberin, vicdan ldinatın, nefs şeyin içindedir . Bundan dolayıdır ki ilim, madde ile hayatı nasıl şey'i bir usulle tetkik ediyorsa, {ferdi ruh) la ( iç­ timai vicdanı) da aynı surette anlamaya çalışıyor. IVfüsbet ruhiyatla müsbet içtimaiyatın teşekk:ülle başlaması, ferdi ruhla içtimai vicdanın kainat için­ de görülmesinin bir neticesidir. O halde, ilim, evve­ la şeylerin tetkikinden başlayarak bilahare nefs­ leri de aynı usulle tetkik etmiş, yani şeylerden ve nefslerden mürekkep olan alelumum varlıkları şey'i bir gözle görmeğe çalışmıştır. Çünkü, ilim naza­ rında, nefsler de birer şey'i mahiyetindedir. Görü­ lüyor ki kainatın şey'i tetkikinden çıkan ilim, haki­ k atin y alnız bir tarafıdır. Çünkü ilim, eşyayı yal­ nız şey'i noktai n azarından tetkik etmiş, taharrile­ ri arasında ( nefs ) noktai nazarının karışmaması­ na bütün kuvvetiyle çalışmış, (nefsi = subjectif) yi ( şey'i = objectif) "e karıştırmamayı usulünün üs­ sülesası ittihaz eylemiştir. Yalnız vicdan kainatın

- 77 -


sermaye kalır ? Filhakika, bizim ( şuur) namını ver­ diğimiz (ferdi vicdan) da bir muhittir ki eşya onun muhatı olabilir. Lakin ferdi vicdanın ihata ettiği eşya ile içtimai vicdanın içine aldığı mevcudat aynı nisbette midir ? Ferdi vicdanı saf olarak hayvanlar­ da, yahut yeni doğmuş çocuklarda görürüz. Bir hayvan yahut bir nevzat etrafındaki şey­ leri görür, yakınındaki sesleri işitir . Bu görüşler ve bunlardan doğan haz ve elemler gayet küçük bir (vicdan sahası = champ de conscience) husüle ge­ tirir. Bunun içine girebilen kainat nekadar küçük bir kainattır ! Halbuki içtimai vicdan bir taraftan (filli hars) , diğer taraftan (beynelmilel medeniyet) namlarını verdiğimiz iki büyük mecmuayı ihtiva eden gayet vasi bir vicdan sahasıdır. Bu muhitin muhatı u­ mum maddi, hayati, ruhi ve içtimai hadiseleri ca­ mi olmak üzere bütün kainattır. · o halde alemi ek­ ber olan kainat, ancak içtimai vicdanın teşkil etti­ ği alemi asgar derununda, bütün muhteviyatıyle,, bütün zenginliğiyle, bütün canlılığiyle mevcud ola­ bilir. Ferdi müşahedeler de, bir unsur olarak içti­ mai vicdanın dahilinde bulunduğu için, asıl hakiki alemi asgar, içtimai vicdandan ibarettir. o halde, ruhiyattan doğan eski felsefenin artık ihtiyarladı­ ğına, içtimaiyattan doğan yeni felsefenin yakında hakiki felsefe sıfatiyle büsbütün onun yerine kaim olacağına hükmetmek l&zımgelir. Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki içtimai­ yattan doğan felsefe, kainatı bir taraftan beynel­ milel medeniyetin, diğer cihetten milli harsın göz­ lüğüyle görüyor. Bu ikilikten de felsefenin ( realizm) ve ( idealizm) şekilleri vücude gelir. Medeniyeti teşkil eden şeniyet hükümleri yalnız zarf itibariyle içtimai, mazruf cihetinden büsbütün kevnidir. O halde, medeniyet gözlüğüyle bakan bir felsefe (rea.- 78 -


list) bir mahiyette kalır. Harsı teşkil eden kıymet hükümleriyse hem zarf, hem de mazrui itibariyle içtimaidir. Dmaenaleyh, hars gözlüğüyle b akan bir felsefe de ( idealist) bir mahiyet alır. Aynı zamanda, medeniyetçi fehıefenin beynel­ milel, harscı felse.ı enin milli olması da zaruridir . Çünkü (hars) milli olduğu halde, (medeniyet ) bey­ nelmileldir. Mamafih, cemiyet yalnız milietten iba­ ret olduğu, beynelmilel zümrede hakiki bir cemiyet mahiyeti bulunmadığı için, medeniyet te ancak bir hars tarafından k abul edildikten, bir milletin ha­ yatına girdikten sonra, canlı bir mahiyet iktisap eder. Milletlerin y aşamadığı bir medeniyet, mual· 18.kta, temelsiz, hayatsız bir peszindeden b aşka bir şey değildir. Yüz senedenberi geçirmekte olduğu­ muz buhranlar gösteriyor ki bizde bir takım ferd­ lerin kendi b aşlarına Avrupa medeniyetine girmesi­ ni millet kabul etmiyor. Fakat, Avrupa medeniye­ tinin filli harsımız tarafından kabul edilipte milli­ leşen kısımları kendi milli müesseselerimiz sırasına geçiyor. O halde, medeniyet, esası itibariyle beynel­ milel ve harstan müstakil olmakla beraber, her mille�in hayatında o milletin harsına intibak et­ mek mecburiyetindedir. Bu suretle, felsefenin esa­ sen idealist olması ve felsefedeki realizmin ancak bu idealist esasa istinat etmesi 18.zımdır. Bu muhakemeler gösteriyor ki ilim beynelmi­ lel olduğu derecede felsefe de millidir. Çünkü fel­ sefe kainatı bir içtimai vicdanın, yani bir milli har­ � sın gözlüğüyle görmektir. Bir feylesofun kendisine mahsus bir kainat telakkisi, bir hayat telakkisi ola­ maz. Çünkü ferdin hususi bir harsı milletinden müs­ takil bir şahsiyeti yoktur. Hakiki ve müstakil bir şahsiyete malik olan hususi bir harsın s ahibi bu­ lunan ancak millettir. Mevcudat arasında hakiki bir tesanüde malik

-79 -


ve ( tam) mahiyetini haiz olan ne kainat, ne de in­ sandır. Böyle bir sıfatın layıkı ancak ( millet) tir. Ancak (millet) dir ki kendisine mahsus bir lisana, bir dine, bir ahlaka, bir hediiyata, bir hukuka, bir iktisadiyata, hülasa bir harsa ve şahsiyete malik olabilir. Demek ki hakiki ( suje) ancak milletin vic­ danıdll'. O halde ilmi hakikatleri subjektif bir göz­ le görecek te yalnız millet olabilir. Hakiki feylesof­ lar, milletlerinin şuursuz felsefesini şuurlu bir surette duyanlar ve milletten aldıkları bu hadiseleri asrın ilimleriyle hemahenk bir ( sistem) halinde meydana koyanlardır. İşte, bu netice gösteriyor ki ( yeni TürkçUlük) ha�sın, harsi terbiyenin, felsefenin, hülasa bütün maneviyatın milli olması esasına istinad ediyor. İç­ timaiyat ilminin tabii bir temadi ile müncer olduğu felsefe, kainat telakkisinin, cemiyet telakkisinin, ahlak telakkisinin, sanat telakkisinin milli olduğu­ nu meydana çıkartırken içtimaiyat ilmi de biz.im milletimizin de Türklükten ibaret olduğunu meyda­ na koyduğu için , bu günkü Türkçülük bir taraftan içtimaiyat ilmine, diğer taraftan içtimaiyat felse­ fesine müstenit tabii ve feyizli bir cereyandan iba­ rettir. Bir taraftan genç sanatkarlarımız milli sa­ natı eserleriyle göstermeğe çalışırken, öte y andan genç feylesoflarmızın da milli felsefeyi, milli har­ sı, milli terbiyeyi, milli ahlakı, milli hukuku, milli iktisadiyatı aramaları bu tabii menşein tabii neti­ celeridir. Ziya GÖK.ALP

