Nejdet Sançar
T İİD k
KAHRAMANLARI
•
TÜRK KAHRAMANLARI
Afşin Yayınları. Nu. 4
KARDEŞ MATBAASI - 1965 — Ankara
Nejdet
Sançar
Türk Kahramanları
Afşin
Y a yı nl ar ı
ÖNÜNÇ
İkinci Dünya Savaşı yılları, Türk milliyetçiliğinin hareketli ve hararetli bir devri idi. O yıllarda, Moskof sömürgeciliğinin sinsi silâhı olan komünizmi yayabilmek için çıkan birçok kızıl dergiye karşı, bir hayli da Türkçü dergi yayınlanmakta idi. Çe şitli nesillere mensup vatansever kalemlerin bu dergilerdeki ya.ılarında savundukları millî fikirler, resmî makamların gafle tinden de faydalanan kızılların yıkıcı hareketlerine rağmen, Türklük ruhunun ayakta kalmasında büyük rol oynuyordu. O hareketli ve hararetli devir, Türkçülük saflarında Türklük mücadelesine kalemle de katıldığım ilk yıllardı. Gönlümü alevleyen büyük ateşle, dergilerde yazılar yazıyordum. Haftalık «Çmaraltı» dergisinde yazdığım yazıların bir kısmı Türk soyunun büyük yiğitlerinin bazılarının hayat hikâyelerin den parçalardı. Bunları «Irkımızın Kahramanları» başlığı altın da yayınlıyordum. Maksadım, Türk gençlerinin mayalarında bu lunan kahramanlık cevherinin ateşlenmesine çalışmak ve yar dım etmekti. Dünyayı kasıp kavurmakta olan ateş ve ölüm çem beri karşısında, bizi ayakta tutacak en güçlü silâhın, atalardan kalan kahramanlık ruhu olduğuna ve olacağına inanıyordum. «Çınaraltı»nda yayınlanan bu yazıları, sonradan «Irkımızın Kahramanları» adı ile bir kitapta topladım. Eser, işte böyle meydana geldi. Kitabın, yirmi yıl kadar sonraki bu ikinci basımı, birinci sinden biraz farklıdır. Bu seferkinde, birincisinde bulunmayan birkaç Türk kahramanı daha yer almış, eskilerin hemen hemen hepsinde ufak tefek değişiklikler yapılmış ve bir de kitaba, y i ğitlik hikâyeleri anlatılan kahramanların mensup bulundukları soyun adı verilmiştir. «Türk Kahramanları» adını taşıyan bir kitapta, bütün Türk yiğitlerinin yer alması gerekirdi. Fakat, yüzyılları dolduran ve sayıları gökteki yıldızlar kadar çok olan bir kahramanlar kafi lesini, bir kitapta toplayabilmek, nekadar güç..
Bu kitap, o yiğitler kafilesinin ancak bir parçasını sunuyor. Uçsuz bucaksız bir gül bahçesinden derlenmiş bir demet gibi.. Bununla beraber, tarihlerini dolduran kahramanlık ruhundan bir şeyler almak isteyecek Türk çocuklarının, aradıklarını, bu sayfalardaki yiğitlik hikâyelerinde de bulabilecekleri muhak kaktır.
