Nejdet Aançar - Afşın'a Mektuplar

Page 1

Nejdet Sançar

AFŞİN’A ME K T U P L A R




A f ş ı n *a Mektuplar


ORKUN BASIM EVİ —

1963 — Ankara


Nejdet

San ç a r

A f ş ı n ’ n Mektuplar

A f şi n

Y a y ı n l a r ı


a. L i lı <s i z

tj, a. v eu .fn .U M

a. L i l <s i z

a. n

m

e * in e


Afล in

Sanรงar



Sevgili Afşin, . Yıllardan sonra yeniden, sana mektuplar yazmaya başlı­ yorum. Bilmem hatırlayacak mısın? Sana ilk mektuplarımı 1954 yılında yazmıştım. O sıralarda ben Ankara'da idini, sen annenle birlikte Edirne’de bulunuyordun. Henüz mini mini bir ilkokul öğrencisi olduğun için, dünya dertlerinden ve da­ laverelerinden haberin yoktu. Onun için de benim sizlerden ayrı bulunuşumun sebebini ne bilebiliyor, ne de düşünebili­ yordun. Benim Ankara’da ve sizlerden ayrı bulunuşum, maarifte­ ki milliyetçilik düşmanlarının, bana oynamak istedikleri, fa­ kat bu sefer tutturamadıkları bir oyunun neticesiydi. 1951 de aynı oyunla beni Zonguldak’tan Edirne'ye gönderenler, bu defa da Çanakkale’ye sürmek istemişlerdi. Evet, bu bir sür­ gündü. Haksız ve vicdansızca yapılmak istenen bir sürgün.. Bu, hakkımda verilen ilk haksız karar değildi. O zamana kadar buna benzer birçok muamele ile karşılaşmıştım. Ama onların hiç birisine en küçük bir itirazda bulunmamış, daha doğrusu bunu bir tenezzül saymıştım. Fakat bu seferki hak­ sızlık, artık, dolu bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu naklin ne kadar mânâsız, haksız ve kasıtlı olduğunu anlatmak için Ankara'ya gelmiştim. O günlerde Bakanlığın büyük bir mevkiine ciddî, çalışkan, vatansever bir maarifçi getirilmişti. Bu haksızlığı ve kasdı, ancak, bu seviyedeki bir insana anlatmak mümkündü. Ben de öyle yaptım. O gün, bu değerli maarifçiye çok acı şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Bugünkü gibi hâlâ aklımda : O günlerde, Musolini zamanında İtalya’da yapılan büyük bir yarışmayı kaza­ nan yaşları ilerlemiş atlarımıza, bu hizmetlerine karşılık, bir nevi tayın bağlanmıştı. Hakkımda, yıllardan beri sürüp gelen


haksız muameleleri sıraladıktan sonra, o değerli maarifçiye bu misali vermiş ve : — Başka bakanlıklarda hizmet görmüş hayvanların da hakkı gözetiliyor. Bütün meslek hayatı Anadolu’da geçmiş bunca yıllık bir edebiyat öğretmeni olarak benim bir at ka­ dar da mı değerim yok? Bu haksız nakli asla kabul etmeye­ ceğim ve karar değiştirilmezse, bundan böyle, maarifte bir gün bile vazife görmeyeceğim ! demiştim. îşte, Çanakkale Kız Enstitüsü’ne yapılan o hak­ sız nakil o değerli maarifçinin anlayışıyle yırtılmış ve Anka­ ra’ya verilmem bu şekilde olmuş, sizlerden beş altı aylık bir zaman için bu yüzden ayrılmış ve sana ilk mektuplarımı bu ayrılık sebebiyle yazmıştım. 1954 te, Ankara’dan sana yazdığım mektuplara, sen ilko­ kul çocuğu mini mini Afşin, devamlı olarak cevaplar verirdin. Bana ne güzel şeyler yazardın! Hele imlânın düzgünlüğü ve ifaden, baban olarak bana nekadar gurur verirdi! İşte o yıl, seninle, böyle aylarca mektuplaşmıştık. Sekiz yıl sonra sana yeniden mektup yazıyorum. Fakat sekiz yıl önceki gibi senden cevap bekleyerek değil. Çünkü sen artık yoksun. Kader, seni hayatının on altıncı yılında toprağa çekti. Sen artık bir avuç topraksın. 14 yaşında bütün varlığınla bağlandığın, gönül verdiğin vatanın bir avuç top­ rağı.. Geride bıraktığın annen, baban ve diğer seni sevenler için de hazin bir hâtıra.. Bu dünyayı, senin gibi çocukluk yaşlarında, baharların­ da bırakıp giden talihsiz yavruların sayısı elbette ki az de­ ğildir. Ama şu da muhakkak ki seninki; o binlerce, o on bin­ lerce yavrunun çoğununkinden daha büyük bir talihsizlik.. Çünkü, kara talihin seni bir ahtapot gibi sarışı, sen daha dün­ yaya gelmeden önce başlamıştı. Sonra da devam etti. Seni, ta­ lihsiz çocuklar ordusunun en talihsizlerinden biri yapan, işte budur. İkinci Dünya Savaşı’nm sonlarına doğruydu, Afşin. Sa­


vaşın ilk yıllarında yüklendikleri bütün cepheleri çabucak çö­ kerten Alman orduları, demokrasi safının dizginlerini ellerin­ de bulunduranların bağışlanmaz gafleti ile belini doğrultan ve güçlenen kızıl Moskof ordularının önünde gerileye gerileye ana vatanlarına doğru çekiliyorlardı. Moskof ordularının bu ilerleyişi, Türkiye’deki kızıllara da büyük cesaret vermiş ve yerli komünistler azgınlaşmaya başlamışlardı. Azgınlıkları günden güne artıyor, fakat hedefleri milli varlığımız olduğu halde, devlet gemisinin başında bulunanlar, bu ihaneti önle­ yici tedbir alma lüzumunu asla duymuyorlardı. Halbuki o tek parti diktatörlüğü yıllarında, hükümetin başında, hem de Meclis kürsüsünden : — Türküz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız! demiş olan bir başbakan da vardı. O sıralarda Orhun’u çıkarıyorduk. Atsız Amcan, Orhun'un 1944 martında çıkan 15. sayısında Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye hitaben, komünist tehlikesinin büyüklüğünü belirten bir açık mektup yayınladı. Yazı, memlekette büyük bir millî heyecan yarattı. Derginin 16. sayısinda çıkan ikinci açık mek­ tup ise, millî heyecanı, son haddine ulaştırdı. Bu heyecanla birtakım hareketler oldu. Komünistlerin azgınlıkları karşı-smda, Türkiye sanki bir Güney Amerika devleti imiş gibi gam­ sız ve sessiz duranlar, millî ruhun şahlanması üzerine hareke­ te geçtiler. Orhun kapatıldı. Amcan işinden çıkarıldı. Ve ikin­ ci açık mektupta kendisine «vatan h ain i!» denilen kızıl Saba­ hattin A li’ye Atsız aleyhine hakaret dâvâsı açtırıldı. 1944 ün Türkçülük .aleyhindeki o meşhur haçlı seferi te böyle başladı. Atsız - Sabahattin Ali dâvâsmın görüldüğü sırada, Ankara’da, o zamanın milliyetçi gençlerinin komünizm aleyhine tertipledikleri nümayişler, haçlı seferinin kurmay­ larını büsbütün kudurttu. Türkiye’deki bütün şer kuvvetleri tek cephe halinde Türkçülüğe yaylım ateşine girişirken, Türk milliyetçileri de tevkif edilmeye başlandılar. Annen ve ben, o sırada Balıkesir’de idik. Ilık bir bahar


sabahı, 14 Mayıs 1944 pazar günü beni evden aldılar. Bir ge­ ce Balıkesir Emniyet Müdürlüğünde tuttuktan sonra Anka­ ra’ya şevkettiler. Sen, o günlerde, annenin karnında idin. Dünyaya gelme­ ne üç buçuk ay kadar bir zaman vardı. îşte senin kara tali­ hinin başlangıcı o günlerdir. Ben götürülünce, annen, evde tek başına kalmıştı. Türk milliyetçiliği aleyhine açılmış kampanya büyük bir şiddet ve şirretlikle devam ediyor, hürriyetleri ellerinden alın­ mış milliyetçiler, uydurma bir ırkçılık ve Turancılıkla suçlan­ dırılıyor, memlekette korkunç bir hava estiriliyordu. Anne­ nin, Balıkesir’de tek başına kalmasının sebebi de buydu. Çün­ kü, vicdansızlar, bir gizli cemiyet hikâyesi ortaya atmışlar ve şifreleri( ! ) , parolaları ( ! ) olan bu gizli cemiyetin gayesinin hükümeti devirmek olduğunu ilân etmişlerdi. Böyle bir şe­ bekeye mensup bir insanın, evinde yalnız kalmış eşinin ya­ nına gelmeye kim cesaret edebilirdi? Ziyaret bir tarafa, derse gittiği zamanlar, Balıkesir Lisesi’nin öğretmenler odasında, bir aile müstesna, diğer bütün dostlar ( ! ) , annenle tek lâf et­ mekten çekiniyor, hattâ çoğu, karşılaşmamak için odaya girmekten kaçmıyorlardı. Türkiye’yi kaplamış olan o korkunç zulüm havası, tevkif edilen milliyetçileri bekleyen akıbeti belli etmişti. Milliyetçili­ ğe karşı, belki de insanlık tarihinde görülmemiş bir şiddet­ le saldırmalar devam ediyordu. Ve saldıranlar sadece Türk­ lük ve Türkçülük düşmanlan da değildi. Haysiyetsiz, vicdan sız, dalkavuk ve şerefsiz birçok kalem, Türkçülük düşmanlı­ ğında, Türklük düşmanlarından hiç de geri kalmıyorlardı. Bu hava yetmiyormuş gibi, üstelik annen, benden haber de alamıyordu. Çünkü mevkuf bulunduğum Ankara Emniye­ ti Birinci Şubesi’ne verdiğim kısa mektupların postaya atıldı­ ğı söyleniyor, fakat atılmıyordu. İşte, yalnız Türk milliyetçi­ liğini ve milliyetçilerini değil, namus ve vicdanı da bitirmeye çalışan bu havaya, kamındaki beş buçuk altı aylık yavrusuyle,


bir şehirde tek başına kalmış olan bir kadın nasıl göğüs ge­ rebilir, nasıl dayanabilirdi? Haftalar, aylar geçiyor; fakat memleketi sarmış olan o korkunç zulüm havası hiç eksilmiyordu. Zulüm makinesi, yalnız, hürriyetlerini ellerinden aldığı insanları ezmekle yetin­ miyordu. Elini, onların dışarda kalmış mensuplarına da uza­ tıyordu. Haçlı seferinin kurmaylarından olan Haşan Âli, hiçbir sebep yokken, anneni de bakanlık emrine aldırmıştı. Bu, milliyetçileri aynı zamanda aç bırakmak içindi. îşte ben emniyet müdürlüklerinde türlü kanunsuzluklar, vicdansızlıklar ve zulümler ile karşılaşırken, annen de dışarda maddî ve mânevi böyle nice ıstırabı göğüslemeye çalışıyordu. Fakat bu, elbette kolay değildi. O yalnızlık, o korkunç ve kain manevî baskı, o gıdasızlık, anneni mânen olduğu kadar mad­ deten de kahrediyordu. Bu iki taraflı çöküş elbette ki sana da tesir edecekti. Böyle bir ıstırapla kahrolan, yıkılan bir anne, karnındaki masum yavrusunu nasıl besleyebilirdi? Besleyemdi de.. Ve sen, daha dünyaya gelmeden önce bir zulüm makinesinin, bir vicdansızlar takımının böyle kurbanı oldun. İşte sen, bunun için, talihsiz çocuklar ordusunun en ta­ lihsizlerinden birisisin Afşin.


Kara talihin, daha doğmadan önce pençesine geçmek bahtsızlığına uğrayan sen, ıstıraptan çökmüş bir annenin iyi besleyemediği bir yavru olarak 3 Eylül 1944 te Taksim’deki Alman Hastahanesi’nde dünyaya geldin. Vatanın o günkü ze­ hirli havasını ciğerlerine doldurup ilk feryadı attığın an, saat on üçü kırk beş geçiyordu. Tartıldığm zaman 2.800 kilogram gelmiştin. Normal çocuk kilosundan hayli az olan ağırlığın, Türkiye çapındaki bir zulüm ve ihanet hareketinin, payına düş­ müş kısmının hazin bir ifadesiydi. Fakat bu, sadece bir baş­ langıçtı. Seni hayatta bekleyen daha pekçok dertler, ıstıraplar vardı. Doğumunu, talebelerimden birisinin emniyet müdürlüğü­ ne haber vermesiyle aynı günün akşamına doğru öğrendim. Bir insan için bu ne güzel bir haberdi! Fakat ne de acıydı! Bir Türk anası bir yavru dünyaya getiriyor, doğan yavrunun babası, milliyetçiliğinden dolayı hürriyeti elinden alındığı için, onlardan uzaklarda bulunuyordu. Ertesi sabah Birinci Şube Müdürüne durumu bildirdim ve uygun görülecek bir saatta, birkaç dakikalık bir zaman için hastaiıaneye gönderilmemi istedim. Eğer gerekiyorsa, kelepçe vurulmasını kabul edebileceğimi de ilâve ettim. Sizi görebile­ ceğimi umuyordum. Bu ümitle bekledim. Fakat birkaç saat sonra isteğimin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı habe­ ri geldi. Halbuki bunun olmayacak bir tarafı yoktu. Çünkü ben ne azılı bir kaatil, ne de korkunç bir casustum. Emniyet Müdür­ lüğü ile Taksim’in arası on dakika idi. Birkaç ay önce Balıke-


sir’den Ankara’ya kadar bir tek polisle nasıl gönderildimse, Tophane'deki cezaevinde iken birkaç kere dışarı nasıl çıkarıldımsa, o gün de (üstelik kelepçeli olarak) yine öyle gönderilebi­ lirdim. Evet bu, yerine getirilebilecek bir istekti. Ancak insan olmak, insanlık duygularını polis nezarethanelerinde kaybet­ memek şar tiyle... Dünyanın bir günlük konuğu sen mini mini Afşin ile seni dünyaya getiren anneni bir dakikacık olsun görmekten alıko­ nulmak bana çok dokunmuştu. Ama ne yapabilirdim? Çevresi, zulüm dıvarıyle örülü bir insan ne yapabilirdi? Senin doğumundan birkaç gün sonra idi. 7 Eylülde, Top­ hane’deki meşhur binada, ilk defa askerî mahkemenin karşı­ sına çıkarılmıştık. Etrafımız süngülü askerlerle çevrilmişti. Sa­ lona pekaz dinleyici alınmıştı. Sonraki duruşmalarda bizlere çok kötü muamele eden ve bu yüzden kendisiyle çok çekişmek zorunda kaldığımız duruşma hâkimi, usul gereğince, kimlikle­ rimizi tesbit ediyordu. Sıra bana gelince adımı, doğum yerimi ve yılımı söyledikten sonra : — Çocuğunuz var mı? diye sordu. Bu soru, ruhumda bir kere daha dört gün ön­ ceki fırtınayı estirdi. îçim yeniden nefretle, kinle doldu. Bu duyguların yüzümde de dile gelen ifadesiyle ve sert bir sesle: — Dört gün önce bir oğlum olmuş! dedim. Şu altı kelime, anlayan için, zulmün aletleri olan maskara suratlara indirilmiş bir şamardı. Seni ilk defa, doğumunun kırkıncı uününde gördüm. O gün annen seni İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getir­ mişti. Ben o günlerde, yine nezarethanenin höcrelerinden biri­ sine tıkılmıştım. Höcrenin kapısı açılıp da bir polis : — Karınız ve çocuğunuz gelm iş! deyince, çok heyecanlandığımı, bugün gibi, hatırlıyorum. Ama, bu heyecanım çok sürmedi. Bu sözler bir yalan da ola­ bilirdi. Çünkü poliste, insanları bir yerden bir yere çabuk, ra­