- 80 -


İÇİTİMAİYAT TÜRKÇüLÜK VE TüRKİYEC!L!K (1) (Türk) kelimesiyle (Türkiyeli) kelimesi ara­ sında büyük fark vardır ; her Türkiyeli, Türk de­ ğildir, .aynı zamanda her Türk'de Türkiyeli değil­ dir. Demek ki bu iki tabir arasında (umum hususu min veche) vardır. ( Türkiye) kelimesi devletimi­ zin ismidir ; (Türk) kelimesi milletimizin adıdır. Ben tabiiyetif itibariyle Türkiyeliyim, harsını itiba­ riyle de 'lurküm. Benim bu iki unvanı birlikte haiz oluşum, bu kelimeleriin müteradif olmasını iktiza etmez. Vakıa rumlar, ermeniler, yahudiler Avru­ pa'ya gittikleri zaman oralarda bunlara umumiyet­ le (Türk) unvanı veriliyor. Fakat, bu iltibas, Av­ rupa lisanlarında bu iki mana için ayrı ayrı tabir­ ler olmamasından dolayıdır. Bundan başka, bir a­ damın hariçte nazara alınan hüviyeti, elindeki pa­ saportun damgasından ibarettir. Yabancı memle­ kette tabiiyetle milliyet aynı şey itibar edilir. Mese­ la biz, buraya geien her Macaristanlıya Macar di­ yoruz. Halbuki bunların arasında Yahudiler, İsiav­ lar ilah az mıdır ? İşte (Türk) ve (Türkiyeli) keli­ melerinin bu mukayesesi gösteriyor ki (Türkçülük) başka bir şeyi, (Türkiyecilik) başka şeydir. Bu iki cereyan arasında müşterek noktalar bulunmakla beraber mahiyetleri büsbütün ayrıdır. Türkçülükle Türkiyeciliğe Avrupa'da bir misal

(1) Ziya Gökalp'in Yeni Mecmua'da Türkçülüğe dair yayınlanan 6 ıncı makalesidir. Yeni Mecmua Sayı : 51. Sayfa : 482. 4 Temmuz 1918. - 81 -


istenirse, Alman ittihadından evvelki Almancılık­ la Prusyacılığı gösterebiliriz. Bugünkü Almanya'nın yerinde Alman ittiha­ dından evvel, kuvvetli bir Prusya devleti ile bera­ ber muhtelif derecelerde birçok küçük Alman dev­ letleri vardı. Nasılki bugün Türk alemi de yavaş yavaş o zamanki Almanya'ya benzemektedir. Bu­ günkü 'I ü rkiye o zamanki l:'rusya'ya benzediği gi­ bi, yeni teşekkül etmekte olan küçük Türk devletle­ ri de, o zamanki küçük Alman devletlerine benze­ tilebilil'. O halde, o zamanki Prusyacılık, bugünkü Türkiyeciliğin aynı olduğu gibi, o zamanki Alman­ cılık'ta bugı.inkü Türkçülüğün aynıdır. Çünkü Prus­ ya bir devletten ibarettir. Prusyalıların mecmuu, bir ( Prusyalılar Milleti) teşkil etmiyordu. Halbuki bütün Almanların mecmuu bir ( millet) ten ibaret­ ti. Eğer feylesof (Layipniç) den itibaren Almancı­ lık cereyanı başlamamış, Prusyalılar yalnız ( Prus­ yacılık) , Bavyeralılar yalnız (Bavyeracılık) , Sak­ sonlar y alnız (Saksonyacılık) gayelerini takip et­ miş olsaydılar, bugünkü yük,sek Alman harsı ve büyük Alman devleti vücude gelmezdi. Şüphesiz, bir, taraftan Almancılık mefkuresi ruhlarda yeni bir güneş gibi nur saçarken, Prusya münevverleri Prusya devletinin tanzim ve takviyesini de ihmal etmiyorlardı. Prusya, askerlikçe olduğu kadar ida­ re ve adaletçe de yükseliyordu. Yani ( Prusyacılık) namını verebileceğimiz gaye hakkiyle ifa olunuyor­ du. Fakat, acaba (Almancılık) mefkuresi bütün feyyaz kuvvetleriyle bu gayeye yardım etmeseydi, Prusya bu derece yükselecek miydi ? Filhakika, bizim de (Türkiyecilik) kat'iyen ih­ mali caiz olmayan mübrem bir vazifedir. Memleke­ timiz, yüzbinlerce yardımcı elin cansiperane ihti­ mamlarına mühtaç ! Bu, inkarı mümkün olmayan bedihi bir hakikattir. Fakat, bu vazife ve gayenin

- 82 -


ayrı adı, ayrı bir hususiyeti vardır. Buna ( Türkiye­ cilik) denildiğ'i gibi (vatancılık) namı da verilir. Namık Kemallerin, Tevtik :B'ikretıerin mefkuresi olan vatanperverlik işte bu maksada müteveccıhti i. Fakat, 'l urkçüler bu hususi gayeyi mukaddes tanı­ makla beraber buna bir de ( l'lirkçülük) namıyle daha umumi bir mefkure ilave ettiler. 'i'ürkçülerin vücude getirdiği yenilik te bundan ibaret degıl mi­ dir '? Eğer böyıe bir fark olmasaydı, Türkçülerin Namık .Kemal ve Tevfik Fikret peyrevleriyle hiçbir ayrılıkları olmayacaktı. Halbuki sekiz senelik mü­ cadele gösteriyor ki, 'l ürkçülerle eski jön Türkler arasında büyük bir zihniyet farkı vardır. J:i'ransızla­ rın icad ettıği jön Türk tabiri (genç Türkiyeliler) manasınadır. Kefal devrinde bunu ( yeni Os­ manlılar) diye tercüme ediyorlardı. Binaenaleyh bunlara (genç Türkler) denilemez. Jön Türkler, yalnız Türkıyeci idiler. Türkçüler, Türkiye ile bera­ ber 11ürklüğü de düşünenlerdir. Türkçülüğün birin­ ci işi, ( devlet) , (ümmet ) , (millet) kelımelerinin farklarını meydana koymak oldu. (Devlet) tabii· yette, (ümmet) dinde, ( millet) harsta müşterek olan ferdlerin mecmuudur. Bu suretle bizim, Tür­ kiye devletine, İslam ümmetine, Türk milletine mensup olduğumuz anlaşıldı. İçtimaiyat ilmi bize tam cemiyetin milletten ibaret olduğunu, milletin de aynı harsa malik ferdlerin mecmuu bulunduğu­ nu gösterdi. O halde bizim de milletimizin hududu ne devletin, ne ümmetin, ne de ırkın hudutlarıyle mahdud değildir . Millet, bu zümrelerden büsbütün başka bir şeydi ; yani harsi bir zümreden ibaretti. Harsın zahir alametleri ise ( lisan) la ( din) olduğu için, milletimizin T1ürkçe konuşan müslümanlardan mürekkep olduğu meydana çıktı. Türkçülerin ilmi usullerle vasıl o lduğu bu tarifi, Anadolu köylüleri asırlardanberi milli selikeleriyle bulmuşlardı. Çün-

- 83 -


kü bu saf köylüler millettaşlarını ( dili dilime uyan, dini dinime uyan) formülüyle tarif ediyorlardı. Türkçülük milletin tarifini yapınca, Anado­ lu'dan itibaren bütün Azerbaycanlıların, Kırımlıla­ rın, Kazanlıların, Türkmenlerin, Sartların, Özbek­ lerin, Kırgızların, Kaşgarlıların ilahare bizim gibi Türkçe konuştuğunu, ve bizim gibi müslüman oldu­ ğunu nazara alarak bunların hepsini Türk mille­ tinde dahil addetti. Yalnız bu muhtelif Türk şube­ leri birbirinden uzak kaldıkları için, yazı lisanları ve edebiyatları müşterek değildi. O halde, herşey­ den evvel, İstanbul'da halk tarafından konuşulan Türkçeyi ve bu Türkçeye istinaden teşekkül edecek edebiyatı bütün hu Türk şübelerine kabul ettirmek lazım geliyordu. Bu fikir, muhtelif Türk şubelerine mensup münevvverler tarafından kabul edildiği için, Türkçülüğün ilk şiarı oldu. İşte Türkçülüğün birinci merhalesi olan (har­ Türkçülük) hu maksada vusulden ibarettir. Al­ manlar da milii ittihada iptida harsi birliğe çalış­ makla başladılar. Almanlarda harsi birlik vücude geldikten sonra, «iktisadi birlik» mefkuresi doğdu. F"rederik List'in mü c,a del es iyle (zolfrayn) namı ve­ rilen gümrük ittihadının vücude gelmesi, ikti sadi birliğin tahakkuku demekti. Bismark'ın himmetiy­ le de « siyasi birlik» husule gelince, Alman ittihat­ çılığı tamam oldu. İhtimalki bizde de istikbalde Türkçülüğün iktisadi ve siyasi merhaleleri başla­ yacaktır. Fakat, bugün Türkçülüğ·ün yegane gayesi ( h arsi birlik) ten ibarettir. Binaenaleyh, bugün hiçbir Türkçü Kafkas Azerbaycanını, Kırımı yahut diğer bir Türk ülkesini memleketimize ilhak tasav­ vurunda değildir. Türkçülerin bu üikeler hakkında­ ki temennisi, bunların müstakil devletler halini ala­ rak tam bir istikl:ile nail olmalarıdır. Fakat, bu maksadı y alnız kuru bir temenni halinde bırakmak, si