Ankara, 18 Mart 1965 Nejdet SANÇAR
I l p Er T u n g a Türk tarihi, iki yanı kahramanlık, şan ve ahlâk heykelleriy le süslü uzun ve ulu bir yoldur. Bu yolun her adımında Türkün göğsünü kabartacak, başını dikleştirecek ve üstünlüğünü belir tecek bir kahraman, Türklük için nöjpet beklemektedir. Bu kah ramanların çoğunu, biz, tarihin yolu aydınlatan ışıkları altında görebiliyor, onlardan kafalarımıza bilgi, gönüllerimize güç ve ruhlarımıza iyman alıyoruz. Fakat gözlerimizi bu uzun yolun sonlarına doğru çevirecek olursak, bizden uzaklaştıkça sıklaşan bir sis perdesi ile karşıla şıyoruz. Bugün, bu sis perdesinin arkasını tamamen görmek mümkün olamıyor. Yalnız, bu uzun yolun sağında solunda gez direrek gerilerine çevirdiğimiz gözlerimiz, sislerin her tarafı örtmediği yerlerde yelesi boz bir kurt, bir bozkurt sezmektedir. Bu bozkurt, Türk tarihi denilen şanlı yolun, şimdiki bilgimize göre, ilk bekçisidir. İşte bu kahraman, Alp Er Tunga’dır. Alp Er Tunga, Milâttan önce VII. yüzyılda yaşamış büyük bir kahramandır. O çağlarda, Türkün öz yurdu olan Doğu Türkeli’nde Saka adını taşıyan Türkler yaşıyordu. Saka’lar çok sa vaşçı idiler. Onların başbuğu olan Alp Er Tunga da, bir çok bür yük Türkler gibi, savaşçı bir yiğitti. Tarihin ışığı, Türkün ilk anayurdu olan Doğu Türkeli’nin Milâttan önceki VII. yüzyılını iyice aydınlatamadığı için, o kahraman Türkün biz bugünkü to runları, bu en eski yiğit atamızı iyice tanımıyor; Alp Er Tunga nasıl yaşamış, nasıl savaşmış, bunları gerektiği kadar bilemiyo ruz. Yalnız kısaca bildiğimiz şudur ki, bu kahraman başbuğ Turan-İran savaşlarında Turanlı Türklerin başında bulunmuş, Turan’ın büyük düşmanlarından İran’a karşı Türklük namına za ferler kazanmış ve bu düşman milletin topraklarını orduları ile birkaç kere çiğnemiştir. İranlılar, bu Türk kahramanına karşı savaş alanlarında hiç bir başarı elde edememişler, ancak onun
orduları önünde dize gelmişlerdir. İranlIların başarısı, hiyle y o luna saptıktan sonradır. Turan’m bu eski fakat beceriksiz düş manları, erlik alanlarında alt edemedikleri Türk kahramanını, Milâttan önce 624 te hiyle ile şehit etmişler ve Turan’ı kendile rine yakışan bu başarı ile, başsız bırakmışlardır. Alp Er Tunga hakkında bildiklerimiz, işte bundan ibarettir. Fars şairi Firdevsi, İranlıların destanı tarihi olan Şehname’de, bu Türk kahramanından çok bahseder. Türklerin A lp Er Tunga, Buku Han veya Buka Han adlarını verdikleri bu en pski kahraman atamıza, İran şairi Afrâsiyâb demektedir. Şehname’de Turan-İran savaşlarını, Farslar lehine büyük bir mübalâğa ile anlatmış olan Firdevsi, Türk saraylarında Türklerden lûtuflar gördüğü halde Türk düşmanlığı yapan bu şair, eserinin birçok yerinde Türklerin ve Türk başbuğu Alp Er Tunga’nın kahra manlığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Alp Er Tunga’nm nasıl büyük bir kahraman olduğunu, Şehname’nin mısraları arasından bulup çıkarmak hiç de güç değil dir. Milletini yükseltmek için eserini mübalâğalarla dolduran Firdevsi, Alp Er Tunga’nm İran’ı dize getiren zaferlerini gizleyememiştir. Şehname’nin yaadığı bu Türk zaferlerini gerçeğin tamı değil, bir parçası saymak yanlış olmayacağına göre, yiğit Alp Er Tunga’nm büyüklüğünü hayalimizde canlandırmak ko laydır. Tarihî şahsiyetini tam olarak bilemediğimiz Alp Er Tunga’nın nasıl büyük bir kahraman olduğunu bize anlatan ikinci bir eser, Türk bilgini Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügat it-Türk'üdür. Kaşgarlı Mahmud’un 1077 de tamamlanmış olan bu eserin de, Karahanlılar çağında Türkler arasında söylenen bazı şiir ör nekleri vardır