hat ve direnmeye meydan vermeden götürebilmek için, böyle yalanlar söylemenin usulden olduğunu tecrübeyle öğrenmiştik. 14 Mayıs 1944 pazar günü, beni tevkif etmek için Balıkesir’de­ ki evimize gelmiş olan polisler : — Sizi acele Vali Muavini Bey istiyor! demişlerdi. Çocukları talebem olan Vali Muaviniyle biraz tanışıklığımız olduğu için, bu sözlerin bir yalan olabileceğini hiç düşünmemiş, emniyet mensuplarıyle birlikte âdeta koşar­ casına vilâyet binasına gitmiştik. Sokulduğum bir polis odasın­ da İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı emriyle tevkif olundu­ ğum söylendikten sonradır ki yalanı anlamıştım. Yine, Birinci Şube'de bir çalışma odasında oturur ve ya­ tar kalkarken, nezarethanenin o feci höcrelerinden birisine tı­ kılacağım zaman da bir sivil polis : — Birinci Şube Müdürü sizi görmek istiyor! demiş ve beni höcreye böyle sokuvermişlerdi. İşte bunun için, bu seferki de böyle bir yalan olabilir diye düşünmüştüm. Nezarethane höcrelerinden daha fena bir yere tıkılmam gerekmiş ise, muhtemel bir direnmeyi önlemek için böyle bir yalan söylenmesi tabii idi. Onun için höcreden endi­ şeyle çıktım. Önden giden polisin arkasından endişeli endişe­ li gittim. Fakat bu seferki yalan değildi. Çalışma odalarından birisine girdiğim zaman ıstıraptan çökmüş ve dal gibi kalmış sevgili annenle masalardan birisinin üstünde ve kundak için­ de yatan seni buldum. Gözüme ilk çarpan bir çift mavi göz olmuştu. Masum ma­ sum etrafına bakınıp duruyordun. Annenin gözleri yaşlı idi. Seni, doğumundan o kadar gün sonra ve hürriyetim bir istib­ dat makinesi tarafından elimden zorla alınmış bir halde, böy­ le bir polis odasında mı görmeli idim? Yine içim kabarmıştı, yine isyan duygularıyle dolmuştum. Fakat içimi kavuran ateşi içimde soğutmaya mecburdum. Se­ ni, içime doldura doldura koklar ve öperken, gözlerimden


pembecik yanaklarına damlayan birkaç damla yaş, bu işi yap­ tı. Ekim sonlarına doğru Balıkesir’e gitmiştiniz. Zulmün es­ tirdiği kasırga ilk hızını kaybetmişti ama, o vicdansızlığın so­ nucu olan ıstıraplar devam ediyordu. Çileli annen büyük mad­ dî sıkıntılarla karşı karşıya idi. Çünkü hürriyetleri çalmak ve yuvaları darmadağın etmek Türkçülük düşmanlarını doyurmamıştı. Dağılmış yuvaların insanları aç da kalacaklardı. An­ nenin bakanlık emrine alınmasının sebebi de buydu. Ve ara­ dan aylar geçmiş, bir yeni ders yılı başlamış, bu vicdansızca ka­ rar hâlâ geri alınmamıştı. Annenin eline geçmekte olan para, Balıkesir'de dört yıldan beri oturmakta olduğumuz evin kira­ sını dahi karşılamıyordu. Ama bundan zalimlere neydi? Ve za­ ten onların istediği de bu değil miydi? Türk milliyetçilerinin tevkif edilmesine başlandığı ve Türkçülük aleyhindeki korkunç kampanyanın büyük bir az­ gınlıkla devam ettirildiği o ilk günlerde, zalimler, çomakları vasıtasıyle annene bir teklifte bulunmuşlardı: Annen, bir ba­ ğışlanma yazısı yazacak ve bu yazı makinenin başmdakine su­ nulacaktı. Evet, teklife göre, milletimize gönül verdiğimiz için, böyle bir sevginin mânâsını dahi anlayamayacak seviyedeki insanlardan af dileyecektik. Tanrı’nın, kendisine bağışladığı insanlığa ve onun da üstünde, damarlarında dolaşan kanın kutsallığına inanan hangi Türk böyle bir şerefsizliği kabul ede­ bilirdi? Annen de etmedi. Ve işte manevî ıstırapların yanında maddî sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmasının sebebi de bu oldu. O, yüzyıllardan beri ıstırapla yoğurulmakta olan bir soyün yetişkin bir kızı idi. Kendi vatanında, kendi bayrağının gölgesinde, kendinden olmayanların işkencelerine dayansmdı. Fakat sen masum ve talihsiz yavrudan ne istiyorlar, senin sü­ tünü niçin kesiyorlardı? Balıkesir’deki ıstıraplı günler böylece uzadı gitti. Ve an­ neni hiçbir şeyle suçlayamayanlar, sonunda vazifesini geri ver­ mek zorunda kaldılar. Bu tayin yapılırken, maarifin başındaki


adam: — Uzak bir vilâyetin lisesine! buyruğunu vermiş, fakat araya giren bazı insaf sahipleri, size yaptırılmak istenen zulüm yolculuğunu Zonguldak’a çevirebilmişlerdi. Senin, şehirler arası ikinci yolculuğun, işte bu tayin neticesinde oldu Afşin.. Zonguldak’ta Vakıflar Müdürlüğü’ne ait iki katlı bir evin birinci katının iki odasına yerleşmiştiniz. Günler, haftalar, ay­ lar durumda bir değişiklik olmadan geçiyordu, ama sen de büyüyordun. Annenin bana gönderdiği resimlerin, çok tatlı bir çocuk olduğunu gösteriyordu. Tophane’deki Askerî Cezaevi’nde resimlerine hasretle bakarken, hep, seni ne zaman görebi­ leceğimi düşünür, garip düşüncelere dalardım. O kış, o bahar böyle geçti Afşin. Ve ben seni ikinci defa bağrıma basmak saadetine erdiğim gün, sen, yaşını doldurmak üzere bir bebek bulunuyordun.


İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi’nin bana verdiği, son­ radan Askerî Temyiz tarafından bozulan, bir yıl iki aylık hap­ si tamamlayarak Zonguldak’ta size kavuştuğum günü, sanki dünmüş gibi, hatırlıyorum.

1945 yılı temmuzunun son günlerinden birisiydi. Açık demirleyen vapurdan bir motörle ayrılıp karaya ayak bastı­ ğım zaman, beni karşılamaya gelenler arasında sen mini mini Afşin da vardın. O sırada on bir ayını sürmekte idin. Beni ta­ nımıyordun. Karşı kıyıdaki evimize gitmek üzere bir sandala bindiği­ miz zaman seni kucağıma oturtmuştum. Kucağımda hiç sesin çıkmadan duruyor, maviş gözlerinle hep bana bakıyordun. Ya­ rım saat kadar süren kayık yolculuğunda gözlerini benden hiç ayırmadın. Annen ve kayıkta bulunanlar, senin halini hay­ retle takip ediyorlardı. Erkekten ve hattâ erkek sesinden ü r küp sinen Afşm’ın, kim olduğunu bilmediği babasının kucağın­ da sessiz sessiz oturması ve üstelik ona tatlı tatlı bakması ger­ çekten şaşılacak bir şeydi. Yanaklarını öptükçe gülümsüyor­ dun. Senin bazan erkek sesinden dahi korkarak ağladığını ha­ tırlayanlar bunu «kan çekm e!» diye adlandırmışlardı. Sebep ne olursa olsun, o günkü masum, mûnis ve bana çok yakın ha­ lini hiç unutamadım Afşin. Zonguldak’ta o iki küçük oda içindeki hayat, aranıza be­ nim katılmamdan sonra da uzun müddet devam etti. Günler, maddî ve mânevî sıkıntılarla dolu olarak birbirini takip edi­ yordu. Salıncak devrin artık bitmişti. Fakat sana karyola ala-


cak durumda olmadığımız için uyku saatlarını yine salıncakta geçiriyordun. Aynı sebepten araban da yoktu. Sokağa çıktığı­ mız zamanlarda kucakta taşınırdın. Bundan sıkılırdın ama, katlanmaya mecburdun . Okullar açılıp da annen derslere başlayınca, günün birçok saatlarını evde birlikte geçirmemiz gerekmişti. Annen dışarda çalışıyor, sana evde ben bakıyordum. O günkü havaya göre be­ nim devlet kapısında vazife görmem imkânsız gibiydi. Çünkü 1944 Nisanında açılıp aylarca devam ettirilen ihanet kampan­ yası, Türkçüleri korkunç insanlar haline getirmişti. İstanbul Sıkı Yönetim Komutanı, bizi mahkemeye sevkeden son tah­ kikat kararını, gazetelere : «Irkçılık, Turancılık gayeleriyle gizli cemiyet kurarak millete ve vatana hiyanet hareketlerine teşebbüs ettiklerinden dolayı..» diyerek vermişti. Bir mahkeme kararı olmadan ve o karar kesinleşmeden bir suç sabit olabi­ lir miydi? Türk milliyetçilerinin vatana ihanet teşebbüsleri sabit olmuşsa, o halde, mahkemeye ne lüzum vardı? Evet, ne kanun, ne vicdan, ne mantık böyle bir şeyi kabul edemezdi. Ama, o günlerin Türkiye’sinde bu kanunsuzluğa, bu vicdansız­ lığa, bu mantıksızlığa karşı koymak ne mümkündü? Ve ben bundan dolayı evde oturup sana bakmaya mecburdum. Günler böyle sürüp giderken, bir gün Zonguldak şehrine Haşan  li’nin müfettişleri ile bir umum müdürü geldi. Umum müdür, Çelikel Lisesi’nde anneni bulup benim ne yapmakta ol­ duğumu sordu. Annen, evde oturduğumu söyleyince, Haşan Âli ’nin umum müdürü : — Nejdet Bey, vekil beyefendiye bir mektup yazsa, vazife­ sinin verileceğini umarım! dedi ve ilâve etti : — Bu sözleri bir telkin neticesinde söylemiyorum Reşide Hanım. Kendi düşüncem ve tahminim. Vekil beyefendinin benden «niyaznam e!» beklediği anla­ şılmıştı. Bu «niyazname» bakanlıktaki dosyama konacak ve ilerde bir asilik ( !) filân yaptığım takdirde, suratıma çarpıla-


çaktı. Fakat, tilkilerin bu ümitleri kursaklarında kaldı. Zonguldak'ta bir maden okulu vardı. Beni okula öğret­ men olarak almak istediler ve usul gereğince bağlı bulunduk­ ları îktisat Bakanlığına bir dilekçe vermemi bildirdiler. Hesap­ larına göre, Bakanlık, okuldan böyle bir ders için bir öğretme­ ne ihtiyaç olup olmadığını soracak, onlar « v a r !» deyince de tayinim yapılacaktı. Fakat tahminleri çıkmadı. Bakanlık, di­ lekçeme verdiği cevapta, Zonguldak Maden Okulu’nda böyle bir ders öğretmenine ihtiyaç bulunmadığını bildirdi. O hava­ da, ırkçı - Turancı Nejdet Sançar’ı okullarına nasıl alsınlardı? Yine o sıralarda, çalışma bakanı bulunan Dr. Sadi Irmak Bey Zonguldak’a gelmişti. Benimle ilgilenmiş ve boşta oldu­ ğumu öğrenince görüşmek üzere beni çağırtmıştı. Bu görüşme Ereğli Kömürleri İşletmesi Umurp Müdürlüğü binasında ve umum müdürlük odasında oldu. Yapılan haksızlıklardan üzün­ tü duyduğunu belirten Sadi Irmak Bey, bana iş müfettişliği teklif etti. Bu, benim için elbette ki iyi bir teklifti, fakat iş müfettişliği ne idi ve ben hiç bilmediğim bu konuda nasıl va­ zife görürdüm? Bunu belirttim. Sadi Bey: — Nejdet Bey! Gözünüzde büyütmeyin. îş müfettişliği zin için ençok bir aylık bir konudur! dedi. Ve ben iki gün sonra Zonguldak Çalışma Müdürlüğü’nde vazifeye başladım. Fakat bir hafta bile çalışmam kıs­ met olmadı. Çünkü o yere batasıca şeflik ve şefçilik zihniyeti aleyhime harekete geçmişti. Ereğli Kömürleri İşletmesinin o zamanki umum müdü­ rü C.H.P. nin Zonguldak başkanı idi. Sadi Irmak Bey ile ko­ nuşmaya gittiğim gün beni merdivenin başında karşılamış ve vekilin yanma sokmuştu. Bana verilmek istenen ve verilen vazife bu suretle öğrenilince de hemen fitne kazanı kaynatıl­ maya başlanmıştı. Fitne konusu benim «m illî şef» in düşmanı oluşumdu. Fitneyi idare edenler de C.H.P. nin Zonguldak ileri gelenleri idi.


Zonguldak’ta tanıştığım kimseler arasında diş doktoru Halit Taşman da vardı. Halit Taşman, Bucak adlı bir dergi çıkarmakta idi. İsteği üzerine Bucak’ta birkaç yazı yazmıştım. Bunlardan birisi «Türklük Sevgisi» başlığını taşıyordu. Yazı­ da, Türklük sevgisinin inanan gönüller için nasıl bir kuvvet kaynağı olduğunu belirtiyor ve bu sevgiyi yoketmenin imkân­ sızlığını anlatırken de şöyle diyordum :

« ............ O ulu Türklerin biz bugünkü torunları da diye­ biliriz ki, gücü ne olursa olsun, insan kuvveti, Türk gönülleri­ mizdeki Türklük sevgisini bitiremez. Bu sevgiyi ne dışannm büyük düşmanlarının, ne bunak müstebitlerin, ne sütübozuk soysuzların, vatansızların ve ne de iğrenç dalkavukların gay­ retleri değil, ancak üzerimize çökecek yök, yahut altımızdan yarılacak olan yer, yani Tanrı gücü yokedebilir...» îşte, buradaki «bunak müstebit» sözüyle o zamanki «m il­ lî şef »in kasdedildiği savcılığa fitlenmiş ve savcılık da hemen harekete geçmişti. Savcılığa çağırılan dergi sahibi Halit Bey, bu suçlamayı reddetmiş, hattâ daha da ileri giderek : — Siz, «m illî şef» e «bunak müstebit» liği nasıl yakıştır yorsunuz? diye âdeta çıkışmış ve bu suretle takibatın devamını ön­ lemişti. Ben, bu dalavereyi sonradan öğrenmiştim. Ve üzerin­ den aylar geçtiği için de «m esele!» unutulup gitmişti. İşte, Sadi Irmak Bey’e fırsat buldukça fısıldanmaya baş­ lanan bu idi. Ve nihayet, bakanın, Zonguldak’tan ayrılmasın­ dan bir gün önce verilen içkili ziyafette, dumanlanan kafası­ nın kendisine verdiği cesaretle, C.H.P. Zonguldak başkanı olan umum müdür «bunak müstebit» lik meselesini daha açık bir şekilde ortaya attı. Kendisini destekleyenler de eksik olmadı. Bu suretle Sadi Irmak Bey, zor durumda bırakıldı. Ziyafette bulunanlardan iki kişinin, eğer iddia doğru olsaydı, savcılığın hakkımda muamele yapması gerekeceğini söyleyerek beni sa­ vunmaları da havayı değiştirmedi. O sırada Zonguldak’ta çalışma müdürü olan zat namus­


luluğu, çalışkanlığı ve iyi kalbliliği ile tanınmış hayli yaşlı bir yüksek mühendisti. Ziyafetin ertesi günü beni odasına çağırdı. Bir gece önceki durumu anlattıktan sonra, bakanın bir tavsiyesini tutmak suretiyle çirkef ağızların şerrinden kur­ tulmaya çalışmamızın zarurî olduğunu söyledi. Sadi Irmak Bey’in tavsiyesi, on on beş gün kadar vazifeye devam etme­ mek suretiyle aleyhimdeki kampanyayı tavsatmak ve sonra sessizce yeniden işe başlamaktı. Çalışma Müdürlüğü’nden o gün ayrıldım ve bir daha da kapısından içeri adım atmadım. İşte, tek parti, tek şef sistemi buydu Afşin. Bir puta ta­ pacak, insanlığı ayaklar altına alarak dalkavukluk edecek ve bunun neticesi olarak dünya nimetlerine kavuşacaktın, in­ sanlık şerefini korumak istersen pekçok şeyleri göze almaya mecburdun. 1944 te yuvamızı dağıtan bu zihniyetti. Seni mah­ rumiyetler içinde bırakan da bu zihniyetti. Aynı zihniyetin kirli elleri hâlâ yakamızı bırakmıyordu. Şefçiler emellerine ulaşmıştılar. Fakat benimle uğraşmak­ tan vaz geçmiyorlardı. Bana haber salıyor ve hakkımdaki dü­ şüncenin ve hükmün silinmesi için bir «bağlılık yazısı!» yaz­ mamı tavsiye ediyorlardı. Fakat bu memlekette nâmerde boyun eğmeyecek, şerefi­ ne toz kondurmaktansa kahrından ölümü kabul edecek in­ sanlar tükenmiş değildi. Seni iyi besleyememek bahasına da olsa, ben de, alnıma elbette ki en küçük bir leke sürdüremez­ dim. Onun içindir ki bu tavsiyeleri getirenlere, her defasında cevabım, ağır hakaret kelimeleri oldu. Ve işte, birkaç günlük bir dış hayattan sonra, böylece, yine eve döndüm. Ve yine baba oğul aynı çatı altında saatları, günleri ve haftaları aynı şekilde geçirmeye başladık. Bu, o havanın, tabiî bir neticesiydi.