- 84 -


hiç - te mil l e tta şl ık şey ' im e sine yakışmaz. Çünkü a­ çı:k bir surette görüyoruz ki bu Türk şüb ele rinden hiçbirisi, y alnı z kendi kuvv e tiyle istiklalini istihsal edecek hale henüz gelmemiştir. Müttefiklerimizin içinde bulunupta k ainat ta v i cdan ın içinde bulun­ masaydı ( ilim) bizim için kafi gelebilirdi. Fakat, aynı zamanda, kainat ü z e r ine doğrudan doğruya müessi r olmasa bile, içtimai kainat üzerine d oğru­ dan doğ ruy a kat'i ve ş e di t bir surette müessirdir. Cemiyeti mizin mukadderatı kainat hakkındaki te­ lakkimize ve tahassüsümüze tabidir. Bu tel3.kki ve tahassüs ise, kainat hakkındaki ilmi ıttılalarımızın vicdan süz ge cind e n geçmesiyle husüle velrniştir.

Dernek ki rnm al emi asgari a.lemi ekb e rin için­ de ararken, felsefe bilakis alemi ekberi alemi asg-ar dediP:i.miz canlı ayna d ahil in de görür. İlim, vicda­ nı k i in at ın icinde, nefs i sev'i derununda tetkik ede r­ ken, felsefe k�Un atı v i c d anın içinde, şey'i nefsin derununda tetkik e de r . i

Felsefe, acem sairi O rfi'nin şedid b i r hitapta b ulunmuş tu r :

lis8-nından ilme

' · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · .

Hakikat halde, (viicıı t ) nasıl bir şeniyet Ise ( v ic dan ) d a bir şenivettir. İlim, vicdanı yok farz ederek :nı e vd an d an çıkanvor, yalnız v ü cu du tetkik edivor. Binaenalevh husule gelen neticı:ı. ek sik ti r . İlmin bize rrösterdiği dünya. h::ı kiki dünyanın yal­ nız iskeletidir. Bu kadid c anl anm ak icin, ona vic­ � dan arlesesinden bakmak liizım ! İşte. bu bakışa ( felsefe) . ve onun ı>:öriis t a rz ın a da ( kainat telak­ kisi) vahnt ( h av a t telilkkisi) denfür. Şopenhavr'in ( dü:n,ra benim g örü sü m dü r ) me::ıl inile ol an (Le Mon ­ de es t ma rPnresentation) de r . Ciinkü no rm al bir � insanın gördUğii dünva. vicdanın dürbünilyle tema­ şa ettiği canlı bir ale mdi r ; yok s a , ilmin gördüğü -

85

-


kadit h alindeki alem değildir. O halde felsefeyi böyle tarif edebiliriz : Felse­ fe, ilmin bize gösterdiği objektif ve cansız dünyayı subjektif bir gözle canlı olarak görmektir. Yukarıki tetkikler, ilmin objektif, felsefenin subjektif olduğunu gösterdi. Fakat, unutulmama­ lıdır ki subjektif olan felsefe, ancak ilmin objektif hakikatlerine istinat ettiği müddetçe hayat hakkı­ na maliktir. Filhakika felsefe subjektif bir gözlük­ le görmektir, fakat felsefenin bu gözlükle baktığı alem, alelade bir alem değil, ilmin objektif gözlük­ le gördüğü dünyadır. Demek ki felsefe, ilmin objek­ tif bir gözle gördüğü şeniyeti, ikinci defa olarak subjektif bir gözle görüyor. Binaenaleyh, ilmin esa­ sı. ( objektivizim ) olduğu halde, felsefenin esası, ( objektivizme müstenit bir subjektivizm) dir. F'elsefenin subjektivist olduğu anlaşılınca, iki türlü felsefenin mevcut olduğu da derhal zihne te­ badür eder. Çünkü iki türlü ( suje) yani (nefs) vardır. Bi­ risi ( fe rdi suje) dir ki buna ( ferdi vicdan) diyoruz . Diğeri içtimai sujedir ki buna da ( içtimai vicdan) namını veriyoruz. (Ruhiyat, ferdi vicdanı, ( içtimai­ yat ) ise, içtimai vicdanı şey'i bir usulle tetkik eden iki müsbet ilimdir. Fakat bu müsbet ve şey'i ilim­ ler, tabii temadileri neticesi olarak birer felsefeye müncer olurlar. Ruhiyat ilmi ( müşahede nazariye­ si = thorie de loi perception) tarikiyle bilgilerimi­ zin ferdiyen-nefsi olduğunu feydana çıkarır. İçti­ maiyatsa ( mefhum nazariyesi = theorie du con­ cept) t arikiyle bilgilerimizi içtimaiyyen - nefsi ol­ duğunu isbat eder. Bu suretle, birisi ruhiyata, diğe­ ri i.çtimaiyata istinat etmek üzere iki türlü ( mari­ fet nazariyesi) husule gelir. Bundan başka bütün kıymetleri ve mefkure­ leri ruhiyat ferdi hazlara, içtimaiyatsa i çtimai -

86

-


vecdlere istinat ettirir. Bundan da birisi ferdi, di­ ğeri içtimai olmak üzere iki türlü ( kıymet nazari­ yesi) vücude gelir. Felsefenin mevzuu ise esasen bu iki meseleden yani marifet nazariyesiyle kıymet na­ zariyesinden ibarettir. O halde, ( suje) nin iki türlü olması, ferdi ve içtimai namlariyle iki subjektivi­ zim husule getirmiş ve bu halin neticesi olarak biri ruhiyata, diğeri içtimaiyata müstenit olarak iki türlü felsefe vücut bulmuştur. (Alemi Asgar ) , ruhiyatçı feylesoflara göre ( ferdi vicdan) , içtimaiyatçı feylesoflara göre ( içti­ mai vicdan) dır. Ruhiyatçı feylesoflar, yalnız ( ih­ tisas = sensation) !arın ferdiyen-nefüi olduğunu kabulle iktifa etmezler, ilmi mefhumların ve dini, ahlaki, bedii kıymetlerin de ferdiyen-nefsi olduğu­ nu iddia ederler. Halbuki içtimaiyat ilmi bu sonda­ kilerin içtimaiyen-nefsi olduğunu ilmen isbat etti­ ği cihetle, ilme müstenit olması !azım gelen felsefe­ nin. artık bu ilmi hakikate mugayir iddialarda bu­ lunması caiz değildir. Ruhivatçı feylesofların hak­ lı oldukları nokta, yalnız ihtisasların ve haz, elem, korku, g-azap ilah gibi ferdi heyecanların ferdiyen nefsi olması. hakkındaki hiikümlerinden ibarettir. Bu ilmi hakikati, şüphesiz, içtimaiyatçı feylesoflar da inkar edemezler. Fakat, bir taraftan ilmi mefhumları, diğer ci­ hetten dini, ahlaki, bedii ilah kıymetleri içtimai vicdana verdikten sonra, ferdi vicdan da ne kadar yardımı olmasa Kırım müstakil kalmıyacağı gibi, bizim muavenetimize mazhar olmadan da şimali Azerbaycan istiklalini koruyamıyacaktır. Diğer Türk ülkeleri de aynı haldedir. Binaenaleyh bu memleketlere, medeniyet götürecek muallimlerin, . mühendislerin, doktorların değil, fakat, hürriyet ve i stiklal götürecek gönüllü zabitlerin, askerlerin git­ mesi vaciptir. Millettaşlarımıza yüksek bir medeni�

87 -


yet götüremezsek, hiç olmazsa onlara Çanakkale müdafaasını temin eden ordu teşkilatını götürebi­ liriz. Mamafih rnillettaşlarımıza yapacağımız bu küçük hizmet, hasbi de değildir Türkiye yaşayabil· mek için yalnız fena komşulardan kurtulmağa de· ğil, dost ve hayırhah komşularla muhat olmağa da rnühtaçtır . Evimize bakacak vakit bulabilmek i çin etrafımızda kardeş Türk evlerinin yerleşmesi ıa­ zım ! Ziya GÖKALP

- 88 -


TüRKÇÜLÜGÜN TARİHİ Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan ev­ vel, Avrupa'da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi Fransızca'da (Ttirköri) denilen ( Ttirkperestlik) tir. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, mücellitlerin, tezbihci­ lerin yaptıkları teclitler ve tezbihler, mangallar, şamdanlar ilah .. gibi Ttirk sanatının eserleri çok­ tan Avrupadaki nefaisperestlerin dikkatini celbet­ mişti. Bunlar T'ürklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarfederek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi . Bazıları da bunları başka milletlere, ait bedialarla beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi. Avrupalı ressamların T'ürk hayatına dair yap­ tıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların Türk ahlakını tavsif yolunda yazdıkları kitaplar da (Türköri) dahiline girerdi. Lamartin'in, Ogüst Kont'un, Piyerlatif'in, Ali Paşanın hususi katibi bu­ lunan Mismer'in, Piyerloti'nin,1 Farer'in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avru­ padaki bu hareket tamamile Türkiyedeki T'ürklerin, bedii sanatlarda ve ahlaıktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden ibarettir. Avrupa' da zuhur eden ikinci harekete de Tür­ kiyat (Ttirkoloji ) namı verilir. Rusya'da Almanya­ da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İn­ giltere'de bir çok ilim adamları eski Tlirklere, Hun­ lara ve Mogollara dair tarihi ve atikyati taharriler - 89 -


yapmağa başladılar. Türklerin eski bir millet ol­ duğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulundu­ ğunu ve muhteilf zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyet vücude getirdiğini meydana koydular. Vakıa, hu son tetkiklerin mevzuu, Tür­ kiye Turkleri değil, kadim şark Türkleriydi. Fa­ kat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de mem­ leketimizdeki bazı mütefekkirlerin ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden ( Döginyi) nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmıs olduğu büyük tarihle İngiliz alimlerinden ( Sirdavidslomley) in Sultan Selim-i salise ittihaf ettiği ( kitab-ı ilm-ü-nnafi) ismindeki umumi Türk sarfı, bütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra, validesi bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmud'a it­ haf etti. Bu eserde Türkçenin muhtelif şubelerin­ den başka, Türk medeniyetinden, Türk etnograf­ yasından ve tarihinden bahsolunuyordu. Sultan Abdülaziz'in son devirleri ile Sultan Abdülhamid'in ilk devirelrinde, İstanbul, büyük bir fikir hareketine tecelligah o lmuştu. Burada hem bir encümen-i daniş teşekküle başlamış, hem de bir Darülfünun vücuda gelmişti. Bundan başka, askeri mektepler de yeni bir ruhla yükselmeğe b aşlamış­ tı. O zaman hu Darülfünunda (hikmet-i tarih) müderrisi bulunan Ahmet Vefik Paşaydı. Ahmet Vefik Paşa, Şecere-i Türkiye'yi, Şark Türkçesinden İstanbul 'l'ürkçesine tercüme etti. Bundan başka, (Lehce-i Osmani) isminde bir T'ürk kamı: su vücuda getirerek, Türkiyedeki Türkçenin umumi ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehceleri bulunduğunu, aralarında da muka­ yeseler yaparak meydana koydu. - 90 -


Ahmet Vefik Paşanın bu ilmi Türkçülükten başka, bir de bedii Türkcülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbi­ seleri umumiyetle Türk mamulatındandı. Hatta, çok sevdiği kerimesi Avrupa tarznda bir terlik al­ mak için çok israr gösterdiği halde, ( evime Türk mamulatından başka bir şey giremez ) diyerek bu arzunun husulüne mümanaat gö,stermişti. Ahmet Vefik Paşanın başka bir orijinalitesi de Molyer'in muzhıkelerini Tü rk aletlerine adapte etmesi ve şa­ hısların isimlerini ve hüviyetlerini Türkleştirmek suretile Türkçeye n akletmesi ve milli bir sahnede oynatmasıydı. Darülfünunun bir müderrisi Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askeri mekteplerin nazırlı­ ğında bulunan Şipka kahramanı Süleyman Paşa da, 'l'ürkçülüğü askeri mekteplerine sokmağa çalışıyor­ du. Süleyman Paşanın T'ü rkçülüğüne (Döginyi) nin tarihi müessir olmuştur diyebiliriz. Çünkü mem­ leketimizde ilk defa olarak Çin menbalarma isti­ naden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu ese­ rinde bilhassa Döginyi'yi me'haz edinmiştir. Sü­ leyman Paşa, (tarih-i alem ) inin rnedhalinde, bu eseri niçin y azmağa teşebbüs ettiğini izah eder­ ken diyor ki ( askeri mekteplerinin nezaretine ge­ çince, bu mekteplere lazım olan kitapların tercü­ mesini mütehassıslara havale ettim. Fakat, sıra tarihe gelince bunun tercüme tarikile yazdırılamı­ yacağım düşündüm. Avrupa'da yazılan bütün ta­ rih kitapları ya dinimize, yahut milliyetimize (Türklüğümüze) ait iftiralarla doludur . Bu kitap­ lardan hiç birisi tercüme edilip te mekteplerimizde c-kutturulamaz. Bu sebebe binaen mekteplerimizde okunacak tarih kitabının te'lifini ben üzerime al­ dım. Vücuda getirdiğim bu kitapda hakikate muga­ yir hiç bir söze tesadüf olunamıpacağı gibi, dinimi- 91 -


mize ve milliyetimize muhalif hiç rastgelmek imkanı yoktur. (2)

bir

söze de

Avrupa tarihlerindeki Hun'ların Çin t arihin­ deki Hiyognu'lar olduğunu ve bunların Türklerin ilk dedeleri bulunduuğnu ve Oğ·uz Hanın Hiyognu Dev­ letinin müessisi ( Mete ) olması lazım geldiğini bi­ ze ilk defa öğreten Süleyman Paşa'dır. Süleyman Pasa bundan başka Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına dair bir kitap d 9, ya?.dt. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi ( Kavaid-i Osmaniye) adını ver­ medi, ( Sarf-ı Türki) namını verdi. Çünkü lisanı­ dızın Türkçe olduğunu biliyordu. Ve Osmanlıc a namile ü ç lisandan mürekkep bir dil olamıyacağmı anlamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, ( Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye) namile bir kitap neşreden Reci1i zade Ekrem Deye yazdığı bir mek­ tupda açıkça meydana koydu. Bu mekbpta diyor­ du ki : ( Osmanlı Edebiyatı) demek doğTu değildir, Nasıl ki limanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize Osmanlı milleti demek tie yanlıştır. Çünkü ; ( Os­ manlı ) tabiri yalnız Devletimizin adıdır. Milletimi­ zin unvanı ise yalnız Türktür. Binaenaleyh, lisanı­ mız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Tiirk edebi­ yatıdır. ) Süleyman Paşa. asker! rüşdiyel erinde okun­ ( Esma -i Türkiye) adlı kitabı da, Os­ mak üzere, manlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unu­ tulmaması maksadile yazmıştı. Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşadır. Türk ocaklarında ve sair TL'ı.rkçü müesseselerde bu iki T'ü rkçülük klavuzunun büyük kıt' ada resimlerini talik etmek, kadirşinaslık icabındandır. Tiirkiye'de Abdülhamit bu kudsi cereyanı dur­ durmağa çalışırken, Rusya'da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi ( Mirza Feth Ali

