Leon Kahun - Gökbayrak

Page 1



Ötüken Yayınları: Nu: 31 Tarihi Eserler Serisi: Nu: 4

Kapak Kompozisyonu Kapak Baskısı DizgLTertip Baskı

:

Mustafa Eren

Yeni Özrekor

YUkse1 Matbaası

Ahmet San Matbaası



CAHUN

ve

GOKBAYRAK

Leon Cahun 1841-1900 yıllan arasında yaşamış bir Fransız yazandır. Hayatının ilk devresi, Fransa­ nın belli başlı dergilerinde makaleler yazmakla geç· nıiş ve 1870 de Fransız-Purusya harbine gönüllü ola­ rak katılmıştır. Harp dönüşü, Mazarin kütüphane­ si müdürlüğüne getirilen Cahun, burada Türk tari­ hini gittikçe artan bir ilgi ile derinliğine incelemek imkaru bulmuş ve kısa bir zaman sonra da tarihi a· raştırmalarda bulunmak üzere Fransız Maarif V�­ kaleti tarafından orta-doğuya gönderilmiştir. Bura­ larda beş seneye yakın bir süre inceleme gezileri ya­ pan yazar, Türk-Moğol dil ve edebiyatlanna dair çe­ şitli makaleler yazmış ve müsteşrikler kongrelerine, etnoğrafya cemiyetine yine bu konularda bir çok il­ mi tebliğ sunmuştur. Cahun'un en tanınmış eseri 1896 yılında yayın­ lanan "Asya tarihine giriş, Türkler ve Moğollar" ad­ lı tarihidir. Bu eseri ile yazar, meşrutiyet zamanı fi­ kir hayatımıza da etkili olmuştur. 1900 yılında Ne­ cip Asını tarafından yayınlanan Türk Tarihi büyük bir kısmı itibariyle sözü geçen eserden tercüme edil­ miştir. Eserin başlangıç kısmında. bu hususu belir­ ten Necip Asını şöyle demektedir: "Şu tarihi vücu· da getirmek için . . . . . . . . . . . . . . . . . . en ziyade işimize ya­ rayan eser Paris'te Mazarin kütüphanesi muhafı·�


muavini Cahun'un 'introduction a l'histoire de l'Asie les Turcs et les Mongoles' adlı eser-i gü.zinidir. 853 tarihi hicrisine kadar mehaz göstermeksizin nakley­ lediğimiz vekayiin ekserisi hu kitaptan ya aynen ya· hut cüz'i tahrifle alınmıştır. Hakikaten Türk tarihi­ ne vukufu ve Türklere muhabbeti ile meşhur otan Cahun, zaten eserinin tercümesine ve istenilen şek· le konmasına müsaade ettiler." Cumhuriyet devrin de de yazarın, 1873 tarihinde milletlerarası müsteş· rikler kongresine vermiş olduğu, Turani diller hak­ kındaki bir tebliği Ruşen Eşref tarafından tercüm� edilerek yayınlanmıştır. Cahun, daha bir çok romanlar yazmış olmakla beraber, yurdumuzda en çok tanınan ve sevilen ro· marn "Gök Bayrak"ı 1876 da yayınlamıştır. Eser ilk olarak 1912 de Necip Asım tarafından Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmış ve çok ilgi görmüş· tür. Daha sonra, size ikinci baskısını sunduğumuz bu tercüme Galip Bahtiyar tarafından yapılarak ya­ yınlanmıştır. Gök Bayrak'ta, haçlı seferleri sırasın· da, Türk-Moğol imparatorluğunun batıya doğru ya­ yılışı tarihi bir roman olarak işlenmiştir. Ele aldığı zamanı ve tipleri büyük bir ustalıkla ve kesiksiz bir heyecan içinde verebilmektedir. Onun bu başarısını her halde, Türk tarihine olan derin vukufu ve sev­ gisi ile izah etmek mümkündür. Ötüken Yayınevi


Can Bey TORK BAYRAKTARI

B EN

Isıg gölü

kenarındaki Alma dağı

yanında

doğdum. Oymağımız göçebe halinde yaşar idiy­

se de babam hoca tutarak beni okutup yazdırmıştı. On yaşımda iken yurdumuz yanındaki çocuklar gi­ bi ata binmeyi, ok atmayı öğrenmiştim. Türk dilini Uygur yazılariyle okumayı, yazmayı bellemiştim. Onbeş çağlarında idim ki kızıl ayın son günle­ rinde babamın sevgili bir kısrağı kaçtı. Kısrağımız soyu sopu karışmamış temiz bir laayvandı. Değeri de yüksekti. Babam yanaşmalarına buyurdu ki kıs· rağı nerede ise arayıp bulsunlar, yurda getirsinler. Kara kışta idik. Karlı ovalarda dizgin boşalt­ mak, atımı dik yamaçlardan aşağı salmak, buz tut­ muş çöller üzerinde koşu yapmak, korkunç çam or­ manlarından geçmek, çalılıklar arasından kulakla· nnı diken tavşanları avİaIİıak için içimden öyle bir istek uyandı ki dayanamadım, hemencecik

baba-


GÖK BAYRAK

8

mm yanına girdim yalvardım ki beni de yanaşma:­ larla beraber göndersin. Babam bir eyyam düşündü, sonra

razı oldu.

Bana beş yaşında boz bir at verdi. Anam alnımdan öptü. Kendimi av ardına kaptırmamamı

iyice

marladı, bir çok da öğütler verdi; dua etti.

ıs­

Ben vedalaştım, kışlağımızdan çıktım; epeyce yol almış olan yanaşmalanmızın

ardından

atımı

sürmeğe başladım. Üç gün dolaştıksa da }usrağa rastlamadık. J\ma ben iyi eğleniyordum. Tavşanlara ok çekiyor,

ke·

mentle tilkileri kovalıyor, dolu dizgin yamaçlardan

iniyordum.

Eğleniyordum.

Bir gün karlarda yol izlemek için önden giden uşaklardan biri atını ılgara bırakmış bize doğru ko­ şardı. - Hey! Uşaklar! Tekrinlerin baskınına uğra­ dık.. dedi, lakırdısını bitirince attan düştü ve öldii. Tekrinler Moğollarla danışık bir

uruk

Qlup

Uygurlarla komşudurlar; talanla geçinirler. Bu kere bizim bir yurdu basmışlar, birçok at ve mal aldık­ tan sonra dönerken yanaşmaya rastlamışlar, zaval­ lıyı yaralamışlar ve bize saldırmışlardı. Tekrinler üzerimize gelirken yanaşmalardan en yaşlısı bana döndü: - Can Bey, dedi. Altındaki at zelva (1 ) gibi u­

çar, haydi uzaklaş! Sen eminliğe çıkıncaya kadar biz de burada vuruşuruz; atı çay boyuna sür doğ­ ru git, çok geçmez kışlağa varırsın!.. Doğrusu özüme yediremiyordum ki yoldaşla­ rımı böyle korkulu bir yerde bırakıp da gideyim! Onlara ne olursa ben de beraber, diyordum.

dür.

( 1 ) Zelva: Rüzgir önünde uçan kuş: Türk

avcı

sözii-


GÖK BAYRAK

9

Yaşlı uşak bu düşüncelerimi sezdi mi nedir, a­ tımı başlığından yakaladı, yüz adım kadar koştur­ duktan sonra bıraktı, kasıklarına bir iki kırbaç sa­ vurdu. Sonra yoldaşlarına döndü. - Tanrı korusun Can Beyi ! .. dedi. At kırbacı yiyince ateşlenmiş idi. Bizim atlar öyle kırbaça alışkın değillerdir. Onun için deli gibi oldu. Soluk almadan bir igaç kadar koştu; ben de yoldaşlarımdan uzaklaşmıştım. Bir ara Tekrinlerin naraları kulağımda öttü. Bunların bizimkilerin üze­ rine düştüklerini anladım. Geri dönmekte fayda yoktu. Atı kendine bıraktım. Zavallı o kadar ürk­ müş idi ki alabildiğine koşuyordu. Böyle ne kadar yol kestirmişim bilmem. Atım solusun diye dur­ dum. Bulunduğum yer bir baştan öbür başa karla örtülmüş düz ova idi. Yalnız sağımda koyu bir çam ormanı yüce ağaçlarıyle göklere doğru yükseliyor­ du. Hey uşağım! Bu ne ıssızlık ?. Ben ve atımdan başka görünürde in-cin yok! Yalnız ara sıra bir kar­ tal ormanlıkların üstünden görülüyor. . . Ben ne yapacağımı düşünürken ormandan birdenbire otuz kadar Tekrin belirdi.. atlarını bana doğru sürmeğe başladılar. Yirmi adım kalınca atlarını olduğu yer­ de durdurdular. İçlerinden ikisi meydan aldı. Elle­ rindeki kargıları karlar içine sağıma soluma sapla­ dılar. O kadar şaşırmıştım ki kımıldamağı bile unut­ tum. Tekrinler tez beni attan aşağı alınca aklımı derledim. Şimdi beni ne yapacaklar diye soruyor­ dum. Karşımdakilerden biri rubasının altından bir urgan çıkardı ellerimi ardımdan bağladı. Ötekisi an­ layamadığım bir dil ile bir iki söz söylemesi üzeri-


10

GöK BAYRAK

ne yoldaşı kuşağından bıçağını çıkardı ipleri kesti. Beni tekrar atıma bindirdiler, ama okumu ve yay­ lanmı aldılar. Kaçmayayım diye atın dizginlerinden tutarak orman içine sürüklediler. Biraz sonra or­ man alanına vardık. Tekrinlerin ·kalabalığı, yığınlı­ ğı orada toplanmıştı. Talan malları arasında zaval lı uşaklarımın atlarını·görünce çok acıklandım . Ba­ ğı:r:a bağıra sordum ki benim yoldaşlanm ne olmuş· !ardır. Onlar kanıksamış gözleriyle bana bakıyorlar­ dı. Sorduklarıma cevap bile vermedil�r. Hep sinsi sinsi gülüyorlardı. Çok �eçmedi, tekrar yola düzüldük. Sular ka­ rarıncaya kadar gittik. Gece iyiden iyiye düşmüş. ormanlıklar bütün bütün karanlıklara batmıştı ki Tekrinler bir yar başında konakladılar. İçlerinden bir kaçı ateş yaktı. Öbürlerinin kestiği koyunları parça parça doğrayıp çamçaklar içinde ateşe vurdu­ lar. Yoldaşları ise atlan köstekliyorlardı. Kargıla­ rı yere diktikten sonra ateş çevresine dizilip otur­ dular. Benim için yemeğe istek mi kalmıştı? . . . Tekrinler kannlannı tıka basa doyururken iç­ lerinden biri bana dilmaçlık ( 1 ) ediyordu. Adımı, hangi ellerde doğduğumu anladıkça ötekilerin dili­ ne çeviriyordu. Bir aralık Tekrinin kol başısı olan herif tencereden bir et çıkardı beni yanına oturt­ tu .. Verdiği etleri yememi işmar etti. Ne dersin?. Bir iki lokma yedim ama boğazımdan zor geçti. Yorgunluk, öteklik, yoldaşlarımın acığı beni güçsüz bırakmıştı. İyice örselenmiştim. Olduğum yerde uyuyup kalmışım. Ertesi gün daha tan yeri yeni ağarmıştı ki u­ yandım. Baktım ki yapayalnızım, yanımda kimsi:! ( 1 ) Dibnaç: Türkçeyi başka dile çeviren: Tercüman. Almanlann ( dolmecer) sözü Türkçeden almm•dJr.


GÖK BAYRAK

11

kalmamış .. . Tekrinler ortadan kaybolmuşlardı. Bu ıssızlıklarda tek başıma atsız kaldığımı görünce :ı­ cıklandım. Öteye beriye koşuşmaya başlaqım. Şaş­ kın şaşkın gezerken biraz ilerde bir duman gördüm, oraya koştum. Baktım ki Tekrinler toplanmışlar. Neye benden ayrıldıklarını anladım. Talanı rahat rahat paylaşmak için biraz ıraklanmışlardı. Ben hemen dilmaca gittim. . - Beni tek başıma ovalarda bırakacakdınız!. Bari atımı verin, yurdumun yolunu gösterin, ata­ larımın yanına gideyim. Dilmaç yine güldü. Dedi ki: - Kim demiş ki biz seni bıraktık! .. Bizim, ço­ cuk olsun, koyun olsun, elimize geçeni bırakmak türemizden değildir. Hem biz biliriz ki sen gelip bizi bulacaksın. Sonra elimden tuttu. İri halı yığınu;nn yanına götürdü. - Nah bunlar içinden kendine bir yorgan ayır. Gece olunca bunu ikiye bölersin, yarısını da üstü­ ne çeker uyursun .. Ben kendime bir keçe ararken Tekrin atların­ dan bir at sçmemi, takımlardan da bir takım beğen­ memi öğütledi. İyi ama babamın verdiği atı, oklarımı, yayımı geri vermediler. Kürkümdeki savat düğmeleri de söküp almışlardı. Bir ay Tekrinlerle beraber gezdik. Bir aydan sonra «İrtiş» gölü kenarındaki Tekrinlerin yurdu­ na vardık. Yasavullarım ( 1 ) yurtlarına gelince be· ni ne yapacaklarını danışmağa başladılar. Hep ya­ nımda söyleşirlerdi. Ben de artık bunların sözleri( 1 ) Yasavul; Gözleyici, saklayıcı demektir. Frenklerin agarde• sözünün karşalıjubr. Sonralan Türk ordusunda dündar koluna Yasavul derlerdl


12

GÖK BAYRAK

ni anlamağa başlamıştım. Tekrinlerin dili az çok Türkçeye benzediğinden bir ay içinde öğrenmiştim. Danışmanlar iyice kızışmışlardı ki bir yaşh Tekrin ayağa kalktı ve dedi ki: - Gökçe okur yazar bir delikanlı istemişdi. Bu uşağı ona götürelim. Gökçe, Moğolların içinde yüce bir kişi idi ki bütün o çevrede yaşayan ne kadar uluslar, urukla•· varsa ona çok riayet gösterirlerdi. İhtiyar sözünü bitirince yoldaşları bunu kabul ettiler. Hemen o akşam yanıma beş atlı katarak Gökçeye yolladılar. Tam birbuçuk ay yürüdük! Tekrinler düşman­ larının barındıkları yurtlardan geçmemek için hep kayalıklardan, dağlık yerlerden vururlardı. Bereket ki yola çıkarken yanımıza birkaç yük azık almıştık. Açlıktan örselenmedik. Kış sonlarına doğru idi. Sırtları kara çamlarla örtülmüş bir dağ eteğine eriştik. Tekrinler atları ağaçlara bağladılar, ürke ürk;;!

dağa tırmandılar. Biraz sonra önümüzde bir mağara belirdi. Yasa· vullarım mağaranın ağzında durdular. Birisi yavaş­ ça diyordu ki: - İşte Yogon Gökçenin yurdu burasıdır. Kim bilir kendisi nerede?. Tekrinler sözlerini bitirmemişlerdi ki önümüzde bir adam belirdi. Genç ve sert yüzlü, saçları omuzu­ na d�külen bu adamın gözlerinden ateş fışkırıyor gibi idi. Bunu görünce yanımdakiler titreşmeğe başladılar. Ben ise ürkmeden başımı yüksek tut· tum, yiğitçe Gökçeye baktım. Bu bakışım üzerine Gökçenin yüzü tatlılaştı. Okşarcasına bana baktı, ·Sonra yanımdakilere sordu:


GöK BAYRAK

13

Mağaradan b ir adam bellrdl-

- Bu çocuk kim� bunu buraya neye getirdi­ niz?

Tekrinler cevap verdiler: Bizden Uygur yazısı bilen bir uşak istemişdin. Bunu bulduk, sana geti_r­ dik. Gökçe işmar etti ki yanına gideyim. Sonra gü­ ler yüzle dedi ki: - Adın nedir, ataların kimlerdir? - Adım Can Beydir. Atamın adı öktülmüştür. Biz Uygur uruğundanız. Oymağımıza Bayan Avul derler.


GöK BAYRAK

14

O hiç ses etmiyor, gözlerini dikmiş yüreğimden geçen şeyleri okuyor gibi idi. Biraz sonra Tekrin­ lere eliyle işmar etti ki dönsünler gitsinler. Tekrinler gitmiyordu . . . İçlerinden yaşlısı Gök­ çeye dedi ki: - Bize hiç öğüt vermedin, yurtlarımız.ı yum ( 1) eylemedin. Gökçe bunlara gülümsedi; koyunlarını, atları­ nı iyi korumak için öğütler verdi. Bunlara uğur di­ ledi. Tekrinler bunun üzerine kalktılar, başlarım döndürmeden bayırdan aşağı indiler ve ormanlıklar içinde kayboldular. Gökçe ile yalnız kaldığım zaman beni korku al­ mıştı. Biraz Herdeki taş üzerine yığıldım. Başımı el·· lerim arasına aldım: Anamı, babamı, bizim, kebe ik örtülü yazın serin, kışın ılık obamızı, benim yiğit a· ğamı, yüzünden gülmek eksik olmayan bacımı, bütfüı sevdikleri düşünmeğe başladım. Bu ıssızlıklarda bu korkunç Arpaç (2) kılıklı adamla ne yapacak­ tım? Gözlerimden yaş mı gelmişti nedir? Yüzümün üstünden sıcak damlalar yürüdüğünü duydum. Sil­ kindim, kalktım. Orada taşın altından sızan kay­ nakta yüzümü yıkadım. Biraz sonra çam ağacın.:ı dayandım; öylece dalmışım. Rüyamda yanımda bir­ çok kişiler arasında atamı gördüm. Bana diyordu ki: - Can! Korkma .. Dünyadan korkma sen öyle, bir yüce ulusun uşağısın ki onun önünde dağlar eri­ yecektir. Ben seninle hep beraberim oğul! Titreye titreye uyandım. İçimin sıkıntısı geç(1) Ymn dilemek: Hayır dua etmektir. Yumlu hayırlı.

Halk

hfilA

yumlu gün,

yomsuz

gün der.

( 2 ) Arpaç: Sihirbaz, büyücü.


GöK BAYRAK

15

mişti. Gönlüm açılmış, önümdeki engin ov9lar gibr genişlemişti. Birisi omuzuma dokundu. Bu Gökçe idi. - Şirin rüyalar gördün değil mi? Diye sordu. Ben şaş _ ırmıştım. Gönlümden geçen şeyleri nasıl bi· Jiyordu?

O sözünü yine aldırdı: Sabret; belki de gün ge· lir, atalarını bulursun. Sen yalnız şunu bil ki Türk uşağının atı nereleri çiğnerse yurdu orasıdır. Sen yiğitlikten, ağalıktan ayrılma; korkma...

İlerideki

engin çevreler korkmayanlanndır!. Bu sözler üstüne yiğitlendim. Sert sert dedim: - Ben Uygurum. Bayan Avullu Türklerdenim. Benim oymağıın yavuzluğu ile dört çev,reye ün sal­ mıştır. Korkmak nedir biz bilmeyiz. Atımızı da hiç geri teptirmeYiz! Gökçe omuzurna urdu: - Erce söz söylersin uşak, dedi! Yavuz kişile­ ri herkes sever. Sonra ilave etti: - Gel yatacağın yeri göstereyim. Biz yurda geldiğimiz vakit avulun başında a· yakları köstekli al tonda bir at bizi görünce sevinç­

li sevinçli kişnedi. Gökçe atı okşuyordu, bana an­

lattı: bu atın adı •Sayınboğrul» dur, daha üç ya­

şına girdi. Atı görünce o kadar sevindim ki Gökçeye ne di­ yeceğimi bilemiyordum. Hayvan da eşi az bulunur bir küheylandı. Koştum; öpmeğe, sevıneğe

başla·

dırn. Sayınboğrul da be:hi eskiden tanıyormuş gibi kişniyor sevincinden tırnak sürçüyordu. Biz böyle oynaşırken Gökçe yorganları, kürkle­

ri ortaya yığmıştı. Bana dönerek: - İşte yatağın ... Aç isen oradaki sandık içeri­ sinde yiyecek vardır, dedi ve eliyle mağaranın ağzında duran düz bir taşı gösterdi.

·


16

GÖK BAYRAK

Biraz sonra uyumuşum. Taşın yanına vardığım vakit üzerinde bir çok koyun, karaca etleri, çanaklarla süt, temiz tereyağı ve daha birçok yiyecek şeyler gördüm. Bunlardan çoğu epeyce zamandanberi orada durduklarından bozulmuşlardı. Gökçe: - Beğendiğin etleri ayır, ateş yak, dilediğin gi· bi pişir, geri kalanları mağaradan dışarı at. Kuşlar, dağdaki hayvanlar gelsinler, yesinler. Bunları geti­ ren delikanlılar benim bu kadar şey yemediğimi da­ ha öğrenemediler dedi . . . Bir çamçak süt alarak birkaç yudum içtikten sonra ocağın yanındaki sandıktan bir kitap çıkardı ve ışığın yanında okumağa başladı. Ben kitaba göl attım ise de içindeki harfleri tanıyamadığım için ne­ ler yazılı olduğunu anlayamadım. Biraz sonra pi· şirdiğim yemekleri yiyip yattım. Birkaç ay böyle yaşadım. Gökçeye getirilen yi­ yeceklerin yansından ziyadesini hayvanlara veriyor, «Sayınboğrul» u tımar ediyor ve yemek pişirmek için çalı çırpı topluyor ve böylece günlerimi akşam ediyordum. Gökçe benim ile gayet az konuşuyor,


GÖK BAYRAK

17

fakat dilediğim gibi hareket etmeme birşey demi­ yordu. Kendisi de hazan günlerce ortadan kaybolur­ du. Bir gün ovada bir koşu yapmak için Sayınboğ· rula bineceğim sırada Gökçe elimden tuttu ve: - Can! Öz oğlum gibi sevdiğim bir delikan­ lının böyle urubasız, pusatsız gitmesi yaraşmaz. Ben seni temiz giyinmiş, kuşanmış görmek isterim. Ki­ lim sargının içinden bir takım elbise, yay, ok ve gü­ müş kakmalı, boynuz saplı bir bıçak çıkardı ve de­ di ki: - Bunları al, sana veriyorum Sayınboğrul da senindir. . Sevincimden deli gibi olmuştum. Teşekkür için eline ayağına sarıldım. Fakat Gökçe elimden kur­ tularak ortadan kayboldu. Yalnız kalınca hemen koştum. Sayınboğrulun boynuna sarıldım. Öptüm, konuştum, yelesini ok· şadım, boynuna vurdum. Böyle bir küheylanın be­ nim olduğunu düşününce kendimden geçiyordum. Akıllı Sayınboğrul ise ahu gibi kara gözlerini bana dikmiş, ön ayağiyle toprağı tarıyor, kişniyor, ipek gibi uzun kuyruğunu sağa sola savuruyordu. Atı bırakıp giyinmeğe başladım. Elbiselerim içinde sırma işlemeli meşin bir çakşır, dizden yu­ karı çizmeler, gümüş düğmeli, cilalı deriden göm­ lek vardı. Giyinmem bittikten sonra belime gümüş tokalı kemerimi bağladım, yayımla sadağımı omu­ zuma vurdum, başıma da kalpağı geçirdim. Elim1.: oklan alınca uçlarının gümüşten, kirişinin san ipek­ ten, yay kertiğinin klaptan ile sanlı olduğunu gör­ düın. Oklarımın uçlarından çıkan sesler, gök içindi! ateş gibi parlayan güneş, tozlu-dumanlı ovalar, yapF.: 2


18

GÖK BAYRAK

raklar, ağaçlar, keyif veriyorlardı. Altımdaki Sayııı­ boğrul da keyiflenir gibi idi. Hem kaçıyor, hem kiş­ niyordu. Atımı oralara yakın olan «Arolat» kışlağına sür­ düm. Yeşil bir yamacın ortasında gömülmüş olan bu kışlağı o taraflarda gezindiğim sıralar görmü) ve oymak delikanlılarıyle tanışmıştım. Delikanlılar benim Gökçe ile oturduğumu bilc'rek bana riayet ederlerdi. Ben içlerinden yalnız bi rini severdim. Alak adlı olan bu delikanlı Arolat beylerinin birinin oğlu idi; bana karşı dostluk gös· terirdi. Çok kere Alakla ovalarda koşar, birbirimiz­ le yanşa çıkardık. Bazı defa güreşe tutuşur veya ok atardık. Alak'ın güzel bir oku vardı. Ormanlardan kesip yonttuğumuz ağaçlarla da kılıç, kalkan oynardık. Yalnız uçurtma uçuramayışımız bizi çok �ederlen­ dirirdi. Ben Alma Ata kasabasına gittiğim vakit bi': iki çocuğun uçurtma uçurduklarını görmüştüm. ·Alak uçurtmayı görmemiş ve yalnız benden duy­ muştu. İkimiz de bir uçurtma yapıp havalandırmayı pek isterdik ama Arolat'lar okumak, yazmak ne­ dir bilmediklerinden kabilede bir parça kağıt bul­ mak mümkün değildi. Kağıt olmayınca uçurtma da yapamıyorduk. Ben atımı sürmekte iken uzakta arkadaşım Alak'ı gördüm. Alak tıkız bir yedek beygirine bin­ miş, elindeki sopayı mızrak gibi tutmuştu. Beni gö­ rünce düdüğünü çaldı, atını bana doğru dörtnala sürdü. Daha uzaktan: - Can, Can, kağıt buldum. Şimdi uçurtma ya­ pabiliriz; çabuk gel, ağam Can! . diye bağırdı. Birkaç dakika sonra Alakın yanına varınca, yoldaşım dedi ki:


GÖK BAYRAK

19

- Bu ne takım, bu ne elbise, ne güzel ok, ne güzel bıçak, han gibi giyinmişsin, bunları nerede.ı t alanladın? - Bu giyimleri kuşanılan bana Gökçe verdi. Ey! Sen uçurtmalık kağıdı nereden buldun? - Babam verdi. Babam, bizim hamınız Temu­ çin (Cengiz Han) ile Taycigut kabilelerini bastılar. Yağma arasında babam içi Çince kitaplardan baş· ka kağıtla dolu bir sandık bulmuş, getirdi, bana verdi. Can Bey, seni böyle güzel elbise ile görüne� ne kadar seviniyorum, bilsen! Şimdi ikimizin de bir okumuz, bir b_ıçağımız, bir atımız var. Birer de kt lıçla mızrak bulduk mu, asker olduk, gitti! .. - Han buraya döneli çok oldu mu?. - Evvelki gündenberi! . Fakat, gelir gelmez gözden kayboldu. Dağ taraflarına gitti. Yarın der­ nek yapacaklar, sen de gelirsin değil mi? - Gelirim, kardeşim. Temuçin Hanı çok gor­ mek isterim; çünkü herkes onun yiğitliğini söylü­ yor. ..

·

Alak, bu söz üzerine kendinden geçti ve Temu­ çin Hanm yaradıklarını öğmeğe başladı: . - Temuçin Han aslandır. Hanın ·babası yavuz Yesügey » de mert bir adam olduğu gibi yiğitlikle­ ri ile de tanınmıştı. Fakat Temuçin Hanın mertli­ ği, yiğitliği hepsini geçer. «

- Doğrusu Temuçin Han gibi bir adamı gör­ meği çok isterim. Fakat ben bir şey söyliyeyirn mi? Benim her gün görmekte olduğum Gökçe, Temuçin Hanı da geçer. Ben yer yüzünde Gökçe gibi bir ada­ ma hiç rast gelmedim. Bu sözler üzerifıe Alak gözlerini yere dikti ve: - Gökçe başka! Bizim Hamınız dünya ada­ mıdır. Yücelikce, mertlikçe, usca dünyadaki adam-


GÖK BAYRAK

20

larm en büyüğüdür. Fakat Gökçe bizim gördüğü­

müz gibi adamlardan değil ki! ..

Böyle konuşa konuşa epeyce yürümüşüz. Biraz

sonra attan indik ve orada bulunan bir bayıra çık· tık oturduk.

Alak, buradan bekçilik ettiği beygirleri gözli­

yebilirdi. Oturur oturmaz torbasından biraz pey­

nir ve eğerin terkisinden bir ufak testi kımız ( kıs­

rak sütü) çıkardıktan sonra beraber çay kenarına

indik. Uçurtmamız için söğüt dalları kesmcğe baş­

ladık. Bir taraftan söğüt dallarının kabuklarını çı­

kartıyor ve bir taraftan Alakın azıklarını yiyorduk. Alak bana, babasının ve Cengiz'in mensup ol­

dukları urukları, pederi Yesügey'e zehir içirilerek öldürüldüğünü anlattı. Yesügey

öldüğü vakit pek

ufak kalmış olan Temuçin , babasının topladığı ka·

hileleri bir yerde saklayamadığından bunlar birer birer dağılıp şimdi Alakın

oymağiyle

Temuçinin

düşmanı olan «Taycigut» lara sığınırlar. Temuçin üç yüz kadar boyları ile yalnız başına kalır; fakat

anası akıllı bir kadın olduğundan gider, Gökçeye

yalvarır, oğlunu himayesine almasını söyler. Gök­ çe de Temuçine uğur getirir ve yavaş yavaş ci.var· daki kabileler Temuçine gelmeğe başlarlar. İşte btı

vakitten beri Temuçin Taycigut uruklarla kavıı:ava ı:ı;irişir.

ve

danışıklıkları

Temuçin kışlağına dokuz ak tuğlu bir ba:Faic

ve yazlık konağına da dört tuğlu bir bayrak dike1.

ve oralarda Hanlıı?ını kurar. 591 senesinde orala:-:.

geldiğim vakit Temuçin (40) yaşında kadar gözükü �:·ordu.

Alak hikayesini söylerken biz kendimizden geç­

miş, vakti unutmuştuk. Uçurtma oklarımız hile �lı lımızdan çıkmıştı . ".\lak birdenbire dedi ki: - Can! Akşam oldu.

Biz

daha atlan toplama-


GÖK BAYRAK

21

dık. Hayvanları ne vakit yurda götüreceğiz? Ne va­

kit köstekliyeceğiz ? Sağlam, babam yine kızacak­

tır. Bir iki tokat yemezsem çok iyi!. Ben şu yolda cevap verdim:

- Dinle, boş yere söz söyleyeceğimize biraz i�,

görelim. Sürüyü toplamağa başla, ben de yardım derim. Sen kemendi sırığınla

tayları

t:·

kovalarsın.

Ben de kırbaçla ihtiyar bergirleri toplarım.

Hemen atlara bindik. Öteye koşa, beriye kır­

baç ata, bağıra çağıra ve bazı kere huysuz hayvan· lan kement ile getire getire Alakın atlarını topla­

dık ve birbirine sıkıştırıp ortalık kararmadan yola düzüldük.

Alak sırığıyle önden önden giderek, ben de sol­

da kırbaç şakırdatarak yurda geldik. Ben köstek­

leri hazırlarken Alak hemen evinin kafeslerine asılı

tahta çekici aldı, yere iki demir kazık çaktı. Kazık­

lara ipleri taktık ve hayvanları köstekledik, saydığı­

mız vakit içinden eksik çıkmadığını gördük. Biraz

sonra kendi atlarımızı çadırın yanındaki kırmızı di­ reğe bağladık. Alak kulübenin keçeli kapısını açtı , ikimiz de girdik.


G O C

Ç

ADIRDAN içeri girdiğimiz vakit çerağ yanmış,

tencere ocaktan inmişti.

Alak'ın atası , anası,

küçük kardeşleri , ihtiyar hizmetçiler tencerenin et­

rafına dizilmişler, ellerinde tahta kaşıklarla yemek

yiyorlardı. Alak'ı görür görmez babası kollarını sı­ vayarak yerinden kalktı ve oğluna:

- Yaramaz, dedi. Yine mi geç kaldın?.

Alak'ın dayak yiyeceğini anladım . . . Oradan sa­ vuşmak istedim. Kimbilir dayaktan bana da pay çı kardı. Fakat, babası beni görünce yüzü tatlılandı.

- Vay, konuk mu var? dedi. Hoş geldin Can

Bey! Bize uğur getirdin. Git şuradaki heybeden bir kaşık al da yanıma otur.

Sonra Alak'a döncJ.ü :·

- Bu kere bağışladım, dedi. Ben başbuğa dilim döndüğü kadar şükranları­

mı ifade ettim. Alak çatık suratıyla yanıma çöktü.

Ağır ağır yemeğini yedi. Bir aralık ev sahibinin gö­ zü elbiseme ilişti. Şaşkın şaşkın söylendi :

- Bu ne pusatlar? . . . Bu ne güzel ok ve bıçak ?

Ben bunları tamdım. Bunlar Temuçin'in payına dü­

şen Taycigut'lardan talan edilen mallardır. Ben gururla karşılık verdim:

- Bunları baha Gökçe verdi.

- Gökçe seni çok seviyor. Sen de bütün zama-


GÖK BAYRAK mm

23

onun gibi büyük bir insanın yanında

geçiren

bir bahtiyarsın. Söyle bana bakalım Can, Gökçe sa­

na sihirbazlık öğretiyor mu ?

- Gökçe bana öğüt verir. Yiğitlikten ayrılma,

kimseden yılına, der. Aynı zamanda ata binmeği.

pusat kulanmayı öğretir.

Alak'ın babası başını salladı . - Gökçe istemiş olsa, onbeş yaşındaki çocuk­

lar bile savaşa giderdi. B ize şimdi asker çok lazım!

Çünkü yakın zamanda, atalarımızın kavgaları göreceğiz.

görmedikleri

Bu sırada sert bir erkek sesi gürledi:

- Doğrudur. Yakın zamanda savaşla,r görece­

ğiz. Bu kavga meydanlarında erkekçe öleceğiz. İri

bir adam başını eğerek yurttan içeri girdi . Alak'm

babası bu yeni misafiri ağırlamak kalktı ve karşıladı. - Tünaydın,

için

yerinden

« Nagıboya » nın oğlu ! Yiğit Bo-

ğurcu ! diye bağırdı .

Misafir gür sesiyle: - Tünaydın,

« Naguboya» nın oğlu!

Yiğit Bo­

Sonra Alak'ın iki elini sıktı, yurttakileri de se-

lamladıktan sonra Baysungar'ın gösterdiği baş min­ dere geçip oturdu. Kendisine verilen kımızdan iki çamçak dolusu dikiverdi.

Boğurcu, iri boylu, geniş yüzlü bir yiğitti. Gü­

neşten yanmış kanlı yüzünden doğruluk, mertlik a­

kıyordu . Güldükçe de bembeyaz dişleri görünüyor·

du. Gözlerinin ufaklığına rağmen bakışları arslaTl

bakışını andırıyordu.

Saçları dört örgü halinde yüzünün iki tarafına

sarkmış, sallanıyordu.

Boğurcu'nun bütün kalbi, endamı, adı gibi yi­

ğit bir savaşçı olduğunu gösteriyordu. Sırtına bir

bağıltak giymiş, ayaklarına da diz çizmeleri çekmiş-


24

GÖK BAYRAK

ti. Kemerinde ufak bir bıçak ile düz ağızlı, yuzu enli, kısaca bir kılıç vardı. Oku ile sadağı arkasın­ da asılmıştı. Boğurcu'nun tek süsü mercan başlı kemik bir düdükle, kalpağının üstündeki ala sülün tüyleriydi. Alakın babası sordu: - Ne var ne yok Boğurcu yoldaş!. - Ne olacak ! Taycigutlar son defa yenildiklerini bir türlü yiğitliklerine yediremediler. Bütün Tatar oymaklarını toplamışlar. Üzerimize yürüye­ ceklermiş. Başbuğları «Temuçini bize teslim etsin­ ler. Yoksa Temuçin'in Uygurdan ne kadar danışıkla­ n varsa kılıçtan geçirip sürülerini, yurtlarını boza­ cağım, talana vereceğim diyormuş! Baysungar bu sözleri işitince hırslandı. - Temuçini ele vermek mi? diye bağırdı . Aro­ lat'lar gibi öz yiğitlerin başbuğlarını ele verdikler; hiç işitilmiş midir? Sonra halimiz neye varır. Öyle bir kaltabanlık işlersek bir tek koyunumuz, bir tek atımız mı kalır?. Alak dayanamadı. Avazı çıktığı kadar o da hay· kırmağa başladı .. - Temuçini ele vermeyiz. Temuçini ele ver­ meyiz .. Taycigutları köfte gibi kıyarız. Baysungar uşağının avurduna bir şaplak savur­ du. Böylece , büyük adamların görüşmelerine karış· manın yakışık almayacağını anlatmış oldu_ Sonr�t sözünü yürüttü .. - Ben okumuş bilgiç adam değilim. Remil at­ masını, yıldızları okumasını beceremem. Fakat bı=­ nim içime öyle doğuyor ki tez zamanda görülme­ dik şeyler olacak. - Olacak ya... Bu kere öyle eskisi gibi yalnıı bir baskınla kalmayacağız. Ya biz, ya Taycigutla:-


GÖK BAYRAK

25

alt olacak. . Ne zamandan beridir bizi üzüp dunı ­ yorlar.

Baysungar yine hırslandı :

- Ah dedi bizi üzmeyen, bize saldırmış etme­

yen kaldı mı? Bizim atalarımıza bunca eziyet eden

Kara Çinlilerden nice öç almalıyız ki kanlarını ödeye­

lim . . Bizimle herkes artık eğleniyor. Çin'liler mall1-

paralı oldular. Biz geda kaldık ! Kimse bizim adı­

mızı,. sanımızı anmaz oldu. Ak sakallılanmız anla­ tırlar. Bir aralık bizim atalarımız Çinliler üzerinde

Jıı.anlık etmişler. O vakitler yer gök bizim kılıçları­ mızın şakırtısından titremiş. Bütün uğurlar bizim

orduda imiş. Yedi bin uluslar bizim önümüzde ye­ re kapanırmış . . .

Alakın babası atalarının yiğitliğini, kabilesinin

eski hanlarını hatırladıkça hıçkıra hıçkıra ağlama­

ğa koyuldu. Babasının ağladığını görünce Alak da

hıçkırmağa başladı. Ayıp olmasın diye ben de ağla­ dım. Bizi ağlar gören evin hanımı, hizmetçiler bir

çığlıktır kopardılar. Bu gürültüyü dışardan duyan

köpekler de havladılar. Biraz sonra yurtta ne kadar

köpek varsa bir ağızdan ulumağa giriştiler. Ağılda­ ki öküzler, köstekteki atlar bu

kadar

gürültüden ürkmüş olmalıdır ki onlar da kim1 böğürmekte, ki­ mi kişnemekte, tepişmekte kusur göstermediler. Bir

ağlaşma, bir haykırışmadır gitti. Sanırdın ki dün­ ya birbirine giriyor.

Fakat Boğurcu birdenbire

yerinden

fırladı.

Kalpağını yere attı hırsından, acığından tcrter te­

pinmeğe başladı. Baysungar göz yaşlarını silmeden

oğlu Alakın ensesine iki tokat yapıştırdı. Üçüncüsü­

nü indireceği sırada Alak birdenbire boynunu kesin­

ce tokat benim yüzümde patladı. Ne yaman tokat­ mış ! . Kafamın içi birbirine karıştı. Zavallı Alak!


26

GÖK BAYRAK -

Baysungar tokadı savurduktan sonra oğluna çıkı­ şıyordu. - Haylaz!. Hayvanlar dışarda bu kadar patır­ dı ediyorlar sen de burada kaplumbağa gibi büzü!­ müş oturuyorsun. Kalk atları, yozları ( 1 ) sustur. Alak biri iki dedirtmedi dışarı fırladı. Ben de ardın· dan. Dışarı çıktığımızda ortalığın alaca karanlık ol­ duğunu gördüm. Bir taraftan da kırları sis örtmüş olduğundan çevre iyi seçilemiyordu. Ağaçlar çadır· lar adama tuhaf görünüyorlardı. Baysungarın yanaşmaları yurttaki gürültüden uyanmışlar, ne oluyoruz diye dışarı fırlamışlardı. İçlerinden biri elinde baltasiyle önüme çıktı. Beni tanıyınca yoldaşlarına seslendi yabancı gelme­ diği, yurtta yaramazlık olmadığını anlattı . Doğrusıi da yerinde iş görmüştü. Zira yanaşmalar Taycigut ların baskınına uğradık sanarak oklarını geriyorlar, kılıçlarını sıyırıyorlardı. Alak _ile ben kırbaçlarımı zı alarak sisler içinde iri canavarlara benzeyen yoz­ ları, atları susturmağa giriştik. Alak bana bağırdı. - Can! Önce kır öküzü «Boro» yu sustur. Her vakit yaygaraya o başlar. Haydi öküzlerin başına koş, beri de atları sindireyim. ·

Pars ve Alaga adlı köpekleri aldım. Öküzlerin yanına vardım. Alak yine bağırıyordu. - Can Bey! Borodan kendini sakın, süskün­ dür (2). Ben kırbacımı şaklatarak ağıla girdim. Uzaktan Alakın sesini işidiyordum. Zavallı yoldaşım atları dindireceğim diye ne tatlı diller döküyordu. ( 1 ) Çiftliğin ·sığırlan. (2) Süskün: Boynuzu ile vurmak isteyen huysuz öküz.


GÖK BAYRAK

27

- Haydi özüm, haydi şirin uşağım, korkma bir şey yok; baskına uğramadık. Ben de öküzlere tatlı diller dökmeğe başladım. Bir taraftan da kırbaç indirmeği, köpekleri bacakla­ rına saldırmağı unutmuyordum. Çünkü öküzler be­ nim güzel atım Sayınboğrula boynuz vurmak isti­ yorlardı. Ne ise, öküzleri yatıştırdım, geviş getir­ meğe başlamışlardı ki ağıldan çıktım. Bir de bak­ tım ki Alak dört nala bana doğru at sürer. Alakla biraz sonra sağrı sağrıya geldik. Elini omuzuma koyarak kulağıma eğildi, dedi ki: - Can Bey bak! Şu çevreye bak... Yoldaşımın elleri titriyordu. Alak korku bilmez, deymc şeylerden ürkmez bir delikanlı idi. Acaba ne vardı? Gösterdiği yere ben de baktım. Bana da bir ürperme geldi. Atın sağrısına eğildim. .;

Dağın batı çevresindeki sisli tepelerden ortalı­ ğa parlak ışıklar uyanmıştı. Tavus kuyruğu gibi bir çok renkli olan bu ışıklar ovalara doğru süzüle sü­ züle iniyordu. Ortalık öyle aydınlanmıştı ki dağın yamaçları gün ortasında imişiz gibi ışılıyordu. Yal· nız bu ışıkların yıldız çevresi al idi. sanki gök kub­ be alevlere batmış gibi yanıyordu. Gece dağın etek­ lerinde o gök, mor ışıkların içinde iri devler gibi yüce bir atlı, kara bir bayrak açmış, yüceliği ile bü­ tün enginleri aşmış bey gibi duruyordu... Gece başında bu ışıklar içindeki bahadır atlı­ yı görünce ben de titredim. Bu hayalet bir ok a­ tımı kadar sürdü. Önce atlı, ardından dokuz renkli alaca aydınlıklar da söndü.. Koyu menekşe gölge­ ler dağları, ovaları yeniden bürüdü. İkimiz de donmuş kalmıştık. Neden sonra ken· ·dimize geldik. Alak dedi ki:


28

GÖK BAYRAK

- Can Bey, atamın dedikleri doğru. Hiç oi­ madık şeyler göreceğiz ... Atlar da sinmişti. Bizim de onların da başları­ mız yerlerde, dizginler sönük yurda geldik. Biz kapuya dayandığımız zaman Boğurcu Baş­ buğ yurttan çıkıyordu. Yiğit Boğurcu atına bindi, yanağımıza bir urdu. Bize: - Tünaydın! dedi, sisler içinde eridi gitti. Yurda girdiğimizde gördüm ki Alakın benzi uçmuş­ tur. Ben de yoldaşım gibi renksiz olmalı imişim ki Baysungar ikimizin korku geçirdiğimizi anladı. Oğ­ lunun elinden tuttu. - Uşağım! Dedi, ne oldun? Bir yerin mi ağrıdı? Gördüklerimizi anlatınca üzüntüden kurtuldu. Derin düşüncelere daldı . Biraz sonra bize keçeler serdirdi. . - Oğullar, dedi. Şimdicik yatınız. Bunları ya­ rın düşünürüz. Sen Can Bey, bu kadar karışıklıklar içinde dağa çıkamazsın, bu gece burada barınırsın Yazımız ne ise görürüz... Biz de yerdeki keçelere uzandık, yan yana ya�­ tık. Hizmetçiler birer birer evden çıkıp damlarına gidiyorlardı. Alakın anası öteki çocuklarını yatırdı, en ufağını salıncağına koydu ve salıncağı bir kere salladıktan sonra çekildi. Baysungar silahlarını, sa­ dağını hazırlayıp, bıçağını, okunu yastığının yanına dizdikten sonra çerağı dinlendirdi. Biraz sonra ça­ dır içinde uyanık kimse kalmamıştı. Sabahleyin erkenden Alak ile ata bindim ve Baysungar ile karısından izin alıp arkadaşımla yo­ la düzüldüm. Hava gayet güzeldi. Otlar, çiçekleri:: bezenmiş kırlar, rüzgardan titreşiyorlardı. Her çev­ reden otlağa çıkan hayvanların çıngırakları, çoban-


GöK BAYRAK

29

ların haykırışmalan işidiliyordu. Birdenbire karşı­ mıza bir alay atlı çıktı. Bunların hepsi pusatlanmış olup ellerinde kargıları bulunmakta ve kargıların ucunda sarı bayraklar sallanmakta idi. Bunları gö­ rünce büyük meraka düştük. Zira belki bize doğru gelenler düşman idi. Bir dakika sonra bunların Ö· nünde Boğurcu'nun bulunduğunu görerek genişle­ dik. Boğurcu bizi uzaktan selamladı ve bağırarak: - Bakın, bakın, danışıklarımız «Oryan Han· lar» bizimle birleştiler, dedi. Oryan Hanlar önümüzden geçtiler. Oymak beyi kır bir ata binmiş, başına sivri bir külah geçirmiş ve sarı bir uruba giyinmiş, yanına uzun bir kılıç sal­ landırmış, eline bir bayrak almıştı. Arkasından ge· len atlıların hepsi zırh içinde idiler. Başbu�un adı­ nı Alaktan sordum. Alak: - Bunun adına Kaplan öldüren Celme derler, cevabını verdi. Oryan hanlıların ardı sırasından az doru bir ata binmiş başı tulgalı kırmığı elbiseli bir atlı da­ ha sökün etti. Bunun da solunda uzun bir kılıç ası­ lı ve elinde bir bayrak vardı. Fakat bayrağın rengi al tonda idi, ardından elli kadar süvari gelmekte idi. Alak, bu reisi de bana bildirdi: - Buna «Mangut Tayci» derler. Bu da kahra­ man kişidir. Şimdiye kadar üç Çin hanını tepeledi. Öyle bir yerde oturur ki orada kurtlardan başka kimse yaşayamaz. Artık atlıların, süvarilerin, Başbuğların ardt arası kesilmiyordu. Mangut Başbuğdan sonra kara bir ata binmiş bir cengaver daha göründü. Bunun elbisesi yukarıdan aşağı gök renginde olup başında samurdan bir kalpak vardı. Başbuğun esmer yüzün­ de bir ağalık, bir büyüklük görünüyordu. Alak benim sormama bırakmadan anlatıyordu:


30

GÖK BAYRAK

- Bu şimdi gelen «Celayir»lerin başı, akıllı.Mo­ kulidir. Mokuli Boğurcunun silahdaşıdır, düşünme­ si derin bir yiğittir. Mokuli de atlılariyle geçtikten sonra bir deli­ kanlı gözüme ilişti. Halinden kabilenin beyi olduğu anlaşılan bu genç yiğit, yelesi ve kuyruğu ak, cins bir ata binmiş idi. Bu Başbuğ meşinden uruba gi­ yinmiş, başına kurt postundan bir kalpak geçirmiş­ ti. Silah, pusat olarak yanında yalnız bir ok, bir d� kılıç vardı. Elinde gök bayraklı bir kargı görünü­ yordu. Delikanlının ardında yaliıız sekiz çeri var­ dı. Bunlar hepsi cins atlara binmiş, güzel silahlar takınmış iseler de kıyafetleri geda idi. Atlılar önümüzden geçtikleri sırada Alak: - Ben bu delikanlıyı tanıyamıyorum. Görü­ nüşe bakılırsa babayiğit bir Başbuğa benziyor, de­ di. Bunun üzerine yanımızdaki hizmetçilerden bi· ri bu başbuğu bize anlattı, dedi ki: - Buna adla sanla Kurt Cebe derler. Kendisi «Beset» oymağındandır. Bulunduğu yerde bu gör­ düğünüz atlar gibi cins hayvanlar yetişir. Soyu, dö­ lü-döşü pek çoksa da yanında yalnız at oğlanlarını getirmiş olsa gerektir. Bir yandan atlılar, önde bayrak, toz kopara­ rak önümüzden uçuyordu. Askerin geçişi bitince iri öküz arabaları yürüyüş ettiler. Artık tekerleklerin gıcırtısından, kısrakların, develerin boynuna asıl­ mış olan çıngırakların, çanların gürültüsünden baş· ka birşey duyulmuyordu. Arabada karıların, çocuk­ ların çığlıkları, köpeklerin ulumaları, sürüler gü­ den kölelerin bağırışmaları karışınca ortalık birbi­ rine girmişti. Kahramanlar, oğul-uşak göç ediyorlardı. Bu göç bana o kadar tuhaf geliyordu ki! Nasıl tuhaF


GÖK BAYRAK

31

gelmesin? Develerin her iki yanına kilim heybeler sarkıtmışlar, içine ev takımlarını, aş avadanlıkları­ nı tıkmışlardı. Bazıları heybenin içine saman dol­ durmuşlar ve içlerine çocukları yerleştirmişlerdi. Bu miniklerin, kafalarını torbanın ağzından çıkararak iri kara gözleriyle şildir şildir ortalığa bcı­ kışları ne şirin idi? Kadınların kimi öküz arabala· rına yerleşmişler, kimi arkalarında okları, bellerin­ de kılıçları yavuzcasına atlara binmişlerdi. Çoğu .; çocuklarını emzirerek gidiyorlardı. Biraz kabaca uşaklar yeni koşuya alıştırılmağa başlanan kaltak­ sız taylara binmişler, tozun-dumanın, bağınşmanm arasında koşuşuyorlardı. Fakat genç kızların at oynatışları beni her şey­ den ziyade eğlendirdi. Şirin kızlar kısraklarını, kü­ heylanlarını şaha kaldırıyorlar, ellerinde kırbaç, o­ muzlarında ok-yay ortalığa gösteriş ediyorlardı. Kızların kimisi dilber gözlü develere çıkmışlar, ya keman çalıyorlar veyahut küpelerini ve başka ku­ yumlarını (1) parlatmağa uğraşıyorlardı. Kimisi d� yanık türküleriyle erlik yolunda ölen atalarının destanlarını okuyorlardı. . Ben de göçebe olduğum için çok kere göç gör­ müştüm. Her yıl kışlağımızdan yaylalara çıktıği­ mızda böyle alay ile taşınırdık. Fakat dumanlar, toz­ lar içerisinde gözümün önünden geçen bu göç gi­ bisini hiç görmemiştim. O ne kadar yığınlık idi? Beş bin adam mı diyeyim, on bin adam mı diyeyim, ne diyeyim bunca kişinin sayısını ancak Tanrı bilir. Yiğitler, dağlardan inen coşkun sular gibi akıyorlar­ dı. O kadar ki alayın başını, sonunu görmek müm­ kün olamıyordu. ( 1 ) Kuyum; eski Türklerde küpe, bilezik gibi kadın süslerine denir. Bizde bala kullamlan (kuyumcu) bundan gelir.


GÖK BAYRAK

32

Bu ne alay, bu ne gidiş idi? Önde davullar güm­ bürdüyor, borular çalınıyor, yiğitler bağırışıyordu. İçerim öyle kabardı, öyle hopladı ki oturduğum yerden uçasım geldi. Bulunduğumuz yerlere yakın dağlardaki Ba:;;­ buğlar inmişler, bizim yanımızda duruyorlardı. Bunlar arasında Baysungarı tanıdım. Alakın anası kocasiylc gelmiş, seyrancılık ediyordu. Kadın arka­ sına kundağı ile çocuğunu asmış, altı yaşındaki kı­ zını ahu gibi bir taya bindirmişti . Alakın bu kız kardeşini pek severdim; çünkii gün, gündüz gibi yosma şirini idi. Bizle duranlar a rasında Temuçin ile_ Boğurcu da bulunmakta idi. Herkes, bu bizimle söz birliği edenleri ağırlamağa çıkıyordu. Aralarındaki delikanlılar ise göçü kon­ durmağa yardım ediyorlardı. Yurtlarda ne kada�_­ atlı varsa gelenlere bayram etmek için atlarına bini­ yor, silahlarını kuşanıyorlardı. Her oba gözükünce bizi selamlıyor, biz de: -

«

Urcan! Hoş geldiniz» diye karşılıyorduk.

Önümüzden bir bayrak, bir tuğ geçti mi bizim davullarımız döğmeğe, borularımız urmağa, çalın rnağa başlıyor, böyle bayrağı selamlıyorlardı. Ben, yanımdaki Alak -ile kendimizden bütün bütün geç­ miştik. Çizmelerimin uciyle üzengilerimi çalınan havalara uyduruyordum. Alak ise sesi yettiği kada-::­ bağırıyordu. Diyordu ki: - Ha yiğitlerim, ha yavuzlarım, yürüyün kara aslanlarım, yürüyün öz yoldaşlarım, can kardeşle­ rim . . . Hey Besetliler . . . İlerleyin koca kemankeşler! Hayda!. Hayda!. Hayda Oğuzum, atın yelesine ya­ pış da bir koşu et ki ağalarım görsün! . . . Alak daha böyle nice diller dökerek konuklan ağırlıyordu. Yüzü sevincinden kıp kırmızı kesilmiş, eğerinin üzerinde bir türlü oturamıyordu. Babası


GÖK BAYRAK

33

Baysungar o kadar sevinçli idi ki oğluna bu sefer .şaplak indirmeği düşünmedi. Ne yalan söyliyeyim, her bayrağı, her bir tuğu görünce canım, yüreğim arkasından uçuyordu. Önümüzden geçen tuğların biri ardından atımı sürmek için tatlı ,anımı verme · ğe razı idim. Delikanlılar gök kubbeye, dağlara selam gön� dererek davul gürültüleri, boru sesleri, at kişneme­ leri içinde geçtiler, gittiler, hepsinin zırhları parıldı· yor, kılıçları, mızrakları şıkırdıyordu. Baysungar bana döndü, Alakla konuşan deH­ kanlılan göstererek: - Şimdi sen, Alak ve öteki delikanlılar hep birlikte atlan çayıra salınız, sonra kısrakları sağı­ nız ki_ konuklara süt verelim. Ben, gidip semiz ko­ yunlar bulayım biraz yemek hazırlatalım. Dedikten sonra uzaklaştı. Alak ile ben işimize gittik. Doğrusu o gün der­ nek yapmadıklarına biraz üzüldük ama, kısrakları sağdıktan sonra ok atacağımızı düşünerek sevin · dik ve koşa koşa atlara doğrulduk. İşimizi bitirip meşin kovalan ak süt ile köpürttükten sonra Alak ve yıkılan ( 1 ) , sütleri ulaştırmağa gittiler. Ben yal­ nız kalmıştım. Bir eyyam ovanın ötesinde berisinde yurtlarım, otlaklarını araştıran göç halkının seslerini dinledim. Bu sesler de yavaş yavaş tozlar, dumanlar arasında kaybolunca sıkıldım ve okumu denemek hevesine . düştüm. Hemen sadağımı açtım, içinde yirmi dört ok vardı. Ne güzel oklardı? Savaş için olanların uçlan oluklu, av için olan( 1 ) Yılcı: Senelik ücretle JmUanı)an hizmetçi. Bu tAblr şimdi de Anadolu'da, Adana'da JnıUaml•r.

F.: 3


34

GÖK BAYRAK

ların uçları yassı idi. Bu düz, ince, biz uçlu parlak okları görünce o kadar seviniyordum ki avuçla al· tın verseler bu kadar sevinç duymazdım. Okumu aldım. Yüzüğü parmağıma taktım, ayaklarımı çatal açtım, sol kolumu gerip sağ elimin iki parmakla­ riyle kirişi tutarak dirseğimi kaldırdım ve bileğimi bükmeden kolumu geri aldım. Fakat ok o kada�· sert idi ki kirişimi kulağıma kadar getirmek olma­ dı. Hemen dağarcığırndan biraz tereyağı çıkararak oku yumuşatmak için ovalamağa başladım. Tekrar denedim, bu kere de beceremedim, kirişi güç bela bir iki parmak çekebildim. O kadar acık.landım, o kadar hayıflandım ki hemen bir taş üzerine otu· rarak yüzümü ellerim arasına aldım ve ağlamaya koyuldum. Ben böyle ağlarken, birden bire omuzuma bir elin değdiğini duyup hemen yerimden fırladım ve karşımda tanımadığım bir adamı görünce dondum, kaldım. Gelişini hiç duymadığım bu adam, benekli bir ata binmiş ve kaba saba meşinden bir uruba giyinmiş idi. Başına siyah tilki tüyünden bir kal­ pak geçirmiş ve beline gümüş çivili bir kemer ku­ şanmıştı. Yayını, okunu omuzuna asmış ve kemeri­ ne de kısa ve enli ağızlı bir kılıç sallandırmıştı. Bu kılıcın başı gümüş kakmalı boynuzdan yapılmıştı. Yabancı, Sayınboğrul'un yüzünü okşuyordu. Akıl­ lı hayvan da karşısındakini önceden beri tanıyor­ muş gibi seviniyordu. Ben, şaşıp kalmış ve yalnız atlının yüzüne bakmağa dalmıştım. Fakat bu gör­ düğüm yüzden insan korkuyordu. Rengi gayet ak, yüzü uzun ve koyu sarışın olan bu yabancı, bıyıkla­ rını yukarıya doğru kaldırmıştı. Bütün kıyafetinde en ziyade göze çarpan yeri, alnı ve gözleri idi. Ben böyle geniş alın, böyle kes-


GÖK BAYRAK

35

kin bakış görmedim. Arslanların, kaplanların da ba­ kışları, gözleri böyle olmalıdır. Zira bir kere gözü­ nü dikti mi, insan yüreğine ok saplanıyormuş sanır· dı. Bu adamın gidişinde, bakışında bir mertlik, bir bahadırlık vardı. Benim şaşkınlığım daha geçmemişti ki yabancı ağır ağır söz söylemeğe başladı. Sözlerinin her biri yüreğimde ötüyordu. Yerimden kalktım ve kolları· mı göğsüme kavuşturarak sözlerini dinledim, yaban­ cı bana diyordu ki: - Oğul, niçin ağlarsın? - Okumu germeğe gücüm, kuvvetim yetmiyor da onun için ağlarım. - Güç ve kuvvet yürekten gelir, kollara gider. Al yayını, bir ok tak bı;ıkayım. Dediğini yaptım. Yabancı başımız üstünde uçan bir kartalı göstererek: - Şu kartalı nişanla, yere indir, dedi. Ben korka korka: - Gücüm yetmez ağam, cevabını verdim. Yabancı, gözlerini bana öyle bir dikti ki göğsü· mün genişlediğini duydum. O keskin gözleriyle bakı­ yor ve diyordu ki: - Şu kartalı indir, göreyim!.. O anda kollarım demir kesildi, bir çekişte kirişi kulağıma kadar getirdim ve bileğimi bükerer oku yolladım. Kiriş çan gibi öttü, ok titredi, yay havaları yararak yükseldi, yükseldi, gözle görUlmez oldu. Ara· sı çok geçmeden kartal bir durdu ve yavaş yavaş in­ di, indi, yirmi adım ötemde kanatları açık yere se­ rildi. Yabancı hiç ses çıkarmıyordu. Kartalın düştü­ ğünü görünce bana gülümsedi ve atını kırbaçlıyarak çayırlık içinde kayboldu, gitti. Ben kendime gelemiyordum. Karşıma çıkan ada


36

GÖK BAYRAK

mm başka yapılı birisi olduğunu anlamakta güç­ lük çekmedim. Aklımı başıma toplayınca yayıma sarıldım. Bir, bir daha ok çektim. Artık kolayca ok atabildiğimi anlayınca çok sevindim. Hemen kar­ taldan iki tüy koparıp külahımın yanına soktum. Sonra gidip Sayınboğrul'u öptüm. Ben de anlıyor· dum ki görülmedik şeyler göreceğiz. Oymağımızda söylenen masallar yavaş yavaş hatırıma geliyordu. Taa küçüklüğümden beri duyardım, güneşin çıkli· · ğı çevredeki yurtların birinden bir bahadır çıka· cak, bütün Türk ellerini bir araya toplayacak, yedi budunu ellerine geçirecek. Bir aralık oymağımızdan gayri adamlarla bir­ likte kavgaya girişmek gücüme gider gibi olduysa da, düşündüm ki ben bunlardan oldum.


Tozlu ayaklarını öptüm.

C E B E

Ç ok geçmeden bir at şakırtısı

işittim, bir d� baktım ki Alak, yanaşmalariyle yanıma geli­ yor. Başıma geleni anlatmağa başladığım sırada çayırlıktan bir at koptu ve bizim yanımıza doğru gelmeğe koyuldu. Geleni tanıdık, Cebe idi. Civan Başbuğ atını durdurur durc:furmaz: - Tünaydın, uşaklar! Dedi. • - Tünaydın, Yavuz Cebe! Dedik. Cebe, ismini tanıdığımızd�n hoşlanır gibi gö­ ründü ve yine söze girişti: - Hey Arolat uşakları, içinizden biriniz Gök­ çenin yerini bana diyebilir mi? Yolları tanımıyo· rum. Ben cevap verdim: - Ben sana gösteririm, istersen beraber gide­ lim. - Çok iyi, beni arpaçın yerine götür, ona sözüm vardır. Sayınboğrul'a gem vurduğum sırada Cebe, bey­ gir sürüsünü seyrediyordu. Birdenbire .bir kırbcı.ç


38

GÖK BAYRAK

şaklattı, atın baldırlarına yapışmış bir at sinegını kırbacının uciyle aldı, sonra Alak'a dönerek, - Doğrusu cins hayvanlarınız var. Sen mutlak bir Başbuğ oğlu olmalısın, dedi. Alak cevap verdi. - Baysungar'ın oğluyum, bu da kardeşimdir. Ben Alak'ın sözünü kestim: - Hayır, Alak iyiliğinden öyle söylüyor, ben kimsesiz öksüz uşağım, atam ve yurdum buraya çoı( ırak ellerdedir. Cebe bana bir zaman baktı. Ben yenimle yüzü­ o mü rtüyordum ki göz yaşlarım görünmesin. Cebi.! bana sordu ki: - Senin yurdun nerededir? Yedi ataların. kim­ dir? - Benim yurdum Isıg göl kenarındadır. Biz Uy­ gurlardanız, Bayan Avullu Türküm. Cebe biraz düşündü, sonra şu söz.leri söyledi: - Ben bu yurdu, bu oymağı tanımıyorum. Siz göçebe misiniz, yoksa şehirli mi? - Bizde hem göçebe var, hem şehirli. Ben gö· çebeyim. - Doğrusu atını eğerlediğin vakit senin göçebe olduğunu anlamıştım. Şehirliler at kullanmayı hiç beceremezler. Onlar yalnız bez dokumayı, tarla sür· meyi bilirler. Cebe ile ata binerek dağın eteğine kadar vardık. Yokuşa tırmandığımız sırada Cebe birdenbire sor· du : - Mademki oymağın filan yok, bari kendine başka bir oymak araştır. - Nasıl olur? Ben savaşta tutsak alınmış bir çocuğum. Beni Gökçe'ye verdiler. Ben kendime yurt nerede bulayım? Alak'ın bir yurdu var. Alak han­ gi bayrak altında çarpışacağını biliyor. Alak'ın ba­ bası var, bende bunların birisi yoktur.


GÖK BAYRAK

39

Cebe atını durdurmuş, beni dinliyordu. Bulun­ duğumuz yer bir uçurum kenarında idi. Cebe bir­ denbire: - Şurada uçurumun ortasına eğilen çama ka­ dar at sürebilir misin? dedi. Cevap vermedim. Sayınboğrulu dört nala uçu­ rum kenarındaki yalçın kayalıklara sürdüm ve çam ağacının yanına varınca hemen çark edip ters yüzü­ ne Cebe'ye doğru koştum. Cebe dayanamadı: - Ne güzel ata biniyorsun, doğrusu sen ata ve at da binicisine düşmüş, ver okunu! . . . dedi. Okumu uzattım. Cebe kirişi bir iki defa çekip bırakarak oku denedikten sonra bana vererek dedi ki - Şu oku çek, göreyim .. Sadağımdan yay alarak kertiğine yerleştirdim. ve bir çekişte fırlatıp kırk adım Herdeki ağaçtan ince bir dal düşürdüm. Cebe bu ustalığımı görün­ ce, kollarımı tutarak sıktı ve böylece pazılarımı iyice yoğurduktan sonra güneşten yanmış yüzü tu­ haflaştı, sonra birdenbire elini kaı'dırarak yüzüm<! bir şaplak attı ki gözlerimden alev fışkırdı; acıdan, hırsımdan bütün kanım tepeme sıçradı. - Ne yapıyorsun. diye bağırarak elimi bıçağı­ ma saldırdım. Fakat Cebe öyle bir gülüş güldü ki, bıçağımı kınından çekeceğim yerde Cebe'nin güi­ mesini seyre daldım. Cebe yüzünü gözünü buruş· turarak gülüyor, o kadar gülüyordu ki gözlerinden yaş geliyor ve omuzu kalkıp iniyordu. Ben gittik­ çe şaşkın kalıyordum. Zorla gülmesini kesti: - Oğul, dedi; senin elin ne çabuk bıçağa gidi­ yor. Hem bana kılavuzluk edeceğim, dedin; hem de! bıçağa sarılıyorsun değil mi? Deminden Alak'ın ba­ bası gibi bir babam yok diye acıklanıyordun. Ben


40

GÖK BAYRAK

senin ata binişini, ok atışım gördüm, gücünün yerin­ de olduğunu anladım. Ben seni kendime oğul edı­ neceğim. Sana tokat atışım kendine bir baba bul­ duğunu anlatmak içindir. Gel elimi öp, oğul! .. Bunu der demez Cebe beni kollarında sıktı ve yine söylenmeğe başladı: - Senin gibi yavuz Türk uşağın anası, babası, oymağı, bayrağı olmasın ha!. Bundan sonra senin oymağın «Beset»tir. Eğer birisi sana, bayrağın ne­ dir? diye sorarsa «Gök Bayrak» dersin. Eğer bi r adam çıkar da bayrağının önünde eğilmezse kemik­ lerini kırarsın, işitiyor musun uşak?.. - Evet, işitiyorum, anlıyorum. Ölünceye kadaı · gök bayrağa kulluk edeceğim!. diye bağırdım. Cebe beni tekrar bağrına bastı. Ne şaklaban adam, gülüyor, atının üstünde oy­ nuyor. Şaklabanlık ediyordu. Şimdiye kadar düşma­ na arkasını göstermemiş olan bu yiğit, karı gibi ge­ veze görünüyordu. Cebe epeyce gülüp zevklendikten sonra benim­ le lafa girişti: - Dinle oğul, benimle bulundukça hiç canın sı­ kılmaz, benim adıma «Kurt Cebe» dedikleri gibi «Şen Cebe» de derler. Sen benim oğlum ve bayrak­ tarını olacaksın ve ardımdan "savulun, bayrak geli ­ yor! " diye bağırırsın, bak sana şimdiden söyleye­ yim: kavgada önüme geçecek olursan kafam patla­ tırım. Doğrusu seni şimdiden sevmeğe başladım. Daha sonra atım kadar seveceğim sanırım. Senin ne kadar güzel atın var oğul? Adı nedir? - Sayınboğrul!.. - Yahşi at. Benim atıma «Kaşka» derler. Cins hayvandır, yüz adımlık yoldan düşmanın kokusunu alır. Kargıyı koltuğumun altına alıp da uzattığını


GÖK BAYRAK

41

va kit dört nala kalkar, senin kargın yok mu? Ben sana bir kargı ve bir de balta veririm. Cebe lafını bitirince ben dedim ki: - Hepsi iyi ama, Gökçe beni salıvermez ki . .. Cebe kırbacını şaklatarak: - Gökçe mi?.. dedi. Gökçe bana hiç söz mü söyliyebilir? Gökçe sihirbaz ise ben de Kurt Cebe'­ yim. Hem benim öyle tılsımım vardır ki bana kar­ �ı Gökçe bir şey yapamaz. Ama yine gidip görece­ ğim, böyle adamlarla görüşmek fena değildir. - Ey, kardeşim Alak'tan nasıl ayrılırım? Ben seninle gidersem, onu bir daha görebilir miyim? - Oğul, biz buraya Temuçin ile birleşmeğe geldik. Onun ardı sıra kavgaya yürümeğe and iç­ tik. Eğer Alak babasiyle bizim ardımızdan gelmez­ se ona artık yiğit denmez, köpek denir. Bu son lakırdıya o kadar kızdım ki, kendimi tutamadım: - Alak, köpek değildir. Bizle beraber nereye olsa atını sürer. Önünde devler, canavarlar belirse yine geri dönmez, diye bağırdıı'n. Cebe kızacağı yerde yine güldü: - Ne güzel söz diziyorsun bala, dedi. Bak sormayı hatırlamadım, sana baban ne ad koymuştur? - Bana Öktülmüş oğlu Can Bey derler. Cebe lafımı keserek: - Öktülmüş'ün oğlu değil, Cebe'nin oğlu, Ce­ be oğlu, diye bağırdı. Birdenbire yüzü ağırlaştı, haline bir ağalık gel ­ di, kolumdan tutarak dedi ki: - İyi dinle: " Savulun, bayrak geliyor! " de ba­ kayım. Ben, dediğini söyleyince Cebe sert bir sesle sö­ züne devam etti: - Bu sana öğrettiğim söz «Beset»lilerin kavga


42

GÖK BAYRAK

naralarıdır. Bu nara ortaya çıkınca ne kadar Beset­ liler varsa birleşirler. Ne vakit davulların gümbür­ dediğini, boruların çaldığını ve «savulun, bayrak ge­ liyor! )) narasını işitirsen yüreğini genişlet, yoldaş­ lar içinde bulunduğunu bil; sonra ileri buyruğunu duyunca kılıcını çek, ileriye atıl ve şunu da hiç unut­ ma ki bizlerde geri dönmek yoktur. İçime öyle bir ateş, öyle bir sevinç geldi ki üzengileriri üzerinde kalkarak: - Savulun, bayrak geliyor!.. İleri!. diye bağır­ dım. Cebe beni alnımdan öptü ve: - Oğlum Can, Gök Bayrak uşağı, haydi şimdi Gökçe'yi görmeğe gidelim; zira yarın belki kavgaya gireriz. Artık senin de bir oymağın, bir bayrağın vardır, dedi. Dört uala sarp yalçın kayalara atlarımızı sür­ meğe başladık. Sevincimden yüreğim parçalanıyor sanıyordum. Bayrağıma karşı o kadar büyük bir aşk duymağa başlıyordum ki, dünya gözüme gözük­ müyordu. Yalnız kavgaları, kavgalarda yeneceğimiz düşmanları düşünüyordum. Bir aralık babam, anam hatırıma geldiyse de çabuk unuttum. Tevekkeli atalar: - Türk ata binince babasını bile tanımaz, d�­ . memişler midir? Epeyce yol aldıktan sonra mağaranın başına geldik ve hemen yere indik. Cebe eğerinden uzun bir kayış çıkararak hayvanını köstekledi. Ben mağa­ ranın içerisine bakınca Gökçe'nin yerde uzanmış yattığını görmemle, Cebe'ye yavaşça : - Ses etmiyelim, dedim. Fakat Cebe beni dinlemedi ve korkusuzca Gök­ çe'ye yaklaştı. Gökçe ayak gürültüsünü işitince bir­ denbire kalkarak öyle sert sert baktı ki, korkum-


GÖK BAYRAK

43

dan titrcmeğe başladım. Yanımdaki genç Başbuğ bi­ k ötekledi ve bir iki adım geri çekildi. Şimdi Gökçe: - Kimmiş benim rahatımı bozan? diye bağırı· vordu.

- Kusuruma bakmayın, ben getirdim. Yanım­ ,la ki yabancı değil, «Kurt Cebe»dir. Senin elini öp­

ı ııcğc gelmiş, dedim. Gökçe bana gülümseyerek baktı. Cebe ise baş­ ka bir çalım almıştı. Biraz durduktan sonra, başını

-.al layarak Gökçe'ye: - Eğer arpaç olmayaydın, şimdiye kadar çokı aıı kafanı kırmıştım.. Demez mi? Cebe'nin pervasızlığından ürktüm, bir kenara 1,·ckildim. Fakat Gökçe işittiği sözlere kızmadıktan l ıaşka yine güldü: - Demek benden korkmuyorsu9 ha?. dedi. Cebe, cevap verdi: - Ben canlı adamdan korkmam! Bu cevap üzerine Gökçe, Başbuğun üstüne ya­ vaş yavaş yürümeğe başladı. Karşısındaki, üzerine doğru geldikçe Cebe geriliyordu. Bir zaman sonra < ;iikçc yine dedi ki: - De bakalım yiğit delikanlı, neye ge�iliyor-. ı ı n ? Artık Cebe'nin sesi titriyordu ve boğuk boğuk: - Bilmiyorum, gerilemek istemiyorum; fakat ..ende bir şey var ki, ona karşı duramıyorum.. dedi ve bunu derdemez yere düştü. Fakat Gökçe kaldırdı VL' ne istediğini sordu. Cebe'nin yüzü kan ter içinde kalmıştı. Kendi kendine homurdanarak: - Bir daha sihirbazla işe girişmem . . . Diye söy­ kndikten sonra Gökçe'ye dönerek yalvardı: - Eğer büyü yaptınsa boz!.


44

GÖK BAYRAK

Gökçe ağırca cevap verdi: - Bozdum, korkma; ne istiyorsan de bakalım. Cebe biraz genişledi ve kulağının ardını kaşıya· rak istediklerini saymağa başladı: - Ben Temuçin'in ardında Taycigutlarla kav­ gaya geldim. Taycigutların sert kargılı, iyi nişancı adamlar olduğunu bilirim. Bundan başka bu kere onlar bizden çokluk. Gökçe bunu işitince suratını astı: - Öyle ise geri dön! . Dedi. Fakat Cebe kızdı ve Gökçe'yi filan unutarak ba­ ğırdı: - Geri dönmek mi?! Ne diyorsun büyücü? Ben buraya geri dönmek için gelmedim. Ben, vuruşmak için geldim.. Ben yalnız bir şeyden korkarım. O da; Temuçin azlık olduğumu görerek beni takımların ardına bırakmasın! Benim senden isteyeceğim de bu idi. Sen Temuçin ile iyi imişsin, söyle ona ki beni kargılı bölüğünün başına koysun! En önüne geçir· sin! Gökçe genç Başbuğun omuzuna vurarak dedi ki: - Korkma oğul, sen askerinle en ilerisine geçe­ ceksin. - Çok iyi, şimdi bana bir tılsım daha yapar mısın? - Ne istersen de. - Benim Kaşka gibi yer yüzünde bir tane daha at yoktur. İsterim ki ona b!r fenalık gelmesin. Ben kendimi düşünmem; zira düşmanın okuna karşı okum, düşmanın kılıcına karşı kılıcım var. Ama atım Kaşka kendini koruyamaz. Taycigutlar da yalnır. ata saldınrlaF. Gökçe yine gülümsüyordu..


GÖK BAYRAK - Meraklanma!

Kaşka,

45

kavgadan sağ çıka­

l·aktır. Başka var mı?

- Ey koca sihirbaz! Bana iyilik etmek ister­ beni bir kere daha dinle: Çin Hanı Arabu1 udun «Kemşin» adında bir kızı vardır. Babası ken· <li gibi bir Çin ulularından başkasına vermek iste­ miyor. Ama bilir misin, ne güzel bir kızdır? Baba· s ına gittim, kızı için yüz öküz, elli at verdim. Herif beni kovdu, bana uğru dedi. Eğer ben Temuçin'i-.ı. ardından kavga etmeğe ant içmemiş olsaydım, adam­ larımı toplar, onun üstesinden gelirdim, ama ne yapayım ki söz verdim. Adım için onun otağını ' yakar, kızını alır kaçardım. O da Cebe'ye uğru demenin neye varacağını anlardı. Benim oymağımda­ ki erler yüce kişilerdir Gökçe!. Gökçe bu kadar laftan şaşırmıştı: - Çok iyi, çok iyi. Ne istiyorsun? Kemşin için ne yapayım? sen,

- Ne yapacaksın? Bir şey yap ki Kemşin be­ nim için ateşlensin de benimle beraber gelmeğe ra­ zı olsun, ötesi benim işimdir. Bü�ün Çinliler önü­ me çıksalar ortalarını yarar, Kemşin'i obama ge· tiririm . Gökçe şenlik ve sevinç ile: - Tılsımı vereceğim! . Kemşin sana ateşlene­ cek, dedi. Cebe bunu işitince Gökçe'nin elini sıktı ve sonra bana dönerek: - Artık Cebe'nin ve bayraktan Can Beyin uğurları açık deniz kadar geniştir. Gökçe, duyma­ dınsa söyleyim; ben Can Beyi alıp götürüyorum, o benim oğlumdur. Gökçe bir eyyam bana baktı. Sonra omuzla­ rımdan tutarak bağrına bastırdı:


46

GÖK BAYRAK

- Oğul, savaşa mı gitmek istiyorsun? Diye sordu. Ben kıpkırmızı olduğum halde önüme bak­ tım. Gökçe bana yine tatlı tatlı söylüyordu ki: - Çok iyi oğul, çok iyi. Sen çok yiğit bir Türk uşağısın. Bu akşam burada kal, yarın Cebe'ye ka­ vuşursun. Ben bir şey demedim. Cebe gitmeğe hazırlan­ dı. Fakat mağaradan çıkmazdan evvel koynundan bir inci gerdanlık çıkardı ve Gökçe'ye uzatarak de­ di ki: - Bunun ne olduğunu pek bilemiyorum. Hiç gördüğüm şey değil, ama bakarsan güzel olacak, güneşe karşı tutunca ışlıyor. Bunu, Kitay Hanını öldürdüğüm zaman boynundan kopardım, aldım. Al sana armağan veriyorum. Gökçe yine gülümseyerek: - İstemez, dedi. Onu Kemşin kıza gönder, tez vakitte sana alevlenir. Bu kere Cebe kızardı: - O beni biraz sever ama, görüyor musun kö­ pek babasını; o istemiyor. Ben senin dediğini yapa­ yıı n da o da görsün. Cebe bunu der demez bir sıçrayışta atına bindi ve bana dönerek: - Gün çıkınca beni orman başında gel, bul. Ben orada konaklarım, diye bağırdı ve dağdan aşa­ ğı inmeğe başladı. Artık karanlık çökmüştü. Ben çerağı uyandır­ dıın ve yerime yattım ise de gönlüm o kadar karış­ mıştı ki bir türlü gözümü uyku tutmadı. Yatağımda öteye beriye dönerken bir at sesi işittim, yattığım yerden başımı uzattım, baktım ki mağaranın ağzın­ da bir adam belirmiş, çerağa karşı, Gökçe'ye doğru ilerliyor. Biraz dikkatli bakınca, bu gelen adamın


GÖK BAYRAK

47

bir gün bana zorla ok attırmış olan bahadır oldu­ ğunu tanıdım ve titrerrieğe başladım. Gökçe karşısındakine diyorqu ki: - Demek ki bahadır Temuçin, dediklerini; dü­ şündüklerini yapacaksın ha, vakit geldi mi dersin? - Vakit geldiğini bilmem ama, artık gücüm kuvvetim yetişiyor. İçimden çıkan bir ses bana «çağ erişti, ne duruyorsun?» diyor. - Düşün, düşün kj bu girişeceğin işte can ta­ şıyanlara hiç acımaklık göstermiyeceksin, kendini kavgaya saldığın günden itibaren artık rahattan ayrılacaksın. Sen kim bilir, ne öz boylarına, ne baş­ , kalarına nefes aldıracaksın, böyle güçlüklü. işe gi­ rişeceğine yalnız Taycigutları tepelesen de bayrağın ardından gelenleri biraz genişliğe çıkarsan daha iyi bir kar etmiş olmaz mısın? Bütün gününü savaşlar içinde, kanlar içinde geçireceğine, uruğunu doğru yola götürecek türler göstersen olmaz mı? Böyle yaparsan sen ve kabilen kaygusuz, dertsiz olarak atalarınızdan kalan yerlerde yaşarsınız. Temuçin sesini birden bire yükselterek: - Bunları söyleyen sen misin Gökçe? Benim yüreğimde bu alevi uyandıran sen değil misin? Eğer iş yalnız rahatta kalsaydı, ben çoktan rahata erer­ dim, bilirsin ya! Ben bu mağarada düşmanla çevril­ diğim sırada kendimi tuttursa idim, şimdi çoktan bir köşede beyce yaşıyordum. Taycigutlar yalnız be­ nim onlarla kavga etmiyeceğime söz verm.emdeıı başka birşey istemiyorlardı. Ben zincirleri kırıp böyle senelerce dağlarda bayırlarda, gezinmezdim. Ben çok şeyler gördüm; acıyı, tatlıyı da duydum! Ben öyle kötü bir yerde büzülüp kalamam. Gökçe, ben dünyaları alt etmek isterim! Ben isterim ki dağlar, yerler önümde titresin. - Demek ki oymağını, ulusunu, rahatını, iste-


48

GÖK BAYRAK

diklerine kurban edeceksin? Sen hiç rahat tatmıya­ cak mısın? - Ben ant içmişim ki bütün dünyada Hanlık eden on iki Başbuğu alt edeyim de şonra insanları rahata çıkarayım. Eğer yedi bin budun bana boyun eğerse, ben de dünyaya rahat veririm. Gökçe sözünü yürüttü: - Dünya büyük. Bizim ellerimiz ise pek küçük­ tür. Senin dünyada alt edeceğin milletler kadar ad<.ı­ mın var mı? Sen yalnız bir avuç kadar göçebenin Başbuğusun. Ben işittim ki güneşin battığı çevre­ lerde Roma derler bir yurt var, buranın Hanı yü:T. kere yüzbinlerce asker çıkarırmış! Altan Kağan ye­ di yüz oymak üzerine Hanlık eyler. Hind, Sartogol Hanlarının kavga için yirmi bin filleri vardır. Ey Temuçin! Sen bunları tepelemeğe çıkmışsın ama, bunlar senin daha adını bile işitmemişlerdir. Temuçin yine bağırdı: - Özüm için derim ki, bu senin dediğin Han lar, tez vakitte adımı işiteceklerdir! Hem de öyle bir işitiş işiteceklerdir ki kulakları çınlayacak. Ben dilerim ki biz çobanların adı orta­ lığa yayılınca dünyada ne kadar can taşıyan varsa titreşsinler. Hanlar, kendilerini benliğe, fenalığa dal­ dırmışlardır. Başbuğla:rının başına düşeyim ki us­ lansınlar! Altın Han ve başka yüce Hanların adları yer yüzünden kalkacak, ama bizim adımız söylene­ cek; herkes onları unutacak, fakat biz unutulmı­ yacağız! Biz yer yüzünde ne kadar Türk uşağı var­ sa hepsini bir yere toplayacağız. Bu sözler üzerine Gökçe, Temuçinin kolları arasına atılarak: - Burciğen Başbuğ! İşte ben seni böyle gör· mek isterim. Ben seni denemek için böyle söyle-


GÖK BAYRAK

49

d i m . Seni sözünde durur görünce o kadar sevindim ki . . .