Bu sıkıntılı günler içinde, sen, bir karyola ile bir arabaya sahip olmuştun. Karyola bir arkadaşların, araba bir akrabala­ rın idi. Her ikisinin içinde de ikişer yavru yatmış, gezdirilmiş ve büyümüştü. İkisi de üniversite bitirmiş bir anneyle bir ba­ banın tek yavruları, ancak, bu şekilde karyola ve arabaya sa­ hip olabilmişti. Sen, o eski karyolada yatar kalkar ve o eski araba ile Zonguldak sokaklarında dolaşırken, hiçbir şeyin farkında değildin. Fakat biz, sonu gelmeyecek gibi gözüken bu kahırları bağrımıza basıyor, o kemirici acılara dayanmaya çalışıyorduk. Bu hava içinde günler geçiyordu. Yavaş yavaş büyüyor ve büyüdükçe de daha tatlı oluyordun. Fakat bebeklikten be­ ri devam edegelen yemek yememek huyun bir türlü geçmi­ yordu.' Midene bir kaşık yemek indirebilmek için ne hokkabaz­ lıklar yapardık. Yememek için çok defa ağzını sımsıkı kapar­ dın. Bunun çaresini, iki parmağımızla burnunu tutup nefes almak için ağzını açtırmakta bulmuştuk. Ağzın açılır açılmaz kaşıktakini boşaltırdık. Fakat bazan, bu şekilde ağzına dol­ durulan mamaları yutmayıp suratımıza püskürttüğün de olur­ du. Bu püskürmeler artınca biz de taktiği değiştirmek zorun­ da kalmıştık. Yeni taktik masaldı. Sana, uydurma, fakat be­ bek ruhunu okşayan masallar anlatırdım. Kendini anlattık­ larıma öylesine verirdin ki, uzatılan kaşıkları ağzına rahatça alır, rahatça yutardın. Yemek yediğinin farkında bile olmaz­ dın. 1946 yılının yazında, oturmakta olduğumuz eski evin bir-


kaç yüz metre uzağında yeni yapılmış bir apartımanın üçüncü katına taşındık. Eşyalarımızı kendimiz taşımak zorunda ol­ duğumuz için nakil işi birkaç gün sürmüştü. Çünkü geceleri ve el ayak çekildikten sonra harekete geçebiliyorduk. Bir ge­ cede birkaç sefer yapabildiğimiz için de nakil uzamıştı. Bu arada sen de kendine ait ufak tefek şeyleri taşıyordun. Yalnız son geceki nakli sensiz yaptık. Çünkü sona kalanlar ancak sırtta taşınabilecek eşyalardı. Onları gece yarısından sonra taşımayı uygun bulmuştuk. Sen, o saatlara kadar uykusuz ka­ lamayacağın için de, bu faslı sensiz yapmıştık. Bu apartıman dairesi, öteki evle kıyaslanamayacak kadar rahat ve güzeldi. 1951 de Edirne’ye sürülünceye kadar olan yıllarımızı hep bu dairede geçirdik. O eve ait hâtıralar, kesik bir sinema şeridi gibi, hayalimde canlanıyor :

şimdi

Radyoda harmandalı çalarken, masa üzerinde dizini yere vurarak oynayışın.. Annen, karnında taşıdığı ıstıraplı gün­ lerde seni iyi besleyememişti ama, damarlarındaki temiz Y ö­ rük kanım elbette ki sana devretmişti. Senin, üç yaşlarında bir bebek iken, harmandalını duyar duymaz coşman ve bir yetişkin efe ciddiyetiyle oynamanda, bunun rolü olduğu mu­ hakkaktı. İstiklâl Marşına saygın da bu bebeklik yaşlarında baş­ lamıştı. Kelimeleri kendine göre değiştirdiğin o yıllarda İstik­ lâl Marşı'na da «vâ vâ» derdin. Zannedersem bu «vâ vâ», bes­ tenin malûm baş kısmının sende yarattığı tesirin neticesiydi. Türk istiklâlinin sesi olan o besteyi duyunca bir asker gibi saygı duruşuna geçmen, bizi nekadar duygulandırırdı. Radyo, sabahları marşı çalarken karyolandan fırlar, ayağa kalkardın. Kendine gelemediğin için gözlerini açamaz, fakat sol elin ya­ nma yapışık, sağ elin başında, marşı öyle dinlerdin. Okula baş­ ladıktan sonra, bundan çok faydalanmıştık. Çünkü, sabah uy­ kusunu çok sever, kendine gelip yataktan bir türlü çıkamaz-


din. İstiklâl Marşı, seni o çok sevdiğin sabah uykusundan koparabilen tek kuvvetti. Marşı, uykulu uykulu, lâkin ciddiyet içinde dinledikten sonra, seni yataktan alırdık. Uyku, böylece yenilmiş olurdu. O bebeklik çağlarında, sana, oyun saatlarınm dışında bir de ciddi zamanlar bulunduğunu kavratabilmiştik. Ciddi za­ manın diğer anlardan farkını, «ciddi zamanda gülünmez!» formülüne bağlamıştık Böyle bir anm geldiğini anlaymca o gü­ zel yüzünü bir ciddiyet havası sarar, mavi gözlerini bir başka mânâ kaplardı. Ciddi kelimesini birinci «i» y i uzatarak ve tek « d » ile söylerdin. Bir gün, böyle bir ciddi anda, sana seslenir­ ken gülen Saime Teyzeni, kaşlarını çatarak ve sesini dikleşti­ rerek : — Cîdîde gülünmez! diye paylamıştın. Uykuyu çok sevdiğin halde, geceleri bir türlü yatmak is­ temezdin. Her gece, uykunun gelip gelmediğini gözlerine so­ rardık. Annen, maviş gözlerine «menekşe» derdi. Ve sen, göz­ lerine : — Menekşe! Ûku vâ? diye sorar, birkaç saniye bekledikten sonra : — Yok d iy o ! diye bizi kandırmaya çalışırdın. Bu soru birkaç kere so­ rulduktan sonradır ki menekşeler uykunun geldiğini söyler­ lerdi. Çok sevdiğin ve seni oyalayan şeyler arasında kalemle kâğıt başta gelirdi. Kaleme «gagişi» derdin. Bazı sıkışık gün­ lerde annenle birlikte liseye gitmek zorunda kalınca, o zaman Çelikel Lisesi’nin müdürü bulunan Osman Faruk Bey seni oda­ sında misafir eder, bir iki kâğıt ile bir gagişi, bebek Afşin'in uzun zaman oyalanmasını sağlardı. Apartmanımızın karşısındaki küçük bir evde oturan bir ailenin, o zamanlar ilkokul öğrencisi olan Melâhat adlı güzel


bir kızı vardı. Bu kız, kapısının önüne çıktığı zamanlar sen de pencereden ayrılmaz, hep ona bakardın. Bebek kalbinde ne­ ler duyardın, bilmiyorum, ama : — Şu Melâhat da nekadar çirkin k ız ! filân gibi yerici bir söz söyleyince kızar, aksini savunur, hattâ bazan ağlardın. Ben, E.K.I. de çalışmaya başlayınca, seni evde bakıcılar eline bırakmaya mecbur kalmıştık. îlk bakıcın, sana her sa­ bah süt getiren bir genç kızdı. Bizim dairenin, apartımanm ön cephesini boydan boya kaplayan, fakat parmaklıksız bir bal­ konu vardı. Balkonun kapısını asla açmamasını, kıza, sıkı sı­ kıya tenbih etmiştik. Fakat bir gün kız, bir şey silkelemek için balkona çıkmış. Kapıyı açık bulunca sen de çıkıp, kız işini bitirinceye kadar o parmaklıksız balkonda dolaşıp dur­ muşsun. Akşam, bunu komşulardan öğrendiğimiz zaman nasıl üzülmüştük ve günlerce nasıl uykumuz kaçmıştı! İşte, 1950 ye kadar olan yılların sana ait safhasından bir avuç dağınık hâtıra Afşin.. ★ ★ ★ Senin, annenin karnında başlayıp bütün bebeklik yılları­ nı da kaplayan sıkıntı ve ıstırapların kaynağı olan şeflik siste­ mi, o yılın 14 mayısında yıkıldı. Milletin reyi ile alman bu ne­ tice, o zalimlerin ve o insan hakları düşmanlarının hak ettikle­ ri cezaların en hafifi idi. 1950, bizim ailemiz için de mühimdi Afşin. Çünkü o yılın sonbaharında sen ilkokula başlıyordun, ben de yeniden öğret­ menliğe dönüyordum. 1944 te, Haşan  li’nin, şeflik sistemin­ den gelen kuvvetine boyun eğerek beni hocalıktan uzaklaştıranlar, altı yıl sonra bir başka bakanın millî iradeye dayanan kuvveti önünde eski kararlarını kendi elleriyle yırtıyor, yani tükürdüklerini yalıyorlardı. Bunu yapanlar, şeflik sisteminin


kalbur üstü adamları idi. Zonguldak 30 Ağustos İlkokulu’nun, tenffüslerde bahçede ençok koşan öğrencisi şendin. Sınıf öğretmeninle her konuş­ mamızda, senin teneffüs saatlarındaki maceralarını dinlerdik. Fakat sade dinlemekle kalmaz, evde olduğumuz zamanlar, okulunuzun bahçesine bakan kalkonumuzdan, senin bir an durmadan ordan oraya nasıl koştuğunu gözlerimizle de gö­ rürdük. Kırmızı golf pantalonun seni, gözlerimizle hemen ya­ kalamamıza yardım ederdi. Koşar, koşar, koşardın. İlk günlerde dersler seni pek sarmamıştı. Çünkü, öğret­ menin öğretmeye çalıştığı şeyleri biliyor, bildiğin için de ilgi duymuyordun. Yalnız, ilgi duymayışını ifade tarzın iyi değildi. Tahtaya ve öğretmene arkanı dönerek oturuyor, başka şeyler­ le meşgul oluyordun. Öğretmenin, niçin arkanı döndüğünü sorunca da : — Ben onları biliyorum ! diyordun. Fakat haftalar, aylar geçip de bilmediğin konu­ larla karşılaşınca, bir daha bu uygunsuzluğu yapmadın. Öğretmenini seviyordun. Bir gün ayakkabısının eskiliği dikkatini çekmiş de bunu evde bize üzülerek söylemiş, hattâ kendisine ayakkabı almamızı istemiştin. Okuldan döndüğün günlerden birisinde : — Anneciğim! Bizim öğretmen de amma aptalmış! demiş ve bizi hayretler içinde bırakan bu hükmün dayan­ dığı sebebi anlatmıştın : — Dün postaya mektup götürmüş. On kuruş vermiş. Mektup on beş kuruşa gittiği için postacı parayı tamamlama­ sını söylemiş. Daha kaç kuruş vereceğini bilmiyor da hep biz­ den sorup durdu. Bunun, size çıkartmayı öğretmek için baş vurulmuş bir oyun olduğunu anlayınca nekadar gülmüştük Ders yılı sonu böyle geldi. Karne aldığın günü, neticeyi bildiğimiz halde, yine de yolunu dört gözle beklemiştik. Ço­


cuklar, ellerinde karneler, koşuyor, bağırıyor, çağırıyorlar, birbirlerinin numaralarına bakıyorladı. Sense o heyecan hava­ sının tamamen dışında idin. Sanki o yüzlerce çocuktan biri değilmişsin gibi hiçbir şeyle ilgilenmiyor, okul bahçesinde bü­ tün bir yıl koşan çocuk ağır aksak bir tempo ile yürüyor, bir türlü eve gelemiyordun. Hayatının ilk ders yılım böyle bitirmiş ve birinci sınıftan ikinci sınıfa böyle geçmiştin, Afşin..


1950 -1951 ders yılı sonunda, sebepsiz yere ve âniden Edir­ ne’ye nakledildim. Bu nakil, maarifteki milliyetçilik düşman­ larının bize oynadıkları oyunlardan birisiydi. Asıl sebep de, Zonguldak Komünizmle Mücadele Derneği’nde bir iki arkadaş­ la birlikte gösterdiğim faaliyetti. Zonguldak, bir işçi şehri olması dolayısıyle kızılların ih­ mal edemiyecekleri bir yerdi. Bizim orada bulunduğumuz yıl­ larda, ortalıkta irili ufaklı bir hayli solak vardı. Bunlar yerli gazetelere de sızmışlardı. Zonguldak Komünizmle Mücadele Derneği’nin çıkardığı dergi ve yayınladığı broşürlerin hazırlan­ masında büyük emeğim bulunduğu için bana düşmanlıkları büyüktü. Lisede bazı öğrencilerle bazı öğretmenler ve idareci­ ler arasında geçen hâdiseler dolayısıyle yerli gazetelerde yazı­ lar yazılmaya başlanınca, kızıllar, bunu fırsat bilerek benim adımı da hâdiseye karıştırdılar ve aleyhimde uzun zaman yazı­ lar yazdılar. Maksat, başka bir vilâyete naklimi sağlamaktı. Bu suretle Komünizmle Mücadele Derneği’nin çalışmaları baltalanacaktı. Bu oyun başarıyle sona erdi. Fakat Çelikel Lisesi’ndeki hâ­ diseleri inceleyen müfettişlerin hazırladıkları rapor üzerine bakanlığın inzibat komisyonunun verdiği karar, benim nakli­ min nasıl mânâsız ve gülünç olduğunu ortaya koymuştu. Çün­ kü hâdiseye adı karışmış hemen hemen herkese birtakım ce­ zalar verilmiş, sadece «Nejdet Sançar hakkında bir işlem ya­ pılmasına lüzum görülmemiş» ti. İlkokulun ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarını, Türki-


ye’nin bu tarihî şehrinde okuman, işte bu oyunun neticesi oldu. Edirne’deki yılların düzenli ve tertipli bir öğrenci olma vasfım geliştirdi. Eve gelince ilk işin günlük vazifelerini yap­ mak olurdu. Çok güzel, temiz, çok itinalı vazife yapardın. Seni evde ve evin sana yetecek kadar büyük olan bahçesinde oynatır, sokağa bırakmazdık. Sokakta oynayan çocukları pen­ cereden ■seyrettiğin zamanlar olur, fakat aralarına katılmak için bir istek göstermezdin. Güzel huylarının içinde bizi ençok memnun eden yalan söylemeyişin idi. Herhangi bir çocukluk kabahati yaparsan, onu, hem annenin, hem de benim muhakkak öğrenmemizi is­ terdin. Böyle bir kabahat, benim evde olmadığım zamanlarda yapılırsa, anneciğinin ilk vazifesi, onu bana hemen söylemekti. Annen unutur veya söylemekte gecikirse, hemen hatırlatırdın. Edirne’deki en çetin yılın, dördüncü sınıfta okuduğun son senen oldu. Ben, kışın ağzında, Çanakkale’ye sürülmek istenip de sonradan Ankara'ya naklolununca, o yılın beş altı ayını yalnız geçirdiniz. Mektuplarımda, bana ait vazifelerin bir kısmını senin yapman ve anneni hiç üzmemen lâzım geldiğini yazdığım için, bir sorumluluk duygusu kazanmıştın. Annene yardım ediyor, hattâ bir ara bir tabldottan yediğiniz yemeği her gün sefer tası ile sen alıp eve getiriyordun. 1954 yazından sonra Ankara yılların başladı. İlkokulu Na­ mık Kemal İlkokulu’nda bitirdin ve aynı okulun orta kısmına geçtin. M illî ruhun ilk belirtileri, orta okulun birinci ve ikinci sınıflarında görülmeye başladı. Bunda, bizdeki toplantılarda kulak misafiri olduğun konuşmalarm tesiri bulunduğunu sa­ nıyorum. Artık sınıfta, çeşitli derslerde geçen konuşmaları bu açıdan değerlendirebiliyordun. Türkçe dersinde övülen bazı şahısların veya fikirlerin, din dersinde yerilmesinin sebebini anlayabiliyor ve bu görüş farkını çok güzel ifade ediyordun. Fakat millî ruhunun bir volkan gibi parlaması, Londra’da bulunduğumuz bir yıl içinde oldu.