ki, bunlardan birisi de Alp Er Tunga için söylen miş bir sagu’ ( = mersiye) dur. Alp Er Tunga, Milâttan önce VII. yüzyılda yaşamış bir Türktür. Karahanlılarm Doğu Türkeli’nde hâkim oldukları devir ise, Milâttan sonra X . Yüzyıldır. Arada ki zaman farkı düşünülürse, Karahanlılar çağında Alp Er Tunga için söylenen sagu, bize bu en eski büyük atamızın şahsiyeti hak kında yeter derecede fikir verir. Eğer Alp Er Tunga, Doğu Türkeli topraklarının büyük, çok büyük bir kahramanı olmasaydı, ölümü üzerinden bin beş yüz yıl gibi bir zaman geçtikten son ra, adının ve hâtırasının yaşaması mümkün olur muydu? Kah-
Alp Er Tunga öldi mü? Isız ajun kaldı mu? Ödlek öçin aldı mu? Emdi yürek yırtılur. Kahramanlığa âşık Türk milleti, gönlünü ençok yiğitlikle re ve yiğitlere verdiği içindir ki, bu ilk kahraman atasını -ara dan her şeyi unutturacak kadar büyük bir zaman geçtiği haldegönlünde yaşatmış, yüzyıllarca sonra: «Alp Er Tunga öldü mü, kötü dünya kaldı mı, zaman öcünü aldı mı, şimdi yürek parça lanır!» diye ağlamıştır. Dünyada hiç bir kahraman gösterile mez ki, hâtırası bu kadar uzun zaman yaşamış bulunsun! Alp Er Tunga, büyük bir kahramandır. Karahanlıların ken dilerini onun soyundan saymaları da bu kahramanlıktan bir şeyler elde etmek için olsa gerektir. Tarihin ışığı, geçip geldiğimiz şanlı yolun sonlarındaki bu en eski atayı, bu ilk bozkurtu bize tamamen gösteremiyorsa da, bu, okadar önemli değildir. Alp Er Tunga; Kür Şad’larm, Çengiz’lerin, Yavuz’ların, Topal Osman’ların ve diğer binlerce Türk kahramanının ulu atası olan yiğittir. Bu yiğit, Türklüğün da yanaklarından biri olan mânevi kahramanlık anıtının en üst basamağında oturmakta ve oradan, sisler arasından, efsanelerle karışık kişiliği ile, Türk dünyasına bakmaktadır.
Tsmris Tarihimizin sayısız erkek kahramanları arasında yiğit adını almayı haketmiş Türk kadınları da vardır. Kahramanlık yerleri olan savaş alanlarında düşmanlarla erler gibi vuruşan, milletleri ve şerefleri için kanlarını akıtmayı göze alabilen bu kahraman ların en eskisi, Milâttan -önce VI. yüzyılda yaşamış olan Tomris’tir. Asıl adının Demir olması gereken, fakat eski Yunanlı tarih çilerin Tomiris veya Demurus şekillerinde adlandırdıkları bu kadın, Peçenek Türklerindendi; Onun, taşıdığı ad gibi bir demir ■olduğunu, tarihin satırları arasından çıkarmak güç olmıyor: Milâttan önce VI. yüzyılda, Türkeli’nde Saka v e Peçenek Türkleri bulunuyordu. Aynı çağda İran’da da Ahamenid sülâlesi vardı. Bu sülâle zamanında İran orduları doğuya doğru ilerleye rek Türklerle birkaç yol çarpışmışlardır. Bu çarpışmaların en büyüğü, Tomris’in Peçenek’lere başbuğ bulunduğu sırada yapı landır. Ahamenid’lerden Kirus, önce Saka’larla vuruşarak onları yenmiş, Doğu Türkeli’nin batı topraklarının güney parçalarını ele geçirmişti. Bu savaşlardan on yıl kadar sonra Kiros, Peçenek’lerle de çarpıştı. Bu savaşın sebebi, Kirus’un, Peçenek hü kümdarı Tomris ile evlenmek istemesi ve Peçenek’lerin kadın başbuğunun bu isteği geri çevirişidir. İran hükümdarı, gururunu ayaklar altına alan bu komşu kadın hükümdarından öç almak için ordularını doğuya sürünce, tarihin Türk-İran savaşlarının en kanlılarından biri olan bu büyük çarpışma yapılmıştır. Doğuya doğru yürüyen Kirus, önce Tomris’in oğlunun buyru ğundaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozdu. Tomris’ in oğlu, düşmana yenilmenin acısı ile kendini öldürdü. Bu çar pışmayı böylece kazanan Kirus, zaferlerine bir yenisini eklemek hülyası ile Tomris’in kumandasındaki asıl Peçenek ordusu üze rine yürüdü. Sonucu ortaya koyacak bu çarpışma pek kanlı oldu.