Haydi Temuçin, sözünden dönmez Temuçin, sür a lını koca Cengiz Han! Ben sana bundan sonra bu adı koştum. Yer yüzündeki bud\ffilan, bayrakları alt et. Haydi yürü! Yolun geniş, uğurun açık olsun! .. Temuçin sözlerine nihayet vererek dedi ki: - Yarın dağa çıkıp, urukları, oymakları yo­ la koşacağım. Ey Gökçe! Bu kere pek kacl.ı bir yolculuk edeceğiz. . . Biraz ilerimde sözleşen adamlar, birbirleri· nin ellerini sıktıktan sonra, Temuçin atına bindl, karanlıklara daldı gitti. Bir� sonra tan yeri ağarmaya başladı. Yavaş yavaş ovanın içinden çıkan davulların, boruların sesi göğe doğru yükseldiler, Sayınboğrul da sevinç­ li sevinçli kişneyip aşağıdaki seslere cevap verdi. Kalktım, kendimi o kadar güçlü, kuvvetli buldum ki göğsümün içinde on arslan yatıyor sandım. Havada bir küskünlük, bir kapanıklık vardı. Vakit öğleye düşmüştü ki Sayınboğrul'a bindim ve Gökçe'den izin isteyerek dağı inıneğe başladım. Doğrusu ne yalan söyliyeyim; benim de yüreğim kabarmıştı. Zira Gökçe'nin çok iyiliğini görmü�­ tüm. Ovaya indiğim vakit gürültü patırtı ortalığı tu­ tuyordu. Borular, davullar birbirine ses veriyorlar ve dört çevreyi bürüyen toz duman ise oba, ocak, insan, hayvan ne varsa hepsinin ayakta olduğunu gösteriyordu. Bayrağımın altına varmakta geç kalF.: 4


50

GÖK BAYRAK

mamak ıçın Sayınboğrul'u sürdüm. Atımı çayırlık içinden dört nala kaldırdığım sırada, arabalarım yeni koşan, çadırlarını develere yükleyen bir alay delikanlı arasında parlak zırhlı bir atlı ile karşı karşıya geldim. Bu atlı, başına çelik telden bir tul­ ga geçirmiş, altına da gayet cins kır bir at çekmiş · ti. Ben bu yiğidi görünce türe olduğu üzere baş kı­ rıp geçmek istedim. O atımı tutarak: - Hey Can, ağam Can! Böyle tez nereye varır­ sın?. Diye bağırdı. Alak'ı tanıdım. Lafa girişmeden birbirimizin boynuna atılarak öpüştük. Alak söy­ lemeğe başladı: - Ben babamın askeriyle birlikte gidiyorum. Boğurcu Reis bayrak ardından geleceğihi söyledi. - Ben de Kurt Cebe ile yola düştüm. - Öyle ise elbette birbirimizi görür, kargı ormanlıkları içinde elbet birbirimizi buluruz. Görü­ yorsun ya! Ortalık karma karışık, göçü başka yur­ da kaldırıyoruz. Doğrusu doğduğum, büyüdüğüm bu çayırlan, bu dağlan bırakmayı, ay ışığında gü­ müş mızrak gibi parlayan ırmaktan uzaklaşmayı istemedim, ama yine seviniyorum. Zira ne derlerse desinler, yolculuk kadar tatlı şey bulunmaz. Alak bunu söyledikten sonra birbirimizle veda­ laştık. Atıma biraz dokundum ve bayrağımın bu­ lunduğu konağa doğru yol almağa başladım. Biraz sonra Cebe ile yoldaşlarının bulunduğu yere var­ dım. Bunların hepsi yere saplanmış olan Gök Bay­ rağın arkasında atlarını dizmişler ve Cebe bunlar­ dan üç adım ileride bayrağın sağında durmuştu. Atlıların biraz ardında duran iri bir öküz arabası­ na eşyaları yerleştirmişler, öküz arabasının yanın-


GÖK BAYRAK

51

da iki deve görünüyordu. İ şte Cebe'nin varı, yoğu, dünyalığı hep bu araba ile bu devede ne varsa o ka­ dardı. Cebe beni uzaktan görünce: - Tez yetiş oğul, tuğ alayına başladılar bile ! . diye bağırdı ve sonra hemen öküz arabasına gide­ rek kırmızı boyalı, oluklu, demirli bir kargı, bir· kavga baltası, meşinden bir su çamçağı ve bir d� zırhlı tulga çıkardı. Ve bunları bana vererek ded� ki : - İşte avadanlıkların oğul. Çamçağı kımız ile doldurursan çayırlıkta susuzluktan ölmekten yaka­ yı kurtarabilirsin. Baltanı, eğerinin kaşına asar w çelik tulgayı başına geçirirsin. Bak, uşa k ! Eğer kar­ gı ile kavga ediyorsan, düşmanı soluna al. Eğer bal­ ta veya bıçak ile vuruşuyorsan, karşındakini sağın· dan ayırma. Kendini korumaktan ziyade v�rmağa bak, hem çok vur. Eğer mızrağın, bıçağın kırılırsa yumruğunla düşman üzerine atıl, vur, ısır, tırmık­ la öldür. Onları da yapamazsan kavgalaşırken öl. Cebe bunları der demez bayrağı kaldırdı. Fa­ kat yola düzülmezden evvel uşaklarına dönerek : - Hey! Göçü Arolatlar kabilesiyle birlikte kal­ dır, dedi ve sonra bize dönüp: - Haydin, delikanlılar, sol tarafıma . . . İleri ! .. Kumandasını verdi, atını dağa sürdü. Biz de civan Başbuğumuzun ardından koşmağa başladık. Çayırlığın ortasına eriştiğimiz vakit oralarının mızraktan gözükmez olduğunu gördük. Ne kadar asker varsa ufak bir tepenin çevresine dizilmişler · di. Tepenin orta yerine dokuz ak tuğlu bir bayrak ve yanına kara tuğlu bir bayrak daha dikilmişti.


52

GöK BAYRAK

Birdenbire Temuçin altında kır bir at, ortamıza çı­ kıverdi. Doğru tuğların yanına giderek orada dm du. Temuçin'in ardında zırhlar içinde kaybolmuş Boğurcu ve yanında ise Gökçe bulunuyordu. Temu­ çin sesini dikleştirerek söze girişti, öyle güzel söy­ leşti ki l�flarınııı biriciği hala kulağımdan çıkmı­ yor. - Hey yavuz Türk Başbuğları ! .. dedi, ben ye­ nildiğim zaman siz beni bırakmadınız, o açık alın­ larınızı yere eğmediniz, hep gökle� doğru kaldır­ dınız .. Ey taş altından çıkan elmaslar gibi yürekleri lekesiz Türk oymakları.. Siz benim yıldızıma inan­ dınız, dzünüzü bana bağladınız .. Bugün giriştiğim bu yüce işte beni yalnız bırakmadınız, ardımdan koşup geldiniz .. Bu bayrağı açtım ki Türk ününü yedi çevreye eriş tirelim. Karanlıkları aydınlatalım! .. İsterim ki size bundan sonra «Gök Moğol» ( 1) diye ad koysunlar .. Dilerim ki sizler yer yüzündeki Hanlıkların hepsinden daha yüce Hanlıklar kurasımz.. Gökçe, kara tuğu yerden alarak Temuçin'e ver­ di. Temuçin de tuğu bütün uluslar önünde üç ker� salladı. Daha tuğ elinde iken ortalığı bir bağrışma­ dır kapladı: - Gök bayrak, gök bayrak! .. Yavuz kişiler!.. Ben n e olduğumu bilemiyordum. İçerimden bir ateş, bir alev parlıyordu. Avazım çıktığı kadar: ( 1) Moğol - Uygur dilinde:

yavuz,

babadır demektir.


GÖK BAYRAK

53

- Gök bayrak, Gök bayrak! diye bağırıyor­ dum. Artık borular çalmağa, davullar döğmeğe, ala�·­ lar yol almağa başlamıştı ki atımı sürdüm. Biraz sonra Cebe, sevincinden yüzüne güne-;; doğmuş gibi gözleri parıldayarak yanımıza seğirt­ ti: - Tez uşaklar! . diyordu, tez! . Atları dört nala kaldırın yavuzlarım ! . Boğurcunun bayrağına yeti­ şelim. Biliyorsunuz ya, biz Boğurcu'nun ardından gideceğiz. Aferin Gökçe'ye. . . Sözünün eri imiş. Tc­ muçin bizi ön sıraya koydu. Şimdi Cebe, Gök Bayrağı kaldırıyordu. Hemen yanına atıldım. Elinden bayrağı kaparak üzengile­ rin üzerinde doğruldum ve naramı bastım : - Savulun yiğitlerim, savulun; bayrak geli­ yor ! . Atlılar sağa, sola yarılıyorlar, gülerek bize yol veriyorlardı. Biz dört nala koştukça, etraf takilcr b�­ zi -uğurluyorlar, fakat ön sıralarda kavgaya girece­ ğimizden kıskançlık çekiyorlardı. Biraz sonra sıramıza girdi k. Boğurcu a�kerle­ rini sıralarken bizi gördü, hepimizi sağ kola koy­ du. Önümüzde yalnız yüz kişilik takım vardı. Ta ­ kım askeri de Boğurcu'nun döl döşleri, oğulları, amcası oğulları idi. Doğrusu bizi yine çok ağırla­ mışlardı. Aradan epeyce zaman geçmişti ki, Tcmuçin Han yağız atı ile yine önümüze çıktı. Bu kere yanınd::ı kardeşleri «Kasay» ile «Beliktay» bulunmakta idi­ ler. Han biraz Boğurcu ile yapça yapça konuştuk­ tan sonra, bize hiç bir söz söylemeksizin batı çev­ relerini göstererek atını tırısa kaldırdı. Bütün alay ardından tozu µumana katarak kızıl otlu çayırlar arası:ı;ıdan koşmağa başladı. Şimdi taa alnımıza gel-


54

GÖK BAYRAK

miş olan güneş gozumuze vuruyor, ortalığı ateş içinde gösteriyordu. Atlarımız hep bir ayak atıyor; çalılar, otlar arasından bir çok tavşanlar kaldırı­ yordu. Uçuyor muyduk, yoksa rüzgara, havaya mı ka­ rışmıştık. Yer yüzünde olduğumu unutuyordum. Hepimifde büyük sevinç vardı. Acaba bunca atl1lar düğüne, derneğe mi gidiyorlardı? Evet. . . Derne­ ğe, kan derneğine, bahadırlık derneğine, ..Türk der­ neğine koşuyorduk. Dünyayı ezmeğe gidiyorduk.


Atının yelesine tutuna tutuna yere yuvarlandı

İLK

.•

SAVAŞ

ört gün dört gece yol kestirdik. Ara sıra yalnız O hayvanları otlatmak ve göçleri nefeslendirmek

için biraz eğleşiyorduk. Bu gidişte öküzlerden, de­ velerden bir çok zebunları öldüler. Dördüncü gü­ nün akşamında « Salanga» suyu başına eriştik. Ora­ da Taycıgutların bizim izlerimizi basarak art sıra­ larla ok kavgasına girişmiş olduklarını öğrendik. Baysungarın kolu bizimkilere yardımcı gönderildi. Hemen delikanlılar onar kişilik bölük olarak vuru· şulan yerlere uçuŞtulaı . Koca bahadırlar kargıla­ rını üzengilere dikmişler, oklarını ellerine almışlar, rüzgar gibi kaçıyorlardı. Alak da bunlar içinde idi . Beni görünce selamladı: - Tanrı seni kayırsın Alak ! . . . diyerek yoldaşı· mı uğurladım. Cebe kızmıştı, böyle çoluk çocuğun kendin­ den evvel kavgaya girişmelerini bir türlü yediremi­ yordu. Homurdana homurdana: - Bak şimdi, su kurbağaları bizden evvel çarpı­ şacaklar ha! Diyordu. ·


56

GÖK BAYRAK.

Fakat Boğurcu bunun hiddetini yendi : - Meraklanma yavuz Cebe! .. Hepimiz için kav­ ga sırası var. Bulunduğumuz yer kavga yerine ırak olduğun­ dan yalnız vuruşanların sesleri kulağımıza erebili­ yordu. Böylece yanın saat kadar kımıldamaksızın, ses etmeksizin yerimizde eğleştik. Yavaş yavaş gü­ rültü söndü ve gitgide hiç işidilmez oldu. O vakit Boğurcu attan inmemizi emretti. Yere yeni ayak basmıştık ki ardımızda kalmış olan göç geldi çattı. Hemen arabaları dört köşe dizerek birbirlerine zin­ cirlerle, kayışlarla sıkı sıkı bağladık . Konak yeri böylece bir kaleye çevrilmiş ve yalnız bir köşede ufak bir aralık bırakılmıştı. Bu aralık yanyana iki atlının geçeceği kadar genişti . Arabaların art sıra­ sına develeri çöktürerek dört köşenin tam Qrta ye­ rine kadınları, uşakları ve hayvanların değerlileri­ ni yerleştirdik. Cılız öküzler, topal ve sarkık atla­ rın bazısını otağın dışarısına bağladık, bazısını da başı boş otlamağa saldık. Yiğitlerin bir bölüğü hayvanlarını yedeğe ala­ rak dört köşenin öbür çevresine geçtiler, biz kai · dık. Boğurcu da gidenlerle birlikti. Otaktan ayrı­ lırken geceleyin ateş yakmamamızı söyledikten sonra kendisi dönüş edinceye kadar alay beyliğini Cebe'ye verdi. Artık gece gelmiş, karanlık çökmüştü. Göçle kalan kişiler otağın etrafına derin çukurlar kazı­ yorlardı. Boğurcu uzaklaştıktan sonra biz üç yüz kişi ka­ dar kalmıştık. Hemen kargılarımızı yanımıza dik­ tik ve hayvanlarımız başında karakol bekledik. Biraz sonra ay doğdu. Her gece bana elmas gi­ bi parlak görünen ay bu akşam kanla boyanmış gi­ bi kızıl görünüyordu. Ortalığa öyle bir sessizlik


GÖK BAYRAK

57

ı;ökmüştü ki çıt işitilmiyor, yalnız ara sıra rüzgar estiği vakit kırlar, çayırlar nefes alıyorlar gibi geli­ yordu. Cebe bir zaman kımıldamaksızın durduktan sonra kuşağından bir bileği taşı çıkararak bıçakla­ rını bilemeğe, mızrağın ucunu sivriltmeğe başla­ dı. Ben de bıçaklarımı bilemeğe koyuldum. Bizi gö­ ren nice asker varsa onlar da bıçaklarını, mızrak­ larını, önlerine gelen taşlara sürterek bilemeğc uğraştılar. Otağın içinde bir şakırtıdır gitti. Cebe işini bitirince söze girişerek: - Baysungar ile Arolatlar ne oldular?. Diye sordu; hiç. ses veren olmadı. Ben dedim ki: - Ah ! . Korkarım ki bizim yoldaşlara bir ke­ der gelmiş olmasın, acaba Alak kavg�da öldü mü? Cebe yüzünü bozmayarak cevap verdi: - Hey oğul! . Bahadır kişi evinde doğar ama kavga meydaninda ölür. İ �sanın kafası ikiye yarı­ lırsa, göğsüne bir kargı gelir de ardından çıkarsa bunda ne kötülük var? Bunu işitince içim kabardı. Öz kardeşim gibi sevdiğim Alak'ın otlar içinde cansız yatıp kalmış olmasını düşündükçe içim yandı. Birdenbire bulun­ duğum yere iki köpek sıçrayarak Sayınboğrul'un ayakları dibinde ulumağa başladılar, eğildim, bak­ tım. Alak'ın köpeklerini tanıdım. Çok geçmeden yoldaşım da, babası da otuz kadar atlı ile geldi , çattı ; nefes nefese : - Oldu bitti.. tepeledik! . diye bağırdı. Fakat babası hemen şaplağı indiretek, böyle ufak bir şey için öğünmenin yakışmayacağını anlattıysa da Alak'­ ın içi içine sığmıyordu ki. . . Kulağıma eğildi ve ya­ vaşça: - Can! Ağam, senin başın için bir tanesini al­ aşağı ettim. Kendi elimle becerdim, dedi.


58

GÖK BAYRAK

Alak daha anlatacaktı. Fakat Baysungar Cebe· ye dönerek dedi ki: - Cebe! Yola düzülmeli . Bizim çarpıştığımız Karavul ( 1 ) kolu imiş, yarın adamakıllı döğüşece­ ğiz, tez gidip dere boyunda pusu tutmalı. Cebe bütün cevap olarak: - Ata bin! Sağdan ileri ! . . Narasını attı ve atı­ na atıldığı gibi bir boy ilerledi. Biz de ardını bırak· madık. Yarım saat sonra pusuya girmiştik. Ay şimdi taa tepemize kadar yükselmişti . Öy­ le de parlak ışıklar yağdırıyordu ki önümüzde ür­ pere ürpere akan çayın sularından binlerce elmas­ lar fışkırıyordu. Ne ıssızlık, ne sessizlik! .. Yalnız suyun çarpıntısından ve arasıra nallarını sürçen at· ların ayak seslerinden başka bir şey duyulmuyor· du. Cebe birdenbire sordu : - Yiyecek bir şeyin var mı? Hemen heybemdeki külleme eti uzattım. Cebe eti bıçağıyle ikiye bölerek yarısını bana verdi. Şimdi herkes ay ışığında karnını doyurmağa çalışıyordu. Fakat iyi bakınca gördüm ki ne kadar atlı varsa hepsi peşin arpa torbasını hayvanının başına geçiriyor, sonra heybesinden yiyeceğini çı­ karıyordu. Ben de Sayınboğrul'un torbasını tak· tım. Atlar bir taraftan yemlerini kestirirken biz de yere çömelerek yiyorduk. Yemekten sonra hayvan ­ ları, kendimizi çaya salarak hem atları suladık, hem de kendimiz kandık. Bunun üzerine bir iki kımız çektikten sonı·a keyfimiz yerine gelmişti. Atları gemledik ve kavga· ya hazırlandık. Böyle nice durmuşuz bilmem, vakit gün çağı( 1 ) Karavul kolu: Pişdar kolu.


GÖK BAYRAK

59

ııa döndü ve arası çok geçmeden güneş kalkarak: ovayı altın yaldıza boyadı. Cebe güneşin kalkmasını, ovaları, çayırlan bir eyyam seyrettikten sonra bana dönerek dedi ki : - Şu altına boyanmış çayırları, tarlaları gör­ dün mü ? - Gördüm .. - İyi bak oğul! Bu akşam bütün bu çayırlar kızıl kana boyanacak .. Bilmem neden ? . . Bu sözleri işitince bir ti treyi5 titredim ki ben de şaştım ve sonra lazımmış gibi iki üç kere öyle esnedim ki, çene kemiklerim ayrı­ layazdı ! . O vakte kadar duymadığım bir yorgunluk, bü­ tün kollarımı, bacaklarımı uyuşturdu, üşümeğl.! başladım. Şimdi ortalığa sis çöküyordu . Ak, sarı, gök çiçeklerle bir gelin gibi tellenmiş, pullanmış ça­ yırlar kırağıdan parlıyor ve o kadar şirin, yumu­ şak görünüyordu ki hemen gidip içinde yuvarlana­ sım geliyordu. Dizginleri bırakmış, kendimi seyre kaptırmıştım. Çayırlığın ucunda karanlık bir çam ormanı gözüküyor ve ilerisinde bir alay tepeler, tümsekler göz alabildiğine kadar uzanıyorlar, son· ra dumanlar içinde kayboluyorlardı. Bu aralık ya­ nıma kadar gelmiş olan Cebe, kırbacının uciyle, çamlıklarla tepeleri göstererek kayıtsızca : - Taycigutlar bu yerin ardındadırlar, dedi, geçti. Ben başımı döndürüp. bizim tarafımıza bak­ tım. Bin adım öteye kadar uzayıp giden atlılarımız, mızraklariyle çam ormanının karşısında başka bir orman varmış gibi ortalığı kaplıyorlardı. Otağın olduğu yerde davullar vurmağa, boru­ lar ötmeğe başladı. Artık herkes ayaklanıyor, kav­ gaya davranıyor ve benim içimden büyük bir se-


60

GÖK BAYRAK

vinç kalkıyordu . . Boğurcu dolu dizgin at sürerek geldi, başımıza geçti. Hepimiz hazırlığımızı bitir miş, kiriş üzerindeki ok gibi duruyorduk. Biraz öy­ le durduktan sonra tepelerin birisinden bir bölük atlı çıkarak ağır ağır bize doğru yollandı. Bizim ta­ raftan da bir o kadar mızraklı bunları önledi. Ce­ be bunu görünce söylenmeğe başladı: - Bu ne dernek? Şimdi kavgayı bırakıp esir almaca mı oynayacağız? Boğurcu cevap dikti: - Yok Cebe! Taycigutların Başbuğu, Temuçin Han ile sözleşmeğe gelir.. - Ben Hanın yerinde olsam buna pek kanpı.az­ dırn. - Temuçin yapacağını bizden artık bilir C;::be ' . - Yahşi dersin. Hanın karına karışmak gerekmez ama, ben de kendimi ·baskına kaptıramam. Cebe bu son sözü söyleyerek atına bindi ve si­ lahlarını hazırladı. Biz de öyle yaptık. İyi de olmuş, hazırlanmışız. Zira Boğurcu ne düşündü, ne düşün· medi; bize doğru gelerek hepimizi bölük bölük ayır­ dı. Şimdi ortaya çıkan iki taraf atlıları bizden yfü: adım ileride durarak attan inmişlerdi. Herkes nt; olup biteceğini gözlüyordu. Bunlar bir eyyam birbirleriyle görüştüler. Bir · aralık Taycigutlardan biri Temuçin Hanın atına ya­ naşarak hayvanı okşar gibi yaptıktan sonra üzen· giye doğru eğildi. Cebe yine duramadı: - Ne yapıyor bu adam? dedi. Hanın üzengilc­ rine gözlerini dikmiş bakıyordu. Bir aralık sapsarı kesildi ve bize dönerek : - Yakın gelin, sadakları elleyin! .. Diye bağırdı. Hemen sadağı açtım. Fakat okumu kirişe yer ­ leştirmiştim ki, Temuçin'in Taycigut'a doğru elinı


GÖK BAYRAK

61

sal ladığını ve biraz sonra tepe üstü attan yuvarlan d ığmı ve bunun üzerine herkesin atına koştuğunu gördüm . Boğurcu yine bağırıyordu: - Uşaklar, ileri.. ileri! Doğru Hana ! . Bu kere Cebe de bağnşmağa başladı: - Hanın üzengi kayışını kestiler. Ha .yoldaş· lar!

Bütün bu dediklerim bir şimşek çakması katla� sürmedi, fakat yüz adım ilerlemiştik ki, Hanın üzengisini kesmeğe çalışan Taycigudun yuvarlandı· ğını gördük. Beliktay Reis bir vuruşta herifin kafa tasım ikiye ayırmıştı. Fakat başka bir Taycigut da Bcliktay'ın atını öldürmüş ve Beliktay'ı yere atmış­ t ı . Hemen lfoktatka Reis yere inerek kendi kısra· ğını Hanın altına çekti, Han da kısrağa atlar atb­ maz kılıcı sıyırarak düşmanlar içine karıştı. Biz soluk soluğa koşuyorduk. Yetişmeğe az kalmıştı; bizim bahadırlardan biri oku çekince Tay· cigutlardan biri daha kollarını uzatarak yere yat­ tı. Yaradana sığındım; bir, bir daha iki ok da ben çektim ve hayvanımı ile:::'i sürdüm... Aman, Cebe'· ye n e olmuş ?.. Koca yiğidin etrafını Taycigutlar sarmış, o da elindeki mızrağını savuruyor, yanına kimseyi sokmuyordu. Ben atımı geri alıp Başbuğuma yardıma koş· tuğum sırada Taycigutlardan birinin alnı ortasına bir mızrak yiyerek, arka üstü attan aşağı yuvarlan· <lığını gördüm. Hemen o zamanda yan tarafımızdan bir bağı · rıştır koptu. Neye uğradık ? Toz duman çayırlıkla­ rı örtüyor; yer, gök titriyordu. Şöyle eğrildim, ne· ye uğradığımızı tez anladım. On bin Taycigut tepe­ lerin ardından, orman içlerinden uğramışlar, dolu dizgin bize doğru geliyorlardı. Arkadan bir bağrış·


62

GöK BAYRAK

ma daha koptu. Fakat bu kere bunun ne olduğunu düşünmeğe varmadım. Bizimkilerin seslerini tanı­ mıştım. Koca bahadırlar derneğe gidermişçesine "' düşmana karşı çıkıyorlardı. Düşman üzerimize doğru öyle çabuk geliyordu ki, iki oktan ziyade atamadım; zira arada menzil kalmamıştı . Baktım ki oktan hayır yok. Hemen kac­ gımı koltuğum altına sıkıştırarak Sayınboğrul'::-ı yol verdim, insan kümesine daldım. Düşmana o ka· dar çabuk sokulmuş, kavgaya o kadar tez girişmiş­ tik ki, kendimden bütün bütün geçmiş, özümü, Ce­ be'yi, Gök Bayrağı, dünyayı unutmuştum. Doğrusı ı ne •yaptığımı, ne işlediğimi de bilmiyordum ... Yalnız görüyordum : Sağımda, solumda, önüm­ de, ardımda bir çok tunç yüzler, tulgalar, zırhlı gövdeler, parlak kılıçlar, atlar, tuğlar vardı. Bun­ lar da gözümün önünde bir kuş gibi uçuşuyorlar. kaçıyorlar, adam denizine dalıyorlardı. Ne patırtı, ne gürültü! İnsan kendi bağırmasını bile sesleyemi' yecek. Sanırsın ki on bin demirci örs üzerinde de­ mir dövüyorlar . . . Doğrusu da böyle ya ! Bu vuru­ şanların hepsi döğüş demircileri değil mi idi ? Tut­ galar, zırhlar üzerine inen kılıçlar, _kargılar demiı­ den daha pek olan düşmanı vurup ezmek için de­ ğil miydi ? Tanrı için bundan daha keyifli dernek olamaz. Şimdi avazım çıktığı kadar bağırıyordum : - Gök Moğol! . . Gök Moğol ! . . Ardıma hiç baş çevirrniyordum. Kimbilir, ne­ ler oluyor. Ben hep öne, ileri koşuyordum. Ne oldu bilmem; birdenbire sağ dirseğim zor­ lukla kakıldı, gözümü açtım. Kargını bir demir gö­ ğüslüğe değmişti. Öyle zorlukla dokunmuşum ki kargı bir kamış ok gibi eğildi .. Hemen geri aldım, fakat kayışla koluma bağlamadığımdan }�argım ye­ re düştü, düşmana da bir şey olmadı. Şimdi kar-


GÖK BAYRAK

63

:;; ımdakiyle göğüsleşmeğe başlamıştık. Taycigut sa­ ğıma geçerek kafama doğru bir kılıç tersi savurdu . Daha kolu yukarı kalkarken hemen eğerin kaşı ağa­ cına kadar eğildimse de kılıç başıma yıldırım gibi indi. Bereket versin tulgam dayanıklı imiş, hiç ke­ silmedi. Ama başım fena halde ağrıdı. Yüzümü Sayın­ boğrul'un yelesine yapıştırdım, yere yıkılmamak için bacaklarımı sıktım. Atı sürdüm geçtim. Başım oğulduyordu. Biraz da incinmişti galiba. Bütün gü cümü topladım, eğer üzerinde doğruldum, yanları­ ma bakınca orman başında olduğumu gördüm. To­ pu topu Cebe ile beraber on iki atlı idik. Hey gidi koca aslanlar! Düşman ordusunu bir baştan bir ba­ şa yarıp geçmiştik. Ardımızda Taycigutlar vuruşu­ yor, bir takımı da dolu dizgin bize doğru koşuyor­ lardı. Cebe gülmeğe başladı. Kargısını üzengisindeki kargı yatağına dikerek eline okunu aldı ve: - Hay budala Taycigutlar! . Daha döğüşün yo­ lunu bile bilmiyorlar. Bizim ardımız sıra koşacak­ larına otağı yararak hepimjzi suya dökselerdi, sa­ vaşı kazanmışlardı. Şimdi biz onları otağın önün­ de sıkıştırmalıyız. Dedi ve üzengileri üzerine kalkarak ovaya bak­ tı. Biraz sonra nara vurarak ileri atlıyordu: - Tez yollanın yavuzlar. Boğurcunun tuğuna arş ileri! . kumandasını verdi. Hemen hayvanları ılgara kaldırdık. Şimdi Tay­ cigutlar ormanlığa doğru su gibi akıyorlar ve art­ larını bırakmıyan bizimkilere ok çekiyorlardı. İki asker birbirine tokuşmuş ve sonra yine ayrılmış­ lardı. Otuz adım kala birbirimizin önünü keserek ok atmağa giriştik. Oklar kulağımın ardından VE, vız diye geçiyorlardı, ben de şimdiye kadar bu işit-


64

GÖK BAYRAK

mediğim vızıltılardan hoşlanıyordum. Uçuyor mu­ yuz, nedir? Bu ne gidiş, bu ne koşu? Atl�r binici­ lerinden daha keyifli idiler. Hem soluk soluğa ko­ şuyorlar, hem de kişneyerek birbirlerine selam gön­ deriyorlardı. Bir aralık bir ok sağ baldırımı sürterek kalka· mm� baştan başa deldi geçti, oku çeken Taycigutu gördüm. Hemen geriye dönerek bir ok da ben yolla­ dım, anlaşılan can alacak yerini nişanlamışım ki herif okunu elinden bırakarak atının yelesine tu· tuna tutuna yere yuvarlandı. Sağa vura, sola dürte kendimize yol açtık ve Boğurcunun tuğu altında birleştik. Bizimkiler ge­ lip çevremizde toplandılar. Üç yüz adım ilerimizde Taycigutlar orman başında takımlarını topluyor ve kavgaya düzülüyorlardı. Aramızdaki ova adam, hay­ van ölüleri ile dolmuştu. Birkaç süvarisiz at sar· kık sarkık öteye beriye dolaşıyor, yaralılardan bir çoğu da elleri böğürlerinde yerden kalkmağa uğra· şıyor, su başına doğru sürünüyorlardı. Birdenbire sağımızda bir gürültüdür koptu ve otağın bulunduğu yer dumana büründü. Düşmanın bir takımı bu çevreyi basmağa çalışıyorlarsa da biz­ le karşılaşanlar yine önümüzde · duruyorlardı. Tay­ cigutlar o kadar çoğalmışlardı ki, bizi dört alından çevrelerine alabilirlerdi. Nice zaman geçti bilmem; Tayeigutlar bizim üzerimize saldırış ettiler. Yirmi­ şer yirmişer bölük olmuşlar, bize doğru ok atarak ilerliyorlar ve tam on beş adım kaldı mı hemen çark ediyorlar, hem ok atıyorlar, hem kaçıyorlar dı. Bir bölük böyle geçince bizimkiler ardına düşü­ yorlar, fakat bu sefer de başka bir Taycigut bölü­ ğü erişiyor ve her iki takım okun ardını kesmedi­ ğinden gök yüzü oktan görünmez oluyordu. Bir sa· at kadar durduğumuz yerde vuruştuk. Otağ tara-


GÖK BAYRAK

65

fında silah sesleri, VUIL!Şanların naraları, bağrış­ maları ortalığı tutuyordu. Ovalardan öyle toz kalkı­ yordu ki, güneş adeta kararmış gibi gözüküyordu. Toz, kızgın rüzgar boğazımızı kurutmuştu. Göz gö· zü seçemiyor ve yalnız okların parlak uçları, kılıç­ ların parıltıları bulutlar a.rasında çakan şimşek g i­ b i gözleri kamaştırıyordu.

Kana

kana

içtik.

Ortalığı öyle sıcak basmıştı ki damarlarımın içindeki kanlan bile kavuracak sanıyordum. Artık ne bağrışmalar, ne ok ıslıkları, ne at nallan, ne si­ lah tokuşmaları, ne gürz inişleri, hiçbirşey işitil­ miyor, yalnız yakınlarda bir kovan an varmış gibi bir uğultu kulakları, beyni dolduruyordu. Hiç dur­ madan yay çekiyor, hiç durmadan ok yiyorduk. Yoldaşlarımız göz önünde azalıyorlarsa d a biz de F.: 5


66

GÖK BAYRAK �

bir adım gerilemiyor, durduğumuz yerde kar gibi eriyorduk. Sadağımda ok kalmamıştı. Cebe altı defa sal­ dırdı . Altın-cısında elinde kırılmış, güdük kalını-;; kargısını yere atarak kılıcını sıyırdı. Kayışiyle ko­ luna sıkıca bağladıktan sonra, kollarını sıvamağa başladı, bize dönerek: - Yoldaşlar! Sıra kol döğüşüne geldi. Şimdi­ ye kadar birbirimizi boş yere üzüyorduk; bakalım kılıçlarımız riıı sert, yoksa Taycigutların kafası mı? Cebe lakırdısını bitirmemişti ki Boğurcu, yüzii gözü toza, kana bulanmış, gözleri parlayarak, önü­ müzde belirdi ve bağırdı: - Kargılar, oklar aşağı! Gürzleri, kılıçları kav­ rayın . . . Cebe'nin bayrağına yüz kişi ! . . Cebe yine üzengiler üzerinde doğrularak : - Ardımdan .. Cebe'nin ardından ileri, arş ! . . mi­ rasını attı. Boğurcu başka bir yere kumanda vermeğe se­ ğirtti. Cebe yüz adam toplayarak ilerlemeğe başla­ dı. Gözümle Alak'ı aradımsa da böyle toz duman arasında kandan kıpkırmızı kesilmiş yüzleri tanı­ mak kolay değildi. Biz henüz yola düzülmüştük ki otağ tarafın· dan gürültü ziyadeleşti. Bizim taraftan düdükler çalmağa, davullar döğülmeğe ve cengaverler türkü çağırmağa başladılar. Cebe bizden on adını ötede durdu. Biraz ileri­ sinde Boğurcu, yanında bayraktariyle duruyordu. Öteki Başbuğlar da adamlannın önüne dizilmişler­ di. Boğurcu'nun sesi gürültüyü bastırdı: - Tek durun! Saldıracağız uşaklar! .. Bayrak· tarım tuğu kaldırır kaldırmaz hepiniz birden düş· mana yanaşacaksınız. Bu sırada davullar, borular savaş havalarını


GÖK BAYRAK

67

, , ı l ıyorlardı. Bayraktar, herkes görsün diye tuğı!· 1 1 1 1 yukarı kaldırdı. Boğurcu nara vurdu: - İleri! .. Gök Moğollar . . . İleri ! . . Bizim bölük ılgar koşmağa başladı .. Yer, gök ı i ı riyor, tozlar göğe doğru yükseliyor, üç bin ses lıaykırıyordu: - İleri ! :. ileri ! .. Vur ! . . Davranın, ileri Moğolla r ! .

Cebe'nin sesi başkalarınınkini bastırıyordu: - İleri Besetliler .. Savulun, bayrak geliyor' .. Ağam Cebe, Taycigutların içine öyle giriş girdi � ; düşman birbirine karıştı. Koru içine girmiş bal­ ' la gibi Cebe ortalığı yarıp yıkıyordu.

Kılıçlar, gürzler inmeğe başladı. Ben de kılı­ ' ımla hem dürtüyor, hem de düşmanı sağıma ai­ ınak için atımı fırıldak gibi çeviriyordum. Bir ara­ l ı k öyle sıkıştım ki, kendim mi ilerliyorum, yoksa heni başkası mı itiyor, anlayamıyordum, bir de hak ­ l ı nı ki herifin biri üzengi kayışıma, çizmelerime, ya­ pışmış beni aşağı çekmek istiyor. Kendimi topla­ ı ııağa kalmadı. Bizim askerlerden biri yetişip Tay· dgutun başına bir gürz indirdi, yere kapattı, he­ men o zaman başka bir Taycigut atını şaha kaldı­ rurak bana bir kılıç salladı. Bu kere pek çabuk ı·ğildim ve hayvanlar birbirine yapışmış olduğun· dan herifin böğrüne tulgamı vurdum. Kılıç iki omu1.um ortasına ineceği yerde boşa gitti. Fakat kılı­ nn kabzası sırtıma indi. Hemen dizgini bırakarak ,oı elimle düşmanın urubasına asıldım. Başımı karnında.;_ ayırmıyordum. Sağ elimle de gücüm yet­ i iği kadar karnını bıçaklıyordum. Birdenbire iki demir elin boynumu cendereye aldığını duydum. Bir yandan da kafama kılıç kabzasının topuzu ini­ yordu. Taycigutla gövde gövdeye geldiğimizden kı-


68

GÖK BAYRAK

lıcını kullanamıyor ve yalnız kılıç sapının tepesiyl·.: kafamı ezmeğe uğraşıyordu. Baldırlarımı Sayınboğrul'un karnına bitiştir· dim. Gözüm Sayınboğrul beni düşürmemek için ne tarafa kımıldasam o tarafa dönüyordu. Şimdi br çağımla düşmanın böğrünü yırtıyor, parçalıyor· dum. Artık bıçağım taa sapına kadar girmiş, heri· fin kasıkları içinde kolayca oynuyordu. Bir aralık yenimden aşağı sıcak sıcak bir şeyin aktığını duydum, yaralandım sandım. Fakat iyice bakınca Taycigut'un yarasından oluk gibi akan ka· nın kolumdan aşağı döküldüğünü anladım. Tayci­ gut artık vuramıyor, yalnız boynumu, ensemi sıkı· yordu. Bir zor ettim. Başımı düşmanımın ellerin· den kurtardım, hemen bıçağımı kendime doğru çek­ tin:ı, doğruldum. Taycigut artık kımıldamıyor, yü­ zü atının yelesine yapışmış, kolları sarkık duruyor· du. Hayvanı bir sıçrayınca tepesi aşağı taş gibi yu· varlandı .. Başıma yediğim topuzlardan hala aklımı top· layamamıştım. Burnumdan kan akıyordu. Sayın· boğrul'un gemlerini topladım, üzengilerim üzerin· de kalkarak : - Savulun, bayrak geliyor! . . ileri Gök Moğol· lar! Narasını vurarak ileri atıldım. Etrafıma göz gezdirince yanımdakilerin hep bizim yoldaşlar oldu· ğunu gördüm. Cebe ellerini eğerinin, kayışına daya· mış bileğinde kılıcı asılı, teprenmeksizin duruyor· du. Bir de baktım ki zırh giyinmiş, başında tüylü sorguçlu bir tulga, iri yan bir düşman Başbuğu ye· re uzanmış yatıyor. Cebenin at oğlanı Soso da bit tutsağın esir ensesinden yakalamış, herifi kımıldat· mıyordu. Cebe tutsağa dönerek dedi kia - Tez, de! Şu bir kılıçta yere serdiğim Başbu· ğun adı nedir?


GÖK BAYRAK

69

Tutsak ağlayarak cevap verdi. - Ah! Ah! Yazık bana . . . Ne olaydı, gök kub­ lıl· başıma yıkılaydı da beri bu günü görmeyeydim. B u yatan kimdir bilir misiniz? Bu, dünyada en ya­ vuz adamlardan biridir. Bu, bizim Hamınız Buke (ilker'dir. Cebe: - Hele geberdi de kurtuldu. Yoksa yiğit gibi k ı lıç oynar bir Han imiş . . . Diyerek atından aşağı indi, Çilkerin kafasını kestikten sonra eğerinin kuburluğuna astı. Tutsak bu hali görünce Hanının üstüne kapa­ ı ıarak ağlamağa başladı. Cebe bir aralık düşmanın �üvd�si üzerinde ağlayan esiri seyrettikten sonra lıizc dönerek: - Anlaşıldı. Doğrusu ağasını yürekten sever u­ ':'akmış. Bunu da becerelim de efendisine yoldaşlık l'lsin, dedi. Bu sözü Cebenin öteki at oğlanı Kupkoru işi­ ı i nce hemen yerden bir kargı alarak Taycigudun ar· kasına sançup ( saplayıp) göğsünden çıkardı. Herif ıofcndisinin üzerinden kalkmadan yalnız bir ah çe­ kerek katıldı, kaldı. Cebe şimdi yine nara vuruyordu: - Haydi uşaklar! .. Ardım sıra geliniz. Bu ak­ �am güneşin son ışıkları bizim bayraklarımızın üst geldiğini yedi buduna bildirecektir . . . Cebe'nin sözlerine sevinçle bağırarak cevap ver­ d i k ve ardı sıra ormana doğru yürüdük. Ovada hala kavga olduğundan Taycigutlar önü­ ııı üzdeki yolu boşaltmış ve oraya doğru seğirtmiş­ lerdi. Biz doğru ormana daldık. Çamlar altına gir­ dik. Yer serin, tozsuz, dumansız olduğundan hepi­ m izin ciğerleri tazelendi. Birkaç yudum kımız çek­ i i m , canlandım.


70

GÖK BAYRAK

Cebe bize bir göz atarak sayımızı buldu : - Seksen kişi" kalmışız uşaklar. Şimdi ormaıı aralığından sessizce gider, otağa saldıran düşmanın ardından basarız. Ses yok ha . . . İleri ! . . Dedi, yarım saat sonra orman başında tam ota· ğa karşı durduk. Biraz keskince bakınca düşmanın su kenarına doğru akın ettiğini anladım. Doğrusu ben, bunca toz, duman içinde birşey se�emedim. Cebe her şeyi görüyordu. Bize gavgayı anlatmağa koyuldu : - Boğurcu'yu geri etmişler . . . Vah zavallı . . . N,! kadar Taycigut varsa üzerine çullanmağa hazırlanı­ yorlar .. Bakın bakın .. Otağdakiler de ortalığa atılıp düşmana saldırış edecekler .. Hazır olun. Epeyce vakit merak içinde kaldık. Su kenarın· da kavga sesi gittikçe çoğalıyor, fakat bizim oldu­ ğumuz yere pek az varıyordu. Birdenbire otağın içinden kıyamet kopuyormuş gibi bir gürültü çıktı. Sesledik.. Davullar, borular süren savaşı çalıyordu. Temuçin Han oymağının naralarını işittik ve çok geçmeden otağın içinden mızrak, ok, bıçak bulut· lan koptu, ortaya atıldı. Temuçin Han askerin önüne geçerek düşmana saldırıyor, sokuluyordu. Cebe bunu gördü ve hemen kılıcı kaldırınca : - İleri , Gök Moğollar! İşte yiğitlik vakti şim· di geldi . . . İleri ! . . Savulun bayrak geliyor! .. diye ba­ ğırdı. Hepimiz bir ağızdan: - Savulun bayrak geliyor! .. diye nara atarak düşmanın ardını basmağa koştuk. Temuçin Han, Mevkulu ve bir iki reis daha yandan saldırıyorlar, Baysungar ile Boğurcu düş· mana karşı koyuyorlardı.

Ok gibi, yıldırım gibi kaçıyorduk. Biraz sonra �


GÖK BAYRAK

' 71

seksen adımız düşmanın ardına çattı. Ben artık kılıcı kınına sokmuş, balta ile vuruşuyordum. Ce­ be de balta savuruyor ve her indirişte bir düşmanı deviriyordu. Önümüze ne çıkarsa deviriyor, çiğni­ yor, sürüp geçiyorduk. Hem bu kere düşman ara­ sından yol açarak ilerlediğimizi de anlıyorduk. Uzaktan Temuçin Hanın tuğu ve bizimkilerin bay­ rakları, Taycigut'lar ve danışıklıları yararak bize doğru ilerlediklerini görüyorduk ! Biraz daha zor çektik. Temuçin Hanla karşı karşıya geldik. Güneş kara bulutlar arasından nasıl çıkarsa Te­ muçin Han da düşman arasından öyle çıkıverdi. Ha­ nın yanında Kasar Başbuğ yüzü askın, elde ok; o· nun ardından Beliktay Başbuğ yüzü gözü kan için­ de yürüyorlardı. Biraz daha arkadan Nokoli Başbuğ Temuçin'in bayrağını tutarak geliyordu. Bunların ardı ise mızraktan, oktan görülmüyordu. Koca Han! Eğerinin üzerinde dimdik durmuş­ elinde kılıç, şanla, yiğitlikle ilerliyordu. Gözlerinden ateş fışkırıyor ve bakışı tüyleri ürpertiyordu. Cebe atını Hanın önüne sürerek Buke Çilger'in kellesini u­ zattı. Temuçin Han, ölmüş düşmanın kellesi önünde eğilip ona riayet etti, sonra şu sözleri söyledi: - Ey Buke Çilger! Yiğitlerimize, ünümüze kar­ şı koyamadın, öldün, amma yiğitçe öldün. Tanrının isteği bu imiş! Mertliğine bin aferin Buke Çilger! Seni alteden kahramanın yavuzluğuna da aferin . . . Sonra ardındakilere dönerek : - Cebe'ye bir tuğ verin, dedi. Kara bir tuğ taşıyan bir atlı başbuğumuza tu­ ğu verdi, Cebe tuğu bana uzatarak: - Yere dik, buyruğunu verdi. Hemen tuğu alarak atımın önüne diktim. Cebe


GÖK BAYRAK

72

Buke Çilger'in kafasını tuğun önüne attı ve bağıra bağıra dedi ki : - Gök Moğollar bayrağı! İşte sana düşman ka­ nı içiriyorum. Bu benim armağanımdır, al kabul et. Yanımızda ne kadar delikanlı varsa bağrışmağa başladılar. Bunun üzerine Cebenin at oğlanı Soso kelleyi yerden alarak tuğun ucuna.. geçirdi. Ben, bu tuğun yağlanma adetini yeni görüyordum. Hemen bayrağı kavradım ve yukarı kaldırdım. Han, yine Cebeye döndü: - Kurt Cebe, dedi. Bundan sonra sana Cebe Noyan ( 1) adını da koştum. Seni Bey, bin kişinin Başbuğu ettim. Bundan sonra ardında bir tuğ, önün­ de iki davul götürebilirsin . . . Şimdi yine ileri! :. Ka­ zanç, yenme kargılarımızm ucundadır. Cebe: - İleri! . Savulun bayrak geliyor! . . Diye gürledi. Şimdi sağdan basıyor; Taycigut'ları, Merkit'leri önümüze katarak ekin biçer gibi biçiyorduk. Biraz sonra Baysungar ile Boğurcunun ka,vga naralarını duyduk. Düşmanın çoğu bozulmuş, darmadağınık bize doğru koşuyor, fakat bizim takımlarla Boğur­ cunun bölükleri arasında sıkışıp kaldıklarından er­ cesine, yiğitçesine ölmek için mızraklarırnızın ucu­ na doğru atılıyorlardı. Taycigutlardan bir çoğu da üzerlerine doğru ilerleyen demir, dağlardan kurtul­ mak için « Selenga» suyuna atılıyorlardı. Çoğu suda boğuldular. Bir kaç tanesi de karşı kıyıdaki sazlık­ lara kadar varıp saklaı:µnağa kalk.ıştılarsa da bunla­ rı da ok ile yaban ördeği avlar gibi vurduk, bitir­ dik.

de

( 1 ) Noyan; şark Türkçesinde General, Prens, Asılza. gelir.

mBnisına


GÖK BAYRAK

73

Güneş batmağa üç rriızrak boyu kadar kalmıştı ki borular, davullar düşmanın basıldığını, bizlerin

üst geldiğimizi bildirdiler. Gün tamam olmuş, kav­ gayı biz kazanmıştık. Düşmandan beş altı bini kav­ ga meydanında ölmüşler, bir o kadarı tutsak alın­ mış, geri kalanı kaçarak yakayı kurtarmıştı. Biz de bitmiştik, �u kenarında konakladık. Sayınboğrula koştum. Biçare hayvan kan tere batmış, toza bulan­ mış, nefesi kesilmişti. Tokuluğa (Örtü) sını örttüm, yedeğime alarak terini alıştırmak için ağır ağır yü­ rütmeğe başladım. Bir de önüme Alak çıkagelmez mi! Birbirimize bir sarılış sarıldık ki. . . Alak başına gelenleri anlatmağa başlamamış idi ki kulağımıza bir çok sesler geldi. Herkes su kenarına koşuyordu. Biz de ne oluyor, diye gittik. Dere kenarında ölüler, silahlar arasında Temu­ çin Han için bir taht yaptılar. Taht olup da altından değil. . . Üzeri ak kebe örtülü bir at eğeri . . . Han ar­ kasına bayraktarını alarak bu yeni çeşit tahta otur­ du. Biraz sonra beşer, altışar tutsakları önüne geti­ riyorlardı. Bunların hepsi aman dilediklerini anlat­ mak için boyunlarına kılıçlarını, sadaklarını asmış­ lardı. Bu gelenler de bayağı adamlardan olmayıp hep başbuğlardan idi. Ötekiler bunların buyruğu al­ tında iş görür koşun takımı idi. Temuçin Han önüne çıkarılan tutsaklara kendi taraflarına geçip geçmeyeceklerini ve kendisini öz Başbuğ tanıyıp tanımıyacaklarını soruyor, evet der­ lerse bayrağı altına alıyor, herbirisine bir kaç atlı vererek bölük başı yapıyordu. Fakat tutsaklar için­ den özü mert olanlar da vardı ki bunlar Temuçin'in sorduğuna evet demiyorlardı. Böylelerini Han kendi ardındaki ağalara, beylere köle diye veriyordu. Bu alay gece yansına kadar sürdü. · Artık yor­ gunluktan ayakta duramıyorduk. Hemen yattık ve


74

GÖK BAYRAK

ölülerle, yaralılarla birlikte sabaha kadar uyku çek­ tik. Gün henüz açılmağa başl�mıştı ki davullar se­ vinçli sevinçli dövmeye, yiğitleri uyandırmağa baş­ ladı. Kalktık . . . Ölüler, esirler üzerindeki malları al­ dık, aramızda doğrulukla paylaştık. Öğle zamanı başka bir yerde konaklamak için göçü kaldırdık. Bu kere göçümüz çok büyümüştü. Zira bir gün önce bize düşman olan dört bin kadar Taycigut, Merkit şimdi bizim bayrağımız altına sı­ ğınmışlardı. Yolda bir çok oymaklar bizimle birleş­ meğe geliyor, çok kere de önden koşan karavul ta­ kımları bir çok boyları zorla aramıza sokuyorlardı.

* İki ay sonra Karotal suyu kenarında kışladı­ ğımız vakit oymaklanmız Taycigutlardan daha çok­ luk olmuştu . Yavaş yavaş biz de büyük bir ulus, bir millet olmuştuk.


Önünde diz çöktüm.

TıMUR HAN Bu sene hiç oturmayarak yakındaki uruklar ü­ zerine bir kaç- kere baskın yaptık. Gurhanlar bir Hanlık kurmuşlardı. Bunlar bir aralık Sincan Emiri i le kavgaya tutuşan Haarizm Şahlarına yardımda bulunmuşlardı. Sonra Yeluyı Yutsaylar İran ve Tu­ rana padişahlık ettiler. Bunların hepsi Müslüman di· nini kabul etmişlerdi. Karayetlere gelince: Bunlar Kara Çin ile Çorşit ülkeleri arasında yerleşmişler ve gitgide kuvvet ka­ zanarak içlerinden çoğu göçebeliği bırakmış ve Ka­ ra Kurum şehrini kurmuşlardı. Karayetler memleketinin yukarısında da Nay· man denilen kabileler yaşarlardı. Moğollar bunların aralarına sıkışıp kaldıklarından daima Taycigut, Bordikin, Urban Han ahalisiyle hiç durmamasıya çarpışırlardı. Temuçin ile Karayetler Hanı Ung Han hoşlukla geçinirlerdi. Diğer taraftan komşumuz olan Kara­ yetler ile de sıkı sıkı görii şür ve 3:hbaplık ederdik. Karayetlerle bizim bulunduğumuz yer arasında yal-


76

GÖK BAYRAK

nız bir ufak dere vardı. Bu derenin de suları gayet alçak olduğundan çok kere� oranın delikanlıları bi­ zim tarafa geçer, biz de onlara giderdik, hatta bir çok kereler Temuçin Han Karayetlerin Başbuğu ile sürek avına çıkmışlardı. Yalnız Karayetlerin Başbu­ ğu Dizim yurda hiç de gelmezdi. Öteki beriki Temu­ çin Han pek yeni, pek ufak bir Başbuğ olduğundaı1 Ung Han onun ayağına gelmeyi ağalığa yediremedi­ ğini söyleyip dururlardı. Bir takım kişiler de Kara­ yet Hanının oğlu Singon'un bizim Hanı kıskandığını yaymışlardı. Ne olduysa oldu, Temuçin Han büyük oğlun:ı ' Singonun kız kardeşini istediyse de Ung Han ver­ medi. Temuçin fena bozulduysa da kızgınlığını gös­ termedi. Fakat Cebe hiç laf saklar mı? Olanı biteni dört çevreye yaydı gezdi. Ben Kareyetlerden Margo1. adında bir delikanlı ile tanışmış ve Alaka da tanıt­ mıştım. Hatta üçümüz bir kaç kere kurt ve ayı avı­ na çıkmıştık ve birinde Margoz canımı da kurtar­ mıştı. Onun için ölünceye kadar silah kardeşi kala­ cağımıza ant içmiştik. Günün birinde Cebe bin iki yüz asker alarak a­ yaklanmış olan Coyrat'lara karşı gitmesi için yarhğ (1) aldı. Alak ve ben askerler içinde idik. Yarh­ ğın geldiği günün ertesi güneş yeni batmıştı ki onar, on ikişer kişilik takımlarla kartal pınarlarına doğru ilerledik. Cebe bizi orada toplayacaktı. Coyratlar bizden altı gün ileride konaklamıştılar. Bunların hepsini bir zamanda basmak lazımdı. Böyle baskın yapılmak istenildiği zaman düşmanı kuşkulandırma­ mak için ufak takımlar, bölüklerle gidilir ve tam düşmanın yakınında bir yerde toplaşılarak koşulur. Benim bulunduğum bölük Alakı �a sayınca topu to­ pu on iki kişi idi . ( 1 ) Yarlıt: Ferman, emir.


GÖK BAYRAK

77

Hepimiz tepeden tırnağa kadar pusatlanmıştık. Hele benim pusatlarını hepsinden güzeldi. Siyah ka­ dife külahlı bir zırh, boyunduruklu bir tulga ve Hint demirinden büyük bir bıçağim vardı. Bundan başka da baltam, okum da eğerimin kaşında salla­ nıyordu. Zırhımın üzerine Taycigutlardan talan et­ tiğimiz mallardan bana düşen pamuklu işlemeli bir uruba giymiştim, Sayınboğrulun üzerindeki eğer ise en güzel telatinden idi, bu eğer talanda Alakın pa­ yına düşmüş, Alak da bana armağan etmişti. Doğ­ rusu şimdiyedek Mogol ordusunda böyle güzel gi­ yinmiş, böyle güzel takınmış delikanlı askerin çıkıp baskına gittiği hiç görülmüş, işitilmiş şeylerden de­ ğildi. Yola düzüldük, ses etmeyerek ilerlemeğe başla­ dık. Kar kuş başı yağıyor, önümüzü, ardımızı örtü­ yor, böylece karanlık içersinden yol almak artık güç­ leşiyordu. Bereket versin ki yanımızda Celayirli bir adam vardı ki kartal tepelerinde çok kere avlanmış olduğundan yollan biliyor ve bize kılavuzluk edi­ yordu. Yolda hiç canlı kişiye rasgelmeden dördün­ cü günü akşamı Coyratlann konakladığı ovaya in­ dik. Bizimkilerin çoğu Kartal geçidi başını tutmuş­ lar, bizi bekliyorlardı. Geceyi orada geçirdik. Bizim alaydan bir iki ko­ yun bulmuşlaı;.dı hemen koyunlar boğazlanıp tezek ateşi üstünde püryan ettik. ,Otuz saatten beri ağzı­ mıza ekmek koymamıştık. Koyunları tez temizledik, yemeğimizi yedikten sonra olduğumuz yerde gecele­ dik, ertesi günü akşama ve gecenin bir vaktine ka­ dar yol kestirdik. Şimdi kar dinmişti. Biraz daha i­ lerledikten sonra bembeyaz ovanın ortasında dur­ duk. Cebe ateş yakmağı yasak etmişti. Beş on yu­ dum kımızla karnımızı doyurduk. Tan yeri ağarıp önümüzü görmeğe başlayınca kar üstünde birçok


78

GÖK BAYRAK

izler bulduk ve içimizden bir kaçını etrafı kollama­ ğa gönderdik. Bunlar gün ortasına doğru gelerek solumuzdan beş-altı iğaç ileride büyük bir kışlağın dumanlarını görmüş olduklarını haber ettiler. Hemen hepimiz pusatlarımızı düzerek baskına hazırlandık. Cebe bizi onar onar dizip büyük bir değirmi yaptı ve kendisi değirminin ortasına geçti. Alak ve ben sağ kolda idik. Böylece yavaş yavaş kışlağa doğ­ ru açıldık. Aramızda sözleşmiştik ki kavga naraları­ nı işidir işitmez önümüze doğru atılalım, sağdaki­ ler sola ve soldakiler sağa çark etsinler, böylece üç çevreden kışlak üstüne çullanalım. Biraz daha ilerleyince kışlağın dumanları gö­ züktü. Ovanın ötesinde berisinde sürü sürü koyun­ lar karı tımaklıyarak yiyecek ot bulmağa uğraşıyor­ lardı. Bu anda soldan kavga narası atıldı. Atlarımı­ zı ileriye saldık. Zavallı Coyra tlar neye uğradıkları­ nı bilemediler, çobanları bağırarak kışlağa doğru ka­ çışmağa başladılar. Fakat biz kaçışanlara bakmaya­ rak doğru köye uçtuk . . . Bir taraftan: İleri Gök Moğollar! savulun, bay­ rak geliyor! .. diye bağırıyor, öbür taraftan önümüze çıkanı okla yere seriyorduk. Biraz sonra sürüleriyle kaçan köylülere yetiştik ve sağa sola kılıç sallayarak bir çoğunu doğradık, öyle sevinçle vuruşuyorduk ki. . . Kendimizi kavgaya değil ava çıkmış sanıyor­ duk. Biraz sonra Coyratlardan bir kaç bölük kışlak­ lardan uğrayarak önümüzde belirdiler ve bir takım kurarak ellerinde kargı bizi beklediler. Hiç aklım­ dan çıkmaz. . . İri bir Başbuğ bileğine sarmış ol­ duğu kılıcına dayanarak meydan okuyormuşcasına bize bakıyordu. Arası çok geçmeden oklar başımıza yağmağa başladı. Bir tanesi yanımdaki atlının boy-


GÖK BAYRAK

79

ı ıunu deldi geçti, atlıyı yere kapattı, bir de sağıma baktım ki kışlaktan bir alay atlı çıkmış, yanımızdan hasmak için çark ederler. Anladım ki bunları dağıt­ mazsak işimiz yaman ! . Ardıma yirmi, otuz kişi ala­ rak kılıcımın ucuyla bizi çevirmeğe uğraşan takımı gösterdim ve alabildiğime ileri, ileri ! .. Diye bağıra · rak üzerlerine koştum. Herifler tabansız imişler. Da·· ha çatışmamızı beklemeden ok atıp kaçtılar ve bir tepe ardına girdiler, artlarını bırakmadık. Atım hep­ sinden atik kaçtığından en önde koşuyordu. Tepenin öbür atrafına eriştiğimiz vakit koğaladığımız adam­ lar ters yüzü dönüp üzerimize koştular. Bir de bak ı ım ki yanımda altı yiğit ile kalmışım. Düşman en azdan elli kişi kadardı. Ak bir ata binmiş bir Başbuğ bunların önüne geçmişti. Okuma bir yay yerleştir­ dim ve ak atlı Başbuğa nişan alarak çektimse de yay herifin tulgasına dokunarak düştü. Elimi sadağıma saldığım sırada kalçama bir ok yapıştı. Hemen diz­ ginleri bırakarak kılıcımı sıyırdım fakat ardımdan yetişen düşman askeri beni sarmağa başladı. İçle­ rinden biri ardımdan bir kılıç salladı. Fakat tulga­ mı yaramadı. Yüzümü arcJıma dönerek bir kılıç da ben savurdum, bu kerre başka birisi bir vuruşta sadağımı yere attı, ben davranayım derken belime bir gürz indi. Yere kapandım. Biraz dizim üzerine doğrulunca yedi sekiz kadar Çoyratın kılıçlarını kal­ dırmış, etrafımı almış olduklarını gördüm. Biri kı­ lıcı ile göğsümü dürttü ise de zırhı delemedi. Anla­ dım ki kelle elden gidecek. Gökçenin yanında iken gördüğüm rüyayı hatırlayarak: - Yetişin imdat! Diye bağırdım, bir de baktım. iri bir ses bana cevap veriyor: - Dayan, yetişiyorum ! .. Arası çok geçmeden aslan gibi bir atlı çevremi


80

GÖK BAYRAK

almış olan düşmanı yarmış, sağa sola kılıç savuru­ yordu. Koca kahraman bir vuruşta bir kelle uçur­ du, bir kılıçta kocaman bir Çoyratı yere seriyordu. Ne de güzel, ne de gösterişli babayiğitti. Altındaki at İskenderin atı «Rahaşı» gibi şahlanıyordu. Beni böyle ölümden çekip kurtaran bu yiğit balık pulu gi­ bi birbirleri üzerlerine bindirilmiş zırh parçaların­ dan yapılmış bir gömlek giyinmiş ve ellerine çelik zıhkir takmıştı. Altından üç yumrulu kalkanını ise eğerinin kaşına asmıştı. Yiğitin giyiminden, kuşa­ mından en ziyade gözüme çarpan şey, yeşil kadife­ den kenarları sırmalı kalçınlar oldu. Ben öylesini daha hiç görmemiştim. Artık düşmandan ayak üs­ tünde duranı kalmamıştı. Koca yiğit bir atılışta ye­ disini yere sermişti. Ben ne yapacağımı şaşırmış, kalmışım. Kadife kalçınlı yiğitin üzengilerini öpme­ ğe kalkmıştım ki, o hemen attan indi ve beni kal­ dırdı, dayanamadım, ellerine sarılarak adını sanını sordum. O cevap verdi: - Oğul! Türkmen süvarilerindenim. Adım da crHüdadat Tuğcu» dur. Bana «Timur Melek» sanını koymuşlardır. Hanım, Başbuğum, Haarizm Şahı Cihangir «Tekeş» ile aramızda dirliksizlik olduğun­ dan yurdumu, bucağı.mı bırakarak: Ya devlet başı­ ma, ya kuzgun leşime, diye yola çıktım. Kaşgan, Kumulu, başka nice büyük memleket­ leri gezdim, tozdum. Nice adlı sanlı Başbuğlarla, yi­ ğitlerle silah tokuşturdum. En yavuzlanm tepe aşa­ ğı getirdim. Deminden at oğlammla buralardan ge­ çerken kavga naraları işittim, at oğlanımı, uşaklan­ mı şu tepenin ardında bırakarak ses işittiğim yere koştum. Silah, kılıç derneğini iyice seyredeyim diye biraz daha yakına varınca birisinin «imdat ! » diye bağırdığını işittim, hemen koştum. Ötesini sen de bilirsin.


GÖK BAYRAK

81

Canımı kurtaran bahadırı kucakladıktan sonra at oğlanlarını, hizmetçilerini bulmağa gittik. Tepe· ye çıktığımız vakit kavganın bitmiş olduğunu gör­ düm. Bizimkilerden bir bölüğü kışlağı bozuyorlar, bir bölüğü de tutsakları, sürüleri önlerine katmışlar, gidiyorlardı. İki üç yurt da alev alev yanıyordu. Ce­ be bayrağını köyün başına dikmiş, yanına yirmi ka­ dar atlı almış, yenilen beyleri önüne getiriyordu. Bunların hepsi kı!ıçlarını, sadaklarını boyunlarına asmışlardı. Alak ardında beş altı süvari, öteye beriye at sü­ rerek yaralılar, ölüler arasında beni araştırıyordu� Etrafına göz gezdirirken tepenin üstünde bizi gör­ mekte gecikmedi. Bir iki düdük çalınca Alak benim sağ olduğumu anlayarak atını bulunduğum tarafa sürmeğe başladı. Timur Meleğin adamlarını incitme­ sinler diye tepeye bir atlı koşturdum. Cebe yanımızda yabancı birisini görünce: - Bu kimdir, ne ister?. diye bağırdı. Timur Melek: - Başı bir yere bağlı olmayan bir askerim. A­ dım Timur Melektir, kısmet ararnağa çıktım, dedi. - Öyle ise oğul, istediğinden yahşi kısmetler bulabilirsin.. - Haniya öyle birşey olsa! - E! Şimdi nerelere kısmet aramağa çıktın bakalım? . ' - İşittim ki; şu yurtların yukarısında bir kabile yaşarmış ki yavuzluğu, kavgacılığı ile ün al­ mış, bu kabilede mertliği ile kendini tanıttırmış bir yiğit varmış . İşte ben buna meydan okumağa varı­ rım. Cebe bu sözleri işidince gözlerinden ateş çıktı : F.: 6


82

GÖK BAYRAK

- Bu kabilenin, bu yiğidin adını bana diyebi­ lir misin ?. diye bağırdı. - Bu kabilenin adı, Karayettir. Yavuzluğu ta bizim yurtlara kadar gelen bahadıra da « Sengon»­ derlermiş. Bu sözler Cebenin hoşuna gitmedi . Fakat yine gülerek : - Öyle ise Gök Moğolların adını hiç iŞitmedin? · - Gerçek işitmedim. - Sen de birşey bilmezmişsin ya, a oğul! . Sen Boğurcu adındaki yiğidi de işitmedin, Sebüktay, Baysungar kavgacılarını da duymadın değil mi? Alak hemen: - Baysungar benim babamdır. Baysungar, Sen· gondan artık binicidir, diye bağırdı. Cebe Alaka dönerek: - Oğul! Nerede olsa sersemliğini bildirirsin, sus ol, ses etme ! . . Baktım ki Cebe kızışıyor, yüzü kıpkırmızı ke· siliyordu. Bir Han gibi giyinmiş, takınmış Türk Be­ yi dimdik duruyor ve ufaktan gülümsüyordu. Karşı· sındaki Moğol Başbuğu ise yırtık elbisesiyle atının Ü· zerine eğilerek hırsını yenmek için o da işi gülmeğe vuruyor, alttan alta Timura bakıyordu. Şimdi iki atlının etrafını almış olanlar bu söz­ leşmenin sonu nereye varacak diye bekliyordu. Bir aralık Cebe Türk Beyinin gözlerine gözünü 1 dikerek dedi ki: - Demek, sen bunların biriciğini duymadın ha ! Cebeyi, Noyan Cebeyi, Gök bayrak Başbuğu Cebeyi tanımazsın. Cebe'ye çok kere de Şaklaban Cebe der-. ler. Timur Melek hiç yüzünü bozmadı ve yavaşça: - Ben bu Noyan Cebeyi de tanımıyorum. Bel­ ki sizlerde bu büyük bir adamdır. Adına sanına ha·


GÖK BAYRAK

Davran, savulun, bayrak geliyor! ..

83


84

GÖK BAYRAK

kılırsa bu Cebe, sizin Hanınızın şaklabanı, oyuncusu olacak . . . Cebe olduğu yerde bir titreyiş titrediyse de ken­ dini tuttu, zorla gülerek atının üzerine kalktı ve de­ di ki: - Tam da bildin oğul! Bu Cebe Hanın oyun­ cusudur. Öyle oyunlar bilir ki, bak sana onun oyun­ larını söyliyeyim: Bir kere düşmanlar Cebenin çev­ resini almışlardı. Cebe hemen atını düşman Başbu­ ğu, Buke Çilgerin üzerine sürerek kellesini, gövde­ sinden ayırıvermiş, Buke Çilger senin Sengon dedi­ ğini at oğlanı diye yanında taşımazdı. Nasıl? Bu Ce­ be'nin oyunu, iyi değil mi ? - Çok iyi. Eğer günün birinde bir Hanlık ku­ rarsam bu Çebeyi yanıma alayım ki böyle bana o­ yunlar göstersin. - İyi iş edersin. Çünkü bu Cebe bir kılıç dür­ tüşü ile iki kat eğeri baştan başa deler. Bir bölük askeri öyle dizer, öyle takım kurar ki karşısında kimse dayanamaz. Eğer adını daha işitmediğin «Te­ muçin Han» Karayetlere bir kere kaşını çatsa Cebe ve Gök Moğollar Karayetleri de, Sengonu da baştan­ başa kılıçtan geçirirler. Gök Moğollar bayrağı önün­ de toprağı öptürürler. Timur Melek yine gülümseyerek dedi ki: - Ne güzel laflar ediyorsun delikanlı. Bu Cebe ded iğin kişi nicedir? - Dur, önden sana. Cebeyi anlatayım. Bu Cebe benimki gibi meşinden bir kaftan giyer, belinde be­ nimki gibi bir Hint kılıcı asılıdır. Benimki gibi al· nının ortasında akıtması bulunan bir ata biner. Be­ nim ardımdaki gibi ardında beyaz bir tuğ ve Gök Bayrak taşır. O bayrağı göreyim dersen nah! Gör. Cebe bunu derdemez atını geri bastırarak bir el-


GÖK BAYRAK

85

de kılıcı sıyırdı ve kılıcının ucuyla bayrağı göstere­ rek top gibi gürledi: - Davran.. Savulun bayrak geliyor! Timur Melek de kılıcını çekti ve kalkanı kaldır­ dı. Üzengilerin üzerinde doğrularak: - Haydi ileri Yavuz Türkmen! . . diye bağırdı. Az kaldı ki çatışsınlar. İki bahadır üzengilerini top­ layıp birbirlerine sokulmağa başlıyacaklar idi ki o­ vanın bir ucundan büyük bir güıiiltü koptu . Başı a­ çık, zırhı delinmiş, atı köpük içinde bir atlı atılarak Cebenin önünde durdu : - Davranın; Camoka Başbuğ arkamızdadır. Düşman ön kollarımızı bastırdı. Nah !. . İşte gözüktü­ ler, diye bağırdı. Timur Melek, karşısındakilerin kav­ gaya çıkacaklarını anladığından atını tuttu ve ya­ vaşça kılıcını indirdi. Bir de baktım ki Cebe kolunu germiş, kılıciyle düşmanı dürtecek. Timur Melek ise kılıcını indirmiş, hiç tınmıyor. Cebe Timur Meleği böyle görünce hırsından diş­ lerini sıktı. O da kılıcını aşağı aldı. Doğrusu Cebe is­ temiş olsaydı o sırada Timur Melek çoktan ölmüştü. Ne bahadır kişi, ölmek karşısında durduğu halde bi­ le yüzünü bozmadı. Aslan gibi dimdik kaldı. Şimdi Cebe bizi topluyor ve yollanmağa başlı­ yordu. Timur Meleğe dönerek: - Timur Han! Biraz burada eğlen, beni gözle! Kavgadan sonra yine karşılaşırız, dedi. T!mur Melek yine ağacasına cevap verdi: - Eğer istersen ben de yoldaşlık edeyim. Bir­ i ikte düşmana karşı koyalım. Cebe omuzlarını silkerek: - Sen bilirsin uşak. Dedi ve bize dönü p gür, parlak sesiyle kumandalar vermeğe başladı. Tamam bir seneden beri her gün bölük dizmeği , iki üç sıra üstüne takım kunnağı, hep birden çark


86

GÖK BAYRAK

etmeği, ileri geri at kullanmağı idman ettiğimizden atlarımız ve hayvanlarımız bile bu idmanlara alış· mışlardı. Öyle birlikte kımıldardık ki adımlar birbi­ rine iple bağlanmış sanırdık. Cebe de ne güzel takım başlığı ederdi. Biz böyle sessizce, gürültüsüzce id­ manlar, çevirmeler yaparken Timur Melek şaşkın şaşkın bakıyor ve yalnız ara sıra bir ah çekerek ya­ vaştan bir iki dua okuyordu. Bir aralık belinden boynuz boruyu alarak üç defa öttürdü. Hemen at oğlanları, adamları dağdan inerek yanyana dizildiler . Artık Coyratlar iyice seçiliyordu. Bunların üç sıra üzerine ilerlediğini görüyorduk. Alayın ortasın­ da bulunan iki bayrak Coyratların içinde Başbuğ olduğunu gösteriyordu. Timur Melek başına tulga· sını geçirdi ve at oğlanının elinden kargısını aldı. Bu kargının ucunda altı yüzlü bir süngü ve biraz al­ tında kırmızı hır bayrak vardı. Süngü ile bayrağın altında siyah at kılından bir top gözükmekte idi. Ti­ mur Han mızrağını ele alınca Cebeye sordu ki: - Hangi sıraya gideyim?. Cebe dişleri arasından mırıldanarak: - Tamunun dibine! ( 1 ) Sonra yüksek sesle: - Neresini beğenirsen oraya gir . . . Timur Melek ağalıkla eğildi ve arkasına at oğla­ nını alarak on beş adım ilerimizde sağda yer aldı. Fakat yerini iyi seçemedi ; çünkü Cebe bizi soldan geri ettirerek çift sıra ile düşmana hücum ettirince sol sıralarımız Timur Melekten evvel Coyratlara çul­ landı. Bu kadar çabuk sert baskına düşman dayana­ madı. Sağ takımlar yerinden sarsıldı. Beri taraf tan da biz dört çevrelerini kuşatıp bunları köye doğru sürdük. ( 1 ) Tamu: Cehennem.


GÖK BAYRAK

87

Timur Melek yaptığımız oyunu bitmezden evvel anlayamadı çünkü o daha bir kılıç çalmamışken biz bir bayrak almış ve üç yüz Coyratı yere sermiştik. Timur Melek bir sıraya dizili olduğumuz halde düş­ manın yanlarını, artlarını nece bastığımızı anlama­ ğa çalıştığı sırada Cebe de düşmanı çeviriyordu. Coy­ ratların ard yüzü dönüp üzerimize yürümeğe güç· lcri yetmediğinden bozuldular ve bize ok çekerek kaçtılar. Biraz sonra ufak takımlarla yine hücum ettiler. Fakat bu kere Cebe bizi düşman arabalarının arkası­ na dört köşe dizerek ayakta kavgaya başlattı. Okla Coyratları püskürttük. ·Bu bizim yaptığımız oyuna «Tuğlama » derlerdi ki Moğollar gibi bu oyunu be­ cerecek bulunmazdı. Bütün bu kavga arasında Ti­ mur Melek gözlerini qört açıyor ve bizim Başbuğla­ rımızın sözünü dinlememize, verilen kumandaları sessizce yapmamıza şaşıp kalıyordu. İş düşmanı ko­ valamağa gelince, Timur Melek en önde uçmağa baş· ladı. Fakat Camuka Reisi, kendinin tam bizim karşı· mıza çıkabilecek Başbuğ olduğunu gösterdi. Bir vu­ ruşta Timur Meleğin at oğlanını yere serdiği gibi Me· leğin atını da düşürdü. Cebe ve ben Tiıhur Meleği atı­ nın altından kurtarmağa seğirttik ama biz varıncaya kadar o ayağa kalkmıştı. Camuka Reisi kendini çev­ reye alanları yararak ardındaki o on kişi ile ortadan kayboldu gitti. Timur Melek hırsından gidiyor ve bağırıyordu: - Bir at! . , :Şana bir at verecek yok mu? Cebe alaylı alaylı sordu: - Ne edeceksin atı? Timur bağırarak cevap etti : - Bu yere batası adamı kovalayacağım. Şimdi ·çarpışırken tulgasının yüzlüğünü indirdim, kendini


88

GÖK BAYRAK

gördüm. Yüz bin kişi arasına girse bulur çıkarırım. Cebe bu söz üzerine Timur Meleğin yüzüne karşı bir kahkaha kopardı. Dedi ki: - Oğul ! Kendi öz atımı versem Camukanın ar­ dından yetişemezsin, çünkü senden artık binicidir. - Korkma Cebe, ben Camukayı bulur canını ta­ muda kaynatırım. Cebe, Coyratlardan yağma edilen en cins atı Ti­ mur Meleğin önüne çektirerek üzerine Meleğin öl­ müş beygirinin eğerini vurdu. Türkmen beyi ayağını üzengiye takıp atına binince : - Sağlıkla kal Cebe Noyan. Elbet bir gün gelir, birbirimizle buluşur görüşürüz. Ben şimdi Camuka ardından gideceğim. Nerede olursa olsun tez yetişir, ortaya çıkarırım! Kurt Cebe yine lakırdıya girişti : - Timur Melek! Beni ciınle çok söz etmeyece­ ğim. De bakalım. - Sen bana dedin ki kime kısmet aramağa çıkmışsın, Sengon ile vuruşacaksın değil mi? - Doğru. - Şimdi de Camuka ile ölçüşeceksin? - Öyle. Cebe burada sesini tatlılaştırarak yarı alay, yarı doğru şu sözleri dedi: - Öyle ise git benim öz yiğitim, yolun açık ol­ sun! Türk Beği Timur Melek, sen Sengonu, Karayet­ leri tanıyasın da Cebe'yi bilmeyesin. Yazık! Ne is� var git, Camukayı yere ser. Uğurun bol olsun, gen'.:: birbirimizle buluşuncaya kadar uğurlar olsun. Eğer Camuka Başbuğ, Sengon senin canını bağışlarsa bi­ le özüm için derim ki ben seni bir tek bağışlamam. Timur Melek atına atladı ve üzengileri üzerinde kendini tarttıktan sonra gür bir sesle Cebeye cevap verdi :


GÖK BAYRAK

89

- Cebe Noyan, gök bayrak beyi, nerede o gün ki sen de, ben de ardımıza bayraklarımızı, kabile uşak­ larımızı alalım da birbirimize karşı çıkalım. Belki '-> güne erişiriz. Bunu der demez Timur Melek yirmi adım ka­ dar dört nala koştuktan sonra durdu ve bizim alay­ la geçmemize baktı. Biz de tutsakları, yağma hayvanlarını bir yere yığdık. Alak araul takımiyle önden bastı, geçti . Tut­ sakları bölük ettik. Artlarına arabaları, kalan mal­ ları sıraladık ve bu alayın yanlarına iki asker dize­ rek yollandırdık. Ardından tuğ ve çapul takımı gö­ züktü. En sona kalan Ciyagol kolu ise bölük bölük sökün etti. Artık ardımızda kalan Coyrat köyleri alev alev yanıyor ve dumanı güneşin son ışıklarını örtüyordu. Moğol ordusu· düzeni, aşağıda yazıldığı gibi idi. 1 - Piştar kolu (Araul) 2 - Sağ cenah ( Berangar) 3 - Sol cenah ( Cevangar) 4 - Dümdar ( Cıyagol) 5 - Merkez ( Tuğ veya Çapul) Timur Melek atının üstünde dimdik durmuş, bizim alayla geçişimize dalmıştı. Gök Bayrak geçerken Timur Melek kırmızı bay­ raklı kargısını eğdi ve elini tulgasına kadar kaldıra­ rak riayetle Moğolların bayrağını selamladı. Cebe de kılıcını kaldırarak Türk Beyinin selamını aldı . Şimdi Timur Melek atının üstünde kalkarak : - Sağlıkla kal Cebe . . . Diye bağırıyordu . Cebe : - Sen de sağlıkla kalasın Timur Bey; diyerek a lını sürdü, geçti. Hemen atıma dokundum ve bir koşuda Türk Beyine kadar gidip elini öptüm ve ge­ ne koşarak geldim, sırama girdim.