O yıl, Namık Kemal Ortaokulu’nun son sınıfında idin. Ama, ancak bir buçuk ay kadar derslere girebildin. O ders yılının geri kalan ayları Londra’nın bir okulunda geçti. Bu okul, senin hem İngilizcenin ilerlemesini, hem de mil­ lî şuurunun bilenmesini sağladı. O yıl, Kıbrıs dâvâsı en ateşli devrini yaşamakta idi. Git­ tiğin okulda bir hayli Kıbrıslı Rum çocuğu vardı. Siz, Türk olarak, üç kişiydiniz. Rum çocukları, muhakkak ki evlerinden aldıkları rumluk ruhu ve telkiniyle, her fırsatta sizlere sataşı­ yor ve sık sık da saldırıyorlardı. Hemen her gün dövüşüyor­ dunuz. Diğer iki Türk çocuğu senden hayli küçük oldukları için döğüşlerde yükün çoğu senin omuzlarına yükleniyordu. Rum çocuklarının sayıca çokluğu, bu döğüşlerde sizin üstün­ lük sağlamanıza engel oluyordu. Fakat her döğüş, senin Türk­ lük şuurunu biraz daha kuvvetlendiriyordu. Hele işe Rum kız­ larının da katılmaları ve hiçbir şey yapamasalar sizin saçları­ nızı çekmek suretiyle erkek soydaşlarına yardıma çalışmaları, senin milliyet meselesinde hükme varmanı kolaylaştırıyordu. Londra’da bulunan Kıbrıslı Türklerin tertip ettikleri bizim de katıldığımız gösteride :

ve

— Partition! Partition! diye ençok bağıranlardan birisi de onun için sen oldun. Türkiyedeki uzun yıllar içinde ne okulların, ne de toplumun sana veremediği millî terbiyeyi, Londra’daki «hayat gerçeği» kısa bir zamanda vermişti. Sınıf öğretmenin mutaassıp bir İngilizdi. Okula geç baş­ ladığın halde İngilizcenin az zamanda büyük gelişme göster meşinden dolayı seni beğeniyor, fakat sevemiyordu. Çünkü diğer müslüman çocuklarıyle birlikte sana da yapmak istediği dinî telkinlere karşı koyuyordun. Dinî törenler için herkese dağıtılan Incil ve dua kitaplarını yalnız sen kabul etmiyordun. Okulun kilisesine yalnız sen gitmiyordun. Dua sırasında elleri­ ni yapıştırarak gözlerini kapamayı yalnız sen reddediyordun.


O zamana kadar, o mutaassıp İngiliz, kim bilir nekadar müslüman çocuğuna bu hıristiyanlık geleneklerini yaptırtmıştı. Fakat şimdi karşısında bulunan 14 yaşında bir çocuk, bîr Türk çocuğu, bütün gayretlerine, hattâ hiyleye başvurmasına rağmen, diretiyordu. Okulda, Tanrı'mn günü, İsa'nın hayatının anlatılması ve tarih derslerinde de hep İngiliz kıral ve kıraliçelerinden söz edilmesi üzerinde menfi tesir bırakıyordu. Kafanda, bizim okul­ larımızla mukayeseler yapıyordun. Bir gün : — Ben, kendi peygamberimizin hayatını bilmiyorum ama İsa’nınkini iyice öğrendim! diye şikâyette bulunmuştun. Okul dönüşlerinde bize günlük «vukuat»ı anlattıkça, an­ nen ve baban olarak nekadar gururlanırdık.. Ve yılların kaşarlandırdığı mutaassıp İngiliz öğretmeniyle sen gencecik Türk çocuğunun mücadelesi, bir ders yılı böylece devam etti. Mutaassıp ve mağrur İngiliz öğretmeninin, se­ nin Türklük gururunu kırabilmek, seni kendi geleneğince dua ettirebilmek, sana hıristiyanlık sevgisi aşılayabilmek için yap­ tığı bütün gayretler, tenezzül ettiği bütün hiyleler boşa çıktı. Öğretmen bazan : — Dua kitabını eline al da dua etm e! diyordu. Bunu yaptıramaymca : — Eline kitap almadan aramıza katıl! diyordu. Birkaç kere de : — Ellerini birbirine yaptıştır, gözlerini kapa da, Tanrı'ya kendi dilinle dua e t ! diye teklif etmişti. Bütün bir yıl süren bu tekliflere, bü­ tün bir ders yılı yapılan bu ısrarlara, senin cevabın, İngilizlerin çok kullandıkları şu tek kelime oluyordu : — N o!. Okuldaki mücadelen, sana Yunanlılar ve İngilizler hakkın­ da not verdirmişti. Onlar mücadeleyi sayı ve mevki üstünlüğü­


ne dayanarak yürütüyorlardı. Sen sayı üstünlüğüne yumruğun­ la, mevki üstünlüğüne ise azim ve cesaretinle karşı koyuyor­ dun. Fakat bununla yetinmeyip onlara zarar getireceğine inan­ dığın çarelere de baş vuruyordun. Rum çocuklarına zarar vermeyi yemek işinde bulmuştun: İngiliz okullarında küçük bir ücret karşılığında

öğrenci­

lere öğle yemeği, süt ve vitamin verme usulü vardı. Yemek ve süt, öğrenci sayısından bir mıkdar fazla getirildiği için, hakkını kullananlardan isteyenlere birer tabak yemek ve bi­ rer şişe süt daha verilirdi. Sen, sütü hiç sevmeyen, hattâ süt­ ten tiksinen ve yemeği de bebekliğinden beri çok güç yiyen Afşin, İngiliz okulunda âdeta oburlaşmıştm. Hemen her gün, yemeği herkesten önce bitiriyor ve tabağını ikinci defa dol­ durtuyordun. O tiksindiğin sütün ikinci şişesini içebilmek için başkalarıyle yarışıyordun. Seni böyle sunî bir obur yapan mil­ lî bir gayretti. Kendi kendine hesaplamıştın ki, eğer sen, o bir tabak fazla yemeği yemez ve o ikinci süt şişesini midene bo­ şaltmazsan, o gıdalar bir Rum çocuğunun kursağına gidecekti. Çok defa mideni bulandıran ve seni hayli rahatsız eden ikinci tabağa ve şişeye işte bu gayretle tahammül ediyordun. Bunu diğer Türk çocuklarıyle Rum olmayan arkadaşlarına da yap­ tırıyordun. Akşamları, pansiyonumuzun kapısından içeri girin­ ce, verdiğin müjdeler arasında, o gün düşmanlara kaptırma­ dığın yemeklerle sütlerin hesabı başta bulunuyordu. İngilızlere zarar vermeyi ise, bilhassa, yaya geçitlerinde otobüsleri ve otomobilleri durdurmakta bulmuştun : Londra'nın ana caddelerinde yaya geçitleri çok sıktı ve her geçitin başında, vasıtalara «d u r !» işaretini verecek düğ­ meler vardı. Yolcular, bu düğmelere basmak suretiyle, vasıta­ ları durdurmak ve karşıya geçmek imkânına sahiptiler. Bizim, derslerine devam ettiğimiz yaşlı bir İngiliz öğretmeni, vasıta­ ların, bu yaya geçitlerindeki durup beklemelerinin İngiltere'ye çok büyük para kaybına sebep olduğunu söylemişti. İşte


sen, öğretmeninin sana yaptığı o mânâsız baskının öcünü, İn­ giliz petrollerini lüzumsuz yere biraz daha fazla yaktırarak almakta bulmuştun. Okul dönüşlerinde otobüse binmez, ge­ çitlerde düğmeye basmak suretiyle sık sık karşı kaldırıma ge­ çer, kırmızı lâmbalar sönüp de yol açılıncaya kadar dizilen otomobil ve otobüsleri zevkle seyrederdin.


Londra’nın bu okulundaki yılını bu mücadeleler ile ta­ mamladın. Okula üç ay kadar geç başladığın halde İngilizcede büyük ilerleme kaydettiğin için, okulun «çabuk ilerleme mü­ kâfatı» m kazanmıştın. Sınıf birinciliğini, seni 10 sayı geride bırakan bir Alman kızı kazanmıştı. Fakat onun ders sayısı seninkinden bir fazla idi. Çünkü sen, din dersinden saf dışı edilmiştin. Din dersi ise 20 puvandı. İngilizceyi İngiliz çocuk­ ları kadar güzel konuşuyordun. Dükkânlarda veya başka yer­ lerde, herhangi bir sebeple, Londralılarla konuştukça, seni İngiliz sanıyorlar, Türk olduğunu söyleyince şaşırıyorlardı. Ençok kızdığın şeylerden birisi de buydu. Bir gün bana :

— Ben de İngiliz çocukları gibi aptal mı gözüküyorum diye sormuştun. Çoğu gözlüklü olan İngiliz çocuklarının, gerçekten, aptal bir dış görünüşleri vardı. Kepini onlar gibi giyip, ağzını onlar gibi açıp İngiliz çocuklarının taklidini ne gü­ zel yapar ve bizi ne çok güldürürdün!. Okulların tatilinden sonra yavaş yavaş hazırlıklara başla­ mıştık. Bu hazırlık, arttırdığımız para ile alacağımız öteberi­ nin sağlanması idi. Alınacaklar arasında bir de bisiklet vardı. Ancak, Londra’ya ilk geldiğimiz günlerde, arttırabileceğimizi umduğumuz kadar para biriktirmiş olamayacağımız, bu son aylar içinde belli olmuştu. Listedeki büyük parçalardan birini silmek gerekiyordu. Biz silinmesi en uygun eşya olarak elek­ trik fırınını bulmuştuk. Fakat sen buna razı olmuyor, kendine ait bisikletten vaz geçmemizi istiyordun. Hem de sadece iste­ mekle kalmıyor, şiddetle ısrar ediyordun. Bu fedakârlık bizi


çok duygulandırıyordu. Lâkin, sana söz verdiğimiz için bisik­ letten vaz geçmemiz imkânsızdı. Esasen alacağımız bisikleti tesbit de etmiştik. Hattâ sen, lâstik vesaire gibi yedek parça­ lardan nekadar alacağını da kararlaştırmıştın. Bu, senin yuva bağının ilk büyük sınavı idi. Elektrik fı­ rınından vaz geçmememiz için yalvardığın günler olurdu. Ve bisiklet-fırın çekişmemiz böylece günlerce sürdü. Seni yüzde yüz razı ettik sayılamaz ama, sonunda listeden fırını sildik. Ingiltere’ye gelirken Marsilya’ya kadar olan yolu vapurla almış, Marsilya-Paris-Londra yolculuğunu da uçakla yapmış­ tık. Dönüşümüz ise Marsilya’ya kadar trenle, Marsilya’dan son­ rası da yine denizden oldu. Bu suretle birçok yerleri görmek imkânını buldun. Manş’ı pis bir havada geçmiştik. Vapuru çok sallayan sert dalgalar seni de hayli sarsmıştı. Fakat Fransız topraklarına çıktıktan sonra keyfin geldi. Paris'te ençok Eyfel ile ilgilendin. Cenova’nın o muhteşem mezarlığı da seni çok sardı. Böylece, Türkiye’ye hayli yüklü olarak döndün. Ortaokulun son sınıfını yine Namık Kemal’de okudun. Arkadaşlarından bir yıl geri kalmıştın. Fakat kazancın kay­ bından çoktu. Bu kazancın neticelerini daha sonraki yıllarda alacaktın. Ama talih bırakmadı ki.. Boyun uzamış, sesin kalınlaşmaya başlamıştı. Artık deli­ kanlı olmuştun. Boş saatlarında bisikletinle dolaşıyor, bun­ dan çok zevk alıyordun. Bisikletin okadar güzeldi ki, arkadaş­ ların ona «kadilâk» adım takmışlardı. Kız arkadaşların da olmuştu. Kadilâkmla dolaşırken, kız­ ların : — Bisiklet çok güzel! Ama üstündeki daha güzel! gibi sözlerle sana lâf atmaları ve buna benzer küçük gö­ nül oyunlarını ben annenden öğrenirdim. Zamanımızın futbol hastalığı seni de sarmıştı. Fenerbah­ çe'yi çok severdin. Radyodan büyük maçları takip ederken, Fenerbahçe gol atarsa sevinçten zıplar, evin içinde koşardın.


Fener yenildiği zamanlar da çok üzülürdün. Sana verdiğim eski spor dergileri koleksiyonlarında be­ nim resimlerime rastladıkça, o devirlere ait birçok sorular so­ rardın. Ençok merak ettiğin Galatasaray ile Beşiktaş’a gol atıp atamadığım idi. Sana naklettiğim bazı hâtıraları büyük ilgiyle dinlerdin. Ortaokulun son sınıfını iki dersten eylüle kalarak b itir din. Ve 1958 - 1959 ders yılında Gazi Lisesine devama başladın. Lise hayatınla birlikte millî şuurun ve milliyetçi çalışmaların da renk almaya başladı. Artık öğretmenlerine, sizlere millî ruh aşılayabilme güç­ lerine göre not veriyordun. Arkadaşlarına, Türklük ruhunu uyandırıcı eserler ve bilhassa tarihî romanlar tavsiye ediyor­ dun. Sade tavsiye etmekle de kalmıyor, onları kitapçılara gö­ türüp birikmiş paralarına göre kitaplar aldırıyordun. Bu su­ retle çevrendekilere, bilhassa Atsız’m ve Kozanoğlu’nun romanlarını bol bol okutuyordun. Mahalle arkadaşlarınızla kurduğunuz kulübe «Bozkurt Spor Kulübü» adını verdirmiştin. Formanız kırmızı beyazdı. Formaların göğsünde kurt vardı. Kulüpte disiplin hayli sertti. Meselâ çalışmalara zamanında gelmeyenler veya oyunda kü­ für edenler para cezası ödemeye mecburdular. Toplanan para­ lar kulübün ihtiyaçları yolunda kullanılırdı. Kulübün kaptanı idin ama, bu hesap işlerini de sen tutardın. Tuttuğun defterde herkesin bir sayfası vardı. Aidat, bağışlar, cezalar bu deftere mürekkeple işlenirdi. Bu işleri hem zevkle, hem de titizlikle ya­ pardın. Konu ne olursa olsun, üzerine aldığın bir vazifeyi bu derece ciddiyetle yapmanı beğenirdim. Bu konuda ençok hoşu­ ma giden hususlardan birisi de, disipline aykırı harekette bu­ lunduğun zaman kendine verdiğin para cezası idi. M illî ruhunla birlikte insanlık duyguların da gelişiyordu. Malî durumları pek iyi olmayan arkadaşlarına yardımcı ol­ maktan memnunluk duyardın. Bu arkadaşlarının birisiyle, otobüş parası olmadığını anladığın zamanlarda, sık sık, Gazi