- 92 -


Ahundof) dur ki azeri Türkçesindeki yazdığı OflJl­ nal muzhıkeler bütün Avrupa lisanlaruıa tercü­ me edilmiştir. İkincisi Kırım'da (Tercüman) gaze­ tesini çıkaran (Ismail Gaspirenski) dir ki Türkçü­ lükteki işarı ( dilde, fikirde ve iş'te birlik) idi. Ter­ cüman gazetesini Şimal Türkleri anladığı kadar Şark Tü.rklerile Garp Tfükleri de anlardı. Bütün Türklerin ayni lisanda birleşmelerinin k abil oldu­ ğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildi. Abdüllıamid'in son devrinde, İstanbul'da Türk­ çülük cereyanı tekrar uyanmağa basladı. Rusya'dan İstanbul'a gelen Hüseyinzade Ali Bey, Tıbbiyede Türkçülük esaslarını anlatıyordu. (Turan) ismindeki manzumesi, panturanizm mef­ küresinin ilk tecellisiydi. Yunan harbi başladığı sı­ rada, Türk şairi Mehmet Emin Bay : Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur

mısraile başlayan ilk şiirini neşretti. Bu iki man­ zume Türk hayatında yeni bir inkılabın başlayaca­ ğını haber veriyordu. Hüseyinzade Ali Bey Rus­ ya' daki milliyet cereyanlarının tesirile Türkçü ol­ muştu. Bilhassa, daha Kollejdeyken, Gürcü genç­ lerinden son derece milliyetperver olan bir arkadaşı ona, milliyet aşkını aşılamıştı. Türk Şairi Mehmet Emin Beye, Türkçülüğü aşılayan - mumaileylıin beyanatına göre Şeyh Cemaleddin Efgani"dir. Mısır'da ( Şeyh Mehmet Abduh) yu, Şimal Türkleri arasında (Ziyaeddin bin Fahreddin) i yetiştiren bu büyük İslam mü­ ceddidi, Türk vatanında Mehmet Emin Beyi bul�­ rak halk lisanında, halk vezninde milliyetperver­ ane şiirler yazmasını tavsiye etmişti. Türkçülüğün ilk devrinde (Döginyi) tarbinin müessir olduğunu görmüştük. İkinci devrinde de (Leon Kahon) nun · { Asya tarihine medhal) unvan­ lı kitabının büyük tesiri oldu. Necip Asım Bey bir �

- 93 -


çok ilavelerle bu kitabın Turklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necip Asım Beyin bu kitabı her tarafda Türkçülüğe dair temayüller uyandırdı . Ahmet Cevdet Bey (İkdam) gazetesini, Türkçülü­ ğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Ve­ let Çelebi ve Necip Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleriydi. Fakat, Ikdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa, Fuat Raif Beyin, 'Ifökçeyi s adeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi ta­ kip etmesi, Türkçülük cereyanının kıymetten düş­ mesine sebep oldu. Bu ynalış nazariye ( tasfiyecilik) fikriydi. Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezirle­ rinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine 'ı'ürk cezrinden doğmuş eski kelimeleri, ya­ hut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekden ibaretti. Bu na­ zariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolu­ nan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeğe haşladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabi ve farisi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden dini, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, as.rf kaidelerini hercümerç edeceğinden başka, halk için ecnebi ke­ limelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaen­ aleyh, bu hareket lisanımızı sadeliğe, vuzuha doğ­ ru götürecek yerde, muğiakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri ata­ rak onların yerine suni kelimeler ikamesine çaliştı­ ğı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk f:spe­ rantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma, es­ perantoya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayr-i suni kelimelerden mürekkep bir müfaheme vasıta_

94

_


sınaydı. İşte bu ;c;ebepden dolayı İkdarr.'da.ki tasfi yecilik cereyanından, faide yerine mazarrat husu­ le geldi. Bu sırada T1bbiye'de teşekkül eden gizli bir in­ kıliip cemiyetinde ( ı· antürıdzm, l'anottomanızm, Pamslamizm) mefküreıerinden hangisi cıaha ziyade şe'niyete muvaiık olduğu münakaşa ediiiyordu. Bu münakaşa, Avrupa'daKi ve lVhsır' daki genç Türk. lere de intikal ederek bazıları Pantürkizm mefkü­ resını, bazıları da Panottomanizm metküresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır'da çıkan (Türk) ı:razetesinde (Ali Kemal ) , ( Osmanlı lttihadı) fikir­ lerini ileri sürerken, Akçura oğlu Yusuf Beyle Ferit Bey (Türk İttihadı) siyasetini tavsiye ediyorlardı. Bu sırada Hüseyin zade Ali Bey İstanbul' dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris'ten Bakü'ye gelmişler ve orada mücahede için elele vermişlerdi. Topçu Başiyef de bunlara iltihak etti. Bu üç zat orada o zamana kadar hakim bulunan Sünnilik ve Siilik ih­ ülaflarını izale ederek Türklük ve Islamlık camia­ lan etrafında bütün Azerbaycan"lıları toplamağa çalıştılar. 24 Temmuz inkılabından sonra Türkiye'de Os­ manlılık fikri hakim olmuştu. Bu esnada, intişara başlıyan ( Türk Derneği) mecmuası, gerek bu sebep­ ten, gerek gene tasfiyecilik cereyanına kapılmasın­ dan dolayı hiç bir rağbet görmedi. 31 Niarttan sonra, Osmanlıcılık fikri eski nüfu­ �unu kaybet,meğe başladı. Vaktile Abdülhamid' e Islam ittihadı vermiş olan Alman kayser'i hu fırs�t­ tan istifade ederek, Suıtanahmet meydanında (Is­ lam ittihadı) namına bir miting yaptırdı. Bugün­ den itibaren, memleketimizde gizli (İttiham-ı İs­ lam) teşkil�tı yapıln:ıağa başladı. Genç Türk'ler Os­ manlıcı ve Ittihad-ı Lslamcı olmak üzere iki muarız kısma ayrılmağa başladılar. Osmanlı'cılar kozmo ­

-

- 95 -


polit, İttihad-ı İslamcılar ise Ültramonten idiler. Her iki cereyan da memleket için muzırdı. Ben, 1326 kongresinde Selanik'te merkez-i umumi azalı­ ğına intihap olunduğum sırada siyasi ahval bu mer­ kezdeydi. Bu sırada Selanik'te (Genç kalemler) isminde bir mecmua çıkıyordu. Mecmuanın sermuharriri Ali Canip Beyıe bir gece Beyazkule bahçesinde ko­ nuşuyorauk. Hu genç bana mecmuasının lisanda sa­ delığe doğru bir inkılap yapmağa çalıştığını, Omer Seyreddirr in bu mücahedede nişva olduğunu anlat­ tı. Ömer Seyfeddin'in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamile benim kanaatlerime tevafuk ediyordu. Gençliğinde Taşkışla'da mahbus bulunduğum sıra­ da, nererlerin mülazımı evvele ( evvel mü18.zlm) , mülazım-ı sani'ye ( sani mülazım) ' 'I'rablus garba ( Garp Trablus'u) , Trablus Şama ( Şam Trablus'u) demeleri bende şu kat'i kanaati uyandırmıştı : Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farisi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farisi kai­ deleri atmak, Arabi ve Farisi kelimelerden Türkçe­ si olanları terkederek, Türkçe bulunmıyanları lisan­ da ibka etmek. Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isemde, neş­ rine fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hak­ kında yazı yazmağa henüz bir fırsat elvermemişti . Daha onbeş yaşında iken Ahmet Vefik Paşanın (Lehce-i Osmani) si ile Süleyman Paşanın ( Tarih-i alem) i ben�e Türkçülük temayüllerini doğurmuş­ tu. 312 de Istanbul'a ı!eldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Kahonun tarihi olmuştu. Bu kitap ade­ ta Pantürkizm mefkuresi teşvik etmek üzere yazıl­ mış gibidir. O zaman Hüseyinzade Ali Beyle temas ederek, Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreni­ yordum . Hülasa, on yedi, on sekiz senedenberi Türk mil- 96 -