Kışın sonwıa

kadar

hiç boş durmadık.

MOGOL ELLERİNDEN BATI ÇEVRESİNE edi günde dört kere kavgaya giriştik, her ne­ Y kadar yaralarım canımı incitiyorlarsa da dö·

ğüşlerden kaçınmadım. Alak da son kavgada baldı­ rına bir ok yedi. Bu kereki çarpışmada epey kurban verdik; zira bin ikiyüz kişiden kala kala beş yüz as­ ker kalmıştık. Son kavgayı bitirmiştik ki yakala· <lığımız tutsaklardan bir ikisi Ternuçin Hanın dört bin kişi ile düşman üzerine koştuğunu, bunları iki defa tepelediğini ve Camuka reisinin de aman dile­ miş olduğunu söylediler. Zaten birkaç gündenberi kovaladığımız oymak· lar dönüp bize sığındıklarından, tutsaklardan duy­ duğumuzun doğru olduğunu anladık. Artık dolaştığımız çevrelerde bayrağımız altına girmemiş boy kalmamıştı. Biz de önümüze üç, dört bin tutsak, beş altı bin baş davar katarak ordu ile birleşmek için yola düzüldük. Kara kış idi, soğuk derileri çatlatıyordu. Fakat ben Coyrat savaşların­ da elime koyun postundan eski bir kürk geçirmiş ve zırhımın, pusatlarımın üstüne giyinmiştim.


GÖK BAYRAK

91

Bildik oymaklara ilk rastladığımız günün saba­ hı aravul takımı önünde başımı kürkün yakası içi­ ne sokmuş, zorlukla at sürüyordum, bir de baktım ki bizimkilerden bir kaç asker, biri atlı, ikisi yaya üç tutsak, iki at ve bir deve getiriyorlar. Bunlar kim diye ilerler ilerlemez atlı tutsağın yoldaşım Margoz olduğunu görmiyeyim mi! Zavallı Margoz'un pusat­ larını, kürkünü almışlar, ellerini de atının dizginle­ riyJe sımsıkı bağlamışlardı. Beni görünce Margoz hırslı hırslı bağırmağa başladı : - Can Bey, yoldaşım . . . Yetiş de benim halime bak ! Gök Moğol bayraklıları danışıklılarına, arka­ daşlarına böyle mi yaparlar? Doğrusu Margoz'u böyle incittiklerine canım sıkıldı, hemen dört nala üzerine vardım, bıçağımı çekerek kayışları kestim. Sonra gönlünü almak için dedim ki: - Yanlışlık olmuş ant kardeşim! Kılavuzlar yanılmışlar, kusura bakma. Ben böyle söyleyince Margoz'u tutmuş olan kı­ lavuzlardan biri yanıma gelerek: . - Tuğcu! Sen bizim onbaşımızsın. Biz sana ı u tsağı getiririz ki, ona dilediğini yapasın. Cevap vermedim. Margoz'un kürkünü, pusatla­ rını geri verdim ve hizmetçilerini. de atlarına, deve­ lerine bindirdim. Biz böyle uğraşırken Cebe ardı­ mızdan geldi çattı: - Vay! dedi, kurbağa yapılı Margoz burada ne arıyor?. Hoş geldin koca şebek, nicesin? Margoz, Cebe'yi ötedenberi tanır ve bunun olur olmaz birçok laflar ettiğini bilirdi. Bunun için Ce­ be'nin sözlerine tınmadı ve hoşlukla selamını ala­ rak :

- İyiyim Başbuğ . . . cevabını verdi. Cebe yine soruşturuyordu:


92

GÖK BAYRAK

- Ey; adı, sanı yedi bin çevreyt7 yayılmış akıl­ lı Sengon nicedir? - İyidir, Başbuğ. - Ya, demek daha gebermedi, doğrusu buna canım sıkıldı. Margoz, yavaş yavaş kızıyordu. - Neye canın sıkıldı? - Neye mi? Atlı kurbağa, çünkü ben sızın soyunuzu severim, hepinizin rahat olmanızı isterim ama görürüm ki Sengon sizin en büyük düşmanı­ nızdır. Sengon, hepinizin yurdunu, bucağını ateşe verecek bir kıvılcımdır. - Başbuğ! Bizden ne istersin? Bize böyle ne­ ye düşmanlık güdersin, biz sana ne ettik? - Uşak! Ben sizden bir şey istemem. Eğer siz Sengon'u baştan atıp Gök Moğolların bayrağı altı­ na sığınaydınız, ben de sizi severdim. Ne ise zarar etmez. Su gider kum kalır. Margoz hiç ses etmedi, Cebe de arkasını çevi­ rerek ıslık çala çala çekildi gitti. Biraz sonra konaklamamızı emir ettiler. Mar­ goz ve ben bizim bölüğün kazanı başına geçtik ve kebelerimizin üzerine oturduk. Biraz sonra Alak da geldi, yanımıza çöktü. Koyunlarımız bol olduğun­ dan eti kısırganmıyorduk. Bol bol atıştırdık. Karınlarımızı sıkıca doyurup Alak da kavgala­ rını anlatmayı bitirince Margoz'a sordum : -Ey ! . Söyle bakalım Margoz, bu takımla ne­ reye gidiyordun? Margoz bir · ah çekti ve parmağiyle gün batımı çevresini göstererek: - Memleketimden, yurdumdan çok ırağa gide­ rim. Belki de · bir daha memleketimi görmiyeceğim. Dedi ve başını elleri arasına alarak ağladı .


GÖK BAYRAK

93

El imden geldiği kadar gönlünü aldım. Margoz, göz yaşlarını sildi, derdini dökmeğe başladı: - Sen de, Alak da bilirsiniz ki babam Zabe Sengon'un baş ağasıdır ve bizim Hanın da gözü gi­ bi sevgilisidir. Babam beş yüz hıristiyan atlısı ile üç yüz Merkede Başbuğluk eder. Bilirsiniz ki Mer­ ketler kızak üstünde vuruşurlar. - Biliriz. - Babam dün adamlarını ardına alarak Temuçin Han ile birlikte Coyratlar üzerine varmıştı. Çünkü bizim Ung Han, Temuçin Han'ın danışıklısı olduğundan ona yardımcı göndermişti. - İyi ya! Gitmek borcu değil miydi ? - Bundan üç gün evvel Camuka Reis Temuçin'den aman diledi. Gök Bayrak altına sığındı. Ca­ muka'nın ardındaki oymaklar da çokluktur. Bu ka­ dar kişinin Temuçin Han tarafına geçmesi nedir, hepiniz anlarsınız. Alak söze karıştı: - Akıllı Camuka'yı bilmeyen yoktur. Bunun yavuzluğu, akıllılığı dünyaya yayılmıştır. Öyle laf vururmuş ki sözüne kimse koyamaz, öğüdüne her­ kes boyun eğermiş. Biz böyle söyleşirken, Cebe kendini duyurma­ dan ardımızdan gelmişti. Birdenbire bağırdı: - Ben derim ki Camuka kadar sersem yoktur. O kadar sersemdir ki, bir bölük askeri düzüp takım edemez. Öğütçülüğüne gelince: Bütün öğütleri ku­ ru, �oş sözlerdir. Hem görürsünüz ki, bu Camuka Reis bizi çok kere ele verecektir. Margoz sözüne devam etti ve dedi ki: - Ne olursa olsun, Camuka aman dilediği ak­ şam Temuçin Hanın otağına gelmiş olan Sengon'la konuşmağa başladı. Cebe ellerini uğuşturarak bir çok küfür savur-


94

GÖK BAYRAK

du. Cebe sevinçli olduğu sıralar böyle küfürbazlık eder. Onun için şaşırarak, kaldık. Çünkü ortada se­ vinecek bir şey yoktu. Cebe yine bağırdı : - Söyle şebek ! Söyle . . . Sözlerin bana ne kadar hoş gelir bilsen?. Margoz yeniden sözün� girişti: - Babam Camuka ile gizlice görüştüğü ıçın Sengon'a artık darıldı. . . Sengon da babama olma­ dik laflar dedi. Ben aralarına girmek istedimse de, babam kızarak beni kovdu, tez otağdan çıkıp git­ memi söyledi .'

Biz de Alak gibi yaptık.. Cebe'nin içi içine sığmıyordu: - Yaşa! .. diyordu. İşte akıllı Camuka'nın işle­ ri. Görürsünüz, uşaklar, bir seneye kalmaz, Camu· ka, Sengon ve şeytan el ele verişerek Karayetler Han­ lığını yere sererler, Karayetler de Gök Moğolların bayrağına sığınırlar.


GÖK BAYRAK

95

Margoz, Cebe'den meydan bulunca söylenmeğe başladı: - Dün sabah babam üç deveyi yiyecek içecek, giyecekle donattı, yanıma şu gördüğünüz kulları vererek tez uzaklaşmamı buyurdu. Çünkü Sengon'­ un hırsından korkardı . Ben de yola çıktım. Cebe, gene söze karışıp : - Margoz! . Bizimle kal. . Sağ kolda ikinci bö­ lüğün üçüncü sırasından bir adam eksildi. Seni onun yerine koyalım, kal, olmaz mı? dedi. Margoz, sertçe cevap verdi : - Yok kalmam! . Ben ant içtim ki Kudüs'e gi­ deyim. Bu akşamdan tezi yok, yollanacağım. Cebe hiç birşey demedi ve ıslık çalarak uzak­ laştı, gitti. Yalnız kalınca Margoz'u bir kenara çektim, de­ dim ki: - Margoz! Sen and kardeşimsin. Bana söz ver ki ne dersem işleyeceksin. - Ne olursa olsun, de, yaparım Can Bey. - Giderken nereye uğrayacaksın? - Bilmiyorum. Dediler ki önce Kaşgar'a gideyim, orada papazlar varmış, bana yolu öğretirler­ miş, demek ki şimdi doğru Kumul'a, oradan Alma· !ık, oradan da Kaşgar'a yollanacağım. Bu yurt adlarını işitince gözüm sulandı, dedim ki: - Margoz, bilirsin ki benim oyınağıma Bayan Avul derler. Bayan Avullar Almalık yakınında ko­ naklar. Babamın adı « Öktülmüş », anamınki «Ni­ gar»dır. Eğer yolun Almalık'a uğrarsa babamın, anamın yurdunu aramağa söz verir misin? Margoz hemen boynuma sarıldı, dedi ki: - Söz veririm. - Öyle ise git, onları gör, benim başıma ge-


GÖK BAYRAK

96

lenleri anlat ve sonra bir bitik ( 1 ) yazayım, onu da ulaştır, olmaz mı Margoz? - Ulaştırırım, ant kardeşim; yolumun önüne ne çıkarsa çıksın, babanı, ananı bulur, görürüm. Hemen çömeldim, dividimi çıkardım, bitik yaz­ dım, Margoz'a verdim. Margoz bitiği eline alır almaz öptü ve koynuna koydu. Alak ve ben hemen Margoz'un ellerini elimiz içine aldık. Üçümüzün de gözleri yaşarmıştı. Üçü­ müz de on yedi yaşımızda idik, üc.türnüz d.e güçlü, zorlu bahadırlar olmuştuk, kavgada boyumuzu ölç­ müş, kendimizi göstermiştik. Üçümüzün de damar­ larımızdan akan kan, Türk kanı idi. Bu düşünce beni o kadar üzdü ki dayanama­ dım, hemen Margoz ve Alak'a dönerek dedim ki: - Ant kardeşleri! Gelin, burada ne olursa ol­ sun, hangi bayrak altında çarpışırsak çarpışalım, birbirimizle kardeş kalacağımıza, birbirimize karşı kargı kaldırmayacağımıza ant içelim. Bunu söyleyerek ben en önce ulu Tanrının adı­ na yemin verdim. Mangoz da sağ elinin üç parmağı­ nı kaldırarak İsa göreneğince selam verdi. Alak hiç ses etmedi. Fakat çamçağına biraz kımız döktü. Sonra belinden bıçağını çekerek kolunu sıvadı. Bı­ çağiyle kolunu delerek kanını çamçağın içine akıt­ tı. Biz de Alak gibi yaptık, zira böyle kan kardeşi olmak, Türklerin türesi idi. Kanlanınızı çamçağın içinde karıştırdıktan sonra birer yudum içtik. Alak çamçakta kalanı havaya atarak: - Üçümüzün de içtiğimiz kanın başı için ant içtim . . . diye bağırdı. Bunun üzerine üçümüz de birbirimize sarıldık. ( 1 ) Bitik: Mektup.


GÖK BAYRAK

97

Margoz atına bindi ve ardından uşakları, devesi, gün batımının altın ışıkları içinde gözden ırak ol­ du, gitti. Biraz sonra borular «ata bin! » kumandasını çaldılar. Biz de ağır ağır Moğollar Hanının bulun­ duğu orduya doğru yollandık. Orduya varınca bizi ağırlamak için büyük bir sürek avı yaptılar. Çapuldan gelen mal bütün aske­ re üleştirildi. Ertesi gün Han büyük bir toy (ziya­ fet ) çekti. Ne kadar bahadır varsa hepsi çağırıldı. Camuka da dernekte bulunuyor ve Hanın sa­ ğında oturuyordu. Boğurcu Başbuğ, Hanın soluna düşmüştü. Dernek bitince herkes yerlerine dağıldı. Kışın sonuna kadar hiç boş durmadık. Çünkü Te­ muçin gibi bir Han ve Cebe gibi bir Başbuğ ile boş kalmak olamazdı. Bir aralık Tatarları basarak içlerinden bir ço­ ğunu bize sığındırdık. Kavgasız kaldıkça da sabah­ tan akşama kadar yasak ( 1 ) öğreniyorduk. İdman­ lar yapıyor ve hayvanlar iyi beslenebilsin diye o ot­ laktan bu otlağa gidiyorduk. Ne diyeyim, gün geç­ miyordu ki işsiz kalalım . tık yaz geldi, biz yine bi­ raz dinJenmemiştik. Bir gün Alak'la birlikte oturduğum çadırın önünde pusatlarımı parlatıyordum ki önüme bir ya­ saul (2) belirdi, beni Hanın yanına götüreceğini söy­ ledi. Hemen kalktım, Hanın yanına vardım. Temuçin beyaz bir kebenin üzerinde oturmuş­ tu. İçeriye girer girmez başımı keserek ayakta dur( 1 ) Yasak: AskerIJie dair usul, nizam ve kanun de. mektlr. (2) Yasavul: Yaver, mübaşir yerine ımniımlan atlı as-, ker. F. 7


98

GÖK BAYRAK

dum. Han başını önüne eğmiş, derin derin düşünü- · yordu. Çadırın bir köşesinde de bir adam ellerini esvabının yenine sokmuş, duruyordu. Bu adamın gıyınışı, kendisinin Çinli olduğunu gösterirdi. Temuçin Hanın öz inaklarından, ( 1) akıllı Mokoli . yakında bağdaş kurmuş otururdu. Eğerler, hamut ­ lar, kağıtlar, pusatlar darına dağınık ötede beride yatıyordu. Galiba Çinliler Temuçin'e bu kağıtları okumuşlardı. Eğerler arasında da iri bir tabağı n içinde yiyinti kırıntıları vardı. Bir bakıştc. anladım ki yemek yenmiş, demek büyük bir iş söyleşilmiş. Han bir bardak kımız alarak bir dikişte içip bitirdikten sonra kalktı. Gezinmeğe başladı. Benim orada bulunduğumdan h:tberi yok gibi görünüyor­ du. Başını önüne almış hep geziniyor ve ara sıra a­ yağının uciyle yolu üzerindeki bir tabağı veya bir eğeri öteye itiyordu . Han kızgınca görünüyordu. Bir· denbire önümde durarak gözlerimin içine gözünü dikti. Şaşırdım, utandım, bu aslan gözleri önünde başımı önüme eğdim. Kimbilir, şaşkınlığım, utan­ gaçlığım belli olmuş ki Temuçin Han gülümsedi . . Benim de yüreğim genişledi. Ne adamdı bu adam? Bir bakışla karşısında­ kinin taa yüreğinin içine girer. Şimdi Han söylü­ yordu : - Sen, Cebe Noyanın bayraktarı Can Bey mi· sin ? - Evet Han ! - Seni « Selenga» savaşında gördüm. Yiğitcesi· ne vuruştun. Senden yardım isterim. Bu söz beni kendime büyük gösterdi. Bana bir · öğünmek geldi, içim aldı verdi. Kulaklarıma kadar kıpkırmızı kesildim. Han yine söze girerek: ·

tan

( 1 ) İnak: Vezir, müşavir. gelir.

Sözüne

inanılan. inanmak­


GÖK BAYRAK

99

- Can Bey! Tez hazırlık görmeli, Buharaya kadar gitmelisin. Buharaya varınca Mahmut Yalvaı; adında bir kişi vardır. Onu bulup bunu vermelisin, dedi ve bana bir Türk parası uzattı. Bu para gayet tuhaftı. Ortasından kesilmiş v� kesik yeri dişdiş edilmişti. Anladım ki bu paranın yarısı da Mahmut Yalvaçtadır. Hemen eğildim, parayı aldım Han şimdi ağır ağır söylüyordu : - Mahmut, senin adamım olduğunu anlayın­ ca ona dersin ki : altı aydan beri bekliyoruz ki bize bir haber uçursun. Ondan başka yine dersin ki, seni bir emniyetli adam olarak onun yanına verdik ki bize söz verdiği işleri bitirmek için seni istediği gi­ bi kullansın. Bu dediklerimi unutmazsın a ? .. - Ölsem unutmam - Öyle ise haydi Can Bey, tez yola çık. Böyle yararlıklarla Gök Bayrağa büyük bir hizmet edilir, yolun açık olsun .. Ben diz çöktüm, Hanın elini öpmek istedim. Fakat o, türesi üzerine elimi sıkarak dedi ki : - Üç atla bir iki at oğlanı, bir de Gobi Çölünü geçmek için lazım olduğu kadar torba azık, para al; bununla çok çetin yolları açarsın, haydi benim ci­ van atlım durma ! . . . Hanın yanından çıkar çıkmaz bir koşuda çadıra geldim. İçeri girince düşünmeğe vardım ki, benim alnımın yazısı da sevdiklerimden ayn yaşamak o­ lacaktır. Bir yandan Cebenin ordusundan ayrılmak pek gücüme gidiyordu. Zira ben yokken çetin kav­ galar olacağını, büyük baskınlar yapacağımızı, ta­ lan paylaşacağımızı düşünüyor ve acınıyordum. Fakat öbür yandan da Hanın ben gibi ufak, küçük bir tuğcuya (bayrakdara ) bu kadar yüce işi yüklet mis olmasına da doğrusu kollarım kabarıyordu.


1 00

GÖK BAYRAK

Asıl yüreğimi gcnişl�ten şey, Almalık'dan geçiiJ anamın elini öpmekti. Bu son düşünceler üzerine ayrılık acısını unuttum. Yarı gülerek, yarı ağlayarak Cebe ile vedalaştım.

593 senesi ramazanının on dokuzuncu günü yola düzüldüm. Yanıma yiyecek yüklü iki deve ile tepeden tırnağa kadar pusatlanmış iki atlı almış­ tım. Bu atlılardan biri Gobi çölünü birkaç defa baş­ tan başa geçmişti. Hanın bana vermiş olduğu dişli parayı kayış şeritle boynuma takdım. Hizmetçileri­ Cebe seçmişti . Bunlardan biri pek az söylerdi. Adı Susor (sansar) idi. Öteki hizmetçi ise sırıtkan bir herifti. Buna da Kotak ( at kuyruğu ) adını koymuş· lardı. Böyle yoldaşlarla çokça konuşup vakit geçir· mek olmazdı. Susora birşey sorduğun vakıt tek }af. la cevap verir, Kotak ile konuşmak istesem sessizce gülmeğe başlar ve ağzını kulaklarına kadar açar,, sonra çizmelerinin ucuna bakar dururdu. Zaten ben de o kadar şeyler düşünüyordum ki söz söyleş· meğe vakit bulamıyordum. Bulunduğumuz yer Çağ­ ban suyunun kıyısında idi. Buradan Çongan ovala­ rına varıncaya kadar on iki gün çölden geçmek la­ zımdı. Çöle girişmezden evel lazım olduğu kadar su aldık ve Tanrının ululuğuna sığınarak çölü baştan başa geçtik. Susor yolda iki kuyu biliyordu, bunları buldu. Atlarımızı güzelce suladık, kendimiz de içtik. Her ne kadar Kumul yolu düz ve rahat ise de kestirme olsun diye Çongan ovasını da baştan başa yararak Alato dağlarına tırmandık ve dik aşağı Almalık ova· sına indik . Çölden çıktığımızın üçüncü günü gözümüz ö­ nünde yeşil bir ova belirdi. Biraz sonra bir hayvan. ağılına yetiştik. Bu ağılın dört çevresine kerpiç du­ var çekilmiş, yanına da taştan bir yalak yaptırılmış·


GÖK BAYRAK

101

t ı . Ovanın ötesine berisine sürüleri salmışlar ve baş­ larına elleri kargılı çobanlar dikmişlerdi. Çobanla­ rın başlarındaki beyaz sarığı, çenber kesilmiş sakal­ lan,geniş hırkaları görünce bunların Müslüman ol­ duğunu anladım önlerine doğru koşarak : - Günaydın, diye bağırdım. Ben bu sözleri söyler söylemez çobanlar atımı çevrelerine alarak selam verdiler ve selamımı aldı­ lar. Sözleşmeğe, halleşmeğe başladılar. Nereden ne­ reye gittiğimi sordularsa da ben ne için yola çıktığı­ mı söylemiyerek Çindcn olduğumu ve Maveraün­ nehir'deki Buhara ve Semerkande gideceğimi a nlat­ tım. Çol:>anlar da Karlık Türklerinden imişler, beni o gece konakladılar. Ertesi sabah kalktım. Beni konduran çobanlaı ­ dan iiin aldım. Ev sahipleri bana yolu iyice bellet­ t i kten sonra Türk göreneği üzere atımın ayaklarına bir kova su atarak beni uğurladılar.

Dört gün, dör gece bu yurtlardan geçtim. Sonra yi rye bir oymağa rastgeldim. Bunlar da Karlık bo­ y�dan iseler de İsa peygamber dininden idiler. Da­ Ji tuhafı bir başka Karlık kabilesinin Buda dininde olması idi. Buradan Alato dağlarına tırmandık. İki gün sonra kara çam ormanlarından geçerek Almalık ovasına eriştik. Artık benim, atalarım yurduna yak­ laştıkça sabrım tükeniyordu, hiç durmadan atımı sürmeğe uğraşıyordum. Fakat ne kadar çabuk git­ meğe uğraşsam yine kımıldamıyoruz sanıyordum. Develer de bir türlü bayırlardan inemiyorlardı . İçim içime sığmıyor, sağa sola kızıyordum. Kotak aptal gülüyor, Susar ise laf etmiyordu. Ne kadar acele et­ timse de işe yaramadı, gece olmuştu. Biz ancak dağ­ dan inmiş, çay başındaki orman önüne konmuştuk. Nerede bulunduğumuzu bilmiyorduk. Ben oralarda doğmuş, büyümüş isem de ne Alma Ata ve ne de Al· 1


102

GÖK BAYRAK

malığa ayak basmamıştım� Anamdan babamdan ay­ rılıncaya kadar kırlarda yaşamıştım. Yolumu bula­ bilmek için abalarımızın hagi çevrelerde kaldığını öğrenmem lazımdı. İndiğimiz yerde kaldık. Geceyi orada geçirdik. Düşünüyordum ki tan yeri ağarınca yola çıkıp çobanları önleyelim ve onlara kabilem Bayan Avulun nerede bulunduğunu sorayım. Gece düşünce önümde bir takım ateşler gözü­ küyor gibi oldu. Sanırdım ki toprakların üstüne yıl­ dızlar doğmuş. Susar yerden bir avuç ot kopardı ve ağzına atarak çiğnedikten sonra tekrar tükürerek : - Bunlar çöl otları değil. . . dedi. Kotak bir aralık önümüzdeki yurdun \ışıkları­ na baktıktan sonra rüzgarı iyice kokladı , dedi ki : - Bu gözüken ışıklar yurt ışığı değil. Gelen ko­ kular da çöl kokusuna benzemiyor. Burnuma kasa­ ba kokusu geliyor. Atlar da ürküyorlar ve durmayarak kişniyodar­ dı. Karanlıkta yirmi adım ileri yürüdüm, atımı ku­ ru otlar içine sürdüm. Hemen bir avuç kopardıı:n . Yoldaşlarımın yaktığı ateşin ışığında ne olduğuı\µ anlamağa çalıştım. Bu, bayağı ot değildi, zira uçl<\­ rında tohum vardı: Çayırda olmayıp bellenmiş, sü � rülmüş topraklara sarıldığımızdan fena halde şaşır­ dım. Sabaha doğru kulağıma bir çan sesi gelince kendimizi hıristiyan elleri toprağında sandım. Biı­ denbire Susar elini kaldırdı , sesleri dinlemeğe ko­ yuldu : - Siz İsa Yalavaçın göreneğinden misiniz.? Diye sordum, Susar cevap verdi : - Yok ! . . . - E, bu sesleri hiç duymadınız mı ? - Duyduk. Buda'nın evinde ( İbadethane ) bu


GÖK BAYRAK

103

vardır. Burası Buda dininde olanların yur Su r bu sözleri diyerek sesini kesti. Gürültü­ nün ge iği yerlere bakınca kara toprağın ortasında ak, kı l lekeler gördüm. Bunların hepsinin arasında otlar, ağaçlar ve yerlerinde iri çadırlar gibi beyaz tüms ler vardı ki tepelerine sivri sivri şeyler dikil­ mişt . Ben bunları görmemiştim. Aklımı toplayarak bü� k bir kasabanın karşısında olduğumuzu anla­ dıı . Bilmem neden? İçime bir sıkıntı geldi. Biz böy­ akınırken tarladan bir adam çıktı. Bu adam ö­ n e bir sürü koyun katmış güderdi. Önümüze çı­ yerli, geniş bir uruba giyinmiş ve eline de bir rgı almıştı. Bunu görünce hemen yanına vardım. anı beni görünce durdu. Ben bağırıyordum: - Hey! Bana bak, tez de. Yedi ataların kimler­ ir ? Herif yüzüme baktı ve cevap verdi : - Sana ne ? Ben kızdım ise de yine tınmadım, dedim ki : - Ben Bayan Avullu Uygurum , oymağımın yurtları buradan ırak mıdıı· ! Karşımdaki yine kabaca cevap verdi : - Oymağın mı? Bizim Almati kasabası yanın· da senin dediğin kişiler yoktur. Hamınız Gur Han o yağmacı göçebeleri temizledi. Bu yurtlardan UJ rattı. Bu kere hırsımdan kan tepeme çıktı . Çoban git­ tikçe küstahlaşıyordu. Zira kendi tarafına beş on ta­ ne arkadaşının geldiğini görüyordu. Fakat ben de on tane atlıya ne vakit olsa karşı çıkardım. Hemen üzerine vardım. Çoban kargısını çevirdiyse de ben mızrağımın ters tarafiyle kargısını iterek herifi ye­ re yıktım ve temiz bir kötek çektim. Sonra mızrağı­ mı ileri sürerek çobanlara bağırdım :


104

GÖK BAYRAK

- Gelin bakalım ! .. Köylüler ilerleyemediler. Susor ile yanıma yetişerek yaylarını gerdiler. Kötek yen ço­ ban yanını, belini uğuşturarak kalktı ve a nünde başını eğdi, durdu. Ben şimdi hıslı hırslı bağırıyordum : - Kokmuş kasabalılar! . . . Tez söyleyin . Adı sanı dört çevreye yayılmış olan Bayan Avullul r ne ' olmuşlardır? - Ağam, benim suçum yok ! Başbuğumuz ur Han Bayan Avullulara kızdı, onları dağıttı. Ne y e gittiklerini bilmem. Bir takımı Kaşgara atıldı, takımı da kaçtı. . . İnan ki doğru söylüyorum. Bu haberi duyunca öyle kederlendim, öyle ı ­ dım ki yüreğimin <lağlandığını duydum. Ben, sevi le buralara gelmiştim. . . Neler işidiyorum. Yol atalarımın yurduna yaklaştıkça anamın, babamı kokularını alıyorum sanıyordum. Şimdi, oba dan, atalarımdan bir daha birleşmemek üzere ayrıl mıştım. Kimbilir Gur Han'la kavgada bizimkilerdeı'l de belki ölen vardır. Gözlerimden yaşlar akıyor, yü­ reğim yanıyordu. Ben uzaklaştım ama uşaklarım kımıldamıyor­ lardı. Bir de başımı döndürdüm, baktım ki Kotak bana yerdeki koyunları gösteriyor ve iri ağzını aç;:.­ rak bunları yememizin fena olmıyacağını anlatmağa uğraşırdı. Ben yüreğimin acısından karnımın açlı­ ğını unutmuştum. Fakat Susor ile Kotak unutma mışlardı. Bir koyun almalarına izin verdim_ Susor en semizini yakalayıp atının terkisine yerleştirdi. Çobanlar üzerimize atılmağa kalkıştılar­ sa da mızrağımı savurunca sokulamadılar. Susor da okunu yerleştiriyordu : - Köpekler! .. Dedim. Siz sanır mısınız ki bi­ zim gibi bahadırlar . sizin koyunlarınızı uğrulasınlar?'


GÖK BAYRAK

1 05

Kaç para isterseniz veririz. Bir koyun kaç akçe? Çobanlann en ihtiyarı ilerliyerek - İki tenege, ( 1 ) ağam! Dedi. Hemen torbamı aldım, içinden yirmi tenegelik bir para çıkardım. O yaşıma kadar daha ilk para ve­ riyordum, onun için pek kabardım. Elimle altın pa· rayı tutarak çobanlara sordum ki: - Almati ırak mıdır ? - Iraktır. - Çok iyi , bana Almalığın yolunu göster bakayım ? . . . İhtiyar iyice yolu anlattı. Dört gün yürümek la ­ zım geliyordu. Onun için Susora emir ettim ki bir koyun daha kaldırsın, Susor iki dedirtmedi , hemen kavradı. İhtiyar parayı almak için yine elini uzattı. Ben de altını atarak : - İleri! .. Dedim. Hemen yola düzüldük. Biz geçerken Kotak kır­ bacını ihtiyar çobanın yüzüne indirdi. Fena incin­ ı..li m : - Niçin bu adama vurursun? .. Dedim, sana ne yaptı? Kötak sırıtarak: - Kasabalı! Dedi. Susor gizli gizli söyleniyordu: - Bilmem ki neye parayı verdin ?.. Diye bana :;;aşıyordu . Susorla arkadaşı gevezeliğe başlamışlar­ dı.

( 1 ) Tenege: Orta Asya'da geçen gümüş para.


GOÇEBE

ve

KASABALI

Yol umuz iki sıralı ıhlamur ağacı dikilmiş bir caddeye düşmüştü. Şimdiye kadar böyle ağaçlı, düz­ gün yol hiç görmemiş olduğumuzdan biz de, atları­ mız da, develerimiz de şaşırdık.Fakat develer ça­ buk alıştılar ve uzun boyunlarını uzatarak sağdan soldan, tarlalardan ağızlarına ne geçirebilirlerse ko­ parıp yemeye başladılar. Bir saat kadar yürümüştük ki caddenin yanında taşdan bir ev gördük. Bu evin damı kırmızı kiremitlerle örtülmüştü. Fakat dikkat ettik ki yolun ortasına iki çatal kakmışlar, bu çata­ lın üzerine bir sırık uzatarak yolu kesmişler. Doğru su yolun ortasına yalnızca bir sırık uzatmakla gelen leri gidenleri durdurmak isteyenlerin akılsızlıkları· na güldük durduk ve hemen sırığı kaldırdığımız gi· bi fırlattık attık. Biz yaptığımıza gülüşürken evin yanındaki du· varın ardından bir atlı çıkarak üzerimize gelmeye başladı. Atlı, başına bir tulga geçirmiş, güzel bir zırh giyinmiş, kılıcını yanına sarkıtmış ve eline de


GÖK BAYRAK

107

bir ok almıştı. Bu takımla yürüye yürüye önümüze kadar geldi ve sert sert: - Dur, kimdir o ? Diye bağırdı. Ben cevap vermeden hemen oku­ mu aldım ve kerteğe bir yay yerleştirerek bağır­ dım : - Yabancı değil! . . . Gök Bayrak ! Fakat herif söylediğim söz üzerine tatlılaşacağı yerde bütün bütün sertliği ele alarak : - Köpek uşağı! Parmaklığı neye geçersiniz? Hanın gümargüne ( 1 ) uğramadan neye kaçmağa ça­ l ışırsınız, dedi. Kan başıma sıçradı. Benim gümrüğü bildiğim, gördüğüm var mı ? Yavaşça ıslık çaldım. Kotak ile Susoru çağırdım. Öbür taraftan da el imi atın yele­ sine gizleyerek okumu gerdim. Atlı yine bağirıyor­ du : - Haydi tez ol ! Hele bir boy yüı·üyün de eşya­ n ıza bakalım. Toprak bastı, baç alalım . . . Ben yol üstünde yürüyen insanlardan para al­ dıklarını o vakte kadar hiç işitmediğim gibi bunu bir türlü aklım almıyordu. O kadar ki herifin istedi­ ğini gülünç buldum. Fakat düşündüm ki belki böy­ le uydurarak beni yolumdan alıkoymak istiyor, ben kendimi yolumdan kolay kolay alıkoyar mıyım? He­ rifi gözümden ayırmayarak hizmetçilerime: - ileri ! . . . Diye bağırdım ve yine yola düştüm. Atlı bizim durmayıp yürüdüğümüzü görünce: - Yetişin! . . . Diye bağırarak üzerime koştu. Duvarın arkasından üç atlı ile odanın içinden beş pusatlı yaya çıktılar. Atlılar temiz silahlanmış oldukları gibi ellerine kargılar ve ucu saplı tırpanlar almışlardı. ( l ) Gümrüğüne.


108

GÖK BAYRAK

Fena hırslandım. Bir taraftan da beni ele geçj­ rip hapse tıkmasınlar diye korkuyordum. Çünkü ta küçük yaşımdanberi işitmiş idim ki kasabalılar zavallı göçebeleri tutarlar, fareler, yılanlar, kurba­ ğalarla dolu olan kuyulara atarlarmış. Bu düşünce üzerine dayanamadım. Herifi nişanlıyarak: - Açıl ! . . Açıl! .. Yoksa yıkarım, dedim. Atlı bunu işidince atını yana çevirerek bana : - Sakın! .. Diye bağırmadan bir ok yolladı . Fakat ben okla beni nişanladığını evvelce gördüğümden eğilmiş idim. Ok başımdan üç endaze yük­ sekten vınlayarak geçti. Nöbet bana gelmişti. Bir ok da ben yolladım. Artık ben de sayılı okçulardan olmuştum. Yay zır­ hına saplandı ve taa sapına kadar göğsünün içine girdi. Bana « Köpek uşağı! » diyen herif bir iki de­ fa· ellerini salladı ve tepesi aşağı yere yıkılarak ge­ berdi , gitti. Beri taraftan Kotak piyadelerden birinin ser­ puşunu deldi. Susor da öteki atlının koluna bir ok yerleştiriverdi. Bize de bir iki ok yolladılar. Şimdi sıra gargılara geldiğinden mızraklarımızı kolları­ mıza şıkıştırarak heriflerin üstüne yürüdük. Önü­ me bir atlı çıktı. Kargımı kaburgalarına yapıştıra­ rak bir baştan bir başa delelim. Herif, kargı gövde­ sinde yuvarlandı gitti, ben de kargısız kaldım. Fa­ kat kılıcımı sıyırarak üzerime gelen ve başıma vur­ mak isteyen düşmanı yandan çalarak kolunu ucur­ dum. Askerden birisi gürzünü Susorun başına doğ­ ru savurdu: - Yazık ! . Dedim. Susor gitti. Fakat hizmetçim öyle çabuk çabuk yere düşen şeylerden değildi. Hemen atını çabucak ileri süre-· rek gürzden kurtuldu ve birdenbire bedenini kıra-


GÖK BAYRAK

109

rak bir dürtüşte herifin karnını deldi. Ama bize çul­ lanan biri de atının diz kapaklarını kesti. Susor a­ tının düştüğünü görünce kuş gibi sıçrayarak ayak üstü dikildi, kaldı. Şaşkın şaşkın bakınırken baş­ ka bir piyade üzerine vardıysa da Kotak yetişerek buna da bir kılıç çaldı ve üçümüz birlikte geride kalanlara saldırdık. Herifler dayanamadılar. Mey­ danı bırakarak tarlalar arasına vurdular, kaçtılar. Vakit geçirmeden kaçanların atlarını yakala­ dık. Susor içinden en beğendiğini seçti. Üzerine ken­ di atının eğerini vurdu. Yola düzülmeden ölüleri araştırdık. Ne bulduksa develere yüklettik. Fakat Susorun gözü doymamıştı. Evden iki üç torba a­ zık, iki yuvarlak kebe, bir sandık, üç demet kuru ot çıkardı. Kotak da büyük bir güğüm ve bir bü­ yük tulum kımız getiriyordu. Kavga meydanından çekilmezden evvel at oğ­ lanlarım, geri ;kalan kuru otlan evin içerisine tık­ tılar ve kav çakarak ateşe verdiler. Pencerelerden duman ve alev çıkmağa başlamıştı ki kaçanların git· tiği çevreye an;lımızı çevirerek tarlalara vurduk. Hepimizin yedeğinde bir de at vardı. Develer alış­ kın olduklarından arkamızdan koşuyorlardı. Beş yüz adım kadar ilerledikten sonra başımı çevirip baktım. Ev alev alev yanıyor ve yandaki tarlalar­ dan bir çok kiylü koşa koşa geliyorlardı. Biraz tezce yürümek fena olmıyacaktı. Hayvan· lan dağa doğru sıkı sürmeğe başladık, gece olma­ dan dağa vardık ve iki gün yol aldıktan sonra çöle eriştik. Artık insan oğlundan korku kalmamıştı. Fakat yolumuzu da bütün bütün şaşırmıştık. Yanımızda yiyecek içecek varsa da bunların ne kadar sürece­ ğini bir türlü kestiremiyordum. Ondan başka da bir kasabaya varacak olsak yerliler bizi nasıl karşılıya-


1 10

GÖK BAYRAK

caklardı. Gur Han'ın gümrükçülerine karşı geldiğim için kendi kendime kızmağa başladım. Tamam on gün çölde dolaştık. Onuncu günü Üzerleri karla örtülü dağlara tırmanmağa koyulduk ve altı günde zor bela kendimizi kurtarabildik. Dağlardan aşağı inmeğe başlayınca yiyeceğimiz kalmamıştı . Atlardan birini kestik, yedik. Develer­ den biri de uçurumdan geçerken yuvarlandı, ·gitti. Dağdan indiğimiz günün akşamı atlardan biri yor­ gunluktan öldü. İki gündenberi hayvanlara ot vere­ memiştik. Bize gelince; artık gücümüz kuvvetimiz bitmiş, tutar elimiz kalmamıştı. Bir taraftan, soğuk yüzümüzü yakmış, derileri­ mizi yol yol çatlatmıştı. Dağdan inince önümüze ye­ şil bir ova çıktı. Ovanın ötesinde berisinde çaylar akıyor, küme küme ağaçlar, yığın yığın yeşillikler görünüyordu. Bu yeşil kümeler arasından çıkan du· manlar ise buralarda insan oğlu barındığını göste­ riyordu. Öyle sevindim, öyle genişledim ki atımdan inerek Tanrıya şükür ettim. Bellenmiş topraklar ar­ tık bana korku vermiyordu. Ne olursa olsun, baç istesinler, toprak bastı parası istesinler itirazsız ve­ receğime söz verdim. Doğrusu ovanın �örünüşü bizi ne kadar şaşırt­ sa yeri vardı. Her yan yeşil, her yan ağaçlık, her yan fidanlarla kaplı idi. Bu ufak fidanların Üzerle­ rindeki kızıl, kara yemişler ise insanın isteğini kal­ dırıyordu. Yeşil çayırların ötesinde berisinde ak du­ varlı, güneşlere, ışıklara banmış evcikler gözükü­ yor; ötede beride ise semiz davarlar, iri öküzler, ol­ dukça cins atlar otluyor, geziniyorlardı. Adım ba­ şında insanın önüne çıkan ak suların kenarları kı­ sa çimenlerle, her renkte bin türlü çiçeklerle donan­ mıştı. Suların iki kıyısı arasına tahtalar uzatmış-


GÖK BAYRAK

111

tardı ki insanlar ayaklarını suya değdirmeden bun­ ların üzerinden geçsinler. Uçmağa ( Cennet ) mı erişmiştik? Ben doğup büyüyüp adam oluncaya kadar çöl, dağ, kara or· manlar, engin çayırlardan başka birşey görmedi­ ğimden insan eliyle düzeltilmiş, bellenmiş toprakla· rın güzelliklerini bir türlü bilemezdim. Kotak ile Susor gözlerini dört aç.ıyorlar, atları· mız develerimiz sağı solu kokluyorlar, sert sert ne­ fes alıyorlar, sevdikleri otları arıyorlardı. Şu belalı gümrükten alıp getirdiğim atlar ise alışkın yerde ol· duklarını sevinçleriyle gösteriyorlardı. İçlerinden birisi kaçmak da istediyse de Susor bir seğirdişte atı yakaladı, getirdi. Tarlada çalışan köylüler biz geçtikçe selam veriyorlar ve selamımızı riayetle alı­ yorlardı. Biraz daha gidince yakışıklı, güzel yüzlü bir atlı gördüm. Atının ardında iki at oğlanı geliyor­ du. Bu şirin süvari başına dört çevrim bir sarık sar· mış, önü açık ipekli bir esvap giyinmiş ve eline de bir toğan almıştı. İyice bakınca bu atlının yüce bir kişi olduğıİnu anladım. Ve hemen karşı gitmek üze­ re atımı yanına sürdüm, inerek selam verdim. Bu defa da yanlış bir iş görmiyeyim diye koy· numdan kesemi çıkararak dedim ki: Dilerseniz hepsine - Beyim işte eşyalarım! bakın. Eğer isterseniz buranın Hanına da gümrük ve baç parası vereyim. Atlı selamımı aldıktan ve şaşarcasına bana bak­ tıktan sonra nereden geldiğimi sordu. Ben elimle yıldız yanını, ( Şimal) arkamızdaki dağlan göster­ dim. O, başını tatlılıkla sallayarak dedi ki: - Bu korkunç yüzlü dağları aştıktan sonra bi· raz dinlenseniz, kendinizi toplasanız fena etmezsi-


1 12

GÖK BAYRAK

niz. İn cin geçmeyen, kervan uçmayan bu ıssız yer­ lerden nice geçtiniz? Hemen bir düzen okudum. Bizlerin Uygur Türk­ lerinden olduğumuzu, obamızın Korno! yakınların­ da konakladığını, Buhara ve Semerkandı ziyarete çıkmış iken yolda uğruların baskınına uğradığımızı, bunların elinden kurtulmak için kendimizi çöllere, dağlara saldığımızı anlattım. Benim sözlerim karşımdaki yüce kişiyi acındır­ mış olmalı ki yine tatlılıkla cevap verdi : - Tanrıya bin şükür! Uğruların elinden kur­ tulmuşsunuz. Çünkü bize de haber ettiler ki bu düş­ manlar Alma Ata yakınındaki çember karakolları­ nın birisini basmışlar, içindekileri öldürüp kara­ kolu da ateşledikten sonra kaçmışlar, ama merak­ lanmayınız. Burada kimse size ilişemez. Biz Tacik Türkfordeniz. İşimiz gücümüz çiftçiliktir. Ben ve kabilem << İdikut» adlı başbuğun buyruğu altındayız ki bu da sizin Hanınız gibi Gur Han'ın buyruğunda yaşar. Bulunduğumuz yer Kagir şehrine on iki igaç ( Fersah) ıraktır. Gelin kardeşler, gelin sizi kondu­ rayım, siz benim konuğum oldukça evime barkıma uğur salarsınız . . . Yan sevinçli, yarı meraklı Tacik atlısının arka­ sından gittim. Alma Atadaki karakolu basıp yaktı­ ğımızın haberi buraya kadar gelmesini pek beğen­ miyor ve oradan biri gelir bizi tanır diye korkuyor­ dum. Fakat konukçu (ev sahibi) benim böyle alık­ lanmarnı gençliğime, göçebeliğime veriyordu. Yolda konuşurken Alma Ata baskınını bildiren habercinin Semerkanda gittiğini anlayınca yüreğim genişledi. Tanrının ululuğuna sığınarak ev sahibi­ min ardından, büyük bir kapıdan ve bahçelik bir yerden geçtikten sonra evin içine girdim. Biz ayağımızı içeri atar atmaz bir çok yıllıkçı


GÖK BAYRAK

1 13

hemen çevremızı kuşatarak hayvanlarımızı aldılar ve eşyalarımızı yere yıktılar. Heybeleri açıp içindekilerin Alma Ata karako­ l undan yağma edilen mallar olduğunu anlamasınlar diye hizmetçileri geri iterek ev sahibine dedim ki: - Kusura bakmayın, biz göçebeyiz, hayvanla­ rın eğerlerini yıkmağı, eşyamızı indirmeği biliriz. Bırakın, uşaklarım bu işi temiz yaparlar. Ev sahibi kuşkulanmadı. Önümüze geçerek bizi bir dam altına getirdi. Bu dam altı uzunca bir yol olup boydanboya kızıl, gök, ak direklerle çevrilmiş ve bu direklerin üzerine bir çok çiçekler dizilmişti. Bu yol bitkinine ( 1 ) varınca önümüze bir kapı çık­ tı. Kapıyı itip içeriye girdiğimizde burasının büyük­ <;e bir oda olduğunu gördüm. Odaya dört pencereden ışık gidiyordu. Yere renkli bir keçe yaymışlar ve kaba, yumuşak minder· ler sermişlerdi. Kotak ile Susor eşyaları indirmiş ve sırtlayarak odaya taşımışlardı. Eşyalar yerleşince ev sahibi bizi ahıra götürdü. Bu nice ahır? Bizim yurttaki çadır­ lar yanında bu ahır, en yüce konak gibi görünüyor­ du. Ahınn damı üzerinde bir çok şirin kuşlar uçuşu­ yor, tuhaf tuhaf ötüşüyorlardı: - Bunlar nedir? Diye sordum. - Güvercin! Dediler. Ne bu kuşu görmüş, ne de böyle kuş adı işit­ miştim. Biraz durduktan sonra eve doğru döndük. Eve girilecek yer bize verdikleri odanın önü gibi direklerle çevrilmişti. Her direğin başından a­ �::ığısına kadar iri yapraklı fidan sarılmıştı. Bu fi­ danların üstünde koyu, gök renginde salkım salkım yemişler sarkıyordu. Biz alık alık bakınırken yanım( l ) Sonuna.

F. 8


1 14

GÖK BAYRAK.

dakiler bunlara, üzüm dediklerini ve bu üzüm de·­ nilen yemişten içkiler yapıldığım anlattılar. Oda­ dan çıkınca ev sahibi yine atına binmiş ve bizimle ahıra kadar gelmişti. Bir de baktım ki attan inerken hizmetçiler ağalarının üzengilerini tutuyorlar. Ne tuhaf adamlar! .. Hiç ata binerken, attan inerken üzengi tutturulur mu? Öyle olsa insan kaç saatte ata biner?. Bizlerde hiç böyle yapmazlar, bir sıç· rayı�ta hayvan üzerine otururlar, bir kalkışta yere inerler. Eve girdik. Bize dediler ki, önden odamıza gi­ ıclelim, yüzümüzü gözümüzü yuyalım, ( 1 ) serinle· yelim, sonra yemeğe oturalım. - Peki! . . Dedim, hizmetçilerimle 'odaya var· dım. Biraz sonra evin adamları iki leğen su getirdi. Birisinin içerisinde soğuk, ötekinin içinde ise ısı ( 2 ) s u vardı. Bunları anladık ama, herif yine bir şeyler taşıyordu, hiç görmediğimiz türlü biçimde kaplar, çanaklar, bohçaların ardı arası kesilmiyordu. Hizmetçiler bu kere yere uzun ve çiçek nakış­ lı bir ya:v� serdiler ve üzerine üzümler ve şimdiye kadar hiç görmediğimiz bir çok yemişler koydular. Bu da yetişmiyormuş gibi bıçaklar, kaşıklar, su kap· lan, fincanlar, daha neler neler dizip çekildiler, git­ tiler. Biz şaşkınlığımızdan bir köşede büzülmüş, göz· !erimizi dört açarak baka kalIIMştık. Kapı kapanıp da üç kişi kaldığımızı görünce hiç ses etmeksizin bir birimizin gözüne bakıştık. Biraz da böyle geçti. En önden Kotağın dili çözüldü, yerdeki çanak.. lan göstererek: ( 1 ) Yumak: Yıkamak. (2) Ilık'.


GÖK BAYRAK

ııs

- Bunlar ağu ( zehir) dedi. Ben dedim ki : - Uşaklar, bunlar ağu değil. Hem niçin kuşku­ lanmalı; ben sanırım ki bu çömrü( l ) lerin getirdiği yemekleri yesek ağulanmayız. Biz onların elindeyiz. Yirmisi otuzu birleşip üzerimize gelseler, hepimizi temizlerler. Ağu gerekmez. Onun için hiç durmadan yemekleri atıştıralım. Bana gelir ki bu . büyük tcn­ cerelerdeki sular ayaklarımızı yıkamak içindir. Ön­ den ayaklarımızı yıkayalım. Yıkamazsak belki fe­ nalık eyleriz. Lakin at oğlanlarım pek de suya alışkın değil­ diler. Benim yıkanmamı görünce ister istemez on­ lar da ürke ürke yıkandılar. Odaya bırakılan eşyalar içinde bir iki de baş­ mak (pabuç) vardı. Bir çiftini ayağıma geçirdim, katılasıya gülmeğe başladım. İlk olarak çizme ile 'veya yalınayak gezmekten başka türlü yürüyordum. Ne de şaşırdım, her adım atışta başmaklar ayağım­ .dan çıkıyorlar, taa on adım öteye kadar fırlıyor­ lardı. Arınıp ( 2 ) silindikten sonra heybemi açtım, içindeki güzel elbisemi çıkarıp giyindim. Susor ve Kotak da üzerlerine birer elbise geçirdiler. Fakat birbirimizin kıyafetine bakınca bayılasıya gülüyor­ duk. Gülünmiyecek halde değildik! Üzerimize geçir­ diğimiz ağır süslü elbiselerin altında yırtık, delik deşik yol üstümüz görünüyor, meşin donlarımız, kemerlerimiz, pusatlanmız ışıldıyordu. Yoldaşları­ mı sadakla oklarını da asmak istedilerse de ben izin vermedim. Belki ev sahibini işkillendiririz, ka­ balık ederiz, dedim. ( 1 ) Çömrii: Fakir, rençber demektir kasabaWar hakkında kullandıklan

(2) Temizlenip.

ki, göçebelerin bir tiblrdlr.


1 16

GÖK BAYRAK

Biz böylece giyimli kuşamlı sofra başına çök­ tük. Alayın büyüğü işte orada koptu. Yemeğe hangi· sinden başlıyacağımızı düşünüyor, bir türlü kestire­ miyorduk. Uzun düşünceden sonra ben önden elimi üzüme sundum. Bir iki tadınca kapıştırmağa baş­ ladık. Şimdiye kadar böyle tatlı, şirin şey yememiş­ tim. Bütün yüreğime o vakte kadar hiç duymamış olduğum tuhaf bir genişlik yayılıyordu. Ben o va­ kitte yalnız karnımı doyurmak için yemek yerdim. Şimdi ise karnım için değil, damağım için yiyor­ dum. Çok sürmedi, üzümleri sildik süpürdük. Yol­ daşlarımın yüzlerindeki sırıtkanlığa bakınça üzüm­ den onların da artık hoşlandıkhırını anladım. Nö­ bet öteki yemişlere geldi. Bunlara armut, şeftali de­ niliyormuş. Kotak bunların üzerine öyle atılış atıl­ dı ki acelesinden bir ikisini çekirdeğiyle yuttu. Az kaldı gözümüz önünde boğulacaktı. Çanaklardan birinin içinde kırmızı renkte boy boy kabarmış pi­ delerle kabuklu iri bir yemiş duruyordu. Bu yemi­ şin adına kavun derlermiş. Bizim kabileler de e,1·mek yerine çavdar unu bulamacından başka bir­ şey bilmezler. Kavuna gelince, içimizden bunun ne olduğunu bilen çıkmaz. Önce kavunu ısıran ben ol­ dum. Uçmak yemeği yiyorum sandım. Bir de bak­ tım, Kotak iki eliyle kavunu yakalamış, kabuğiyle beraber ısırıyor ve sonra pek hoşlandığından gözle­ rini kapayarak derin derin düşünüyormuş gibi ha· şını sallaya sallaya kavunu yiyor. Fakat Susor daha akıllı davrandı, bıçağını çıkardı, kavunu keserek içini yedi. Yoldaşına da kendi gibi yapmasını işmar etti. Yanımdaki çanaklardan birine göz attım. Ak bir su olduğunu gördüııl. İçimden, kımız olacak, di­ yerek çanağı ağzıma diktim. Ne kadar da güzel ko·


GÖK BAYRAK

1 17

kuyordu. Ne tatlı idi. Anladım ki bu bir şerbet imiş. Kaselerin içinden böyle güzel içecek şeyler çıktığı ­ nı görünce yanımıza ne kadar çanak koymuşlarsa hepsini sıra ile içtik, bitirdik. Artık yiyecek, içe­ cek birşey kalmamıştı. Öteyi beriyi araştırırken Ko­ tak beyaz, kaygan, peynir gibi birşey gördü. Hemen alarak yemeğe başladı. Susor'a gelince, o da eline bir kutu geçirdi. Kutunun içinde tereyağına benzer birşey vardı . Susor iki parmağını banarak ağzına götürdü ve sonra bana dönüp: «Hem güzel koku­ yor ve hem de yağ gibi kayıyor», dedi. Ben de bu kokulu şeyden tadacakken konakçının uşağı sofra­ yı kaldırmak için içeriye girdi. Herif içeriye girip de Susor ile Kotağa bakınca gülmesini tutinağa ça­ lıştıysa da dayanamadı, ağız dolusu gülmcğe baş­ ladı. Herif bizimle eğleniyor sandığımdan, kan ba­ şıma sıçradı. Kotak ve Susor'a gelince: hizmetçiye yan yan bakmağa koyuldular. Güçlükle hırsımı ye­ nerek herifi bir köşeye çektim ve niçin güldüğünü sordum. Hizmetçi güle güle cevap verdi : - Nice gülmiyeyim ? .. Şu büyük ağızlı herif sabunu şapur şupur yiyor. Yanındakine gelince, o da tirşe ( 1 ) süzmesini atıştırıyor. Buna gülünmez mi ? Ben yine kızdım, sert sert dedim ki: - Sabun dediğin ne oluyor?. Sabun yenmez mi ki? .. Çömrüler siz de! .. Sizin adetiniz budur. Birisi­ ni misafir ettiniz mi yiyişi ile, içişi ile eğlenirsiniz. Hizmetçi zorla kendini tutarak: - Ağam ! . Sabun yen�ez ki. Sabun elleri yıka­ mak içindir. Itıryağı ise yemekten sonra güzel ko­ ku sürünmek için verilir. Anladım ki görmemişlik etmişiz. Artık utan( 1 ) Tirşe: «İtir şahb Türk gülyağcılığı sözüdür. Bul. garistan gülyağcılan arasında hali kullamlır.


1 18

GÖK BAYRAK

dım, ses etmedim. Göz uciyle yoldaşları�a bakınca bunların rahat rahat sabunu, ıtıryağını bitirmeğe uğraştıklarını gördüm. Hizmetçi çanakları götürürken kulağıma eğile­ rek dedi ki : - Çanakların içindekilerini içmediniz ya?. Nasıl içmemiştik . . . Silip süpürmüştük bile. Fa­ kat ben renk vermedim, ağa'ca cevap verdim. - Hiç o sular içilir mi?. Onları döktük . . . - Yazık! Hiç dökülür mü? O çanak içindekiler gülsuyu gibi kokulu sulardı. Yıllıkçı dışarı çıkmıştı. Herifin avaz avaz gül­ düğünü işitiyor, fena hırslanıyordum. Şimdi başka bir şey düşünüyordum. Yanımdaki hizmetçiler Mo· ğol dilinden başka şey anlamadıkları gibi Müslü­ manlık filan da bilmediklerinden, namazı niyazı beceremezdi. Bunları Müslüman diye nasıl tanıta­ caktım? Nereli olduklarını sordukları zaman «Kara Çin»de doğduklarını söylemelerini buyurdum, be­ nim adım da göçebelerin adlarını az çok andırıyor­ du. Onun için Timur adını aldım. Bu Timur sözü hem Türk, hem Moğollarda olduğu gibi, o ellerde de bilinirdi. Bir de bana söz söylerken ellerini kal­ paklarına kadar götürerek « Peki Tuğcu, hayır Tuğ­ cu» demelerini de yasak ettim. Bu düzenler de bi­ tince odadan çıktık, ev sahibinin bulunduğu yere doğru düzüldük. Ahırın önünden geçerken hayvanlarımızın hava­ l ı bir yere çekilmiş ve önlerine kucak kucak kuru

ot atılmış olduğunu gördüm. Sayınboğrul bağını uzatarak geldi, yüzümü gözümü okşadı. Yanımızda kalan Moğol atı da sevinçli sevinçli kişnedi. Büyük odaya girince ev sahibi beni karşılaya­ rak yastıklarla, minderlerle döşenmiş bir kereve­ t in üzerine oturttu. Hizmetçiler de at oğlanlarımı


GÖK BAYRAK

1 19

alarak bizim biraz aşağımızda bir yer gösterdiler . Oturur oturmaz çiçekler yazılmış büyük bir ör­ tü getirerek önümüzde duran sofranın üstüne yay­ dılar. Biraz sonra sofranın üstü binlerce tabak, ça­ nak, bardak ve daha birçok tanımadığım kaplarla doldu. Çin toprağından yuğrulmuş ufak, şirin çöm­ lekler içinde yanan ödler, anberler ortalığı güzel gü­ zel tütsülüyor, yerlere avuç avuç atılan güller ve daha adlarını bilmediğim çiçekler mis gibi koku­ yorlardı. Odanın taa ortasında renkli mermerden sekiz köşeli bir kuma vardı ki, ortasından çıkan fıskiye­ r,ıin suları taa tavana kadar yükseliyor, sonra şır şır fısıldaşarak yine kumanın içine dökülüyorlardı. Taa dipte kızıl ipekten büyük bir perde germişler­ di. Bu perdenin bir kanadı biraz açık olduğundan içindekini seçebiliyordum. O, ne güzel yastıklar, ha­ lılar, minderler? .. Ben böylelerini rüyamda bile gör­ memiştim. Odanın duvarları çiçek resimleriyle çepe çevre donanmış ve birçok renkli yazılar yazılmıştı. Göz­ lerim kamaştı. Ben doğdum -doğalı böyle süsler, zenginlikler görmediğim gibi, biri söylese de inan­ mazdım. Artık anladım ki ev sahibim ya bu yur­ dun beyi, veya Hanın oğludur. Hemen baş keserek dedim ki: - Bey! Dilerim Ulu Tanrıdan ki sizi yüz sene yaşatsın, size nice iyilikler, dirlikler versin. Ev sahibi gülümseyerek cevap verdi: - Delikanlı, yanılıyorsun. Ben ne Han, ne de Beyim. Ufak bir Turhan'ım ( 1 ) . Bu yakındaki top­ rakların sahibiyim. Tanrının ululuğuna bin kere ( 1 ) Turhan: hanlar katında yüce olan bir mesnedin sahibidir ki, onlardan vergi alınmaz. Daha başka imtiyaz.. lan da vardır.


120

.

GÖK BAYRAK

hamdolsun, malım, zenginliğim arttı. Benim adıma Niyaz derler. Lakabım da Bay( Zengin)dır. Şim­ di anladın ya! Benim olmayan bir adla beni çağır­ mağa kalkışma . Ben birşey demedim, şaşkınlığımdan selam verdim. Bu aralık ev sahibi yemeğe buyur etti. Ve önce kendisi yemeğe başladı. Ben de lokmaya giriş­ tim. Bu kere bize ne yemekler çıkardıklarını söyle­ sem çok uzun tutar. Hem de çoğunun adını hiç bil· mediğimden saymak istesem bile beceremem. Yal­ nız şu kadar derim ki : ne getirirlerse hepsi tatlı idi. Bir aralık önümüze kızarmış bir kaz koydular. Ben kaz yemeği görmemiş olduğumdan nasıl yiye­ ceğimi bilmiyerek elimi çektim. Ev sahibi bunu gö­ rünce dedi ki: - Buyur benim civan konuğum, buyur! .. Ne­ den çekinirsin? Bu haram değil ki.. Oğul, burada yediğin şeylerin hepsi temizdir. Ben kızararak cevap verdim: - Bilirim ki temizdir. Böyle hayvanı nice ke­ sip paralarlar bilemem. Ev sahibi yine gülümsedi ve bıçağı alarak kazı öyle bir ayırış ayırdı ki, parmağım ağzımda kaldı. Anlaşılan bu cömert kişi, bütün ömrünü böyle toylar (ziyafetler) , yemekler içinde geçiriyor . . . Ye­ mek bitkininde ev sahibim bana: - Şimdi biraz güzel sesler dinleyelim, diyerek ellerini vurdu. Ben ne olacak diye beklerken, karşı­ mızdaki perdeyi açtılar, perde açılınca birtakım kızların perde ardına toplanarak türkü söylemeğe başladıklarını işitmiyeyim mi ? Fenama giden şey, bu çalgıcıların perde ardına toplanarak türkü söylemeleri idi. Bizlerde kadınlar,,


GÖK BAYRAK

121

erkeklere karşı perde arkasına sokulup ırlamazlar. Lazım olursa bizimle kavgaya giderler. Erkekleriy­ le iş görürler. Fakat perde arkasından türkü söyle­ mezler. İşte bu bizim görengimize ( 1 ) uymuyordu. Uy­ gur Türkleri böyle şeyler yapmazlar. Demek ki' Ta­ ciklerin gidişi başka imiş, dedim. Canım sıkıldı ama ne dersin? Konukçumuza (ev sahibi) birşey demek olmaz. Ben bu türlü düşüncelere vardığım sırada çal­ gı takımları perde ardından tıngırdamağa başlıyor­ Jardı. Kotak ile Susor'a bir göz attım. Koca herif­ ler! Dünyaya bakmak akıllarına gelmiyor, sofranın üstünde kalan son kırıntıları tez yok etmcğe uğra­ şıyorlardı. Birdenbire perdenin ardından bir sesler­ dir çıktı. Bu ne sesler idi, hey Can Bey! Gökten mi iniyorlardı, yoksa elmaslar, sırçalar birbirlerine mi vuruşuyorlar veya ay ışığında ağaçlık arasında çır­ pınan bülbüller mi ötüşüyorlardı? Sesler Acem di­ linde okuduklarından birşey anlamıyordum. Fakat ev sahibinin yüzüne bakınca güzel şeyler okunduğunu anlıyordum. Doğrusu bu kadın sesleri güzeldi, şi­ rindi ama, benim hoşuma gitmiyordu. Kotak ile Susor, onlar bütün bütün şaşmışlardı. Susor göz­ lerini _perdeye dikmiş, alık alık bakıyor, Kotak ise ağzını bir kulaktan öbür kulağa kadar açmış duru­ yordu. Bu aralık ev sahibi elini vurdu. Kül rengi elbi­ se giymiş üç köle geldi. Bunlardan ikisi ince testi­ ler, sırçalar getiriyor, üçüncüsü ise eline bir gümüş tepsi almış tutuyordu. Bu tepsinin üstüne dört sağ­ rak ( kadeh) dizilmişti. Bunlardan biri elmas traş, biri som altın, ikisi de gümüş idiler. Köleler tepsi( 1 ) Görgümüze.


122

GÖK BAYRAK

yi içindekiler ile sofra üzerine koyup ortadan çe­ kildiler. Yalnız kalınca Niyaz dedi ki: - Kardeş, seni gördüğüm bugün ne kadar uğurlu bir gün imiş. Al benim elimden şu sücüyü ( şarap ) iç! Oturduğum yerden bir sıçrayış sıçradım: - Süeti mü?. dedim. Ben böyle bir iş işleye­ mem . Ev sahibi sakalını sıvayarak gülümsedi: - Oğul! nice ulular, nice yavuz çeriler bu şa­ rabı içmişlerdir. Ne demek, sen bir yüce ve genç bahadır olasın da bir kadeh şarap içmekten kar­ kasın ha! .. Rüstem, İsfendiyar da nice içkiler iç­ mişlerdir. Ben şaşkın şaşkın karşımdakinin yüzüne ba­ kınırken o, faris dilinden birkaç söz dedi. O saat çalgı durdu, fakat tek bir saz çalınmağa ve şen şak­ rak sesler, havalar çıkarmağa başladı. . . Ben yavaş yavaş kendimden geçiyordum. Çün­ kü bu saz sesi bütün yüreğim içinde ötüyordu. Ken­ dimi uçuyor sanıyordum. İyice seslemek için eğil­ dim, baktım ki taze bir kadın sesi. Gökten inermişce­ sine eski bir Türk koşması okuyordu. Neler söylü­ yordu? Ben, kavgalarda titrememiş, ölüme karşı gö­ ğüs açmış Can Bey! .. Yüreğimin titrediğini, gözleri· min yaşardığını duydum. Lafları birer birer işitemi­ yordum. Fakat birkaç tanesi yüreğime yer ediyor­ du. Neler diyordu o şirin sesler bilir misiniz? Diyor­ du ki: - Sakın bırakma ki kara günler gönül çırağın bulandırsın. Dünya acısını unut. Çevir sevinç desta­ nının yapraklarını ki her gün yeni sevinç duyasın . . . İç şarabı, iç . . . Zevket ki kara toprağa kavuşacağın zamanlar tez gelip çatar .. Dayanamadım .. Kendimden geçtim. Ben artık


GÖK BAYRAK

123

ne yaptığımı bilmiyordum. O kadar güzel bir sesin öz dilimde okuduğu o yakıcı sözler yüreğimi sızlat­ tı. Ben bu lakırdılar ile ösrük ( sarhoş) olmuş git­ miştim . Yakut gibi ışıldayan içkinin sağrağına eli­ mi uzattım, ürküyordum ! Fakat yavaş yavaş gücü­ mün, kuvvetimin elimden gittiğini duydum. Perde­ nin ardındaki ses yine başladı : - İç civan yar iç! Ben sana kendim sunayım . . . Şayet içmek delilik derlerse dünyada yaşayış da de­ liliktir . . . İç ki, hiç olmazsa o deliliği sevinçle geçi­ resin. Bu kerre aklım büsbütün başımdan gitti: He­ men sağrağı elime aldım ve bir dikişte boşalttım. Daha ilk defa şarap denilen şeyi içiyordum. Yürc· ğim, beynim alevlendi sandım. Fakat o güzel ses durmayıp okuyor, şakıyordu. Bir, bir daha ard arda üç kadeh boşalttım. Susor ve Kotak bana bakarlarmış. Çanakları ağızlarına dayayarak içmeğe başladılar. Ev sahibi gülümsiye­ rek bize bakıyordu. Şimdi perdenin ardındaki saz­ lar hep birden çalınıyor, ben de yeşil yurtlar, rüya­ lar içinde uçuşuyordum. Ses yine başladı : - Nereden gelirsin? .. Yurdun neredir ey yiğit kahraman ? Ey benim fidan boylu bahadırım, sen benim öz canımsın. Söyle yiğit civanım.� Seni ayrı­ lık ellerine kim attı ?. Sen hangi kısmete gönlünü bağladın. Seni bekleyen kısmet çoktan senin alnına yazılmıştır. O kısmet ki nir.e bahadırları yok etmiş­ tir. Ey benim aslanım, kara gözlü begüme bir söz yolla, vücudum esirdir ama dirilim ( 1) serbesttir. Senin uğrayacağın korkunç şeyleri düşünerek titri­ yor ve seninle uçmağa hazırlanıyor. İster ki sen ile yüce dağlara, gök kubbelere kadar uçsun . . . ( 1 ) Ruha, Türkçe (diril ) denir.


124

GÖK BAYRAK

Ne halde imişim bilmem . . . Birdenbire konukçu yerinden fırladı. Yüzü, gözü değişmiş, biraz evvelki tatlılık yerine korkunç bir sertlik gelmişti. Hırslı hırslı faris dilince bir şeyler söyledi. Fakat gözüm birşey görmez olmuştu. Ne ölüm, ne kavga, hiç bir şey gözüme girmiyordu. Bir civan kız, beni gel al diyordu. Artık durur muyum?. Bu kızcağız . vücu­ dum esir diyordu. Beni yardıma çağırıyordu. Ben er oğlu erim, birisi beni yardıma çağırırsa öleceği­ mi bilsem gider kurtarmağa çalışırım. Türklerin gör­ güsü öyledir. Bir Türk düşmüşlere yardım eder. İniltiye koşar. Zavallıların elinden tutar ( 1 ) . Hemeıı kalktım, perdenin önüne koşarak ev sahibinin göğ­ süne durdum, meydan okudum . At oğlanlarım beni görünce onlar da kalktılar, ellerini kılıçlarının sa­ pına koyarak yanıma sokuldular. Ben bağıra bağı­ ra dedim ki: - Ben bu sesleri işitince, bu göz yaşlarının ak­ tığını görünce artık birşey bilmem. Bu dilber kim ise onun etrafını kuşatanları yarar, yıkar, onu kur­ tarırım. Meydana çıksın, kim bana karşı korsa mey­ dana çıksın. Ben sözümü bitirmemiştim ki perde açıldı. On altı çağlarında, kuşlar gibi şirin, çiçekler gibi yos­ ma bir kız ağlıyarak gözümün önüne çıktı. Gide­ yim, ellerinden öpeyim diye fırlayıp perdenin ardı­ na girdimse de odayı bomboş buldum. Sanırsın ki kara gözlü kız yerin içine girmiş veyahut yellere ka­ rışmış! .. O vakit hatırıma geldi ki belki ev sahibi bir bü­ yücüdür. Sonra birdenbire kılıcı sıyırarak Niyaz' ın boğazından yakaladım ve bağıra bağıra dedim ki : - Gök Bayrak adı için: Söyle bu kız kimdir? Yoksa kelleni uçururum. ( l ) Türkçede «Türk» öz manası babadır, yiğit, mert' tlr.


Bizi köşke götürdüler.

BOYOLO BIÇAK v sahibi, gırtlağından yakalamama hiç de kız­ E mıyarak telaşsız, korkusuzca bir şeyler okudu.

Ben bunu sıkı sıkı tutup salıvermedikçe Kotak ile Susar da ortada ufak tefek ellerine ne geçirebilir­ lerse koltuklarına, ceplerine tıkıştırıyorlardı. O, be­ nim söylediklerimi işitmiyormuş gibi davrandı ve canavar gibi yüzüme bakarak omuzumu bir sıkış sıktı ki, kemiklerim birbirine geçti. Meğer ev sahi­ bi çok güçlü imiş. Hemen silkindim ve davranma­ ğa hazırlandım. Fakat Niyaz yine yüzünü bozmaya­ rak gür bir sesle : - Öktülmüşün oğlu Can Bey ! . Diye bağırdı. Bütün kanım yüreğime çıktı, bu adam benim adımı nereden biliyordu. Niyaz söze girişerek: - Beset askeri, Kurt Cebe'nin bayraktarı Can Bey . . . Senin yanındaki yoldaşların uğrulardır! Alma · Ata karakolunu yağma eden, yıkan sizsiniz . . . Sen bir Moğol casususun! .. Tüylerim ürperdi, hemen bağırdım:


126

GÖK BAYRAK

- Git Tamu kaçağı! Sen insan değilsin, şeytan­ sın! .. Ev sahibi ağır ağır cevap verdi: - Ben seni bildiğime şaşma, ]?en her şeyi bili­ rim. Benim gücüm her yere erişir . . . Kimse benim ellerimden kurtulamaz. Bundan böyle artık benim öz malım gibisin! .. Bunu der demez ayağiyle yere vurdu. O saat yirmi kadar çeri odanın içine saldırdılar. Hepsi zırh­ lı olduğu gibi, hepsinin elinde gürz, başında tulga, belinde kılıç vardı. Birden üzerime çullanmağa kalk­ tılar. Bir atladım ve duvara arkamı yapıştırarak kı­ lıcı sıyırdım. Kotak ve Susar da biri sağıma, biri soluma gelerek onlar da bıçaklarını çektiler. Ken­ dimi iyice koruytinca kılıcı bir kere savurup: - Haydi bakayım, içinizde en önce bana el kaldıracak kim imiş, görelim, dedim. Susar da bıçağını sallıyarak: - Gelin .. Köpekler! .. Diye bağırdı. Kotak ise derinden bir ah çekti: - Ne olurdu, dedi; çizmelerimi çekeydim. Ya­ ya vuruşmak neyse ama, böyle başmaklarla çekiş­ mek hiç işime gelmiyor! Fakat ne şaşılacak şey. Ev sahibi kızacağı yer de gülümseyerek ilerlemeğe başladı. Yüzü gözü tat­ lılaşmıştı. Bana yavaş yavaş dedi ki: - Can Bey, yavrum; ben senin iyiliğini isterim. Alma Ata baskını yüzünden canın tehlikededir. İs­ ter misin ki, ben o işi unutturayım .. Sen öz arkada­ şından aynlmışsın. İster misin ki Margoz'la seni görüştüreyim? Öyle şaşkınlaştım ki istemeye istemeye bağır­ dım: - Bana Margoz'u göster, ben de sana inanırım.


GÖK BAYRAK

127

Ev sahibi yine gülümsemeğe başladı . Bu kere gülümseyişi bile insana korku salıyordu: - Başka bir kişi var ki onu da görmek is­ tersin. O kişi bir kadındır. O, düşman eline esir düşmüştür. Kara gözlü begümü ( 1 ) kurtarabile­ cek, yalnız Türk silahşörüdür. Kara gözlü begümü kurtarmak ister misin? - Peki, onu kurtarmak için ne yapmalıyım ? N e istersen yapanın. Söyle, ne yapmalı ? - Korkma, yapacağın çok şey değildir. Önce sana bir şey soracağım. Şimdi nereye varırsın ? - Sana ne? - Sen bana dedin ki Semerkand'a gidersin. - Evet, Semerkand'a giderim .. Niyaz, belinden sapı mücevherli, altın kınlı bir kama çıkararak bana uzattı : - A l b u bıçağı, korkma büyülü değildir, bak . . . Kamayı kınından çektim, çıkardım. Bıçağın bir yüzünde altın yaldızla yazılar yazılmıştı. Gayet kes· kin olan bıçağın suyu gümüş gibi parlıyordu. Doğ­ rusu pek güzel, değerli bir bıçaktı. Ben elime almış, evire çevire bakıyordum ve hiç ses etmiyordum . Ev sahibi sordu ki: - Nasıl ? Müslüman bıçağı değil mi? - Evet, dedim. - Al bu bıçağı, beline as, fakat gizleme, bırak ki herkes görsün, bu bıçak öyle bir tılsımdır ki se­ ni nereye .istersen vardırır. _

Semerkand'a gider gitmez, Hüseyin adında birisi vardır. Bu Hüseyin Seİnerkant'ta en birinci ipek satan adamdır. Kime sorsan sana gösterir. Hü­ seyin belindeki bıçağı görünce: bunu sana kim ver­ di, diye sorarsa sen; yüzü örtülü şeyh verdi dersin . . . ( 1 ) Türklerde Prenaese cBegiim• denlliyor.


GÖK BAYRAK

128

Ama sakın bu laflan başka birisine söylemiyesin . . . Hüseyin sana ne derse yap, nereye götürürse git . - Ey, gidersem ne olacak? - Eğer gidersen

Margoz'u

bulursun, o kara

gözlü kızcağızı kurtarmak için ne yapmak lazımdır, onu öğrenirsin. - Tez giderim, diye bağırdım ve kamayı kuşa­ ğıma soktum. Ev sahibi ayağını yine yere vurdu ve deminden koşup gelen silahlılar ortadan çekildiler. Adamlar çekilip

giderken ben de artlarından

bakıyordum. Böyle bakınırken gözüm

kaplamanın

bir tarafında yazılı duran harflere ilişti. Biraz yak­ laşınca bıçağın uciyle kabaca yazılmış olan bu harf­ leri okudum. Okur okumaz saçlarım dikildi kaldı. Nasıl dikilmesin, tahtanın üzerinde Uygurca şu söz· ler yazılı idi: ülker Margoz. Ülker kız kardeşimin adı idi. - Kız kardeşim. . .

Margoz ile kız kardeşimin

adları neye birlikte yazılmış, bu gizli şey nedir?. Diye bağırdım. Ev sahibi yine ağırca cevap verdi: - Semerkant'ta anlarsın!