Lisesinden eve kadar yaya gelirdin. Arkadaşını otobüse dâvet edip parasını ödeme yoluna gitmemen, onun gururunun incin­ memesi içindi. Nazik ve kibardın. Büyüklerinle konuşurken aradaki me­ safeyi hiç unutmazdın. Bu bakımdan bizi, ne bebeklik yılların­ da, ne de daha sonraki devirlerde hiç mahçup etmedin. An­ nene ve bana bir kere olsun «sen» dediğini hatırlamıyorum. Bize hitabın daima «anneciğim» ve «babacığım» şeklinde idi. Paraya karşı en küçük yaşlarından beri gözün toktu. Pa­ ra harcayacak yaşa geldikten sonra da huyunu değiştirmedin. Zamanla buna, parası az arkadaşlarının duymaları muhtemel üzüntüleri düşünmek de karıştı. Kooperatif evleri dolayısıyle büyük bir malî yükün altına girmemizden sonra ise daha dü­ şünceli bir hale geldin. Sana herhangi bir şey alınması bahis konusu olunca, ,hemen, evin borcunu hatırlar ve hatırlatırdın. Ev borcu ödeninceye kadar benim eskilerimi giymeye dahi razı idin. Kaç kere bisikletini satıp da parasını bankaya yatır­ mayı teklif etmiştin. Ruhun gibi gövden de hızla gelişiyordu. Boyun hayli uza­ mıştı. Kuvvetin de artmıştı. O koca bisikleti tek elinle havaya kaldırır ve apartımamn üç kat merdivenini âdeta koşa koşa çıkardın. İlkokuldan kalma düzenliliğin de geçen yıllarla daha mü­ kemmel bir hale gelmişti. Yazılı vazifelerin ve çeşitli dersler­ den tuttuğun not defterlerindeki temizlik ve intizam da mü­ kemmeldi. Eksi, artı gibi işaretleri dahi cetvelle çizerdin. Ortaokulun son sınıfında iki dersten bütünlemeye kalman sana iyi bir ders olmuştu. Gazi Lisesindeki ilk yılını, bu se­ bepten, sıkı tuttun ve sınıfını doğrudan doğruya geçtin. Sınıfını doğrudan doğruya geçersen, annenle birlikte Al­ manya’ya bir yaz gezisi yapacaktınız. Almanya'da bulunan Bedriye Yengenden resmî davetiye de gelmişti. Fakat 27 Mayıs hareketinin neticesi olarak o yaz, memleket dışına çıkma yasa­ ğı konunca, bu plân suya düştü.


Ama sen, bu plânın suya düşmesine okadar aldırmamış­ tın. Çünkü kendin plânlar kurmakla meşguldün. Bu plân­ lar, gece yatağa girdikten sonra kuruluyordu. Uykuyu çok sevdiğin halde hemen uyumuyor, Türkçülüğü yaymak için yollar araştırıyordun. Ve ertesi sabah bana plânını açıklıyor­ dun. Arkadaşlar geldikçe, bizim evde, onda dokuz memleket meseleleri konuşulurdu : Türkçülük düşmanlığı, milliyetçili­ ğin uğradığı ihanetler, siyasîlerin ve mevki sahiplerinin gaflet­ leri, teşkilâtsızlığımız, parasızlığımız.. Sen, bunları yıllarca dinlemiştin. Fakat konuşmaların üzerinde bir tesir bıraktığı­ na dair uzun zaman hiçbir belirti görmemiştim. Bu son sene, yaşın dolayısıyle, konuşulanları pek anlayamayacağın yıllarda dahi, belli etmeden akümülâtörünü doldurmakla meşgul bu­ lunduğunu göstermişti. Geceleri kurduğun plânlardan anlaşılıyordu ki, Sana en­ çok tesir eden Türkçü cephenin parasızlığı ile milliyetçi der­ gi ve kitapların gereği gibi yayılamayışı idi. Türkçülüğe para sağlamak için bisikletini saati birkaç liradan kiraya vermek, tatil günlerinde sokakta satıcılık yapmak gibi tekliflerde bu­ lunuyordun. Türkçü yayınları yaymak içinse dükkân açmamı­ zı uygun buluyordun. Dükkânda, okul saati dışındaki zaman­ larda ve tatil günleri sen ve arkadaşların çalışacağınız için faz­ la masraf olmayacaktı. Başta Gazi Lisesi olmak üzere birçok okullardaki çocukların, sen ve arkadaşların dolayısıyle, bizim dükkâna geleceklerini, bu suretle Türkçü dergi ve kitapların da yayılmak imkânını bulacağını umuyordun. Böylece yazı ettik. Ve siz Almanya gezisine çıkamayınca, yazı geçirmek üzre İstanbul'a, Atsız Amcanlara gittik. Maltepe’de sakin, dinlendirici ve istifadeli bir yaz geçir­ dik. Hemen her gün Maltepe plâjına gidiyorduk. Kısa zaman­ da çok güzel yüzme öğrendin. Son bir iki pazar Fenerbahçe’nin like hazırlık maçlarına gitmemiz de seni çok memnun etmişti. Üzerinde çok müsbet tesir yapan bir hâdise de, Yahya


Kemal Enstitüsünü ziyaretimiz oldu. Enstitüye Nihad Sami Banarlı’nın dâvetiyle gitmiştik. Annen, Atsız Amcan, sen ve ben.. Salonun kapısından girince, ziyaretçileri, âdeta Yahya Kemal adına karşılayan : Cihan vatandan ibarettir itikadımca mısraını hep birlikte okumuştuk. Nihad Sami Banarlı, birçok gencin, hattâ üniversitelilerin, mısraın mânâsını «bütün cihan vatanimizdir» şeklinde anladıklarını söylemiş ve bir ara sana: — Afşm! Mısraı sen nasıl anlıyorsun? diye sormuştu. Sana bir şey sorulunca, yüzünü bir pembe­ lik kaplardı. Bu sefer de öyle oldu. Bir iki saniye düşündük­ ten sonra mısraın mânâsını söyledin. Mısraın belirttiği o güzel mânâ ile öylesine dolmuştun ki, Ankara’ya döndükten sonra günlerce uğraşıp güzel bir yazı ile yazdığın mısraı, Londra’dan getirdiğin bir Kıbrıs haritası ve benim bir asker resmimle bir­ likte kitaplığının kapısının içine asmıştın. Ve yazın son sabahlarından birinde motörlü tirenle Hay­ darpaşa’dan Ankara’ya hareket ettik. Görünüşte bu, her zaman­ ki İstanbul- Ankara yolculuklarından birisiydi. Bizi, Ankara’da en büyük felâketin beklemekte olduğunu nereden bilecektik?


Okullar açılmıştı ve sen Gazi Lisesi’nin onuncu sınıfına devama başlamıştın. Evvelki yıllarda olduğu gibi kitapların, defterlerin bezler ile kaplanmış, kalemlerin ve kâğıtların alın­ mıştı. Okul malzemeni kitaplığının bir gözüne büyük bir itina ile yerleştirmiştin. Bizi bekleyen, bize adım adım yaklaşan bü­ yük felâketten habersiz, birbirine çok benzeyen sakin günleri­ mizi yaşayıp gidiyorduk. 1960 Ekiminin ilk günlerinden bir pazardı. 19 Mayıs sıtadyomundaki bir maçtan hava kararırken dönmüştün. Bir keyif­ siz halin vardı. Yemeğe oturacağımız zaman bu keyifsizliğin arttı. Ateşin yükseldi. Üşümüş olduğunu sanarak seni yatağa yatırdık. Ertesi gün ateşin devam etti. O sıralarda ortalıkta tifo vardı. Ondan ürkerek doktor çağırdık. Gelen bir dahiliyeci idi. Kesin bir şey söyleyemedi ama, arkadaşı olan Tıp Fakülte­ si intaniye doçentinin görmesini tavsiye etti. Birlikte geldiler ve muayeneden sonra tifo olduğuna karar verdiler. Bu, senin doktorlarla, ciddî bir şekilde, ikinci defa karşı karşıya gelişindi. İlk karşılaşman 1957 yazında olmuştu. Ortaokulun üçün­ cü sınıfına geçtiğin yazdı. Arkadaşlarınla oynarken, apartımanın kömürlüklerinin üstünden yere düşmüş ve sağ kolunu kırmıştın. Kırık, omuzda olduğundan tedavisi biraz güçtü. Se­ ni, Askerî Gülhane'ye götürmüştük. Orada bir müddet yatman gerekmiş ve evden bu ilk ayrılığın on beş gün kadar sürmüştü. Seni hastahanede bırakıp da gece yarısı eve döndüğümüz ilk gün, annen ile nekadar üzülmüştük. Ev, bize bomboş, hattâ


mânâsız gelmişti. Ama mühim olan senin kolunu yeniden kazanmandı. Buna katlanmaya mecburduk. Fakat Askerî Gülhane'de yattığın günler geçip gittikçe bu­ nun hayli güç olacağım anlamaya başladık. Kolunu askıya al­ mışlardı. Sabah ve akşam, sana her gelişimde, asma şeklinin değiştirildiğini görüyordum. Çünkü, vizite sırasında, her dok­ tor, kendisinden öncekinin uygun bulduğu şekli beğenmiyor, kolunu başka bir şekilde astırıyordu. Hattâ kolunu çekecek olan ağırlık bile sık sık değiştiriliyordu. Bu yüzden de bir iler­ leme olmuyordu. «Sade ben b ilirim !» hastalığının neticesi olan bu tıbbî lâübalilik on gün kadar devam etti. Askerî Gülhane'de sıtaj ya­ pan eski talebelerimizle karşılaşmıştık. Duruma çok üzülüyor­ lardı. Fakat rütbe dolayısıyle müdahalede bulunamıyorlardı. Onların tavsiyelerine de uyarak, iş büsbütün sarpa sarmadan seni hastahaneden çıkarmaya karar verdik. Fakat : — Olmaz! Çıkaramazsınız. diyorlardı. — Hastahaneden çıkmak ancak tıbbın müsaadesiyle o lu r! diye ilâve ediyorlardı. Bir gün, ufak rütbeli birkaç doktorla sert bir tartışma yaptım. Talebelerimiz olan asistanlardan öğrendiğim aksaklık­ ları birer birer ortaya koyunca bana hak vermek zorunda kal­ dılar. Ama, usul gereğince, hastanın çıkmasının imkânsızlığını ilâve etmekten de geri kalmadılar. Nihayet, baş asistan vasıtasıyle, kapısında «D O Ç E NT» yazılı bir odaya götürüldüm. Ora­ daki söz sahibi doktor, İstanbul Lisesi’nden tanıdığım çıktı da seni Askerî Gülhane’den böylece kurtardık. Sonrası hiç de güç olmadı. Operatör Orhan Bumin Bey, büyük bir maharetle ke­ miklerini yerli yerine getirip kolunu alçıya koydu. Alçıdan son­ ra da Tıp Fakültesi Fizik Tedavi Kliniği’nde bir müddet fizik tedavi görerek koluna kavuştun. Fakat bu defa iş daha ciddî idi. Çünkü sonunda sadece bir uzvun değil, hayatın bahis konusu idi.


Hastalığının tifo olduğu anlaşılınca, yeni ilâçlarla tedavi­ ne başladık. Ateşin çok yüksek seyrediyordu. Doğrusu çok en­ dişe ediyorduk. Doktor sık sık durumunu gözden geçiriyordu. Sana en yeni gıda rejimini tatbik ediyordu. Köfte, pirzola ve­ riyordu. Bize, eski kılâsik rejime uymadan bir zarar gelmeye­ ceğini söyleyenler az değildi. Fakat biz ilme ( ! ) saygı gösteri­ yor, Ankara Tıp Fakültesi doçentinin şahsında ilmin son sözü­ ne uyuyorduk! Ay sonuna doğru iyileştin. Evin içinde dolaşabiliyordun. Doçentin tavsiye ettiği bir lâboratuvarda yapılan kan muaye­ nen de müsbet çıktı. Hastalığı atlattığın müjdelendi ve okula başlayabileceğin söylendi. 28 Ekim günü okula başladın. Fakat akşam ateşin yüksel­ di. Ertesi sabah durumu doktora bildirdik. Yüksek ateşle yattığın o ilk günlerde, doktor, ayağa kalk­ tıktan sonra çok dikkat etmeni, hastalık yenilerse daha çok sarsacağını sık sık söylerdi. Onun için, bu yeni ateşin tifo nüksü olduğunu düşünerek çok üzülüyorduk. Fakat doktor gelip seni muayene ettikten sonra : — G rip ! dedi. Ve grip tedavisine başladık. İki gün süren grip te­ davisi ateşi düşürmeyince, doçent uyandı. Hastalığın tifo nük­ sü olduğuna karar verdi ve yeniden tifo ilâçlarına sarıldık. Fakat bizim, büyük felâketin eşiğinde olduğumuzdan ha­ berimiz yoktu, ilkinde olduğu gibi, bu sefer de, ilâçlarla ayağa kalkacağını sanıyorduk. Ateşinin, ilk seferkinde olduğu gibi, 40 m üstünde olmayışı da bize kuvvet veriyordu. 1 Kasım Salı günü akşamı, doktor yine geldi. Muayeneden sonra hayli oturdu. Hastalıkta olağanüstü bir durum görmü­ yordu. Belki oturup gevezelik etmesinin sebebi de buydu. Ben o gece Türk Kültür Derneği’nde bir toplantıya gide­ cektim. Doktorun fazla oturması beni geciktirmişti. Toplantı­ ya geç gittim ve bu yüzden de gece yarısına doğru dönebildim. Sizi uyandırmamak düşüncesiyle kapıyı çok yavaş açıp


içeri girdiğim zaman senin sesini duydum. Yatak odanın lâm­ bası yanıyordu ve durmadan konuşuyordun. Annen yatak oda­ mızda ve yatakta idi. Durumu birkaç saniye içinde öğrendim : Yatma zamanı­ nız gelince, sen, abuk sabuk konuşmaya başlamışsın. Annen ya­ nına gelince, uykudan kalmaması için yatmasını söylüyor, fa­ kat yalnız kalınca yine mânâsız konuşmalara başlıyormuşsun. Başında durmak isteyen anneni ille yatırmak için de : — Eğer siz yatmazsanız ben öleyim! demişsin. Mecburen yatağa giren annen, dört gözle be­ nim gelmemi beklemekte imiş.. Yatağına oturup belki sakinleşir ve uyursun diye bir müd­ det bekledim. Lâkin bu, boşuna bir bekleyiş oldu. Bir iki sa­ niye sussan, birkaç dakika durmadan konuşuyordun. Birbiriyle bağı olmayan sözler söylüyordun. Daha çok kulüp arkadaşla­ rının adını tekrarlıyor, bazan hayalî bir maç oynuyordun. — Oğlum! Niye böyle şeyler söylüyorsun? deyince bir an kendine geliyor, kısa bir zaman tabii ko­ nuşuyor, fakat sonra yine abuk sabuk lâflara başlıyordun. Dehşete kapılmamak mümkün değildi. Fakat sükûnetimi kaybetmiyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Saat, gece ya­ rısını çoktan aşmıştı. O saatta doktora gidilemezdi. Sabahı etmek lâzımdı. Bu hal, saat ikiye kadar sürdü. Ne yapsam netice alamı­ yordum. Gayretlerim seni uyutabilmek düşüncesi üzerinde top­ lanmıştı. Uydurma hikâyeler, hattâ masallar anlatıyordum. Ba­ zan bir iki dakika dalıyor, ama uyanınca yine mânâsız lâflara başlıyordun. Hayalindeki futbol maçı, fasılalarla, devam ediyordu. Sık sık arkadaşlarına bağırıyordun. Arkadaşlarının o anda evlerin­ de ve uykuda olduğunu söyleyince de gülüyor, hepsinin yanı­ mızda bulunduğu cevabını veriyordun. — Bak ! Odada bir sen varsın, bir de ben varım! deyince, yine gülümsüyor, arkadaşlarının bazan kapının