!etinin sosyolojisini ve psikolojisini tetkik için sar­ fettiğim mesainin mahsulleri kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin zuhuruna ihtiyaç v ardı. !şte Genç Kalemler'de Ömer Seyfeddin'in başlamış ol­ duğu Mücahedede bu vesileyi ihzar etti. :B'akat ben lisan meselesini kafi görmiyerek Türkçülüğü bütün mefkO.relerile, bütün programile ortaya atmak la­ zım geldiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden ( Turan) manzumesini yazarak Genç Kalem­ lerde neşrettim. Bu manzume, tam zamanında inti­ şar etmişti. Çünkü, Osmanlıcılıktan da, İslam ittihatcılığın dan da memleket için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkure arıyorlardı. Tu­ ran manzumesi bu mefkurenin ilk kıvılcımıydı. On­ dan sonra, mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir etmekle uğraştım. Turan manzumesinden sonra Ahmet Hikmet Bey ( Altın ordu) makalesini neşretti. İstanbul'da ( T'ürk yurdu) mecmuasile ( Türk ocağı) cemiyeti teşekkül etti. Halide Hanım (Yeni Turan) adlı ro­ manile Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Ham­ dullah Suphi Bey Türkçülüğün fa'al bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu'nda, gerek Türk Oca­ ğı'nda birleşerek beraber çalıştılar. Köprülüzade Fuat Bey ( Türkiyat) sahasında büyük bir mütebah­ hır ve alim oldu. İlmi eserlerile Türkçülüğü tenvir etti. Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Re­ fik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi nasirler ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Va­ ıa Nureddin Beyler gibi şairler yeni T'ürkçeyi güzel­ leştirdiler. Müfide Ferit Hanım da gerek kıymetli kitaplarile gerek Paristeki yüksek konferanslarile -

97

-


Türkçülüğün yükselmesine büyük himmetler sar­ fetti. Türkçülük alemi bu gün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkarlarla ilim adamları­ nın hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçdır. Yalnız Türk mimarlığında mimar Ke­ mal Beyi unutmamak lazımdır. Bütün genç mimar­ ların Türkçü olmasında mumaileyhin büyük bir te­ siri vardır. Ma'mafih, 'fürkçülüğe dair bütün bu hareket­ ler akim kalacaktı, eğer ·ıürkleri Türkçülük mefku­ resi etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz tehli­ kesinden kurtarpıağa muvaffak olan büyük hir da­ hi zuhur etmeseydi ! Bu büyük dahinin ismini söy­ lemeğe hacet yok. Bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek heran hürmetle anmaktadır. Ewelce Türkiye'de, Türk milletinin hiç bir mevkii yoktu. Bugün, her hak Ttirkündür. Bu topraktaki hakimiyet Türk ha­ kimiyetidir, siyasette, harsta, iktisatda hep Türk halkı hakimdir. Bu kadar kat'i ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü ; düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güç­ tür. Ziya GÖKALP

(1) Türkçülüğün Tarihi, yazısı «Türkçülüğün Esasları» kitabından aynen alındı. Bu yazı Yeni Mecmuanın 84 üncü sayısına da Musahabe başlığıy­ la baş makale olarak iktibas edildi. (2) Türkçülüğün Tarihi, Türkçülüğün Esasla­ rı eserinde mevcut olduğu gibi, omdan naklen «Yeni Macmua» nın 84 üncü sayfasına, oradan da 1942 yılında Doğu dergisine alındı. Bu dergilerde gerek -,- 98 -


- 2 -

TüRKÇÜLÜK NE:OlR ? Türkçülük, 'Iurk milletini yükseltmek demek­ tir. O halde, 'ıurkçülüğün ll!ahiyetini anlamak için, evvel emirde (millet) adı verilen zümrenin mahiye­ tini tayin etmek lazundır. Millet hakkındaki muhte­ lif telakkileri tetkik edelim : ( 1 ) Irki Türkçülere göre millet ırk demektir. Irk kelimesi esasen mevaşi fennenin ıstılahlarından­ dır. Her hayvan nev'i, teşrihi vasıfları itibarile bir takım enmuzeclere ayrılır. Bu enmuzeclere ( ırk) adı verilir. Meseıa, at nev'inin (Arap ırkı) , (İngi­ liz ırkı ) , ( Macar ırkı) adlarını alan bir takım teşri­ h! enmuzecleri vardır . İnsanlar arasında da, eksidenberi, beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk namlarile dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla bera· ber, hala kıymetini muhafaza etmektedir. Beşeriyat ilmi Avrupa'daki insanları kafaları­ nın şekli ve saçlarile ve gözlerinin rengi itibarile üç ırka ayırmıştır. Uzun kafalı kumral, uzun kafalı es­ mer, yassı kafalı. Maamafih, Avrupada hiç bir millet, bu enmu­ zeclerden yalnız birini muhtevi değildir. Her mille­ tin içinde, muhtelif nisbetlerde olmak üzere bu ü ç ırka mensup ferdler mevcuttur. Hatta, aynı ailenin

noktalama iş.aretlerinde ve gerekse kelime ve cüm­ lelerde . aslında olmıyan hatalar, eksikler mevcut­ tur. Yukardaki cümle de hem Yeni Mecmuanın 84 üncü sayısında ve hem Doğu dergisinde, aslına göre yanlıştır. Bununla beraber bu yanlışlar metni bozacak kadar da değildi. - 99 -


içinde, bir

kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri u­

zun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilirler.

Vakıa bir zamanlar, bazı beşeriyatçılar bu teş­ rih! enmuzeclerle içtimai hasletler arasında bir mü ­ nasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmi tenkidlerin ve bilhas s a bizzat beşeriyatçılar arasında en yüksek bir mevkide bulunan (Manuvri­ ye) ismindeki alimin , teşrihi vasıfların içtimai se­ dyeler üzerinde hiç bir tesiri olmadığını isbat et­ mesi, bu es ki iddiayı tamamile çürüttü. Irkın, bu suretle i çtimai hasletlerle hiç bir münasebeti kal­ mayınca, içtimai seciyelerin mecmuu olan milliyet­ le de hiç bir mün asebeti k almamas ı Hizımgeli r . O halde milleti başka bir saha da aramak iktiza eder.

(2) Kavmi Türkçüler de milleti ( kavim) züm­ resile k arıştırırlar . Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içi­ ne hiç y abancı karışmamış kandaş bir zümre de­ mektir.

Eski cemiyetler, umumiyetl e saf ve yab ancılar­ la karışmamış birer kavim olduklarını iddia e der­ lerdi. Halbuki, cemiyetler kablettarih zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde e­ sir alma, kız kaçırma, mücrimlerin kendi cemiy etin­ den kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceretler, temsil ve temessül gibi hadiseler dai­ ma milletleri birbirine karıstırmıstı. Fransız alim­ ' lerinden ( Kamil Jöllion) ile Meye) en eski zaman­ larda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia et­ mektedirler. Kablettarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihi devirlerdeki kavmi her­ cüme11clerden sonra, artık ,gaf bir kavmiyet aramak abes olmaz mı? Bundan başka sosyoloji ilmine gö­ re, fer dler dünyaya gelirken ( lai çtim ai) olarak ge­

lirler. Yani içtimai vicdanlardan hiç birini beraber­ lerinde getirmez ler. Mesela lisanı, dini, ahlaki, be- 100-


dil, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiç birini beraber getirmezler. Bunların heusini sonraları ter­ biye tarikile cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler uzvi verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikile intikal eder. O halde, kavmiyetin milli se­ ciye noktai nazarından da hiç bir rolü yok demek­ tir. Kavmi saffet, hiç bir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkuresini ta­ kip e derlerdi. Bunun sebebi dini idi. Çünkü, o ce­ miyetlerde, mabud, cemiyetin ilk ceddinden ibaret­ ti. Bu mabud, yalnız kendi zürriyetinden bulunan· lara mabudluk etmek isterdi. Y abancıların kendi mabedine girmesini, kendisine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi ka· nunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmez­ di. Buna binaen, cemiyetin içinde muhtelif (teben· ni) yollariyle girmiş birçok fertler bulunmakla be­ raber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerin­ den mürekkep itibar olunurdu. E:ski Yunan medi­ nelerinde, kablelislam Araplar da, eski Türklerde, hülasa henüz ilk devrinde bulunan bütün cemiyet­ lerde şu yalancı kavmiyeti görürüz. Şurası da var ki içtimai tekamülün o merhale­ sinde yaşayan milletler iGin kavmiyet mefküresini takip etmek normal bir hareket olduğu halde, bu­ gün içinde bulunduğumuz merhaleye nisbetle mara­ zidir. Çünkü, o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüd yalnız dindaşlık rabıtasmdan iba­ retti. Dindaşlık kandaşlığa istinad edince, tabiidir ki içtimai tesanüdün istiuadgahı da kandaşlık olur. Bugünkü içtimai merhalemizde ise, içtimai te­ sanüd, harstaki iştirake istinad edivor. Harsın inti­ kal vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiç bir alakası yoktur. 3 ) Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ül..- 101-