Yola düzülmeğe ha­

zır mısın? - Bu akşamdan tezi yok. - Çok iyi.. Yolun açıktır, uğurlar olsun. . . Niyaz b u sözleri söyler söylemez, aramızda hiç bir şey olmamış gibi beni Kotak ve Susor ile yalııız bırakarak gitti. Zavallı at oğlanlarım, şaşkınlıktan kendilerin­ den geçmişlerdi. Sersem sersem yüzüme bakıyorlar­ dı. Biraz geçtikten sonra ilk düşünceme gelen şey, atlarımızın yerlerinde durup durrnadık.lanm anla­ mak oldu. Hemen ahıra seğirttim. Fakat hayvanla­ rımızın duvar önüne bağlı olarak kaygusuzca

yem

kestirdiklerini görünce gönlüm açıldı. Susor ve Ko-


GÖK BAYRAK

129

tak'ın merakları daha gitmemişti. Pılı pırtılar için­ den bir şey uğrulamış mıdır acep diye burçları açıp iç�ndekilerini birer birer elden geçirdiler ve her şe­ yin yerli yerinde durduğtınu görünce içleri rahat etti. Yola düzülmeğe niyetlendim. Niyaz'ın bana gösterdiği iz arkasından gitmemeğe bir sebep yok­ tu. Zaten Buharaya varmak için Semerkant'tan ge­ çecek değil mi idim? Bundan başka da başıma bu gelenler kimin eliyle oluyor diye de soruşturmuyor­ dum. Ben yalnız Malgoz'u, kız kardeşimi bulmak ve kara gözlü begümü kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Vakit geçirmeden giyindik, pu­ satlanmızı kuşandık, hayvanları çözerek üzerlerine atladı}c; yola düşecektik ki ev sahibi önüme gele­ rek dedi ki: - Oğul, sana yolunu öğreteyim: Beni iyi dinle, sakın K.aşgar'a uğrama, buradan doğru Kızılcay'a gidersin, çay boyu gidince Pamir yaylaklarını aş­ tıktan sonra ovaya iner ve oradan Mitan şehrine varırsın. Mitan şehrinde Ulu Cami şeyhinin evi­ ne iner ve yüzü örtülü adam tarafından geldiğini söylersin, iyi anladın mı? - Anladım. - Söylemesen de olur a! O, belindeki kamayı görünce işi anlayacak. Senden bir şey sormayacak­ tır. Bu şeyh seni Semerkand'a kadar yollar. İşte sa­ na azık yüklü altı at veriyorum. Pamir yaylağını geçmek için bunları yanına al. Bilmezsin, oraları ne tenhalıktır? Ben cevap verdim: - Ben göçebeyim. Açlığa, susuzluğa alışkınım . . Issızlıktan korkmam, çek.inmem. - Güzel dersin oğul! Haydi git, yolun açık olsun.

F. 9


GÖK BAYRAK

130

Sokak kapısından dışarı çıkarken iki adam gör­ dipn,_ İkisini de gözüm ısırıyor idi. Bunlardan biri kolunu askıya almış, hasta gibi göriinüyordu. Öte-­ kinin yüzünde ise kapanmış, büyük bir kılıç yara­ sı vardı. Bu adamlar beni görünce arkalarını dön­ düler ise de ben her ikisini de tanır gibi oldum. Ko­ lu sanlı adam Alma Ata köşkünde kılıçladığım he­ rif idi. Yüzü yamalı herif ise Timur Meleğin at uşa­ ğı idi ki, bunu da geçen sene Camuka reisi kılıçla· mıştı. Nasıl tanınmış olduğumu tez anladım. Fakat yine ev sahibimin sihirbazlığına, bilgiçliğine aklım ermiyordu. Atımı dürttüm ve Kızıl Çaya doğru yol almağa başladım. Tamam on beş günde karlı yay­ lakları aşabildim. Yolda tuhaf tuhaf koçkarlara ( yabani koyun) rast geliyorduk . Gayet büyük boy­ nuzlu olan bu koyunlar o kadar hoşumuza gidiyor­ du ki avlamadan geçemiyorduk. Her ne kadar bu sevimli hayvanlar insandan ürküp kaçıyorlarsa da ben kendi payıma on iki tanesini düşürdüm. Yola düştüğümüzün on altıncı günü ovaya in· dik. Bu ovanın her çevresi bellenmiş, o kadar şi­ rin, o kadar güzel donanmıştı ki insanın yüzüne gü­ lüyordu. Biraz sonra «Yar Yaylak» denilen yere var­ dık: Yar Yaylak geniş çayırların ortasındadır. Bu yerde barınan kişilere « Kanklı Türkler» der­ ler. Bu Türkler beni ve adamlarımı konuk ettiler. Bir gece kaldıktan sonra yola düştüm ve yemiş bahçeleri ile örtülmüş yerlerden iki yanı dut ağaç­ ları dikili yollardan vurarak Şiraz şehrinin önün­ den geçtim. Bu Şiraz şehrinde « Sart»lar ( 1 ) ile «Ta· cik»ler barınırlar. Ben şehre girmedim ve biraz dı­ şarısındaki ıhlamurlukta konakladım. Oradan yo( 1)

sidir.

Orta

Asya'da oturan Acemlerdir ki dilleri de Fart-­


GÖK fBAYRAK

131

!um Mesikey dağlarına düştü. Bu dağların her bir kayası üzerinde eski dillerce yazılar kazılmıştı. İki gün sonra Küllük suyu kenarındaki Mi­ tan şehrine vardım. Tacikler bu suyun adına « Ze­ rafşan» altın saçan derler. Şehre girmezden evvel bir köprüden· geçtim . Anamdan doğdum doğalı daha ilk kere köprü görü­ yordum. Bizim için köprü ne imiş? Atları suya vur­ duğumuz gibi öbür tarafa geçeriz. Su geçmek için köprü lazım olduğunu da yeni gördüm. Köprü bi­ tince dar ve yüce bir kapıya geldim. Bu kapının iki yanına dört köşeli taş kuleler yapmışlardı . Vakit gün ortası idi . Şehrin dört kadar camiin­ de müezzinler, müslüman kulları öğle namazına çağırıyorlardı. Bana dedikleri Ulu Cami'yi bulmak­ ta güçlük çekmedim; çünkü namaza koşan Müslü­ manlar oraya gidiyorlardı. Bir iki sokaktan geçtim. Ne karanlık, ne sıkışık, ne dar sokaklar? . . Karşılık­ lı evlerin damları birbirine çatışıyor ve güneşi ka­ patıyorlardı. Burada barınan kişiler nice nefes alır­ lar acep? Biraz yürüdükten sonra geniş bir mey­ danlığa vardım, cami karşıma çıkageldi. Doğrusu bu cami, adı gibi pek ulu idi. Baş kapısının yanla­ rına çiniler yerleştirilmiş, minarenin çepe çevresi­ ne de yine renkli çiniler ile yazılar yazmışlardı. Ya­ zılar o kadar büyük idi ki pek ileriden okunabi­ lirdi. Camiin kapısına vardığım vakit atlarımızı, de­ velerimizi nereye bağlıyabileceğimizi ötekine beri­ kine soruşturdum. Güler yüzlü, üstü başı temiz bir adam : - Civan bahadır görülüyor ki sen çölde barı­ nır bir göçebesin. Gel, ben seni sıkıntıdan kurtara­ yım .. Diyerek camiye bitişik güzel bir eve götürdü. Sonra anladım ki buraya medrese derler. Bu med-


1 32

GÖK BAYRAK

resede hem hoca çıkacak kişiler okur, hem de hatır­ lı misafirler konaklanır. Medresenin mermer döşe­ li ,kenarı çepeçevre ağaç dikili avlusuna girdiğimiz vakit kılavuzumuz bizi açık ahıra götürerek otla do­ lu yemlikleri, hayvanları bağlıyacak demirleri gös­ terdi. Atlarımızı tez bağladım. Kotak ile Susora ben ne yaparsam onu işlemelerini sıkı söyliyerek hemen camiye girdim, girmezden evvel çizmeleri pabuçluk­ ta bırakıp son safa sokuldum. Şimdi kürsüye çık­ mış olan şeyh bile gözlerini bana dikmişti. Şüphesiz baktığı sırada Niyazın verdiği tılısımlı kamayı gör­ müş olmalı ki adamlarından birine işmar etti. Adam kolunda halı tutarak yerinden kalktı ve yanıma· ge­ lip: - Al kardeş, dedi; bu seccadeyi al, şeyh yol­ ladı. Halıyı alıp. serdim, üzerine oturdum. Vaaz bi· tince seccadeyi getiren kişi yanıma geldi ve: - Ardımdan gel.. Şeyh seni çağırır.. Dedi. Adamın arkasından camiden çıktım. Kotak ve Susor ile yürümeğe koyuldum. Bir aralık Susor ku­ lağımın yanında ürke ürke dedi ki: - Biz gidiyoruz amma, ya altarımızı uğrular­ larsa . . . - Korkma, dedim; atlar eminlik yerdedir. Çiniler ile bezenmiş bir kapıdan çıktıktan son­ ra caminin yanıpdaki çilehaneye girdik. Burası ufak bir oda idi ama duvarlar yarı yere kadar gök ve kı­ zıl çinilerle döşeli idi. Bir iki pencere odaya bol bol ışık veriyordu. Yerler ise boydan boya kaliçeler, ke­ çeler ile kaplı idi. Odanın taa dibindeki kerevetin üzerine kurulmuş olan şeyh, elli çağlarında bir ya­ kışıklı kişi idi. Yüzü gözü düzgün ise de rengi bi­ raz buğdaya çalıyordu. Sakalını epeyce uzun salmış­ tı. Elbisesi kara olup yalnız başındaki dolamı çok


GÖK BAYRAK

133

ince bir bürümcükten idi. Şeyhin en tuhafıma giden yeri elleri oldu. Sanarsın ki kadın elleridir. O kadar beyaz, o kadar sevimli idi. Biz odaya girince, ağa­ casına bir yastığa yaslanmış otururdu . . . Beni gö­ rür görmez kılavuzumuza bir işmar etti. Herif çe­ kildi gitti. Şeyh bana dönerek: - Yakın gel oğul . . . Otur hele, dedi. Yanına oturdum. - Oğlum, dedi. Camide seni gördüm. Ayıp gör­ me, bir şey soracağım. Elbisene bakarsan, senin ge· da bir yiğit olduğun gözüküyor. Beldeki bıçağa ge­ lince, o da Hanlara mahsus bir bıçak ! Bu bıçak üstüne bana birşey diyemez misin? - Derim .. Ben yüzü örtülü adamı görmek için yola düşmüşüm . . . Şimdi Semerkande varıp orada ipekçi Hüseyini bulacağım. · Ben bu sözleri bitirince şeyhin yüzü buruşma­ dı bile, yalnız iki elime dokunarak dedi ki : - Öktülmüşün oğlu Can Bey, seni ben nice za­ mandır beklerim. Ben adımın her yerde bellenip söylendiğini an­ layınca titredim. Bu ne demek, bunlar nice kişiler ki daha görüşmeden, sözleşmeden insanın adını yü­ züne söylerler. Bu ellerdeki kişiler doğru sözü bırak­ mışlar karanlıkta gizli iş görürler. Nice zaman geçtikten sonra öğrendim ki benim konukcuğum Niyaz, şeyhe haber uçurmak için ba­ na yanlış yol göstermiş . Eğer doğru yoldan geleymi­ şim üç gün evvel varacakmışım. Demek ki Niyaz be­ ni elleri arasında oyuncak etmiş. Fakat şeyhle ko­ nuşurken ben buralarını daha bilmiyordum. Ben yalnız başımı kestim ve dinlemeğe koyuldum . Nice sözden sonra karşımdaki kişi dedi ki: - Oğlum seni odana götüreyim. Sen benim ko-


1 34

GÖK BAYRAK

nuğumsun. Biraz yorgunluğunu geçir, dinlen. Bu­ gün cumadır. Sen Semerkande varmak için pazar­ tesi günü yola: çıkar ve perşenbe günü oraya erişir­ sin. Şeyh bana dua ettikten sonra ellerini birbirine vurdu ve kapıda bekleyen bir bekçiye acem dilince bir iki söz söyledikten sonra bizi yanına kattı, gön­ derdi. Bekçi önümüze düştü. Biz de dışarı çıktık. Artık çizmeleri bulunca Susor ile Kotağın sevincini görmeli idi. Bekçi bizi medrese bahçesinden geçirdi . Biz de oradan hayvanlarımızı yedeğe alarak şirin bir bahçeye girdik. Bu bahçe dil ile anlatılacak şey · lerden değildi. Hangisini diyeyim, yalnız bahçenin üç yerinde ayrı ayrı yapılmış ufak köşkleri görünce insan dünya yüzünde böyle şey var mı imiş diye so­ rar. Bu köşklerden biri Çin öteki Faris ve üçüncüsü ise Arap düzeninde yapılmışlar idi. Bizi doğru Çin evine götürdüler. Faris evinin önünden geçerken büyük bir ara­ ba gördüm. Bu arabanın üzerine kafesli bir tahtıre­ van oturtmuşlardı. Arabaya dört ak öküz koşmuş­ lar ve iyi atlara binmiş, tepeden tırnağa kadar pu­ satlı on iki atlı da arabanın etrafını kuşatmışlardı. Süvarile rarasında Niyaz'ın evinde rastladığım yü­ zü yamalı herif de vardı. Bunu görünce yüreğim çarpmağa başladı. Biraz sonra Çin evine geldik. Üç gün üç gece bin düzen ile bizi orada alıkoydular. Bizi o kadar artık ağarlıyorlar, öyle bakıyorlardı ki, sıkılganı­ yor, adeta fenalaşıyorduk. Ondan başka da biz, en­ gin çayırlıklarda çadır içinde, çok kere de gök kub­ be altında yatıp kalkmağa alışmış insanlarız. Bu­ nun için perdelerle, keçelerle kaplı, örtülü olan oda · larda iyi nefes alamıyor, boğuluyoruz sanıyorduk . O tatlı aşlara, yemeklere gelince: bunları fağfuri ta-


GÖK BAYRAK

135

haklar içine koyuyorlarsa da yine gönlümüzü bulan­ ,dınyorlardı. Biz açık havayı, engin kırlıkları, çavdar bulamacını, kımız içkisini, çayır otlarının kekrem­ si kokulannı özlemiştik. Yavaş yavaş üzgünlüğe uğ­ ramağa, hastalanmağa başlamıştık. Bu tıkıldı�ımı­ zın dördüncü günü ev sahibi gelerek bize izin verdi, dedi ki: Kafes olmuş devemizi, yorgun atlarımızı bırakalım. Yalnız kendi binek hayvanlarımızı alarak öteki· lerini oraya bıraktık. Benim atım yine dünyada bir tek eşi bulunmayan « Sayınboğrul» idi. Şeyh bana yolu öğretti. Bu kere yolumuz dört konaklık idi. Hem yolu belletiyor, hem de diyordu ki: - Her konakta filan filan çiftliğe gider ve yal­ nız adını vererek öz malın imiş gibi içeri dalarsın. Ben seniİı oralara varacağını haber etmişimdir. O­ nun için yanına yiyecek içecek alma, çünkü nereye vanrsan seni konuk ederler. Önüne birşey çıkamaz ki seni alıkoysun. Bu sözleri bitirir bitirmez ben gün batı çevre­ sinde kalan Semerkanda doğru yol almağa başla­ dım. Ekin ile kaplı binlerce yemiş ağaçlariyle örtülü bir çok ovalardan geçtim. Ağaçlar, çayırlarla donan· mış, toprağın her tarafında bol bol sular akıyordu. Elmas gibi lekesiz olan bu suların kenarları zümrüt çimler, bin renkten çiçeklerle bezenmişti. Kendimi uçmak bahçelerinde geziyor sandım. Yolda dört çiftliğe uğradım. Dördünde de beni konukladılar, ağırladılar; artık bol bol et, ak ekmek, tatlı kavun­ lar yiyorduk. Bir çok yerlerde bana süeti çıkardılar, baktım ki karşımdakiler de korkusuzca içiyorlar, yavaş yavaş ben de alıştım. Ne zaman sonra anladım ki bana ne için böyle şarap içirmeğe uğraşırlarmış.


1 36

GÖK BAYRAK

Yavaş yavaş Temuçin Hanın bana yüklettiği iş ba­ şımdan çıkmağa başladı. Eğlentiye ,yeşil gölgelikler arasında yaşamak sevincine daldım. Güneş parlak, sular ak, yemek, içki bol, bundan yahşi kar mı olur? Artık ben yolculuğu iş için değil, eğlence için arıyordum. Dördüncü günün akşamı Semerkand şehrinin köylerinden biri olan « Soğdu Kelan» dedik­ leri yere vardık. Buradan Semerkand gözüküyordu. Batan güneşin kızıl ışıkları içinde şehrin kubbeleri­ ni, minarelerini, kırmızı boyalı kale duvarlarını, gök ve kızıl tuğladan yapılmış kulelerini görüyordum. Tevekkeli Semerkand (iyi kurulmuş şehir) deme­ mişler. Yeni bahçe ve Aman sularını geçtikten sonra gece üstü şehrin bir ok menzili yakınındaki türbe önünde durdum. Bu türbe, şehit Kasımındır. Bu Kasım 9 1 senesinde Halife Birinci Velit zama­ nında Semerkandı almağa gelen Araplar tarafından öldürülmüştü. Mezarı görünce tanıdım. Çünkü Mitandaki şeyh bana iyice anlatmıştı. Türbenin üzerinde koca bir kurşun kubbe vardı. Önünde ise dört köşeli taş di­ rdcler olduğu gibi bu direkler yanında da mermer­ den sekiz ufak direk daha vardı. Bu mermer direk­ lerden bir çifti yeşil, bir çifti kara, bir çifti ak. bir çifti kızıldır. Gece gelmiş ve ortalığa karanlık çatmıştı. Bu­ nun için şehre giremediğim gibi türbe kapısını da çalamadım. Sabah oluncaya kadar şehit Kasımın mezarı yanında durdum. Susor ve Kotak atları bir ağaca bağlıyarak çayıra uzandılar. Gün gelince içeri girdim. Türbenin duvarları renkli mermerden olup çok yerleri yaldızlanmıştı . Ta ortada duran tabut ise abanoz ağacından yapıl­ mış ve üzerine altın ve elmas kakılmış ve üstüne üç gümüş çerağ asılmıştı. On iki kadar türbedar gece


GÖK BAYRAK

137

gündüz tabutun yanından ayrılmazlar. Bu türbedar­ lar ötekinin, berikinin vergileri ile geçinirler. Ben içeri girer girmez içlerinden biri hemen kalkarak. önüme bir keçe serdi ve oturup dinlenmemi işmar etti. Hiç söz etmiyorlardı. Anladım ki ağızlarına in­ san lafı almamağa nezer etmişler. Çizmeleri çıkar­ dım, önüme koydum. Sonra başımı tabutun altın­ daki mermere dayayarak keçeye uzandım ve uyuma­ ğa davrandım. Kendimden geçmişim. Sabahın bir eyyamında at şakırtısı, insan sesinden uyandım. Bir çok kişiler konuşuyor, sözleşiyorlardı . Bunlar kimdir, diye doğ­ ruldum ve çerağın ışığında uzun boylu bir adamın türbeye girdiğini gördüm. Bu adam yürüdükçe üze­ rinden bir çok şakırtılar işitiliyordu. Anladım ki pu­ satlanmıştır. Gelen adam bana ardını döndüğünden birdenbire tanıyamadım. Fakat şehidin tabutu önün­ de selam verince, yüzünü, gözünü, mert alnını tanı­ dım. Hemen kalktım ve boynuna sarıldım. Nasıl sa­ rılmıyayım? Önümde duran Timur Han, yavuz, kah­ raman Timur Melek idi. Timur Melek a1nımdan öptü, sonra birbirimiz­ le selamlaşarak yan yana oturduk ve yavaş yavaş konuşmağa başladık. ilk önden Timur Melek söıe başlayarak dedi ki: - Ulu Hatun ( 1 ) ile barıştım. Düşmanlığımızı ortadan kaldırdık. Şimdi Buharaya varırım ki Ha­ nı göreyim . . . Ey sen burada ne ararsın, hangi yıldız seni buraya atmıştır? Temuçin Hanın verdiği işi ve şimdiye kadar rastladığım adamları Timura söylemeği akıllılık bul­ madım. Önden de söylediğim gibi bir işim var de­ dim. Timur Melek herkesi kendi gibi özü sözü doğ( l ) Ulu Hatun, İmparatoriçe demektir.


1 38

GÖK BAYRAK

ru bildiğinden kandı gitti ve dedi ki: - Tanrıya bin şükür . . . Ben de yakında Buha­ raya gideceğim . Birlikte gezeriz. O vakit gelinceye kadar kardeşim Can Semerkant ve başka yerlerde beni unutma. Çünkü öz kardeşlerim şimdilerde ba­ na artık lazımdır. Timur Melek bu sözleri söyler söylemez sapsarı kesildi, gözleri yaşardı. Bunu öyle göıiince ben de acıklandım : - Başının üstünde bir fenalık mı geziyor? Yol­ da bir belaya mı uğradın? Yoksa adına, yavuzluğu­ na leke mi sürüldü ? - Adıma, bahadırlığıma hiç bir leke sürülme­ miştir. Eğer 'öyle bir şey olsaydı şimdi beni sağ gör­ mez idin Can Bey! Fena bir ad ile yaşamaktansa iyi anılarak ölmek daha yeğdir. Korkma, Timur Mele­ ğin yavuzluğuna karşı daha kimse birşey diyememiş­ tir. Sengonu tepeledim. Camuka reisi kaçırttım. En yüce yiğitlerle ölçüştüm, ün kazandım. Şimdi sararmak sırası bana gelmişti. Cebeyi dü­ şündüm, titreye titreye sordum ki: - Ey, Cebe . . . Cebe ile de vuruştun mu? Timur Melek gülümsedi ve elimi sıkarak cevap etti : - Sen öz yoldaşlarını sever bir uşaksın. Bay­ rağına, bayraktarına can verirsin, bilirim. Yüreğini rahat tut, Cebe ile vuruşmadım . Hemen bir rahatlık nefesi aldım. İşte o vakit Cebeyi, bayrağımı nice seviyor imişim, anladım. Ti­ mur yine söylüyordu: - Evet! Karakurumda bütün oruğların uluları önünde Sengon ile meydana çıktım, üç kere kargı tokuşturdum. Dördüncüsünde Sengon dayanamadı, attan düştü. Düşmanım beni ulucasına misafir et · mişti. Evinde tuz ekmek yediğimi düşündüm, bırak-


GÖK BAYRAK

1 39

tını. Yoksa orada öldürürdüm. Sonra «Deliguna bu­ dak» denilen bir yer var. Orada Temuçin Han, Ya­ vuz Boğurcu, Yiğit Sebüktay, Bay Sungar, Cebe da­ ha nice kişiler vardı. - Demek şimdi hepsini tanıyorsun ha ? - Evet. Hepsiyle tanışıklık ettim, özüm için derim ki, hepsi de dünyadaki kahramanlar içinde eşle­ ri bulunmaz kişiler. Hep bu kahramanlar önünde Camuka reis ile döğüştüm. Bir aralık silahlarımız kırıldı, hemen Camukayı atından alaşağı ettim , üze­ rine binerek aman dilettim. Yine titredim, korka korka sordum ki: - Ey, Cebe . . Cebe ne dedi? Timur cevap verdi: - Cebe mi?. . . Cebe bunların içinde en yavuz kahramandır. Kavgadan sonra beni çekerek her va­ kitki gibi güle güle: - Timur Melek . . . Senin benim gibi iki adam yalnız kavga meydanlarında silah şakırtıları içinde, orduları başında birbiriyle ölçüşürler. Böyle ufak şeyler bize yakışmaz dedi. Cebe doğru söyledi. Timur Melek bir ah çekti, dedi ki : - Yurdumdan çıktıktan sonra başıma öyle bir fenalık geldi ki onu sana diyemem. Ben o fenalığı temizlemek için kendimi yollara vurdum. Bütün a­ cım da ondan gelir. Anladın mı Can Bey? Ben de ah çekmeğe başladım. Çünkü kız karde­ şimi , Kara gözlü begümü düşünüyordum, dedim ki : - Ben de büyük bir iş ardından kendimi kap­ t ırdı m . Seri de beni unutmazsın değil mi? - Unutmam kardeş. Eğer iş zor oyuna gelirse bileğim, kılıcım sana kuldur. Ne yiğit adam! Gözlerim yaşardı. Tekrar boynu­ na sarıldım :


GÖK BAYRAK - Tanrı adağını çıkardın .. Tanrı seni yalnız bı­ rakmasın . . . diye bağırdım. Şimdi yavaş yavaş tan yeri ağarmağa karanlık­ lar silinmeğe başlamıştı. Timur Melek kalktı : - Ey oğul, dedi. Gün oluyor . . . Artık yola düş­ meli . . . Sağlıkla kalasın Can Bey! Yine buluşuruz, görüşürüz. Timur Meleğin kederini anlamadan kendisin­ den ayrılmağı hiç istemiyordum. Sordum ki: - Gitmezden evvel derdini bana desen olmaz mı? - Yazık ki diyemem. Başımda dönen belalar, benim öz canımı bitirmek isteyen bir kara düşman­ dan gelir. O öyle kaltabandır ki dört çevredeki yurt­ ların başına bela kesilmiştir. Senin, benim diyarla­ rımızda nice kişiler varsa bu adam onları öldürmek ister. - De o kişinin adını, de ki nerdc önüme çıkar­ sa geberteyim. - Adını kimse bilmez. Değil ben sen Tamunun dibine giresi bu şeytanın adını kendine kulluk eden­ ler de bilememiştir. Sen çok ıraktan gelir bir zaval· lı göçebesin. Buradaki şeylerin birisini bilemezsin. Dinle beni: Bundan yüz elli yıl evvel Hasan ( 1) na­ mında biri bir çığır açtı. Kim bu çığıra girerse canı­ :m da Tamuya tapşırır. Çünkü Hasan ile yanına al­ dığı yüreksizler her yurtta çıkan, yavuz, mert kiş:Je­ ri habersizce, kaltabanca öldürmeğe ant içmişlerdir. mı? Bu adamlara « Haseniler» denir ki şeyhlerini;1 sözünü körü körüne dinlerler, birçok yiğitleri yok ederler. Bu Hasan Horasandaki «Almut» dağı tepe­ sinde kendisine öyle sağlam bir kale yaptırmıştır ki dünyanın devleri bir araya toplansa kalenin taşları140

( 1 ) Meşhur Hasan Sabbah.


GÖK BAYRAK

141

nı sökemezler. Hasan Suriye ellerinde ve başka yer­ lerde nice böyle kurulganlar yaptırarak kanlı adam­ larını oraya yerleştirdi, geberdi gitti. O ölelidenberi adamları ve o çığıra giren canavarlar onun kanlı yo­ lundan yürürler. Araplar bunlara « Şeyhülcebel» ( Dağ ağaları) derler. Bu adamların bir kaçı bilinir görünürse de başbuğlarını tanıyan yoktur. Ben Moğolistana çıka.,.ken Almut dağındaki Ha­ senilerden ikisini nasılsa yakalayıp gebertmiştim. Bir sabah kalktığım vakit yatağımın başı ucunda bir kağıt buldum. Açtım baktım ki Haseni şeyhi gönder­ miş. Benden öç çıkaracağını söylüyor. Ben hiç korkmam, ne vakit dilerse çıksın karşıma. Fakat on­ lar erkekçe iş görmüyorlar ki ! . Benim başıma nice bela geldiyse bunlar yaptılar. Şimdiden sonra dört çevrem görünmez düşmanlarla kuşatılmıştır. Nere­ ye gitsem bana karşı binlerce bıçak çevrilmiştir. Ben yine meydan okurum . . . Yine korkmam. Hele birisi bana bir fenalık etmeğe kalksın . . . Timur Melek daha lafını bitirmemişti ki dışarı­ dan bir taş geldi, ayağımızın önüne düştü. Hemen yerden aldım. Taşın üstüne bir kağıt sarılmıştı. Aç­ tım baktım. Bir bitik. Bitiği Timura uzattım o ağır ağır okuyordu. Bitikte şu sözler yazılmıştı: «Timur Meleğe selam! . . . Sana üçüncü mektu­ bumu bıçak üstüne yazacağım ve taa yüreğinin orta­ sına saplıyacağım . . . Dağlar ağası.» Timur Melek hiç tınmıyarak sanki ahbabının tatlı sözlerini okumuş gibi telaşsızca bana döndü: - Bu ikinci mektup.. dedi, sonra türbeden dı­ şarı çıkıp sabahın mavi sisleri içine doğru sert sert bağırdı: - Üçüncü bitiği de bekliyorum, tez gönderin olmaz mı?! . . . Yanına koştum ve elimi kılıcıma götürdüm. Fa-


GÖK BAYRAK

142

..... ı_ - .

__

�-· . ', ., : : .•

- ı;.

. -' . ;;:•.

. . ,;.._·

·

- �·

- . .. - ··"- · .

·

· !

.

.

.. .

· ı : :.

......

.

1

Üçüncü bitiği de bekliyorum, tez gönderin olmaz mı?!.


GÖK BAYRAK

143

kat görünürde yalnız atlarımızla at oğlanlarından başka Tanrı kulu yoktu. Ben daha araştırdım. Kim­ se yok. Biraz sonra Kotak ve Susor gerinerek, es­ neyerek, gözlerini uğuşturarak uyandılar. Timur Melek yine kayıtsızca: - Günaydın Can Bey. . . Yine görüşürüz . Tanrı her karında yardımcın olsun. Dedi ve atına bindi. - Uğurlar olsun kahramanım, dedim. Tanrı yolunu açık etsin. Ölünceye kadar sana yoldaşlık, silahdaşlık ederim. Timur Melek ardına adımlarını aldı ve atını dört nal sürerek sisler, dumanlar arasında kaybol­ du gitti.


Ak

sakallı adamın Hırlstlyan kişi olduğunu

anladım-

SEMERKAND yeni doğmuş idi ki türbedarlardan birine G ÜNEŞ biraz para vererek çıktım. Bir saat sonra demir

kapının karanlık kemerinden geçerek «Semerkand»a girdim. Önüme göz alabildiğine kadar uzayan bir so­ kağın her iki yanında sıra sıra dükkanlar dizilmişti. Bu dükkanlarda kavunlar, üzümler, kayısılar, kuru balık, et, ekmek satarlardı. Uca varınca başka bir sokağa girdim. Oradan çıkayım derken başkası­ na daldım. Bu çapraşık, dolambaçlı yolların, orman­ lardaki ağaçlar gibi çatışmış evlerin arasında şaşır­ ıdım, kayboldum. Epeyce yürüdükten sonra bir mey­ danlığa çıktım. Bu meydanlığın üç çevresi yüce du­ varlarla çevrilmişti. Duvarların ardında geniş geniş bahçeler, meydanlığın karşısında ise dağ gibi ulu bir cami görünüyordu. Bu caminin minaresi kadar güze· line hiç rastlamamıştım. Yukarıdan aşağıya kadar çiniler ile kaplı idi. Caminin duvarları da bol bol kırmızı tuğla ve renkli çinilerle bezenmişti. Hele av­ luya açılan kemer, sanırım ki, dünyanın başka ye­ rinde bulunmaz. Sivri olan bu kemer bir çam ağa-


GÖK BAYRAK

145

cından daha yüksek olduğu gibi iç çevresine de gök boya üzerine altın varak ile yıldızlar işlenmişti. Öy­ le ki başını kaldırıp da bakınca yaz gecesi gök kub­ bedeki yıldızları seyredersin sanırdın. Saatlerce dur­ dum, baktım. Sonra köşedeki sokaklardan birine sa­ parak iki atrafı dükkanla dolu bir sokaktan daha yürüdüm. Bu dük.kanlarda at takımları, eğerler sa­ tıyorlardı . Yaya, atlı, katırlı, eşekli halk içinde sö­ kebilmek için ağır ağır yürüyordum. Bir taraftan da hiç alışmadığım bunca gürültü patırtı başımı, bey­ nimi döndürüyor, yapacağımı, işleyeceğimi unuttu­ ruyordu. Köşe başının birinde büyük bir çeşme yap­ mışlardı. Bu çeşmenin kubbesi kalemle işlenmiş ve iri mermer direklere bindirilmişti. Bu direklerin de başları ince ince oyulmuş ve çok yerleri altın ile yal­ dızlanınıştı. Çeşmenin karşısında tepesi kesik külah biçiminde uzun bir kule gözüküyordu. Bu kulenin dibi, renkli çinilerle döşenmişti. Kulenin yanların­ da açık renkli, tahtadan yapılmış, insanın yüzüne güler gibi şirin duran salaşlarda bir çok satıcılar ek­ mek, kavun, üzüm, kuru yemiş satıyor; şiş kebabı, köfte pişiriyorlar ve büyük lengerler içinde pilav, dolma, tatlı aş ve daha nice insanın isteğini getire­ cek yemekler satıyorlardı.· Aşın susamış, acıkmış idik. Önden gidip pınardan kana kana su içtik. At­ larımızı aşçı dükkanının biri önündeki demir halka­ lara bağladıktan sonra keçelerle örtülü iskemlelere oturduk. Dükkancının yüzü hoşuma gitti, hemen ça­ ğırdım. Ben çağırır çağırmaz dükkan sahibi sırıta­ rak geldi ve faris dilinde konuşmağa, sözleşmeğe haşlapık. Semerkand'da barınanların hepsi « Tacik» olduklarından bu dil ile konuşurlar. Ben herifin la­ fını kesince o da işi türkçeye çevirerek, dedi ki: F. 10


146

GÖK BAYRAK

- Beyimizin kılığına bakınca Türk olduğunu anladım. Lakin beyimiz o kadar ağa yapılı ki İran dilini bilir sandım. - Benim kılığımdan sıına ne? Sen bana söyle: hayvanlarımız için biraz ot, kendimiz için biraz yi­ yecek bulabilir miyiz? - Şimdiden tezi yok beyimiz. Herif bunu der demez: - Aş var, hint kebabı var, şiş kebabı var, üzüm şerbeti var, tutmaç var ( 1 ) , pastırma var, mantı var. . . Diye yemekleri sayrnağa başladı. Aşçıyı zorbe­ la susdurdum. - Bunlar çok yemekler, dedim, sen atlara saman, bize de biraz ekmek bir kaç tane şiş kebabı ver . . . 1

Aşçı kölesini çağırarak dükkan içerisine koş­ tu. Biraz zaman sonra biz de, atlarımız da istekli istekli yemeğe başladık. Yemeğimiz bitince bir altın verdim. Aşçı para­ nın artığını çevinrken yine söze girişti, yediğimiz yemeklerin değerini anlatarak gevezeliğe başladı. Artık bunca sözden içim sıkılmıştı. Artan parayı saymadan keseme koydum ve kalkıp gitmeğe dav­ randım ise de kalabalığın içinde Niyazın evindeki yamalı kişinin çirkin suratını gördüm . Bu kere ya­ malı ağır rubalar giyinmiş ve bir katır yedeğine al­ ınış giderdi. Katırın üzerine bütün Semerkantdaki kadınlar gibi sım sıkı örtünmüş bir hatun binmişti. Yamalıyı görür görmez kendimi saklamak istedim, çünkü bu herifin yüzü beni kuşkulandınyordu. Su· sor da yamalıyı görmüştü kulağıma eğilerek dedi ki: ( l) Tutmaç: Un helvası, tatlı bulamaç


GÖK BAYRAK

147

- Bu adamı gördün mü ? Camukanın kı lıçladı­ ğı herif. - Gördüm . . . dedim. Yamalı, oturduğum iskemleyi sürçerek geçtiy­ se de beni görmemezliğe gelmek için yerlere bakın­ dı. Fakat mutlaka beni güzelce seçmiş ve görmüştü. Nereden geldiğini anlayamadığım bir çarpıntı yü­ reğimi sarsmağa başladı . Acaba ardından gideyim mi diye oturduğum yerden indimse de yamalı kalabalığın içinde kaybol­ du gitti. Benim gözlerim engin ovalarda ormanlık içinde en ufak şeyi seçer ise de şehirlerdeki o insan karışıklığına alışkın değildir. Yamalıyı bulmak için öteye beriye bakındığım sırada kulağımın ardından bir ses: - Can bey! Yamalı ile geçen kadın senin kız kardeşin Ülkerdir, diye fısladı. Bunu söyleyen heri­ fi yakalamak için hemen yüzümü döndürdüm. Ni· yazın evi önündeki Alma Ata gümrüğü baskınında kolunu uçurduğumuz çolağı gördüm . Tam yakasın­ dan tutacağım zaman yandaki evlerden birinin ö­ nündeki direkler arasından sıvıştı, kaçtı. Kendi ken­ dime dedim ki : - Haydi Caft Bey_ İşte uğraşma çıktı. Sıkı davran.- Tanrının yardımiyle bütün bu tuzakları pa­ ralarsın. Vakit geçirmeden ata bindim, üzengilere sıkı basarak aşçıdan ipekpazarının yolunu öğrendim so­ kaktan inmeğe koyuldum. Gideceğim yeri çok aramak istemezdi. Aşçının dediği sivri kemerden geçince solumda birinci so­ kağa daldım ve dükkanların önüne asılan göz ka­ maştırıcı iplikleri, renkli, diba toplarının, şam ku­ maşlarının arasında oturan han gibi giyinmiş, ku-


148

GÖK BAYRAK

şanmış satıcıları görünce ipekçiler pazarına gelmiş olduğumu anladım. Bu dükkanlardan en güzeli önünden geçtiğim sırada dükkancı, içeride oturan bir habeş köleye iş­ mar etti, köle dükkandan dışarı fırlayıp geldi ve ü­ zengimi öptükten sonra önümde eğildi, durdu. O vakte kadar da!ıa ilk kere bir kara yüzlü kişi görü­ yordum. O kadar şaştım, Sayınboğrul da kölenin renginden ürkmüş olmalı ki sağa sıçradı. Kara kişi güzel türkçe ile dedi ki: - Beyimiz ! . . Ağam Hüseyin, belinde altun kın­ lı kama olan atlıya selam eder. Bir de baktım ki ipekçi de yerinden kalkıyor. İpekçi, ak üstüne sırma işlemeli Bağdat dokumasm· dan uzun bir ruba giymiş, üzerine de zırdava kaplı, altın düğmeli bir çepken geçirmiş ve başına dört dö­ nüm dolam sarmıştı. Bu ağacasına kuşanmış kişi sakalını sivri kesmiş ve kızıl renge boyamıştı. Bü­ tün kılığından ağalık akıyordu. Bana karşı gelerek : - Selam civan atlı! Canım kurban . . . Fakir evi­ me inip dinlenmeden seni yola çıkarmam, dedi. Ben de cevap verdim: - Selam. . . Sen ipekçi Hüseyinsin sanırım. - Ta kendisi . . . Sen de Can IJeysin . . . Yüzü örtülü adamı arıyorsun değil mi? - Tamam, dedim ve attan indim. Hüseyin beni dükkanının içine alarak ellerini birbirine vurdu içeri üç köle girdi. Hüseyin kölelere dedi ki: - Beyin at oğlanlarını, hayvanlarını evime gö­ türünüz. Ne isterlerse hemen veriniz. Kızararak cevap verdim: - Kusura bak.mayınız. At oğlanlarım iyi sözleş­ meyi bilmezler. Bunun için yanımdan ayrılamaz­ lar.


GÖK BAYRAK

149

Hüseyin gülümsedi : - Çok iyi, dedi; at oğlanları burada kalsınlar. Haydi siz atları alın, ahıra çekin . . . At oğlanlarım bir takım yabancıların atları alıp götürdüklerini görünce yüzlerini ekşittiler . Ben de biraz kederlendim ve Sayınboğrulu öptüm. Hüseyin ellerimi 1 tutarak tatlılıkla söze girişti : - Can Bey, dedi; sen çok uğurlu yıldız altında doğmuşsun. Dünyaya geldiğin gün yıldızları okuyan­ ların sana ne kısmet biçtiklerini bilmem, ama içi­ me doğuyor ki sen ileride yüce yerlere eri şeceks i n . Mallar, zenginlikler bulacaksın. Dediklerimin doğru olduğunu tez zamanda anlarsın. Bu akşam Ulu Ca ­ miye varırsın. Şeyh Necmettin orada vaaz edecek. Şurasını da bil ki hamınız Sultan Tekeş Cenga­ verin haremi Turhan Hatun uğurlu ayağını Se­ merkanda basacak. Tanrı her ikisini de yüz sene tahtında koysun . . . Turhan Hatun camiye gelecektir; çünkü Mave­ raünnehir görengince kadınlar pazartesi, perşembe, cuma günleri camiye gelirler. Semerkand ahalisi dünyaları kılıcı altına alan Tekeş Han'ın haremi Turhan Hatunu ağırlamak için büyük hazırlıklar görmektedir. Şunu da bil ki konuğum, Turhan Ha­ tun senin lafını işitmiş. Belki seni yüce tahta yüz sürmeğe çağırır. Hatunun beni bilip tanıdığını işidince şaşır­ dım:

- Nasıl ? Diye bağırdım . Bu yüce hatun benim gibi ufak bir adamın adını işitmiş, bellemiş ? Hüseyin cevap verdi : - Ben hiç birşey bilmem. Ben yalnız işittim ki bir Margoz varmış, başı sıkıntıda imiş. Bu kere bütün bütün şaşaladım, yine bağırdım: - Margoz mu? Margoz nerededir?


1 50

GÖK BAYRAK

1 pekçi bu soruşuma soğukça şu cevabı verdi : - Bilmem. . . Benim bildiğim iki kadın var ki Can Beyi yardıma çağırdılar. Bu kadınlardan birinin adı ülker, öteki kadın da kara gözlü begüm imiş. Bu sözleri işidir işitmez bütün ediğim, mert· liğim uyandı :

- Haydi, dedim. Ben bu çalımsızlığımla Ha­ tunun yanına çıkarım. Saraya ne vakit gideyim ? - Bu akşam camiye gidince haber alır, anlar­ sın. O vakte kadar dinlen, tazelen . Uğurun açıktır Can Bey, korkma . Akşam gelinceye kadar ardıma Kotak ile Suso­ ru alarak Semerkandın görülecek yerlerini gezin­ dim. Hüseyin bana Melki J;Iıristiyanlarının tapındı­ ğı kilisenin baş direği altındaki gök taşı görmemi söylemişti. O zamana kadar hiç de kilise görmemiş olduğu:ııı. dan çok merakta idim . Hüseyin yanıma bir köle kattı, ben de kölenin ardından sokakları gez­ meğe başladım . Köle yolda öteberi anlatıyordu. Mel­ kilerin kilisesine varmadan Nasturilerin kilisesinin önünden geçtim. Bu kilise dört köşe bir yer olup ü­ zerine yuvarlak bir kule bindirmişlerdi. Margoz da Nasturilerden olduğundan bu kiliseyi gezmek iste· dim. Kapının önünde ak saçlı, ak sakallı, uzunca boylu, tatlı yüzlü bir adam duruyordu. Bu adam de­ ve tüyünden kaba bir elbise giymiş ve beline de ip­ ten bir kuşak sarmıştı. Ayaklan ise çıplak idi. Ak sa­ kallı adamın Hıristiyan kişi olduğunu anladım. Türk adetince selam verdim. Keşiş bir zaman tozlu pu­ satlanma, kaba saba esvaplarıma bakıp dedi ki: - Benim Hıristiyan olduğumu bilir misin ? - Sanırım ki Hıristiyansın. Çünkü kilise kapısında durursun. - Oğul , kıyafetine bakarsan çok ırak yoldan geldiğin görülür.


GÖK BAYRAK

ısı

İyi bildin. Çok ıraktan gelirim. Ben Çin sı· nınndaki memleketten gelirim. Bizim komşularımız Karayetler de sizin gibi Nasturilerdendir. - Sen Karayetleri tanır mısın, oğul? Sen ba· na inanırsan evime gel, sana Karayetli birisini söy liyeceğim. Ben bunları işidince dilimin ucuna Margozun adı geldi. İhtiyarı bileğinden yakaladım, gözlerinin içine kadar- baktım. O eliyle işmar ederek beni sus­ turdu, sonra telaşla dedi ki : , - Yavaş konuş. Senin taptığın bir Tanrı için bana doğruyu söyle, adın nedir? Mertçesine cevap verdim: - Can bey . . . Karayetler içinde bir de ant kar· deşim vardır. Keşiş lafımı bitirmeden dedi ki: - Margoz değil mi? Gur Han yurtlarını basıp kestiği vakit Margoz kız kardeşini baskından kur· tardı. Fakat buraya gelirgelmez Gur Han'ın casuslan Margozu tanıdılar, haber verdiler. Zavallıyı zindana attırdılar. Kız kardeşine gelince onu da kaçırdılar. Fakat kim kaçırdı. Kim kaçırttı belli değil. - Eğer ben de bu gizli işi açığa çıkarmaz, ant kardeşimi ve kız kardeşimi kurtaramaz, anamın, ba­ bamın ve bütün oymağımın kanını almazsam etleri ­ mi parça parça doğrasınlar, bana da Can bey deme­ sinler, dedim. ·

Keşiş korka korka sözümü kesti: - Suss . . . Dünyada en öz sevdiğinin başı için sesetme. Ben yine sertçe söze giriştim: - Dinle beni. Siz, bütün kasabalarda, şehirler­ de barınanlar nice kişilersiniz, hiç bilmem! Ben gö­ çebe bir uygur askerim. Aslım Türktür, gök bayrak kuluyum. Beni dinleyen varmış, yokmuş düşünmem.


152

GÖK BAYRAK

Bizim Hamınız Temuçindir. Başbuğuma da Kurt Cebe derler. Kılıcımı sorarsan en iyi hint çeliğin­ dendir. Bütün bu kasaba ve şehirlerde barınanların dü­ zenbazlıkları, kaltabanlıkları beni hırslandırmış, a­ cıklandırmış idi ki bağırmağa, elimle gelene geçene meydan okumağa başlamıştım. İhtiyar birşey de­ miyor, fakat öyle yalvarırcasına yüzüme bakıyordu ki zorla ateşimi yendim. Keşiş şimdi yine yalvarı­ yordu : - Kız kardeşinin, Margozun başı için sesini çı­ karma. - Peki dedim. Sen nerede barınırsın ? Ben şim­ di camiye gideceğim. Bu akşam seni gelir, görürüm. Keşiş kilisenin yanındaki ufak, yıkık bir yurdun kapısını göstererek : - Burada seni beklerim, dedi. Keşişe döndüm: - Sağlıkla kal, yine sözleşiriz. Diyerek camiye doğru yurumeğe koyuldum. Türkler, Moğollar bir işi sonuna iriştinneğe ant iç­ tiklerini göstermek için boyunlarına bir yağlık sa­ rarlar. Ben de torbamdan bir vakitte Margozun ba­ na armağan etmiş olduğu yağlığı çıkardım. Boynu­ ma doladıktan sonra kılavuzuma: - Haydi yollanalım, dedim; beni camiye gö­ tür. Köle önden yürümeğe başladı. Biz de ardından yollara düştük. Susor Moğolca : - Margoz ne olmuş? diye sordu. - Zindana atmışlar, dedim. Susar bu sözü işitince ıslık çalarak kılıcının ü­ zerine vunnağa başladı. Susorun hali hoşuma gitti, duramadım:


GÖK BAYRAK

1 53

- Ah ne olaydı da Cebe burada bulunaydı, di­ ye bağırdım. Susor: - Gelir, dedi. - Elbette gelir, dedim. Elbette Moğollar gelip bu kasabalıların fenalıklarını ortadan kaldıracaklar­ dır . . . Bu edilen fenalıklar dünyada kimsenin yanına kar kalmaz. Biz böyle söyleşirken ulu camiin önüne varmı­ şız. Tanrıya canım kurban! Türk oğulları neler yap­ mıyormuş! Ulu camiye şaşkın şaşkın baka kaldım. Camiin kapısı baştan aşağıya kadar renkli çinilerle döşenmiŞti. Bu çiniler çiçekli yazı biçiminde kesil­ mişti; kapının üstündeki yüce kubbenin tepesine de beş yuvarlak oturtmuşlardı. Bu yuvarlakların üçü altından ikisi gümüşten olup birbirlerine savatlı çi ­ çeklerle çatışmışlardı. Bu kubbenin yanında yüz dir­ sek boyunda bir kule görülür ki bu, caminin mina­ residir. Bu minareye biri güney ( 1 ) öteki günbatar çevresinde bulunan iki merdiven ile çıkarlar. Öyle ki merdivenlere tırmananlar taa yukarı varmaksızın birbirlerini görüp bilemezler. Minarenin dışı, yerden taa tepeye kadar süslerle, yaldızlarla donanmıştı . Camiye daldık. Ben sandım ki tezden namaz kı­ lacaklar, aldanıyormuşum. Nice zaman geçti , yine başlamadı. Anladım başlıyacak, meğer ki birisini gözlüyorlar. Bir aralık ipekci Hüseyine bakındım. Nerede! .. Böyle insan denizinde adam bulmağa güç yeter mi? Vaz geçtim. Bulunduğum yer, bir direk dibi idi. Uşaklarım solumda oturmuşlardı. Gözümü kaldırdığım vakit yukarı kat divanha­ nesinde bir alay yüzleri örtülü kadınlar gezindiğini gördüm. Semerkand kadınları da Tacik, �aris ve baş· Güney: Güneşin çıktığı taraf gündoğarla güney ara­ sında fark vardır. Gündoğar şark noktası, güney ise bü­ tün şarka bakan taraftır. Frenkçedeld ( orlent ) karşılığı .


GÖK BAYRAK

1 54

ka Müslüman yurtlarının kadınlan gibi yüzlerini örterler. Yalnız saray kadınları yüzleri açık gezer­ ler. Ben bu alaya bakarken ellerinde borulu yasavul­ lar, abanoz ağaçlı divanhanede durdular. Biraz son­ ra bunların başı gibi olan bir yasavul daha geldi, ön­ lerine geçti. Bu da başına tepesi sorguçlu büyük bir külah geçirmiş, arkasına kenarları sırma işlemeli, yenleri yırtık bir_ elbise giyinmiş, eline de gümüş to­ puzlu bir asa almıştı. Bu telli pullu kişi gelip yerinde durur durmaz, divanhanenin altından bir gürültüdür koptu. Dışa­ rıda ziller, davullar döğüyor, borular ötüyordu. Ben daha Haarizmlilerin divan havalarını, boru seslerini tanımıyordum ama gümbürtüleri, patırtıları işidin­ ce bir ulu kişinin geldiğini anladım. Aradan çok geç­ medi, abanozlu divanhanenin ardındaki mahfelin perdesi açıldı. Mahfel binlerce şem'aların, kandille­ rin ışığiyle gündüze dönmüştü. Şimdi dört yasavul borularını alarak dışarıdaki selam seslerine karşılık verdiler. Çalgılar susar susmaz yasavullann başı, a­ şağıdaki sözleri bağıra bağıra ortalığa yaydı: - Ey Semerkand ahalisi! . . Seyfeddin Kutbed­ din, sayei Hüda, İkinci İskenderin zevcesi, hamiyei havzei din ve dünya, Türklerin müstakil Melikesi, rubu meskun nisvanın ser-tacı Türkan Hatun geli­ yor Ey Semerkand halkı! Başlarınızı itaat ve ria­ yetle önünüze eğesiniz. . . .

Bu ne sözlerdi? Bu Türk uşakları dillerini de u­ nutmuşlar! Caminin içinde nice kişi varsa hemen baş kes­ tiler. Yalnız benim başım eğilmedi . At oğlanlarım da gördükleri şeyden başkasını yapmadıklarından onlar da dimdik kaldılar. Doğrusu fena oldum. Bunlar ni­ ce kişilerdir ki bir Tanrı kuluna bu derece baş eğer­ ler? Tanrı önünde bay ve geda herkes birdir, arala-


GÖK BAYRAK

1 55

rında en ufak ayrılık, küçüklük, büyüklük yoktur. Öyle oldukta Ulu Hatun böyle yüce adlarla anılır mı? Hem bir kadın geçiyor diye davul döğülür, bo­ rular çalınır mı ? Hey gidi dünya . . . Boru, davul de· diğin bayrak ardında, yahut düşman ıbasmış yavuz başbuğların önünde çalınır. Biz göçebe Türküz, ama yüreğimiz yücedir. Biz yalnız yavuzluğu, yavuz­ ları yüceltiriz. Bütün bu düşünceler beni artık derecede üzü­ yordu. Onun için başımı dimdik abanoz divanhaneye doğru kaldırdım ulu hatunun girişini iyice gördüm. Ulu Hatunun ( 1 ) başında elmaslı bir taç vardı. Bu elmaslardan öyle ışıklar çıkıyordu ki dört çevreye ateşler saçılıyor sanırdık. Hatunun sağında solunda askerlerin başbuğları yürüyordu. Bu başbuğlar da başlarına elmaslı tulga geçirmişler, kılıçlarını sıyır­ mışlar ve göğüslerine de Hint çeliğinden altın kak­ malı zırh takmışlardı. Hatunun ardından saray kadınları yavaş yavaş yürüyorlardı . Hepsi İran ve Haarizm düzeninde gi­ yinmiş olan bu hanımların urubaları kızıl dibadan yapılmış ve yeni biçilmiş idi. Üzerindeki kıvrıklar kat kat ayaklara dökülüyordu ve etekleri o kadar uzun i di ki her hanımın ardından gelen dört genç köle bu etekleri taşırlardı. Ulu Hatunun ardında altı halayık vardı. Hanımların bilekleri açık olup Mol­ tan, Isfehan, Şam, Venedik kuyumlan, taşları pa( 1 ) Hatun, Moğol dilinden alınmadır. Büyük bir ada­ mın zevcesine denilir. Tacikler buna ( banu), Özbekler (bay hece ) derler. Garp Türkçesinde bu makamda bazen ( ka. dın) bazen ( hanım) sözleri kullanılır. Fransızcanın ( mat. mazel )i mukabilinde Şark Türkçesinde ( hatuncuk) denL lir. ( Kadın ), ( hatun )dan alınmış olduğuna şüphe yoktur. Yine Şark Türkçesinde ( karı) mutlaka dişi insan demek değildir. Karı, kocamak, yaşlanmak manasına olan ( karı­ mak) mastanndandır. ( Yaşlı kadın) mini.sına gelir.


1 56

GÖK BAYRAK

Ellerini abanos mahfele uzatarak bağıra bağıra

vaıza başladı.


GÖK BAYRAK

157

nl parıl parlıyordu. Kızıl atlas elbise boy kadar yu­ karı varırdı. Hanımlar omuzlarına ince ipek örme­ den yapılmış kılaptanlı carlar atmışlar ve başları­ na kızıl dibadan bir hotoz oturtmuşlardı. Bu hoto­ zun üstü yine ipek örme ile çevrilmiş inciler, ya­ kutlarla bezenmiş idi. Hotozların tepesine de iki ta­ rafa salkım salkım düşen tüller koymuşlardı. Ulu Hatun ellilik bir kadın ise de yüzüne pek çok düzgün sürmüş olduğundan yaşı pek belli ola­ mıyordu. Bununla beraber yine pek güzel, boylu boslu bir kadın olup yüriiyüşünde büyüklük vardı. Ulu Hatun gelirgelmez Şeyh Mecidüddine bir işaret etti. Ulu Hatun bir düziye yanındaki yaverle­ rine yerliğler veriyordu. Biraz da şeyh Necmeddine bakınca gördüm ki o da benim gibi ulu Hatunun haline kızıyordu. Kürsiye çıktı ve ince kuru ellerini abanoz mahfele uzatarak bağıra bağıra va'za başla­ dı. Ben de başımı Ulu Hatuna çevirdim. Ulu Hatun sapsarı kesilmişti. Şeyh göziyle Hatuna çakınlal" ( şimşek) , yıldırımlar yağdırarak va'za girişti. Yalan· dan sofuluk edenlere, yalandan kendilerini Tanrı ki ­ şisi gösterenlere hayli attı. Sert söylüyordu. Ulu Ha­ iun ise hırsından elindeki yelpazeyi mahfelin kena­ rına öyle vurdu ki yelpaze iki parça oldu. Fa.kat Necmeddin hiç korkmuyordu? Kekelemeksizin, tit­ remeksizin söylemeğe başladı. Haarizm şahının kavgalarını anlattı. Bu kav­ galardan nicesini övdü, nicesini batırdı. Kutbüddi­ nin faris diyarındaki kitapsızlar ve Şeyhülcebel (hatmiler) çığınndaki adam.lan bastığını anlattı. Artık va'z bitmişti. Camidekiler de birer birer çıkmağa başladılar. Ben de gidecektim ki tepeden tırnağa kadar pusatlanmış bir asker omuzumu dürt­ tü ve dedi ki: - Ardımdan gel! Dünyalar Melikesi Ulu Hatun seni bekler. . .


Kapıyı açarak bahçeye baktım.

ULU HATUN

z IRHLI askerin ardından yürürken Camide yap·

tığım hareketle Ulu Hatunu hırslandırdım, diye düşünüyordum. Diyecek yok, çaresiz herifin aı·dın dan yollandım. Kotak ve Susor ise çizmelerimi getir· diler. Kendileri de çizmelerini çektikten sonra ar­ kam sıra sessiz sessiz geldiler. Cami avlusundan çı­ karak alçak bir kapıdan girdik. Nerelerden geçtiğimi­ zi diyemem. Ne karanlık sofa, ne dolambaçlı, çapra· şık geçitler. Birdenbire kendimi üzeri gümüş kakma­ lı tunç bir kapının önünde buldum. Kapının başın­ da ufak bir çerağ soluk soluk ışıldıyordu. Kapının yanlarında cilalı zırhlar giyinmiş, ellerinde çelik gürz iki yasakçı duruyordu. Beni getiren asker, du­ rurken yok oldu gitti. Ben biraz bekledim. Kapının iki kanadı hızla açıldı ve gözümün önüne gözleri ka­ maştınrcasına ışıklı bir divan odası çıktı. Öz canımı Tanrıya tapşırdım ve mertçesine içe­ riye daldım. At oğlanlarım da ses etmeksizin ardım· dan geldiler. Koca urdum tınmazlar: Sanki ataları-


GÖK BAYRAK

1 59

nın evlerine giriyorlarmış gibi hiç yürüyüşlerini, sal­ lanışlarını bırakmıyorlardı. Girdiğim oda geniş, hem de dört köşe olup her köşesinde ufak birer oda bulunuyordu. Arada kalan yer ise büyükçe bir divan odası idi. Divan odası ile öteki odaların arasında kalan yere üç mahfel yap­ mışlardı. Bu odanın dördüncü yüzünde ise yüksek bir divanhane vardı. Girdiğim kapı da bu divanha­ nenin altında idi. Kapıdan içeri girince karşıya gelen yerde ayak­ ları som gümüşlü bir taht görünüyor ve bu tahtın üstünde Ulu Hatun kurulmuş oturuyordu. Yerlere değerli, yumuşak halılar döşemişler, duvarlara, öte­ ye "beriye oyulan ufak raflara altun gümüş kaseler, çini çanaklar, sırçalar dizmişlerdi. Hatunun önünde ufak dört köşe minderler üzerine bir alay civan, şi ­ rin kızcağızlar oturmuşlar, gergef işlerler ve tahtın yan sıralarında ise on altı civan kul kızlar ellerinde tavus kuşu tüyünden yelpaze veya gümüş taslar tu· tadardı. Bundan başka odanın bir tarafında duran on iki yasavul Ulu Hatunun buyuruğunu işlemeğe hazır dururlardı. Bu kavasların hepsi sırmalı diba kumaştan elbise giymişler başlarına uzun külahlar geçirmişler ve omuzları üzerine de kızıl renkli gürz­ ler oturtmuşlardı. Kılıçlar kadife kınlara sokulmuş kalkanları da gümüş savatlı idi. Odaya bir girince ürkekliğim filan kalmadı. Üç adım ileri yürüdüm ve ellerimi kulağımın yanına ka­ dar kaldırarak Moğolca bir selam verdim ve sözle­ rini dinlemeğe hazır olduğumu anlattım. Ulu Hatun eliyle yanına yaklaşmamı işmar etti. Ben de törede olduğu gibi dokuz adım yürüdüm ve eğildim. Kotak ve Susor biraz ardımda eğildiler. Ulu Hatun biraz bana baktıktan sonra dedi ki: - Bahadır! İşittik ki Maveraünnehirdeki


160

GÖK BAYRAK

yurtları ziyaret etmek için taa ıraklardan gelirsin . . . Biz yanımızda, öz hizmetimizde senin gibi yavuz de­ likanlılar aradık. Seni çağırttık ki yüce bir iş için görüşelim. Gel, ayaklarımın dibine, şu yastık üstü­ ne otur da sözlerimizi dinle . . . Baş kestim, kalkıp dizi dibine oturdum. Bir de şöyle üstüme başıma bir göz attım. Doğrusu benim yırtık elbiselerim, aşınmış çizmelerin diba ve kadi­ fe yastık üzerine hiç de yakışmıyordu . Sessiz Susor, sırıtık Kotak da ben ne yaparsam onu işlemeğe ant içmişler gibi Ulu Hatunun dizi di­ bine oturmak için ötede beride yastık aramağa ko· yuldular. Hiç tınmıyorlar, aldırmıyorlar, yalnız elle­ rine iyisinden kaba bir yastık geçirmeğe uğraşıyor­ lardı. Fakat nice yastık ve minder varsa şirin hanım­ ların altında olduğundan at oğlanlarım aradıklarını bulamıyorlar ve buram buram ter dökerek dört kö­ şeye bakınıp duruyorlardı. Saray hanımları, at oğlanların alık alık yüzleri­ ne baktıkça bir gülüş kopardılar ki o.da cıvıltı ile doldu. At oğlanlarım kızların güldüğünü görünce sol elleriyle kulaklarını ele alıp çekerek kendi görenek­ lerince ortalığı selamladılar. Ve gön;nemişlik etmiyelim diye olanca kuvvet­ leriyle kulaklarına asılıyorlardı. Zira onlarca kulağı ne kadar kuvvetli çekerek selam verirsen karşındakini o kadar ağırlarsın. Bir aralık Sugor yavaşça: - Toğcu, nereye oturalım? diye sordu. Bereket Ulu Hatun yardıma yetişti: ·

- Bu yiğitler kimdir? dedi. Hallerine bakılırsa taa çöllerden geldikleri anlaşılıyor, at üzerinde ar­ tık yavuzluk gösterseler gerek . . . Hemen cevap verdim.


GÖK BAYRAK

161

- Bunlar at oğlanlarımdır. Fakat Ulu Hatunun buyruğuna kurbandırlar. Kotak ve Susor baktılar ki kendilerine otur di­ yen yok, biraz ardıma çöktüler. Yalnız Kotak hanım­ lardan birinin yelpazesi üzerine oturdu, yelpazeyi beş bölük etti. Susor ise kılıcını başka bir hanımın şiltesine takarak bir baştan bir başa yırttı. Zavallı uşaklar bu kere öyle utandılar, öyle kızardılar ki a­ cıdım. Kotak utangaçlığım saklamak için hemen kü­ lahım çekti ve yüzünü içine soktu. Susor ise hart hart başım kaşıyarak şaşı şaşı etrafa bakınıyordu. At oğlanlarımın duruşları oturuşları Ulu Hatu­ nun hoşuna gidiyordu. Biraz hi.ınlara baktıktan son­ ra bana dönerek söze girişti. - Bahadır, dedi. At oğlanların çok şaklaban kişiler. Fakat biz sizlerden şaklabanlıktan başka şey­ ler de bekleriz. Bizim öz kullarımızdan biri seninle Kaşgar önünde konuşmuş .. Baş kestim, dört gözle dinlemeğe koyuldum. Çünkü bu kere anlıyordum ki bu �izli, karışık işler biraz güne çıkacak. Ulu Hatun yine sözleşmeye baş­ ladı: - İşittik ki iki civan kişi varmış. Bunlardan birisini anasından, babasından ayırmışlar, bir takım adamlar bunu tutsak etmişler. Salıvermek için çok para isterlermiş, doğru mu? Boğazıma bir yumruk tıkandı. Boğula boğula: - Doğrudur. . . dedim. " Ulu Hatun benim telaşımı anladı, fakat tavrını hiç bozmayarak ellerini birbirine vurdu. Odada kim varsa hemen çıktı. Ben de Ulu Hatun ile yalmz kal­ dım. Ulu Hatun sözü yürüttü dedi ki : - Bundan başka bir de senin yoldaşlarmdan Mergoz mu, Margoz mu birisi varmış. F. 1 1


162

GÖK BAYRAK

Yine bağırdım: - Margoz .. dedim. İşittim ki Margozu zindana atmışlar. Elbette Margozu zindana atmağı buyurma­ mışsımzdır. - Ses etme . . . Yalnız dinle. Ben ant ettim ki senin dokuz suçunu bağışlıyayım. Yalmz bu akşam­ dan beri üçüncü defadır ki suç işliyorsun. Eğer ba­ şında biraz akıl varsa birinci kusurun ne olduğunu bileceksin. Necmeddinin adı ağzıma geldi, kendimi tuttum . Hiç ses etmedim . Şimdi Ulu Hatun ateşli ateşli söze girişmişti. Diyordu ki: - Delikanlı.. Bana kolaylıkla meydan okun­ maz. Benim karşımda eğilmeyip de dimdik duran baş, bir işaret ile yerlere yuvarlamr. Buyruğumun al­ tındakilerin gösterişleri, yapışları benim eteğimin ucuna bile değmez. Bir taht her kusuru bağışlar. Yalnız tahta leke sürmek isteyenlerle, sır saklama­ yanlann kusuru bağışlanmaz. Benim bir çok düş­ manlarım var ki o tahtımı sarsmak isterler, ben yal­ nız onlardan ürkerim. Bunlardan biri gece ve gün­ düz uğraşır ki beni yitire! Necmeddinin kızışları, ö­ . ğütleri beni hiç üzmez. Onun karı vaazcılıktır. Fa­ kat bana çıkıştığı camide yine adıma hutbe okunu­ yordu. Benim sana diyeceğim düşman ise yalnız ba­ na karşı söz söylemek, halkı bana karşı ayaklandır­ malda kalmaz. Adımı kaldırtmak ister. Can Bey! Be­ ni bu adamdan kurtarır mısın? Ulu Hatun bunu diyerek titreye titreye yerinden kalktı. Ben de kalktım. Ulu Hatun, Necmeddinin ku­ suruna bakmıyacağını söylemiş ise de ben anlıyor­ dum ki içinden çok güçlenmiş ve evvelden de ona kızgınmış. Ulu Hatun, acısını biraz yenerek çabuk çabuk dedi ki:


GÖK BAYRAK

163

- Burada nice kişi varsa canlarını, mallarını bildiğim gibi kullanırım. Şunu da sana diyeyim ki Margoz, Ülker, kara gözlü begüm benim elimdedirler, anlıyor musun?! .. Bir hain kişi var ki gizliden gizli­ ye beni yok etmeğe uğraşıyor. Ben de gizliden gizli­ ye onu gebertmeğe çalışacağım. İşittim ki sen güçlü, yavuz bir bahadırmışsın. Can Bey, bunca yurtları bu kanlı düşmandan kurtarır mısın? Sen bu işi görür­ sen ben de yoldaşını .. Kız kardeşini . . . kara gözlü begümü sana bağışlarım, veririm. Anladın ya . . . Sen bana düşmanımın başını getir, ben de sevdiklerinin başlarını bağışlarım. Eğer yapmam desem belki karşımdakini kızdı­ rırım diye hiç ses etmedim. Çünkü Ulu Hatunun hiç çekinmiyerek Margozu, kız kardeşimi, kara gözlü be­ gümü öldürteceğini biliyordum. Ne yapıp yapıp Ha­ tunu oyalamalı, sonra kilise kapısında gördüğüm Ke­ şişten öğüt almalı idi. Biraz düşündükten son­ ra mertçe cevap verdim: - Hazırım . . . Kime karşı çıkacağım ? Ulu Hatun dedi ki : - Kim ise . . . Sana ne . . . Yoksa korkuyor mu­ sun? Korku mu? Can Bey mi, Uygur Türkü mü kor­ kuyor? Artık Ulu Hatunu filan unuttum, hemen ba­ .ğırdım: - Korku mu? Ben babamın oğluyum. Dünya­ da hiç bir şeyden ürkmem. Hele dediğin adamın e­ line, bir kılıç ver de karşıma çıksın . . . Korkup kork­ madığımı anlarsın! . - Çok iyi . . . Eğer bu yüce işin üstesinden ge-

1 irsek seni artık ağırlar, kanadımın altına alırım.

Seni şimdilik burada alıkoyuyorum ki alayımıza gi­ resin. Yann Buharaya kalkıyoruz. Sen de birlikte geleceksin. Buharaya varınca yok edeceğin adamı


164

GÖK BAYRAK

sana gösteririz. Yarına kadar burada kal, saray için· de sana yer hazırlattık. Şimdi yanına adam katar, göndeririz. Ulu Hatun sözlerini bitirince ellerini birbirine vurdu. Saray hanımları, halayıklar, kavaslar ağır, ağır içeri girdiler. İşittiğim sözlerden başım, bey­ nim sersem olmuştu. Bir taraftan vakit kazandım, diye seviniyordum, öbür taraftan da Hıristiyan Ke­ şişle görüşemiyorum diye üzülüyordum. Fakat kar­ şımdakilerle uğraşmağa gücü� yetmez idi ki . . . Belki Ulu Hatunu kandırır da biraz dışarı çıka­ bilirim diye: - Yüce Hanım! İzin verir misiniz ki gidelim, atlarımızı bulalım . . . dedim . Turhan Hatun cevap verdi: - Atlarınız buradadır. İpekçi Hüseyin atlan bu­ raya getirdi. - Margozu görebilir miyim? Ulu Hatun bu soruşum üzerine parmağını ağ­ zına götürerek susmamı işmar etti. Sonra yine e­ liyle kapıyı göstererek artık söyleşmenin bittiğini bildirdi . . . Anladım ki ellerinde esirim. Hatunun buyruğu olmayınca saraydan çıkmak yok! Hatun bana kapıyı gösterir göstermez elinde fener ile iki yasavul önüme çıktılar. Hiç ses etmedim. Ulu Ha­ tunun önünde bir baş kestikten sonra arkalarından yürüdüm. Kotak ve Susor peşimi bırakmadılar. Ka­ vaslar bizi uzun ve karanlık bir divanhaneden ge­ çirdiler. Ne bitmez, tükenmez yollar! . Divanhane bi­ tince dik bir merdivenden indik. Orada dört çevre­ si ağaçla kaplı bir bahçeye daldık, bu bahçe biter bitmez bir ufak bahçeye daha girdik. İçimden daha gidecek miyiz, diye soruyordum. Fakat dikkatli ba­ kınca bu son bahçede bir ufak köşkle bir ahır gör­ düm. Atlarımızı bu ahıra çekmişlerdi. Yasavullar bi-


GÖK BAYRAK

1 65

zi köşkün alt odasına soktular. Bir de ne görelim? Odada öyle bir sofra kurulmuş ki dil ile söylene­ mez. O ne yt.rnekler, ne yemişler . Bizi içeri sokan yasavullar sessizce baş eğerek çıktılar kapıyı ka­ pattılar. Vakit geçirmeden yemeğe başladık. Zira göçe­ be kişiler yemeğe karşı isteksizlik bilmezler. Sof­ ra çepeçevre türlü kebaplar, aşlar, tatlılarla donan­ mıştı. Fakat yanımda Kotak ile Susor varken ye­ mek artacak diye korkulur mu? Tezden sildik sü­ pürdük. Son lokmayı yutmuş, son kaseyi de kurut­ muştuk, söze giriştim: - Yoldaşlar, dedim. Dilim varmıyor ama. Yi­ ne söylemeden duramıyacağım. Bizi burada hap­ settiler. Oturduğumuz köşk iyi hoş, yemekler bol ama yine bir hapis. Bu kasabalıların bunca düzen­ leri arasında benim aklım çileden çıkıyor. Ne yapa­ cağımı bilmiyorum. Onun için lazımdır ki gideyim. Ak sakallı bir kişi var, ondan öğüt alayım. Buradan gitmeden bununla görüşeyim. Ben buradan çıkıp onu görmeğe uğraşacağım. Siz beni beklersiniz ki kimse görmeden içeri gir­ meme yardım edersiniz. Susor, hemen elini kalpağına götürdü: - Buyur Tuğcu, dedi. . . Kotağa gelince, o hiç ses etmedi . Koca ağzını bir kulaktan bir kulağa açtı. Biraz böyle durduktan sonra: - Acaba neredeyiz? Bir görsek, dedim; yavaş­ ça kapıyı açarak dışarı baktım. Ay olduğundan or­ talık aydınlıktı. Her taraf iyice seçiliyordu. Kapıyı açtım, dört çevreye bakındım. Gördüm ki bahçeler­ de kimse yoktur. İndim, köşkün dışını dolaştım. İki katlı olan bu köşk hemen önündeki duvardan biraz yüksekti. Köşke iyice baktım. Pencerelerde ufak bir


GÖK BAYRAK

166

ışık bile görünmüyordu: Demek ki yapayalnız idik. Köşkün yanında ulu bir ağaç vardı ki duvarın bo­ yunca uzamış gitmişti. Hatta dallardan biri de so­ kağa doğru iniyordu. Ağaca tırmandım, dalın üze­ rine çıkarak duvara kadar uzandım. Duvarın dibin­ de oldukça geniş ve ıssız bir sokak vardı. Yavaşça ıslık çaldım. Susor ağaca bindi ve yanıma geldi , Kotak ise gözcülük etmek için aşağıda kalmıştı. Sesimi çıkar­ maktan korkarak yoldaşıma dedim ki : 1

- Susor! Ben duvardan akıp sokağ� ineceğim, oradan Keşişi aramağa çıkacağım. Sen dallar ara­ sına gizlenir beni beklersin. Geri dönünce ben du­ varı görür bulurum . Ben, gün doğmadan buraya varırım, geldiğimi işmar için ufaktan ıslık çalarım. Kemendin üzerinde mi ? Susor belinden, kıldan örme bir kement çıka­ rarak: - İşte .. Dedi. Moğollar kementlerinden ayrılamazlar. Attan indikleri vakit kemendi kuşak gibi bellerine sararlar. - Çok iyi, dedim. Kemendi tut ki ben ineyim. Sokağa varınca kemendi yukarı çekersin. Geldiğim­ de yine uzatırsın. Tırmanarak çıkarım. - Tuğcu, gelmiyecek olursan? .. - Tanrıya sığınırsınız, becerebildiğiniz gibi yaparsınız. - Çok iyi Tuğcu! Sen hiç merak etme. Onlar bizi bitirinceye kadar ben ve Kotak on, on iki tane­ sini yere sereriz. Diyerek kemendi ilmikledi . Ağacın gövdesine bağlayarak boş ucunu duvardan aşağı sarkıttı. Bu iş de bitince Susor yüzünü garipleştirerek bana bakmağa başladı : ·


GÖK BAYRAK

167

- Ne istersin yoldaş? Diye sordum. Yiğit oğlan: - Ver elini öpeyim Tuğcu.. Belki birbirimizi bir daha görmeyiz, dedi. Gözlerimden yaş gelmişti. Susor'un alnından öptüm. - Seni de, Kotak'ı da Tanrıya ısmarladım, de­ dim ve hemen kendimi aşağı salıverdim. Ayağım yere değince, Susor kemendi yukarı çekti. Geri döndüğüm vakit kolaylıkla bulayım di­ ye duvarı bir bıçakla kerttim, işaretledim ve ıssız sokaklara daldım. Yolumu o kadar iyi tasarlamış­ tım ki güçlük çekmeden Ulu Cami meydanına var­ dım. Gündüzün kiliseye gittiğim yolu buldum sana­ rak dar bir sokağa girdim. Çok geçmedi, bir fener ışığı gördüm. Bir alay pusatlı kişiler . . . Önde fener, bana doğru gelirlerdi. Gizleneyim dedim ama, uzun ve düz bir bahçe duvarının dibinde olduğumdan, kendimi sokacak bir kovuk, bir delik yoktu. Anla­ dım ki saklanmak olmıyacak, yoluma yürümeğe ko­ yuldum. Silahlı kişilerin önüne varır varmaz içle­ rinden atlı birisi bana "dur ! " diye bağırdı. Biraz keskince bakınca karşımdakilerin asker, ve atlı he­ rifin de bunların başbuğu olduğunu anladım, dur­ dum. Atlı bana sert sert çıkışmağa başladı : - Bu saatte sokaklarda ne işin var? Sen kim­ sin, nereden gelirsin? Tez söyle. Pis göçebe . . . Ben cevap verdim: - Bana oak Tacik .. çömrü, biraz daha şirince söz söyleyemez misin? Atlı kahkaha ile gülmeğe başladı: - Ha hay! . Anlaşılır ki sen uzaklardan gelir­ sin. Anlaşılır ki beni tanımazsın? - Seni tamudakiler tanısın . . . Bana ne gerek.


168

GÖK BAYRAK

Sen kimsin ? Haydi kuzum, bırak yoluma gideyim, \ yoksa seni tamunun dibine sokanın, zorla geçerim. Ben söyledikçe herif gülmeyi arttınyor, gül­ dükçe omuzlan kalkıp iniyordu: - Ha hay . . . Zorla geçer.sin ha! Oğul, benim adım «Koca Sakal Salama»dır. Semerkant'lılar der­ ler ki "hiçbir gece geçmez ki Koca Sakal Salama bi­ risini asıp, dövüp paralamayınca rahat etsin". Bu­ gün kısmetim kapanık, daha kimsenin kemikleri­ ni kırmadım. Sen de gece vakti karşıma çıkmış, ba­ na karşı gelirsin. . Öyle kızdım ki kendimi tutamadım ve kılıcımı sıyırarak: - Uğru ! Dedim. Ya sen ve yanındakiler açık­ tan geçersiniz, ya ben sizi beceririm. Ben senin gibi uğrulara şikar olacak adam değilim. Anladın mı ? Koca Sakal bu kere böğrünü tutarak katıla katıla gülmeğe başladı. - Ha hay! Çok yaşa, orman kedisi kılıklı gö­ çebe . . . Sen beni uğru mu sandın ?. Aklını başına al. Ben kullukçuların başıyım. Şimdi kim olduğumu anladın ya?! Haydi herifi bağlayın da zindana atın, keyifli keyifli sorgu altına alayım .. Baktım ki iş fenaya sarıyor, duvara dayandım ve kılıcımla siper alarak dedim ki: - Ha kullukçular başı olmuşsun, ha uğrular başı olmuşsun .. İkisi de bir. Şimdi ben de sana bir şey söyliyeyim, ama iyi dinle; kim bir adım ileri atarsa bilsin ki kılıcımı gövdesinin bir tarafından sokar, öbür tarafından çıkanveririm. Kullukçular üzerime atılmağa davrandılar. Fa­ kat tam bu sırada sokağın alt başından elinde feneı:. iki uşak ve bunların ardından ağaca giyinmiş birisi göründü. Bu adamın arkasında bir çok hizmetçi yü­ rüyordu. Yavaş ilerliyordu. Fakat şaşılacak şey, üze-


GÖK BAYRAK

169

rinde bir silah da yoktu. Bu alay bizim yakınımıza gelince ağa kişi Salamaya bağırdı : - Hey Salama! Yine ne oluyor, bu gürültü ne­ dir? .. Koca Sakal, baş kesti, dedi ki : - Ağamız! Bu delikanlı göçebe, hanımızın yasa­ ğını dinlemiyor. Gece yansı ışıksız sokaklarda gezi­ yor. Buyruğunuz olursa tutup zindana atacağım. Şimdi ağa kişi ağır ağır söz söylüyordu . Diyor­ du ki : - Salama . . . Bu Türk delikanlısı bilmeyerek bir suç işledi. Sen de kim bilir, onu ne kadar üzmüşsün­ dür. Ben seni bilirim. Salama yüksekçe ses ile : - Efendim! Şunun kılığına baksanıza . . . Uğru­ dan başka birisine benziyor mu? Hem de bütün gö­ çebeler gibi o kadar pervasız ki doğrusu ben şim­ diye kadar nice kişiler astım, onlar bundan daha us­ lu idiler. Yeni gelen adam Salamayı susturmaya çalıştı: - Sus, sus Salama! Dedikten sonra bana döne rek : - Söyle bakayım genç delikanlı nereden geli­ yor, nereye gidiyorsun ? Eğer doğru cevap verirsen ben ( Mahmut Yalvaç) söz veririm ki, seni kayırırım . Ben, bu adı işitince yerimden sıçradı m : - Mahmut Yalvaç mı ? Buhara'lı Mahmut Yal­ vaç mı ? Diye bağırdım. Karşımdaki adam bi raz şaşa­ ladı: - Evet, ta kendisi, dedi. Buharalı Mahmut Yalvaç. - Öyle ise benim aradığım sensin, sana bir l a­ fım vardır.