arkasında, bazan da dolabın içinde olduğunu söylüyordun. Düşündüğüm ve düşünebildiğim bütün tedbirler boşa gi­ diyordu. Hep futbol ile uğraştığını görünce, dikkatini bu ko­ nu üzerinde toplamayı düşündüm. Fenerbahçe’den söz açtım. O günkü Fener’den başlayıp yıllarca öncesine kadar uzandım. Ve dikkatini bu konu üzerinde toplayabildim. Seyrettiğim ve­ ya oynadığım maçlardan hikâyeler anlatıyordum. Birinci ta­ kımda ilk oynadığım maçta dizimle attığım gol, eskiden oldu­ ğu gibi, seni yine sardı. Böyle tatlı gol hikâyelerinden sonra, saha, sorular da soruyordum. Aklı başında cevaplar veriyor dun. Bazan sen de sorular soruyordun. îk i saattan fazla süren Fenerbahçe hikâyeleri seni tama­ men kendine getirmişti. Bir ara, arkadaşlarının kapı arkasın­ da veya dolabın içinde olduğu yolundaki sözlerini hatırlattım. Güldün : — Onlar şakaydı babacığım! dedin. Fakat hiç de şaka değildi. Biraz dalar gibi olup da sonra uyanınca yeniden sayıklamaya başlaman bunu gösteri­ yordu. Sabahı böyle ettik ve erken saatta doktora durumu bil­ dirdim. İntaniye doçenti, arkadaşı olan bir asabiye doçenti ile birlikte geldi. İki doçent seni uzun uzun muayene edip duru­ munu enine boyuna muhakeme ettikten sonra, korkulacak bir şey olmadığına karar verdiler. Asabiye doçenti seninle konu­ şurken, uzak ve yakın geçmişe ait sorduğu sorulara çok ma­ kul cevaplar vermiştin. Bir gece önceki abuk sabuk lâfların, şiddetli ateşin neticesi olduğunu söylediler. Doçent, kendisinin de çocukluğunda böyle ateşli bir hastalık sırasında deliler gibi saçma sapan sözler söylediğini anlattı. Bu sırada senin tabii halini almış olman da bizi biraz rahat ettirmişti. Ankara Tıp Fakültesi’nin iki doçenti tehlikeli bir durum olmadığını söylüyorlardı. İlmin bu hükmünden şüphe etmeye lüzum var mıydı? Tifo tedavisine devam kararlaştırıldı. Ancak, ateş düşün­


ceye kadar sakin kalabilmen için de, ne olduğunu şu dakika­ da hatırlayamadığım bir iğne verildi. Bu iğne damardan yapıla­ caktı. Başında daimî olarak birisinin bulunması da tavsiye edildi. Hemen yaptırdığımız ilk iğne dalmanı sağladı. Uyudun. Bu uykunun, ebedî uykuya bir başlangıç olduğunu henüz bile­ miyorduk. O geceyi sabaha kadar başında bekleyerek geçirdim. Dok­ torların tahmin ettikleri gibi bir hareket göstermedin. Kendin­ den geçmiş olarak uyudun. Sükûna kavuşturmak için yapı­ lan iğne, seni, âdeta, ölümün kucağına atmıştı. Okadar ki, er­ tesi sabah ikinci iğne yapılırken dahi kendine gelemedin. Bu iğneden sonra ise kendini büsbütün kaybettin. O akşam gelen intaniye doçenti, serom vermek için hastahaneye kaldırılmanın gerektiğini söyledi. Hastahaneye kal­ dırılmanın da bir tehlikeden değil, bu iş için gerekli aletlerin ancak hastahanede bulunmasından ileri geldiğini ilâve etti. Fakat buna inanmak imkânsızdı. Artık yuvamızın üstünde ölüm çanları çalmaya başlamıştı. Annenle gözgöze gelmekten âdeta korkuyorduk. Konuş­ maktan da çekiniyorduk. Şuursuz hareketlerle çarşaf, yastık kılıfı gibi şeyleri bir valize doldurmaya başlamıştık. Kafamda korkunç sorular birbirini kovalıyor, beynimde baykuşlar ötüşüyordu. Tıp Fakültesi’nin sıhhî imdat arabası gelince seni kaldı­ rıp hazırlamaya, giydirmeye başladık. Okadar harekete rağ­ men, tamamen kendine gelemiyordun. Hazırlıklar tamam olun­ ca seni arabanın sedyesine yatırdık. Şöför, bağlanacak yerleri bağladı. Bir ucundan o tuttu, bir ucundan ben tuttum. Kapı­ dan çıktık. Annen, daha önceden hazırladığı suyu, kapıdan döktü. Merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladık. Bu sırada sen. gözlerini açıp, kapıya dikkatli dikkatli bakmışsın. Ben, düşmemek için önüme bakmakta olduğum için bunu fark et­ medim. Annen, bunu, bir vedâ bakışı gibi mânâlandırmış ve


göz yaşlarını tutamamıştı. Apartımanın üç kat merdivenini bir cenaze götürme yavaş­ lığı ile indik. Arabaya yerleşip yola koyulduk. Ne olduğunu anlamak için etrafı süzüyordun. Araba yol­ culuğunu çok sevdiğin için, sana bu konuda sorular sormaya başlamıştım. İlgileniyor, hattâ cevaplar veriyordun. İhtimal, bu gidişi, yaptığın yüzlerce araba yolculuğundan biri sanıyor­ dun. Halbuki bu gidiş, başka gidişti. Annenin, babanın yanın­ da ölüme doğru gidiyordun. Tıp Fakültesine böyle geldik ve İntaniye Servisinde” iki yataklı bir odaya böyle girip yerleştik!


Ankara Tıp Fakültesi İntaniye Servisi’ne 3 Kasım Perşem­ be gecesi geldik. Seni, son saatlerini geçireceğin iki karyolalı odadaki yataklardan birisine yatırdığımız zaman, saat gece yarısına yaklaşmıştı. Burası Tıp Fakültesi idi. Yani şifa veren, hayat kazandıran bir müessese.. Ve biz buraya şifa ve hayat elde etmek için gel­ miştik. Fakat, geldiğimiz geceden çıktığımız saata kadar ge­ çen kısa müddet içinde anladık ki, burası sadece isim olarak bir tıp fakültesi servisidir. Burada tıp da, doktor da, insanlık da sadece bir lâf,tır. Sana serom yapılacak aletin, başka bir servisten İntaniye’ye getirilmesi için bizden para istediler. Kaloriferleri yanma­ yan soğuk binanın içinde bu peşin para isteği, bizim için ilk soğuk duş oldu. Fakültenin bir bölümünden bir başkasına bir alet gelmesi için neden paraya ihtiyaç vardı? Var idiyse bu paranın peşin istenmesinin sebebi neydi? İşimiz bitince kim­ seye görünmeden kaçıp gidecek mi idik? Yahut cebimizde okadar para bulunmasaydı, serom yapılmayacak mıydı? Peşin parayla gelen bu alet de hayli külüstür bir şeydi. Seromun, damarlarına, dakikada belirli bir mikdar verilmesi lâzımdı. Fakat, külüstür alet ile, o belirli mıkdarı ayarlamak mümkün olmuyordu. Damla sayısı ya çok artıyor, ya da çok azalıyordu. Doktorun biri gidiyor, bir başkası geliyor, fakat işi düzene sokmak imkâm elde edilemiyordu. Nihayet, serom şişesinin ağzını alete bağlayan plâstik kısmın bir yeri, annenin bir pensiyle sıkıştırılıp, tıbbın emri ( !) olan mıkdara en yakın


bir dartıla sayısı elde edildi. Serom hayli uzun sürmüştü. Artık sabahı edip viziteyi beklemekten başka yapılacak bir işimiz yoktu. Soğuk odanın o soğuk havasına dayanabilmek için, insa­ nın taş olması lazımdı. Herhalde taşlaşmıştık ki, dayanabili­ yorduk Serom sırasında, sana en küçük bir yardımda bulunabil­ mek için çırpınan annen, sabahı senin yanında etmek istiyor­ du. Anneciğini, öteki yatakta bir iki saat uyumaya razı edebil­ mek için akla karayı seçtim. Duygularını saklayamayan annenin endişesi, gözlerinden okunuyordu. Ben ne kaideydim, bilmiyorum ama, anneciğin bana o haliyle de kuvvet vermeye çalışıyordu. Son iki gece hiç uyumadığımdan, o gece bir iki saat kestirmem için ısrar ediyor, bekleme sırasının kendisinde olduğunu söylüyordu. O berbat geceyi tam bir perişanlık içinde geçirdik. Sanki daha evvelki iki geceyi bir saniye dahi uyumadan geçiren ben değildim. Gözlerim sende, hareketlerini takip ediyordum. Sağ kolunu sık sık ileri uzatıyor, sanki bir şeyi tutmak için uğraşı­ yordum. Fakat kolunun ileri uzatılırken de, geri çekilirken de daimî şekilde titremesi içimi burkuyordu. O, benim iki elle an­ cak kaldırdığım bisikleti, tek elle yerden kesip apartımanm üç kat merdivenini koşar adım çıkartan sağlam kol, bu hale mi gelecekti? Ara sıra yataktan kalkmak için davranıyordun. Bazan sözle, bazan da elimle hareketini önlüyordum. Kâinattaki milyonla geceden biri daha böyle sona erdi. 4 Kasım Cuma sabahı, bir gece evvelki kepazelik içinde, seroma devam edildi. Kalbinin zayıflığını, intaniye Doçenti, evdeki tedavi sırasında öğrenmişti. Bir kalb takviye ilâcı söy­ lemiş olacak ki, asistanlardan biri, elinde bir şişeyle geldi. Bir fincana, tentürdiyot rengindeki bir ilâçtan yirmi damla konup sana içirilecekti. Ancak, Tıp Fakültesi intaniye Servisi’nde bir damlalık bulmak mümkün olmadı. Asistan Bey, şişenin ağzı­


na bir kibrit çöpü sokmak suretiyle ilâcı fincana aktardı. Bu işi yavaş yapsa, belki damlaları kontrol altında bulundurmak ve saymak mümküiı olabilirdi. Fakat aktarma işini okadar hızlı yaptı ki, damla sayısı yirmiyi çok aştı. Biraz sonra gelen Doçent, ilâcın yirmi damla verildiğini öğrenince : — Çok olmuş! dedi. Halbuki sana verilen bu çoktan da çoktu.. Bir şey yiyecek halin yoktu. Hattâ artık tifo ilâçlarını da yutamıyordun. İğneyle damarlarına zerketmek mecburiyeti hâ­ sıl olmuştu. Başka iğneler de yapıyorlardı. Rahatsız oluyor, hattâ bazan bağırıyordun. Fakat ne yapabilirdik? Akşam, büyük bir zorlukla bir şişe süt bulabilmiş ve bi­ razını sana kaşıkla içirebilmiştik. Buz dolabına götürülen şi­ şeyi, ertesi sabah yerinde bulamadık. Evet, Türkiye Cumhu­ riyeti Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin İntaniye. Servisi’nde, yarım şişe süt, uçup gitmişti. Ve ölümle pençeleşen bir yavrunun tek gıdası olan bir bardak sütü çalan vicdan­ sızın kim olduğu da ortaya çıkarılamadı. Öğleye doğru durumun hayli ağırlaşmıştı. İnsan hayatı­ nın o büyük kuvveti ümit, artık bizim için bir dayanak olmak­ tan çıkmış gibiydi. Gözlerimizin önünde yavaş yavaş eriyor.dun. Ve biz, büyük bir acz içinde şaşkın şaşkın, durup bekle­ mekten başka bir şey yapamıyorduk. Annen, sevgili Reşide, bana kuvvet vermeye çalışıyor : — İçim yanmıyor Nejdet, inşallah yavrumuz kurtulacak! diyordu. Evet, ümit ümitti. Tıbbın «yaşam az!» dediği insanlardan kefeni yırtıp hayata dönenler yok muydu? Hayatları ümitle geçmiş, yıllarını millî ümitlerle tüketmiş insanların, bütün ümitlerini kaybetmemeleri lâzımdı. Biz de etmiyorduk. Ulu Tanrıya dayanıyorduk. Tanrı’nm, seni bize bağışlaması için yakarıyorduk. Ve Tanrı’nm, hayatları koru­ makla vazifeli kullarının, kendilerinden şifa bekleyen bir yav­ ruya karşı vicdanları ürperten ilgisizliklerini suratlarına çar­


pacağına inanıyorduk. Evet, biz ümitle çırpınıyorduk. Lâkin her geçen dakika ümidimize yeni bir hançer saplıyordu. Nefes alışın çok sesli bir hale gelmişti. Artık bizi pek tanı­ mıyordun. — Afşıncığım ! diye sana yaklaştığım bir sırada, b^na bağırdın. Herhal­ de beni, iğne yapan veya altını değiştiren ve bu suretle seni rahatsız edenlerden biri sandın. Bir ara bir şarkı söylemeye başladın. O, titreye titreye ileri geri gidip gelen sağ kolunun eliyle de tempo tutar gibi bir şeyler yapıyordun. Dilin ağır döndüğü için, söylediklerin­ den hiçbir şey anlamıyorduk. Acaba ne söylüyordun? Bu, herhalde bir ölüm şarkisiydi. Yahut bana öyle gel­ mişti. Çünkü o dakikalarda ölümden başka bir şey düşünemi­ yordum. Şarkın sona erince biraz sükûnete vardın. Aradan nekadar zaman geçti, bilmiyorum, bir ara yatağından şöyle bir doğrulmak istedin. Yavaş yavaş yastığına yatırdım ve yanak­ larını hafifçe okşadım. Bana bakıyordun. Acaba beni tanı­ yor muydun? Sana bir şey söylesem, cevap alacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Ben, seslensem mi, seslenmesem mi diye düşünüp dururken, birden sen bana sesleniverdin : — Babacığım ! Allaha ısmarladık!. Bu ne demekti? Acaba biraz önce söylediğin ölüm şarkı­ sının bestesiz son kelimeleri mi idi? içimde bir şeylerin koptuğunu, bir şeylerin yıkıldığını hissettim. Artık perde kapanıyor mu idi? Akşam oluyordu. Evden getirilecek bir iki şey vardı. Karanlık basmadan onları alıp getirmek lâzımdı. Seni anne­ ciğinle başbaşa bırakıp hastahaneden ayrıldım, içim bir ezik­ lik, bir sıkıntı, bir gariplik ile dolu olarak yürüyordum. Fa­ külte’nin büyük bahçe kapısından çıkıp Dikimevi’ne doğru ilerlerken hep seni, sen talihsiz Afşin’i düşünüyordum. Ka­


famda sorular birbirini kovalıyordu. Acaba dönünce seni sağ bulamayacak mı idim? O, elini sallayarak söylediğin şar­ kı ne idi? Niçin bana : — Babacığım! Allaha ısmarladık!.. demiştin? Gözlerime dolan yaşlar damla damla yanaklarımdan aşa­ ğıya yuvarlanmaya başlamıştı. Gayret ediyor, kendimi sıkı­ yor, fakat yaşları tutamıyordum. Senin için akan yaşları baş­ kalarına göstermemek için güneş gözlüğümü taktım. Bir oto­ büsle Sıhhiye'ye geldim. Oradan yavaş yavaş Kızılay’a doğru yürümeye başladım. Cadde çok kalabalıktı. Şehir, her günkü ahengini yaşıyor, insanlar oradan oraya akıp gidiyorlardı. Sen, adı hastahane olan bir yerde ölümle pençeleşiyordun. Anneciğin, baş ucunda, ıstıraplara gömülü, fakat ümitli, seni bize bağışlaması için. Tann’ya yalvarıyordu. Ben, bir kara gözlüğün arkasında gizlemeye çalıştığım yaşlarla, bir cenaze arkasından gider gibi ağır ağır yürüyordum. Yolları doldu­ ran bu binlerce insan ise neşe içinde konuşuyor, gülüyor, kah­ kaha atıyordu. îçimde ıstırap, acı, nefret ve kin birbirine karışmıştı. ★ ★ ★ Hastahaneve döndüğüm zaman hava çok kararmıştı. Be­ yaz gömlekli doktorlar odaya girip çıkıyorlardı. Bir ara be­ yaz gömleklilerin sayısı hayli arttı. İntaniye Doçenti de ora­ daydı. — Ne var ? diye sordum. Bağırsağında delinme olup olmadığını tesbit etmek için konsültasyon yapılacağını ve sonra da kan ve­ rileceğini öğrendim. Bir müddet sonra odaya sekiz on kişi doluverdi. Mua­ yenen başladı ve hayli uzun sürdü. Bu işin ustası olduğu an­ laşılan bir beyaz gömlekli, karnının çeşitli yerlerini bastıra