İM ordu, önce yakın mesafeden oklaştılar. Bu oklaşma okadar korkunç oldu ki, iki taraftan yaralanmayan pekaz savaşçı kaldı. Bu kanlı başlangıçtan sonra, ordular mızrak ve kılıçlarla birbir lerine girdiler. Göğüs göğüse yapılan bu sert vuruşma, kavganın sonunu çabuk getirdi. Yalnız kahramanlığın, askerlik kabiliye tinin ve zekânın hâkim olduğu her vuruşmada olduğu gibi, bun da da kahramanlık, askerlik ve zekâda üstün olanlar ağır bastı lar. Peçenek’ler okadar kahramanca, o derece sert vuruştular ki İran ordusunun büyük kısmı, bu korkusuzca saldırışların sonu cunda topraklara serildi. Tomris’ten öç almaya gelmiş bulunan Kirus da savaş alanında kaldı. İran ordusunun bu büyük boz gunu sadece tarihimize bir zafer katmakla kalmıyor, mağrur Türk düşmanlarına tarihî bir ders de vermiş oluyordu. Kirus, hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Peçenek ordusunun kahraman kadın başbuğu Tomris, yokettiği düşman ordusunun askerleriyle birlikte toprağa serilmiş kumandanına, bu kan akıtıcılığından dolayı hakettiği bir muamelede. bulundu. Kirus’un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak: «Hayatında kan iç meye doyamamıştın, şimdi doya doya iç!» dedi. Tarihin, Tomris’in zaferi hakkında verdiği bilgi bukadardır. Bir düşman ordusunu yenmek ve onun başındaki insanı top rağa sermek, şüphesiz, rastlanmamış şeylerden değildir. Ancak, bu savaşın şartları düşünülürse, Tomris’in kahramanlığının bü yüklüğü anlaşılır. Kirus, kudretli devrinde olan bir devletin bü yük ordusunun kumandanı; Tomris ise bir milletin sadece bir kolunun başbuğudur. Sonra unutmamak lâzımdır ki, yenilen or dunun kumandanı erkek, yeneninki kadındır. Tomris’in, savaşı, düşman bir devletin hükümdarı ile evlenmemek için yapmış ol ması da en önemli tarafıdır. Yani o, damarlarındaki kanın başka kanlarla karışmış olarak devam etmemesi için, o kanın hepsini akıtmayı göze alarak savaşa yürümüştür. Böyle bir kadın, ka zansa da, kazanmasa da, elbette ki kahramandır. Tomris, üste lik kazanmıştır da.. Bu bakımdan, Türk kızları için, ne güzel bir örnektir? Damarlarında onun kanını taşıyan Türk kızlarının tarihin karanlıkları arasında bir yıldız gibi parlayan bu demir yürekli kahramandan alacakları çok şey yardır.