1 70

GÖK BAYRAK

Mahmut Yalvaç bütün bütün şaştı, yüzüme dik dik bakarak: - Sen beni neye ararsın? Ben de Mahmut Yalvaç'ın yüzüne baktım: - Seni ararım. Nereden geldiğimi sorarsan de­ rim ki: Ben Deligun Buldak ve Onon'un çıktığ1 çevreden geliyorum. Salama dayanamadı, güle güle: - Deligun Buldak mı ?. Bu ne demek .. Uğrular yeri olacak! . diye bağırdı. Mahmut Yalvaç, Koca Sa­ kal'a sert sert bakarak susturdu ve sonra dedi ki: - Salama! Bu kere iyi av yakalıyamamışsın! Sanırım ki bu gece elin boş dönecek. Ben ne zaman · dır bu civan atlıyı bekliyordum. Beraber saraya gö­ türeceğim. Mahmut Yalvaç bunu der demez elimden tuttu ve yanına alarak alayı ile yürümeğe başladı. Salama, ağzından kemiği alınmış it gibi ardımızdan hırslı hırslı söyleniyordu. Biraz yol yürüdükten sonra sarayın önüne var­ dık. Mahmut Yalvaç dış kapıda durarak kapıcıya adı­ nı verdi ve içeri girdi. Ben de arkasından girdim. Önce bir bahçeden geçtik ki, bunun dibinde şirin bir köşk görünüyordu. Mahmut, beni bu köşke sok­ tu. Fener çeken adamlar fenerlerini kapının önüne koyarak bizi yalnız bıraktılar. Hemen Temuçin Ha­ nın bana vermiş olduğu kesik parayı koynumdan çıkararak Mahmud'a gösterdim, Mahmut da kese­ sinden paranın yarısını çıkardı. Bu iki parçayı ek­ leyince birbirine uyduğunu gördüm . Bunun üzeri­ ne Mahmut ellerimi sıkarak dedi ki: - Çok iyi, Temuçin Han nicedir? - İyidir. Beni sana yolladı ki, ona söz verdiğin işleri bitiresin; beni, uşaklarımı bu iş için kul­ · Janasın.


GÖK BAYRAK

171

Bunun üzerine karşımdakine bakmağa başla­ dım. Baktıkça yüzü gözü hoşuma gidiyordu. Mah­ mud'un başı iri, alnı dört köşe gibi düz, çenesi siv­ ri, gözleri keskindi. Rengi ise güneşten yanmıştı. Yüzüne bir bakınca kendisinin bir Türk, hem de öz bir Türk olduğu anlaşılıyordu. Tevekkeli Temuçin Han doğru beni bu adama göndermemişti. Demek ki buna emniyeti vardı. Doğrusu da tam bana öğüt verecek kişi idi. Ben riayetle söze girişerek: - Ata ( 1 ) dedim. önden şunu diyeyim ki, ben de şimdilik bu sarayda oturuyorum. Mahmut Yalvaç tez cevap verdi : - Moğol dilince konuş, söyleştiklerimizi anla­ masınlar. Burada duvarların bile kulağı vardır! - Çok iyi. . At oğlanlarımı odada bıraktım. Gi­ dip onları bulayım ki meraklanmasınlar. - Tamam. Daha iyisini istersen gidip senin o­ danda görüşmeliyiz. Orada oldukça biraz olsun gizli gözcülerden yakamızı kurtarırız. Sen nerede oturuyorsun? Bize verdikleri köşkü gücüm yettiği kadar an­ lattım. Mahmut Yalvaç sarayın her köşesini, buca­ ğını pek iyi bildiğinden oturduğum yeri güçlüksüz­ ce tanıdı . - Bildim, yıldız çevresindeki ahırlı köşk, gel gidelim . . . Diyerek fenerin mumlarını söndürdü ve cebine koydu. Sonra kapıyı açtı, ses etmiyerek dışarı çık­ tık. Oturduğumuz köşkün yanına varır varmaz ya­ vaşça ıslık çaldım. Kotak hemen seğirtti, yanıma geldi. Susor ise nöbetten çıkıp kendini topladı , ağaçtan indi, üçümüz de alt kattaki odaya girdik. Mahmut, üzerimizdeki hırkaları çıkarttı ve pcnce( 1 ) Türkler yüce kişilere (Ata) admı verirler.


172

GÖK BAYRAK

relerin onune gerdi ki dışarıdan gorunmesin. Ko­ tak'ı da dışarıda gözcü diktik. Sonra cebimden çak­ mak taşını çıkararak mumları yaktım. Bu işler bi­ tince keçe üstüne oturup Mahmud'un sorduklarına cevap vermeğe başladım. Kiışgar yanında rastladı­ ğım adamdan başlıyarak, şimdiye kadar başıma ne ·geldiyse kısaca anlattım. Ben anlattıkça, Mahmut ara sıra başını sallı­ yor ve sonra derin derin düşünüyordu. Biraz böyle daldıktan sonra söze girişti: - Oğul! dedi. Başına gelen bütün bu şeyle:­ birbirine öyle uyuyor ki hepsini güçlük çekmeden anlıyorum. Önce şunu bil ki Türkan Hatun insan yüzlü canavardır. Başında taç olan bu canavar hani­ ya sana Timur Meleğin anlattığı İsmailiye kolu baş­ buğu Şeyhülcebel'in danışıklısıdır. Şeyhülcebel hem kendi karı, hem başkasının karı için adam öldürür. Kaşgar yakınında gördüğün ihtiyara gelince; o da Şeyhülcebel'in bir adamı olacaktır. Belki de cellat Şeyhülcebel'in ta kendisidir. Türkan Hatun ile bu adam, kendilerini rahat bırakmıyan bir kişinin vü­ cudunu kaldırmak isterler . Kaşgar'lı adam Alma Ata işi üzerine senin yavuz ve güçlü kuvvetli bir ba­ hadır ve seninle görüştüğü zaman da senin düzen­ siz bir civan olduğunu görmüş, anlamış, seni elin­ de oyuncak etmek istemiştir. Onun için seni Tür­ kan Hatuna göndermiştir. Meraklı meraklı sordum: - Margoz, kız kardeşim, kara gözlü begüm? .. - Çok temiz kişisin! Timur Melekle konuştuğun vakit yüzü çizgili bir adam vardı değil mi? Ti­ murun hizmetçisi idi. O, senin kimlerle kalkıp gö­ rüştüğünü, sevdiklerinin kimler olduğunu biliyordu. Bunlara söyledi. Seni bildikleri gibi kullanmak için Margoz ile kız kardeşini yakaladılar.


GÖK BAYRAK

173

Kara gözlü begüme gelince, bunun kim olduğu­ nu bilemem. Belki Şeyhülcebel ve Ulu Hatunun el­ lerine düşmüş bir yüce kadındır. Bu Tanrı düşman­ ları zavallı kadıncağızı da ellerinde tutarlar ki ç �a­ cak işe göre onu kullansınlar . . . Ne fena kişiler! İçimden bir ateş uyandı, bağır­ dım: - Aldanıyorlar. Ben hepisini de, kara gözlü begümü de bunların elinden kurtarırım. - Sabret oğul! O kadar tez davranma, dur ba­ kalım, önden seni kurtaralım. Sanının ki bunun için de iyice güçlük çekeceğiz: Anlayamıyordum. Birçok şeyleri bir türlü aklım almıyordu. Sordum ki: - Fakat yüzünde kılıç yarası olan herif ne olu­ yor. Bu adam Timur Meleğin adamı idi. Timur Melek ise şimdiye kadar gördüğüm adamların en bahaqırı­ dır. Sanmam ki Timur Melek böyle çirkin işlere gi­ rişsin. - Timur Meleği neylersin oğul! Buralarda na­ muslu, özü pak adam on kişi kadarsa Timur Melek de bunların birincisidir. Necmeddin de, ben de öz­ leri pak adamlarız. İşte Can bey! Bu saydıklarımdan başka buralarda namuslu adaİna rastlayamazsın. - Öyle ise yüzü yamalı bu fenalıklara nasıl ka­ rışıyor? - Bu da başka . . . Timur, yer yüzündeki insan­ ların en doğrusu, en yavuzudur. Yalnız, doğruluğu çokça sevdiği gibi sertliği de elden bırakmaz. Onun için ona karşı koymağa gelmez. Kimbilir, at oğlanı, Timurun hoşuna gitmeyecek birşey yapmıştır, onun da adetini bilirsin a! Herife temiz bir kötek çekmiş­ tir. Timur eline hiç üşenmez .. At oğlanı da yediği kö­ teğin öcünü çıkarmak için Şeyhülcebelin hizmetine


174

GÖK BAYRAK

girmiştir. Zira Şeyhülcebel Timura öyle kin bağla­ mıştır ki onu öldürtmek için dünyayı verir. İşittiklerim beni artık kızdırıyordu: • - Bunlar ne fena şeyler? Dedim. Bu adamların hepsi canlarını şeytana mı tapşırmışlardır? Sizin mubarek dediğiniz şehirler kızıl Tamudan başka birşey değildirler. Mahmut Yalvaç bu sözüm üzerine öyle bir gü­ lüş güldü ki . . . Bu adam hiç eğrilik bilmiyor, özü ne duyarsa hemen söylüyordu: - Doğru dersin Can bey! Buraları tam kızıl tamudur. Burada herkes saman altından su yürü­ tür, karışıklık çıkarmağa bakar. Ahali Hanını, Ha;ı ahalisini, başbuğlar Hanlarını, hizmetçiler ağaları­ nı, kardeş kardeşi, oğul babayı bitirmeğe uğraşır! Şehzade Mehmet babasına karşı, Han ise ona bağlı beylerden olan Gur Hana karşı, dünyanın en yakı· şıklı adamı Buhara ve Semerkand şahı Osman, hem buraların Hanına, hem de Gur Hana karşı halkı a· yaklandırmağa çalışırlar. Türkan Hatun da oğlu için kocası Hanı ortadan kaldırmak ister. Almut Dağı üstündeki kalesinde duran İsrnaililer başı Şeyhül­ cebel de dünyada ne kadar bahadır adam varsa hepsini yok etrneğe uğraşır. . . İçim sıkılıyordu. Hemen dedim ki: - Bunların içinde sanının ki Timur Melek kimseye karşı fenalık güdemez, kimseye karşı dü­ zen kurmaz. - İşte bunda yanılıyorsun Can bey! Timur da böyle işlerden kendini koruyamaz. Maveraünnehir­ de anasından süt emen çocuklar bile düzenbazlık düşünürler! Sen bile Can bey, buraya ayak basalı­ dan beri gizliden gizliye iş görmekten başka ne kar işliyorsun? Buranın havası böyledir oğul ! . Şaşaladım, Mahmurla:


GÖK BAYRAK

175

- Sen de mi gizİiden gizliye uğraşırsın? Diye sordum. Mahmut Yalvaç hiç yüzünü gözünü değiştirmi­ yerek cevap verdi: - Ben mi ? Zaten sekiz seneden beri şurada başka bir iş görmem ki. . . Neler iştiyordum ? Dibi olmayan öyle bir bula­ şık çukuruna düşmüşüm de bilmiyordum. Bunları düşününce kolum, kanadım kesildi, düştü. Öyle a­ cınsandım ki ağlayacağım geldi. Doğruluk dünya yüzünden çekildi mi ? Mahmut benim halime hiç bakmıyor, yine söy itiyordu: ·

- Evet oğul! Ben bir Türkmen göçcbesiyim. Haarizm hanlığını kuranlar benim obamı basıp yağma ettiler. Ben de ant içtim ki onlardan öç ala­ yım. Sen de göçebesin. İyi bilirsin ki bir göçebe bu türlü antları can çekişir de, ölür de yine unut­ maz! Ben Temuçinle birlik yürürüm. Temuçinin ba­ şına topladığı öz yiğit Türklerdir ki buralarını te­ mizleyecekler. Şimdi Mahrnudun neye çalıştığını anlıyordum . Bütün mertliğim, yiğitliğim başıma sıçradı. - Ben de senin gibi ant içtim, diye bağırdım . Mahmut, çok iyi etmişsin, dedikten sonra hika­ yesini bitirdi ve düşüncelerini yüz üstü çıkarabil­ mek için hangi yollardan gittiğini anlatmağa koyul­ du: - Kendi kendime verdiğim sözü tutabilmek için alış veriş için «Kanıklı» Hanının, Haarizm Şa­ hı «Cengaver Tekeş» ile Hareminin yanlarına soku! . dum. Ben onlar için bir elden öbür ele gider, diba­ lar, ipekliler, cevahirler, değerli fağfuriler, kaseler, kadifeler arar bulurum. Kostantin şehrinden, Roma Kayserinin olduğu yere kadar uzanırım. Oradan Hin-


176

GÖK BAYRAK

de, Manzi dedikleri Çin ellerine gelirim. Çok ke­ re de Çipango (Japonya) adasına geçerim. Bir kert! de böyle Çin ülkelerinde dolaşırken Temuçin Han ile tanışıklık ettim. Ve hemen kendisini dariışık ol· dum. Çünkü oğul! Şimdiye kadar şehirlerin, kasa· halıların ettikleri fenalıkların öcünü çıkaracak an­ cak Temuçin Handır. Evet, ben burada gizli düzen­ ler kuruyorum, ama kendim için değil. Biz gök gö· çebelerin Temuçinin, Kara Hatay Hanını, Kaşgar­ lı Gur Hanı, Maveraünnehir Şahını, Herat ve Deh li Hanlarını yenmesine çalışıyorum. - Desene bütün dünyayı bitirmeğe çıkmışsın?! - Elbette! Ben sana alnı açık senin gibi göçebeler ile, uzun burunlu, sık sakallı kasabalılar kavgasını söylüyorum. Bu benim dediğim, çöl ile kasaba kavgası olacaktır. - Benim gibi göçebelerin bu düzenbaz kasa· halılarla çarpışacaklarını işittikçe yüreğim kabarı· yordu: - Çöl çocukları üste geleceklerdir, görürsü­ nüz. Yere batsın bu düzenbaz kasabalılar. - Evet! Bana kalırsa ben, Temuçin ve Boğur· cu gibi kişileri, hali şanına uymayanlardan yüce tu­ tarım. İkimiz de bir zaman düşünmeğe vardık. Önce ben söze girişerek sordum ki: - Sanır mısın ki Ulu Hatun, İsmaili denilen hatmi mezhebi başı Şeyhülcebel ile danışıklıdır? - Oğul; yalnız sanmak değil, böyle olduğuna kalbimi basarım. - Demek ki. . . Timur Hanı . . . Sözümü bitiremedim. Yukarıdan aşağı titre­ meğe başladım. Fakat Mahmut Yalvaç aklımdan ge­ çeni tez anlamıştı. Dedi ki:


GÖK BAYRAK

177

- Evet oğul! Senin kolunla, bileğinle Timur Meleği öldürtmek isterler. Bunu işitince beynimden vurulmuşa döndüm, ellerimle yüzümü kapadım. Kendi kendimden utan­ dım. Şimdi Mahmut yine anlatmağa başlamıştı: - Dinle Can Bey! Burada ne olup bittiğini iyi biln:ıelisin ki sersemcesine· iş görmeyesin. Temuçin seni bana gönderdi ise, o da senin aptal olmadığın­ dandır. Çünkü Temuçin Han gibi insanı tanıyan, an· layan bulunmaz. Şimdi kulaklarını iyi aç, bütün bu karanlık işleri çabuk anlarsın. « Niyoçe» oymağın dan olan « Kara Hataylar» büyük bir Hanlık kur­ muşlardı ki bu Hanlık da çok geçmeden ikiye ay­ rıldı. Bunlardan birinin payitahtı «Beşbalık» öte­ kinin ise «Kaşgar»dır. Kaşgar Hanlığının başında Gur Han bulunur ki Uygurlar başbuğu Boğur Ha­ nın boyunduruğu altındadır. Demek «Niyoçe»ler, «Uygur»lar, « Karlık Türk· leri» Boğor Hanın buyruğundadırlar. Bu karlıkların içinde Hıristiyanların dininde bulunanları ve hat­ ta buralılarda da vardır. - Bunların hepsini bilirim. - İyi ama «Kanıklı » Türklerinin «Haarizın» de ve «Ürgenç» de· pek ulu bir Hanlık kurduklarını bi­ lemezsin. Bundan yüz sene evvel Haarizm Şahı Atsız, Sincar Sultanı ile kavgaya girişir. Bu Sincar Sulta· m da Horasandan gelme bir Selçukdur. Haarizm Şahı Atsız ölünce yerine geçen Arslan Şah son Selçuki Şahını da tahtından indirdi ise de sonra da Gur Han ile muharebe ettiğinden yenildi ve Gur Hanın bayrağı altına girdi . F. 1 2


178

·

GÖK BAYRAK

- Bunları da bilirim. Bu dediğin 560 senesin­ dedir ( milad 1 164 ) . Bu kavgada Uygurlar, ordunun eı:ı özge askeri idi. Babam da bu kavgada bulunmuş· tur. - Çok iyi. Şimdiki Haarizm Şahı Tekeş çok kavgalarda üste geldi ve « padişah» mertebesini ka · zandı. Öyle ki cengaver Tekeş'in toprakları taa Hintden Basra körfezine, Herata, İtil (Volga ) su­ larına kadar uzar. Böyle olmakla beraber yine Gur Hanın buyuruğundadır. Tekeş Horasanda Şeyhül­ cebel ile çok uğraştı. Bir çok kere de Şeyhülcebeli ve adamlarını tepeledi. Bunun içindir ki Şeyhülcı:­ bel de bu acıları hiç unutmaz ve mutlak öç almak ister. Bundan başka da Ulu Hatun Tekeş Cengaverin büyük oğlunu hiç sevmediği gibi bu çocuğa çok kin besler ve yerine küçük oğlu Mehmedi ( Kutbeddini ) tahta geçirmek ister. Şimdi biraz anlamağa başla­ dın mı? - Anladım ! Demek ki Ulu Hatun ile Şeyhül­ cebel Sultan Alaeddin Tekeşe fenalık etmek için söz­ leşmişlerdir. Böylece Mehmedi tahtına çıkarmak için yoldaki engelleri kaldırmak isterler. - Doğrusu bir göçebe için bu kadar tez anla­ yış fena değil! Bu kadarla bitmiyor Can bey! Bağ­ dattaki halife Nasreddin, Tekeşe yenildiğinden bu düşmanına pek ziyade kin güder. Bunun içindir ki Ulu Hatunun yanına kendi adamlarından biri olan Şeyh Mecideddin'i yerleştirmişti. Bu Mecideddin Ulu Hatunun beynine iyice girmiştir. Mecideddinin aslına gelince: Bu adam Herat, Hintdeki Delhi Sul­ tanı olan ve Haarizıne göz diken Şehabeddinin ada­ mıdır. Şehabeddin ise altdan alta Şeyhülcebel ile de sözleşmiştir. Şimdi bu dolaşık karışık işi anladınsa çok vahşi! Ulu Hatun gerek kocası olan Tekeş Cen­ gavere, gerek büyük oğluna karşı Mecideddin ve


GÖK BAYRAK

179

Şeyhülcebel ile sözü bir etmiştir. Beri taraftan d.ı Mecideddin hem Ulu Hatuna, hem de küçük oğlu Mehmede karşı Halifei Bağdat ile danışıklıdır. An­ lıyor musun bu siyaseti? Ne entrikalar, siyasetler içinde kalmışım. Bü­ tün bu düzenleri ,sözleşmeleri işidince göynüm bula­ nıyordu. :___ Yere batsın bu yüreksiz kişiler . . . Diye bağır· dım. Mahmut dedi ki: - Sabret oğul! Hepsi bitmedi . Timur Melek As­ lan kadar yavuz olduğu gibi çok da akıllıdır. Meh· medin küçük oğlu Celaleddine de pek sözü geçer, Bu Celaleddinin pek mert delikanlı olduğunu söylü­ yorlar. Timur Meleğin Türkistan da bir çok toprağı olduğundan Gur Hanın buyruğu altınd_adır. Hem de öyle ötekiler gibi kaltabanlık etmez. Sen de bi­ l irsin ki özü sözü doğru, Hanına sadık bir silahşör­ dür. Bir tarafdan da Mehmet tahta çıkınca Gur Handan kurtulmak ister, bunlara ne dersin? - Ne mi derim? Bundan böyle yalnız: Yaşasın Gök bayrak ! . diye bağıracağım. Başka diyeceğim yoktur! Mahmut, hiç birşey söylemeksizin, dimi sıktı. Biraz durduktan sonra dedi ki: - Benim işime gelince: Ben Temuçine pusat· lan, kavga avadanlıkları gönderirim. Seni bana yol­ lamıştır ki ona verdiğim söz üzerine bir kervan dii­ ı.eyim ve mancınıklar, silahlar, bu mancınıkları kul !anacak, kuracak ustalar göndereyim. Şimdi Mar· goz ile kız kardeşini . ve öteki prensesi kurtarmak kalır. Onları kurtarınca hemen Suriyeye ve Roma vurdUııa gidersiniz. Orada kayga makineleri, takım­ ları yapmağı, kurmağı bilen adamlar vardır. Sen Müslüman kişiler içinde, Margoz da Hıristiyanlar


1 80

GÖK BAYRAK

içinde iş becerirsiniz. Orada bildiğim, tanıdığım bir çok adam vardır ki ben onlara sizi ısmarladım. Ulu Hatunun alayında olduğumuzdan yolda ben kız kai·­ deşini Marguzu ve öteki kadını da kurtaracak bir düzen bulur ve sizi yola koşanın. Şimdilik, seni Tanrıya ısmarladım. İki üç saat sonra görüştüğü· müzde beni görmemiş ve tanımamış ol. - İyi ama, ardındaki adamlar beni gördüler, tanırlar. - Ziyanı yok. Onlar benim o'Oam adamlanu­ dandır. Sağlam, özleri doğru uşaklardır. Birisi ağ· zından laf kaçırmaz. - Saray kapıcısını ne yapalım? O da gördü. - Ona gelince: Benim adamlarımın içinde se· ni nereden belleyecek. Görmemiştir bile. Sen yal­ nız emniyetli ol ve sabaha kadar rahat et. Mahmut, bu sözleri diyerek elimi bir daha sık· tı ve benden ayrıldı. Biraz sonra ben de uzandım, at oğlanlarımın derin horlutulan bana ninni gibi gelerek uyumuş kalmışım.


SEMERKAND'DAN BASRA'YA erkenden davul, düdük, boru ses­ S ABAHLEYİN leriyle uyandım. Yataktan henüz kalkmıştım

k:

kapı açıldı ve iki köle yemekle:rle donanmış bir tep­ si getirdiler. Yemeği yeryemez atlarımızı, eyerlcrimi­ zi ısmarladılar. Bir saat geçti geçmedi, Türkan Ha­ tunun bostancı başısı odama girdi ve bana bin di narlık bir kese ile bir samur kürk getirdi. At oğlan­ larıma da ayrıca yüzer dinar ile sincap kürkler ver­ diler. Biz kürkleri giyip de sallanmağa başlar baş ­ lamaz bostancı başı önümüze düşerek bizi sarayın kale üstüne açılan bir kapısına getirdi. Taş bir köp­ rüden geçtikten sonra Necef kapısına geldik ve kı­ ra çıktık. Kapının dışarısında beş yüz kadar atlı yığıl · mıştı. Bundan başka da çayır üzerine ayrıca araba · lar dizilmiş ve her birine otuz manda koşulmuştu. Bu arabalardan biri gayet değerli, gök çuha ile kaplanmış olduğu gibi dört çevresi de bayraklarla, sancaklarla donanmıştı. Biraz sonra çalgılar çalınmağa başladı. Anla­ dım ki bir büyük kişi gelir. En önce Semerkant v;_: Buhara Şahı Emir Osmanı gördüm. Dünyanın en ya­ kışıklı delikanlısı denilen Emir, ak bir ata binmiş, önüne dört davullu katmış, ardına da dört bayrak­ tar almıştı. Bundan sonra Ulu Hatunun nişancıları söktüler. Bunların başında murdar Salamayı tanı · dım. Kullukçular kapı önünde birikmiş olan halka


182

GöK BAYRAK

sopalarla, küfürlerle girişerek ortalığı açtılar ve seyre gelmiş olanlar iki sıraya dizildiler. Bu iş d� bittikten sonra taa kapının başından gök çuhalı köş­ kün kurulu olduğu arabaya kadarki yola ipek v� diba keçeler serdiler. Biraz sonra Ulu Hatun, ardın­ da otuz civan kızla kapıdan göründü. Türkan Hatu­ nun üzerindeki bol ve ağır elbisede, üs tünden aşa­ ğıya kadar şeritten süsler vardı ki civan kızlardan kimi bu şeritleri tutarlar, kimi de elbisenin etek­ lerini kaldırırlar ve böylece Hatun daha ulucasına gezer yürürdü. Kızların hepsinin başında uzun hotozlar vardı. Bu hotozların Üzerlerine bir çok elmaslar takılmış ve deve kuşu, tavus tüyleri sokulmuştu. Hatun ise başına her tarafı cevahirli bir taç koymuştu. Biraz arkadan köleleri Türkan Hatunun atını götürürler­ di. Yer yüzünde insan oğlu neler görüyor! Atın üze­ rine sırma işlemeli bir örtü örtmüşler, dört ayağı­ na altından halkalar geçirmişler, boynuna da elmas­ lı gerdanlık takmışlardı. Atın ardına da Ulu Hatu­ nun bostancıları sıralanmışlardı. Bunların önünd� de kullukçular başı olan iri bir herif giderdi. Bu iki keçeli bostancı ve kullukçuların ortasın­ da da bin türlü renkten carlar giyinmiş, yüzlerine ak nikaplar örtülmüş otuz kırk kadar civan kız da­ ha yürüdü. Kızların ardından yine bir alay atlı uşak­ lar, develer üzerine kondurulmuş iki köşkün sağın­ da ve solunda giderlerdi. Bu köşkler sımsıkı kapan­ mıştı. Ben bu kapalı köşkleri görünce yüreğim at­ mağa başladı. Belki bu nikaplar arasında veya bu köşkler içinde kız kardeşim, Margoz ve kara gözlü begüm bulunuyordu. Emir Osman, Ulu Hatunun ilerlediğini görünce diz çökerek eteğini öptü. Ulu Hatun da tacını Emi­ rin başına koydu ve böylece Emiri buyruğu altına


GÖK BAYRAK

1 83

aldığım anlatmak istedi. Sonra yanındaki on kızla gök çuhalı köşke oturdu. Öteki kızlar da başka köşk­ lere yerleştiler. Bir de solumuza baktım ki: çobanlar inekleri, develeri, koyunları, atları sürü etmişler, ardımız­ dan yola katmağa uğraşırlar. Bir aralık «yürü» işareti verildi. Davullar döğ­ meye başladılar, atlılardan birtakımı karaul alayına geçti. Bunun ardına, gök çuhalı köşk ve daha ardına yanlarındaki askerleriyle öteki köşkler sıralandılar. En arkaya benim de bulunduğum atlılar dizildi. Mahmut Yalvaç da kır bir ata binmiş ve bizim ta­ kıma girmişti. Hemen bana çabukça bir göz işmarı ederek yanıma geldi. Biraz sonra atlılar hayvanları tırısa kaldırdılar ve alayı toza dumana katarak yola düzüldü�er. Semerkanttan Buharaya günde on iğaç ( fersah) yürümekle on günde varılabilir. Önce «Zerefşan» ırmağının bir ufuk kolu olan « Karasu» boyunca yü­ rünür, sonra da bir düziye birbirine bitişik bahçe­ ler ortasından ve bellenmiş tarlalardan, ağaçlıklar içine gömülmüş köylerden, kenarları söğüt ve dut­ luklarla donanmış sulardan geçilir. Güz çağı oldu­ ğundan ağaçlardan, çoğunun yaprakları sararıyor­ du. Nereden vursak önümüze yemiş dolu öküz ara­ baları, köylüler çıkıyordu. Buralarda çok erik olur, bu vakitte devşirilerek kurutulur, sonra da dünya­ nın dört tarafına gönderilir. Buhara, yemişleriyle ta­ nınmıştır. Yolda « Zernuk» ve «Tur» kasabalarından geç­ tik. Yolumuz herhangi kasabaya düşerse hemen ka­ dı, aksakallar, asker başbuğları ve kasabanın ileri gelenleri bizi karşılamağa çıkıyorlar ve Ulu Hatum armağanlar peşkeşler getiriyorlardı . Yolda bulun­ duğumuz zamanca Mahmut Yalvaç, bana tek laf


184

GÖK BAYRAK

söylemedi. Onuncu günü iki suyun birleştiği yerde bir çukur çayıra konduk. Bu iki su, bir iki iğaç ile­ ride « Zerefşan» ırmağına katılır. Bulunduğumuz çayırlıktan Buharamn köyleri , dış mahalleleri, ağaçlar, tarlalar ortasına serpilmiş, iki katlı evleri pek güzel seçiliyordu. Biraz ilerid\! ise yüce Buhara şehrinin bin dört yüz camiinin kub­ beleri, şirin minareleri, yeşil çitlerin sarı yapraklı ağa_çların ortasında gök ile yer arasına asılmış gibi duruyorlardı. Mevsim, kuş geçimi olduğundan gök yüzünde binlerce leylek uçuşuyordu. Büyük bir taş­ köprüden . geçtik ve taa şehrin kapılarına kadar uza­ yıp giden çukur ovaya girdik. Burası Buharanın namazgahıdır. Her sene bay­ ramlarda, başka mübarek günlerde Buharalılar bu­ rada toplanırlar, ilahi okurlar, alay kurarlar. Şehrin kapısı önünde ulu bir çadır kurulmuş ve Haarizm Sultam Cengaver Tekeş çadırın içine o­ turmuştu. Ulu Hatun mahfesinden inip de çadır.1 girince ben de ardındakilere karıştım. Çadırın etrafına depdeğirmi sayvanlar, bezden perdeler çevirmişler, orada nice Han, Başbuğ varsa önlerine, artlarına yasakçılarını dikerek bu savyan­ ların altındaki kürsü gibi yerlere gelip kurulmuşlar­ dı. Çadırın dışındaki kerevetlere de bir çok asker­ ler oturmuşlar, silahlarını önlerine çatmışlardı. Şa­ hın yanına girdiğim vakit bunun kürsü gibi bir yere yerleşmiş olduğunu gördüm. Bu kürsünün üs­ tü sırma işlemeli ipekli kumaşlarla kaplanmıştı. Şahın oğlu Mehmet ise babasının sağına geçmişti . Çadırın içi, tavanı yine sırmalı ipeklilerle kap­ lanmış ve Sultanın bir dirsek yukarısına inci, elmas kakılmış bir taç asılmıştı. Sultanın kendisi ise çok kalendercesine giyinmiş ve üzerine yalnız yeşil do-


GÖK BAYRAK

185

kuma bir uruba geçirmiş, başına da yine o kumaş­ tan bir takke oturtmuştu. Hanların, Başbuğların ileri gelenleri, Şahın sa­ ğını solunu almışlar ve bir çok hanzadeler ise elle­ rinde sineklikler, önde oturmuşlardı. Kapının yanın­ da, Şahın baş yaveri veziri, mühürdarı bulunuyor­ du. Alay içeri girince şah tahtından inerek Ulu Ha­ tunu elinden tuttu ve yanına çıkardı. Sonra, eliyle bir işmar etti, hemen çalgılar çalmağa başladılar. Biraz sonra çengiler, canbazlar ortaya çıkarak bir çok marifetler\ yaptılar. Bir aralık meydana pehli­ vanlar geldiler ve güreşi kurmağa başladılar. Ardımda bir mırıltı oldu. Başımı çevirdim, bir de ne göreyim? Susor ve Kotak oldukları yerde so­ yunmağa kalkışmıyorlar mı ? Koca uşaklar! Pehli­ vanlarla kapışmağa, boy ölçüşmeğe hazırlanıyorlar­ dı. Yerlerine oturtuncaya kadar ak ile karayı seçtim. Pehlivanlar, güreşlerini bitirip de çekildikleri vakit baş şerbetdar ve baş saki artlarına elli köle al�rak orada olanlara altın ve gümüş taslar içinde şarap gezdirdiler. Bu içme adeti de pek tuhaf! Önce Şah içiyor, sonra çavuşlar Şahın içmiş olduğunu dört çevreye bağırıyor, herkes de tasını dikiyordu . Şah üç tas içtikten sonra ahali de kana bildiği ka­ dar içebilir. Yeter ki birine bir işmar edin. Herif hemen gelir, elinizden boş tası alır ve ipek havlu üs­ tünde bir dolu tas tutarak getirir, verir. Yavaş yavaş kafalar kızışmağa başladı. Ben d:: kendimi içkiye kaptırmıştım ki ardımdan birisinin : - Dikkat et ! . . . Dediğini işttim. Mahmut Yalvaçın sesini tanıdığımdan bütüı1 gücümü, elime aldım. Çünkü anladım ki büyük bir­ şey olacak. Aradan çok geçmeden davullar vurmağa başladılar. Büyük bir başbuğ geldiğini haber verdi­ ler. Bu gelen, Timur Melek idi .


1 86

GÖK BAYRAK

Timur Melek, pusatlannın üzerine altın kakma­ lı bir zırh geçirmiş ve başına da Çin sadakorundan bir dolam sarmıştı. Koca bahadır, aslan gibi orta­ ya çıktı ve tahtın önünde dokuz defa eğilerek bir di­ zini yere vurdu, sonra oradaki emirlerin arasına gir­ di durdu. Ben, Timurla Ulu Hatunun arasında ge­ çeni bildiğimden ikisini de gözümden ayırmıyor­ dum . Bir aralık Türkan Hatun eğildi ve· eliyle beni göstererek Şahın kulağına bir kaç laf dedi. Şah ba­ na bakarak gülümsedi ve yasavullardan birini ça­ ğırıp bir emir verdi. Biraz sonra yasavul yanıma geldi ve tahtın yanına yaklaşmamı tenbih etti. Mahmut Yalvaç ikinci kere : Dikkat et! . . dedi. Ben çıkmağa davrandım, fakat Kotak ve Susor do:ı hiç tınmayarak her vakitki gibi iki adım geride ar­ dımdan yürümeğe koyuldular. Tez buyruk verdim, at oğlanlarımı yerinde bıraktım ve hemen meyda­ na atılarak baş kestim, dizimi yere koydum. Şah, bana bir zaman baktıktan sonra dedi ki : .

_

- Bahadır! Senin sözünü işittik. Dediler ki sen, civanlığına göre yavuz, güçlü bir silahşörmüş­ sün, kılıç oyununda artık idmanın varmış. Emredi­ yoruz ki şurada bulunan bahadırların biriyle önü­ müzde ölçüşesin! Burada Timur Melekten dalı� namlı bir silfthşör tanımadığımızdan onunla vuruş­ manı isteriz. Hazır mısın? - Ben her vakit hazırım. Dedim. Şah sakalı altından gülümseyerek ve ellerin i birbirine uğuşturarak sözü yürüttü . - Çok iyi edersin .. Sen, Timur Melek? Gücü­ nü, zorunu bu civan Türkle denemek hoşuna gelir mi? Timur Melek, ilerliyerek cevap verdi: - Yoldaşım Can Beyle bir iki kılıç savururuz.


GÖK BAYRAK

187

Timur Melek yoldaşım lafını der demez Ulu Ha­ tun hırsından dudaklarını ısırdı. Artık açık açık an­ lamıştım. Türkan Hatun Timur Meleği öldürtmek istiyor ve benim gücümü denemeğe uğraşıyor. Beri taraftan Şah, yasavullarından birine bir iki söz söyledi. Hemen bana bir Tibet kalkanı getir­ diler. Bu kalkan gergedan derisinden olup üzerini:! yol yol savatlı çelik kakmışlardı. Timur da yum­ rulu kalkanını aldı. Şahın, saray adamlarından biri kadife bir yastık üzerinde bir kılıç getirdi. Bu kılı­ cın dünyada eşi bulunmaz sanırım . Sapı yukardan aşağıya kadar necef taşlariyle süslenmiştir. Şah, bana dönerek dedi ki : - Can Bey! _Sana, bu Tibet kalkanını arma­ ğan ediyorum. Hazinemde bunun gibi üç kalkan da­ ha vardır. Kılıç ise Mahmut Gazneviden kalmadır. Ben civanlığımda bu kılıçla bir demir direği ikiye bölerdim. İçinizden hanginiz ötekini alt ederse kılıç da onundur. At oğlanlarıma bir işmar ettim. Koştular, tol­ gamı getirdiler. Timur da tolgasını taktı. Birbirimi­ ze bir eyyam gülümseyerek bakındık. Timur sevinç­ li sevinçli dedi ki: - Eğer ortaya bu kılıç konmasaydı, kahraman-. lığı sana bırakırdım Can Bey! . Hemen cevap verdim: - Eğer Cihangir Şahın buyruğu olmasaydı ağam Timura karşı çıkamazdım. Bu aralık şah: - Haydi er meydanına . . . Bahadırlar-. Diye bağırdı. Sonra elini üç kere vurdu. Biz de birbirimize saldırdık. Bir vakitler, kılıçların tulgalara, zırhlara iner­ ken çıkardıkları sesten başka birşey duyulmuyordu. Ben hem vuruyor, hem kendimi koruyor, hem d�


1 88

ıı

GÖK BAYRAK

kimse görmeden Timur Meleğe bir iki laf derneğe çalışıyordum. Fakat Timur Melek, bana görüşme çarelerini buldurdu. Çünkü, artık iyice kızışmış, daralmış olduğundan bileğine kayışla bağlamış ol­ duğu kılıcını yanına sallandırdı ve üzerime atılarak belimden kavradı. Ben de kalkanı attım, Timuru kollarımın arasında sıkmağa başladım. Biraz böyle boğuştuk. Ben, hemen eğilerek dedim: - Timur Melek ! Kendini koru. Ulu Hatun, seni bitirmek ister. Bunu söyler söylemez. Timur Meleğin kollarını gevşettiğini duydum. Ben de bıraktım. Nefes alıyor­ muşuz gibi birbirimizin karşısında bir zamanlar durduk. Bir aralık etrafıma bakındığım sırada M�h­ mut Yalvaçın gözü gözüme ilişti. Mahmut Yalvaç tez bir işmar ederek çadırların kapısını gösterdi. Başımı o tarafa çevirince at oğlanlarımın yerlerinde olmadığını gördüm, anladım ki Mahmut Yalvaçın adamları, yoldaşlarımı kaçırtacaklar. Vakit kaybet­ meğe gelmezdi, kalkanımı, kılıcımı ele alarak Ti­ mura: - Ne vakit dilersen başlıyalım, dedim. Timur Melek cevap vermedi, hemen üzerime saldırdı . Çok geçmeden, yine birbirimizi bellerimizden kavradık. Biz böyle gövde gövdeye boğuşurken Timur Meleğin kulağına fısıldadım: - Timur! . Bir çare bul, beni çadırdan çıkar, atıma kadar götür. - Peki, Can Bey. Timur, bunu söyler söylemez bir adı m geri çe­ kildi. Ben, daha kalkanımı kavramağa vakit bula­ madan Timurun kılıcı başıma öyle bir iniş indi ki şeritler koptu ve tolgam yere yuvarlandı. Tirnur, ayağını kalkanıma koyarak sol eliyle de kendi kal­ kanını kaldırdı. Ben baş açık, sipersiz kalmıştım.


GÖK BAYRAK.

189

Timur Melek ise, tepeden tırnağa kadar silahlı idi. Fakat silahlığına güvenip beni alt edeceği yerde kı­ lıcını yere dikerek şirincesine durdu, sonra Şaha dö­ nerek: - Şahımız, dedi, civan düşmanımın başına ge­ len kaza benim ustalığımdan değil, zırhının bozuk olmasındandır. Çünkü, bu kadar uzun yolculuk üze­ rine tulgasının şeritleri eskimiş, kopmuştur . Benim zırhım ise sağlam kalmıştır. 1 Bizden daha eski, daha bilgiç bir silehşör olan Şah, bu söz üzerine gülümsedi ve: - Sen babayiğitce söz söylersin Timur Melek! . Çekişmenin sonunu başka güne bırakalım, dedi. Timur Melek cevap verdi : - Canım kurban! Sanırım ki Can Beyle yalnız silahla ölçüşmemiz yetmez. Bir de atlarımızı dene­ yelim. Bu söz, Şahın hoşuna gitti. Gür sesle dedi ki: - Çok iyi dersin Timur Melek. Şimdiden tezi yok, koşu yapmamzı isterim. Can Bey! Kılıcı Timur Melek kazandı. Fakat sen de gücenmiyesin diye tam sana layık bir tulga vereceğim. Şah, sözünü bitirmişti ki tepesi altın meneviş­ li bir tulga getirdiler. Bana verdiler. Başıma geçi­ rip bağladım. Şahın bir emri üzerine çadırın kanatlarını kal­ dırdılar ve has ahırcılar atlarımızı alıp getirdiler. Şah yerinden kalktı ve ilerliyerek hayvanlan seyre daldı, dedi ki: - Doğrusu çok yahşi hayvanlar! Hangisine bahis koyayım, şaşırdım. Hangisi çabuk kaçarsa o kazanır. Oğullar! Şimdi beni dinleyin. Buradan üç iğaç (fersah) ileride bir bahçe vardır ki orada daha dünyanın başka yerinde bulunmıyan laleler yetişti­ rirler. « Lale Sultanı» denUen bir nevi lale vardır.


190

GÖK BAYRAK.

Gök üstüne kızıl, ak çizgilerle işlenmiştir. İçinizden hanginiz ilk önce bunlardan getirirse askıyı o kaza nacaktır. Biz eğilip baş kestik. Fakat bu vakitte Mahmut Yalvaç ardıma gelerek tezce dedi: - Buradan ayrılıp da bir iğaç kadar koşturı ' mu, sağa vur, Nahşep yolunu tut . . . Adamlarımdan biri at oğlanların ve sevdiklerin ile seni orada bek­ ler . Yüreğimin çarpıntısını zorla tuttum. Hiç tınmı­ yarak atın eğerini düzelttim. Okum, sadağım eye­ rimin kaşına asılmış olduğu gibi kürkümü de, top sarmış, eyerin ardına yerleştirmiştim. Bu düzenle dünyayı alt üst etmeğe hazırdım. Ulu Hatun biraz işkillenir gibi oldu. İki üç defa :

- Bunlara bugün koşu yaptırmak neye yarar? Dediğini işittim. Fakat ihtiyar bahadır hoşlanı­ yordu, cevap verdi: - Artık eyerleri vurdular. Alıkoymak olmaz. Hem de görmek isterim: Kır at mı yoksa doru at mı ilk gelecek! Şahın bu sözü üzerine Ulu Hatunun Hintli Sün­ büle tez işmar ettiğini gördüm. Hemen Timurun aya­ ğına bastın: Timur da Ulu Hatunsun işmannı gör müştü, bana bir göz attı. Fakat, ikimiz de tınmıyor­ duk. Ben, kalkanımı bağladım ve bir sıçrayışta atı­ ma bindim. Ulu Hatun, bütün bütün kuşkulanmıştı, dedi ki : - Canım, böyle pusatla koşu yapıhr mı? Hay­ vanlar boşuna yorulacaklar. Tekeş Sultan o kadar şen idi ki Ulu Hatuna şu cevabı verdi: - Siz, kavga işlerinden hiç birşey anlamazsı­ nız. Bahadırlar her vakit silahlanyle ata binerler.


GÖK BAYRAK

191

Ulu Hatun, hırsından dudaklarını yine ısırdı. Fakat bir de baktım ki Sünbül, ardına yirmi kadar adam almış, atlara binip yola düzülürler. Kan, ba­ şıma sıçradı. Nasıl sıçramasın? Atıma binmiştim. Biraz ileride anamdan doğalıdan beri içinde yuvarlanmış, büyümüş, adam olmuş olduğum çayır­ ların, otların o gönül açıcı kokuları burnuma geli­ yordu. Yine, kuş gibi başı boş olacaktım. Gök kub­ benin altında, engin ovalarda at koşturacaktım. Sün­ bülün haddine mi düşmüş ? Timur Melek, at oğlan­ larım ve ben gibi yiğitlerin yolunu kessin . Şah, kendi eliyle gideceğimiz bahçeyi gösterdi , sonra ellerini vurarak gitme işaretini çekti. Biz de hayvanlarımızı dürttük, dört nala uçmağa başla­ dık. Çok zaman geçmeden saray takımını kaybet­ tik. Fakat tam çadırlar, adamlar gözden ırak olduğu sırada kalabalığın arasından bir çok kişilerin çıktı­ ğını ve bize doğru koştuklarını görür gibi oldum. Timur da bana bağırdı: - Tetik davran! Ardımıza düştüler, nereye gideceksin? - Doğru Nahşep ve çöl yoluna gideceğim. - Öyle ise, buradan vur. Bir zamanlar, ses etmeksizin koştum. Şimdi, çayır ortasından akan bir dere boyundan gidiyor­ duk. Uzaktan baktım ki bir takım atlılar giderler. Hemen okumu yakaladım ve kerteğe bir ok yerleş­ tirdim. Timur da benim gibi yaptı. Şimdi o takımın i çinden iki süvari çıkarak yolumuzu kestiler. Biz davrandık ama çok geçmeden tanıştık. Çünkü üçyüz adım kalınca atlılar oldukları yerde durdular. Yük­ sek seslerle bağırdılar. - Urcan! . Savulun bayrak geliyor . . . B u bağıranlar, at oğlanlanmdı. Yine o esnada


192

GöK BAYRAK

bir üçÜncü atlı üzerimize doğru koşmağa başladı. Bu atlının zırhı yoktu. Üzerinde yalnız pamuklu bir hırka ve başında ise tilki postundan kalpak vardı. Uzun bir kılıç atının karnını döğdüğü gibi belinde de bir sadak şakırdıyordu. Attan inmeden bu yeni ge­ leni kolarımın arasında sıktım. Kimdi bilir misi­ niz ? Ant kardeşim Margoz ! . . . Margoz dedi ki: - Can Bey, kardeşim . . Sen, benim canımı kur­ tardın. Ben, borcumu nice ödeyeyim? İkimiz de buluştuğumuza o kadar seviniyorduk ki ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Timur Melek bizi uyandırdı: - Uşaklar! dedi, hallenecek, dostluk göstere­ cek zaman değildir. Bakınız ardımızdan bir takım kişiler geliyor, vakit geçirmeden çöle dalmalıyız. Buradan bir günlük . ötede bir Türkmen obası bulu­ nur ki adına Salur Konağı derler. Bu obanın adam­ ları bana sadıktırlar. Bir kere oraya kendimizi atar­ sak kenara çıkmış sayılırız. Bunun için burada çene çalarak vakit geçirmiyelim . Atlarımız daha yorgun 'değildir. Tez vakitte Salur Konağına varalım. Ora­ da, hem bizi saklıyacak yoldaşlar hem de yardımcı buluruz. Timur, böyle konuşurken bir at şakırtısı duy­ dum. Kim olduğunu görmeden yüreğim atmağa baş· ladı. Bir de ne göreyim ? Kız kardeşim Ülker dört nala koşup ağlıyarak ellerime sarılmaz mı? Ah şirin kardeşçiğim. Büyümüş ayparça�ı gibi yosma gelin­ lik kız olmuştu, anama benziyordu. Bağrıma bastır­ ·dım. Babamı, anamı hatırlıyarak içim garibsedi. Bu aralık bir atlı daha çıktı. Bu da « kara göz­ lü begüm» idi. Timur Melek bunu görünce hali de· ğişti. Kara gözlü begümün yüzünde örtü yoktu. El­ bisesi, gök ipekli kumaştan olduğu gibi başına da


GÖK BAYRAK

193

gül rengi sarı çiçekli bir çevre geçirmişti. Kara göz­ lü begümün üzerinde mücevher, bir süs yoktu. Fa­

kat atının üstünde kibarcasına duruyordu ve beline de eksiz, uzun bir kama takmıştı.

Timur Melek kara gözlü begümü görünce atın­ dan aşağı indi ve dizini yere koyarak selamladı. Ka­

ra gözlü begüm Timuru kaldırdı. Timur yerden kalktığı halde yine ayakta selam duruyordu. Ben de yaklaştım, selamladım. Kara gözlü begüm, açık bir sesle benimle söze başladı ve: - Bahadır! Beni bilir misin? Adım Reymonda Doşatıyondur. Babam Montreal beyi Reno Doşatı­ yon idi ( 1 ) . Bundan sekiz sene evvel, yani İsa yal­ vacın doğuşunun 1 187 nci senesinde Hatin kavgası sonunda Montrealı aldılar. Babam öldü. Ben de Se­ lahaddin EyyCıbinin tutsağı oldum. Selahaddin, be­ ni Bağdat Halifesine gönderdi. Bağdat Halifesi be­ ni Ürgence, Türkan Hatunun yanına gönderdi. Ulu Hatun beni hoşlukla tuttu. Hatta, dinimce tapmama izin verdi. Birgün, Ulu Hatundan bir papaz istedim. Beni Kaşgara, Gur Hanın yanına yolladılar. Orada bir kilise vardır. Sonra oradan beni Müslüman ka­ dınların yanına koydular. Ben, �eri dönmeği bekli­ yordum ki bir gün Kaşgarda bir silah oyunu yap­ tılar. Bu silah oyununda bir bahadır gördüm. Kara gözlü begüm bunu der demez yine bir ah çekti, Timur Meleğin gözleri yaşardı. Kara gözlü begüm sözünü yürüttü: - Bu bahadır, şimdiye kadar gördüğüm kah· ( l ) Meşhur Şatiyon ailesinden Reno, ikinci Ehli Salip kavgalarına karışmıştı. Antakya'yı idare etmiş, 1160 sene. sinde esir edilmiş, esirllkte ölmüştür.

F. 13


194

GöK BAYRAK

Bir vakitler, kılıçlann tu]galara, zırhlara inerken çıkardıkları sesten başka birşey duyulmuyordu. ı .


GÖK BAYRAK

195

ramanların en yiğiti, en merdi içli. Ben, çok silahşör­ ler gördüm . İngiliz kıralı Rişarı, Selahaddin Eyyu­ biyi, babamı. . . Bu yiğitlerin hepsini yakından tanı­ rım . . . Reymonda yine ağlamağa başladı. Ben, onun ağ­ ladığını görünce yüreğim parçalanıyordu. Fakat, şirin şirin sözünü kesmedi, dedi ki : - Evet, bunların hepsini bilirim. Fakat, Timur Melek gibi yiğit dünyada bulunm �z. Timur yine yere eğildi: - Hanım, dedi, ben size söz verdim ki sizi alıp adamlarınızın yanına götüreyim. Tam bu sözümü yerine getirip aferininizi kazana cak i ken sizi el im­ den kaçırdılar. - Evet, Şeyhülcebel kaçırdı, evine hapis etl i . Ben kendime kıyacak idim k i günün birinde yavuz yapılı bir yiğit gördüm. Şurasını biliniz ki Şeyhül­ ccb_el bana türküler belletir, zorla söylettirirdi. De­ diğim bahadır, evimize geldiği günü bana türkü söy­ lettiler. Ben de yüreğimden kopup gelen acılarımı türküye uydurarak söylemeğe başladım. Bahadır­ dan yardım istedim. Beri taraftan, olandan bitenden haberim olduğundan kendisinin başını yakacakları­ nı anlattım. Bugün, Timur Melek, Can Bey gibi iki kahramanın elindeyim. Demek ki canım kurtuldu. Frenk kadınının söyledikleri yüreğimi yakmıştı: - Evet hanım, Tirnur Melek ile Can Beyin ya­ nında bulunuyorsunuz. Fakat, Margozu unuttunuz. O da yÜce bahadırdır. Ben, bu sözleri söyleyince Margoz kara gözlü begümün atının önüne yattı. Reymonda, çok mahzun görünüyordu. Bir za­ man sessiz durduktan sonra dedi k i :


196

GÖK BAYRAK

- Bahadırlar! Yemin ediniz ki içinizden biriniz beni Suriye'ye adamlarımın yanına götürsün. - Ant içerim dedim. Margoz da ant verdi. Yalnız, Timur Melek ses etmedi. Biraz sonra a­ ğır ağır şu sözleri döktü: - Ben, Gur Hanın buyruğu altındayım. Yakın­ da Han kavgaya çıkacak. Ben de ardında bulunma­ lıyım. Ey yüce Prenses ! Sizden ayrılmak, yüreğimi parça parça ederse de ben bayrağımın 'kuluyum. Onun için duramam. Bilirim ki Şeyhülcebel sizi al­ mış, kaçırmış; lakin sizi Can Bey gib i biri korursa hiç bir şeyden korkunuz olmaz: Kara gözlü begüm gözü yaşara yaşara · elini Ti­ mura uzattı. Timur, Reymondanın elini sıktıktan sonra atına bindi ve başını döndürmeksizin, atını dört nala kaldırdı, dumanlar içinde kayboldu gitti. Yiğit Timur! Yüreğinin ateşine erkekliğini üst etmişti. Çünkü, belli idi ki kara gözlü begüme sev­ dalanmış . . . Biz, kendi kendimize kalınca kılavuzumuz Mah­ mut Yalvacın adamının gösterdiği yola vurduk V':! bütün gün yol aldık. Gece çöl kenarındaki çay ile « Olang» köyceğizine vardık. Ardımıza düşen Uhı Hatunun adamları izimizi kaybetmişlerdi. Mahmut Yalvacın bizim yanımıza kattığı ada­ mın adı « Yusuf» idi. Biz, köyün epeyce uzağından geçerken Yusuf yalnız başına gidip köyden yiyecek içecek aldı getirdi. Sonra bizi çalılık derelerden gö­ türerek bir kum tepesine kad.;r çıkardı ki buradan, bütün memleket görünüyordu. Derenin birine giı· lendik ve geceyi orada geçirdik. Fakat etrafı gözle­ mek için sabah oluncaya kadar sıra ile kalktık, kara­ kol bekledik. Ertesi günü yine yola vurduk, iki gün kadar


GÖK BAYRAK

197

çölden geçtikten sonra «Teke» Türkmenlerinin ba­ rındıkları yere vardık. Kılavuzumuz, obasının adam­ larını tanıdı. Bu adamlar, bizi konakladılar, dinlen· dirdiler. Buradan, yolumuz « Kala Ata» çölüne düşmüştü. Koca Türkmenlerin yardımı ile Buharadan kaçtığı· mızın on birinci günü «Amuderya » suyu kenarına gelmiştik ki tam « Merv» yolu üzerinde bulunuyor­ duk. Bütün bu yolları geçerken Türkmenlere uğru­ yorduk. Nereye uğrasak Türkmenler, bizi seve seve konukluyorlardı. Yusuf da hiç söz eden takımından değildi ama ben yolda kendisini konuşturdum. Be­ ni, yoldaşlarımı nasıl kaçırtmış olduğunu öğrenebil­ dim. Yusuf bana dedi ki: - Şeyhülcebelin hapsetmiş olduğu kişilerin hangi arabada olduklarını bilirdim. Ağam Mahmut Yalvacın buyuruğu üzerine o gün, yola düştüm. Ulu Hatunun alayı, çok ağır yol kestirdiğinden güçlük çekmeden, sizden iki gün önce Buharaya vardım. Ne ettim, ne işledim, iki gün içinde Margoz ve iki kadının hapsedildikleri arabanın eşinde bir araba daha yaptırdım. Bu arabanın içine silah yerleştirdi­ ğim gibi ardına da iki hayvan kattım. Ulu Hatun Bu­ haraya gelince ortalık birbirine karıştı. Kimsenin kimseyi görecek hali kalmamıştı. Ben bu kargaşa­ lık içinde arabamı öteki arabaların içine karıştır­ dım. Bütün arabalar gelip durunca, yasakçılar Ha­ tunu iyice seyretmek için yerlerini bırakıp gittiler. Yanıma aldığım yoldaşlardan birini de hapislerin arabacısı ile lafa tutmağa gönderdim. Yoldaşım, he­ rifi öyle lafa tuttu ki arabasının başından ayırdı v·.: canbazları, köçekleri, pehlivanları seyrettirmeğc götürdü. Biz hapislerin arabasını geride bıraktırdık. Bulduğum boş arabayı da taa çadırın yanına kadar sürdük, sokuşturduk. Arabacılar, yasakçılar oyunb-


198

GöK BAYRAK

rı, güreşleri seyrederken ben, rahat rahat geride k::ı· lan hapis arabasını çektim. Ardındaki atlara da Mar· goz için zırh, silah yüklettim. Nöbetçiler bir kaç va­ kit önce bu arabayı yoklamışlar, boş olduğunu an· !ayınca bırakmışlardı. Bu kere de yine o arabayı görünce hiç bir şey demediler. Ben de çadırdan böy­ lece çıktım, gözden ırak olunca arabaya girerek Mar­ gozun zincirlerini kestim, hanımlar fena korkmuş· lardı. Yanlarına vardım. Korkmamalarını, benim düşman olmayıp danışık olduğumu iyice anlattım. Bu iş de bitince kaçakları, birlikte getirmiş ol· duğum atlara bindirdim ve hapishane yapılan o a· rabayı da boş kuş kafesi gibi . çayırın ortasında a­ paçık bıraktım. İşte, bütün düzen budur. Göründüğü kadar güc; değilmiş değil mi? Zavallı arabacı ise kuşu salıver­ diği için elbette bir temiz kötek yer. Yoldaşım ise daha biz kaçmadan ortadan yok olmuştur. Ağam Mahmut Yalvaca gelince: Ondan kimse kuşkulan­ maz, herkes sanır ki, Timur Melek yine bir oyun et· ti . Yusuf bu sözü derdcmez gönlünün hoşluğundan ellerini uğuşturmağa başladı . Yusufun, çömrülere, kasabalılara oynadığı oyun o kadar hoşuma gitti ki güle güle bayıldım. Yusufun sözü bitince kız kardeşim hikayesine başladı ve oymağımızın Gur Hana karşı nice ayak· !andığını anlattı. Gur Han, oymağımı bastırmak için bir takım asker göndermiş, kavga başlamış, Markoz da ayak· !ananlarla birlikte yani bizim kabile taraf�nda vuru­ şurmuş. Birkaç ateşli kavgadan sonra Gur �fanın ta · kımı "üste gelmiş. Hem Margoz, hem kız kardeşim esir olmuş. Bir aralık ant kardeşim Margoz hem kendini, hem kız kardeşimi kaçırır, doğru Kaşgar


GÖK BAYRAK

199

tarafına giderler ve benim de gördüğüm adama ko­ narlar. Bu adam Şeyhülcebelin kendisi imiş ! Mar­ goz, herifi özü doğru kişi bilir, dilini tutamaz ve başlarına geleni anlatır, doğnisu da artık sersemlik eder. Semerkantta bunları yine deliğe tıkarlar. Ba­ bama anama gelince, kardeşimden yalnız şu kadar 'öğrenebildim: Bizim Uygurlarla Gur Hanın adam­ ları kavgaya giriştikleri günden bir akşam evvelisi babam ve anam da sağ imişler, kavgadan sonra da bunları tutsaklar arasın da bulamamışlar. Demek ki, kaçıp yakayı kurtarabilmiŞler. Bunları işitince yü ­ reğime su serpildi ve ümitlenerek, genişliyerek yo­ luma düştüm. Mahmut Yalvaç Yusufa bir iki bitik vermişti. Üzerleri balmumlu olan bu bitikleri, ben alıp Bağdat ve Şamda tacirlere götürecektim. Artık boynuma aldığım işi hayırlısıyle sonuna kadar eriş­ tireceğime gönlüm yatmıştı. Amu derya suyunu bir sal üzerinde geçtik. Bu suyun üstünde karşıdan karşıya adam ve yük taşı­ yan salı Türkmen kayıkçıları kullanırlardı. Oray:ı varınca Ürgenç Hanının topraklarına ayak basmak­ tan ve Haarizme girmekten benim için çekinmek gerekti. Çünkü orada beni mutlaka tanıyan bulunur­ du. Ne yapacağımı Yusufa sordum. Yusuf «Merv» den vurarak Horasana geçmemi ve sonradan « Tus»a varmamı söyledi. Başımıza pek büyük birşey gelmeden üç ayda Acem elini baştanbaşa geçtik. 596 koyun yılının ilk baharında Basra şehrine gelmiştik.


Susor ve Kotak, yarı çıplak, kendilerine yakın gelenlerin kaba etlerine kılıç tersi yapıştırırlardı . . .

ARAP

ELLERİNDE

ASRA kurulganı, Fırat suyunun ağzındadır. Bu­ B rası, tuzlu su ile tatlı suya karışmış bir deniz

gibidir. Bizim gibi çayırlıklarda, ovalarda yaşamış, büyümüş adamların, durmamacasına kabarıp inen yeşil suyu, beyaz yelkenli kayıkların deve gibi salla­ narak ileri geri gidişlerini, bu yüce su çölünü görün· ce nasıl şaşıp kalacakları çabuk anlaşılır. Reymon­ da denizi çok görmüştü. Bu deniz denilen şeyin Go· b i çölünden de büyük olduğunu anlattı. Deniz öyl� geniş imiş ki insan günlerce üzerinde gezermiş ve toprak yüzü görmezmiş. Margoz ve ben atlarımızı göğüslerine kadar suya saldık. Ben, Reymondaya de­ dim ki: - Moğolların atları nereye giderse kendileri de oraya varabilirler. Atları, şehire doğru sürdük. Yanımıza çadır al­ mamış olduğumuzdan barınacak bir yer araştırıyor­ duk. İran eline girdiğimizden beri kızkardeşim ve Reymonda esvaplarının üstüne ak bezden bir car


GÖK BAYRAK

201

germişler ben ve yoldaşlarım da zırhlarımızı çıkar­ mış, başımıza birer çevre sarmış, giderdik. Çünkü buraları o kadar sıcak idi ki insan zorlukla yürür, nefes alırdı. Şimdi, yıkık yurtlardan geçiyorduk. Bir vakitler dünyanın en zengin şehri olan Basra, şim­ di düşmüştür. Bu yıkık sarayların, evlerin arasında bahçeler ve hurma ağaçları ve ağaçların arasında yüksek, kaleye benzer bir saray gördüm. Bu sarayın sonunda ise şehrin ak kaleleri görünüyordu . Biz, bu yeri ulu bir Beyin konağı sanıp bizi konuklarlar di­ ye ümit ettiğimiz ıçin oraya doğru yol alıyorduk. Atlarımız ta:., tuğla yığınları, yabani incirler basmış olan bu yerlerden zorlukla ilerlerdi ki duvarın ar­ dından yirmi kadar atlı çıktı ve etrafımızı kuşatmak için dağılmağa, yayılmağa başladılar. Bu adamlar. acı acı bağrışıyorlardı. Kılıkları, kıyafetleri çirkin olduğu gibi yüzleri de kupkuru idi. Başlarına bağ­ ladıkları sarıklarının aqtsından uzun uzun saçları dökülüyordu . Ne ellerinde silah, kalkan ve ne de Ü­ zerlerinde zırh vardı. Yalnız gövdelerine kaba yün· den, uzun uruba ve üzerine de ak, s iyah çizgili bir hırka geçirmişlerdi. Silah olarak, yalnız gürz, kargı, kılıç görülüyordu. Bundan başka da kuşaklarına eğ­ ri kamalar sokmuşlardı. Bu adamlar ne kadar korkunç iseler altlarında­ ki hayvanlar o kadar güzeldi. Sanırsın ki dünyada bunlardan şirin at bulunmaz. · Hepsinin tüyü pırıl pırıl parlıyordu. Hepsi de ince, şirin, güçlü şeyler­ di. Gerek adamlar, gerek atlar sırım gibi kuru olur çeliğe benzer idiler. Ben bu çirkin adamları görünce kendimizi ko­ rumak lazım geldiğini· anladım ve başa geçtim, ku­ manda vermeğe başladım. Önce kadınları ve yük hayvanlarını ardımızdaki değirmi bir duvarın altı-


202

GÖK BAYRAK

na, sipere koydum ve yoldaşlara dönerek moğolca bağırdım: - Tetik davranın! Geriye basın, duvara yasla­ nın ! . Sanki Cebe gelmiş d e kavgada takım düzüyor­ muş gibi, herkes dediğimi yapıverdi. Yalnız Rey­ monda, duvarın ardından başını kaldırarak bağırdı ki: - Eyvah ! Bu gelenler uğrulardır. Dünyada kimseye aman vermezler. Sert sert cevap verdim: - Sus, dedim, burada kadın telaşı istemez. Çünkü bir kere kargıyı, oku ele alınca yine Mo'ğol askeri Can Bey önünde Türk olsun, Frenk olsun, kavgada hiç bir kadının ağız açıp erkek işine karış­ masını çekemez olmuştum. Şimdi bize saldıranlar yarım çember biçiminde ovaya yayılmışlar, üzerimize koşarlardı. Yirmi adım kalınca, kargıları indirdiler, bize doğru diktiler. En yakındakini nişanladım. Margoz, Yusuf, Susor, Ko­ tak oklarını gerdiler ve her biri bir Arabı nişan al­ dılar. Ben durmadım, bir ok çektim, birisini yuvac ladım. Yoldaşlarım da oklarını yolladılar. Üç Arap daha düştü, ikisi yaralanmış, birisi ölmüştü. Karşımızdakiler, ellerindeki kementlerle ölüle­ rini kendi taraflarına sürükleyip çektiler. Bµnlardan biri, yaralılardan birini terkisine aldı, öteki yaralı da kalkıp kaçmağa davrandı ise de Susorun atı bu­ nu yere yıktı. Yaralı, kamasını alarak yine dirildi , fakat Susor, bu kere herifi ensesinden yakalayıp, silahlarım aldı ve tutsak etti. Ben, vakit kaybetmeden bizimkileri siper altına aldım ve attan indirdim. Sonra, yerdeki taşları top­ latarak duvarın deliğini deşiğini tıkattım ve böyle­ ce göğe kadar yükselen kale gibi yerin ar).rnsında,


GÖK BAYRAK

203

elde ok düşmanı bekledik. Araplar gözümüzü yolda koymadılar. Biraz sonra çoklukla gelerek dört çev­ reden bizi kuşattılar. İçlerinden biri, ileri varara!: bir şeyler söylemeğe başladı. Ben Arap dilini bil­ mem bunun için, karşıma gelen adamın lafını hiç anlıyamıyordum. Bana fenalık etmeğe geliyor san­ dım ve taa göğsünün ortasına bir ok yollamağa dav­ randımsa da Reymonda bana seslenerek dedi ki : - Bizimle sözleşmek isterler. Ben bunların di-lini anlarım. İzin verir misiniz ki dilmaçlık edeyim? - Çok iyi, dedim. Gel buraya, yanımda dur. Sakın ayrılma. Reymonda örtüsünü kaldırdı ve yanımda du· ran taşların ü.stüne çıktı. Sözleşmeğe gelen kimse. Reymondayı görür görmez bir bağrıştır bağırdı v:: yoldaşlarını yanına çağırdı. Bir de, Reymondanm olduğu yerden inerek sevinçli sevinçli onlara doğru yürüyerek söz� giriştiğini görünce şaştım. Şimdi düşmanlarımız Reymondanın çevresini almışlar, ona hoşlukla bir şeyler söylerlerdi. Biz, şaşkınlığı­ mızdan alık alık bakınırken, Reymonda gördüğü­ müzü anlatmağa koyuldu: - Can Bey, dedi, bu adamlar Beni selam kabi­ lesindendirler. Babam Montreal Beyi iken bunla!· buyruğumuz altında bulunurlaı;dı. Selahaddin, ba­ bamı kavgada öldürünce bunlar da dağıldılar. Bu gördüğünüz adamların Başbuğu Zübeyir, beni elin­ de büyütmüştür. Hatta karısı bana süt analığı et­ mişti . Şimdi beni tanıdı, artık bundan sonra biz, bunlara emanetiz ve bütün kabile bizi korumağa ant içti. Reymondanın sözleri hoşuma gitti. Ben sordum ki : - Çok iyi ama, bu adamlar neye bize saldır­ dılar?


204

GÖK BAYRAK

Reymonda cevap verdi: - Bunlar çöllerde otururlar. Çok vakit kervan basarlar, ele geçirdikleri mallarla geçinirler. Doğrusu, uğru filan densin ama benim gibi ı;ül­ de yaşayan bu adamları sevmeğe başlamıştım. He­ men Başbuğlarına elimi uzattım. O da benim elimi sıktı, sonra elini ağzına götürdü. Bunların selam a­ deti böyledir. Reymondaya dedim ki : - Bu adama söyle ki, biz de onlar gibi göçe­ beyiz. Ben bu adamların doğruluğuna inanmışım. Özümü · onlara bağlarım. Göçebeler, birbirlerini öl­ dürürler ama birbirlerine kaltabanlık etmezler, al­ datmazlar. Başbuğ gülümsedi. Sonra Reymondaya bir Çok şeyler söyledi. - Nedir? diye sordum. Reymonda, cevap verdi: - Bir hikaye söylüyor: Tanrı, dünyayı yoktan varettiği zaman kulların her biri başka bir kola ya­ pışmış. Akıl demiş ki, ben Bağdada varırım. Bilgi, ben de senin arkandan oraya gelirim, demiş. Zengin­ lik, Suriye'ye yerleşeceğini söylemiş. Kavga, döğüş de ardını bırakmamış. En sonra dinçlik kalmış, bakmış, herkes bir yer beğenmiş almış . . O da de­ miş ki: Ben de çöle vannm. Doğruluk, mertlik he­ men dinçliğin yanına sokulmuş, ağam seni bırakma­ yız, demişler. .

Bu masal göçebe yoldaşlarımın o kadar hoşun.:ı. gitti ki, Kotak, dinçliğin göçebelerle birlik olduğu · nu göstermek için karnının boşluk tarafına, iki üç yumruk indirdi; Susor da göçebelerin özü, sozu doğru olduğunu göstermek istedi ve çöl adamların­ dan birini sıkı sıkı belinden kavrayarak herifi ba­ ğırtıncaya kadar burnunu bumuna sürtüştürdü. Bunun üzerine Araplar bizi önce kale sandığı-


GÖK BAYRAK

205

mız yere götürdüler. Halbuki burası Fek camii imiş. Bir zamanlar bu cami şehrin ortasında imiş. Şimdi ise, şehrin kale duvarlarından iki iğaç ırakta kal­ ımştır. Zübeyir, bizi camiin dibinde konukladı. Çün­ kü, bazı işlerden ötürü onu arıyorlarmış, şehre gir­ meğe cesaret edemiyordu. Hayvanları köstekledikten sonra çayıra saldık. Bedeviler, bizim için bir koyun getirip pişirdiler. Sonra hurma ve bal suyiyle yapılmış bir şerbet i­ çirdiler. Bu şerbet Basrada çok güzel yapılır. Çünkü Basra tam hurma ilidir. Hurmanın altı okkası bir dirheme satılırdı. Geceyi orada geçirdik. Ertesi gün, bir eyyam yürüdük. Bir de uzaktan büyük bir alev gördüm. Sandım ki bir yerde yan­ gın vardır. Belki obalar yanıyor, ben de yardım ede­ bilirim veya ateşten bir iki insan oğlunu kurtarabi­ lirim diye o taraflara seğirttim. Yangın, alev alev göğe doğru yükseliyor ve ortalığı kızıllığa buluyor­ du. İyice bakınca bana geldi ki, bir çok kişiler ateş uyandırırlar, parlatırlar. Biraz daha yaklaşınca tür­ küler, bağrışmalar işittim. Fena meraklandım. Bir tepeciği iner inmez tuhaf bir seyir gördüm. Bulun­ duğum yerin ucunda, Fırat suyu vardı. Suyun ke­ narları hurma kümeleri ile kaplı idi. Gözümün ö­ nünde ise, dört çevresinde bir tek kalesi görülmeyen Kufe şehri dururdu. Şehrin üstünde yüce bir sara­ yın yıkık duvarları göğe doğru yükselirdi. Bu sa­ rayın İran ilini alan Ebi Vakkas'ın olduğunu sonra­ dan öğrendim. Sağımda ise, bir türbe görünüyordu. Türbenin aşağı çevrelerinde çorak ve geniş bir ova uzardı ki ovanın ötesine berisine ak taşlı mezarlar -serpilmiş, saçılmıştı. Bu mezarlığın bir köşesind� iri bir odun yığını kurmuşlar ve altından ateşlemiş­ lerdi. Bu odun kümesinin etrafında koyu bi:ı;- yığınlık


206

GÖK BAYRAK

bağırır, çağırır, lanetler okurdu. Ateşin karşısına gelen tarafa, yüksek bir kürsü kurmuşlar, bu kürsü­ ye çıkan büyük sarıklı, uzun sakallı altı tane molh ateşin bulunduğu tarafa lanetler, beddualar yağdı­ rırlardı. Ben de kalabalığa karıştım. Gördüğüm şey­ den birşey anlamıyor ve çok meraklanıyordum. Et­ rafıma göz gezdirirken başı traşlı; bıyıklı bir adam gördüm. Bu adamın Türk olduğu kıyafetinden belli ifü, hemen yanına sokuldum ve selam verdim: - Yoldaş ! .. dedim . Adamcağız başını çevirdi ve selamımı aldı. Ben sözü yürüttüm: - Ben, çok ırak yerlerden gelirim. Buranın gö­ reneklerini bilemem. Böyle ateş başında ne işlersi­ niz, bana anlatır mısın? Yanımdaki adam söze girişti. Gün batımı çev­ resinde barınan Türkler, çok eski zamandan beri Ferganeden çıkıp buralara göç ettiklerinden bizim ana dilimizi söyleyemezler, söyleseler de bir çok A­ :rap, Acem dilinden söz katarlar. Türk dedi ki: - Oğul! Şunu bil ki, burası, imam Aliyi şehit eden İbni Mülcem. habisin gömüldüğü yerdir. Her yıl ramazanın yirmi birinci günü Kfıfeliler buray<l toplanırlar. Zira bu vakit, Hicretin kırkıncı senesin­ de Esadullah Alinin şehit edildiği güne rastlar. Klı­ feliler, İbni Mülcemin mezarı başına toplanırlar ve melunun, Aliyi şehit ettikten sonra, kendisinin de di­ ri diri yakıldığİnı, hem de tamunun kızıl ateşleri i ­ çinde cayır cayır kebap olacağını anlatmak için bu-· rada, bu odunluğu ateşe verirler. Mollalar daha bir çok lanetler püskürdüler. Bu da bitince halk akın akın süzüldü; dağıldı. Benimle ]Af eden Türk bizi al-' dı, evinde iki gün konukladı; dinlendik, iki gün son­ ra yine yola düzüldük, kızgın çöllerden geçtik. Yüc� korulga11lar, şehirlerde kaldık. Ben hiç eğlenmiyor-

·


CÖK BAYRAK

Uzun

207

altı molla, ateşin bulunduğu tarafa, linetler, beddualar yağdınrlardı

sakallı

. . . ·


GöK BAYRAK

208

dum. Buranın kişileriyle de canlaşamıyordum. Ça· buk ediyordum ki Şama geleyim. Mahmut Yalvacın ısmarladığı adamlarla görüşeyim. Cengiz Hanın buy­ ruğunu bitireyim. Yolda dile gelir bir şey olmadı. Bağdadı da gördük. Bağdatta pusatçı Süfyan diye birisi vardı. Mahmut Yalvaç buna bir bitik ver­ mişti. Bu adamı görmeli idim ki bitiği vereyim. Si­ lahları hazırlamasını ısmarlayayım. Bağdatda Süf­ yanın evini buldum, mektubu verdim. Süfyan mek­ tubu alınca bize büyük riayetlik gösterdi. Bizi ko­ nukladı. Yanımdaki kadınları bizden ayırdılar. Ko­ nağın başka yerine götürdüler. Bura Müslüman ki­ şilerinin türesi imiş, kadınları erkeklerden ayırırlar sıkı kafeslerle örtülü odalara tıkarlar. Ne yaparsın ses etmeğe gelmez ki! . Benim de, yoldaşlarımızın da yüreklerimiz cendere içinde idi. Biz Türkler ser­ best alışmışız; kadınlarımız da bizim gibi serbest­ tirler. Bizde kadınlar evin hanımıdır, begümüdür. Bizim saraylarımız yoktur. Fakat obalarımızda biz buranın en kibarlanndan daha ziyade beyiz! ! Ha­ nımlarımız da evlerinin beyleridir. Konuğu onlar ağırlar . . . Ne diyeyim, buraya karışan Türkler de türe­ lerini unutmuşlar; Yasağı da bilmezler .. dillerine d.-! Arap-Acem sözlerini o kadar katmışlar ki artık Türk­ çeden başka bir şey ol�uş . . . Süfyanın evinde bize toy çektiler. Güzel sofra­ lar kurdular, görünüşü şirin yemekler buyur etti­ ler, amma biz artık bizim tutmaçları arıyorduk .. Süfyanın evindeki toyda tuhaf bir türe vardı. Ne yemekler gelirse ardımızda duran kara bul­ gun ( 1 ) bunların, adını birer birer sayar döker son( 1) Bulgun: Köle.


GÖK BAYRAK

209

da bu yemekler üstüne birçok türküler ırlardı . Kotak ile Susorun bu türe hoşuna gitmiş olmalı ki hem yemekleri yiyeceğiz hem de türküleri sesliye­ ceğiz diye her ağızlarına birşey soktukları vakit ka­ falarını bulguna dikerlerdi. Susor az kalsın tıkam­ yordu. Yollarda çok kirlenmiştik. Arınmak istedik. Konukçumuz bizi ıssız dama ( hamam) a yolladı. Buraların duvarları kara zift ile sıvalı. Hepimizi ufak odalara koydular. Taş yapılı bu odalarda iki musluk var birinden sıcak öbüründen soğuk su akı­ yor; bundan başka da hamamın ortasında büyük meydan var, buranın da yerleri cilalı taştan . . : Biz bu sıcak odalara girdik . . . Bir kara bulgun daha gel­ di beni uvaladı, sabunla iyice yudu ( 1) . Arındım çık­ tım; gitmeğe başlamıştım ki içerde bir gürültüdür koptu. Ne var diye koştum, bir de baktım ki bir alay köle bağıra bağıra ötede beride koşarlar. Yunucu­ lardan bir çoğu da odalardan fırlamışlar ne oluyo­ ruz diye bağrışırlardı. Hamamcı da koşmuş saka­ lını saçını yolardı. Ben de içeri seyirttim. Ne gör­ sem beğenirsirjz: Susor ile Kotak yarı çıplak elleri­ ne kılıçlarını almışlar yaklaşanlara kılıç tersi yapış­ tırıyorlardı. At oğlanlarım hem ortalığa kötek atı­ yorlar hem de Moğol kişilerin kendilerine el sürül­ mesini bırakınıyacaklarını söylüyorlar; kim yakla­ şırsa, kim kendilerini uğrulamağa gelirse karnını de­ şeceklerine ant içtiklerini bağırıyorlardı. Ben gözü­ künce yatıştılar. Ortalık sindi. Meğerse Susor ve ra

( l ) Yumak

Yıkamak: Anadolu Türkü bu iki sözü de

kullanır. Eski İstanbul dilinde hamamda yıkananlara,

ha­

mam miişterllerlne (yonucu) denlrd.l. (Bu-hamamın yunu­ cusu eksildi) müşterisi azaldı demekti.

F. 14


210

GÖK BAYRAK

Kotak odalara girince bunları soymağa, oğuşturma­ ğa iki köle gelmiş, at oğlanlarım hiç tanımadıkları bu iki adamı yanlarında görünce toplanmışlar. He­ rifler çizmelere yapışınca Susorla Kotak bunların çizmeleri uğrulamağa geldiklerini sanmışlar ve aı­ tık kimseyi dinlemiyerek kılıçlarını sıyırmışlar he­ rifin üstüne yürümüşler; işi anlayınca biraz sıkıl­ dım. Ne ise kötek yiyenlere bir iki dirhem gümüş dağıttık.. Buradan kurtulduk. . . Ey oğul göçebelik kolay mı? Buradan Şama gidecektim. Çünkü Süfyan beni Şamda Ganem adlı bir adama gönderecekti. Bu a· damın eli altında bizim orduya lazım olan mancı· nık, zemberek ( 1 ) ustaları vardır ki bunları alıp bi· zim Türk ordusuna yollayacaktım. Bağdatta iki günden ziyade durmadım. Bu iki gün içinde ev sahibimiz hazırlanmış kervan buldu ki, bu kervan Şama yollanacaktı. Kervancı ile söz· leştik. Bizi de beraberine almağa razı ettik. Biz ken­ di payımıza donanmış, düzülmüş kervan bulduğu­ muza hoşlanıyorduk. Biraz para verdin mi, yolda yiyecek, konaklık aramaktan kurtuluyorduk. Öbür taraftan, kervancılar da sevinmişlerdi. Çünkü, ken­ di yanlarına demir gibi sağlam, tepeden tırnağa ka­ dar silahlanmış, temiz atlara binmiş altı tane baha­ dır giriyordu. Bağdattan Şama giden yol eşkiya do· ludur ki bunlar, gördükleri kervanı basıp yağma et· meği hiçten sayarlar. Bunun içindir ki kervancılar Bağdat - Şam yoluna titreye titreye girişirler. Bu taraflarda kadınların ata binmeleri türe ol· madığından devenin biri üstüne, ülker ile Reymon· ( 1 ) Zemberek: Oluklu büyük ok, bir

atımda birbiri

ardına bir çok atardı. Frenkler buna (arbalete ) derler.