bastıra muayenesini yapıyor, ara sıra diğerleriyle bir şeyler konuşuyordu. O, başı çeken doktor, muayenenin sonunda : — Gözünüz aydın! Delinme yok. Bu, çok mühimdir! dedi. Acaba, bu, gerçek bir müjde mi idi? Sonra o yarım yamalak aletle kan verme işine başlandı. Serom gibi, bu da rahat olmuyordu. Kan fazla gelince alamıyordun. Kanın geri tepmesi, o hava içinde, hiç de gü­ zel görünmüyordu. Vücudun, kanı kabul edip etmemesinin mühim olduğunu söylemişler ve kanı rahatça alışım hayır saymışlardı. Fakat kan, damarlarına, gerektiği mıkdardan daima faz­ la veriliyordu. — Bu, bir mahzur değil mi? diye soruyordum. Ama, doktorlar her şeyin iyisini bili­ yorlardı. Ve biz, iki zavallı, bekliyor, ümitle bekleyip duru­ yorduk. 0 ümit yok mu? Fırtınadan kudurmuş bir denizde tutu­ nabilecek bir dal parçası bile olsş, ümit, yine ümitti. Saat gece yansını bulmuştu. Kan verme devam ediyor­ du. Nefes alışında eskisine göre bir rahatlık meydana gelmiş­ ti. Kan verilmeye başlandıktan sonra intaniye Doçenti : — Nejdet B ey ! Afşin’i yarın sabah daha iyi bulacaksınız! demişti. Bütün bunlar ümidi arttırıcı şeylerdi. Saat, gece yarısını geçtikten sonra, bu ümit verici du­ rumu da dikkate alan annen, bana biraz yatağa uzanma tek­ lifinde bulundu. Son üç geceyi hiç uyumadan geçirmiştim. Bu gece, dördüncü olacaktı. Herhalde yorgundum ama, uy­ kum var da sayılamazdı. Uykuyu düşündüğüm de yoktu. Lâ­ kin, dış görünüşündeki iyilik ve Doçent'in sözleri beni bayağı ümitlendirmişti. Annenin ısrarları karşısında, soyunmadan, yatağa uzandım. Bir müddet sonra dalmışım. Bu dalgınlık nekadar sürdü, bilmiyorum. Annenin : — N ejdet! N ejdet! Çocuk gidiyor! K alk!


feryadıyle yataktan fırladığım zaman, saat üçü çeyrek geçiyordu. Şaşkınlıktan açılmış gözlerime ilk çarpan manzara şuy­ du : Başın hafif sola meyletmiş, ağzın hafif açık ve gözlerin sabit bir noktaya bakmakta.. Deli gibi nöbetçi doktorun odasına koştum. Doktor, bir gün önce akşam üstü, sen ecelle pençeleşirken, bizim kaldı­ ğımız odaya çok yakın nöbetçi doktor odasında iki yılışık hemşireyle kahkahalar arasında dalga geçen asistandı. Çok çabuk gelmesini rica ettiğim halde, sanki inadına yapıyor­ muş gibi, bir manda ağırlığı ile hareket ediyordu. Üstüne atı­ lıp gırtlağını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Böy­ le bir hava içinde odaya geldik. Yine çok yavaş bir hareketle kalb dinleme aletini göğsüne koydu. Bir iki saniye durduktan sonra aleti çekti. Aynı soğuk, aynı yavaş hareketle yorganı yüzüne kadar çekti. Sonra hiçbir söz söylemeden odadan çı­ kıp gitti. Sen artık yaşamıyordun. Kâinat başıma yıkılsa böylesine perişan olmazdım. Anneciğin, sevgili Reşide, bir yandan tekrar tekrar «kelime-i şahadet» getiriyor, diğer taraftan henüz ılıklığını koru­ yan bacaklarını, ayaklarını okşayıp öperek : — Yavrum! Afşmım! diye feryat ediyordu. Tanrı, senin son nefesini verişini bize göstermek isteme­ mişti. Üç gece, sabahı gözünü kırpmadan eden babanın, bu dördüncü gece gaflet uykusuna yatmasının sebebi buydu. Saat üçü on geçeye kadar baş ucunda hareketlerini takip eden annen de, o dakikada bir an dalıvermişti. Bir iki dakika sonra kendine geldiği zaman her şey bitmiş bulunuyordu. Evet, sözle anlatılması mümkün olamayacak kadar kor­ kunç bir gerçek olarak, artık sen yoktun. Ama, bu, düşün­ cesi dahi insanı kahreden gerçekle karşı karşıya bulunduğum o anda, beni bekleyen bir vazife daha vardı. Döğünen, çaresiz­


lik içinde döğünüp yırtınan, feryat eden anneciğinle meşgul olmak.. O ne korkunç ve çıldırtıcı an ve dakikalardı Afşin.. Oda­ nın bir köşesinde, bir ölüm döşeğinde bir sevgili yavru, henüz pembeliği kaybolmayan, yalnız o gök mavi gözleri bir nokta­ ya dikilip kalmış olarak yatıyor; öteki köşede, ikinci yatakta, hayatta tek varlığı olan yavrusunu kaybetmiş talihsiz bir an­ ne çırpmıyor ve taş kesilmiş bir insan şaşkınlık içinde ordan oraya koşuyor. Annen odadan çıkmak istemiyordu. Fakat o korkunç ger­ çek, o kahredici ölüm tablosu ile karşı karşıya durmakta ne fayda vardı? Reşide’yi odadan çok güç çıkarabildim. Anneciğin, bir yandan sel gibi göz yaşları döküyor, bir yandan da başımıza yıkılmış kâinatın acısıyle, onun kadar acı sözler söylüyordu. Bu sözlerin bir kısmı Ulu Tann’ya sitemler, çıkışlardı. Tanrı, seni bize, ne acı günlerde vermişti. Seni ne acılar, ne sıkıntılar içinde büyütmüştük. Böyle bir yuvanın tek deli­ kanlısı haline geldiğin bir sırada, o yuvayı ebedî bir matem evi haline getirip göçüp gitmen ne demekti? Annen, hayata ve kâinata bunun için lânetler ediyor, bü­ tün kalbiyle bağlı olduğu Tanrısına bu acı ile sitemlerde bu­ lunuyordu. Söyledikleri çok acı sözlerdi. Fakat nekdar da li­ rikti !. En taş kalbleri dahi titretecek, en dayanıklı gözlerden dahi yaşlar akıtacak sözler.. Nekadar yazık ki, o sözlerin tek cümlesini dahi aklımda tutamadım. Aklımda kalan, sadece, sözlerin acılığı, tesirliliği, güzelliği ve bir de, perişan bir ru­ hun feryatları olduğu hâlde cümle yapılarının hayret edile­ cek düzgünlüğü oldu. Dakikalarca süren o sözleri tesbit et­ mek mümkün olsaydı, bu mektuplar, darmadağın cümleler­ den meydana gelen bir kitapçık olmazdı. Fakat yazık ki, sade sen sevgili yavruyu, bir tanecik Afşin'imizi değil o güzel, o harikulâde sözleri de, ölüm kadar soğuk o hastahanede bıraktık.


On altı yıl, iki ay, iki günlük dünya misafirliğin, işte, böy­ le başladı, böyle bitti. Halbuki böyle başlamayabilir, böyle de­ vam etmeyebilir, böyle bitmeyebilirdi. Eğer bu memlekette vatanseverlik, ahlâk, şeref gibi insanlık fikir ve meziyetleri hâ­ kim olsaydı, sen, annenin karnında gıdasızlıktan iyi gelişeme­ miş, kalbi arızalı bir yavru olarak doğar ve dertler, üzüntüler, sıkıntılar içinde büyür müydün? Ve yine bu memlekette, dok­ torluk, gerçek hekimlerin de şereflerini gölgelendirecek şekil­ de, bir gelir kaynağı mesleği haline gelmeseydi, sen başkentin ilim yuvası olması gereken Tıp Fakültesi’nde bu şekilde haya­ ta veda eder miydin ve sonradan ölüm sebebin, kulaklara «kalb yetersizliği!» olarak fısıldanır mıydı? Senin bu kara yazın, bu öksüz vatanın da kara yazısıdır. ★ ★ ★ Seni, hastahanenin ölüleri bekletilen yerine kaldırmışlar­ dı. O gecenin geri kalan saatları, ertesi gün ve gece, pazar sa­ bahı orada yattın. Halil Talay Enişten, seni orada gördüğü za­ man fenalık geçirdi. Söylediğine göre, yattığın taşın üzerinde bir ölüye değil, uyuyan bir meleğe benziyordun. Okadar canlı idin. Eniştene baygınlık geçirten de bu canlı halindi. Cenaze törenin de çok hazin oldu. Başta, her yaştan fikir ve dâvâ arkadaşlarımız olmak üzre, seni ve bizi sevenler Hacı Bayram’da toplanmışlardı. İstanbul’dan Sadettin Tezcan Eniş­ ten, Samsun’dan Dr. Tevetoğlu gelmişlerdi. İstanbul’dan Atsız Amcan da gelmişti. Ama, cenazende bu­ lunmaya dayanamayacağını anlayarak bir gün sonra.. Hayatın


nice kasırgalarına göz kırpmadan göğüs germiş; kayalar ka­ dar sağlam bir irade, senin tabutunun arkasından yürümek kudretini kendinde bulamamıştı. Sen, seni sevenlerin ellerinin üzerinde mezara giderken, Amcan, kendisini İstanbul’dan Ankara’ya getiren tirende, son­ radan kabir taşma yazdırdığımız şu ağıtı kaleme alıyordu : V E D Â Ne ümitlerle gelip dünyaya, En güzel ismi takındın: Afşin! Böyle erken bırakıp gitme neden? Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın? Kaldı senden bize bir gamlı sedâ; Bir vedâdır o seda, sade vedâ!.. Tabutuna, çok sevdiğin ve bebeklikten beri yatağının baş ucunda asılı duran Türk bayrağı sarılmıştı. Tabutun, musal­ la taşında iken, bir münasebetsiz, hiç de üzerine vazife olma­ dığı halde, buna itiraz edecek olmuş, fakat Ali Çankaya tara­ fından susturulmuştu. Camideki dinî tören tamam olunca, tabutun omuzlara alındı. Polis K oleji’ndeki talebelerim, kapıdan itibaren iki taraflı saf yapmışlardı. Tabutun onların arasından geçerek iler­ lemeye başladı. Senin, ruhunu ulu Tanrı’ya teslim ettiğin andan beri, göz yaşları dinmeyen anneciğin, dışarda bir arabanın içinde idi. Sevgili Afşin’inin eller üstünde son yolculuğuna çıktığını görünce, arabadan inmek için davrandı. Yanındakiler bırak­ mak istemediler. Fakat tutamadılar. Annen, tarifi imkânsız bir perişanlık içinde yere a tla d ı: — Afşin’im ! Yavrum Afşin’im ! diye feryat ediyordu. Herkesin gözleri dolmuştu.

Sesli


sesli ağlayanlar, hıçkıranlar vardı. En metin dostların dahi gözleri yaşlı idi. Senin için ağlanmazdı da ne yapılırdı? Mezarlıktaki fasıl daha yürekler parçalayıcı oldu. Ne acı­ sına dayanılmaz anlardı o dakikalar.. Annenle baban, iki ka­ ra talihli, kahroluyorduk. Fakat devrilip gidemiyorduk. Bu kara perde sonuna kadar inse de, «arkasında güneş doğma­ yan büyük kapıdan» el ele beraber geçsek, kıyamet mi ko­ pardı? Tabutun, mezar denilen o korkunç çukura indirilirken, annen, senden sekiz on adım ötede hıçkırıyordu. Ben, meza­ rın başında, şuursuz bir yaratık gibi, bir taş parçası gibi sopsoğuk ayakta duruyordum. Her şey tamam olup da, beton ka­ pak üstüne çekilirken, titreyen bir sesle: — Güle güle Afşin! dediğimi hatırlıyorum. Bu, senin hastahanedeki son sözü­ ne cevaptı. Ve sonra, ebedî yuvanın üstüne, ebedî vatanın toprakları atılmaya başlandı. Bu iş de birkaç dakikada tamam oldu. Ar­ tık sen, o «bitmeyen sükûnlu gece» deydin. ★ ★ ★ Annenle hayatta yapayalnız kalmıştık. Artık meyvesiz ve onun için de mânâsız ağaçlardan farksızdık. Bize, çokcukluğundan beri : — Herkesin kardeşi var da benim niçin yok? diye sorardın. Sana, başka birçok şeyler gibi, bunun se­ bebini de liseyi bitirdikten sonra anlatacaktım. Seni, ne güç şartlar altında büyütmeye çalıştığımızı, an­ cak ruh âleminde öğrendikten sonra, niçin birlikte oynaya­ cak kardeşlerin bulunmadığını da anlamış olacaksın. 1944 ihaneti ve sonrası, bu memlekette milliyetçiliğin, kimbilir ne kadar zaman, bir ateşten gömlek olarak kalma­ ya mahkûm olduğunu göstermişti. O büyük ihanet, ağır ya­


ralarla geride bırakıldıktan sonra da, ufuklar, hiçbir zaman, güzel yarınlar ümit ettirecek renklere bürünemedi. Bu yo­ lun şuurlu ve gönüllü yolcuları, ihanetin ve zulmün her tür­ lüsünü göğüslemeye elbette razı idiler. Fakat ya hiçbir şey­ den haberi olmayan günahsız yavrular?.. İşte senin kardeşlerin bunun için olmadı Afşin. Sen, göz­ lerimizin önünde canlı ve acı bir misal gibi dolaşırken, biz, yeni masum yavruları aynı ıstırabın kucağında görmeye na­ sıl cesaret edebilirdik? Bize düşen, Tanrı izin verdiği takdirde, seni, iki üç ço­ cuğun yerini tutabilecek bir er kişi olarak yetiştirmeye çalış­ maktı. Ve eğer kara talih, o nâmert çelmeyi takmasaydı, bu, böyle olacaktı.