ketle oturan ahalilerin mecmuu demektir. Mesel!, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, hir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Halbuki !randa Farisi, Kürt ve Türkten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçrede Alman, Fransız, ltalyan'dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçikada aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flaman­ lar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında i:se An­ glo Sakson, İskoçyalı, Galli, 1rıandalı namlarile dört millet vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanlari ve harsları birbirinden ayrı olduğu için, heyeti mec­ mualarına (millet)' adını vermek doğru değildir. Bazan bir ülkede müteaddit milletler olduğu gibi, bazan da bir millet müteaddit ülkelere dağıl­ mış bulunur. Meseıa, Oğ-uz Türklerine bugün Türki· yede, Azerbaycanda, !randa, Harzem ülkesinde te­ sadüf ederiz. Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu halde, bunları ayrı milletler telakki etmek doğru olabilir mi ? (4) Osmanlıcılara nazaran, millet Osmanlı İmparatorluğunda bulunan bütün tabaaya şamil­ dir . Halbuki, bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telı1kki etmek büyük bir hatadan iba­ retti. Çünkü, bu h alitanın içinde müs takil harslara malik müteaddit milletler vardı. ( 5 ) İslam ittihatçılarına göre, millet bütün müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların meemuuna (üm­ met) adı verilir. O halde müslümanların mecmuu da bir ümmettir. Yalnız lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.

(6) Fertçilere göre, millet bir adamın kendi­ sini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Fil­ hakika, bir fert kendisini zahiren şu yahut bu ce- 102 -


miyete nisbet etmekte hür zanneder. Halbuki fert­ lerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara göre, hissi hayatımız as ıl dır fikri hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh ru­ humuzun normal bir halde bulunabilmesi için, fi­ kirlerimizin hislerimize tamamile uygun olması la­ zımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinad etmi­ yen bir adam ruhan hastadır. Bövle bir adam ha­ yatta mes'ut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse, ruhi bir muvazene"e malik olabilir mi ? �üphesiz, hayır ! Bu­ nun gibi, her fert hisleri vas ı t asile muayyen bi r mil­ lete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldı ğı cemiyetten ibarettir. Çünkü, bu fert i çinde yaşadığı cemiyetin bütün duyguları nı terbiye vasıtasile almış tamamile ona benzemiş· tir. O halde bu fert ancak bu cemiyetin i çinde ya­ şarsa mesut ol abilir Başka bir cemiyetin içine gi­ derse, daüssılaya uğrar, hastalanır, hissen müşte­ rek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O halde, bir ferdin, istediği zaman, millive­ tini değiştirebilmesi kendi elinde değildir Çünkü, milliyet de, harici bir şeniyettir. İnsan milliyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan, taharri ve tahkik vasıtaısile kesfedebilir. Fakat, bir fırkaya girer gibi, sırf i radesil e şu yahut bu millete intisap edemez. ,

,

·

.

.

O halde, millet nedir ? Irk!, kavmi, coğrafi, ira­ di kuvvetlere tefevvuk ve tahakküm edebilE�cek baş­ ka ne gibi bir rab ıtamız var ? İçtimaiyat ilmi isbat ediyor ki, bu rabıta ter­ biyede, harsta yani duygularda iştiraktir İnsan en samimi, en deruni duygularnı ilk terbiye zamanın­ da alır. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle anadi­ linin tesiri altında kalır. Bundan dol ayıdır ki en çok .

- 103 -


sevdiğimiz lisan anadilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dini, ahlaki, bedii duygularımızı bu li­ san vasıtasile almışız. Zaten ruhumuzun içtimai hisleri, bu dini, ahlaki, bedii duygulardan ibaret de­ ğil midir ? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyet­ ten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemivetimiz içindeki fakrı ona tercih ederiz. Çünkü, dostlar içindeki bu­ fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mes'ut kılar. Zevkimiz,, vicdanımız iştiyakları­ mız; hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisadasını ancak o cemi­ yet içinde işitebiliriz. Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir mani vardır. Bu marn, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz ter­ biyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün ol­ mamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmıya mecburuz. Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyat­ ça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertler­ den mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köyiüsü onu ( dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bu­ lunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşte­ rek bulunduğu insanlarla beraber yaşttmak ister. Çünkü, insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ru­ humuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan ge­ liyorsa, manevi meziyetlerimiz de, terbiyesini aldı­ ğımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyor ki ( Benim hakiki Babam Filip değil, Aristo'dur. Çün­ kü, birincisi maddiyetimin, ikincisi maneviyetimin tekevvününe sebep olmuştur. ) İnsan için, manevi­ yetten mukaddemdir. Bu itibarla milliyette şecere - 104 -


aranm az. Yalnız, terbiyenin ve mefkurenin milli ol­ ması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbi· yesini almışsa, ancak onun mefkuresine çalışabilir. Çünkü, mefkure bir vecd menbaı olduğu içindir ki aranır. Halbuki, terbiyesile büyümüş bulunmadığı· mız bir cemiyetin mefkuresi, ruhumuza asla vecd veremez. Bilakis, terbiyesini almış olduğumuz ce­ miyetin mefkuresi ruhumuzu vecdlere garkederek mesut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesile büyüdüğü cemiyetin mefkure­ si uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki, zihnen kendisini nisbet ettiği yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hulasa, insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu mütalaalardan çıkaraca­ ğımız ameli netice şudur : Memleketimizde vaktile dedeleri Arnavutluktan, yahut Arabistandan gel­ miş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiye­ sile büyümüş ve Türk mefkuresine çalışmayı itiyad edinmiş görürısek sair millettaşlarımızdan hiç tef­ rik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, fe­ laket zamanında da bizden ayrılmıyanları nasıl milliyetimizden hariç .telakki edebiliriz. Hususile, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlık­ lar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş o· lanlar varsa, nasıl olur da bu fedakar insanlara « Siz Türk değilsiniz» diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevki tabiiye müstenid ve irsi olan hayvanlarda ır­ kın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın içtimai hasletlere hiç bir tesiri olmadığı için, şerece aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki fünevverlerin ve mücahidlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecek­ tir. Bu hal. caiz olmadığından «Türküm» diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hiyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan b aşka çare yok­ tur.

- 105 -


- 3 -

TüRKÇÜLüK VE

TURANCILIK

Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için ( Türk) ve ( Turan) zümrelerinin hudutlarını tayin etmek lazımdır. Türk bir milletin adıdır. Mil­ let, kendisine mahsus bir harsa malik olan bir züm­ re demektir. O halde, Türkün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir. Habuki, Türkün bazı şubeleri Anadolu Türkle­ rinden ayrı bir lisan, ayrı bir hars yapmağa çalışı­ yorlar. Mesela Şimal Türklerinden bir kısım genç­ ler bir Tatar lisanı, Tatar harsı vücude getirmekle meşguldürler. Bu hareket, Türklerin başka bir mil­ let, Tatarların da b aşka bir millet olması neticesini verecektir. Uzakta bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir şiar takip edeceklerini bil­ miyoruz. Bunlar da birer ayrı lisan ve edebiyat, bi­ rer ayrı hars vücude getirmeğe çalışırlarsa, Tlirk milletinin hududu daha daralmış olur. Yakutlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bun­ ları Türkiye Türklerinin harsı dairesine almak da­ ha güç görünüyor.

Bugün, harsça birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri, yani Türkmenlerdir. Türki­ ye Türkleri gibi, Azerbaycan. İran ve Harzem ülke­ lerinin Türkmenleri de Oğuz uyruğuna mensuptu­ lar. Binaenaleyh, Tü rkcülükteki yakın mefkuremiz ( Oğuz ittihadı ) , yahut ( Türkmen ittihadı) olmalı­ dır. Bu ittihattan maksat nedir ? Siyasi bir ittihat mı ? Şimdilik, hayır ! İstikbal hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat, bugünkü mefkuremiz, Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir.