GÖK BAYRAK

21 1

da için bir mahfil kurdular. Hazıi-lıklar da tamam olunca, sefer ayının ikinci günü kervanımız yola dü­ züldü, başımıza bir bela gelmeden çölü baştan başa geçtik, Şanım bağlarına eriştik. Şanım bostanlarından çıkınca, şehrin hendek leri görünür. Bu hendeklerin ardında da temelleri ( mermer). ak taştan yapılmış , kırmızı tuğlalı kurul­ gan meydana çıkar. Kurulganın üstünde mazgallar, yar.iarında değirmi kuleler, nöbetçi kulübeleri , sivri kemerler, mazgal delikleri bulunur. Bütün bu ke­ merlerin, mazgal deliklerinin etrafında bir çok oy­ malar, ince, narin direkler yapılmıştır . Böylece, ka­ le bedeninin ağırlığı kalktığı gibi bu şırın süsler korkunç delikleri göze hoş gösterir. Şam şehrini! Babüssüade'den girdik. Kardeşim Ülkeri, Reymondayı ve ötede beride­ ki yaymacıların sattıkları tuhaf şeyleri seyre dalan Margozu, at oğlanlarımı buldum, sonra kağıtçılar içine vurdum. Oradan da Ganemi aramak için silah­ çılar çarşısına geldim, evini sordum. Yandaki dar sokağa sapmamızı ve orada gök kafesli bir ev bulun­ duğunu ve bu evi bulmakta güçlük çekmiyeceğimi ­ zi söylediler. Ben dedikleri sokağa daldım. At oğ­ lanlarımla burnumuzu havaya kaldırarak gök renk­ li kafesleri ararken sokakta, iki kişiye daha rastla­ dım. Bunların da bizim aradığımız yeri aradı.klan belli idi. Bu adamların kılığına, kıyafetine iyice ba­ kınca yabancı olduklarını kolayca sezdim. İkisi de, yanlarına uzun ve düz birer kılıç sallandırmışlar, bellerine de birer kama sokmuşlar, ihtiyarcası da e­ line oluklu bir tatar oku almıştı. Reymonda, bu a­ damları görünce telaşa düştü ve kendisi için kirala­ dığım katırdan bir atlayışta yere indi : - Can Bey! Bu oluklu ok ile gördüğün adam, hem atamın eski hizmetkarı, hem de benim mille-


212

GÖK BAYRAK

timden, benim dinimdendir. Sana yalvarırım, izin ver ki gideyim, biraz söyleşeyim. Ben cevap olarak dedim ki: - Reymonda ! Ben, seni oymağın adamları içine götürmeğe ant içtim. İstediğini yapabilirsin. Reymonda tatlılıkla oklu adamı adiyle çağırdı : - Jan Lermeni! .. b�raya geliniz. Reymonda bana yolda tek tük firenkçe öğret· miş olduğundan oklu adama kendi dilince söyledi­ ğini biraz anlıyordum. Zaten, bilmem ne için ? Şirin Reymonda bana ne derse, ne öğretse yüreğime yer eder, aklımdan bir daha çıkmazdı. Reymonda söze girişirken yüzünün örtüsünü kaldırmıştı. Jan Ler­ meni Reymondanın s�sini işitip yüzünü görünce sapsan kesildi, efendi�inin kızına doğru koşarak yere diz çöktü ve: - Tanrıya şükür! Hanımımız Reymonda sağ imiş, diye bağırdı. Reymonda çok acıklanmıştı cevap verdi : - Evet Jan.. Ben sağım . Ayağa kalk, benim yavuz Janım. Karşımda diz üstü çökmek yakış­ maz. Jan Lermeni ayağa kalkar kalkmaz yoldaşını çağırdı: - Sir Hügo! ( 1) Çabuk gelin, Hanımımız Reymonda Doşatiyonun önünde diz çökün. Siz, bu yüce hanımın kim olduğunu, belki işitmemişsiniz:­ dir. Fakat öğreniniz ki Hanımım Reymonda, Şeria suyunun öbür yakasındaki Montreal beyi Renonun kızıdır. Jan Lermenin çağırdığı delikanlı, şimdi ağla­ mağa başlayan kadının önünde diz filan çökmeden ( 1) Sir : Ortaçağ Frenklerlnde asalet ünvanı idi. İngi­ lizler bu kelimeyi ııaıa kullanırlar.


GÖK BAYRAK

213

dimdik geldi, Reymondanın elini aldı öptü. Doğrusu 'yabancı bir adamın, Reymondanın elini öpmesin::: fena oldum. Boğazıma bir şey tıkılır gibi oldu. Ya­ vaş yavaş kızmağa başladım. Herif hiç tınmıyor Vt! yiyecek gibi de yüzüme bakıyordu. Dayanamadım, yarım yamalak Frenkçe ile hızlı hızlı dedim ki : - Reymonda! Bu adam yüce bir kişi midir, Bey midir? Belki elinizi öpecek adam değildir. Sir Hügo, bu sözlerim üzerine bir eğrildi ve eli­ ni kılıcına koyarak sert sert: - Hey bana bak! Diye bağırdı. Ben senin kim olduğunu öğrenebilir miyim? Benim kim ol duğu­ mu bilmek istersen sana derim ki: Benim adım Hügo Vayse Neflis'dir. Ben yüce Beyim f Ben, Alman beylerinin başbuğu Meter Helmernih'in bayrağı al­ tındayım. Benim lakabım da Konttur. Kara üzerine gümüş kuşlu bayrağım vardır. Anladın mı? Böyle adam, kendisine laf atılmasına dayanamaz. Bana böyle dik dik laf eden kişiyi bir süzdüm. Herif dev gibi boylu ve kızıl yüzlü, küstah bakışl ı .idi. Doğrusu yapılışı, bakışı hiç hoşuma gitmedi . Ben, Öktülmüşün oğlu Can Bey, öyle kaba saba ki­ şilerden korkacak adam mıyım ? Hügo lafını bitirdi, kabararak bakardı. Ben de, hemen sözüne söz yetiştirdim, dedim ki : - Bilmem nenin Hügosu! . Adın o ·kadar uzun ki dünyada aklımda tutamam. Benim adım Can 'Beydir. Başbuğum Kurt Cebe, memleketim ise en­ gin çöllerdir. Ben tuğcuyum. Armam ise gök üstüne Altın Kartaldır, anladın mı? Fakat, herif pek kaba imiş, bana: - Senin kılığın Moğola benziyor. Beraber kal­ kıp oturmana izin veremem. Çekil buradan ! . Demez mi?


214

GÖK BAYRAK

Kan başıma çıktı, ortalık yine gözüme kızıl gö­ rünmeğe başladı. Bağırarak dedim ki: - Sen beni ne sandın? Ben Türküm, hem dı� Türk oğlu Türküm! Buradan çekil git, diyorsun öy­ le mi ? Haydi boyunu göreyim de beni buradan u­ za!daştır. Anladın mı, Hügo! Ben Türküm .. Hem de Uygur Türküyüm. . . Eğer beğenmedin ise kendini sakın. Ben bu sözleri kafa göz yararak söylüyordum ama karşımdaki de anlıyordu . Hügo cevap bulamadı. Biraz bozuld � . Sonra kı­ zara bozara, dilini dolaştırarak dedi ki : - Eğer üstümde zırhım olsaydı, gösterirdim .. Meğerse bunların yavuzluğu zırh ile imiş ! Fa­ kat, Türk oğlu zırhsız da çarpıŞır. Cevap verdim: - Eğer zırhımdan ürküyorsan, ben şimdi onu çıkarır atarım. İş odur ki, hemen er meydanına girelim. Kavga kızışıyordu. Reymonda aramıza girdi, Türkçe dedi ki : - Can Bey! İ stemem ki sen vuruşasın . . Sonra Frenkçeye dönerek: - Döğüşecek yeri iyi bulamadınız. Size yalvarı­ rım. Beni, Frenkler memleketine götürünceye kadar döğüşmeyiniz . . . Sözlerini söyledi. - Çok güzel Reymonda! İstediğin gibi olsun .. "dedim. Koca Tötonyalı hiç ses etmedi ve somurtarak omuzlarını silkti. Biraz sonra, gök kafesli eve gel­ dik. Bizimle beraber, iki yabancı da Ganemin evin� girmek istedi. İçeri girince Jan Lermen, Suriyedeki , Hırl stiyanlarla Şam Sultanı arasında dostluk olduğunu anlattı. Bu dostluk da Şam Sultanı­ nın Mısır Sultanından korkması imiş. Bu korku ü-


GöK BAYRAK

215

zerine Şam Sultanı, Kıbrıs Kralı Amori Dolozinyan ile bir danışıklık yapmış. Bu Amori Konrat Domen­ gran ( 1 ) ve Hanri Doşampayenden dul olan İzabe) ile evlenmiş olduğundan Kudüs Kralı lakabını al­ mıştı. Doğrusunu isterseniz, bu lakab kuru laftan başka bir şey değildir. Zira, Kudüs, Selahaddin Ey­ yCıbinin kardeşi Melek Adilin elinde idi ki asıl Ku­ düs Sultanı da o idi. Yalnız, ne var ki bu Kudüs Hanı lakabı üzerine Amori, Suriye ve Antakyadaki Hıristiyan Beylerini ve Trablus Kontunu buyruğ!ı altına almıştı. Jan Lermen Kudüs Hanı Amorinin topçu başısı olduğundan Şama Ganemin evine gel­ mişti ki ok yapmak için öküz boynuzu alsın. Hügo ise, Şamı görmek için geldiğini söylüyorsa da doğ­ rusu, belki casusluğa gelmişti. Ganem, bizi hoşlukla karşıladı, konukladı. Ve o günü iyice dinlenmemizi ve sonra rahat rahat i;. göreceğimizi söyledi. Doğrusu biz de rahatı pek is­ terdik. İyice oturduk, dinlendik. Biz Ganemin evin­ de dinlendiğimiz vakit Jen Lermen de Reymondaya on seneden beri Suriyede ne olup ne geçtiğini anla­ tıyordu.

( 1 ) Konrad Domengran Ehli Salip ile Suriye'ye gelmiş

Frenk serdarlardan olup Şeyhülcebel tarafından katledil­

mişti. Hanri Doşampayen İngiliz Kralı R.işar'ın yeğeni idi. Bu zat, Şeyhülcebel ile iyi münasebatta buluıunuş ve Şey. hülcebeli ziyaret etmişti.


Başımı çevirdiğim vakit at oğlanının kafası yarılmış ve uşaklarından ikisinin yere serilmiş olduğunu gördüm . . .

ARAP ELLERİNDE FRENKLER

Ş AMDA,

dört gün kaldık ve iş için bol bol görüş­ tük. Ev sahibi, Mahmut Yalvaça iki okçu ve mancınık ustası ile kavga avadanlıkları yapabilecek dört işçi göndermeği boynuna aldı. Ustalara altı ve işçilere de iki dirhem gündelik verilecekti. Bundan başka da, işçiler hangi Beye hizmet edeceklerse Mah­ mut Yalvaç bunları oraya kadar kesesinden yolla­ yacaktı. Temuçin Hanın bana ısmarlamış olduğu iş bu­ rada bitmiş idi. Yurduma dönmezden önce antım üz­ re Reymondayı frenkler içine götürmek kalıyordu ki ondan sonra başı boş Moğolistana dönebilirdim. Bunun için, hangi şehre gitmek istediğini Reymon­ daya sordum. « Jan Lermen» in öğütü üzerine Trab­ lusşama gideceğini söyledi. Çünkü, orada soyundan adamlar vardı. Trablusşama varmak için en kısa hangi yol olduğunu sordum. Bana anlattılar ki, Hı­ ristiyan elinin sınırına varınca önce « Firenk Hos­ pitalye» diye bir yere geliriz; orada Reymondayı


GÖK BAYRAK

217

kendi dininden, kendi yurdundan olan adamlar ko­ rurlar, yurduna kadar götürürler. Salahattin EyyCı· bi, Trablusşamı kuşatmışken, askerini çekmiş ve Kudüse doğru yürümüştü. Demek ki, Suriyenin üst taraftan boştu. Biz de sıkıntı çekmeksizin Şamdan Kırak yerine kadar yollanabilirdik. Reymondayı bir kere Hınstiyanlara teslim etsem artık Suriyede işim gücüm kalmazdı. Sir Hügo Reymondayı Trablustan vaz geçirip Akkaya götürmek için çok çalıştı. Şamdan Mongor kalesine kadar yolun az ve bu kale kendi oymakları elinde olduğunu ve amcası oğlu Henri Valpo'nun ka­ leyi koruduğunu anlattı, durdu. Herif Reymondayı kandırmak için ne diyeceğini bilmiyor, Şamdan Kı­ rak yolunun çok çetin, uzun olduğunu, Akkada bir­ çok Alman barındığını, bunların kendisine riayet et­ tiklerini ve Trablusşama gitmek lazımsa Akkadan vurmak daha uygun düşeceğini anlatmağa uğraşı· yor, fakat Reymonda da bir türlü kanmıyordu. Di­ yordu ki: "Kendisi frenktir, Almanlarla işi yoktur. isterse başkasının buyruğu altında bulunsun, ister­ se keşişler elinde olsun, mutlak frenklerin barındığı yere gidecektir." En yakın frenk yeri Kırak kalesi idi ki bu da « Hospital» çığnna giden frenk keşiş­ lerinin elinde idi. Hügo bunları işitince ses etmedi ve yol hazırlığını görmeğe koyuldu. Şama geldiğimizin beşinci günü Baalbeke, ora­ dan da Kırak yerine varmak için yola düzüldük. Kervanımızdaki kişiler, Sir Hügo, Jan Lermen, Mar· goz, Türkmen Yusuf ,ben ve at oğlanlarım idi. Bun­ dan başka, Baalbekli birisini de kılavuz almıştık; ay· nı zamanda kervanımıza Sir Hügonun at oğlanı, üç silah oğlanı da katıldı. Bunlar ne türlü silahşor! Ken­ dilerine de bir oron ( rütbe) verdikleri vakit artları· na kaç at oğlanı alabileceklerini söylüyorlar. Öbür


218

GÖK BAYRAK

taraftan da Jan Lermen de yanına Etyen adlı okçu· sunu almıştı. Öyle ki, kervanımız bayağı bayağı ço­ ğalmış, kabarmıştı. Bu Etyen tetik, şaklaban, yavuz yüzlü bir delikanlı idi. Ben dünyada böyle şen adam görmedim, ne olursa gülerdi. Sanırsın ki anasından doğalı ağlamak öğrenmemiş. Fakat Sir Hügo zavallı oğlanı hırpalar, bir çok kötü sözler söylerdi. Hügo­ nun oğlanları da ayrıca delikanlı ile kaba kaba şa­ kalaşırlardı. Fakat Etyen hiç de aldırmaz, onların kabalıklarına karşı eyleniverirdi. Öyle de akıllıca söz atardı ki kaba herifler bir saatte anlayamazlar· dı. Bu sözlere kervanda kırılmayan kalmaz, yalnız Hügo ve adamları söz etmezlerdi. Sabah, erkenden Şam çevresindeki yeşil tepeler boyu yürüyerek yola düştük. Hügo, gövdesine zırhı­ nı takmış ve üzerine de kumaştan bir gömlek geçir­ mişti. Bu gömleğin üstündeki arma işlenmişti. Hügo kabara kabara iri tulgasını silah oğlanlarından birı­ nc verdi ve kargısı ile kalkanını at oğlanına taşıttı. Biz, başımıza yalnızca bir bezden tepelik geçirdik. O, demir bir külah koydu . Hepimiz atlı idik, yalnız Etyen yaya kalmıştı. Bunu görünce yüreğim acındı , delikanlıyı da sevmeğe başlamıştım. İki yedek atım vardı. Etyeni çağırdım ve atlarımdan birine bindir­ dim. Çocuk, nasıl teşekkür edeceğini bilemedi; o günden sonra benden ayrılmaz oldu. Şamdan geçen Barada suyunun kenarı boyunca giderdik. Bu su, yukarıdan aşağı ormanlarla kaplan· mış, yırık tepeli dağlarla çevrilmiş bir ova içinden akar. Kılavuzumuz başta, ben ardından ve benim ar· dımda Etyen yürürdü. Bunların arkasından ise at oğlanlarım gelirlerdi. Kız kardeşim ile Reymonda, Margoz i le Jan Lermenin arkasında biraz ırakta idi­ ler. Tötonyalı ise, en sonda kalmıştı. Bir aralık kıla-


CÖK BAYRAK

219

vuzun atı çalılıklardan ürkerek bir sıçradı. Kılavuz gülmeğe başladı, atına dedi ki: - Neden korkarsın? Bu çalılıgı Aslan Yürekli Rişar mı sanırsın? Ben, bu Rişarı tanımıyordum. Etyene kim ol­ duğunu sordum : - Bey dedi. Bu, bir Frenk Beyidir ki bundan dört sene önce buraya gelmiş ve yavuzluğu için adi. · na aslan yürekli denmiştir. Bu, öyle işler etmiş, öy· le kanlar dökmüştür ki şimdi buralarda yaramazlık eden çocukları ürkütmek için " Rişar geliyor! " derler - Demek ki, çok yerler almıştır? - Çok yerler almadı . Frenkler Beyi ile yalnız Akkayı bastı. Sonra aralarında dirliksizlik çıktı. Frenk Beyi geri döndü ve sonra da Rişar Kıbrısta döğüşmeğe gitti; bizim işimizi bozan bu dirliksizlik­ tir. Eskiden, bizim Frenk Beyleri üste gelirlermiş, şimdi ise Araplar bizi titretiyorlar. Kim bilir, ne gü­ nah işledik. Ben sordum : - Ey, Tötonyalılar Frenklerle birlik mi çalışır­ lar? - Evet, fakat ben onları bir türlü sevemedim. Bunları söyler söylemez, Etyen başını bana eye­ rek şu sözleri söyledi: - Efendim ! Hügo, Reymondayı neye Akkaya veya Morgura götürmek isterdi, bilmek ister misiniz - De bakalım. - Reymondanın babası, Montreal ve Şerianın öbür yakasında birçok yerlerin Beyi idi. Ondan baş­ ka da birinci karısı tarafından, Antakya Beyliğini almış ve Şatiyon toprağını eline geçirmişti. Reymon­ danın üvey anası, yani Beyin ikinci kadını "Etiyc­ net Domili " adında bir kadındır ki bütün bu toprak­ ların, Beyliklerin hanımıdır. Bu hanım ölünce bü-


GöK BAYRAK

220

tün bu yüce adlar, topraklar, beylikler Reymandoya düşecektir. - İyi ama, senin "Etiyenet" dediğin hanım ya­ şıyor, hem de Trablustadır. Jan Lermenin deyişine bakarsan cam da eminlikte imiş. - Evet, Jan Lermen öyle dedi ama, o hepsini bilmiyor. Halbuki Hügo çok şey öğrenmiştir. Bun­ dan üç gün evvel Hügoya mektup geldi. Bu mektup­ ta Reymoydanın üvey anasının öldüğünü yazmışlar­ dı. Şimdi Hügo ister ki, kesesini açmaksızın, dö­ ğüşmeksizin Şatiyon, Antakya Beyi olsun. İşte bu­ nun içindir ki Reymondayı Akkaya, kendi adamları arasına götürmeğe çalışır. Bir kere oraya vardı mı Almanlar kendisine çok itibar ederler, ona yardım ederek kızı alırlar. - Çok iyi, dedim. Elverir, başka birşey deme. Fakat Etyen susar mı, bana sordu ki : - Beyim ! Siz konuşmağı sevmez misiniz? - Severim fakat sen, ikimiz için konuşursun da onun için. - Siz ıraktan mı gelirsiniz? Sizin yurdunuzda barınanlar buradakiler gibi Arap kişiler midir? - Yok, bizim ellerde öz Türkler yaşar. Araların da Hırıstiyan da vardır. Etyen, birdenbire yine atıldı: - Bu Hırıstiyan kişiler, Romadaki Keşişin buy· ruğu altında mıdırlar? - Biz, öyle şey bilmeyiz. Bizdeki Hınstiyan kişiler Tuğraulun buyruğu altındadırlar. Buna Ung derler. Etyen, bir iki kere Tuğraul ve Ung sözlerini söy­ lemeğe yeltendi ise de dili dönmedi. Belli idi ki bu sözler, onun ağzına göre değildir. Şimdi, Etyen bana bir çok da Hırıstiyan düzenleri sormağa başladı. Ben ·


GÖK BAYRAK

221

ister istemez güldüm. Margozu çağırdım, dedim ki : - Hey Margoz! Bu adam sorar ki, Karayetler içinde yavuz silahşor çıkar mı? Margoz hemen cevap attı: - Oğul! Eğer sizinkilerin içinde bir kimse, Ung Hanın oğlu Sengonun karşısında beş dakika dura­ bilirse, ben yaşadıkça o er kişinin kalkanını, kargı· sını taşırım. Ben dilmaçlık ediyordum. Etyen, yine dedi ki: - Demek, Rişar Hana karşı çıkacak adam var ha? Margoz, yurdundan söz açıldı mı, çok kabarır, taşar. Bunda da doğrusu haklı idi. Hemen fırladı, dedi ki: - Dinle oğul ! Ben, senin yurdundaki Hırıstiyan ların kim olduğunu bilemem. Yalnız şu kadar de­ rim ki daha başımı ağrıtırsan sizinkilerden bir iki­ sinin kafasını yararak bizim taraflarda yetişen er o­ ğullarının ne olduklarını öğretirim. Etyen kızmadı, tez söz yetiştirdi : - Yiğit! dedi, eğer buradakilerden biri üzerin · de gücünü denemek i stersen şu Hügoya çat, doğrusu bu seyiri seve seve görürüm. Bu söz üzerine delikanlı daha ses ermedi v..:: Margozla bana daha ziyade bağlandı. Biraz da böy­ le yol aldıktan sonra Margoza sordu ki, Jan Ler­ men izin verirse onu at oğlanı alır mı? Margoz peki, dedi ama okçu Lermen bundan lioşlanmadı, dedi ki: - Etyen benden sonra, en usta okçudur. Bütün avadanlıkları bilir, tanır. Margoz bunu işidince dayanamadı, dedi ki : - Böyle usta çocuğu nasıl böyle fena tutarsı­ nız? Bizim Hamınız görse onu en baş yere çıkarırdı.


222

GÖK BAYRAK

Okçu ustası Karayetleri dinleye dinleye onları sevmişti. Etyeni Margoza at oğlanı olarak vermeğ� razı oldu. - Elbet Etyen, sizin Hanınıza kulluk ederse çok kutludur. Alınız, size verdim, diyerek kendi di­ nince haç çıkardı. ' Margoz da cevap verdi: - Ben, Etyeni yanıma aldım, Jan Lermen sözü bitirdi. - Ben de ona izin verdim ve size ısmarladım. Etyen, bu sözleri işitince atını sürerek Sir Hü· goya kadar koştu ve bağırdı: - Şimdi, Töton Beyi ! ben de serbestim. Demek ki, sizinle birim. Eğer bir kere küstahlık eder, bana karşı kabalık ederseniz kozumuzu paylaşırız. Hügo bağırdı: - Haniya kargını, haniya kalkanım ? Şu herifi geberteyim. Hügo bağırır bağırmaz sil.ah uşaklarından biri Etyenin ardından sokularak zavallı oğlanın kafasını yarmak için gürzü kaldırdı. Fakat Susor, her ne ka­ dar söylenen sözleri anlamamışsa da herifin ne ya pacağını görmüştü. En yakında kendisi olduğundan iri herifi aşağı Moğolvari bir kavradı ve eğerinden kopararak atının ayakları önüne, yere çaldı. Hügo ise kalkanının kayışını boynuna takmış, eline kargı­ sını almış, Susoru nişanla:puştı. Baktım ki Tötonyalı Susoru bir yandan öbür yana delecek. Çünkü Su· sorda ne zırh vardı, ne bir şey. Hatta oğlan yalmL bir ufak bıçakla kendini korurdu. Koştum Tötonya· lının atını geminden yakaladım, olduğu yerde dur­ durdum. Hügo hırslandı kargıyı ele aldı atımı şahu kaldırmak ve kendini benden kurtarmak için elin­ deki ince sancı değneği ile atımın kafasına bir indir­ di. Bir Moğolun atının başına vurmak, kendisine


GÖK BAYRAK

223

vurmak demektir. Kan tepeme çıktı. Başıma gelenin ne olduğunu bilemiyordum. şaşkın şaşkın duruyor­ dum. Nihayet bağırdım: - Köpek! İkimizden biri burada kalacaktır, kendini koru, göreyim. Kılıcı sıyırarak üzengilerim üstünde doğruldum. Tötonyalı atını geri bastırarak kargısını indirdi v� kalkanını kaldırdı. Biz birbirimize saldıracak idik ki, Reymonda önüme atıldı. Margoz ise elinde ok, i­ kimizin arasına sokularak sert sert bağırdı : - Geri, koca kargılı adam! Görmüyor musun? Can Beyin başında bir ipekli mendil, elinde de bir kılıç var. Kalkanı da at oğlanlarının eğerine asılmış­ tır. Senin başında demir külah, kolunda kalkan, e­ linde kargı var. İkiniz bir değilsiniz. Jan Lermen de atıldı: - Çok iyi dersiniz! Sir Hügo, bırakmalısınız ki karşınızdaki de silahlansın. Eğer beklemiyerek sal­ dırırsanız kaltabanca iş görmüş olursunuz. Bu kere de Reymonda söze girişti. Tez dedi ki: - Can Bey! Sana yalvarırım. Sen bana söz ver· din ki vuruşmayacaksın. Can Bey, kavgaya girişme Reymondanın bu sözüne öyle hırslandım ki yü­ züne karşı sert sert bağırdım: - Döğüşmeyeyim mi ? . Bu köpek, benim Sayın­ boğrulumun başına vursun da ben döğüşmeyeyim ha? Gökçenin bindiği, Cebenin beğendiği, Selenga kavgasında beni üzerinde koşturmuş, olan atın ba­ şına vursunlar da ben durayım ha? Beni dinle Rey­ monda ! Bu Frenk ve arkadaşlarının hepsini bir ara­ ya getirsen, atımın bir kılına bile değmezler anladın mı? Sakın bir daha böyle sözler deme! . . Sen, bana bak Tötanyalı! Dur da sana biraz Moğolları öğrete­ yim.


224

GÖK BAYRAK

Ben böyle konuşurken Kotak elime kargıyı, kal­ kanı uzatarak dedi ki: - Demiri unutma tuğcu! Moğol göreneği üzere ben kargımın ucunu ku­ şağımdaki kılıfa sokar ve kavga olacağı vakit sapı na yerleştirirdim. Demir, altı burgulu olduğundan kolayca kargıya girer. Ben demiri kargıya takmadım. Yavaş yavaş, biraz önceki hırsım gitti, kendi­ me geldim ve Kotağın uzattığı kalkanı geri ittim. ö­ bür taraftan Türkmen Yusuf da tulgamı koşturdu . Ona da işmarla istemez, dedim; yalnız kargıyı elime alarak bağırdım: - Bunlar bana yeter! Ben, meydan kavgasına girişeceğim vakit tepeden tırnağa pusatlanınm. Böy­ le oynaşacağım zaman yalnız kargımı alının. Haydi görelim Sir Hügo! Tötonyalı konuşurken, demir külahını çıkara­ rak tulgasım giymiş, kafasına bağlatırdı. Bu tulga, Frenk düzeni üzere yapılmış olduğundan bütün ka­ fasını örterdi. Bu Frenkler, bizden daha ağırcasına pusatlanır­ lar ve bütün demir içine girerler. Yer yüzündeki ba­ hadırlar içinde en az zırh giyen Moğollardır. Çünkü, bizler deriz ki, korunmağa yarayan silahla üste ge­ linmez, saldırma silalılanyle üste gelinir. Jan Lermenin, bana sevgisi var görünüyordu: Yanıma gelerek yavaşça dedi ki: - Silalılanmadığına kabahat işledin Can Beyl Bu Hügo Tötonyalılar içinde yüce silahşordur. Bun· larda çok iyi silahşor çıkar. Ben cevap vermedim, yalnız Reymondaya bak­ tım. O da kargımın uçsuz olduğunu görünce sapsa · n kesilmişti, ötekiler · birşey görmemişlerdi. Çünkü, onlar bilmezlerdi ki Moğollar kargı uçlarını kılıfta taşırlar. Yalnız Margoz haberli idi.


GöK BAYRAK

225

Tötonyalı birdenbire bir nara bastı: - Hazır mısınız? diye sordu. Dedim ki: - Hazırım, ne vakit istersen çarpışırız. Düşmanım, Reymondaya dönerek dedi ki: - Hanım! Şu herifi gebertince, ben kendi e· l i mle sizi milletdaşlarınız yanına götürürüm. Reymonda, hiç cevap vermedi . Lakin yüzüne ba­ kınca gördüm ki bütün heni gözler ve Hügonun söz­ lerine hiç aldırmaz. Şimdi, ben de Tötonyalıya de dim ki : - Elverir, çok görüştük. Dilimizi yoracağımız yerde biraz da pazılarımızı deneyelim. Haydi baka­ lım, bekliyorum. Sir Hügo, kargısını bana doğru eğerek üzerime koştu, kargısını Frenkvari tutar ve doğru önüne di­ kerdi. Ben ise, kargımı Moğolvari kullanır, yani a dam akıllı çevirebilmek için atımın başının solunda tutardım. Önce, bıraktım ki Hügo bana doğru gelsin. Tam çatacağı sıra şöyle kendimi kırdım ve yanın­ dan geçerek kargımın sapiyle tulgasına vurdum; fe­ na vurmuşum ki, herif sendeledi, fakat yine dengini alarak ikinci kere üzerime koştu. Ben, yine çattırma­ dım ve yanından geçerek çenesi ile boynu arasına sıkıca bir düttüm. Bu kere de kuvvetlice dütmüşüm ki tolganın şerit�eri koptu ve Hügo baş açık kaldı. Margoz, tulgayı yerden alarak Susora uzattı ve de­ di ki : - Can Bey! Mallar bütün senindir. Hügo, hırsından köpük saçıyordu: - Ne olacaksa olmalı, kendini koru lanet he · rif! Diye bağırarak, yirmi adım gerileyip meydan alF. · 15


GÖK BAYRAK

226

dı. Ben de öyle yaptım hayvanı dolu dizgin saldıra · caktım ki Reymonda bağırdı : - Kargı demirini unutma. Tanrı seni korusun. Aklım başıma geldi, kuşağımdan demiri çıkar­ dım, kargının ucuna taktım ve : - İleri, Gök Moğollar! . .

Benim

kargını ise, dosdoğru

iki gözü ortasına girmişti . . .

Narasını basarak hayvanı düşmanın üzerine sal­ dım. Düşmanımın kargısı iyice idare edilemediğin­ den zırhımın üzerinden gıcırdayarak · sürçtü. Fakat beni yaralamadı. Benim kargını ise dosdoğru iki gö­ zü ortasına gir!fl.işti. Hügo kütük gibi yere yuvarlan­ dı, öldü gitti. Ben bu türlü kargı vurrn.ağı Cebeden öğrenmiş tim. Bu vuruştan kurtulan yoktur. Yalnız iş bununla bitmemişti. Biz saldırdığımız


GÖK BAYRAK

227

vakit Margoz, Etyen, Kotak da dayanamamışlar, Hügonun at oğlanına, silah uşaklarına saldırış etmiş­ lerdi. Üçüncü uşağın ehemmiyeti yoktu. Susar onu atından aşağı almış ve kaburga kemiğini çökertmiş­ ti. Jan Lermen araya girip bunları ayınnağa çok ,ça­ lıştı ise de beceremedi. Ben Hügoyu hakladıktan sonra başımı çevirdiğim vakit Hügonun at oğlanın kafası yarılmış ve uşaklarından birinin göğsü delin­ miş olduğunu gördüm. Öteki i kisi ise yere serilmiş­ ti. Margoz dedi ki : - Ne yapalım ? Onlar çanak tuttular. Yoldaş· llar! Haydi yürüyelim. Fakat Jan Lermen: - İyi ama, bunları böyle apaçık bıra kmak olmaz, dedi. Margoz da: - Doğrudur, cevabında bulundu . Almanları gömdüler. Etyen içlerinden birinin zırhını çekti aldı. Bizim Hıristiyan yoldaşlar bir şey· !er okudular. At oğlanlarım da yaralı herifleri terki­ ye aldılar. Ölenlerin atlarını yedeğe alarak yola dü­ züldük. Baalbekten çıktığımızın ertesi günü Hıristiyan­ lar ile İsmaililer memleketinin ortasındaki Nehrili' asi ovasına geldim. Bu İsmaililer, Şeyhülcebelin a­ damlarıdır ve Şeyhülcebel ne derse hemen yapıve­ rirler. Fakat birçok kavgadan sonra Hıristiyanlar­ dan Tampel silahşörlerine haraç verirler. Bu İsma­ Üilerin Başbuğu, Alika adındaki Yüce kal'ada barı­ nır.Bu adam da tıpkı Kaşgarda gördüğüm herif gi­ bi kendisine Şeyhülcebel adını verir. Bulunduğum yor, Humus Sultanının toprakları ucunda idi. Hıris­ tiyanlar bu Sultan ile durmamacasına kavga ederler. Jan Lennen, bir düzüye bana tetik yürümemi


228

GÖK BAYRAK

söylüyordu . Zira, o taraflarda Frenklerin Tampel silahşorları, Müslüman topraklarını altüst ettiği gi­ bi Humus Sultanın askeri de H�ristiyan memleketi­ ni basarlardı. Öbür tarafdanda Şeyhülcebelin adam­ larından korunmamı söylüyordu. Şeyhülcebel, o ya­ kınlarda fena hırslanmış görünüyordu. Askerleri durmamasına öteye beriye saldırış ediyorlar, ta Şam surlarına kadar giderek adam öldürüyorlarmış. Jan Lermen hikayesini bitirince dedim ki : - Usta Jan! Sanırım ki Şeyhülcebelden artık korkarsınız. Jan Lermen, bağırarak cevap verdi : - Nasıl korkmam? Ben, kendi payıma ufak bi ı­ kişiyim. Onlarla alışım verişim yoktur. Onlar, ben­ den yüce kişilerle uğraşırlar. 1 1 92 senesine kadar bunların eliyle nekadar Bey ölmüştür bilmezsiniz. Benim korkum başkasından değil yanımızdaki ha­ nımları, bunların elinden alıp kurtarmışsınız. Şim· di herifler, tekrar hanımlarımızı almak istemesinler. Biz böyle görüşe sözleşe çıplak bir yaylanın Ü· zerinden geçiyorduk. Birdenbire yaylanın tepesinde, sağımızda üstü başı zırh içinde eli kargılı bir atlı göründü. Bunun ardından bir daha belirdi, bir daha çıktı. Biz ne oluyoruz diye bakınırken, kılavuzların arkası sıra tepeleri tırmanan iki bölük atlı sağdan soldan koşarak bizi kuşatmağa başladılar. Adama­ kıllı baskına uğramış, kaçmak hatırımıza gelmeden demir çember içine girmiştik. Bir de baktım, Jan Lermen okunun kertiğine bir yay yerleştiriyor. Etyen de elini kılıca salıyor. Hemen bunlara çıkıştım: - Tek durun, dedim. Daha çarpışma sırası de­ ğildir. Biz sekiz kişiyiz, onlar iki yüz. Hem, bakalım ne isterler, bilir miyiz? Jan Lermen bağırarak cevap verdi:


GÖK BAYRAK

229

- Ne mi istiyorlar? Ne istediklerini bilemezsem de bizim işimiz bitti. Çünkü bunların ilk yapacağı şey, ya bizi boğazlamak, ya tutsak etmek olacaktır. Atlılar Humus Sultanın askeridir. Aralarındaki u­ zun külahlı Kürkleri, başlarına borulu siperli tulga geçirmiş Türkmenleri ben iyice tanırım. Türk Beyi ! Siz bunların soyundansınız, siz yakayı kurtarabilir­ siniz .. Jan Lermen canımı sıktı, sertçe dedim ki : - Benim ile yoldaşlık eden adamları bırakıp gitmek türem değildir. Sesini kes ve yayını çıkar. Sana gelince Etyen sen de kılıcını kınına sok. Bura· da kumanda veren ben, benden sonra da Margozdur. Jan Lermen, bunun üzerine birşey demedi, benı dinledi. Etyen, yine lafa karışmak istedi. Margoz dik dik bağırdı: - Susun uşaklar! .. Yoldaşlarımı susdurunca, bizi çevirenlerin Baş· buğu gibi görünen adama doğru yalnızca ilerledim. Bu adam, uzun boylu olup gayet cins bir kısrağa binmişti. Üzerine tel örme bir zırh giyinmiş ve tul­ gası ise burnuna kadar inmişti . Öyle ki, yalnız gözle­ ri gözüküyordu. Başbuğun sağında, solunda dev gibi iki Kürt duruyordu ki bunlar, gövdelerine içi doldu rulmuş kolsuz kavga hırkaları geçirmişler ve başla­ rına da uzun bir külah koymuşlardı. Külahın altın­ da demir telden tepelik vardı. Kürtlerin elinde iri , çelik gürzler görünüyordu. Başbuğun ardında bayrağı gelirdi. Bu bayrak kızıi olup üzerinde karşılıklı iki sırma aslanlı arması var­ dı. Ben, Başbuğun üç adım önüne kadar vardım, dedim ki : - Ne istersiniz? Başbuğ durmadı, selam verdi, sonra sordu :


230

GöK BAYRAK

Nereden gelirsin ? Başbuğ gün batımı ' çevrelerindeki kişilerin Türkçe dil i ile görüşüyordu. Ben de o dil ile ceva;ı verdim: - Ardımda bıraktığım yoldan gelirim ağam ! - Nereye gidersin ? - Doğru, ileri. - Ben bunu bilirim. - Bilseydin sormazdın. Başbuğ, bu son sözüm üzerine kızgın kızgın ce­ vap verdi: - Küstahlanıyorsun oğul ! Şurasını bil ki ben , seni bu dünyadan ayırır.kızıl ateşe kadar gönderi ­ rim. Ben de kızdım, dedim ki : - Senin elinden böyle bir iş geleceğini bilsey­ dim, senden başkasına tapmazdım. Başbuğ, benim serbest serbest konuşmama şa<;; ­ tı, üzerime doğru gelerek, elini yüreğimin üstüne koydu ve sonra yanındakilere şu sözleri söyledi : - Doğrusu, bu delikanlı çok yavuz. Yüreği, her vakitki gibi vuruyor. Bana bak civan kişi! zırhına. elbiselerine bakarsan çok ıraktan geldiğin anlaşılır. Ben senin gibi adam görmedim. Yalnız, yanındaki ­ lerin Hıristiyan olduklarını anlamışımdır. Onları bana vereceksin! .. Başbuğ, böyle diyerek usta Janı , Etycn i ve A l ­ manları gösteriyordu . Ben cevap verdim: - Bunlardan ikisi tutsağımdır. Ben bunları kılıcım ile kazanmışım. Üçüncüsü kervan adamıdır. Dördüncüsü ise danışığımdır. Bunların birisini ve­ remem. Başbuğ kızdı: - Köpek, dedi. Bil ki, ben Humus Sultanı Nu' rettin'im. Geldim ki Hıristiyanların toprağını yağ-


GöK BAYRAK

231

rna edeyim. Taa ileride dört yüz esir, Üzerleri mal dolu sekiz yüz devemi güder hey oğul ! Hıristiyanla­ n şimdi ver yoksa anan sana rahmet okur. Dedim ki : - Ne şimdi, ne de yarın veririm . Ben dilerim ki şu Hıristiyanlarla gideyim. Ötekiler ise has malım­ dır. Sen bana istersen saldır. Senin gücün benden artıktır. Sen ölürsen doğru kızıl tamuya girersin, ben ölürsem uçmağa giderim çünkü erce ölmüşüm­ dür. Şimdi , Nurettin gülmeğe başlamıştı. Dedi ki : - Oğul, sen hoca mısın? Taa ıraktan bize ders vermeğe mi gelmişsin? Öyle ise rahat ol , bildiğin gi­ bi okuyamıyacaksın. Çünkü ; seni tutsak aldım. Sultan, lakırdısını henüz bitirmişti ki, ardındaki adamlar arasında bir kargaşalık çıktı. Tepede üç at­ lı belirerek, bulunduğumuz yere geldiler, çattılar ve hemen attan inerek Sultana doğru ilerlediler. Sultan bunları görünce şaşaladı kendi de atından indi. Bu yeni gelenlerden birincisi açık bir sesle şunları dedi: - Humus Sultam Nurettin, biz seni ararız. Bizi dinlemeğc hazır mısın? Sultan titredi ve tulgasını geri iterek dedi ki : - Ne istiyorsunuz, söyleyin. Bir de baktım ki sapsarı kesilmiş. Şimdi, gelen lerin ikincisi dedi ki: . - Humus Sultam, Şeyhülcebel bizi sana gönde­ rir. Sen, ona küstahlık etmişsin, kusur dilemelisin. Sen, Masyav kalesini almış, hakkın olmıyarak elin­ de tutuyorsun, onu geri vermelisin. Sultan gürledi : - Hiç bir vakit ! Dedi. Ben sağ oldukça Şeyhü!­ cebel de Masyavı eline geçiremez. Bu kere, Şeyhülcebelin adamı, yavaş yavaş şu sözleri ortaya attı :


232

GÖK BAYRAK

- Hey çocuklar! Siz, hizmetinizi gorunuz. Biraz geride kalan uşakları, Sultana doğru iler­ lediler. Sultan, elini kılıcının sapına götürerek geri çeklldi. Herkes titrerdi. Bu karışık lık içinde gördüm ki, akıllı Margoz yaralı Almanları yük atlarına yer­ leştirir, ötekilerini de yavaş yavaş uzaklaştırır. Şimdi, Şeyhülcebel adamlarının biri uzun bir balta çıkarıp ortaya dikti. Baltanın sapı üzerine bir çok bıçaklar kakılmıştı. Ötekinin kolunda ise, ak bir kumaş vardı. Baltayı tutan adam, bıçaklardan birini alıp Sultanın ayağı ucuna fırlattı. Kumaşlı herif ise, kumaşı açtı ve bıçağın yanına koydu. Kumaş Sulta· nın ayağına değdi. Baktım ki Nureddin hala titriyor. Evvelce lakırdıya girişmiş olan cübbeli herif bağır­ dı: - Humus Sultanı Nurettin! Tıpkı bu bıçak gibi bir bıçak senin yüreğini delecektir. Bu kumaşı sakla. Efendim yollar ki kendine kefen yapasın. Bunu söyleyince üçü de atlarına bindiler ve hiç de acele etmiyerek, ölü dualarını okuyarak yavaş ya­ vaş uzaklaştılar. Askerden biriciği bunların ard ı n 1 düşemedi. Baktım ki vakit bu vakit. Sultan şaşkınlığından ayılıp da atına binmeden uzaklaşıp kaçmak gerek. Hiç düşünmedim, hemen bir hopladım hayvana bin­ dim dört nala sa İdım. Biraz böyle koşunca, iyice ile· riden yol almış olan yoldaşlarıma bağırdım: - Basın! Atlarımız iyidir. Koşalım ki bizi tut· masınlar. Sonra Nurettin acığını bizden çıkarır.


HIRISTİYAN ELİ iraz sonra, yaylanın öbür tarafına vardım. Dar B bir ovanın üstünd_en vurdum geçtim.

İyi olmuş ki acele etmişiz. Zira, ardımızdan be.� on tane atlının sökün ettiğini gördüm. Derken atlı­ lar yirmi oldu. Ardımızdan koşuyorlardı . . Bulunduğumuz yerden bir iğaç ileride ova yo­ _ kuşlanıyor ve sonra dar bir geçide varıyordu. Benim de erişmek istediğim yer orası idi. Çünkü; ben, Margoz, at uşaklarım, Jan Lermen, geçidi tutar ve oradan kimseyi geçirmezdik. Daha ilk patırdıda, kı­ lavuz bizi bırakıp kaçmıştı. Onlar, epeyce uzaklaşın­ . caya kadar biz de düşmanları durdurabilirdik. Bize saldırış edenler iyi atlara binmiş oldukla­ rından ardımıza çatmakta gecikmediler. Biraz son­ ra, oklar kulaklarımız yanından vızlayarak uçmağ:ı başladı. Ben de durmadım. At üstünde Moğolvari ok çekmeğe başladım. Margoz ve at oğlanlarım da be­ nim gibi yaptılar. Biz, böyle hem koşup,hem de dur-


234

GÖK BAYRAK

mamacasına ardımıza ok atarken Jan Lermen ile Etyenin şaşkınlığını görmeli idi. Etyen dayanamadı : - Bflkınız, bakınız! Diye bağırdı . Bizim Beyler artlarına da ok çekiyorlar. İhtiyar Jan Lermen de: - Koca aslanlar! Bu ne ok çekiş. Doğrusu biz, gözümüzün doğrusuna bu kadar iyi ok atamayız . Dedi . Margoz beri taraftan cevap verdi : - Haydi tembeller! Çene çalacağınıza yayları­ nızı kullansanız a: Zavallı Jan Lermen acemiliğini saklıyamadı: - Beceremeyiz ki . . . Dedi. Bizim ok atabilmei\. için atları durdurup düşmanlara karşı dönmemiz lazımdır. Margoz pek tatlılıkla konuşmak bilmezdi: - Budala, siz ne becerirsiniz? dedi .. Margoz, sözünü bitirmemişti ki bir ok geldi, tulgasına vurdu. Bir tanesi de Kotağın meşin göm­ leğine saplandı. Fakat, ikisi de bir zarar vermedi · ler. Düşmanlarımızın yaylarının ucu yassı demirden · dir ki çabucak eğrilir. Her ne kadar okları çok uzun ise de sert olmadıklarından çok gidemez. Margoz oku yiyince akıllandı, o da bir tane gön derdi. Ben de bir ok çektim, düşmanlarımızdan bi­ risini yuvarlayıverdim. Sadağımdan bir ok daha çı­ karıyordum ki zırhım üzerine bir ok daha geldiyse de zırhı delemedi. Bizim Kotak ve Susor da boş dur ­ mamışlar, iki kişiyi de onlar yere yatırmışlardı . Margoz, yaralanıp yere düşen a t oğlanını yalnız bı­ rakmak istemediğinden Etyeni bir yere çekti, kılı­ cını sıyırarak yürüdü. Bunu görünce, kargıma sün­ güsünü taktım. Bir de. baktım ki Etyen küreği üs­ tünden yaralanmış .


GÖK BAYRAK

Zırhım üzerine

bir ok

geldiyse de delemedi.

235


236

GÖK BAYRAK

- Ardımdan gelin uşaklar! Savulun bayrak ge­ liyor! .. Diyerek karşımdakilere saldırdım. Önümüzde on beş kadar atlı, kargıları aşağı dikmişler, fakat kılıcı ve gürzü havaya kaldırmışlar, üzerime koşar­ lardı. Düşmanlarımız bizi ele geçirince sağlam öldü· recekler; öldürmeseler bile bana yoldaşlık eden Hı ristiyanları bitirecekler. Bana yoldaşlık eden kim olursa olsun bıraka­ mam ! Bunu erkekliğime, türemize, Türklüğüme yediremem. Ne yapalım, yazı bu imiş! Fena çatıştık. Suriyeliler güzel kargı ve gürz kullanırlar. Fakat, kılıçları ince demirden dökülmüş olduğundan çok fenadır. B� kılıçlar çıplak eti veya ince kumaşları delip kesmek için elverişl i iseler de demir yahut meşin zırhlara vurunca körleşirler, kırı­ lırlar. Bu kavgada Cebenin bir sözüne hak verdim. Cebe derdi ki: « En özge pusat kılıçtır . Kargı, balta. gürz yalnız bir yeri ezerler, kılıç ise bir adamı baş­ tan aşağıya kadar yaralayabilir.» Ben atımı ileriye sürmüştüm. Bir kargıda önüme çıkanı devirdiğim gibi hemen kılıcı sıyırarak yanıma yaklaşan birisin·� bir indiriş indirdim. Öyle de sıkı vurmuşum ki tul­ gası, beyni yarılıverdi. Kılıcı kurtardığım sırada sırtıma bir kılıç tersi geldi. Sol Kolumu uyuşturdu. Fakat, tenime kadar gelemeden herifin kılıcı iki paı� ça oldu. Ben, atımı ayakları üstüne döndürerek çark ettirdim ve düşmanın koluna bir kılıç da ben vur­ dum. Kılıç zırhın 'kolçağı altına indi ve taa kolundan el ayasına kadar etlerini sıyırdı attı. Adam kaçıp · kurtulmak istediyse de kılıcım ile omuzları ardın:ı. dürttüm. Zırhı delindi ve süvari de atının boyunca düştü kaldı. Yoldaşlar, canlarını pahalıya satmak için adam


GÖK BAYRAK

237

akıllı döğüşüyorlardı. Kotak, birisiyle çatışmış, bo­ ğuşuyordu. Bir aralık düşmanını boğazından yakala­ yarak boğdu. Susor da yanına iki kişiyi sermişti . Birden bire Yusuf başına bir gürz yedi, sendeledi, olduğu yere yığıldı kaldı. Karşımızdaki askerden bi­ risi de esir ettiğimiz Almanlardan birinin kellesini uçurmuş, öbürünün de belini kırmıştı.Etyen, yere yığıldı. Jan Lermen de kolwıa bir gürz yedi, silahı clinderi düşürdü, yuvarlandı. Bu Frenklerin kılıçları iyi isede pek ağır olduğundan güçlükle kullanılır. Bunun için de kavgada beş para etmez. Frenkler o kılıcı kaldırdığı zaman atik ve gözü pek birisi tez­ den yaklaşıp kılıç inerken veya kalkarken herifi haklayabilir. Artık kılıcı kol�ma sardım, bıraktım ve oku ya kalayarak sağa sola yay uçurmağa başladım. Kotak yerde yatan Yusufu kaldırarak atının üstüne yerleş­ tirdi. Margoz yanına kimseyi yaklaştırmazdı. Susor da yaralılarımızı geri çekiyordu. Hemen yere bırak­ mış olduğum kargıyı kavrayarak ayakta kalan düş­ mana koştum. Fakat onlar bizi beklemediler ve mey­ danı bize bırakarak kaçtılar, gittiler. Vakit kaybetmeğe gelmezdi; yaralılarımızı sırt· ladık, bize kalan sekiz atı da alarak yukarıda dedi ­ ğim geçide uçtuk. Biraz yürüdükten sonra oraya vardık. Bu geçit o kadar cİar idi ki yan yana ancak iki kişi zorla geçebilirdi. Geçidi tuttuk. Margoz dedi ki: - Tam vaktinde gelmişiz, bir kere bak Can Bey! Ardımızdan otuz kadar atlı, kaçakları da almış­ lar, bize doğru gelirlerdi. Ben kumanda verdim: - Attan inin, oklara sarılın. Jan Lermen fena bozulmuştu. Aldık, duvara dayadık. Biçarenin başı göğsüne doğru sallanıyordu . Yusufun hali harap idi;


238

GÖK BAYRAK

ağzından, burnundan oluk gibi kan geliyor ve dizi üstünde duramıyordu. Geçidi korumak için kala kala beş kişi kalmıştık. Susor ile Etyeni bir kayaya çıkardım. Kotağı da gönderdim ki geride atları tut­ sun. Margozu yanıma aldım, geçidi kestim ve okları gererek, bir adım bile geri basm�mak üzere ant ve­ rerek düşmanı bekledik. Biraz sonra üzerimize ok yağmağa başladı. Biz de durmadık, karşılık gönderdik. İlk çarpışma· da atlarımızdan birisi öldü. Düşman tarafından da iki kişi yuvarlandı. Kavga bir zaman sürmüştü ki bizden iki at daha gitti. Etyen koluna bir ok yemiş olduğundan işe yaramazdı. Gönderdim ki atlara bak· sın. Yerine Kotağı çağırdım . Kotağın da hazır tarafı imiş, geldi, kavgaya girişti. Etyen anadan doğma kasabalı idi. Bir Moğol göçebesi gibi ata bakmağ; bilmezdi. Hayvanlar ok vızıltısından, kavga gürültü­ sünden ürkerek kaçtılar gittiler. Yalnız Sayınboğrul ile Susor ve Kotağın atları ötedenberi al ışkın olduk­ larından kımıldamadılar. İşimiz sarpa sarmıştı Çünkü ben, Margoz ve at oğlanlarımdan başka işe yarar kimse kalmamış­ tı. Bu da yetmiyormuş gibi yanımızda iki kadın var dı. Karşımızda ise bir alay düşman! Şaşalamağ�1 başladık. Düşman ise bizim şaşkınlığımızı, atların ürküp kaçtığını gördüklerinden tekrar saldırmağa kalkıştılar. Ata sıçradım ve dedim ki : - İşte kılıç savurmak vakti gelmiştir. Canım ı· zı değerine satmalıyız. Artık kimseyi beklemedim, doğru ileri sürdüm. Kotak ve Susor ardımı bırakmadılar. Margoz ile Et­ yen geçidi korumağa kaldılar. Ben yokuş üstünde olduğum gibi güneş de düşmanın taa alnına çarpı· yordu. Zaten bir saattenberi karşımızdakiler bir dü-


GÖK BAYRAK.

239

ziye ok attıkları halde bile bizden kimse ölmediği­ nin sebebi bu idi. ilk çarpışışta kargımı iri bir herifin karnına sokarak yere yuvarladım. Sonra, sağa sola kılıç sa­ vurup üç kişi bir olduk, epeyce adam kaçırttık. Fa­ kat düşman, dört nala biraz ileri kaçtıktan sonra yardım aldı ve yeniden saldırış etti. Ben, döğüşe döğüşc iyi kızışmış olduğumdan onların tekrar gelmesini bekleyemezdim. Margoz ise binicisi yere düşmüş bir atı yakalıyarak üzerine at­ ladı. Ben, Margoz ve at oğlanlarım doğruca hücum ettik. Düşman da karşımıza çıktı. Biz, vakit kaybet­ meyerek geçide doğru çark ettik. Ve artdan ok çek­ rneğe başladık. Oklarımızdan birisi, düşman bay­ rakdarını yere yatırdı. Ve yanındakilerini biraz ka­ rıştırdı. Ben bunları darmadağınık görünce yüz üs­ tü döndüm. Kılıçla giriştim. İyi döğüştük. Kotağın altındaki hayvan öldü, Susor ise yere düşen bay ­ rağı aldı. Ben de bir iki atlıyı tepeledikten sonra bunlara kumanda eden Başbuğla karşı karşıya gel­ dim. Bu Başbuğ zebellah gibi uzun, iri birşeydi, ba­ şıma bir kılıç çaldı. Kalkanımla siper aldım. Kılıç kalkanımı, tulgamı yardı ama başımı zeçlelemeden parçalandı, kırıldı. Başbuğ eğerinde asılı olan baş­ ka bir kılıca sarıldı. Suriyede ne �adar silahlı gör­ düm ise çift kılıçsız kavgaya çıkmıyorlar, bunlar­ dan birini bellerine, ötekini de atlarının yanına sarkıtıyorlar. Başbuğ da eğerindeki kılıcı sıyırmak için eğildiği vakit hemen boynu ile omuzu arasına bir kılıç saldım. Şimdi karşımızda sekiz on kişi var­ dı. Bunlar da bayraklarının alındığını, Başbuğları· nın öldüğünü ve Yl.lsuf ile Jan Lermenin sürüklene


240

GÖK BAYRAK

sürüklene ok atmağa çalıştıklarını görünce geri dön­ mekten başka kurtuluş yolu görmediler. Onlar biraz uzaklaşmıştı ki yaylanın üstünden bir gürültü koptu. Başımı döndürdüğüm vakit toz duman içinde bir alay atlının bize doğru koştukla­ rını gördüm. Düşman bunları görünce birbirlerine: - Kumandör geliyor! . Diyerek çabuk çabuk kayboldu. Etyen Kumandör sesini işitince: - Kurtulduk, bunların Kumandör dedikleri Tampel Beyleridir. Diye sevinmeğe, bağırmağa başladı. Jan Ler­ men de usta Etyen gibi bağırıyordu: - Tampel Beyleri, i mdat, imdat! .. Bundan başka birşey diyemedi, çünkü gucu, kuvveti bitmişti. Olduğu yerde bayıldı. Tampel . Beyleri sesimizi duyunca kargıları1:1ı kaldırarak dört nala koşmağa başladılar. Ben o kadar kızmıştım ki dünyayı gözüm görmüyor bu gelenleri de düşman sanıyordum. Tulgam başımdan uçmuş, kalkanım yuvarlanmış olduğu halde atımı sürdüm ve taa kar­ şılarına dikilerek kılıcı kaldırdım: - Savulun, bayrak geliyor! .. Diye bir nara bastım. Margoz ve Etyen Frenk­ ler tarafına seğirttiler. Ben, at oğlanlarımla yalnız kaldım. Tampel Bey1erinin ileri takımları geldiler, önümüzde durdular. Artlarında ise bir sıra tutsak ve sürü sürü koyunlar vardı. Karşımıza gelenlere şaşkın şaşkın bakıyordum. Ne tuhaf silahşörler! Kendileri de, hayvanları da, demir içine girmişlerdi. Silahşorlar bu demir zırh­ lar üzerine ak bir car geçirmişler ve sağ omuzları üzerine kırmızı bir haç işletmişlerdi. Kalkanları sivri olduğu gibi bellerinde uzun bir kılıç vardı. Tıp­ kı bu kılıç gibi bir tane de eğer kaşlarına asılmıştı.


GÖK BAYRAK

241

Kargılarının üstünde ise hiç bir bayrak görülmü­ yordu . Ekserisinin başına giymiş olduğu degirmi tulga yüzlerine kadar geçiyordu. Bir çokları da ke­ narı çıkık demirden bir külah giymişlerdi. Kimisi­ nin başında ise, yalnız yazma vardı. Yüzleri açık o­ lanların gözleri parlak, tüyleri sarı, sakalları kum­ raldı. Kır sakallı olan Başbuğlarının yanı başında ise orta yaşlı, güçlü kuvvetli bir atlı daha görülü­ yordu. Bunların her ikisi de Jan Lermeni tanıdılar, Fakat, Reyınondayı görür görmez pek şaşırdılar ve yere inerek Reymondanın etrafını aldılar ve artık riayet ettiler. İhtiyar Başbuğ sordu ki: - Düşmanınızın elinden nice kurtulabildiniz? Reymonda cevap verdi: - Jilber Eryal! görünüşe göre siz Tampel frenklerinin Beyisiniz. Ne kadar yüce olursanız o­ lunuz, bu civan bahadıra şükretmek borcunuzdur; çünkü bizi kurtaran odur. Reyınonda sözünü bitirince beni Tampel Beği­ ne gösterdi. Tampel Beyi arkadaşına dönerek şu sözleri söylüyordu. - Piyer kardeş! şu karşımıza dikilen bahadır Türk, giyinmiş, silahlanmış; fakat ne olursa olsun, eğer Montreal Beyinin kızını kurtar.an, demincek bozduğumuz askeri kaçıran bu ise, bütün dünyada­ ki bahadırların en büyüğü imiş gibi kendisine ria­ yet etmeliyiz. Etyen bağırdı: - Evet Beyimiz! bu gördüğünüz bahadır yal· nız dört yoldaşiyle bir bölük düşmanı kaçırdı. Ben de beraberdim, Margoz Bey de beraberdi. Tampel Beyi sertçe dedi ki: F. 16


242

GÖK BAYRAK

- Ne yaygara ediyorsun ? Bunca büyük Bey­ Jer karşısında dilini tut. Reymonda da lakırdıya. karışarak dedi ki : - Beni kurtarmış olan Can Bey, bizi pek ırak memleketlerden getirir. Karayetlerde Hıristiyan kişiler de vardır. Margoz da onlardandır. Tampel Beyleri, benimle de öpüştüler. Sonra, Beyleri bana dedi: - Bizim ile kavgaya yürüyen Türkler de var­ dır. Biz bunlara « Türkopol» deriz. Türkopol alayı­ nın Başbuğuna baş Türkopol denir. Bizler arasında baş Türkopolcu rütbesi kadar yüksek rütbe yoktur. Ne kadar Tampel Beyi varsa baş Türkopolcuya ar­ t;t riayet ederler. Bizimle kalınız Can Bey! Sizi baş Türkopolcu yapalım. . Ben cevap verdim: - Hayır! Ben dediğinizi yapamam. Ben, Hanı­ mızın ve bayrağımın kuluyum. Lazımdır ki gideyim. bayrağımın altına gireyim. Tampel Beyi şaştı, dedi ki: - Burada kalınız, rahat edersiniz. Büyük bü­ yük topraklar ele geçirebilirsiniz. Yüce Beylerden olursunuz. İçimden güleceğim geldi. Ben mi toprak sahibi olacağım? Ben, Moğol askeri. Cebenin bayrakdarı Can Bey, göçebeliği bırakıp da kasabalı olacak ha! Ben, Temuçin Hanın neler düşündüğünü bilirdim, ben Temuçin Hanın ne demir gibi bir adam olduğu­ nu görmüş ve öğrenmiştim. Doğrusu Suriye elinde kulübe, toprak sahibi olmak işime gelir idi ya! Bir aralık frenge diyecek oldum: Birgün gele­ cek bütün Moğollar Suriyeyi baştan başa basacak­ lar. Fakat kendimi tuttum . Yalnız şunu dedim. - Yurdunu seven en yüce Beyden daha zen­ gindir.


GöK BAYRAK

243

Bu söz üzerine Tampel beyi baş kesti ve dedi ki

-Hanınız, çok bahtlıdır k i buyuruğu altında siz gibi bahadırları vardır. Bizim de gözümüzde mal filan yoktur. Ben sonra cevap verdim : - Reymondayı sizin elinize bıraktığım için gönlüm çok rahattır. Reymonda şimdi eminliktcdir, benim de işim bitmiştir. Benim artık döneceğimi duyan Margoz telaşla sordu : - Demek bizi bırakıp gideceksin . . . - Evet Margoz senin daha buralarda işin bitmedi bf'n kardeşimi alıp yurdumuza varırım. Bu son sözlerime Margozun beti benzi attı, beni bir ke­ nara çekip şu sözleri söyledi : - Can Bey kardeşim. Ben kız kardeşin Ül­ keri sevmiştim. İzin verir misin ki onunla nişanla­ nayım. Bu sözü duyunca önce şaşırdım biraz sonra kendime geldim. Düşündüm ki Margoz benim o­ bamdakilere çok yardım etmiştir. Kız kardeşimi bunca zaman korumuş, kayırmış, onun yüzünden türlü sıkıntılara girmiştir. Margoz da benim gibi Türktür. Karayetler de benim dilimi konuşurlar, bi ­ zim türemizdedirler. Hepimiz Gök Bayrağın kulu­ yuz .. Hepimiz bir yasaya özümüzü bağlamışız .. Son­ ra Margoz bahadır. uşaktır. Ant kardeşimdir! Doğ­ rusu ben Ülkeri Alaka vermek isterdim ama biz on­ dan ayrı düştük. Margoz da orduya dönünce o da tez bir Başbuğ olur. Ülkerden biraz büyükse de çağı daha gençtir. İşi bir kere de Ülkere açtım. Ses etmedi. . . Ama yüzü tuhaf kızardı. Anladım ki onun yüreği de Mar­ goz'a karşı soğuk değildir. At oğlanlarunı, orada Türkten nice kişi varsa topladım. Türe olduğu üze-


244

GÖK BAYRAK

re hepsi çenber oldular, oturdular. Kargı kılıç nele­ ri varsa önlerine yere diktiler. Morgoz yüzüğünü Ülkerin parmağına taktı. Susor biraz akıllıca idi, onu sağdıç yaptım Susor nişanlıları çemberin orta­ sına getirdi. Margozun ve Ülkerin oymağını, yedi a­ talarını, soylarını saydı. Her ikisini de oradakilere bildirdi. Nişanlandıklarını, evlendiklerini anlattı. Oturanlar yahşi dediler. . . Sonra ikisi de geldiler e­ limi öptüler hazır olanların ellerini sıktılar . . . Yal­ nız Kotak gözleri sulanmış, yanıma sokuldu: Tuğcu dedi ! Toy yapmıyacak mıyız .. ? - Toyu onlar yurda döndükten sonra yapar­ lar dedim .. Biraz sonra nişanlıları Reymonda ve ya­ nındakilere götürdüm, onlara da işi bildirdim. Rey­ monda kolundan bir bilezik çıkardı, Ülkere verdi. Bu iş de bitince, yüreğimde bir yalnızlık, bir boşluk duydum. Babam, anam kimbilir ne olmuş­ lar. Kız kardeşim de ayrılmış demekti. Çünkü, o da artık başka bir erin buyruğu altına girmişti. Kendi kendime diyordum ki: - Hey Can Bey! Dünyada nice yerler gezdin, nice şeyler gördün. Bir kız kardeşin için uğramadı­ ğın yer kalmadı. İşte onu da bırakıyorsun! Kimbi­ lir, belki bir daha yüzünü göremeden öleceksin! Çünkü Margozun daha işi vardı, biraz oralarda ka­ lacaktı. Yüreğime bir acıklık düştü, fakat Sayınboğrul yanıma geldi başını omuzuma doğru uzattı ve yü­ zünü benim yüzüme sürmeğe başladı. Şirin hayvan! Beni mahzun görünce gözleri yaşarmıştı. At oğlan­ larım ise bana baka baka o kadar kederlenmişlerdi ki biri dokunsa mutlak kavgaya girişirlerdi. Ben a­ tımı, benim hakikatlı at oğlanlanmı görünce! Suri­ yede bulunduğumu unuttum. Uçtum, taa günlerce, aylarca geride kalmış olan dumanlı dağlı yurduma,


GÖK BAYRAK

245

engin çayırlıklarıma doğru uçtum. Gökçe, Temuçin Han, şakrak Cebe, yiğit Boğurcu, yoldaşım Alak, ça­ yırlıklar gözümün önüne geldi; bu çayırlıkların or­ tasında Gök Bayrak bir kavga akşamı gibi kendini rüzgara vermiş, şanlı şanlı sallanıyordu. Margoza dedim ki: - Tanrı sizi kayırsın! Kız kardeşimi sana ıs­ marladım. Eğer bizlere doğru gelirsen, sana bir yurt buluruz. Cebenin bayrağı altında ben ve Alak arasında yaŞarsın. Margoz boynuma sarıldı ve beni sıktı. Karde­ şim de eğildi, elimi öptü. Tampel Beyleri uzakta kalmışlardı. Vardım, yanlarına gittim ve karşıları­ na çıktım. Hepsi bana bakıştılar. Tampel Beyi ya­ nındakilere dedi ki : - Bu bahadır, tam yavuz bir Türk ; ah ne olur­ du, bizimle kalsaydı ... Sonra, rahatça hazırlı_ğımı gördüm. Kotak ve Susor kavgada ele geçirdikleri atları bir araya top­ ladılar. İçlerinden üç tane seçip Tampel Beylerine vermelerini buyurdum. Tampel Beyleri, bu ağalığı­ ma şaştılar kaldılar. Kavgada ölenlerin silahlarını denk yaptırdım. Bunlardan bir kaç değerlisini Tam­ pel Beyine, Jan Lermene, Etyene armağan ettim. At oğlanlarım yerdeki okları da topladılar. Ben, ken­ dim için yaptırdığım yayları toplattırıp sadağıma yerleştirdim. Bütün bu hazırlıklar, bize akşamı et­ tirdi. Yandaki köyden biraz azık aldık. Vakit gecik­ miş olduğu gibi, Yusuf da yola çıkacak halde değil­ di. Doğrusu ben de biraz rahatlanmak isterdim. Tampel Beyi beni o akşam kendi yanında konukla­ dı. Frenk beyleri bana çok riayet gösterdiler. Altı­ ma ipekli halılar sererek kendi aralarına oturttular. Birlikte yemek yedik ve bir Çok konuştuk. Bana,


246

GÖK BAYRAK

Ung Hanı sordular. Ben de onlara Ung Hanın kim olduğunu ; gezdiğim, işittiğim yerleri anlattım. Bun­ lar Hıtayı, Çin, Hint, Tibet ellerini hiç bilmezler; adlarını bile çokluk işitmemişlerdir. Çinlileri, Mo­ ğolları, Türkleri anlattım. Her ne kadar bunlar, Arap­ lardan bu şeyleri işitmemişlerse de yine şaşkınlık­ larından ağızları açık kaldı. Sonra Tampcy Beyleri frenk diyarından lakırdı açtılar; yutlarının güzelli­ ğini, Beylerinin akıllılığını öğdüler. Böyle sözleşe konuşa gecenin bir eyyamına vardık. Biraz sonra herkes uzandı, yattı; ben, yalnız kaldım. Ateş başın­ da atımın eğerine yaslanarak çadırın açık kalan ka- . pısından ortalığa baktım ve başıma gelen halleri , gördüğüm işleri düşünmeğe başladım. Ne de güzel, ne de parlak gece idi . Ay çıkmış, ortalığa ışıklar yağdırırdı. Herkes uyuyordu. Yal­ nız üç dört nöbetçi ayakta idiler; bunların da kar­ gılarının ucu pırıl pırıl parıldardı. Bidenbire çadı­ rın eteği açıldı ve Reymonda yavaşça salına salına içeri girdi. Reymonda, frenk düzenince giyinmişti. Anladım, bana diyecek sözü var. Kalktım, karşıla­ dım. İkimiz, hiç ses etmeden birbirimize bakıştık. Reymonda söze başlayarak dedi ki : - Demek ki Can Bey, bizi bırakıp gideceksin ha ? .. - Evet Reymonda, gideceğim . - Hangi yoldan vuracaksın? - Geldiğim yoldan, alaca karanlıkla yola düzüleceğim. Reymonda, ateşli ateşli atıldı, dedi ki: - Tann başı için Can Bey, Semerkande uğra­ ma, Ulu Hatun seni öldürtür. - Reymonda! dedim J\lnımın yazısı Ulu Hatu­ nun kurbanı olmaksa ne yapsam nafile . . . Buralar­ da işim bitmiştir. Şimdi gidip bayrağım altına gir·


GÖK BAYRAK

247

meliyim. İnsanları, kılıçtan ziyade yazıları öldürür. Hem ne telaş ediyorsun hepimiz bir gün Ulu Tanrı­ ya kavuşacağız. Şimdi Reymonda acığından, kederliğinden ağ­ layacak hale gelmişti. Yine dedi ki: - Can Bey! Can Bey, Semerkantdan geçme! söz ver, Tanrı başı için söz ver ki, Semerkanda uğ­ ramıyacaksın! Ben ses etmedim. Reymonda, hırs lı hırslı aya­ ğını yere vurarak bağırdı ki : - Hayır! Gitmiyeceksin. Gidip de orada körü­ körüne kendini öldürtmiyeceksin! Can Bey, ben is­ temem ki sen ölesin. Şaşırdım. Reymondanın şirin yüzüne baktım, sonra cevap verdim : - Reymonda! Ben ölmüşüm, sağ kalmışım, bundan sana ne! Artık bir daha birbirimizi görecek miyiz sanırsın? Reyrnonda yavaşca, tatlılıkla dedi ki: - Can Bey! Senden ayrılmak bana ne kadar güç geliyor bilsen .. Senin öleceğini düşündüğüm va­ kit yüreğim dağlanıyor.. Ben tatlılıkla sözü yürüttüm: - Bana da senden ayrılmak güç gelir Reymon­ da .. Dünyada oldukça seninle birlikte yaşayamıya­ cağıma kederleniyorum. Ne yapayım ? Yer pek, gök ıraktır! Herkes alnının yazısını çekmelidir. Reymonda içini çekerek dedi ki: - Ah, ne olurdu, sen de bizlerden olaydın, biz­ ler içinde kalaydın! .. - Sizler içinde kalsam ne olacaktı? - Ne mi olacaktı Can Bey? Bayrağının, zırhının, silahlarının üzerine benim beylik armalarımı da işlettirir, benim de ulu beyim olurdun. Reymonda, yüreğindeki derdi döker dökmez


248

GÖK BAYRAK

utanmasından yüzünü örttü. İçimde bir yanıklık çıkmıştı. Montreal Beyliğinde gözüm yoktu. Ama, Reymonda yüreğimde yuva kurmuştu. Düşünmeğe başladım. Tez kendimi toparlıyarak yine bahadırlı­ ğımı, erkekliğimi ele aldım. Şimdi Reymonda ağlı­ yordu.Ben de fena olmuştum. Bir dizimi yere koya­ rak Reymondayı riayetle selamladım. Ulu Hatuna bile bu kadar riayet göstermemiştim. Sonra dedim ki : -Reymonda! Canım sana adak olsun. Ben seni acıklandırmak istemem; ne yapayım ki yurdum bu­ radan çok ıraktır. Bizlerde derler ki: kimin bir yur­ du varsa o, onun malıdır, kuludur. Alnımızın yazısı ayrılmak imiş Reymonda! .. İnsan yurdundan, oy mağından uzak olduğu vakit dünya malına girse yi­ ne gönlü rahat edemez .. Bir zaman daha söz demeksizin birbirimize ba­ kıştık. Sonra Reymondanın ellerini aldım. O, yine ağlıyordu. Birdenbire dedi ki: - Hakkın var Can Bey! Sen gitmelisin, ben de burada kalmalıyım. Yerli yerinde gerektir. Bir kaç saat sonra, ben de Trablusa doğru yollanacağım. Sen de Bağdada gideceksin. Tanrı, yolunu açık et­ sin .. Şimdi, yavaş yavaş tan yeri ağarıyordu. Günün taze ışıkları yüreğimi aydınlattı. At oğlanlarım kalk­ tılar, hayvanları topladıktan sonra Sayınboğrulu bana getirdiler. Ben, kimseyi görmeden yola düş­ mek isterdim. Reymondaya baktıkça, gözlerim yaşla doluyordu; kendimi tuttum, dedim ki : - Tanrı seni korusun Rcymonda. Sana sağlık versin. Reymonda hiç cevap vermedi. Sayınboğrula at­ ladığım vakit, kendini tutamadı ve bağırdı :


GÖK BAYRAK

249

- Tanrı kayırsın mert bahadır! Yüz sene ya­ şasam seni unutmam, gece gündüz sana dua ede­

rim . . . Artık durmak olınazdı.Sayınboğrula bir dokun­ dum, dört nala koşınağa başladım. Başımı geriye çevirmedim bile .. Kim bilir? Artık Reymondayı bir daha görebilecek mi idim?


Bir çok zamanlarda denize çıkar, balık tutardık . . .

TORK ELLERİNE DOGRU

8 İRAZ sonra, gün batımı çevresine doğru düzül­

düm. Yola düştüğümüzün ikinci günü ufak bir çam ormanına vardır. Buraya epeyce kalabalık bir bezirgan alayı göçmüş . Yolcuların kimi yemeklerini pişirir, kimi de rahatlanırdı. Giyim kuşamlarına ba­ kınca, bunların Frenk alıg - satıgcılar ( 1 ) olduğunu anladım. Hiç birisinde zırh yoktu. Fakat kılıç, ka­ ma ve ok bulunuyordu. Biraz i l erideki ağaçlara kırk kadar katır bağlanmıştı. Yerde yatan denklere bakılırsa, katırların adamakıllı yüklü olduğu anla­ şılıyordu. Faka t , bezirganların binek hayvanlaı'ı pek kö­ tü olup eşek, katır ve cılız atlar idi. Bezirganlar be· ni görür görmez fena korktular. İçlerinden birisi baştan aşağı yazı ile dolu bir tirşe ( 2) çıkararak te­ miz Türkçe ile söze girişti . Ben, bunun, bizim dili( 1) Ahg - satıg: Ticaret, ahğ satığcı: Tacir. (2) Tirşe: İnce deriden yapılmış kıiğıt. Yerliğler ( berat­ lar) fermanlar

vs.

buna yazılıdır. «Parchemln» karşılığıdır.


GöK BAYRAK

25 1

mızı puruzsüz konuştuğunu görünce şaşkınlığım­ dan ağzım açık kalmış. Bezirgan bana dedi ki: - Yüce Bey! Kılığınıza bakılırsa, sizin Türk olduğunuzu anlayıverdim. Ben sizin dilinizi ta kü­ çük yaşımdan beri öğrenmiştim. Ben cevap verdim: - Doğrusu, Faris ilinde, Suriyede, rastladığım Türklerin söyledikleri bozuk Türkçe ile konuşaydı­ nız yine şaşmazdım. Fakat siz, tam yukarı Türkle­ rin, asıl Uygur Türklerinin dilini kullanırsınız. Yok­ sa bu uzak ellere vardınız mı? Bezirgan, gülümseyerek cevap verdi: - Ben, bu dediğiniz yerlere hiç gitmemiştim. Yalnız, Rus elinde alış veriş ettim. Oradan Kuman, Başkırt memleketlerine geçtim. Buralarda barınan kişiler, sizin dilinizi söylerler ve tıpkı sizin gibi gi ­ yinip kuşanırlar Sanırım ki siz de oralardansınız, Dedim ki : - Tanrıya bin şükür ki, Türk ul�sunu bunca yerlere yaymıştır. Ben ne Kumanlardan, ne de Başkırtlardanım. Ben, Bayan Avullu bir Uygurum. Gök Moğolların sancağı altında yaşarım. Bu sizin dediğiniz Türk kardeşler nerelerde barınırlar? Bezirgan sordu ki : - Siz Yayık suyunu bilir misiniz? Ruslar bu suya Ural derler. - Evet, bu suyu işitmişim. - Kafkas dağlarını, idil suyunu da bilir misiniz? Bu idil suyunun adına Ruslar Volg� derler. - Kafkas dağlarını bilirim, ama İdili tanı­ mam. - Öyleyse siz Karadenizi de bilmezsiniz. O yüce Karadenize iki büyük su dökülür ki, bunlardan


252

GÖK BAYRAK

birine Türkler Tin, Ruslar Don; ötekine de Türkler Tuna, Ruslar Danüp derler. Bunlar nece yerler, nece memleketlerdi ? Ben bunca yurtlar dolaşdığım halde bile hiç birini duy­ mamıştım. Şimdi bezirgan, bana anlatıyors:lu : - Öyle ise dinleyiniz. Buradaki mil letleri ben size söyleyeyim: Yayık ve İdil suları arasında Bul­ garlar barınırlar. Poluçlar İdil ile Tin suyu arasın­ daki engin ovalara yerleşmişlerdir. Bu ovalara Türkçe Kıpçak ( çöllük ) derler.Başkırtlar yayık su­ yunun üstündeki yamaçlarda, Kumanlarla Poluç­ lar Tuna ortasında yerleşmişlerdir. - Çok yahşi, şimdi bunların hepsini anlamağa başladım. Sizin Poluç, Kuman dediğiniz göçebele­ re biz, toptan Kıpçak der, çıkarız. - Doğrusu, bunların kendi kendilerine verdik­ leri ad da budur. Kıpçakların altında ve Kafkas dağ­ lan ile Karadeniz yanında Alanlar vardır.Öbür ta­ rafta da Pulaklar yaşar ki bunlara Leh derler. Rus­ ların bulunduğu yerlerin gün batımına gelen tara­ fında Kureller barınırlar. Bunlar birbirlerine Döyiç ve Töton adı vermişlerdir. Biz bunlara Alaman adı koymuşuzdur. Kumanlarla Pulakların arasında Ma­ carlar bulunur. Bunların memleketleri, taa Kostan­ tin Beyinin topraklarına bitişiktir. - Biz, bunları da biliriz. Kostantin şehrine biz Roma deriz. Beyine Roma Kayseri veya Altun Bilek İmparatoru adını koşmuşuzdur. Siz, bezirgan başı, siz neredensiniz? Bezirgan cevap verdi: - Ben Hıristiyanım, yoldaşlarım da benim gibi Hıristiyandırlar. Benim adım Mafyo, yurdum Venediktir. Ah bilseniz, bu Venedik ne şirin, ne ser­ best bir yerdir. Burada herkes deniz ve gemi işleri-


GÖK BAYRAK

253

ni öyle anlar, öyle bilir ki bütün Venedikliler deni­ zi ele geçirmişlerdir. Ben şimdi Laya şehrinden ge­ lirim. Bu şehire Araplar Lazkiye derler. Lazkiyede Venedikli yurtdaşlarla buluştum. Ve yanımıza şu gördüğünüz ak sakallı bezirganı da aldım. Bu adam Katalonyalıdır. Adı Bartelomadır. Biz, birbirimizle ortak olduk. Şimdi Fars eline ve Hindistana gidip alış veriş edeceğiz. Koynumdaki tirşeyi Şam Sulta­ nı verdi. Bunu nerede göstersem bana ilişmezler, yollar açıktır. - Türk kardeşler elinde gezmiş bir adama rastladığım için bahtlıyım. Size birşey soracağım: Tibet Hind yanında değil midir? - Elbette, denizde, karalarda gezdiğim vakit Hindistanın üstünde Tibet denilen bir yer olduğunu işitmiştim. Mis denilen koku buradan çıkar. Bu mis, çok pahalı birşeydir. - Öyle ise bezirgan başı, ben size Hindistana kadar yoldaşlık ederim. Hintten Tibete gitmek pek kolaydır. Tibetten de yurduma geçerim. Çünkü bu Tibet bize yakındır. Mafya hoşlandı, hemen dedi ki: - Bize yoldaşlık etmeniz kadar bizim ıçın ıyı birşey olamaz. Halinize bakılınca gücünüz, kuvve­ tiniz yerinde olduğu ve hep Türkler gibi adamakıllı silah kullanmağı bildiğiniz görülüyor. Ondan baş­ ka yanınızda aslan gibi üç arkadaşınız vardır. Sür­ raf ( 1 ) şehrine gitmek için çokluk değiliz. Siz bizi korursunuz. Tanrı da sizi korusun. Tanrı da sizin iyiliğinizin sevabını yazar. Mafyo beni öteki alığ - satıgcılara tanıttırdı. Bunlar benim yoldaşlığımdan pek haz ettiler. ( 1 ) Sürraf şehri bugün mevcut değildir. Yalnız Basra Körfezi üstündeki Funcan şehri yakınında yıkıntılan gö­

riilür.