★★ ★ Yuvamızı, yıldırım çarpmış gibi perişan eden ölüm ha­ beri memleketin çeşitli yerlerindeki dost ve tanıdıklarımıza yıldırım hızı ile ulaşmıştı. O sıralarda yazı yazmakta oldu­ ğum Kudret ile Ankara’nın diğer iki gazetesinin, Ankara ile Öncü’nün, haberi vermelerinin bunda rolü büyüktü. Evimize, günlerce telgraf ve mektup yağdı. Bize yeniden gözyaşları döktürten telgraflar ve mektuplar.. Dr. Muharrem Ergin, telgra­ fında : «Yıldırımla vurulmuşa döndüm» diyordu. Çilesi dol­ mayan sevgili Said Bilgiç, Yassıada'dan : «Melek tabiatlı Af­ şin’in ufulü dolayısıyle duyduğum teessür hudutsuzdur.» diye başlayan mektubu ile acımıza katılıyordu. Nihad Sami Banarlı: «Onun asil ve temiz ruhunu kendi katına aldığına inandığımız ulu Tann’dan aziz ve temiz Afşin’imiz için büyük rahmet ve mağfiret diler, beklenmez acınızı bütün kalbimizle paylaşırız!» diye bize teselli vermeye çalışıyordu. Darendelioğlu : «Şu an­ da sizi seven ve tanıyanların üzüntüsü sonsuzdur» derken, fi­ kir âilemiz yönünden bir gerçeği dile getiriyordu. Zeki Velidi Togan hocamız, kaybını, «uğradığınız büyük musibet..» diye


adlandırıyordu. Dr. Zarif Bey Amcan, Nazilli'den gözyaşlarıyle kaleme aldığı mektupta : «Aslan gibi, ceylân gibi Afşm’cık sîzleri ve bütün sevdiklerini sonsuz acılara garkederek uçup gitti ha..» diye hayret ve acısını ifade ediyordu. Badriye Yen­ gen, Almanya’dan : «Hayatın tatsız olduğu muhakkak ama, sevgili Afşin’imiz için bu, pek, pek erkendi» diyor ve : «Allah bize bunu revâ görmemeli id i!» demekten kendini alamıyordu. Arif Nihat Asya, Kıbrıs’tan : «Sevinçleriniz sevincim, öfkeleri­ niz öfkemdi; acılarınız acımdir aziz kardeşlerim» diye yazı­ yordu. Bütün dostlar böyle şeyler yazıyorlardı Afşin.. Ve senin için yazılanlara, Toprak dergisinin 73. sayısında­ ki yazılar da eklendi. Amcan’m «V ed â» şiiri, ilk defa orada çıktı. Zeki Sofuoğlu Amca’nm «Afşin’in Ardından» başlıklı yazısı orada yayınlandı. Sofuoğlu, senin için şunları yazıyordu: «Henüz 16 yaşında olmasına rağmen şuurlu vatanseverli­ ği ve milliyetçiliği ile temayüz eden Afşin Sançar..» Heyhat.. Ankara gazetesi istihbarat şefi Metin Kumal’m hazırladığı ölüm haberine, bu satırları ilâve ettirmek «Zeki Açma» na düştü Afşin... Alın yazısı böyle mi yazılmış Afşin? Hayatının ilkbaharını yaşayan yemyeşil bir filiz, gencecik bir fidan iken sen geçip gidecek ve geride kalan bizler, analar-babalar, amcalar-teyzeler, ağabeylerablalar ardından ağlayıp gözyaşı mı dökecektik? Senin için mersiyeler yazacak, siyah çerçeveli ölüm haberleri mi kaleme alacaktık? İncecik, gencecik, körpecik fidan Afşin’imiz! Sen, yal­ nız, çok sevgili «anneciğinin», «babacığının» değil, aynı kut­ lu ülküye bağlanmış büyük bir ailenin de evlâdı idin. Bozkurtlar arasına katılmış «yavrukurt» şendin. Gönüllüler ka­ filesinin, ülkü erlerinin «Genç Osman» ı şendin. Sen, almakta olduğun eğitim ve öğretimle, teneffüs etti­ ğin «Tanndağ» havasıyle, içinde serpilip büyüdüğün «Ötüken» iklimiyle, «çekirdekten yetişme» adsız bir ülkü eriydin. Seni, bir yılımızı beraber yaşadığımız Londra’da daha ya­


kından tanıdım. Sen, Avrupa’da akimı şaşıran, benliğini kay­ beden, millî şuurdan yoksun, aşağılık duygusuna kendini kaptırmış sözde aydınların yüzsüz suratlarına indirilmiş ne kuvvetli bir şamardın! Dünyaya ümanizm, hak ve hürriyet dersi veren hodgâm Avrupahyı o ince zekân ve sağlam millî şuurunla ne güzel anlıyor, anlatıyordun! Senin üç dört misli yaşmda olan sözümona bir yığın münevver, şuur ve muhake­ me yoksulu bir hayranlık içinde dinimizi de, milliyetimizi de, kadîm medeniyet ve kültürümüzü de hor görür, tezyif ve is­ tihfaf eyleme yolunu tutarken, senin millî duyguların âdetâ bileniyor, şuurun çelikleşiyordu. Tevfik Fikret’in oğlu Halûk Avrupa’dan neyi getireceğini bilmemişti, bilememişti. Ama sen, bu aziz vatanın eksiği nedir, neye muhtaçtır, çok iyi an­ lamıştın. Baban ve annenle birlikte, Marylebone’deki Ali Soul’s School’a seni nasıl kaydettirdiğimizi, Oxford Street’teki George West mağazasından mektep üniformanı, lâcivert ceketini, kepini, kaşe pantolonunu, çantanı nasıl aldığımızı bugün ol­ muş gibi hatırlıyorum. Arada sırada mektebe uğrar, seni alırdık. Veya Oxford Circus’taki bir mağaza önünde mektep dönüşü hep beraber buluştuğumuz da olurdu. Mektepteki davranışların, şuurlu bir Türk çocuğunun davranışlarıydı. Mütecaviz İngiliz veletleriyle, Kıbrıslı Rum palikaryalanyle yılmadan mücadele ediyordun. Türkiyeli ve­ ya Kıbrıslı Türk öğrencilere millî şuur telkinlerinde bulunu­ yor, onların şeref ve haysiyetlerini, haklarım koruyordun. Hıristiyan usulünce, avuç avuca ellerini önüne kapayarak dua etmeyi şiddetle red ve müslümanca ellerini yukarıya açarak bildiğin duaları okumakta sonuna kadar ısrar etmiştin. En nihayet, bu ısrarın karşısında, başöğretmenin mecbur kaldı ve seni sabah duasından menetti. Mutaassıp İngiliz, bu farklı dua tarzına bile tahammül edememişti. Hele, kirli yemek masası üzerine yemek çatalını illâ koy­


manı isteyen İngiliz öğretmene verdiğin temizlik dersi. Türk­ lük şuurunun İngiliz gururuna indirdiği ne mükemmel bir dar­ be olmuştu. Sen, her anında Türklüğü, Türklük gururunu ya­ şıyor, yaşatıyordun. Ve Londra’dan şuur ve gururun daha da bilenmiş, daha da berraklaşmış bir Türk çocuğu olarak dön­ dün. Artık çocukluktan ilk gençlik çağma girmekteydin. Sesin çatallanıp kalınlaşmıştı. Sende, bu çağlarını yaşayan ekseri gençlerde görülen terbiye ve ahlâk gevşemesinden, isyankâr lıktan eser yoktu. Bilâkis, gün geçtikçe ve gençlik psikolojisi üzerine her gün biraz daha çöktükçe, bir karakter adamı ha­ line geliyordun. Nitekim, Gazi Lisesi’nde okurken, kaptanı bulunduğun futbol takımına sigara içenleri veya küfür edenle­ ri almıyor; seninle birlikte bulunanlara, muhitine ahlâkî tel­ kinler yapmaktan geri kalmıyordun. Bütün bu küçük, fakat çok mânâlı davranışların, gelece­ ğin hakkında «anneciğine», «babacığına» ve yakın dostları­ na, hepimize ne güzel ümitler vermekte idi. Lâkin, eyvah, şimdi bu güzel ümitler, bir tutam menekşe gibi soldu gitti ; hayal oldu, rüya oldu, geçti gitti! Çekingen, yumuşak, terbiyeli, masmavi bakışlar.. Nârin, bir endam... Ürkek ceylân yavrusu gibi davranışlar... Çocuksu ilk gençlik duyguları... Ve 1960 yılının 5 Kasım Cumartesi saat 3 ü 15 geçe gelip çatan ölüm... Bilmem ki, Azrail, bu taze filizi nasıl kınp kopardın? Bu incecik fidana nasıl kıydın?. Ve kara toprak... Ah, hele sen kara toprak! O şeffaf pem­ be teni, sümbül menekşe gözleri nasıl kucaklayıverdin? Sakın, Afşin’imizi incitme, korkutma, hırpalama kara toprak... Afşm! Anadolu dağlarının zirvesi efkârlı, doruğu poyrazlı, düzlüğü serindir. Dereler, ırmaklar akar Akdeniz’e doğru, Ka­ radeniz’e doğru, Hazar’a doğru. Güller sümbüller açar, bülbül­ ler ötüşür bahçelerinde... Tepeliğinde, yaylağında bozkurtlar; sarpında, uçurumunda alageyikler seğirtir. Günler, aylar, mev­ simler, yıllar gelir geçer... Ay ışıtır, güneş ısıtır bu mübarek


topraklan... İşte sen, «şühedâ gövdesi dağlar, taşlar» la çev­ relenmiş, sıkınca «şühedâ fışkıracak» kutsal topraklarda yatı­ yorsun, şimdi. O topraklar ki, «binlerce kefensiz yatanı» kara bağrına basmış. Alelâde bir toprak değil o... Sonra Afşin, şunu unutma ki, kara topraktan geldik, yine kara toprağa gideceğiz. Bedenler çürür, ufalır, vatan toprak­ larına karışır, gider... Lâkin, ruhlar ebedîdirler. Ve ebediyet diyarında ezelden ebede yaşar dururlar. Şimdi senin sevimli, cana yakın ruhun da orada, o diyardadır. Dedelerin, ninelerin hep oradadırlar. Tarihine şeref ve­ ren anlı şanlı ataların oradalar. Sen ki, tarihini bilen, aslını bilen bir Türk çocuğu idin. Onlan tanımaman, bilmemen mümkün mü? İnan bana Afşin, orada asla yabancılık hisset­ meyeceksin. Bizler de, hepimiz ergeç oraya geleceğiz. Orada buluşacağız. Bizi orada bekle, e mi Afşin?» Ve sonra vefalı dost Refet Körüklü'nün : Yüzün güz yaprağından san ; Peteği terketmiş bal yapan arı ; Ölümün gezinmiş alnında dudakları ; Neden bırakıp gittin Afşin’im Seni senden çok seven Şu ak saçlı dostlan? Yürekler yaralar Afşin’im yasın.. Bayrağa sanlı tabutunla Gönüllerde Afşin’im dalga dalgasın... gibi hazin mısralarla seni andığı «Allahaısmarladık» başlıklı şiiri.. Ve nihayet, kaybından çokaz zaman önce, bize : — Afşin, ne zaman aramıza katılacak?


diye soran üniversiteli ağabeylerinin, ülkümüzün o yiğit çocuklarının,«Kür Şad’ın Torunu İçin» başlığı ile yazdıkları: «Senin için yazdığımız bu ilk yazı, ardından söylenmiş bir ağıt olmamalıydı, Afşm! Sen, tarihî düşmanlarımızla Çin Şeddi önlerinden başlayıp Viyana kapılarına kadar ulaşan mü­ cadelemizin gene hararetlendiği şu günlerde bizi bırakmama­ lıydın.» diye başlayan ve : «Afşin! Kurt başlı bayrağı yüceltmek, bozkurt soyunu muzaffer kılmak için ölenlerin torunu! Onlara selâm götür bizlerden. Deden Kür Şad’a de ki. o dünyada bıraktıklarım sîzlere lâyık olmak, alınlarmdan öpülebilmek için çalışıyorlar. Güle güle git sevgili Afşm.» diye biten ağıtları...


Sana şu son mektubumu yazmakta olduğum sırada, bü­ yük felâketimizin üzerinden iki yıldan çok bir zaman geçmiş bulunuyor. Ve biz, kâinatın daimî akışı içinde, yuvarlanıp gitmeye devam ediyoruz. Senin için yaptırdığımız daireye sensiz girdik. Kitaplığın, odanda, son defa yerleştirmiş olduğun şekilde düzenlenmiş bulunuyor. Bisikletin, üstü örtülü durmakta. Yalnız karyolan yerinde değil. Ve anenle baban, böyle boş bir evde, öylesine mânâsız günler geçirmekteler. Seni toprağa verişimizden üç ay kadar sonra, sağ ba­ cağımın felç oluşu, başka bir dert oldu. Ve kaderin şu acı cil­ vesine bak Afşin : Tedavim, Tıp Fakültesi Fizik-Tedavi Kliniği’nde oluyor. Bu klinik ile senin sağ girip ölü çıktığın İnta­ niye yanyanalar.. Ve ben, iki yıla yakın bir zamandan beri, haftada üç gün, seni mezara götüren o soğuk yapının önünden geçiyor ve hâtıraların bulunan Fizik-Tedavi Kliniği'nde saatlar öldürüyorum. Senin için kaleme aldığım ve Toprak dergisinde yayınla­ nan yazımda : «O, ailemizi ve büyük bir dost grubunu Afşın’sız bırakıp gitmeseydi, kuvvetle umuyordum ki, babasının birkaç yazı yazabilmekten ileri gidemeyen Türklük hizmetini, çok daha faydalı şekilde yapabilecekti..» demiştim. Heyhat ki, senin, milletimize ve vatanımıza borçlu olduğun vazifeyi yap­ maya çalışmak da, artık bize düşmüş bulunuyor. Adına tertiplediğimiz yazı müsabakası, bu vazifenin bir kısmıdır Afşin. Bu müsabakanın birincisi, tahmin ve ümidi-


mizin üstünde bir ilgi gördü. Ve sen, yaşayıp yapamadığın bir kutlu vazifeyi, vatan topraklarına karıştıktan sonra yapmaya başlamış oldun. Senin yaşlarında ve senin yolunda olan kar­ deşlerinden birisi, Memduha Alıcı, bu hizmetini, müsabakada derece alan yazısında ne güzel belirtm işti: «Bu bakımdan bi­ ze böyle, bir yardımda bulunarak asii milletimize lâyık bir gençlik olmak için ne yolda hareket etmemiz lâzım geldiğini, değişik dimağların değişik fikirlerinden faydalanarak bul­ mamızı sağlayan Afşin kardeşimiz, ölümünden sonra bile, yaptığı faydalı işlere devam etmiş oluyor..» Tanrı izin verirse, bu yazı müsabakası her yıl devam ede­ cektir. İlk kitabı bu mektuplar olan «Afşm Yaymlan» da, senin, 14 yaşında gönül verdiğin büyük dâvâya, bir başka hizmetin olacaktır. Bu seride Türk milliyetçiliğine ait kitaplarla edebî, tarihî eserler ve benzerleri yer alacaktır. Tanrı bize birkaç yıl daha ömür verirse, bu serinin, bizden sonra da devamını sağ­ layacağımızı umuyorum. ★ ★ ★ Seni düşünmediğimiz bir an olmuyor Afşm. Gündüz ha­ yalimizde, gece rüyalarımızdasm. Acın, bütün yakıcılığıyle içi­ mizde, Duvardaki büyük resmin, Zeki Sofuoğlu Amcan’m deyi­ şiyle «ürkek ceylân yavrusu gibi» ve «çekingen, terbiyeli, mas­ mavi bakışlar» la, sanki: — Beni niye yaşatamadınız? der gibi hep karşımızda.. Ve dünyada iki garip gibi bırak­ tığın annenle babanın, artık, tek tesellileri, sana, o bilemedi­ ğimiz ebediyet âleminde kavuşma ümidi.. Soframızda da hep bizimlesin. Kahvaltılarda, gözlerinin rengindeki çay bardağın; yemeklerde tabağın, bardağın, çata­ lın, kaşığın hep yerinde.. Yalnız iskemlen gibi bardağın ve ta­


bağın da boş.. Ve bu, hep böyle devam edecek Afşin. Bu boş tabaklar ve bardaklar bir gün ikileşinceye ve nihayet sofrayı kuracak el kalmaymcaya kadar.. Sana daha ne yazayım? Senin bana söylediğin son sözler, benim de sana son söz­ lerim olsun: — Allaha ısmarladık, Afşın’cığım !... Ankara, 16 Mart 1963




A fş in 3

yaşında



Afşin

1 inci

sınıfta



A fşin 23 N isan Bayram ında L o n d ra ’ da B.B.C. nin Tü rk çocukları için te rtip le d iğ i eğlencede

A fşin Cenova’ nm meşhur m ezarlığında, annesiyle





A fşin son yazında..

m

M altep e’ de annesiyle

Wi &

A f ş i n ’ in K ita p lığ ın d a mısra..



Ve son.



İ k i nc i K i t a p

A t s ı z

Yolların

Sonu

(ŞİİRLER )

M ayıs s on la rın d a ç ı k ıy o r

Üçüncü

Türk

Gençliği

Ki t rt p

N asıl

O lm a lıd ır ?

Birinci A fşin Sançar Y a zı Musabakaşı’ncla derece alan ya zıla r. Haziran içinde çıkıyor

AFŞİN

YAYINLARI

Meneviş Sokağı, 8 0 / 4 K avaklıd ere - A n k a r a


O R K U N B A S IM E V Ä° -

A n ka ra

300 K m u ?


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.