- 100 -


Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış ol­ makla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadırlar . Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaş­ tırırsak, görürüz ki birinde bulunan bir (il) in ya­ hut (boy) un diğerlerinde de şubeleri var.

Meseıa, Harzemde Tekelerle Sarıları ve Kara· kalpakları görüyoruz. Memleketimizde Tekeler bir sancak teşkil edecek kadar çoktur ; hatta, bir kısmı vaktile Rumeliye nakledilmiştir. Türkiyedeki ( Sa­ rılar) bilhassa (Rumkale) de otururlar. Karakal­ paklar ise, ( Karapapak) ve (Terekeme) adlarını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan cihetlerinde yer­ leşmişlerdir. Harzemde Oğuzun ( S alur) ve (İm­ ralı) boylarile (Çavda) ve ( Göklen = Karluklar­ dan Kealin) illeri vardır. Bu isimlere Anadolunun muhtelif noktalarında tesadüf edilir. Göklen, kendi adını Vanda bir köye ( Gökoğlan) şeklinde vermiş­ tir. Oğuzun Yayat ve Afşar boyları da gerek Tür­ kiyede, gerek !randa ve Azerbaycanda mevcuttur· lar. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülke· de yayılmışlardır. O halde, Havarzem, İran, Azer­ baycan ve Türkiye ülkeleri Türk etnoğrafya itiba· rile aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin mec­ muuna (Oğuzistan) adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hakim olmasıdır. Oğuz 'T'ürkleri umumiyetle Oğuz Hanın torun­ larıdır. Oğuz Türkleri birkaç asır evveline gelince­ ye kadar mütesanid bir aile halinde yaşarlardı. Me­ sela Füzuli bütün Oğuz şubeleri içinde okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata kita_bı Oğuzların resmi Oğuznamesi olduğu gibi, Şah Ismail Aşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri de bütün Oğu­ zistana yayılmıştır. Türkçülüğün uzak mefkuresi ise Turan'dır. Tu-

- 107 -


ran bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka, Moğolları, Tonguz.l arı, Finvaları, Macarları da ihti­ va eden bir kavimler halitası değildir. Bu zümreye, ilim lisanında ( Ural Altay ) zümresi denilir. Maa­ mafih bu sanki zümreye mensup kavimlerin lisan­ ları arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz is­ bat edilememiştir. Hatta, bazı müellifler, Ural ka­ vimlerile Altay kavimlerinin birbirinden ayrı iki zümre teşkil ettiğini ve T'ürklerin Moğollar ve Ton­ guzlarla beraber Altay zürnre•sine, Finvalarla Ma­ carların da Ural zümresine mensup olduklarını id­ dia ediyorlar. Türklerin Moğollarla, ve Tonguzlarla lisanı bir karabeti olduğu da henüz isbat edilme­ miştir. Bugün ilmen sabit olan bir hakikat varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Ö zbek, Kıbçak, (Tatar) , Oğuz gibi Türk şubelerinin lisanca ve an'­ anece kavmi bir vahdete malik bulunduğudur. Tu­ ran kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden c amiavi bir isimdir. O halde (Turan) kelimesini bütün Türk şubeleri ihtiva eden büyük Türkistana h asretme­ rniz Iazımgelir. Çünkii, (Ttirk) kelimesi bugün yal­ nız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmtine geçmiştir . Ttirkiyedeki Türk h arsına dahil olanlar, tabii yine bu ismi alacaklardır. Benim itikadımca, bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu tsimde birle­ şeceklerdir. Fakat, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar ay­ rı harslar vücude getirdikleri takdirde, ayrı millet­ ler halini alacaklarından, yalnız kendi i simlerile anılacaklardır. O zaman bütün bu eski akrabaları kavmi bir camia halinde bir� eştiren müşterek bir unvana lüzum hissedilecek. Iste, bu müsterek un, van Turan kelimesidir. -

,

Türkçülerin uzak mefkuresi, ( Turan) namı al­ Kırgızları, Öz­ bekleri, Yakutları lisanda, e debiyatta, harsta bir-

tında birleşen Oğuzları, Tatarları, - 108 -


Ieştirmektir. Bu mefkurenin bir şeniyet haline geç­ mesi mümkün mü, yoksa değil mi ? Yakın mefküre­ ler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkureler için aranmaz. Çünkü, uzak mefkure, ruhlardaki vecdi namütenahi bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir hayaldir. Mesela, Lenin, Bol­ şeviklik için y akın mefkure olarak kollektifizmi, u� zak mefkure suretinde de komünizmi ileri sürmüş­ tür. Komünizmin ne zaman husule geleceğini so­ ranlara şu cevabı veriyor : « Komünizmin ne zaman tatbik olunacağını şimdiden kestirmek mümkün de­ ğildir. Bu, Hazreti Muhammedin cenneti gibi ne za­ man ve nerede görüneceği malum olmıyan bir şey­ dir. » İşte, Turan mefkuresi de hunun gibidir. Yüz milyon Türkün bir millet halinde birleşmesi, Türk­ çüler için en kuvvetli bir vecd menbadır. Turan mefkuresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar sür'atle intişar etmiyecekti. Maamafih, kim bili r ? Belki, is­ tikbalde ( Turan) mefkuresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkure, istikbalin halikidir. Dün Türk­ ler için hayall bir mefkure halinde bulunan (milli devlet) , bugün Türkiyede bir şeniyet halini almış­ tır. O halde, Türkçülüğü mefkuresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz :

1) 2) 3)

Türkiyecilik, Oğuzculuk yahut Türkmencilik, Turancılık.

Bugün şeniyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır . Fakat, ruhların büyük bir iştiyakla aradığı (Kızıl Elma) , şeniyet sahasında değil, hayal saha­ sındadır. Türk köylüsü Kızıl Elmayı tahayyül e der­ ken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Fil­ hakika, Turan mefkuresi mazide bir hayal değil, bir şeniyetti. Miladdan 210 sene evvel, Kun hüküm-

- 109 -


darı ( Mete ) , Kunlar ( Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman Turan mefkuresi bir şeniyet haline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Gök Türkler, Gök Türklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere T'imurlenk Turan mefkuresini şeniyet haline getirmediler mi ?

(Turan) kelimesinin manası şu suretle tahdit olunduktan sonra, artık Macarların, Finuvaların, Moğolların, Tonguzların, Turanla bir alakaları kal­ mamak icap eder. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de is,tikbalde bir şeniyet olan büyük vata­ nıdır.

Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan (Turan) adına ihtiyacı yoktur.

Bir de bazı Avrupalı müellifler, garbi Asyada aslen Samilere yahut Arilere mensup olmıyan bü­ tün kavimlere (Turani) adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu tasdik etmek değildir. Yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir. Bundan başka, bazı müellifler de Şehnameye nazaran (Tur) ile (İrc) in kardes olduğuna baka­ rak Turanı eski İranın bir kısmı aactetmektedirler. Halbuki, Şehnameye göre, Tur ile İrcin üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı (Selem) dir. ( Selem) ise İrandan bir şubenin dedesi değil, bütün Sarnile­ ıin müşterek ceddidir. O halde, Feridunun oğulları olan bu üç kardeş Nuhun oğulları gibi, eski etnoğ­ rafik taksimatın adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki ( Turan) İranın bir cüz'ü değil, bütün Türk illerinin mecmuu olan Türk camiasından iba­ rettir.

- 110 -


TOPRAK AY L I K Ü LKÜ DERG i Si Sahibi :

llhan E. DARENDELIOÖLU Daimi Yazarlar :

Prof. Dr. Cezmi Türk Prof. Dr. Şakir Berki Arif Nihat Asya Nejdet Sançar Doç. Dr. Faruk K. Timurta, Dr. Hikmet Tanyıı

Ziyaeddin Babakurban Dr. Teveloğlu

Sofuoğlu Zaimoğlu Fazlwğlu

Haoaloğl11. Çetinoğlu Çavuşoğl-.. Darendelioğl'lt



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.