254

GÖK BAYRAK

Bezirganlar alış veriş ede ede yedi ayda Basra· ya vardık. Yolda büyük bir kazaya uğramadık, yal­ nız bir iki yağmacı herifle çarpıştık. Bezirganlar karlı iş gördüler. Bir çok para kazandılar. Kona, göçe Basraya vardık. Basradan Sürrafo gitmek için altı ay gemi b�kledim. Buraya karadan da gidilirse de, yollarda pek çok uğrular bulundu­ ğundan yanımdaki bazirganlar korktukları gibi hiç kimse bize at vermek istemedi. Bizim atlardan ço­ ğu da ölmüştü. Yalnız benim özge Sayınboğrulum sağ kalmıştı. En sonra büyük bir inci kayığına yerleştik. İn ­ ci toplamak zamanı olduğundan bir çok gemiler bu­ lunur. Gemi ustası, Farslı biri idi. Bizden öyle para aldı ki. . . Bir çok vakit Sayınboğrul için çekiştim. Çünkü, herif bir türlü benim mubarek hayvanımı gemisine almak istemez ve at için gemide yer olma­ dığını söyler. Biz Moğol Türkleri, denizde hiç yolculuk etme­ diğimizden çok ürküyorduk . Çare yok, ütekliye ütek­ liye gemiye bindik. İş bu kadarla kalsa iyi . Ge­ mi sahibinin halinden işkilleniyor ve bize bir fena­ lık etmesin diye çekiniyorduk. Herifi sıkıştırdık ve gemide bizim için bir yer ayırmasını söyledik . Fars· lı razı oldu. Mafya ile yoldaşları, ömürlerinin çoğu· nu gemilerde geçirmiş olduklarından, deniz işlerine alışkın idiler. Tuttular, geminin art tarafında uzun iki direğin önünde bize yer yaptırdılar. Bu direkle­ re dümen derlermiş. Mafyaya dümenin ne olduğu­ nu sorduqı. Anladım ki, at�n �emi ne ise geminin de dümeni o imiş. Dümeni kim yakalarsa geminin ağası o olurmuş. Biz de tepeden tırnağa silahlı se­ kiz kişi idik, dümeni de tutmuştuk. Artık korkacak birşeyimiz kalmamıştı. İnci kayığı ile denizlerde birçok çalkandık bo-


Bir alay herif üzerime atıldı. Pusatlanmı aldı . . . Yere oturttular


256

GÖK BAYRAK

raganlara ( kasırgalara ) tutulduk. Ben ve uşakla­ rım deniz üzgünlüğüne uğradık, günlerce battık çık· tık. Denizi ilk işittiğim vakit bunca tuzlu su olur mu, diye soruşturmuştum. Kayığa bindiğimiz gece ayağımız toprağa _basmıyor diye, telaşlanmıştık. U­ şaklar birçok günler ayağa kalkamadılar. İnsan ne­ ler görmüyor. Nelere alışmıyor. Biz de alıştık .. Yol· da enginlerden esen yellere çaputlarını şişirip deniz üstünde gezen kayıkları seyrettik. Bir kaç kere de denize ağ attık balık tuttuk.. İnci kayığiyle Hint kıyılarına kadar geldik. Bunlar daha ırağa gidemezler .. Oradan büyük bir uçan (gemi) bulduk ki bizi Çin sularına iletecekti. Çin ellerine varınca Tibet yoliyle bizim yurtlara e­ rişmek kolaydı .. Yolda başımıza neler gelmedi. Anlatmağa baş· lasam böyle nice destan olur. Ne yurtlar gördük .. Nice kişilere rastladık. Param tükendi. Belimdeki kamayı sattım yol­ luk yaptım. Bizi götüren uçan, ki bunlara o sularda Conk diyorlar, Çin yapısı idi. Ağası da Çinli idi, ama türk­ çe becerirdi. Bundan öğrendim ki, bir!caç ay önce bizimkiler büyük savaşlar yapmışlar. Karayetler kavgaya girmiş. Alakın babası Baysungar düşman­ dan bayrak aJdığı sırada ölmüş. Alak da boş dur· mamış öyle b'aııadırlık göstermiş ki Temuçin Han onu kavga meydanında hezar ( 1 ) başı yapmış . . . Ne ise bata çıka bin bela içinde Çin ellerinde Hangçeo limanına geldik. Yolda benim öz canımdan artık sevdiğim, başı ( 1 ) He:r.ar: Yedi bin kişlllk. atlı kümesi. AvrupaWann hafif süvari alaylanna ' verdikleri (bussard ) bundan alın­ madır.


GÖK BAYRAK

257

ıçın bir Tötonyalı öldürdüğüm sevgili atım Sayın­ boğrul öldü. Kardeşimden ayrıldığım vakit bu ka­ dar yüreğim dağlanmamıştı. Uşaklarla ben birçok günler ağzımızı açmadık. Ne ise Hangçeoya çıktık.. Ayağımız karaya bastı.. Biz de genişledik. Bu Han­ gçeo Kara Çin'in limanıdır. Karaya ayak basar bas­ maz yolda geçen birine bir han soruşturdum. Ben, Hintçe konuşurdum, herif anlamadı. Ka­ ra Çinin Moğollara yakın olduğunu bilirdim. Bel­ ki Moğolcadan anlarlar dedim ve bizim dille konuş­ tum. Doğrusu iyi anlamışım! Daha ağzımdan Mo­ ğolca üç söz çıkmıştı ki karşımdaki herif avazı çık­ tığı kadar bağırıp çağırmaya başladı. Halkı başına topladı. Ben, ne olduğumu anlamadan bir alay herif üzerime atıldılar, pusatlarımı . aldılar, yere yıktılar ve sürükleyerek bir kemere doğru götürdüler. Bu kemerin önünde asker dururdu. Herifler beni buradan _ da alarak büyük bir odaya sok­ tular. Bu odanın dibinde yüksek bir kerevet ve kerevetin üstünde bir takını adamlar oturmuştu! Oturanların somurtgan yüzlerine ve yanlardaki eli kargılı Çinlilerin kılığına bakınca beni mahkemeye sokmuş olduklarını anladım. Kargılı heriflerin ikisi benim yakamdan tuttular, ötekiler de beni getiren henfleri öteye beriye iterek kapının yanına sıkıştır­ dılar. At oğlanlarım kalabalıkta gaip olmuşlardı. Yalnız kalmıştım.

F. 17


Yere oturttular.

KARAUL NOYAN

<ı>

r zaman Çinli hakime ve çömezlerine baktım. Çö­ B imezlerin kıyafetleri de kendileri gibi bet idi. Baş­

larına uzun külahlar geçirmişler ve bu külahın ar dından bir düğüm yapmışlardı. Böylece, kelleleri­ nin ardında iri kanatlı bir kelebek var sanılırdı. Bundan başka da saçlarını bağamışlar, örmüşler, kanlar gibi artlarına sarkıtmışlardı. Esvapları ise bol ipekli cübbeler olup üzerinde canavar resmi iş­ lenmişti. Canavar, Çin Hakanının armasıdır. Hakim bana, bozuk Moğol diliyle söz söyledi, bağırarak de­ di ki: - Yabani göçebe, diz çök! Bu kadar küstahlığı ben nasıl yedirirdim. Cevap . verdim : - Bana bak Çin hakimi! Ben bir yerde d._ .;ö( 1 ) Karaul Noyan: Pişdar kolu Başbuğu. Temuçln or. dusunun yüksek askeri rütbesi idi.


GÖK BAYRAK

259

kemem, ben Temuçin Hanın önünde riayet gösteri­ rim. Bunu derdemez hakim yerinden hopladı ve: - Bakınız, saklamıyor, söylüyor, hepiniz işit­ tiniz ya ! Diye bağırdı . Yanında put gibi du�an herif­ ler ise: - Evet işittik, karı tamaJlldır, dediler. Bunun üzerine hakim kurula kurula şu sözle­ ri söyledi : - Moğol uğrusu! Yarın erkenden meydan da­ yağına çekileceksin, sonra işkence göreceksin. Öbür gün ise öğle üstü dar ağacında sallandırılacaksın. Hakimin oturduğu kürsünün dibinde çömelmiş duran yazıcı altı siyah damgalı uzun bir kağıt çıkar­ dı ve fırça ile bir şeyler çizdi. Bu bittikten sonra iki çömez kalktı ve cırtlak bir sesle anlamadığım bir­ şeyler bağrıştılar. Bağırmaları tamam olunca ha­ kim adımı sordu. O kadar alıklaşmıştım ki düşün­ meyerek: - Öktülmüş'ün oğlu, Cebe'nin bayraktarı Can Bey! dedim. Cebe'nin adını söyler söylemez bir çığlıktır kop­ tu. Otuz kırk kişi bana yumruklarını göstererek üzerime atılmağa yeltendiler. Çömezler zorla bun­ ları zaptedebiliyorlardı. Birkaç şey bağrıştılar ve ortalık sustu, katip hım hım sesiyle kağıttakini oku­ du. Ben, yalnız Can Bey ve Cebe sözlerini anlayabi­ liyordum. Kağıtta benim için pek fena şeyler yazıl­ mış olmalı ki ahali sevincinden tir-tir titremeğe başladı. Nihayet hakim yazıcının elinden kağıdı ala­ rak Çince yazılı olan şeyleri bana Moğolcaya çevir­ di. Kağıtta şöyle yazılmıştı: «Ben ki Altın Hakanın yüce buyruğu üzerine Hangçeo şehrinde hakimlik ederim ve üçüncü sıra hakimlerdenim, üç pençeli canavar nişanını alını-


260

GÖK BAYRAK

şım. Yerlig veriyoruz. Kulluk gösteriniz, titreyiniz. Yarın değil öbür gün Moğol uğrusu Cebe'nin kulu, mundar göçebelerin casusu Can Bey öğle üstü mey­ danlıkta ipe çekilecektir. Kulluk gösteriniz, titreyi­ niz! » Hakim okumasını bitirince kalktı ve duruşma­ nın bitmiş olduğunu anlattı. Kan tepeme sıçradı, avazım çıktığı kadar bağırdım: - Köpek Çinli! Sen böyle yalanları nice ağzına alıyorsun? Bana nice casus diyorsun? Ben Hintten geleli daha bir saat oldu. Sen nasıl kişisin ki yüce Cebe'ye uğru ve Moğollara pis göçebe diyorsun?. Sözümü dinlesene! .. Fakat özünü tamu ödüne tapşırmış olan Çinli sözüme kulak bile asmadı. Çömezler beni çektiler, köpekler gibi uluyan ahalinin içinden aldılar. Kimi­ si belime yumruk indiriyor, kimisi yüzüme tükürü­ yordu, yasakçılar kırbaç, sopa ile vurarak beni sü­ rüklüyorlardı. Önce bir bahçeden ve karanlık bir divanhane­ den geçtikten sonra bir merdivenden indik. Merdi­ venin altında karanlık bir kapı gelirdi. Ber.i geti­ renlerden biri kapıyı açtı. Omuzlarımdan kakarak, . sille, yumruk ile itiştirmeğe başladılar, en sonra da üç ayak merdivenden aşağı yuvarladılar. Zifiri ka­ ranlık bir zindana girdim, sırt üstü düştüm. Dav­ ranayım, kalkayım derken kapıyı kapayıp kilitle­ diklerini ve yasakçıların gülüşe gülüşe uzaklaştık­ larını duydum, zindana girmiştim. Bulunduğum zindanın tek penceresi, kol kalın­ lığında demir çubuklarla donanmış .idi. Buradan bi­ raz ışık giriyordu. Bir zaman aptal gibi kaldım, ba­ şıma gelenin ne olduğunu anlamağa çalışıyordum. Ben böyle düşünürken zindanın karanlık köşe-


GÖK. BAYRAK

261

lerinden doğru alaycı bir ses çıktı, beni şaşkınlı­ ğımdan kurtardı. Bu ses Moğolca bağırıyordu: - Hey, bana bak! Yeni gelen yoldaş! Biraz pencere altına gel ki yüzünü görelim. Bu sesi duyunca sıçradım: - Vay! diye bağırdım. Bu, okçu Etyen ustanın sesi. Ses sahibi de atıldı: - Vay! dedi . Bu da, Can Bey'in sesi ! Bahadır Can Bey'in sesi . . . Şu kara zindan içinde bana yoldaşlık edecek bir tanışık olunca kendimi kurtulmuş sandım. - Etyen, de bakalım, nasıl oldu da buraya düştün? Eğer bilirsen beni de zindana neye tıktıkla­ rını söyle. Çünkü, benim birşeyden bilgim yoktur. Etyen beni pencere dibine çekerek dedi ki: - Nasıl birşey bilmiyorsunuz? Çok şaşılacak şey gördüm, ama sizin burada bulunmanızı bilme­ yişinize dünya durdukça şaşarım. Neden buraya düşmüşsünüz, bilmiyor musunuz? - Hayır! Daha dün sabah buraya geldim. So­ kakta birisine, konacak bir han sordum. - Ne dil ile konuştunuz? - Ne dil ile olacak, Moğol diliyle. Ben Moğol dilini ağzıma alır almaz halk başıma birikti. Etyen şaşa şaşa sordu : - Bu halk sizi parçalamadı mı ? Doğrusu Can Bey, uğurun iyi imiş. Cevap verdim: - Uğurum neden iyi oluyormuş? Ben �imseye ilişmedim. Bana temiz kötek attılar. Mahkeme önü­ ne sürüklediler. Sonra da bana işkence edecekler, asacaklar. Bu nasıl uğur? Sen divane mi oldun? - Can Bey! Moğollar üç aydanberi Çin payi­ tahtını sarmışlar, kuşatmışlardır. Şehrin içindeki-


262

GÖK BAYRAK

]erin dayanacak halleri kalmadı. Döve döve pastır­ malarını çıkardığımız adamlar içine sokuluyorsun, sonra Moğolca konuşuyorsun . . . Sonra da neden döv­ düklerini soruyorsun ha! Can Bey, Çinlilerin hali bitik. Bugün yarın aman dileyecekler. Siz gibi bir yüce Moğol Beyini ele geçirirlerse asmazlar da ne yaparlar? - Adamakıllı konuş. Sen diyorsun ki biz Çin payitahtını kuşatmışız. Biz kim?

Zindanın karanlık köşelerinden doğru, alaycı birses çıktı

- Nasıl biz kim?. Biz .. Gök Moğollar, biz Tc­ muçin Hanın öz askeri . . . Ben de kendi payıma siz· lcrdenim. Çünkü ben de Gök Bayrak çerisi ve Kurt Cebe'nin okçubaşısı oldum. İçimden öyle bir sevinç uyandı ki gözlerim ya­ şardı. Kollarımı kaldırdım ve avazım çıktığı kadar bağırdım:


GÖK BAYRAK

263

- Gök Moğol.. Savulun, bayrak geliyor! . Artık sevinçten içim içime sığmıyordu. Kapıya atıldım. Elimle, ayağımla vurarak bağırmağa baş. ladım: - Köpek Çinliler, Kaltaban Çinliler! Ben Gök Bayrak askeriyim. Ben Cebe'nin bayraktanyım. Ya· şasın Gök Moğollar! Etyen kahkaha ile güldü: - Ha koca bahadır. Şimdi kendine geldin. Gö­ rüyorsun ya, ben de Moğol oldum. - Çıkalım, dedim.. Kapıyı devirelim, duvarı delelim. Bu köpek Çinlilerin kamından yürüyerek orduya girelim. Etyen usta şaklabanlığı bıraktı: - İyi dedi, sevincimiz yerinde; ama nerede ol­ duğumuzu unutuyoruz. Bu sırada dışarıda gök gürlüyormuş gibi bir ses duydum. Tuhaf tuhaf gürültüler ortalığı kaplı­ yordu. Her yer çatırdıyor, kırılıyordu . Zindan penceresine yaklaştım, gördüm ki gök yüzü yangın varmış gibi kızıllık içinde. Etyen'e sordum ki: - Bu ne.. Ne oluyor Etyen? Sanırsınki dünya yıkılır. Etyen cevap verdi: - Ne olacak, bizim mancınıklar işe başladılar. Kalfam pervaneci Ahmet, zemberek ustası ortadan gaip oldu diye boş dururmu? Bizim avadanlıklar Çinlilerin evlerine neler fırlatıyor bilseniz. Ufak fıçıların içine katran, zift dolduruyoruz; üstten a­ teşliyoruz. Mancınıklarla atıyoruz. Bunlardan baş­ ka da iri kaya parçalan, çakıllar yağdırmağı unut­ muyoruz. Bunları işittikçe hazzımdan bayılıyordum. Sor­ ,dum ki :


264

GÖK BAYRAK

- Bunlar iyi ama sen nasıl oldu da yakayı ele verdin? - Mancınıklar iyi işliyor mu diye biraz etrafı gezmeğe çıktım. Bir de lağım açmak için yerleri bil­ mek istiyordum. Birdenbire önümüzde bir alay Çin­ li belirdi. Yanımda üç kişi vardı, epeyce döğüştük. Çinlilerden biri üzerime kemendi atınca beni yere yıktı.Üzerime çullandılar... Bunların zararı yok be­ yim. Kalfam pervaneci Ahmet lağımı iyice açar ve benim yakalandığım kale yarın yere çöker. Kaleye de büyük bir delik açılmış olur. İşin içinde Cebe ile Alak oldu mu, bu dediğim şeyler çok sürmez. - Demekki Alak burada? - Evet! Karaul hezar kollarına kumanda e-· diyor. Bütün askerlere kumanda eden Cebe Beydir. . Bundan bir hafta önce Altın Hakanın oğlu, en işe yarar askerinden kırk bin kişi kadar alarak şehre tıkıldı. Biz şehri adam akıllı kuşatınca işin fenaya varacağını anlayarak barışmak istedi ve Cebe'ye şöyle bir bitik gönderdi : «Bilirim ki sen çok gedas:µı. Eğer şehri çevir

mekten vaz geçersen seni Manzi beyi yapanın.» Buna karşı Cebe ne cevap verse beğenirsiniz?' O da bir bitik yolladı. Dedi ki:

•Bilirim ki sen çok mallısın. Eğer şehri alırsam tahtını darağacına kurduracağım.» - Yaşasın Cebe! diye bağırdım. Yine sordum : - Margoz ne oldu? - Bahadır Margoz'un yeni rütbesini daha öğrenemedim. Alak'ın taburları içinde bir bölükbaşı- · dır. Yalnız şimdi çok hastadır. Merak ettim, sordum ki: - Ne oldu, başına bir bela mı geldi? - Bela gelmedi. Kaburgaları üstüne iri bir ok,_


GÖK BA)'RAK

265

başına da bir balta geldi. Merak etmeyiniz, iyi olur. Alak Bey hekimbaşıyı çağırdı. Margoz'u göstererek, «hunu mutlak iyi etmeli», dedi. Hekimbaşı sakalını eline alarak düşünmeye vardı. Sonra gözüyle, kaşiy­ le Alak'a işmar ederek «Bu iyi olmaz» diyecek oldu. Alak Başbuğ şöyle cevap verdi : « Eğer bu hastayı iyi etmezsen kendi elimle senin boynunu koparırım». Hekim bu sözü işitince, mutlak iyi edeceğine söz verdi. - Karayetler ne oldu? - Karayetler bizden oldular. Bizimle beraber Çinlilere karşı savaşa giriştiler. Şimdi Temuçin Han'­ ın, Karayetlerden daha sadık adamları yoktur. Hey Can Bey! Meğer sizin bir şeyden haberiniz yokmuş ! Temuçin Hanın karşısında kim durabilir. Arolatlar, Naymanlar da, Uygurlar da, bizden oldular. İşittiklerime inanamıyordum, sordum ki: - Naymanlar, Uygurlar, bütün bu sert, bu kah­ raman kişiler bizim bayrağımıza mı girdiler? De­ mek ki yüce Toğraol ve oğlu kibirli Sengon da bize sığındı ha! Etyen cevap verdi : - Hayır! Toğraol ve oğlu bize sığınmadılar. On­ ların ikisi de öldü. - Öldüler ha! .. Etyen, bana bunları anlatsana .. - Peki . . . Biz böyle konuşurken dışarıda gürültü, patır­ tı çoğalıyordu. Yer titriyor, biz tınmıyorduk ve böy­ lece evler yere göÇer, alevler gök kubbeyi kızıla bo. yarken Etyen hikayesini anlattı : - Beyim, sizden ayrıldıktan sonra Kostantine kadar gittik. Orada Margoz Başbuğ birkaç zembe-


266

GÖK BAYRAK

rek ( 1 ) ve mancınık ustası daha buldu. Mahmut Yalvaç pusatlan ve öteki mancınık ustalarını Jan Lermen ile yola koşmuştu. Biz de bu çevredeki iş­ lerimizi bitirip ustaları aldık. Kostantin'den kalk­ tık. Kıpçak, Bulgar ve Merkit ellerinden vura­ rak orduya geldik. Margoz Başbuğ, Gök Bayrağın çerisi oldu. Onu bölükbaşı yaptılar. Sonra ilerledi. Ben de çabuk ilerledim. Temuçin Han beni işit­ miş, oklarımi gördü, beni aldı; okçubaşı yaptı. Ben de Moğolların tanımadıkları kavga avadanlıklarını yaptım. Sonra Merkit ve Selongolar üzerine yürü­ dük. Bunların başında Camuka bulunuyordu. Kanlı bir savaş yaptık ve Merkitleri yendik. Bizim Frenk yılınca 1206 senesinde Temuçin Han, Deligun Bul ­ dak tepesinde kendini bütün Moğolların, Tatarla­ rın, Türklerin Hanı tanıttı. Gökçe orada idi. Hanı halka gösterdi, büyüklüğünü bildirdi. Avazım çıktığı kadar bağırdım : - Yaşasın Temuçin Han! Demek Gökçe'yi gördün, şimdi nerededir? Etyen cevap verdi : - Gökçe, gelmezlere karıştı. Sonra beni zindanın köşesine çekerek : - Temuçin Hanın kardeşi Kasar, Gökçe'yi öl­ dürdü.. Sözlerini söyledi. Temuçin Hanın ne kadar demir gibi bir adam olduğunu ve kim olsa buyruğu altına aldığını bir daha anladım. Kara zından içinde olduğumuz ve bir gün sonra öleceğimizi bildiğimiz ve Hanın ordu­ sundan epeyce uzak bulunduğumuz halde bile Et· yen, yine Hanın korkusundan yavaş yavaş söz söy­ lüyordu. Ben de düşünmeğe başladım . Taa çocuk­ ken Deligun Buldak'taki mağarada bir gece Gökçe ( 1 ) Zemberek: Arbalet denilen ve mükerrer ok atan

bir ilet.


GÖK BAYRAK

267

i le Temuçin Han arasındaki sözleşmeyi hatırlıyor­ dum. Temuçin Han, Gökçe'ye sormuştu ki: (( Sen kendi payına ne istersin?» Gökçe de (( sonra görüşü­ rüz» demişti. Anlaşılan Gökçe, Temuçin Han ile öl­ çülmeğe kalkmıştı. Gözlerim yaşardı. Çünkü Gökçe'nin çok iyiliği­ ni görmüştüm. Ne çare, alnının yazısı o imiş . . . Bi­ raz böyle düşündükten sonra Etyen'e: - Sonunu anlat. Dedim. Etyen yine söze girişti: - 1 207 yılında Naymanlara karşı yine kavga açtık. Eğer bu kavgada Cebe ve Alak olmasaydı, he­ pimiz bitmiştik! Cebe ile Alak'ın böyle yararlık gösterdiklerini duyunca yüreğim kabardı : - Yiğit yoldaşlarım, Gök Bayrak ortalığı tit­ retmeye başlamış. Şükrolsun Tanrıya ki heni böyle bir bayrak altına sokmuş . Diye bağırdım. Etyen de Cebe ve Alak'tan söz geçti mi kendisini tutamazdı, o da dedi ki : - Cebe Bey, pek eşsiz bir kahramandır. Alak da öyle. Bunlar, Karaul takımı ile öyle ustaca iş gör­ düler ki düşman bizi bir türlü çeviremedi ve bir ta­ kım düzünceye kadar Cebe Noyan ve Alak düşma­ na karşı koydular. Temuçin Han da bunca yararlık üstüne Cebe'yi Moğol ulusunun dokuz ulu ağalan ( 1 ) içine aldı. Alak'a da yerlig ve payza ( 2 ) verdi. No­ yanı Karaul Noyan yaptı. Cebe'nin bayrağına gelin( 1 ) Cengiz Han dokuz örlük, yani müşirlik, çıkartmıştL Bwılar Türklerin en ileri gelen rütbeleri olup reisleri Bo­ ğurcu idi. ( 2 ) Yerllg; berat demektir ki, büyük rütbe sahiplerine verirlerdi. Payza ise kumandanlık alıimetl bir nişan idi. Bu payza nlşaru iki olup biri, altın üstüne şahin suratlı; diğeri ise altın üstüne aslan suratlı idi. Karaul Noyan pifdar be­ yi demektir. �


268

GÖK BAYRAK

ce, Temuçin Han buyurdu ki bayrağın başına bir kurt kafası konsun ve içine altın üstüne bir yılan işlensin. Bayrağımın bu kadar parlak bir hale geldiğini duyunca . içimden büyük bir istek kalktı, dedim ki: - Ah! Ne olaydı da ölmeden bayrağımı bir ke­ re koklayıp öpseydim. Etyen, kavga nice oldu, der misin? - Ah beyim, o kavga görülecek bir şeydi. Nay­ manlarla danışıklıları kaplanlar gibi döğüştüler ve Hanları Köşlük canavar gibi etrafa saldırdı. Temu­ çin Han, kendisi de kavgaya girişti ve sol kolda vu­ ruşan büyük oğlu Cuci, öyle kılıç saldı ki. . . Çok geçmeden Naymanlar bozuldular, işe yarayacak bir avuç asker kaldı. Onlar da Tiyang Hanı beraber­ lerine aldılar, dağa çıktılar. Bu Tiyang Han, ölesi­ ye vurulmuştu. Temuçin Han, askeri açtırdı ve bun­ lara ulak gönderdi ki yolları açıktır, nereye isterler­ se gidebilirler. Bunlar istemediler: - Can üstünde .!>lan Hanımızı, yurtlarımızı, ka­ rılarımızı, çocuklarımızı bırakıp savuşmak ve yüz­ süz, arsız yabancı ellerde sürünmektense ölmeyi da­ ha severiz .. Cevabını vererek dağdan indiler ve yeniden kavgaya giriştiler. - Bahadır kişiler! - Evet Can Bey! Çok bahadır kişilermiş. Temuçin Han, bunların yavuzluğuna hayran oldu, ye­ di kere kavgayı durdurarak bunlara dedirtti ki : - Canınız sağdır! Mallarınızı da size bağışla­ yacağız. Mert kişiler böyle davranır. Yavuzluğunu­ zu gösterdiniz, yurdunuza olan borcunuzu ödediniz. Oklarınızı bırakınız, benim buyruğuma geliniz! . Bunlar yine istemediler, vuruşa vuruşa öldüler. - Hepsi mi ?


GÖK BAYRAK

269

- Hepsi diyebilirim. Zira - iki kişi kurtuldu. Ulu Buyruk ile Köşlük. Köşlük, babasının ölüsünü atının boynuna bağladı, ikisi de kendilerini çevre­ ye almış olan askeri yararak vurdular, ova içinde kayboldular, gittiler. - Camuka ne oldu? - Camuka diri tutuldu ve Temuçin Hanın önüne getirildi. Han sordu ki: - Eğer sen üst geleydin, ne yapardın? Camuka . - Seni tutar, lokma lokma doğrardım .. Ceva­ bını verdi. Han da bunu öldürttü. Fakat Can Bey, Camuka'nın ölüme gidişini görseydiniz! Bütün kav­ ga, bahadırlık ırlamaları türküleri söylüyor, orta­ lığa meydan okuyordu. - Öyle yaptığına bakma. Camuka kaltaban bir herif idi. Etyen yine hikayesine girişti: - Ertesi sene, Tangotlar ( 1 ) üstüne yürüdük. Sonra Köşlük yine bizi rahat bırakmadı, yeniden başımıza bela kesildi. Köşlük ve Buyruk Merkit­ lere sığınmışlardı, bunları ayaklandırdılar. Temuçin Han üzerlerine yürüyerek bunları bozdu, dağıttı. Hem de öyle çabuk yetiştik ki, düşmanı kavga ha­ zırlığında bulduk. Bu kere Buyruk öldürüldü ama Köşlük, Merkitler başı Tokta Bey ile kaçtı. Bu se­ ne de, Kırgızlar' Başbuğu bütün oymağı ile gelerek Hana sığındı, �);tesi yaz Köşlük, Tokta Bey ile İrtiş suyu kenarında• toplandılar, kuvvetli ordu kurdular. Yine yürüdük; bu kerre de yendik, Tokta Beyin oğ­ lunu öldürdük. Uygurlar Köşlükten kurtulmak için Temuçin Hana sığındılar. Kuvvetli bayrağımız altına gel( 1 ) Tangotlar, Tlbet'in şimalinde yerleşmişlerdi.


270

GÖK BAYRAK

diler. Baban, Hanın veziri, akıllı Çotsenin yanında idi. Kardeşin Beleye gelince: Ona yayık payza ver diler. Şimdi Bele yiğit Sebüktay kolunda hezar başıdır. Babamın, kardeşimin sağ olduktan başka yük­ sek yere eriştiklerini duyunca gözüm yaşardı : - Ulu Tanrıya şükür! diye bağırdım. Tanrıya şükranlık gösterdim. Şimdi Etyen yine söze girişmişti, dedi ki: - Temuçin Han Uygurları çok sever. Sizin Bey­ lerinizden birine kızını verdi. Uygurları da bize al­ dıktan sonra Karlık Türklerine çullandık. Bunların beyi Aslan Han bize kafa tutmak istediyse de Se­ büktay öyle bir göründü ki, zavallı hemen gelip okunu teslim etti. Arkasından da oymağı geldi, buy­ ruğumuza girdiler. - Şimdi bana anlat! Bu yüce Çin beyi ile nice kavgaya giriştiniz? - 1210 Frenk senesinde Altın Hakan öldü. O­ nun yerine geçen oglu Hanımıza haber gönderdi ki ona haraç versin. Çünkü. yüz seneden beri Moğol­ lar Altın Hakana haraç verirlerdi. Temuçin Han adama haraç mı verir? Başbuğları kurultaya topla­ dı ve dedi ki: - Altın Hanlar nice yıllardanberi atalarımıza binlerce fenalık etmişlerdir. Bugün sanının ki gü­ cümüz bunlarla çatışmağa yeter. Ben de bu kuv­ vetle gider, Çin Hakanını tepeler, tahtını başına ge­ çirir ve atalarımın hıncını çıkarırım .. Herkes «yahşi » dedi ve Han, Altın Hakana şöyle bir bitik gönderdi:

•Gökler, topraklar Hakem bana Dünya Hanlığı­ m vermişdr. finüm, sanım yedi ele yayılmıştır. Sen ki Altın Hak.ansın! Sana buyuruyorum: Bltlğlml alır almaz tez koşasın, buyruğum altına giresin.


GÖK BAYRAK

271

Eğer dediğimi tutmazsan gelir karşı karşıya kozu­ muzu pay ederiz. O vakit görürüz, bakalım Hanlık tacı hangimizin başına uyar.» Altın Hakan bu mektubu okur okumaz, hırsın­ dan köpürür, bağırır ki: - Bu ne demek? Temuçin Han beni buyruğu altındaki Beylere mi benzetiyor? Yalnız benim has buyruğum altındaki Çorçalar, istediğim vakit çifte eğerli zırhlı yüz bin atlı göndermeğe borçludurlar. Atalarımdan kalmış olan bu kara Çin memleketi, ha dediğim vakit zırhlı, gergedan göğüslüklü beşyüz bin atlı çıkarır. Benim buyruğum altında bulunan Manzi Beyi, kargılı, oraklı, oklu yüz kere yüz bin asker getirir. Yine bana kulluk eden Kore Hanı yüz bin piyade ile yüz bin atlı gönderir. Ben Altın Hakanım, yüz binlerce yüz bin kişi­ ler benim buyruğumun altındadırlar! Bana kulluk ederler. Temuçin Han .ne kişidir ki bana böyle ha­ ber gönderir? Benim adımı, kuvvetimi hiç de duy­ mamış mıdır? Benim kavga avadanlıklarını büyük kaya par­ çalan atarlar, yıldırım gibi gürleyerek ateşler yağdı­ rırlar. Benim, bin iki yüz gemim vardır ki herbiri­ nin içinde bin kişi durur. Bütün memleketim bin­ lerce iğaç uzunluğunda kurulganlarla kuşatılmıştır. Ardımda kırk bin okumuş alim vardır. Başka da binlerce arpaç vardır ki dünyayı elleri içine al· mışlardır. Bu sizin geda Temuçin'inize yalnız iki söz ederim. Bana kulluk et, benden titre! Ben bu kadar küstahlığı işitince yüreğim titremeğe başladı, hemen sordum ki: - Temuçin Han, ne dedi? Etyen riayetle külahını çıkararak anlattı: - Temuçin Han şöyle cevap verdi: « Ey Altın Hakan! Sen benimle çarpışmak mı istersin? Öyle


272

GÖK BAYRAK

mi ? Çarpışalım, görelim. . . Artık senin ile benim aramdaki davayı kılıçtan başka kesecek birşey yok­ tur .. » - Ey, sonra ne oldu? - Ne olacak? Bir ay sonra Cebe Noyan Magok kurulganlarını kuşatıyor, Çorça memleketine çulla­ nıyor ve Altın Hakanın sekiz Başbuğunu tepeliyor­ du. Gök Moğollar durur mu? Birbiri üzerine kırk iki kent aldılar. Kırk ikinci kent alındığı sırada öğ­ rendik ki Temuçin Han kendisi gelmiş, Altın Ha­ kan'ın tutmuş olduğu geçit başına geçmiş, Altın Ha­ kan, ardına altı yüz bin kişi almıştı. Temuçin Han, altı yüz bin kişiyi dağıtmış ve Dayming ( 1 ) üzeri­ ne yürümeğe başlamış. - Aman Etyen, sonunu çabuk getir. - Altın Hahan en yarar askerini, Başbuğlarını alarak Han üzerine yürüdü. Öyle bir savaş oldu ki şeytan dünyaya geleli böylesini görmemiştir. O ka­ dar Çinli öldü ki, sayısı dil ile söylenmez. - İyi olmuş! dedim. - Bu kavgada Hamınız yine üste geldi. Altın Han da Dayming şehrine kapanmaktan başka çare bulamadı. Düşündü, taşındı barışıklık diledi. Bu­ nunla da kalmadı. Kızını Temuçin Han'a peşkeş etti. Bu begüm o kadar güzel imiş ki güneş, ay bu­ nun güzelliğini kıskanırlarmış . Altın Hakan bunun­ la da kalmıyarak Hanımızın bayrağına girmek ve birçok para ve mal vermek istedi. Fakat kendi buy­ ruğu altındaki Çin Beyleri bir türlü uzlaşmayı iste­ mediler ve Altın Hanı zorladılar ki kavgayı bitir sin. Beylerinden birçoğu da yanından ayrılarak bayrak kaldırdılar, kendi paylarına vuruşmaya baş· ( 1 ) Deymlog: Pekin şelırlntn eski adıdır. Moğollar bu­ na •Hanbalıka da derler.


GÖK BAYRAK

273

!adılar. Fakat, Kara Çin'deki Türkler bizden ayrılmadılar. Cebe bunları ardına takarak Çorçala­ n, Korelileri bastırdı. Altın Hakan da tekrar şehri­ ne kapandı ve dört çevreden kuşatıldı. Biraz da böyle uğraştı, başa çıkamayacağını anlayınca ağu içti ve sarayını ateşe verdi. Çinliler başka birisini tahta çıkardılar. Bu da bizimle pek çok çarpıştı. Bir keresinde bizi aşağı bile sürdü. Az kalsın, topumu­ zu kılıçtan geçirecekti. Fakat kavganın ertesi günü öyle bir kar ürkünü ( 2 ) çıktı ki Çinliler şaşırdılar, biz de bu fırsatı kaçırmayarak Üzerlerine düştük, hepsini tepeledik. Çinliler bunun üzerine bütün bü­ tün sindiler ve dediler ki: «Bizim Han öyle kuvvet­ li arpaçtır ki rüzgarı bile eline almıştır». Nihayet, dört sene geceli gündüzlü uğraştıktan sonra Kara Çin, Corcit, Kore elleri bize sığındılar. Manzi elle­ rinin birçok yerlerini de ele geçirdik. Bu Hangçeo şehri en ziyade dayanıklık gösterdi. Çünkü deniz ta­ rafı açık, istediği gibi yardım görüyor, yiyecek alı ­ yor, bundan başka da Altın Hakanlarından en yiği­ di, en yavuz askeriyle şehri koruyor. Fakat, elbet bir gün gelir, bize aman der. Şimdi Hamınız Day­ rning kurulganında taht kurmuştur. Yemek yerken Hanlar, Beyler, kendisine işik ağalığı ( 1 ) ederler. Ternuçin Han ele geçirdiği mallan Başbuğlanna ve­ rir, ulu beylik gösterir. Etyen lakırdısını yeni kesmişti ki başımızın üs­ tünde bir kıyamettir koptu, merak ettim. Etyene dedim ki: - Etyen uşağım! Şöyle pencerenin altına gel, ( 1 ) tlrkün; büyük yağmur, ,daha pek futma.

kar

kasırgası. Borajandan

(2) 1şUı: atası: Kapıcıbqı, tetrlfatçı.

F. 18


274

GÖK BAYRAK

duvara yapış. Ben omuzuna çıkayım da bu olanlar nedir görmeğe uğraşayım . . . Okçu Etyenin omuzlarına binip parmaklıklara asıldım dışanya bir göz gezdirdim. Zindanın dış av­ lusu koşunla (askerle) dolmuştu. Bunlar korka kor­ ka dört tarafa kaçarlardı. Başbuğları becerebildiği kadar bunlan toplayıp bir araya getirmeğe uğraşı­ yordu. Önüne katabildiği adamlarla karşımızdaki kapıdan dışarıya uğradılar. Avlunun duvarı üstünde alevler çıkıyor ve ortalığı duman bürüyordu. Birden­ bire iri kaya parçalan avludan uçuşmağa, bizim üs­ tümüzdeki kuleye vurmağa başladı. Her vuruşta ku­ le kökünden sarsılıyordu. Taşlarla beraber içi zift dolu fıçılar, ateşler de düşüyordu. Fıçılar yere dü­ şünce yıldınm gibi patlıyorlardı. İçlerinden biri or­ talığı altüst ederek parmaklıklara çattı, parladı. Par­ maklıkları bıraktım, yere atladım. Biraz geçmedi, kıvılcımlar, akar su gibi alevler, bulunduğumuz zin­ dana giriş ettiler. Etyen, bir köşeye çekilmiş bağırıyordu: - Karımız tamamdır. Bizim asker kalenin bir tarafını almışlar, mancınıkları yaklaştırmışlardır. Şimdi kaleyi ateşe tutuyorlar, bulunduğumuz yerde kebap olacağız. Ben de köşeye savuldum. Etyen yüzü koyun ye­ re yapışmış dinince bir şeyler okurdu. Baktım ki va­ kit ölüm vaktidir. Ölümü beklemeğe koyuldum. Birkaç dakika sonra alevler kendi kendilerine basıldı. İri bir taş parmaklıklara öyle bir çatış çattı ki demir çubukları kırdı . Ne de iyi olmuş. Çünkü, bu delikten içeri ta­ ze hava girdi biz de tütünden, boğulmaktan kurtul­ duk. Deliğe koştum. Gördüm ki bir adam geçecel,c. kadar büyüktür parmaklığa tutundum, kendimi çektim. Avlu silahlı Çin koşunu ile dolu idi. Birçok-


GÖK BAYRAK

275

]an başlarına taş yemişler, kaskatı yerde yatarlar­ dı. Birçoklarına da alev yetişmiş, can acısından kıvrım kıvrım kıvranırlardı. Ben delikten ayrıldı­ ğım sırada yine korkunç bir gürültü koptu . Bir çok bağrışmalar, yuhalar duydum. Etyen ayak üstü doğrularak: - Kule yıkıldı, baskın başlıyor. Kuru]ganı al­ dık! diye bağırdı. Ben de öylece bağırıyordum : - Kaleyi aldık, Cebe Noyan kaleyi aldı. Sa­ vulun, bayrak geliyor! Ben sözümü bitirmemiştim ki zindanın kapısı hızla açıldı. Çinli bir hakim, benzi atmış, titriye titriye merdivenden indi, yanında birçok çeri var­ dı. Hakimin ardında, kızıl gömlek giymiş, ellerinde işkence avadanlıkları tutan beş tane kanlı yüzlü cellat yürüyordu. Hakim titrek bir sesle bağırdı : - Kulluk ediniz, titreyiniz. Altın Hakan bu­ yurmuştur ki siz Moğol yabanileri işkence göresi­ niz ve sonra öldürülesiniz. . . Çünkü siz Cebenin u­ şaklarısınız. Yumruklarımı sıktım, herifin üstüne doğru yü­ rüdüm. Askerler kargılarını önüme tutarak beni bırakmadılar. Hakim de merdivenlerden çıktı. Şimdi elimden kurtulup da yukarı varınca daha yüksek sesle bağırmağa başladı: - Cellat! Göçebenin işini tez bitir! . Bir kere daha fırladım. Hakim durur mu, kaç­ tı. Zaten cellatlarla askerler beni yakalamıştı . Et­ yen de ötekiler içinde çırpınırdı . Çorçalann Başbuğu olan kırmızı, yamalı yüz­ lü, sarkık bıyıklı bir adam beni kurtararak, iterek Türkçe dedi ki:


276

GÖK BAYRAK.

- Bırakınız, kavgaya girişmezden önce bun­ ların işini bitiririz. Beni Etyene doğru kaktılar. Birbirimize sarıl­ dık. Etyen: - Can Bey, benim yavuz silahşorum! Size bir emanet vardı, şimdiye kadar veremediğim için üzü­ lüyordum. Unuttum. Reymonda memleketine git­ mezden size bunu bıraktı. Diyerek koynundan eski bezlere sarılmış bir­ şey çıkardı. Ben bezleri çözdüm. Etyenin ban� ver­ diği şey, ufak bir altın bilezik idi. Ben bu bileziği çok kere Reymondanın kolunda görmüştüm. Bir eşini de kız kardeşime nişan armağanı vermişti. Etyen yine söze girişti: - Reymonda size bu bileziği vermemi ısmar­ ladı ve dedi ki: Ne vakit başınız sıkıntıya düşerse bu bileziğe bakasınız ve Reymondayı anasınız, çün­ kü o da sizi anacaktır. Bileziği elime alınca öptüm. Gözlerim yaşar­ mıştı. Düşman askerine karşı ölüme giderken ağ­ lamağı mertliğe yediremedim, kendimi tuttum. Şimdi, şirin Reymonda gözümün önünde belirmiş­ ti. Bir aralık, anamdan doğalı beri başımdan neler geçtiğini şöyle bir düşündüm. Ne yazısı çok adam­ mışım. Davrandım, başımı kaldırdım Etyeni bir kere daha öptükten sonra Çorçalar Başbuğuna mertçe bağırdım: - Haydi hazırımi . Tam bu sırada dışarıda bir gürültüdür koptu. Davullar dövülmeğe, borular çalınmağa, oklar u­ çuşmağa başladı. Avlunun kapısı kakılıyordu. Bir aralık oklardan birisi geldi, bizi. tutan askerlerden birisinin göğsüne saplandı. Cellatlar korkularından


GÖK BAYRAK

277

kaçtılar. Çorçalar Başbuğu kılıcını sıyırarak ardın­ dakilere: - Davranın! Moğollar . kaleye girdiler! dedi ve yürüdü. Askerlerden biri bana bir kargı savurdu. Ben, geri atıldım, kurtuldum ve kargının sapını yakala­ yarak herifin silahını aldım. Etyen ise öteki askerin elinden ucu tırpanlı bir sopa almıştı . Şimdi, dört taraftan yuhalar, bağrışmalar çı­ kıyordu. Ben de delikten fırladım ve elimizde kar­ gılar Etyen ile meydana atıldık. Avlunun kapısına asker birikmişti. Borular, davullar, Gök Moğolların divan havasını vuruyorlardı. Başımı kaldırdım . Ka­ lenin mazgalları üstünde Gök Bayrak, tozdan kir­ lenmiş, delik deşik olmuş, rüzgarda sallanıyordu. Meşin zırh g�yinmiş bir adam da kale üstünde dur­ muş, ellerini kılıcına dayamış. Binlerce ses Moğol­ ca bağırıyordu. - Hamınız Kurulganı bastı . . . Yaşasın Ham­ ınız, Cebe Noyan ileri ! . . . Kılıçlar, kargılar, baltalar ınıyor ve indikçe Çinliler, Çorçalar vurulup düşüyorlardı. Önümde ise Gök Bayrak kendini rüzgara vermiş, sallanıp duruyordu. ·

Tez Moğollara doğru koştum. Şimdi, büyük kapıdan atlı bir Başbuğ girmiş, « Yaşa! » sesleri ara­ sında ağaca yürüdü . Bu yüce atlının zırhı üstünde sırmalı payza olduğu gibi başındaki tulga gümüş savatlı idi. Başbuğ, tıkız hayvanı üstünde dimdik dururdu, yanındaki adamlar ise bir düziye: - Yaşasın Karaul NoyanL. . Diye bağrışırlardı. Başbuğ önümden geçerken eğildi baktı, sonra atından atlayarak boynuma sa­ rıldı. Şöyle dikkatle baktım, bana sarılmış · olan yi-


278

GÖK BAYRAK

ğidin Alak, benim sevgili yoldaşım Alak olduğunu gördüm. İkimizin de sevinçten gözlerimiz y�şardı ! Bir zaman böyle öpüşüp koklaştıktan sonra ayrıldığı­ mız vakit ardımızdan iki kişi mırıldanıyor ve iki el ellerimi alıp öpmeğe uğraşıyordu. Başımı çevirip baktığım vakit Kotak ile Susoru tanıdım, alınların­ dan öptüm. Hakikatli oğlanlar ellerimi öpüyorlar­ dı, göz yaşlariyle ıslatıyorlardı. Biraz sonra şakrak bir ses başladı : - Tuğcu başı Can Bey! Seni bir işe saldıkları vakit tez gelmiyorsun, de bakalım! . . . Sana kaç so­ pa vurayım? . . . Bu ses, Cebenin sesi idi. Şaklaban Cebe, eğeri üstüne kurulmuş, türesi olduğu üzere alaylı alaylı hana bakardı. Boynuna sıçramak istedim, bu yü­ ce kişi önünde sıkıldım, ürktüm. Cebe benim sıkıl­ dığımı görerek atından indi: - Haydi oğul, dedi. . . Haydi gel öpüşelim . . . Duramadım: - Savulun, bayrak geliyor! diyerek Cebenin boynuna atıldım . . . Birazdan at oğlaıılarım yine ardıma sıralandı· lar. Susor anlattı: Biz Hangçeoya çıkarken yığınlıkta biribirimizi kaybetmiştik. Uşaklar beni göremeyin­ ce bir aralık araştırmışlar sonra burunlarının doğ­ rusuna giderek sokak arasında beni bulmak ister­ ken gece çatmış onlar yine durmamışlar karanlık­ ta ilerliyerek nihayet bizim ileri karakollara düş­ müşler kendilerini tanıtmışlar ve beni de kaybet­ tiklerini ağlayarak söylemişler.


Kimisi cilalı kovalar içine arpa doldurmuş, kimisi de altın yaldızlı tunç güğümlerle atlanna su taşırdı . . .

ÇIN SARAYINDA

Ş imdi Cebe ardındakilere kumanda verdi:

- Onbaşı! Can Beye bir at çekin. Bir zırh, bir ok, bir kılıç, bir kargı getiriniz. Benim mallarım içindeki gergedan kabuğundan zırh ile hint tulgası nı verin . Adamlar koştular. Biraz sonra bana değerli bir zırh getiriyorlardı. Ben zırhı giyecek idim ki, Cebe iki kulaklarımdan yakalayarak başımı öteye beriye çevirmeğe başladı: · - Bu ne kafa Can Bey! Başını yasağa uydur­ mamışsın, git değiştir.. Bu sözden birşey anlamadım, aptal aptal Ce beye bakındım. Şaklaban Cebe beni meraktan kur­ tardı. Dedi ki - Oğul! Hanın yasağına göre asker kafaları­ nı tıraş ettirmeli, yalnız tepede bir tutam saç bı­ rakmalıdır, sakalını da kazıt. Asker olan yalnız bı­ yıkla gezer. Haydi, tez koş; kafanı, çenenf yasağa


280

GÖK BAYRAK

uydur. Eğer burnun da yasağa göre olmazsa onu da değiştirtirim, anladın mı? durma! . . Askerden biri berberlik ederdi. ·Önüne otur­ dum. Saçımı sakalımı kazıttım. Cebe kumandalar veriyor ve aklının erdiği gibi Hanlık ediyordu. Çerilerden biri sordu ki : - Başbuğ! Altın Hakanın oğlu sarayında ya­ kalanmıştır, ne yapmalı? - Oğul! Benim bir özüm, bir sözüm vardır.. Altın Hakanın oğlunu devesinin eğer kaşına asın! Bir başkası geldi, dedi ki: - Altın Hakanın hazinesini bastık. İçi ku· yumlar, inci dolu, on iki sandık ile elli küp külçe altın bulduk. Bu külçe altınlar tartılmış, damga­ lanmıştır. Cebe cevap verdi: - Bu malları yazdırın. Kuyumların ve altının onda birini . Temuçin Hana gönderirsiniz. Kalanı da yasaya göre, askere üleştirirsiniz. Bir üçüncü asker sordu ki: - Noyan! Moğollara birçok eziyet etmiş olan Çin hakimini yakaladık. Ne yapalım? - Ok kirişi ile boğun gitsin! Cebe bu buyrukları verdiği sırada kantere bat­ mış bir ulak ( 1 ) geldi, dedi ki: - Noyan ! Daybo ( 2 ) Başbuğun piyade askeri liman yanındaki evleri bastılar. Yabancı alıg - şatıgcılara ( tüccar) eziyet eder­ ler. Daybo diyor ki, kendine buyruk verilmemiştir, birşey yapamaz. Cebe bunu işidince: ( 1 ) Ulak: Acele haber ulaştmuı atlı posta. Frenklerin ccourrler» karşılığı. (2) Daybomiçln namındaki kumaruJan. TlJ>t:t, Nepall dağlılanndan mürekkep olan taburlara kumanda ederdi.


GÖK BAYRAK

28 1

-Tanrı hepsinin belasını versin. Diyerek atına atladı ve bağırarak, söylenerek yürümeğe başladı. Cebe Noyan kızmıştı, gözlerin­ den çakınlar fırlıyordu .. - Uğrular! diyordu .. Bu Tibet çerileri bizim ünümüzü bir paralık ediyorlar. Sessiz, zararsız ki­ şilere eziyet etmek, yabancı bazirganlara dokun­ mak olur mu ? Durun, yarın ben onların hepsini haklayım, görsünler. Cebe hem böyle söylüyor, hem de atlıları ile koşuyordu. Tam büyük kapıdan geçeceği sırada döndü ve bağırdı ki: - Can Bey! Alak ile Altın Hakanın sarayına gidiniz. Ben Dayboları haklayınca gelir, orada sizi bulurum . Ben bir bagaltak ( hırka ) ile zırhımı giydim. Altıma güzel bir doru at çektiler. Alak ardıma on kişi verdi, bunların içinde de benim hakikatlı u­ şaklarım vardı. Sevincimden titreyerek ata bin­ dim. Alak beni Tuksabay ( 1 ) yapmıştı. Yola düzül­ dük. Ben kılıcımı sıyırdım ve Alak'ın ardından yürü­ yerek kapıdan ve sonra da şehrin sık, dolambaç so­ kaklarından geçmeğe başladım. Önümüzde, ellerin­ de ok iki yasavul gidiyordu. Sokaklar, ölülerle, kı­ rık dökük eşyalarla dolu idi. Evlerden bir kaçı tu­ tuşmuştu bile . . . Her köşe başında askere, karakol­ lara rastlıyorduk. Bu karakollar ellerine kargı al­ mışlar ve oklarını germişler hazır dururlardı. Bü­ yük bir meydandan geçerken geda, zengin, bezir­ gan, asker, karı çoluk çocuktan bir alay tutsak gördük. Bu tutsakları iki sıraya dizmişler ve yana atlı koşmuşlardı. Biz bunlarla uğraşmadık, saraya vardık. Atlarımızla taa divan odasına kadar gittik, ( 1) Tuksabay: Tabur � ,gibi bir rütbedir.


282

GÖK BAYRAK

orada indik. Ardımızdaki asker, atlarını divan oda­ sındaki üzeri sedef kakma direklere bağladılar ve kadife, ipek keçeler üzerine hayvanlarının önüne yem döktüler. Kimisi de çini çömlekler, atın yal­ dızlı tunç güğümlerle atlarına su taşırdı. Merdiven­ den çıktım. Moğollardan bir çoğu tozlu zırhları, çamurlu çizmeleri )'.ağlı bağaltaklariyle renkli so­ maki döşenmiş odalarda gezerler. Biraz önce kimsenin ağzını açmağa korktuğu bu yerlerde şim­ di eğerlerin, kılıçların, baltaların lakırdısı ve ökçe­ si demirli Moğol çizmelerinin gürültüsü işitiliyor­ du. İpek perdeler sedef kapılar yerlerde sürünür­ dü. Ben, Ulu Altın Hakanın odasına, oradan da o­ turduğu yere girdim. Duvarlar altın varakla işlen­ miş; boyanmış odalar türkü, çalgı, gülüşme sesle­ riyle doluyordu. Kanatlan sökülmüş kapılardan bir bakınca, uzun uzun divanhaneler, odalar, altın ka­ fesli pencereler görülüyor ve kırılmış sökülmüş iş­ lemeli çerçevelerden içeri giren son gün ışıkları bu gizli saraylara kızıl aydınlık saçıyordu. Hezar düm­ belekçilerinden bir gümüş ayaklı, fil dişi işlemeli bir masa üstüne bağdaş kurmuş, dümbeleğini dö­ ğer, yanında bir borucu ile bir düdükçü Moğol ço­ banları havasını çalardı. Masanın biraz ötesinde i­ ki asker ayaklarını sallandırarak oturmuşlar, elle­ rindeki sazları çalarlardı. Bizim atlılar katılasıya gülerler ve yirmi kadar da Hezar, zırhları üstüne ka· dm elbiseleri giymişler ve başlarına hotoz kondur­ muşlar «Telügüm - heytülüm» diye bağırarak oy­ narlardı. Başkaları da aşka gelmişler, çini, fağfur kaseleri, billur buhurdanlıkları havaya atarlar, iş­ lemeli sedef kakmalı koltukları pencereden aşağı fırlatırlardı. Bir çokları ellerine kadın yelpazeleri, şemsiyeleri, koku kutularını alırlar; şaşkın şaşkın evirirler, çevirirler; bir kaçı da Çinli ağaların salla·


GÖK BAYRAK

283

na sallana yürüyüşlerini yaparlardı. İzbandut gibi bir Moğol atlısı elinden kaçırdığı dudu kuşunu ya­ kalamağa çalışır, odanın bir köşesinde ise iri Kara­ yetler, sessiz Arolatlar bunca süslü, değerli şeyle­ rin içinde ellerindeki tahta çamçak içindeki arpa haşlamasını, at pastırmasını yerler ve kırık dolap· lar, delik deşik eşyalara bakarlardı, seyrederlerdi. Asker Alakı görünce ayağa kalktı ve riayetle ellerini kalpaklarına kadar kaldırdılar. Gürültü ke­ sildi. Alak askere dönerek dedi ki : - Yahşi, çok yahşi . . . Bu günlük bu kadar pa­ tırdı elverir. Haydi şu odayı toplayın, bize yiyecek hazırlayın, sonra beni dinlenmeğe bırakın! Az zaman içinde oda toplanıverdi.. Asker, diba kaplı koltukları sıra ile dizdiler. Önümüze cilalı, üstü sedef kakmalı, ayakları yaldızlı bir ortalık ge­ tirdiler. Ortalığın bir ayağını kırmışlardı. Hezar­ lardan biri oradaki elbise dolaplarının önündeki değerli taştan yapılmış bir direği tuttu, kopardı ve ortalığın altına soktu. Biz, sofranın başına geçince Hezarlar, işlemeli altın tasların içinde bulgur lapa­ sı, üstü mineli gümüş buhurdanlıklar içinde süt ge­ tirdiler. Başka bir asker de öteden beriden buluştur­ duğu billur bardaklarla bize kımız sunardı. İçim­ den güleceğim çıktı. Altın taslar, çini, fağfur kase­ ler, sonra içlerinde bulgur lapası! Kısrak sütü! Bu kaselere bakan da yok. Hezarların elleri doldu mu altın tasları, çinileri fırlatıp atıveriyorlar. Akşam olmuş, karanlık çökmeğe başlamıştı. Hezarlar, renkli billılr fenerler içine ellerine geçirebildikleri mum, çıra parçalarını tıkıyor, yakıyorlardı. Mum­ lar yanmış, sofrada donanmıştı. İstekli istekli yemeğe oturduk. Biraz geçmeden Başbuğlardan bir ikisi de geldiler, bizimle oturdular. Çok geçme­ di, yemekleri süpürdük. Biz sofradan kalkmak üze-


284

GÖK BAYRAK

re idik ki Cebe top gibi içeri girdi ve yemeklerin bittiğini görünce bir gürledi: - Tamuya gidesiniz. Bensiz yemek yediniz ha! Doğrusu iyi.. Bunu der demez sofra üstünde duran tası aldı boş olduğunu görünce fırlattı, pencereden attı. Ce­ be, şimdi gülmeğe başlamıştı. Hem gülüyor, hem diyordu ki: - Çok iyi! Bu gün ne öğle, ne de akşam yeme­ ği yedim. Dün akşam da yemek yemeği unutmu­ şum! Haydi, Çin hanlarının payitahtlarını alın, sa­ rayını, hazinesini basın, yağma edin, sonra karnı aç yatın, doğrusu çok yahşi! .. Cebe bunları kızgınlığından söylemiyordu, tu­ hafına gidiyordu. Bu Moğol askeri için aç durmak, kuru taş üstüne yatmak hiçtir. Koca herifler! Bun­ ca yüce şehirleri aldıkları halde bile yine bulgur lapasından başka yiyecek aramak akıllarına gel­ mezdi. Cebe lakırdısını bitirince kapıda karakol bek­ leyen bir Hezar elini kalpağına kaldırarak Cebenin karşısında dikildi, dedi ki: - Noyan! Altın Hakanın aşçılarını yakaladık. Söyleyelim elbet size yiyecek bir şeyler bulurlar. Cebe hoşlandı, dedi ki: - Aferin oğul ! İşini bilen asker böyledir. Ça­ buk Altın Hakanın aşçı başını alın gelin. Bir dakika sonra aşçı zanğır zangır titreyerek geldi ve Cebeyi görür görmez hemen yüzü k,oyun yere kapandı kaldı. Cebe herife dedi ki: - Haydi, ayağa kalk köpek ! Bana biraz yiye­ cek bulursun sana on altın verir, azat ederim. Aşçı kafası ile yeri döğmeğe başladı. Çinlilerin ulu kişilere riayetleri böyledir. - Beyimiz! Yüce Beyimiz, dedi. Kilerler tık-


GÖK BAYRAK

Ylrml kadar hezar, kadın elbiseleri giymişler ve bqlanna hotoz kondurmu.tlardı. . .

285


286

GÖK BAYRAK.

lım tıklım duruyor. Sizin askeriniz kilerleri bas­ madı. Cebe bunu işitince bağırdı: - Altın Hakanın sarayını basan karakol ba­ şına yirmi beş sopa vurun. Çünkü, kilerleri basıp talan etmeği unutmuştur. Sonra, yanındaki onbaşılardan birine döne­ rek: - Anladın mı Kupkuru? İçi, kimbilir nice gü­ zel şeylerle dolu olan kilerleri yağma etmeği unu­ tan bu aptal karakol başına yirmi beş sopa .. Kupkuru, gülerek çıktı .. Şimdi Çinli azat olacağını işitir işitmez rahat­ lamıştı. Şımarık şımarık dedi ki: - Beyimiz! Size kırlangıç yuvası yahnisi [ 1 ] , sülün, tavus kuşu kızartması, misk'ü amberle piş­ miş yaldızlı balık getireyim. Cebe bunca yemek adlarını işitince kızdı, yum­ ruğunu sofraya indirerek bağırdı, dedi ki: - Yerin dibine batasın! Kes sesini oburlar kölesi. Köpek! ben yemek isterim, pis boğazlıktan patlamak değil! Çinli aşçı yine titremeğe başladı, durmamaca­ sına alniyle yeri döğerek dedi ki: - Ulu Başbuğ! Yüce Bey! Benim gibi bir geda­ nın kusurunu bağışlarsınız! Tez gider, sizin için daha yahşi, daha bulunmaz yemekler hazırlanın. Yalnız bana buyurun, yüce gönlünüz ne ister? Cebe yine güldü: - Ne mi isterim? dedi. Biraz pastırma, biraz peynir elverir. Tamunun dibine giresin! ( 1 ) Çin kıyılarında bir nevi kırlangıç kuşu bulunur ki, bunun yuvası Çin zeugiıılerlnin en makbul yemeğidir.


GÖK. BAYRAK.

287

Çinli yine yeri öptü ve korkudan beti benzi uç­ muş kapıdan çıktı_ Alak dedi ki': - Bu herif, daha Türk, Moğol göçebesi nedir bilmiyor. Bu, kentlerde [ 1 ] oturanlara alışkındır. Onun için bilmez ki bir lokma pastırma, bunların yiyeceklerinin hepsinden daha iyidir. Elverir ki bir baskın olsun da istekler kabarsın ! Öteden bir Başbuğ da: - Bu herifler, kavgaya giriştikleri vakit para için, yemek için çarpışırlar! dedi. Cebe söze karışarak dedi ki: - Bize gelince, biz bayrağımızın ünü için vu­ ruşuruz. Ben de bağırdım: - Yaşasın! Bizlerin, zenginlikleri gören, bunca kurulganlan alan Moğolların huyu değişmemiştir. Biz böyle konuşurken Çinli aşçı ardına on iki yamağını katmış, mineli tepsilerle, altın sabanlarla yemekler taşımağa başladı. Cebe bunu görünce ba­ şını çevirdi. Hemen sahanın birinden bir iki lokma birşey alarak ayak üstü yemeğe başladı. İlk lokma­ yı daha yutmamıştı ki dışarda bir at şakırdısı, bir gürültü oldu. Biraz sonra biri sert sert basarak mer­ divenlerden çıktı. Asker çıkanı görünce açıldı, kı­ lıçlariyle selam verdiler. Üstü başı toz içinde bir atlı, Cebenin önünde durarak üstü kırmızı bal­ mumlu bir kağıt verdi ve: - Yayık Hanın buyruğu! Dedi. Cebe kağıdı eline alarak alnına götürdü, her­ kes kalkmıştı. Şaklaban Cebe balmumunu bozup kağıdı okumağa başladı. Cebe eliyle yazıların üs( 1 ) Kent, Kant: gibi. . .

Büyük şehir.

Semerkant, Yarkent


288

GÖK BAYRAK.

tünden giderek kekeleye kekeleye zorla okudu. Çükü Moğollar daha beş sene önce yazı öğrenmiş olduklarından çoğu hurufu pek tanıyamazdı. Bun­ dan başka da Temuçin Han Uygur yazısını almış ol­ duğundan ne kadar katip, yazıcı varsa hep Uygur­ lardan idi. Atlılardan biri divan odasından vurduğu som gümüş yazı takımını getirdi. Hokkaların mürekke­ bi daha kurumamıştı. Birisi elime bir fırça verdi. Çinliler kamış kalem bilmezler, yazılarını ucu siv­ ri fırça ile yazarlar. Bir başka asker de elime etrafı çiçekli bir kağıt sıkıştırdı, ben de yere oturdum, di­ zimi büktüm ve yazmağa hazırlandım. Ben, şahla­ ra, yüce hanlara kağıt yazılınca üzerine konulan unlardan birini bekliyordum. Fakat Cebe bana, yaz, diyerek söylemeğe başladı: Sutu Boğda Moğolun Tatosu Temuçin Cengiz Hana [ 1 ] Başbuğ Cebe yazar ki: « Sen bize buyurdun ki, Hangçeo Kentini a­ lalım: Bugün, gün doğumundan üç saat sonra Hang­ çeoyu bastık. Altın Hakanın oğlunu devesinin eğer kaşına astık. Frenk bezirgfullarını koruduk. Mal­ larına, gemilerine dokunulmasın diye yerlig verdik. Şimdi bize yazarsın ki Kumul çevrelerini koruma­ ğa gönderdiğin Konrat Tokçar yirmi bin adamiyle Küşlüğe yenilmiştir. Biz Küşlüğü tanırız. Hangçe­ oya Barlas Karaçar ile Ahmet Pervançıyı bırakırız. Atlarına da bin iki yüz adam veririz biz de doğru Küşlükle çarpışmağa gider ve buyruğun üzerine te­ peleriz.» Cebe sözünü bitirince: - Ver tabıını [2] basayım! dedi. ( 1 ) Dellgun Buldak: Büyük Krultaymda Temuçin'e ve­ rin

rütbe ki: Tanrı oğlu Moğollar Başbuğu demektir. (2) Tab: Mühür yerine kuJJanıJan damga.


GÖK BAYRAK

289

Sonra mülazimlerine dönerek şu sözleri söyledi : - Bu gece kalkıyoruz. Etyen usta, avdanlıkla­ rı toplat, Ahın.ede ver. Sen, Kupkuru, bir takım düz. Hanımıza talandan payına düşen malları götür, götüremiyeceğin şeyleri yaktır. Bize sığınmak, baş· larını kazanmak isteyen tutsakları hiç bakma, öl­ dür. Davulcular, borucular, haydi çalın ki asker top­ lansın, kurultay olsun. Etyen ve Kupkuru çıktılar. Biraz sonra boru­ lar, davullar ötmeğe gümbürdemeğe başladı. Cebe hiç keyfini bozmıyarak peyniri yedi bitirdi ve çık­ mağa davrandı: Ben, güzel değerli yazı takımını unuttu san­ dım, sordum: - Yazı takımı ne olacak? - Yer varsa heybene sıkıştır, yer yoksa at pencereden . . . Üç saat sonra bölüğümün başına geçtim ve Hezarları ardıma takarak atları tırısa kaldırdım, kırlık içine vurdum. Gün oluyordu. Gök kubbede elmas parçaları gibi ışıldayap. yıldızlar birer birer sararıp solmağa, sönmeğe başladılar. Bir aralık ar­ dıma baktım: Koca Hangçeo alev alev yanıyordu. Ben yine asker olmuştum; yine kavgaya, baskına karışmıştım, sevinçli idim. 613 senesi kışı sonunda Billur dağlarının sarp tepelerini tırmanınağa başladım. Bu dağlara dün· yanın damı derler. Doğrusu bu kere çetin kavgalar etmiştik. Temuçin Han Merkitleri bozduğu vakit Bebe ile Kaşgarı almış ve Küşlüğü tepelemiştik; ben bu savaşta bir ok, üç kılıç yarası ile binbaşılık ve ,gümüş payza kazandım. İyi kar ettim. Çünkü kılıç F. 1 9


290

GÖK BAYRAK

yaraları çabuk unalır amma binbaşılık, gümüş payza beni yüce kişiler arasına sokar. Şimdi, bütün işi bırakmış, Küşlüğü kovalama­ ğa koyulmuştuk. Çünkü Temuçin Han bu Küşlüğü en çetin düşmanı sandığından ölü diri yakalayıp getirmemizi buyurmuştu. Hanın ordugahından geçtiğim sırada birkaç gün kaldım. Bu ordugahta geçirdiğim vakit benim en uğurlu günlerimden oldu. Zira Alakın kız karde­ şi Çağanla evlendim . Bizim düğünümüz pek tuhaf oldu. Nikah olduğumuzun ertesi günü Hezarlan­ mın başına geçip kendimi engin ovalara, yüce dağ­ lara, salmıştım. On aydanberi dünyadan, insanlaı­ dan ayrılmıştık. Küşlüğü Kaşgardan taa Pamir yaylalarına kadar kaçırmıştık. Orada da rahat ver­ medik. Himalaya, Badahşan dağlarına kadar kov­ duk. Artık izini bırakmıyorduk. Bu donmuş, karla örtülmüş enginlerde çok zorlukla yürürdük. Biz, soğuğa yorgunluğa kanıksamış olduğumuz halde bile bu kere sıkıntı çekiyo� ve titreşe titreşe zırhları­ mız altında donarak yol alıyorduk. İlle yol açmak ne güç oluyordu? Atları geçirebilecek ufak bir yol aç­ mak için karları kazmak istiyordu. Birçok kere de yiyecek bulamadık, atları yedik. Arasıra da yabani keçilere rastladığımızda bir ikisini vuruyorduk. Küşlüğü kuşkulandırmayalım diye hiç ateş yakını­ yorduk. Çünkü, ardını basıp . Hint yolunu kesmek istiyorduk. Biz böyle hem avcılık ediyor, hem de kendimiz avlanıyorduk ve bizi basmasın diye dik­ kat eyliyorduk. Bu kere Küşlük bizi çok uğraştıra­ caktı.Çünkü yanına değerli atlarını, en usta okçu­ larını, almıştı. Aramızda hiç kavga eksik olmuyor­ du. Birgün, Billur dağlarının çetin, buzlu yamaç­ larında karaul kolunda at koşturduğum sırada bir-


GÖK BAYRAK

291

denbire yolu kaybettik. Önümüzde, arkamı?da kar­ lı ovalar engin engin uzuyor ve bir tane olsun hayvan izi görülmüyordu. Başımız üstünde gök kubbe leke­ siz, dalgasız dört çevreyi kaplıyor ve güneşin ışık­ ları dağların kıvrıml_anna, girintilerine vurduğu vakit cam gibi parlatıyor, kör edecek kadar insa­ nın gözünü alıyordu. Gözlerim yanıyordu. Birden­ bire bir yayladan geçerken, önümüzde bir bölük atlı belirdi ve « Tokte, tokte» diye bağırarak üzeri­ mize çulandı. Tokte, varda, savulan demektir ki Küşlüğün kavga narası idi. Öyle sert çatmışız ki a r­ dımdaki asker hemen ikiye yarıldı ve biri birinden ayrıldı gitti. Okumu çekmeğe vakit bulamadım, kı­ lıcımı sıyırdım. Düşman etrafımı kara boran gibi sarmış, beni sürüklerdi. Gele gele bir kayalığa dayandık, altımdaki a­ tım öldü . Ben attan kurtularak kendimi korumağa başladım ise de kılıcım kırıldı, iki parça oldu; t ul­ gam da yarıldı, yere yuvarlandı. Baltadan başka birşey kalmamıştı. Sari.ldım ve atlı, yaya yanmıa gelen adamları baltalamağa başladım. Düşman d:ı beni boş bırakmıyordu, o da bana vuruyordu. Kavgadan, karışmadan, etrafta karınca gibi kayna ­ şanlardan büklüm, sersem oldum. Böylece ne ka­ dar çarpışmışım bilmiyorum. Son kere bal tam� iki elimle kavradım ve başımı öne dikerek sağı �olu biçmeğe giriştim. Birdenbire birisi bağırdı: - Hey Can Bey! Kendine gel! Bu ses, Alakın sesi idi. Zavallı oğlanın koluna bir balta savurmuşum. Bereket versin ki kolluğu dayanıklı imiş, balta tutturamamış,kaymış. Şaşkın şaşkın bir eyyam baktım. Hırstan o kadar fenalaş­ mışım ki bir zaman kendime gelemedim. Etrafım­ dakiler hep bizden idiler. Kuşluk bizi bitirmeğe ça· lıştığı sırada Alak ile Cebe bunu arttan basmışlar-


292

GÖK BAYRAK

dı. Şimdi artık herşey bitmişti, yenilmişti.. Yay­ la üstünde küme küme serilmiş kalmış olan yaralı­ lar, ölüler içinde bir adam can çekişiyordu. Bu a­ dam, başını at oğlanının dizine dayamış, karşısında bir Başbuğ dikilmiş duruyordu. Kılıcından kanlar akan bu adam kavgada üst gelenlerin sevinçli yü­ zü ile duruyordu. Yenilen Küşlük, yenen ise Cebe idi. Bir ar.a lık Küşlük kendini zorladı. Boğuk bir sesle şu sözleri söylemeğe başladı. . - Cebe Noyan! Biraz yakın gel! Ölmeden sa­ na birkaç sözüm vardır. Her vakit yüzü gülen Cebe bu kere biraz acıklı gibi duruyordu, yaklaştı. - Söyle Küşlük. . . dedi . Küşlük ağır ağır sözünü bitirdi. - Bir isteğim vardır. Ben ölünce kellemi Te­ muçin Hana gönderin. Temuçin Han Karayetler başı Ong Hana yaptığı gibi benim de kellemi gü­ müşletsin. - İsteğin yedne gelir. - Bundan başka, isterim ki benim askerimden sağ kalanlar bağışlansın, aman verilsin. Onlar da sizin bayrağınıza hizmet etsinler. Cebe, bilirsin ki onlar da Yavuz Başbuğlarına candan bağlı uş:lk­ lardır. Cebe o kadar acıklanmıştı ki sesi titriyordu, yine: - İsteğin yerine gelecektir Küşlük dedi, as­ kerini kendi bayrağımın altına alırım. Şimdi, Küşlüğün ağzından oluk gibi kan bo­ şandı, yüzü gerildi, bir kere daha davrandı, beli üstüne doğruldu: - Ey oğullar! Canımın çekildiğini duyuyo­ rum, tez tuğumu getirin . . .


GÖK BAYRAK

293

Alak koştu, kendi eiyle Küşlüğün tuğunu g�­ tirdi. Küşlük tuğunu görünce öyle gayret etti ki el­ leriyle tuğunu yakaladı, sonra Cebeye dönerek şu sözleri söyledi: - Kurt Noyan! Nice zamandır seninle çarpı· şırım, benim yenilmem sana öyle yüce öri'm ( 1 ) bırakır ki bütün dünya seni söyler. Buna karşı sen de birşey yapmalısın . Cebe bağırdı ki: - Ne istersen de! . Tanrı hakkı için dcdiğiııi yaparım. Küşlük boğuk boğuk: - Bayrağımı benimle beraber gömersin, be­ nim ile .. Anladın mı Cebe? Bayrağımı benden baş· ka kimse eline alamaz. Bunu işitince tüylerim ürperdi. O vakit, dün· yada ilk kere birşey gördüm : Cebe ağlıyordu. Göz­ lerinden yaş aka aka Küşlüğün yanına diz çöktü, bayrağını kolları arasına koydu. Sonra başını ard1na döndürerek yavaşca: «Dilerim Tanrıdan benim de. canımı, bayrağı­ mı öperek alsın» dedi. Şimdi, Küşlüğün yüzüne bir tatlılık yayıldı, gülümsedi ve Cebeye: - Sağ ol.. Dedi ve yine dalar gibi olduysa da bu hali çok sürmedi. Kesik, kesik söze başladı · - At uşağım nerededir, yoksa ölüler içinde mi ? Şirin bir ses cevap verdi : - Hayır Bey ! Buradayım. Bu sözleri kim söyledi diye yanımıza bakınca, civan bir askerin Küşlüğe yaklaştığını ve elini öp· tüğünü gördük. Bu asker, başını iri bir külah ile ( ı) Örün: Rütbe, paye.


294

GÖK BAYRAK

örtmüştü. O kadar ki yüzü iyi seçilemezdi, Küşlük yine aldırdı: - Kurt Noyan! Bu yaşıma gelinceye kadar bir silahşör gördüm ki b�ni cirit oyununda alt etti, yaraladı. Bu silahşorların en yücesidir. Adı Timur Melektir. Eğer onunla çarpışacak olursan benim başım için aman verme. Cebe cevap verdi: - Sen demesen de ben Timur Meleği bitirece­ ğim. Benim de onunla görüşeceğim vardır. Bu söz Küşlüğün hoşuna gitti. Tekrar söze başlayarak dedi ki: - Ağaçe! Neredesin . . . Gözlerim kararıyor. Seni seçemiyorum. ' At oğlanı, tatlı bir sesle cevap verdi : - Yanınızdayım Beyim! Ürkmeyiniz, yanınız­ dan hiç ayrılmam. Küşlük bu kere bütün dinçleşti. Sanırdık ki iyi olmuş dirilmiştir. Şöyle dirseği üstüne doğrul· du ve bağıra bağıra şu sözleri söyledi: - Kurt Noyan! Bedenimdeki canın beni bı­ rakıp uçtuğunu duyuyorum . . . Buyur ki davullar çalınsın, borular ötsün . . . Herkes anlasın ki bunca senedir dünya Hanlığı etmiş olan Küşlük jlüyor. Cebe başiyle bir işaret etti. Borular öttüler, tuğlar, bayraklar selama durdular. Küşlük birden bire bir sıçradı, bir eliyle bayrağını bağrı üstüne bastırdı. Öbür eliyle at uşağının omuzuna yapıştı ve bağıra bağıra şu kahraman sözleri fırlattı: - Kurt Noyan! Kurt Noyan! Hanıİıız yaln11: kellemi, yurtlanmı alabilir, bayrağımla kanma ge­ lince, onlara el uzatamaz! Anladın mı? Bayrağım! . . Küşlük sözünü bitirmeden at oğlanı başından külahını atarak:


GÖK BAYRAK

295

- Küşlüğün kansına kimse el uzatamaz, dedi.

Hey Tanrım, acaba kahraman öşükleriııdc o· kusaydım buna inanır mıydım? Küşlüğün at oğla­ nı külahını atınca bunun bir kadın olduğunu gör­ dük, hem de nasıl hanım? Ben bunca yerler dola�­ mış, bunca şirin hatunlar yüce begümlere rasla­ mıştım,fakat Küşlüğün eşi olan bu kadın kadar dilberini görmemiştim.Bu Hatun yüce begüm idi. Hint ellerinden birinin sahibi idi. İşte bu kadm Küşlüğün üstüne kapandı ve bir daha: - Anladınız mı zırhlı silahşörler! Küşlüğün kansına kimse el uzatamaz.. Diye bağırdı ve biz, aman diyinceye kadar be­ linden hançeri çıkararak yüreğinin üstüne sapladı, taa sapına kadar soktu ağzın<:lan başka bir söz çık­ madan erinin yanına yıkıldı. Kadını düşerken Küşlük, derin bir ah etti bir eli eşinin elinde, bayrağı bağrında olduğu halde can verdi. Bilmem ama, sanırım ki etrafımızda ni­ ce taş yürekli yiğit varsa gözleri yaşarmıştı. Küş­ lük ölünce Cebe eğildi, alnından öptü ve selam ver­ di. Sonra bize dönerek! « Küşlük yüce adına şan vererek öldü. Eşi de tam bir yüce begüm gibi can verdi. Elbet adları u­ nutulmaz.» Sözlerini söyledikten sonra kendi eliyle Küş­ lüğün kafasını kesti, sonra büyük bir mezar kaz­ dırdı, Küşlüğü bağrındaki bayrağı ile mezara yatır­ dı. Karısını da yanına gömdürdü. Mezar daha yem kapanmış idi ki büyük Hanların yattıkları yere yaptığımız gibi mearzın üstüne taş yığmak için ug­ raştığımız sırada ardımızı bir bölük atlı bastı. Bunlar: «Orcan! Orcan ! » diye nara atınca Moğol-


296

GÖK BAYRAK

lardan olduklarını anladık. Başta Margoz vardı. Biraz sonra yanımıza geldi. - Küşlük nerede? Diye sordu. Cebe mezarı gösterdi: - Demek Küşlük öldü. Öyle ise Hanımızı şim­ di kimse yenemez. Zira Temuçin Han yalnız Küş­ lükten çekinirdi.. Dedi. Cebe sordu ki: - Hanın yediği nedir? Elbet sen bizim ardı­ mızdan boşuna at koşturamazsın . . . Margoz nefes nefese cevap verdi: - Yediği mi? Herkes birbirine giriyor, her­ kes toplanıyor, herkes silahlanıyor, Temuçin Han herkesi bayrağının altına çağırıyor Haarizm Şahı Sultan Mel:!__mede kavga açtık! Ben bunu işidince, şaşkınlığımdan bağırıyor­ dum. - Cengaver Tekeş ve Turhan Hatuna mı? Dünyanın en yüce Beyine kavga açıyoru;o: ha! - Evet ona.. Celalettin Şahın babasına. Ti ­ mur Meleğin Beyine . . . Bu kere Cebe atıldı, bağırdı ki : - İşte şimdi dünyayı bir baştan öbür başa yık•p basmak çağı gelmiştir. Şimdi kılıç savurmak, canımızı sakınmamak zamanı gelmiştir. Böyk iş her vakit ele geçmez. İşte şimdi tam «Savulun, bayrak geliyor! » narasının sırası.. Savulun, bayrak geliyor! .. Hepimiz bir ağızdan : -Savulun, bayrak geliyor! Diye haykırıştık. Margoz sözünü bitirdi: - Hanımızın büyük oğlu Cuci Bey, Mehmet Şahla çetin bir kavgaya girişti. Bunları yendik. FJ­ kat şahın oğlu Celalettin ve Timur Melek aklı dur


GÖK BAYRAK

297

duracak kadar yavuzluk göstermeseydiler Mehmet Şahın ordusundan tek bir çeri kalmıyacakt1 Cebe, Timur Melek adını işidince deli gibi oldu bağırdı ki: - Haydi atlara uşaklar, Atlara! . . Ela gözlü ça­ kın gözlü Hanın uşakları! İşte şimdi tam kendimi­ ze göre düşman bulduk.. İleri! .. Herkes atına koştu, Cebe Küşlüğün mezarına dönerek ölü ile konuşuyormuş gibi: - Naymanlar kahramanı . . . Sen bana ısmarla­ dın ki Timur Melekten öcünü çıkarayım. Merak et­ me, çok beklemezsin. Sözlerini dedikten sonra atına sıçradı. B� raz sonra . davullar, borular gidiş havasını çaldılar ve hepimiz yıldız çevresine doğru at sürmeğe başla­ dık. .•

Bir ay kadar yolda gittik. Bir aydan sonra. Ha­ nın konakladığı Kaşgar şehrine geldik. Yolda Mar­ goz anlattı ki Turhan Hatunun er kardeşi İtalçin kendine Gayir Han adını koşturmuş ve ilk işi bir Moğol kervanında ki bazirganları kestirmek ol­ muş. Temuçin Han hemen Mahmut Yalvaçı Sultan Mehmede göndermiş ve kendisinden kusur dileme­ sini söylemiş. Haarizm Sultanı o yakınlarda giriştiği kavga­ larda üst gelmesinden kabarmış, söz <Jinleme.ı: ol­ muştu. Öbür taraftan da anası Han Hatun ve göz­ desi Şeyh Mecdettin, Sultanı hiç durmamacasına bize karşı kışkırtırdı. Haarizm Sultanı bunca öğü­ de dayanamıyarak Mahmut Yalvacı zindana tıkmış­ tı. Mahmut Yalvaç bir kolayını bularak zindandan kurtulmuş, bunun üzerine kavgaya meydan oku­ muştu. Haarizm Sultanı önce düşmanlığa gırışe­ rek Alma Ata üzerine yürümüş ve bizim Hanımızın büyük oğlu Cuci Bey Merkitleri o tarafa kovarken


298

GöK BAYRAK

Haarizm Sultanının askeriyle çatışın.ı.,b. Bizimki­ ler,kavga açıldığını bile bilmezle1di.. Bunun için hazırlıksız çıkmışlar. Cuci Beyin yanında bulunan öteki Beyler geri dönmek lazım göründüğünü söy­ lemişlerse de, onları dinlememiş, demiş ki: « Ba­ bam, düşmanı görüp de üzerine yürümedığimizi duyarsa hepimize lanet eder». Bunun üzerine iki taraf kavgaya girişmiş. Bizimkiler düşmanın beş­ te biri kadar iken yine bunları bozmuşlar. Fakat , aferin Celalettin ve Timur Meleğe . . . Bu iki yüce si­ lahşör, Sultanın ordusunu kurtarmışlar. Hem de nasıl kurtarış! Gece yarısı çayırlığı tutuştuımuşlar ve bizimkiler, yangından şaşaladıklan sıra vurup kaçmışlar. Şimdi her iki taraf asker topluyor ve böylece iki yüce Beyler yakında birbirleriyle ça t ı­ şacaklar. 612 öküz senesinde Kaşgardaki Hanın orduga­ hına eriştik. O akşam Cebenin yazıcısı olduğumdan Temuçin Hanın kurultayında bulunuycrdunı. Ha­ mınız, çadırın en gerisinde üzeri keçe kaplı bir at eğerinin üsiüne oturmuş, meşinden bir zırh giyin­ miş ve dizlerine de yine deriden ötük [ 1 ] çekmişti. Tulgası ayağının dibinde dururdu. Hanın kardeşleri yiğit Kasar ile Çevik Beliktay yanında ve oğlu Cu­ ci, Oktay, Çağatay ve Tuluy ardında dikilirdi. Has inaklar, Başbuğlar, Boğocu Karlık Hanı, Yavuz Se­ büktay, Mahmut Yalvaç, akıllı Mokoli, Kore Noya­ nı, kaplan öldüren Celme, Kırğızlar Hanı , daha bir çok yüce Beyler, Hanlar Temuçin Hanın önünde yerde oturmuşlardı. Temuçin Han oradakilere kavgaya çıkışında haklı olduğunu söyledi ve dedi ki: « Eğer ben hak­ sız yere kan dökmeye çıkıyorsam Tann benim ve ( 1 ) Ötük: İnce, kıymetli deriden yapılma çizme.


GÖK BAYRAK

299

benim buyuruğumun başına binlerce bela yağdır­ sın ! » sonra herkese yerliğler verdi. Her bir Başbu­ ğun geçecekleri, tutacakları geçitleri eliyle koymuş gibi saydı, anlattı; sanırdın ki bu adamın gözleri uzaktaki yurtları Kaşgarda oturduğu vakit dünya­ nın taa öbür ucunu bile görür, seçer. Buyruklar tam olup herkes yerli yerin� çekil· di. Gün olunca Kaşgar ovalığı seslerle doldu.. Uört yüz bin kişi gün batımına doğru akın ediyorlardı. Cebenin ardından atla giderdim; göz alabildiği ye­ re bakılınca, askerden, pusatlı insandan başka bir­ şey görülmezdi. Moğol Hezarları, elde ok, kargıla­ rı kalçalarına dikili Karayet silahşorları naralar a­ tarak, bağırarak, türkü söyliyerek ilerlerdi. Bir a­ ralık korkunç Mer�itler sökün ettiler. Bunlar mal­ larını geyik koşulu hafif arabalara yüklemiş!er ve yanlarına kurt gibi köpekler almışlardı. Bütün bu as­ kerlerin ardında ise kavga avadanlıkları gözüktü. Bunları da öküz koşulu arabalara yükletmişler ve yanlarına zırhlı Uygur ve Karlık atlıları katmışlar dı. Bunlar da geçip bittikten sonra çevik Tibet ya­ yaları omuzda tırpan, belde hançer geçiş ettıler. Süıii bitmemişti, en geride sivri külahlı Kırgız at· lıları, Çin kan zırh giyinmiş Çorça bahadırlan yü­ rürdü. Bu ordu değil, dünyayı kaplamağa giden coş­ kun bir su idi.


Atını caminin avlusu ortasına sürdü . . .

TANRI CEZASI E kavgalara girişmiş, ne eller basmıştık. Şimdi N Buhara önlerine gelmiş, oralarını da kılıçtan ge­

çirmiştik. Kavga meydanı ölüler, yaralılarla örtül­ müştü. Bu ne kavga yeri idi? Yüzden ziyade kavga­ da bulunduğum halde böyle korkunç meydan gör­ memiştim. Ben düşünceye daldığım sırada Cebe ya­ nıma geldi ve tatlı sesle: - Can Bey! Orada ne yapıyorsun? .. Diye sordu. Ben cevap verdim: - Gök Bayrak Beyi ! Gözlerim yaşla doldu. Bu cellatlığa ağlıyorum . . . Cebe Noyan! Bu ne haldir? Bu ne öldürüştür? . . Cebe elini omuzuma koydu ve beni kendine çe­ kerek keramet diyormuş gibi bir hal ile bağıra ba­ ğıra şu sözleri söyledi : - Elde kılıç, savaş meydanında ölen kişi ne kutludur! Böyle erce ölenlerin diktikleri, kanlarıy­ la suladıkları yavuzluk ağacının yemişlerini oğulla­ rı devşirir. Yüz · bin yürekli insan gölgede, rahatta çürümekten ise açık meydanda başı kılıçla yarıl ıp .


GÖK BAYRAK

Cebe, elini omuzuma koydu. . .

301


302

GÖK BAYRAK

yere düşenler yurtlarına daha çok yararlık gösterir­ ler. Yurtlarını, kanlarını, çocuklarını korumak için ölenlere acınmaz Can Bey! Sana sorarım: Bun:ar hiç kılıç çekmeksizin bizim buyruğumuz altına giri­ verselerdi acaba sen bundan hoşlanır mıydın? Düşündüm. Cebe haklı idi. Bağırarak cevap verdim: - Hakkın var Cebe Noyan ! Fena, kaltaban bir adla yaşamaktansa yavuzca, ünle ölmek yeğdir. Öz yoldaşlar yanında ölmek düğün, hayra� gibi tatlı­ dır. Ben böyle söylerken tanyeri ağardı ve güneşin şirin, sevinçli ışıkları kavga meydanına gül renkli nurlar yağdırdı. Bizim atlılar Buhara etrafındaki bahçelerde, ovalarda karınca gibi kaynaşıyorlardı. Biraz sonra Kentin kurulganı üzerine ak bir bayrak açıldı ve kalenin inme kapısı eğildi. O vakit ne gördüm bilir misiniz? Nice yedi sene önce Turhan Hatunun, Haa­ rizm Sultanının etrafında yüce Beyler, Ağalar ol­ duğu, taht ve divan kurdukları Buhara meydanlı­ ğında şimdi, uzun ve acınacak halde bulunan bir alay, bize doğru ilerliyordu. Bunlar, Buhara Ulula­ rı idi ki bize sığınmaya geliyorlar ve şehri Temuçin Hana veriyorlardı. Buharalıların en değerli yirmi bin atlısı bir çıkış yapmışlarsa da bizimkiler onla­ rı geri teptirmişler ve hepsini kes mişlerdi. Her ne kadar kaledeki otuz bin asker dayanmağa çalışıyor­ larsa da şehir, kapılarını açmıştı. Ben ata bindim ve Hezarımın başına geçtim. Ben, Hezarbaşı olmuştum. Başbuğum da Alak. O da tümen başı ( 1 ) olmuştu. Benim Hezanm Temu( 1 ) Tümen, on bin kişilik fırka demektir. Rusların es. büyük asker rütbelerinden olan ( Hettman) işte bu Tü­ men Beyinin karşılığıdır. ki


GÖK BAYRAK

303

çin'in baş kolu idi. Şimdi önümüzden ulema, esnaf ağaları geçiyorlardı. Alaylardan sonra Maveraünne­ hir Başbuğları sökün ettiler. Bunların geçişine a.;ı dım. Hepsi, oklarını boyunlarına asmışlar ve Bey­ leri, Hanları yanına almış olan Temuçin Hanın ö­ nünden zavallı zavallı geçerlerdi. Bunların ardında ise bir alay ahali yalın ayak başı kabak yürüyor ve «aman, aman! » diye bağrışı­ · yorlardı. Temuçin Han elini bir kaldırdı, alayı dur­ durdu. Sonra sert sesle şu sözleri söyledi: - Maveraünnehir kişileri! Yurtlarınıza dönü nüz, sizi buyruğumuz altına aldık ve canınızı ba­ ğışladık. Kurulgan içinde olup da bize sığınmak is­ temiyenlere aman yoktur. Sonra ardına döndü, en yakında biz olduğumuz için bize kumanda verdi: - Ön takım Hezarları! Ardımdan! . . Ben, dünyaları almış olan Hanın ardından ilk yürüdüğüm için kızardım. Ve en gür sesimle, beşer beşer sıralanmış olan Hezarlara kumanda verdim. - Takım, ellişere ayrılın! Sağa çark! . İleri, arş! . On adım ileri, bölükleri sıklaştırın! .. Ardımdaki asker dört nala çark edip takımı sıklaştınncaya kadar ben de tırısa yürüdüm. Son ra atımı dört nala kaldırarak Hamınız ve Başbuğ­ lar ardından meşe ağacından yapılmış olan kalk:.ır iner köprüden geçtim. Ben bu köprüyü eskiden de bildiğim için on kişiye yol verebileceğini bilirdim. Bölükler yıldırım gibi kapıdan geçtiler. Han e lli adım ilerde gelişi güzel ilerledi. Temuçin Han bir şehri aldı mı, bölüklerin elli adım önünde yalnızc-1 içeri girmeyi türe edinmişti. İlk önce Hanın büyük oğlu Cuci yanına yaklaş­ tı. Böyle, içinde pusatlı otuz bin düşman bulunan ulu şehir içinde tek başına ilerlemenin fena olaca-


304

GöK BAYRAK

ğını anlatmak istediyse de Temuçin Han hiç laf dinlemedi ve son kere oğlunu tersledi bile.. Cuci Bey ses etmedi. Ve geldi, bizim yanımıza sıraya gir­ di. Sokaklar tenha idi, bütün kapılar kapanmış kal­ mıştı. Birdenbire Temuçin Han durdu. Ben neye durdu diye bakındığım sırada Buhara' daki Ulu Ca­ minin karşısına geldiğimizi anladım. Caminin için­ den dua sesleri işitilirdi. Ben bunları duyunca içim öyle garipleşti ki bölüğümü sıralamayı unuttum. Margoz bizim bölüğün bozuk düzen olduğunu gör­ müş, benim yerime «yüzer yüzer ileri, arş ! . » kuman­ dasını verdi. Doğrusu aranılırsa, ben önde oldu­ ğum için ben kumanda vermeliydim. Asker, yine takımı düzemedi. Bu aralık benim sersemliğimden haberi olmayan Cebe, Margoz'a çıkıştı: - Budala! dedi. Biçare Margoz sesini çıkarmadı. Doğrusu azarı ben yemeliydim. Birdenbire Temuçin Han eliyle iş­ mar ederek beni yanına çağırdı, sordu ki: - Can Bey! Sen Buhara' ya geldin değil mi? - Evet Hamınız! Temuçin Han, Ulu Carni'yi gösterdi: Bu yüce ev nedir?. Acaba Sultan Mehmed'in sa· rayı olmasın ? - Hayır Hamınız. Bu gördüğünüz camidir. Temuçin Han bu cevabı alınca atını kapıya doğru sürdü ve kamçısının sapıyla vurdu. Kapı açıl­ dı. Temuçin Han, yanında Beyler, Başbuğlar olduğu halde içeri girdi. Ardından da Moğol askeri yürü­ yüş ettiler. Bir dakika içinde koca cami sesler, pa­ tırdılar, gürültülerle doldu. Cemaat korkusundan titremeğe başlamıştı. Şimdi, Temuçin Cengiz Han atını caminin av­ lusu ortasına sürerek elini kaldırdı ve ahaliye söz söylemeğe başladı. Önce, Buhara ve Maveraünnehir


GöK BAYRAK

305

kişilerinin fenalık yollarına sapmış olduklarını söy­ ledi, azarladı. Sonra dedi ki : - Ben sizi cezalandırmak için geldim. Siz Türklükten ayrıldınız. Ben bütün Türk uşaklarının bir Bayrak, bir Yasak altında toplanmasını, Bayra­ ğın yükselmesini dilerim. Kim bu Bayrağa sığın­

mazsa ben onlar için Tanrı cezasıyım. Temuçin Han sözünü yeni bitirmişti ki yaver­ lerden biri gelerek kaledeki askerin hücum etmiş olduklarını söyledi. Temuçin atını kapıya doğru sürdü ve şu buyruğu verdi: - Şehri talana verin! Ne var ne yoksa ateş ko­ yun! Ben bu emri işitince acığımI yenemedim. Yanı­ ma gelj:!n Alak'a dedim ki: - Talihsiz şehir! .. - Alak bana şaşkın şaşkın baktı ve şu cevabı verdi: - Adam sen de. Asker bu kadar zahmete girdi, lazımdır ki biraz yağma etsin. Kapının yanında genç bir seyit gözlerinden ateşler saçar, yumruklarım sıkmış bizim askerin üstüne atılmak isterdi. Fakat yanında duran ihti­ yarca bir adam bunu bırakmazdı ve der idi ki : - Sus seyit! Bizim başımıza gelen Tanrı ceza­ sıdır. O akşam, Meydanın bir tarafında alev alev ya­ nan koca Buhara kentine bakıyordum. Alak ile Cebe sökün etti. Cebe bana ve Margoz'a dedi ki: - Tez bu akşam yola çıkacaksınız. Kaybedecek zaman yoktur. Sebüktay Hoçent'te yenildi, Alak ona yardımcı gidecektir. - Çok iyi dedim, burada durmaktansa orada ·döğüşmeyi daha severim. F. 20


306

GöK BAYRAK

Cebe gülümsedi, cevap verdi : - Oğul! Meraklanma, hepimiz de istediğimiz kadar kavga ederiz. Celalettin iki yüz bin ki­ şi ile kavgaya çıkmış. Hem bilirsiniz ki, Cela­ lalettin sert bir düşmandır. Önce Semerkand'i ala­ cağız bu şehri yüz elli bin kişi korur. Başlarındada otuz kadar Han Bey vardır. Oktay Han, Çağatay Han beraber yüıiirler. Sultan Mehınedin amcası Gayır Han da elli bin demir zırhlı askerle bunları bek­ ler Hem bu kerre düşmanlarımızda usta okçular vardır ki etrafa ziftli bezler atarlar. Sanırım ki bu kez zorluk çekeceğiz. Yalnız nesi var ki eğlencenin en büyüğünü siz göreceksiniz. Alak anlamadı, sordu ki: - Ne eğlencesi Cebe Noyan? - Ne eğlencesi mi oğlum? Orada öyle birisiyle döğüşeceksiniz ki taa nice yıldan beri benim ile paylaşacak kozu vardır. Ben gidemiyorum. Ey oğuH Günün birinde: Ben Timur Meleği yakaladım, di­ yebilecek adam az ün kazanmış olmaz. Ben birden bire bağırmışım: - Timur Melekle mi çarpışacağız? ... - Evet, Timur Melekle çarpışacaksınız. Can Bey, Hoçent şehrini Timur Melek korur. Görüyor· sunuz ya, eğlencenin büyüğünü göreceksiniz dedi· ğim vakit yalan dememişim. Çocuklar size bir öğüt vereyim mi? Yanınıza bir iki yedek pusat alsanız fena etmezsiniz, çünkü Timur Melek denilen bu as­ lanı ele geçiresiye kadar korkarım ki elinizdeki si­ lahlar kırılır, körlenir. Alak cevap verdi: - Çok iyi Cebe Noyan. Ben, Timur Meleği ya­ kalamağı boynuma alırım. Herkes desin ki Timur Meleği alt eden karaul Noyandır. Cebe Alaka bir baktı ki:


GÖK BAYRAK

307

- Oğul! çalış ki Timur Melek demesin , karaul Noyanın boynunu kopardım, diye. Timur Melek öyle bildiğin kişilerden değildir. Anın kolu kol değil kara burandır. Tulgasının altında biraz beyni olsa dünya­ nın en birinci kişisi olur. Zira, yavuzlukta, zorda Ti­ mur Melek gibi adam yoktur. Yalnız Timur Meleği bitiren şey düşüncesizliktir. Alak, sabırsızlanmıştı: - Görürüz bakalım, dedi. Biz yola düzülmek üzere idik ki Cebe beni bir yana çekerek şu sözleri söyledi: - Can Bey! Sen beni seversin . . . Sen benim için bir oğulsun değil mi? - Elbet Cebe Noyan. - Can Bey, senden bir iş beklerim. - Söyle Cebe Noyan; - Hoçantı almalı. Çünkü Temuçin Hanın· buyruğu böyledir. Fakat, ben istemem ki Timur Meleği benden başkası bitirsin. Bunun için Timur Meleğe dokunmamalıdır. Bağırdı ki: - Ben, böyle bir kahramanın ölmesini iste­ mem. Mutlak öldürmek lazım gelirse benden başka el anı bitiremez. Timur Meleğin ismi geçtikçe benim acığım kal­ kardı. Yavaş yavaş cevap verelim: - Sen korkma ben bakarım. Ben Timur Me­ leğin canını korudukça dünyanın bir ucunda yaşa­ yan başka bir kişi bana dua eder. Bunu diyerek koynumda� Reymondamn bilezi­ ğini çektim. Hangeçeo zindanında Etyen bu bileziği vereliden beri koynumdan çıkarıp bakmamıştım. Bir aralık acığımı yenemedim küçük altın bileziğe bakarak yüreğim dağlandı. Akşam üstü kalktık. Etyen kavga avadanlıkları


308

GÖK BAYRAK

ile, birlikte gelirdi. Bir aralık okçu ustası yanıma geldi, ben de Cebe ile benim aramdaki konuşmayı söyledim. - Beyim! Siz Timur Melekle karşı karşıya gel­ seniz yüce Reymonda sizin üst gelmeni.zi ister, sizin için dua eder. Biz böyle konuşurken Alak Margoza anlatıyordu: - İş nerede bilir misin? Timur Meleği öldür­ mek için acaba kafasına kılıçla mı urayım, yoksa doğru mu dürteyim? Bir de balta savurmak var. Bil­ sen ne güzel çarpışacağız. Ben at oğlanlarımı çağırdım, dedim ki: - Kimin üzerine yürüyoruz, biliyor musunuz? Haniye bir kere Ulu Hatun önünde bir bahadırla si­ lah· çatıştım idi. O bahadırla; sonra acıklık acıklı ka­ ra gözlü begümden ayrıldı idi. Hatırladınız mı? Susor akıllılık göstermek için gözünü kırptı: - Tanımaz mıyız! Dedi. At oğlanlarım başka birşey söylemediler. Sekiz gün sonra Hoçent önüne gelmiştik. Ho­ çent Siz Derya suyu üstünde siyah ve korkunç kale­ leriyle insanın içine ürkeklik verirdi. Etyen bu yü­ ce kurulganı, bu coşkun suyu, bu korkunç kayalık­ ları görünce şaşırdı, bağırdı ki: - Ben, böyle kurulgan hiç görmedim. Biz bu­ rasını nasıl ele geçiririz? Kentin önüne vardık ve Sebüktayın baskın e­ derken yaralandığını öğrendik. İki aydır kaleyi çe­ virmiştik. Fakat bir gün geçmez idi ki bir kavga qlmasın. Timur Melek her yere yetişiyor, her yerde yararlık gösteriyordu. O kereye kadar kimsenin yap­ madığı bir şeyi bulmuştu: Demir zırhlı kayıklar içi­ ne asker doldurur ve bununla gelir bizi basardı, mancınıklanmız o kadar taş atmışlardı ki artık taş


GÖK BAYRAK kalmamıştı .

Bunun için ağaçları

309 yıkmak lazımdı.

Biz, dut ağacı kütükleri ile kaleyi yıkmağa uğraşı­ yorduk. Bir kere Alak asker başına geçti ve baskına

başladı . Birinci baskında geri püskürtüldük. O gece Timur Melek bir çıkış yaptı.

Bizden beşyüz kişi

öldürdü. Ertesi gün yine hücum ettik, birşey yapa­

madık! Böylece üç hafta çarpıştık. Alak, o çevreler­

deki köylüleri topladı ve suyu çevirmek istedi. Tam

köylüler iş ortasına gelmişlerdi ki Timur Melek bir

göründü, köylü - koşun ne varsa darına dağınık c t t i. Biz zırhlı gemileri gezdirmemek için iri zincir ile

suyu kestik. Yavaş yavaş Hoçenti dört çevreden sar­

mağa başladık.

Hoç.entliler bu

kavgalarda birçok

adam kaybediyorlardı. Fakat biz de şehre giremiyor­

duk. Artık hırsımız, acığımız beynimize çıkmıştı. Ö­ bür tarafdan, bizimkilerin Semerkandı aldıklarını

işitince bütün bütün acıklanıyorduk. Çünkü, Hoçent

içindeki bir avuç adam koca Moğol ordusunu tutu­

yordu.

Bir gün Alak dedi ki:

-Artık ne olacaksa olmalı, ya Hoçenti alma­

lıyız, yahut hepimiz ölmeliyiz.

Ertesi günü üç bölük Hoçent üstüne yürüdük.

Alak, orta takıma, ben ve Margoz da sol ve sağ bö­

lüklere kumanda ediyorduk. Bölüğüm, yağmur gi­

bi yağan taşlara bakmıyarak kurulgana tırmandı.

Ben, kalkanımla başımı örttüm

ve

önbet yoluna

çıkarak önüme geleni kılıçladım, iyice vuruştuktan sonra bir burca

girdim, orada durdum . Bizimkiler

ne oldu, diye etrafa bir göz gezdirdiğim sırada Ala­ kın çıktığı taraftaki merdivenlerin kırıldığını ve Ala­ kı baygın götürdüklerini gğrdüm. Ben, tez burç üs­

tüne Gök Bayrağı çekerek ne olursa olsun, bulundu­

ğum yeri korumağa hazırlandım. Birdenbire

önümde uzun boylu, elinde balta,


GÖK BAYRAK

310

bir silahşor belirdi. Arkasında on kadar atlı vardı.

Bu gelen silahşorun başı açıktı. Timur Meleği tanı­

makta güçlük çekmedim. Timur Meleği gören asker

hemen oklarını gerdiler ve « nişan alın» diye bağrış· tılar.

Timur Melek bu

bağrışmaları duyar gibi bile

olmadı. Ardındaki çerilere durmalarını işmar etti

ve tek başına bana doğru yürümeğe başladı. Ben, bir işmar ettim. Bizim

taraftan

atılacak okların

önüne durdum. Kendim de kılıcı kınına soktum. Ti· mur Meleğin yüzünde hırslılığa, kızgınlığa benzer birşey yoktu. O, her

vakitki gibi tatl� yüzlü olup

sanki kendini öldürmeğe

hazırlandıklarını bilmi·

yormuş gibiydi. Önüme gelince şu sözleri söyledi:

- Çoktanberi seni görmedimdi Can Bey! Ni·

ce şeyler olup bitti, nice bahadır öldü, söyle bana !

1Reymondayı eminliğe çıkardın mı ? Ben cevap verdim:

- Evet Timur Melek.

Reyrnondayı erninliğe

çıkardım. Sanırım ki şimdi rahattır.

Tirnur Azacık gülümseyerek sordu ki :

- Ey şimdi buraya ne yapmağa geldin ? - Önce

Hoçenti

alacağım.

manlarının elinden kurtaracağım !

Sonra seni düş-

Timur yine gülümsedi:

- Hoçenti almak güç değildir. Yanımda kala

kala yüz kişi kaldı. Siz ise en aşağıdan kırk bin ki ­ şisiniz. Beni kurtarmağa gelince: Onu merak etme,

ben kendi kendimi kurtarırım. İnanmazsan bak! .. Diyerek elini suyu

gösterdi. Suyun üstüne on iki

zırhlı kayık indirmişler,

içine de tezden asker bi·

nerdi. Karşı kıyıda Moğol atlılarının karınca gibi

kaynaştıklarını ve bir bölük Moğolun da yüze yü·

ze suyu geçmeğe uğraştıklarını gördüm. Ben bu at· lıları ve sonra suyu kesmek için karşıdan karşıya


GÖK BAYRAK

311

gerilen zincın gösterdim, dedim ki :

- Sen bu zinciri kırıp geçemezsin.

Timur yine gülümsedi, elimden tuttu:

- Tanrıya emanet ol Can Bey! Siz Hoçenti al­

dınız, Timur Meleği ölseniz elde edemezsiniz !

Sözlerini söyliyerek merdivenden aşağı koştu ,

kayboldu gitti. Tam bizimkiler suyun bu yakasına

geçtikleri vakit Timur Melek de kayığa bindi. İki kıyıdan

yağmur gibi oklar yağıyor, fakat

kayıklar zincire doğru yaklaşıyorlardı. Birden bire

Timur Melek ayağa

kalktı, iri baltası şimşek gibi

parladı, indi; su köpüklendi, havaya kalktı; kayık­

lar yıldırım gibi geçtiler. Tim ur Melek bir balta in­

dirişte zinciri iki parça etmişti. Bir parça daha a­

yakta durdu. Şaşkınlıklarından ok atmak bile akıl­ larına gelmeyen bizimkilere meydan okur gibi bak­

tı; bir aralık böyle durdu, altındaki kayıkla suyun

üzerinden aktı, sislere büründü gitti. Kayık gözden kaybolunca

bizimkilerin

akılları başlarına geldi .

Alak baygınlıktan ayılmış atma biner ve başı kanlı

sargılarla bağlanmış olan Sebüktay ise hırslı hırslı

bağırırdı.

- Dört nala ileri! Bu şeytanı yakalamalı, can­

lı cansız ele geçirmelidir.

Üç bin adam Timur Meleğin ardından koştu. ·

Timur yakalanamadı. . .

Bize gelince, Hoçenti almış olduğumuz ıçın i­

şimiz bitmişti. Vakit

kaybetmeksizin Hanın oğlu

Cuci Beyle Haarizmi basmağa giden orduya yetiş­ tik. Bu aralık Temuçin Han, en sevgili oğl� Tuluy ile Horasanı almağa gidiyordu. Örgenç kenti de alınıp

bittikten sonra bütün

Haarizm buyruğumuz altına girdi ve Timur Melek

de gözden kayboldu. Biraz vakit

sonra

öğrendik ki Temuçin Han


GÖK BAYRAK

312

Horasanı almış ve Celalettini

Hint sınırlarına ka­

dar sürmüş. Haarizm kahramanı Sent suyu kena­

rında kanlı savaşa girişmiş ve yalnız başına kalınca,

zırhiyle, pusatlariyle suya atılarak yüze yüze karşı

kıyıya geçmiş. Temuçin Han Dorbay Noyan ile kar­ deşi Bala Noyanı

Haarizm

Sultının ardından sal­

dırdı. Bunlar taa Hint elinin göbeğine kadar girdi­ ler. Yerlig aldık ki Kutbuddin Mehmede karşı yü­

rüyelim. Temuçin Han, bu kere Sultan Mehmet ile

adam akıllı kesişmek istiyordu. Ordu Başbuğluğu­

nu Cebe almıştı. Hiç güçlük çekmeksizin Herat ve Nişaburu bastık; oradan da Sultan Mehmeti kova­

rak Mazenderanı almağa gittik. Epeyce yerlerde çar­ pıştık. En sonra Kilan eline kadar gittik. Bu kere de

alınmaz diye adı çıkmış olan İlal kurulganını basa­ rak Sultan Mehmedin hazinesini talan ettik. karı­

sını çoluğunu, çocuğunu götürdük. Sultan Mehmet

bunu işitince kederinden öldü. Hem de nasıl ölüş!

İranda, Turanda Hanlık

süren; Hint, Arap elleri­ ni buyuruğu altına alan, Bağdattaki Halifeyi titre­ ten Kutbüddin yalnız, kimsesiz olduğu halde Kuz­

gun Deniz ( Bahri Hazer) kenarında öldü. öldüğü

yerde

bunu saracak

kefeni bile

kürJ.cüne sarıp gömmüşler. Artık önümüze kimse

bulunmamış da

duramaz olmuştu. 618

yılında kafkas ile Bulgarlar memleketini zaptettik.

619 da ise Kalka meydanında şanlı bir kavga ettik,

Moskofları tepeledik. Bu Kalka savaşı binlerce se­

ne geçse yine kimsenin hatırından çıkmaz. Bu kav·

gadan sonra bütün Kıpçak eli buyruğumuz altına girdi.

Kavgaları bitirdik, rahat rahat Karakurum

ellerine geldik. Temuçin Han orada konaklamıştı.

Bizi alaylarla, derneklerle karşıladı. 623 senesinde

Han ile Tangot ve Tibete karşı yürüdük. Ne eyleye-


GÖK BAYRAK

313

yim ki o sene sonunda Temuçin Han bu dünyayı

bizlere ısmarladı, gelinmez diyara göçtü.

Ben, cenaze alayında bulundum. Hanın en öz yol­

daşı Yavuz Kilokinin düzmüş olduğu destanı dinle­ dik, hepimiz ağlaştık. Temuçinin büyük oğlu

Cuci

Bey, yoldaşı Boğurcu Başbuğ daha iki sene önce öl­ müşlerdi. Onun için Moğollar taht!na Oktay, sonra da 1233 frenk yılında büyük oğlu Gayuk geçti. Ben,

Gayuk'un buyruğu altında kalmış olan Maveraünne­

hirde bir vakit eğlendim. Sonra Cucinin oğlu Kıp­

cak Padişahı

Batu Hanın yanına gittim. Cebe de tümen başılıkla Batu Hanın bayrağına hizmet eder­ di.

Daha sonra Moskova baskını, Leh, Macar kavga­

ları çıktı. Cebenin yavuzca bir kavgadan sonra Al­

manları darmadağınık ettiği Liyegiç kavgasında bu­

lundum. Bu kavgadan sonra Frenkleri de elimiz al­ tına almıştık.


Reymonda'nın elini öptü . . .

KARA GOZLD BEGDM 1244 Frenk yılında Moğol Hanı ve Karakurum

hakanının izni olmaksızın yer yüzünde bir havlayamazdı.

Bu

yılda

Batu

Han,

köpek

Suriyedeki

Frenklere, Bağdat Halifesine, Mısır Sultanına elçi·

ler gönderip bunlardan hac toplanmasını. buyurdu. Bu işi bana ısmarladılar. Ben de artık iyiden iyiye

kocamış olan canyoldaşlarım IÇ.otay ile Susor'u ya­ nıma aldım. Margoz kardeşim , ile vedalaştım, yola

düzüldüm.

Alak, Macaristanda

vurulmuş, kavga

meyda­

nında kalmıştı. Mahmut Yalvaca gelince, o da çok· tan bu dünyadan göçmüştü. Yavaş yavaş ben yal­

nız kalıyordum. Kimbilir, bu yıllar belki sıra bana gelir . . .

Yolculuğumu kolaylıkla bitirdim. Nereye var­

dımsa herkes Hanımızın adını işitir işitmez titreme­

ğe başlardı.

Temuçin Hanın

rüyası çıkmıştı : Çin denizin­

de Korul ve Nemiş diyarın(Almanya) yıldız çevresi· nin karanlık, donuk ovalarından nurlu, parlak Hint


GÖK BAYRAK

3 15

ve Arab istana, Suriyeye kadar nice eller varsa Ka­ rakurum beyine, Türklere boyun eğerdi.

Bütün Kafkas çevrelerindeki diyarları gezdik­

ten sonra Frenklerin Laya dedikleri Lazkiye limanı­

na eriştim. Burası bütün Asya ellerinin alış veriş yeridir. İçerideki diyarlardan bahar, ipek, altın ge­ tirirler; Venedik, Ceneviz ve başka taraf alığ-satıg­ cıları da gelirler, bunları alırlar.

Ben, gemiye bindim ve dört günde Akka'ye gel­

dim. Akka gayet iyi korunmuş

büyük, güzel bir

kenttir ama, ne kadar olsa Çinin o ulu şehirlerine Semerkanda, Buharaya, Moskovaya ;

bizim basıp,

yakasındaki Patrik kalesi

çıktık. Ben,

baştan başa yakıp, yağma ettiğimiz o yüce kurum­ lara benzemez. Akk�'ya varır varmaz, limanın sol bir çok kapılardan geçtim,

yakınına

meydana geldim.

Şehir, yortuda idi. Bütün evler bayraklarla do­

nanmış, en başlıca cadde ipek halı ile döşenmiş ve Müslüman Frenk ahali de evleı;- boyunca dizilmiş­

lerdi. Ben Moğol Başbuğu Ulu Hanın elçisi olduğum

için beyliğime göre Akka'ya

girerdim. Altımda Ha­

kanın ahırlarından çekme duru beygir olduğu gibi

üzerime Çin libasından bir elbise giymiş ve onun

üstüne de gergedan derisinden bir zırh geçirmiştim.

Bundan başka da göğsümde yaldızlı payza vardı. Kalka savaşında Ruslar Başbuğu

Senisledin elin­

den bir bayrak almıştım. Bu yaradığım üzerine Te­ muçin Han'ın yarlığı ile Cebe Noyan Payzayı kendi

eliyle göğsüme takmıştı.

Şehrin sokaklarında yürürken önümde iki. davul­

cu, iki borucu gidiyor ve �oğollann divan havasını

çalıyorlardı. Ardımdan gelen Kotak ise Batu Hanın

bana vermiş olduğu ak kuyruklu tuğu taşırdı ki ben

bu tuğu Leyeginç muharebesinde kendi elimle Kra­ kovya Lesihtan Dukası Hanriyi öldürdüğüm vakit


GÖ K BAYRAK

316

kazanmıştım. Susor'a gelince, o da bayrağımı götü­ rürdü. Bu bayrak da Cebenin bayrağı olup gök üs­

tüne benim armalarını ve altın doğan işlemeli idi .

At oğlanlarımın elbiseleri de ağır idi. İpek kaftan,

savatlı zırh, zırhlarının üzerinde de bunca senelik

yararlıklar ile kazandıkları

gümüş payzaları ışıl­

dardı.

Ardımızdan on iki atlı gelir ve ellerinde Moğol

Hakanının Frenk Beyine gönderdiği tartığları

(1)

tutarlardı. Frenk kralı önce armağan ulaştırmıştı .

Frenk Beği, Moğollar Hakanı Hamınız Gayu­

ka yalvaçlar göndermiş ve kanadının altına kendi­

sini de almasını yalvarmıştı. Hamınız da beni, bun­

ları buyruğu altına aldığını anlatmak için yollardı.

Şehrin meydanına geldiğim vakit ahali bağırır du­

rurdu. Meydanın taa öne gelen yerinde ise kargılar,

orman ağaçları gibi birbirine çatmıştı. Arapça, yarı Frenkçe :

Ahali yarı

« Yaşasın Humus Sultanı !

Yaşasın Melek Mansur ! » diye bağrışırdı. Mızraklı­

lar ve bayrakları yerlere kadar inen bayrakdarların önünde Arap usulü zırh

giyinmiş bir

adam, atla

ilerler ve elini göğüsüne vurarak sağa sola selam ve­

rir idi. Bu adamın yanında Tampel Hopital Beyleri, bir çok Hanlar, Frenk Başbuğları yürüyordu. Halk

bunları görünce bir düziye « yaşa ! » diye bağırırdı.

Ben, Müslümanlarla Frenklerin birlikte gezindikleri­ ni ve Müslüman Beylerine bu kadar riayet gösterildi­ ğini görünce şaştım. Nasıl

şaşmayım ?

Suriyede

Müslümanlarla Frenkler birbirlerine artık düşman­ dırlar. Bu kerre ise Melik Mansur'un atının altına

ipek halılar döşemişlerdi. Ben, meraktan

mak için orada duran Frenge nu sordum.

( 1 ) Tartıg: Hediye, peşkeş.

kurtul­

bunların ne olduğu­


GÖK BAYRAK

317

Bu adam bana cevap verdi, dedi k i :

- B e adam, nereden geliyorsun? İşitmedin m i ki

Fars Şahı korkunç Barikan on bin kişi ile Suriyeyi basmış. İşitmedin mi ki Araplar, Suriyeliler el ele vermişler. Bunları memleketten çıkarsınlar.Dinle :

Şurada gördüğün Humus

Sultanı

Melik Mansur

Barikana karşı bizle birleşmiş olduğundan ona ri­

ayet gösteririz. Doğrusu Barikan, Melik Mansurla

bizim yüce beğimiz Gotye Dö Briyen ile çok uğra' şacaktır. Ben bütün bütün şaştım:

- Barikan dediğin de kim oluyor? Fars

Hanı

yoktur. Bütün Fars eli bizim Çağatay Beyindir. Bu Çağatay Bey de dünya Hakanı Temuçin Hanın oğ­ lu Gayuk Hanın buyruğunda yaşar, bunun önünde

dünyanın en yüce beyleri solucan gibi kalır. Frenk gülmeğe başladı, dedi ki:

- Bizim ile eğleniyorsunuz . . . Barikan Fars Ha­

nıdır diyorum. . .

Bunun kim olduğunu belki bil­

mezsiniz. Araplar bu Barikana Timur Melek derler. Ne derlerse desinler, ben şunu bilirim ki Melek Man­

sur ile beğimiz

Gotye Dö Briyen Timur Melekten

çok yüce silahşördürler.

Kanım döndü, kamçıyı kaldırarak herife yürü-

düm, bağırdım:

.

- Yalan söylüyorsun köpek! Dünyada Timur

Melekten yüce bahadır yoktur.

Ahali benim bu sözlerimi işitir işitmez üzerime

atılmak istedi, ortalık birbirine karıştı. Kotak kav­ gaya girişiyoruz sandı ve tuğumu sallıyarak « Baskın

var! .. Baskın varL . » diye nara atmağa başladı. Su­ sor ise yavaşcacık yanıma geldi, sordu ki:

- Bey! Bu şimdiki aldığımız kurulganın

na ne derler?

adı­

Susorun hu soruşuna güleceğim çıktı ise de oğ·


GÖK BAYRAK

318

lana hak verdim. Zira şimdiye kadar, o kadar mem­

leket almış idik ki, artık nereye girsek orasını ba­

sıyonız, alıyonız, sanırdık. Hem de öyle olmuştu ki bazı kereler bir avuç adamla koca bir kenti

zaptetmiştik.

alıp

Hiç yadımdan çıkmaz : Bir kere yedi

Cisut atlısı ile karaul kolunda gezindiğim sırada bir

Fars kurulganında askeri kaçırtmıştık.

Yine gülmeğe başladım. Halk etrafımı sarıyor­

du. Hemen kılıcımı sıyırıp bağırdım : - Diz çökün köpekler, Gök

Bayrağın önünde

diz çökün ! Hemen deyiniz, deyinizki Gök Bayrağın adamların dansınız! ..

Ben sözlerimi yeni bitiştirmiştim ki bir karga­

şalık oldu. Ahali riayetle sağa sola yarılırlardı. Yü­

reğim kabardı, gözlerim yaşardı, hemen

atımdan

indim ve gedaca giyinmiş bir şirin kadının önüne

diz çöktüm .. Reymondanın eline sarıldım.

Reymonda beni ayağa kaldırarak şirin sesiyle :

- Can Bey! Seni bir daha görebileceğim yüre­

ğime doğmuştu.

Sözlerini söyleyerek ahaliye döndü, dedi ki:

- Ey ahali !

Biliniz ki dünyadaki silahşörle­

rin en bahadırı ne Humus Sultanı, ne de Gotye Dö

Briyend.ir. En özge, en yavuz silahşör işte önünüzde duran Can Bey'dir. Sesim

dim:

titreye titreye Reymondaya cevap ver­

- Reymonda! Bilirsin ki Timur Melek benden

iyidir. Cebe Noyan ise hem benden, hem Timur Me­

lekten üstündür.

Doğrusunu ararsanız ne söyleyeceğimi bilmiyor­

dum, kekeliyordum. Reymondanın

ellerini elleri­

me aldım, yüzüne daldım kaldım. Hey Ulu Tanrım! . .

Reymonda fidan boyu ile önümde duruyor, gözle­

rinden ise tatlı, sıcak nurlu ışıklar çıkıyordu. At oğ-


GÖK BAYRAK

319

}anlarım Reymondariın ellerini öptüler. Halk bizi böyle görünce «yaşa ! » diye bağrışıyordu. Melik Mansurun yanındaki atlı Beyler, hatta Sultan bile yaklaştılar ve Reymondanın önünde at­ tan indiler. Melik Mansura selam verdim ve yanın­ daki Tampel Beylerine de riayet gösterdim. Tam­ pel Beyleri arasındaki yüzü yama içinde bir ihti­ yar vardı ki Nurettini kaçırttığımız vakit yanımız­ da imiş. Frer Östaş adında olan bu Frenk beni gö­ rünce bağıra bağıra dedi ki: - Yüce Baronlar, silahşörler! Biliniz, burada gördüğünüz Can Bey öyle kahraman kişidir, öyle yavuz Beydir ki Şarilman, Rolan Turinden başka bu Bey gibi kahramanlık gösteren olmamıştır. Reymonda beni öğmeğe başladı: - Doğru söylersin Fr;� Östaş. Bu Can Bey be­ ni nice kurtların, nice kartalların pençesinden kur­ tarmıştır. Hem de canını ortaya atarak yapmıştır. Ben, bu kadar öğüldüğümü işitince utangaçlı­ ğımdan kızarıyor ve başımı önüme eğiyordum . Şim­ di Frenk Beyleri etrafımı almışlar, beni öperler, ri­ ayet gösterirlerdi. Sonra beni aldılar, konaklarına götürdüler ve sofraya buyur ettiler. Başbuğları Ya­ fa Kontu Gotye Dö Briyenin sağına oturttular. Sa­ ğımda ise Reymonda vardı. Reymonda, dünyadan çekilmiş, bütün varını yoğunu gedalara dağıtırdı. Bütün halk buna «Merhametli Hanım» derlerdi.. Bunları duyduğum vakit gözlerim yaşarıyordu. Ne kadar Frenk Beyi varsa sofraya oturmuşlardı., Bu lbyler Arap dilini iyi bilenlerdendir. Bü­ tün Beyler, Götye Dö Briyen kumandası altında Ti­ mur Meleğe karşı çıkmışlardı. Timur Melek yanına Haarizmlileri toplamış ve Celaleddini de başnıa al­ mış, Frenklere sataşmağa başlamıştı. Doğrusu Te­ muçin Han, Boğurcu ve başka Moğol silahşörleri ile


320

GÖK BAYRAK

durmamacasına kavga eden bu askerin, Timur Me­ lek ve Celaleddin . buyruğu altında, Frenkleri bir baştan bir başa kesip biçecekleri belli idi. Dernek akşamı Taberiye kalesinden kurtulup gelen birisi bize Timur Melekten dil verdi. Timur Taberiyeyi aldıktan ve Mon Bilyar Beyini tepele­ dikten sonra bütün yurtlarım yağma ediyormuş. Frenk Beyleri kurultay kurdular. Hemen Timur Meleğe karşı yürüyüp niyeti ne olduğunu, kavgaya girişip girişmeyeceğini anlamak için bir elçi gön­ derilmesine karar verdiler. Bu karar üzerine elçilik bana düştü. Bu günkü işi yarına bırakmağı pek se­ ven bu adamların şaşkınlığı içinde tez kalktım, yo­ la düzüldüm. Bir eyyam deniz kıyısından yürüdük. İki günde Pelern kalesine vardık. Oradan kalktık, giderken ge­ ce yansı idi , bir ordu gördüm ve biraz ilerledim. Karakollor «uyuklama» diye bağrışırlardı. Askerin, yıldız çevresindeki Türklerin diliyle konuştuklarım işitip Haarizm uşaklarının ordu­ gahı önünde bulunduğumu anlayınca hızla bağırdım: - Hey bana bak . . . Timur Melek nerededir? Karanlıklar içinden iri bir ses cevap verdi: - Bu Türk kim? .. Yedi ataların kimlerdir, de bakalım? - Sen söyle! - Ben Kırgız- Kazağım! - Ben de Uygururn! Ses bütün ·bütün dikleşti, dedi ki: - Tamunun dibine varasın! . . Hey uşaklar! Si­ lah başına. . . Davulları vurun. . . Bunlar yıldız çev­ resinde yaşayan Moğollardır. Taa buraya kadar ar­ dımızı bırakmamışlar. Ben cevap verdim:


GÖK BAYRAK

321

- Ordu kaçkını ! . Senin oymağın bizim hayra· .

ğımız altında yaşar. Eğer kendine güveniyorsan çık

göreyim.

Herifin

bağırması

üzerine

ortalık

birbirine

girdi. Ben, vakit geçirmeden oka bir yay soktum. Bu

sırada bir ses işittim. Biraz sonra önümde bir atlı

belirdi. Ben bu sesi işitip bu atlıyı görünce Timur

Meleği tanıdım. Aksiliğe bak ki bu kere de yine Ti­ mur Melek'le karşı karşıya gelmiştik.

Timur Melek beni görür görmez dedi ki:

- Can Bey ! Yine sen misin ? Gel yanıma .. Seni

gördüğüme hoşlandım. Yaklaş oğul !

Yaklaştım. Ay ışığında Timur Meleği iyice gör­

düm. Zavallı kocamış, çökmüştü. Ak sakalı zırhının

üstüne dökülüyordu.

Timur Meleğe dedim ki :

- Seni göreceğimi hiç ummuyordum,

Melek!

Timur

- Bizim yazımız da başka başka ordularda

bulunmakmış ..

Timur bunları söylerken uzun, ince boylu biri·

si daha geldi. Bu Celalettin'di. Önünde baş kestim.

Timur Melek Cernlettin'i tanıtmak için dedi ki:

- Can Bey! Bu gördüğün, Celalettin Haarizm

Şahtır. Hatırlar mısın, biz bunun büyük babası Meh­

met Tekeş ve büyük anası kılıç oynamıştık ..

Turhan Hatun önünde

- NJsıl hatırlamam Timur Melek ? .

dinç, zorlu, civan silahşorlardık.

Hey gidi

hey ! . Nerede o görüp tanıdığımız erler? . kahramanlar?

O vakit,

günler

Nerede o

Timur Melek, yavaş yavaş söz yürüttü:

F. 2 1


GÖK BAYRAK

322

- Evet, dedi .. Sengon nerede ? Naymanlar Be·

yi Tayang oğlu Küşlük nerede ?. Kara toprak altın·

da değil mi? .. Ya benim en eski düşmanım Şeyhül­ cebel nerelerde acaba?.

Şen, Şeyhülcebel adını işitince dedim ki:

- Bunun için merak etme Timur Melek.. Onun

hakkını verdik . . Düşün ki Şeyhülcebel Cebe'yi öl·

dürtmek için adam yolladı . Cebe şaka tanır mı ? Şey·

hülcebel'in Alamut dağındaki kalesini sildi, süpür­ dü .. Şeyh de başına geleceği bildiğinden kendisini asıverdi.

Celalettin, Şeyhülcebel'in

sonra dedi ki :

sonunu

dinledikten

- Siz Moğollar, dünyaları karıştırdınız. Şeyhül·

cebel'i ezip ortadan kaldırdığınız için çok sevaplı iş yaptınız. Bana bak Can Bey! Temuçin Han beni sı­

kıştırdığı vakit benim, zırhımla, esvabımla Sünt su­ yuna atıldığımı görünce oğullarını çağırmış ve be­ ni göstererek: « Moğol Hanları, oğullarını Celalet­

tin gibi bahadır görmek isterler» demiş, doğru mu­

dur?

- Evet!

Temuçin Han bu sözleri söylemiştir.

Hem de size artık riayeti vardı, Haarizim kahrama­ nı!

Timur Melek düşünür dururdu. Bir aralık ya­

vaşça sordu ki:

- Kara Gözlü Begüm ne oldu Can Bey?

Timur'un gözlerine baktım, ateş gibi parıldar­

dı. Cevap verdim :

- Kara Gözlü Begüm mü ? İyidir, rahattır. Üç

gün evvelsi Akka'da gördüm, görüştüm . oluyor da bilmiyorsun

Sen nasıl

Timur Melek? Bundan üç

gün önce Safit kurulganım aldın. Bilirsin ki bura­ sı Reyrnonda'nmdır.

Timur bu sözü işitince bir haykırış haykırdı :


GÖK BAYRAK

323

- Başıma kara bulutlar insin . . Ben ne yapmı­

şım? Acaba Safit kalesi ve bütün dünya malı artık

bana kar eder mi ? Yarından tezi

yok, kaleyi de,

içinde talan ettiğim malların üç katını da Reymon­ da Begüme veririm. Ben onun yaşadığını, Safit'in de kendisinin olduğunu hiç bilmezdim.

Timur bunları söyleyerek uşaklarını çağırdı ve

hızlı hızlı şu emirleri verdi :

- Çabuk .. Bir sandık alın, içine kuyumları dol­ Sonra sandığı donanm ış bir beyaz katıra

durun..

yükleyin .. Alay hayvanımı süsleyin .. İçinizden birisi

binsin, doğru Frenklerin ordusuna gidin ve deyin ki Haarizim kahramanı bu armağanları Kara Gözlü

Begüme gönderir . . At oğlanları emri alınca durmadılar. Biraz son­

ra katın gelin gibi donattılar, askerden biri TimUP'­ un hayvanına binerek gözden kayboldu. Bunlar gidince Celalettin sordu ki: - Cebe yaşıyor mu ? Cevap verdim :

- Evet, yaşıyor. Timur'a baktım,

hırsından gözünden çakınlar

fışkırıyordu. Bağıra bağıra şu sözleri söyledi : - Temuçin Han öldükten beri

dünyadaki in­

sanlar içinde yalnız Cebe'ye kin güderim . Doğrusu kıskanırım

?a. . .

Ölmeden Cebe'yi bir daha görüp

içimdeki kini yüzüne karşı söylemek isterdim. Be. ve Cela.J.ettin ikimiz birden:

- Tanrı korusun, dedik.

Timur yine sözünti yürüttü:

- Evet, mutlak içimdeki kini, hırsı söyliyece­

ğim. Sana hiç dokunmam Can Bey .. Zırhının her te­

li benim için mübarektir.

Bunun üzerine Timur· Melek'le iki kardeş gibi

öpüştük . Giderken Timur Melek,

Moğolları aşağı


GÖK BAYRAK

324

düşürmek ıçm yazılan farisi beyitlerini okuyordu .

Bir aralık yanımdan ayrıldı.

Epeyce sonra tekrar

yanıma geldi. Ben gözlerime inanamadım.

Çünkü önümde, parlak zırhlı, tulgalı, silahlı, bahadır Ti ­ mur Melek yerine, eline değnek almış, yalın ayak,

uzun sakallı, dilenci gibi birisi duruyordu. Timur

Meleği taa eskiden beri görüp bilmesem, bunu bir geda sanırdım. Bana

Reymonda'yı

göreceğinden,

kendisini oraya götürmemi yalvardı. Timur'un bu

isteğine şaştımsa da birşey demedim ve yanıma ala­ rak Frenklerin karargahına nın yanına çıkardım.

döndüm.

Reymonda'-

Timur Melek yaklaştı, Rey·

monda'nın elinden öptü ve ağır bir sesle şu sözleri söyledi :

- Bundan böyle dünyadan çekiliyorum. Hoş­

lukla kalasın Reymonda! ..

Sonra bizden bir cevap beklemeksizin ve ardı­

na bakmaksızın, başı güneşin ateş ışıklan arasında, ovalar içinde gaip oldu gitti . . . Kahraman Timur!

Frenk ordusu bozulmuş, azalmış, kımıldayacak

hali kalm�mıştı. Artık durmakta fayda yoktu. Ak­

ka'ya· döndüm. Ben buralarda biraz daha kaldım. Bir aralım Mısır'a kadar uzanarak Kahire'yi, Nil'i

gördüm. Surlye'de olduğumun dördüncü yılı işittim ki Frenk Kral Lui, Mısır Sultanı ile savaş için Kıbrıs'a gelmiş.

etmek

Moğol Hakanını� bitiklerini vermek için Kıbrıs'a geçtim.

Frenk Beyi, Kıbrıs'taki Famatgosa şehrinin de­

niz kenarındaki saraylarından birinde otururdu. Ya­ nında beş kadar silahşör vatdı ki, bunlardan biri­ ni pek sever görünürdü. Sonra bunu adını öğren­

dim, Jan Syr Sire de Yoinville ( 1 ) imiş. Lui, pen­

cere kenarında yastıkla beslenmiş bir iskemle üs-

( 1 ) Sire de Yolnvllle: Meşhur Frenk tarllıçisl


GÖK BAYRAK

325

tünde oturmuş, sarı saçları üstüne tavus tüylü bir

külah geçirmişti. Kral Lui'nin yüzü pek sevimli idi.

Ben önce tartıgları verdim. Bunlar içinde Batu

Hanın kullanmış olduğu bir ok bulunuyordu. Frenk Beyi birkaç şeyler sordu.

Ben oldukça cevap ver­

dim ve boynuma aldığım işi bitirmek için Hanımı­

zın kendisini kanadı altına aldığını söyledim. Bu söz üzerine Lui'nin yanındaki Beyler pek kızdılar.

Ben tınmadım. Hanımızın kırmızı mühürlü, yarlık­ lı bitiğini çıkardım, okudum. Bitik şöyle yazılmıştı:

«Tartıglan aldık. Bu, senin bize vermeğe borç­ lu olduğun baç olduğundan kabul ettik. Dünyada in­ sanlarla savaşsız yaşamak çok iyidir. Savaş olma­ dığı zamanlar dört ayaklı canhlar rahat otlarlar, iki ayaklı canlılar ise rahatça çift sürerler, ekin ekerler. Sana şunu söyleriz ki, eğer bizimle beraber olmazsan, rahatlık yüzü göremezsin.. Senin dinin­ den olan Papas Jan, yani Ong, bize karşı çok defa ayaklanmıştı. Fakat biz, onun bütün yurtlarını al­ dık, askerini kılıçtan geçirdik. Onun için sana de­ riz ki, borçlu olduğun altınları çabuk gönder, bizim­ le danışık kal. Eğer böyle yapmazsan seni ve ne ka­ dar yoldaşların varsa yok ederiz. Nasıl ki şimdiye kadar bize karşı gelmek istiyenlere öyle yaptık .. » Frenk Beyi

bu bitik okunup bitinceye kadar

ses etmedi . Yalnız elini bana

uzattı. Ben elini aldı­

ğım vakit parmağında değerli bir zümrüt olduğu­ nu gördüm, sonra dışarı çıktım.

Beni, Frenk Beyinin yanına götürenler kendisi­

nin fena halde hırslanıp kızdığını ve Hanımıza ar­ mağan gönderdiğine pişman olduğunu

söylediler.

Şaşkın şaşkın çıktım ve bir zaman Temuçin Hanın

alay formasını gözümün önüne getirdim. Divan oda­

sı bir çadır, taht ise üzeri keçe serili bir at kaltağı idi. Hanın başında tüy, parmağında zümrüt yoktu.


GÖK BAYRAK

326

Başında posttan bir kalpak, ayağında tozlu ötük­

ler ve elinde ise kırbacı, yahut kılıcı vardı. Yemeği

çavdar başlamasından başka birşey değildi. Böyle

olmakla beraber Temuçin Han'a Hint, Çin Hakan­

ları, yüce Beyler hizmetkarlık ederlerdi .

Akka'ya

döndüm, bir ayak önce gözümde tüten Moğol eline varmak isterdim.

Fakat bu kere Reymonda beni

yalnız bırakmadı. Frenk Beyi Lui'nin, Çin eline pa­ pas gönderdiğini duyunca bana dedi ki:

- Can Bey ! Biraz kal.. Anlıyorum ki artık ya­

şayacak çok zamanım yoktur. İsterim ki bu kalan

günlerimi de seninle birlikte geçireyim.

Reymonda'nın batın için durdum. Görüyordum

ki Kara Gözlü Begüm çok hastadır. İki üç gün son­ ra yatağa düştü .. Hasta halinde bile huriler gibi gü·

zeldi. Uzun saçları başının iki yanlarına dökülmüş,

şirin elleri incelmiş, o kadar beyazlanmıştı ki . . . da­

marlarında akan kan görünür gibi idi.

Hey Can Bey! Nice kavgalaı:a giriştin, nice acı­

lara düştün; bu kadar seni dağlayan oldu mur? Rey­

monda'nın günden güne ölüme yaklaştığını görün­ ce yüreğime ateşten bir bıçak sokuyorlar gibi gelir­ di. Reymonda, öleceğini bildiği halde gülümsemeyi,

tatlılığı bırakmazdı . Bir gün fenalaştı, kendi dinin"

den bir papas istedi. Gittim, buldum .

Reymonda

papas ile bir çok konuştu, sonra yatakta biraz doğ­

ruldu ve papasa dönerek şu sözleri söyledi : «Ben

Can Beyi sevmişim, murat ederim ki onunla evlene­ yim . . . Kısmet değilmiş, fakat o benim yüreğimin Beğidir. Gönlümde taht kurmuş öz erimdir, bunu

böyle bilesiniz! »

Reymonda bunları söyledikten

sonra

sevindi .

Yüzüne meleklere mahsus bir ışık yayılmıştı. İnce

kollarını boynuma doladı, başını omuzuma dayadı. Saçları, bütün göğsümü örtüyordu. Bana baka baka


GÖK BAYRAK

327

gülümseyerek of demeksizin öldü; gelmezler diya­ rına uçtu. İşte o zaman ben de ağladım. Ertesi gü­ nü cenazesini kaldırdım. Biz tabutu götürürken ar­ kasında uzun aba, elinde sopa, bir yüzü külahiyle örtülmüş bir geda geldi, bize katıştı. Reyınonda' yı kendi elimle gömdüm. Cenazeden dönerken Ko­ tak yanıma geldi, şimdi acele acele uzaklaşan geda­ yı gösterek: - Tanıdım! dedi. Susor, · hemen yetişti: - Timur Melek! Sözlerini yürüttü. Dervişi aradım, bulamadım. Oralarda artık durmadım, yola düzüldüm, bir ay sonra Semerkand'a geldim. Şehre girdiğimde akşam çatmıştı; sokakta davul, boru sesleri işittim; anladım ki Cebe geliyor. Mahmut Yalvaç'ııı oğlu Mes'ut Bey Maveraün­ nehir valisi idi. O akşam Cebe'ye büyük bir toy çekti. Gönlüm kırık olduğu halde toya gittim. Ce­ be beni görünce yanına oturtu. Yemek yenmiş, bit­ miş idi ki, sarayın ışıkları arasında abası yırtık bir derviş geldi, Cebe'nin önüne dikildi. Cebe bunu görünce: - Sen kimsin, ne istiyorsun? diye sordu. Derviş cevap vermedi, başı,ndan külahını indirdi. Orada olanlar Timur Meleğin yüzünü görüp ta­ nu:hlar. Cebe tatlılıkla: - Timur Melek, dedi; ben sana kin taşımam. Gel yanıma otur. Gök Bayrak her yerde üstün gel· miştir. Artık kin, düşmanlık kalmamıştır. Söyle, is­ tediğini söyle, seni yüce Bey yapayım, yurtlarını yi­ ne sana bağışlayayım .. Timur Melek bir irkildi. Dedi ki : - Ben buraya neye geldim bilir misin? Ben


GÖK BAYRAK

328

buraya şunu demek için geldim':

Dünyalan dolaş­ Her yerde yığın yığın insan kemikleri, yangın yerleri gördüm, anladım ki buralardan Moğollar geçmiştir. tun ..

Cebe yavaş yavaş kızdı :

- Sus! dedi. Buraya bize örmeye mi geldin ? Timur yine cevap verdi:

- Susayım mı?. Sen kim oluyorsun ki bana

sus diyorsun ? Ben, senden özge kahramanım. bilir misin kimim?

Sonra Cebe'nin yüzüne dik dik

Ben

bakarak:

- Uğru, dedi .. Uğru ! . Sen benim yurdumu çal· mışsın! . Cebe bağırdı :

- Hanın başı için sus diyorum.

- Hangi Hanın başı için, sizin Hanınız mı? O

da senin gibi uğru ! .

Cebe kendini zorla tutuyordu. Bir aralık yanın­

da duran Gök Bayrağı göstererek:

- Hanın başı için, kim bu bayrağa dokunursa

hali yamandır.

Timur Melek bunu işitir işitmez o kadar çabuk

kalktı, bayrağı yakaladı ki,

kimse �tam.adı ve bay­

rağı yakaladıktan sonra ayağıyla çiğnemeğe başla­ dı.

Herkes bir bağrıştır bağırdı.. Cebe, ·yumrukla­

rıyla Timur Meleğin üstüne yürüdü .. Fakat daha Ti­ mur'a dokunmadan bir ok tınladı,

Timur Melek,

yanı üstüne düştü. öldü. Cebe'nin at uşaklarından Kaldan oğlan, Timur Meleğin ardından bir ok ata­

rak yüreğini delmişti.

İşte, dünyada en özge kahramanların yücesi Ti­

mur Melek böyle öldü.

Timur Melek yumuşak söylerdi, pek vuruşurdu. Bana gelince: Bunca dünya

kavgalarında bu-


GÖK BAYRAK

329

] unmuş, bunca kahramanlar içinde yaşamış, bunca acılar çekmiş olan Can -Bey, artık kocamıştım.

ihtiyarlığımı; Karakurum'da, Hanlarımızın sa­

rayında geçirdim. Benim sadık at oğlanlarım da be­

ni bırakmamışlardı . Hamınız bunlara buyrultu ver­ di, hepsini Tarhan yaptı. Yalnız

birbirimize gördüklerimizi

kaldığımız vakit

anlatım.. Gün geçmez

ki Kara Gözlü Begürn'ün Tirnur Meleğin adları san­ ları dilimizden düşsün.

S O N


ŞEYHDLCEBBEL Romanda adı geçen Şeyhülcebel'lerin vak'aları

garbi Asya tarihinin pek mühim ve meraklı sahası­ nı teşkil ettiğinden,

bunlara dair kısaca malumat

vermek faydalı görülmüştür.

Şeyhülcebel, Hasan Sabbah tarafından kurulan ve İsmailiye - Batıniye denilen şii bir din hükume­ tinin başlarına denilirdi.

Hasan Sabbah, Irak'ta hüküm süren Selçuk pa­

dişahlarından Alparslan'ın veziri Hüseyin Nizamül­

mülk'ün ve şair Ömer Hayyam'ın ders arkadaşı idi. Bu sayede epeyce mevki sahibi olmuştu. Kendisi

şii olduğu gibi, son derece zeki ve haris olduğundan Nizamülmülk'e bende olarak yaşamak istemedi. Mı­

sır'a gitti, orada şiilik propagandasiyle beraber, hal­

kı Selçukiler aleyhine ayaklandırdı . bat üzerine

Yapılan taki­

Mısır'dan savuştu, İran'a gitti, şiiliği

orada yaydı . Bir müddet sonra Irak'a geldi. Kazvin civarında gayet çetin, kayalık yerde bulunan Ala­ mut kalesine girdi.

Orada kendisine birçok taraftar kazandı ve is­

mailiye hükumetini kurdu.

Bu hükumetin arazisi Alamut dağı ve civarın­

daki bir kaç köyden ibaretti . Fakat İsmaililer bü­ tün lrak'ta, Horasan'da gizli din teşkilatı yapmış-


GÖK BAYRAK

331

lar ve terörizm denilen katil, yangın

gibi

usulleri

tatbik ederek bilhassa Türk unsuruna musallat ol­ muşlardı

Hasan Sabbah'ın gayesi pek iyi

anlaşılamamış­

tır. Kendisi ve müritleri Kur'an'ın asıl manasının

gizlenmiş olduğunu ve bu hakiki manayı kendileri­ nin bildiklerini söyleyerek telkinatta bulunurlardı. Hasan Sabbah'ın adamları

kendisine körükö­

rüne itaat ederlerdi. O kadar ki ölüm, en korkunç işkenceler bunları ürkütemezdi. Anlatırlar ki : Sel­

çuk padişahı Melikşah, Hasan'a bir adam göndere­ rek itaate davet etti. Hasan yanındaki adamların­

dan ikisine « Kendinizi şimdi feda ediniz » diye emir verdi. Herifler bu emir üzerine derhal kendilerini

kalenin burcundan attılar.

Hası;tn Sabbah, Melik­

şah'ın adamına dedi ki: « Efendine söyle, benim bu­

nun gibi binlerce adamım var, güvenirse harp et­

s in . » Bir kere de Sultan Sencer bunlardan birini

yakalatmış, diri diri derisini yüzdürmüştü.

Adam

bu işkence altında can verinceye kadar sesini çıkar

madı.

Selçuk padişahları bunlarla pek çok uğraşmış­

lar, bilhassa romanda adı geçen Mehmet Tekeş, Sul­

tan Sencer ve Selçuk kumandanlarından

Nuştekin

ve Selahaddin Eyyübi, Şeyhülcebel'in adamlarından binlercesini katlettiler. Nihayet Hülagu Han bunla­ rın kökünü kazıdı . Hükümetleri 80 sene kadar sür­

dü.

Şeyhülcebeller taraftarları

üzerindeki bu fev­

kalade nüfuzu afyon şerbeti ile kazanmışlardı . İş gördürecekleri cahil adamları, güzel bir bahçeye da­

vet ederler, orada çiçeklerin, sazların arasında gü­

zel kızları gezdirirler ve haşhaş şerbeti ile adamları

kendinden geçirerek sanki cerlnet ve hurileri haya­ tını yaşattırırlardı .


GÖK BAYRAK

332

Adamlar, afyonun tesiriyle dünyadan, kendile­

rinden geçerler ve şeyhlerinin emrine itaat gösterirlerdi.

körükörüne

Suriye'de halk bunlara Haşhaşin, yani haşhaş­

çılar derdi. Bu kelime Ehli Salip vasıtasiyle Frenk dillerine de geçti. Fransızca kaatil demek ( assassin)

işte bu haşhaşin kelimesinin Frenkleşmiş şeklidir.


KİTABIN İÇİNDEKİLER TÜRK BAYRAKDARI : Can Bey ava giderken avlandı - Tekrinler geliyor. Tan­ rı koruya Can Beyi - Bu tutsağı ne yapmalı?

_

Gökçe

_

Ma­

ğarada ilk gece - Can Bey kendine bir yoldaş buldu. Alak kimdir?

GÖÇ : Bir Türk obasında gece aşı - Alak kötekten nasıl kur­ tuldu? - İki Türk Başbuğu neden acıklandılar? - Türkle­ rin yolu aç\ktır

_ Türk oymakları göç ediyorlar - Urcan! Hoş geldiniz - Konuklara kımız ulaştırın - Orman alanın­

dan beliren atlı kim? Güç yürekten gelir, kollara gider.

CEBE : Tün aydın Yavuz Cebe! - Can Bey kendine bir bayrak buluyor. - Bir şaplakla dün tutsak bugün Tuğcu - Cebe ile Gökçe . . . - Cebe'nin dilekleri - İnci, gerdanlık kadınlara en yahşi büyüdür _ Gece yarısında bu kişiler ne görüşürler . . .

Borçiken

Başbuğ seni böyle görmek isterim - Temuçin

Han!

İLK SAVAŞ Yiğitler akına gidiyorlar - Ay işığında bir konaklama Bahadır kişi evinde doğar, savaş meydanında ölür - Kav­ ga - Gök Moğol, ileri! . - Cebe'nin bayrağına yüz kişi

-

Sa..


vulun bayrak geliyor. Kavgada çelik tolga dik kafadan iyi­ dir - Temuçin Han bölük başında - Savaş meydanında ku­ rultay - Temuçin Hanın alay tahtı!

TİMUR MELEK : Haydi yine savaşa . . . - Coyratları tepelemcğe gidiyoruz. - Cebe nasıl takım düzer - Hey yoldaşlar yardım! - Bu ba­ hadır gökten mi indi - Timur Melek! Cebe neden kızdı? _ Bir gün Hanlık kurarsam seni kendime baş oyuncu yapa­ rım

_

Moğol takımı yürüyüşte. . . - Sağlıkla kalasın, Timur

Melek!

MoGOL ELLERİNDEN BATI ÇEVRESİNE: Kavgada yalnız ün kazanılmaz, yara da kazanılır - Alak, Can Bey, Margoz ! - Ant kardeşleri - Atalara bir bitik Can Bey, Temuçin Hanın karşısında - Can Bey Hanın el­ çisi - Gobi çölü nasıl geçilir? Susor, Kota k - Çölden köye _

Bir koyun kaç tenge?

GÖÇEBE - KASABALI Göçebe kişiler gümrük tanır mı? - Toprak bastı para­ sı yerine kargı sapı

_

Alına Ata karakolu

_

Yine dağlar -

Kasabalılar konuğu nasıl ağırlarlar - Susor, Kotak sofra başında - Sabun yenmez, elleri teinizler - Can Bey neden şaşırdı - Niyazın anlattıkları - Sücü içen hep böyle mi olur - Perde ardında da . . . - Söyle bu kız kimdir, yoksa kelleni uçururum.

BÜYÜLÜ BIÇAK : Can Bey yakayı ele verdi mi? okuyor

_

_

Susor ortalığa meyda!l

Göçebeler çizmesiz kavga edemez mi? - Bir bü­

yülü bıçak ne işler görür? - Semerkant yolunda . . . Can Bey Semerkand'a gitmeden adı sanı orada yayıldı. - Farslının evindeki düzenler

_

Margoz kimlerin eline düşmüş . . . Yin�

Timur Melek - Karanlıkta kendi gelen bitik.

SEMERKANT'TA : Göçebeler engin çayırlıkta şaşırmaz ama, dar sokak-


!arda da yolunu bulamaz - Aşçı yemekleri sayarken - Ya. malı yüzlü herif.. - Kasabalıların düzenleri. - Can Beyi yolundan mı alıkoyacaklar?

ULU HATUN : Türk bayraktarı kimseye boyun eğmez. - Susor, Ko­ tak taht odasında - Can Bey korku bilir mi? - Yine Mar. goz'un adı - Saray mı, zindan mı? - Geceleyin sokaklarda dolaşmanın sonu - Kaba sakal Salama - Mahmut Yalvaç, ben de seni ararım - Sarayda iki kişilik bir dernek - Senin elinle Timur Meleği öldürtecekler Can Bey!

SEMERKANT'TAN BASRA'YA : Davullarla kimi karşılıyorlar ? _ Haarizm Hanının ö­ nünde bir kılıç kalkan oyunu - Timur Melek Kendini ko­ ru . . . - At koşusu

_

Urcan, savulun bayrak geliyor - Ulu Ha­

tunun elinden kurtarılan kimlerdi? . Kara gözlü begüm Frenk silahşorlan

_

Şeyhülcebel . . .

ARAP ELLERİ : Çölde bir kavga

_

Bu gelenler arap uğruları . . . - Bura­

daki Türkler türelerini unutmuşlar - Mezarlıkta alevli bir gece • Kara gözlü begüm yurttaşlariyle - Türk Beyi Frenk Beyleriyle karşı karşıya - Pusatçı Ganemin evinde . . .

ARAP ELLERİNDE FRENKLER : Can Bey elçiliğini bitirdi . Okçu Etyen,

zemberekçi

':lan Lermen - Hanın ordusuna neler gönderilecek? - Arap ellerinde yerleşen ( Ehl-i Salip)

Frenkleri - Türkün atına vurmak kendisine vurmak demektir - Çölde bir düello J an Lermen'in anlattıkları

_

Humus Hanı - atlarla ileri . . .

HIRİSTİYAN ELİ : Yine savaşta

Bir avuç bahadır bir geçidi tutarsa or.

duya karşı gelir - Komandör geliyor - Ben bayrağımın ku­ luyum - Bayrağım altında ölürüm - Margoz kimi severmış

--Çölde miş

_

bir Türk düğünü

_

Reymonda da Can Beye ateşlen­

Yolcu yolunda gerek.


TÜRK ELLERİNE DOGRU : Venedikli bezirganlar - Basra'ya doğru denizi görünce - İnci kayığı

-

meni de odur. - Çin ellerinde nuşmanın sonu. _ Zindan. . .

_

Türk

uşağı

Atın gemi ne ise uçanın dü­ _

Çin limanında Moğolca

ko­

KARAUL NOYAN : Can Bey sorguda

-

Moğol çerisi, yarın erkenden ası­

lacaksın - Ben ki Çin hakimiyim, korkunuz, kulluk gösteri­ niz. . . Zindanda beklenmeyen bir yoldaş - Okçubaşı Etyen neler anlattı? - Yaşasın Gök Bayrak! Cebe Noyan dışarda

Can Bey zindanda,

Cebe, Çin Hakanına ne yazdı?

Gök

Moğol1ar kurulganı alırken - Bir Türk Başbuğu ölüme na­ sıl gider? - Savulun bayrak geliyor! . .

ÇİN SARAYINDA : - Onbaşı ! Can Beye bir at çekin - Çin Hakanının sa. rayında - Hezarlar

nasıl eğlenirler? - Altın tasta çavdar

bulamacı - Temuçin Cengiz Hana, Cebe Noyan ne yazar ki. . . - Can Beyin düğünü - İleri Toksabay ! - Kavgada ya­ nındakileri de kollamalı. . . Kurt Noyan ben ölünce başımı kes, gü.m.üşlet! - Ağaçe neredesin? - Küşlüğün eşine kimse el uzatamaz - Bahadır

düşmana saygı borcu - Takım ellişer ellişer ileri • Temu­ çin Han kavgaya ııasıl gider? - Yasadan ayrılan Türklere ceza

_

Hocent kurulganını alırsınız,

Timur

Meleği tuta.

mazsıruz - Bir Türk bileği zinciri nasıl biçer?

KARA

GÖZLÜ BEGÜM :

Güneyden gün batara kadar Türk bayrağının altında Zavallı Alak - Can Bey yine Frenkler arasında _ Reymon. da

Kara gözlü begüm.ün son dileği - Frenk Kralına yer­

lig. mı?

_ •

Cebe ile Timur Melek - Bey yaşayan buyrukta yaşar Susor'la Kotak tarhan oldular

Hey gidi günler!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.