Mete Tarihin ilk çağlarından bugüne kadar, dünyanın geniş top rakları üzerine yayılmış olarak görülen Türk milleti, çok zaman dağınık, birbirine karşı ilgisiz ve hattâ arasıra birbirleriyle vuruçan kuvvetler halinde yaşamış, fakat bazan da çelik iradeli oğullarından birisinin gayreti ile birleşip bir bütün olmuştur. Bugünkü bilgimize göre milletimizi, tarihte ilk olarak bir araya toplayan kahraman ve dâhî’ Mete’dir. Yani, daha doğru bir oku nuşla kendisine Motun da denilebilen bu büyük yaratılış, Türk ülküsünü gerçekleştiren başbuğlarının birincisidir. Tarih, onun, bu büyük başarısın hikâyesini şöyle anlatıyor: Milâttan önce m . yüzyılın sonlarında, Moğolistan’da, Kun adını taşıyan Türkler oturuyordu. Kunların başı, Tuman idi. Tuman’ın oğlu Mete, veliaht bulunuyordu. Mete’nin bir üvey anası ve Tuman’ın bu kadından bir oğlu vardı. Üvey ana, Mete’nin veliahtliğini kıskanır, bu yere kendi oğlunun geçmesini isterdi. Fa kat gelenek buna engeldi. Hırslı kadın, veliahtliği oğluna kazanmak için bir pilân kur du. Pilân şuydu: Tuman’ı kandırıp Mete’yi Yüeçilere rehin göndertmek, sonra savaş açtırıp Kun veliahtinin, komşuları tarafın dan öldürülmesini sağlamak.. Tuman, karısının bu hiylesine kandı. Oğlunu gönderdikten bir müddet sonra Yüeçilere savaş açtı. Yüeçiler, ilk iş olarak Kun veliahtini yoketmek istediler. Fa kat Mete, daha çabuk davranarak komşularının eline düşmedi, Kun ülkesine kaçtı. Tuman, oğlunun kurtuluşuna sevinerek kendisine on bin ça dır halkı verdi. Mete ise babası, üvey anası ve üvey kardeşine karşı büyük bir öç beslemeye başlamıştı. Bu öç duygusu ile, ken disine verilen on bin çadır halkından on bin kişilik bir ordu yap tı ve bu orduyu görülmemiş bir disiplinle yetiştirmeye başladı. Mete, ordusundaki disiplinin derecesini anlamak için, onları bir-
Ttaç kere sınadı. İlk olarak kendi atına ok atıp bütün askerlerinin •de aynı işi yapmaları buyruğunu verdi. Erlerinin bazısı bunu gö ze alamadı. Mete, ordusundaki disiplinin istediği dereceye çık mamış olduğunu görüp o askerleri vurdurdu. Bir müddet sonra ikinci bir sınamada bulundu. Bu seferki buyruk pek ağırdı. Veli aht, okunu sevgilisine atmıştı, erleri de karılarına atacaklardı. Dehşet içinda kalan bazı askerler, buyruğu yerine getiremediler. Mete, bunları da vurdurdu. Daha sonra yapılan sınama, Mete’yi sevindirdi. Çünkü babasmm atma ok atmaları için verdiği buy ruk, bütün ordu tarafından yerine getirilmişti. Veliaht, ordu sundaki disiplinin tam olduğunu görerek babasının üzerine yü rüdü, yapılan çarpışmada onu bozdu. Tuman’ı, üvey anasım ve kardeşini öldürdü. Milâttan önce 209 da babasının tahtına oturdu. Disiplinin askerlikteki yerini günümüzden yirmi iki yüzyıl önce anlamış olan Mete, Kun hükümdarı olduğu vakit, Doğu Moğolistan’daki Tung-hu’lar çok kuvvetli bulunuyorlardı. Tunghu hükümdarı, kendi kuvvetinden, Kunların güçsüzlüğünden ve yeni başbuğun tecrübesizliğinden faydalanmak fikrine düşerek, savaş bahaneleri aramaya başladı. Bunun için de Kunlara bir el çi gönderdi ve Tuman zamanından kalan çok değerli bir atın ken disine verilmesini istedi. Mete, beğlerini toplayıp komşu hüküm darın isteği hakkında düşüncelerini sordu. Beğlerin çoğu, «Kunların hâzinesi» diye tanınan bu atı vermemek düşüncesini ileri sürdüler. Fakat Mete, bir komşudan bir atın esirgenemeyeceğini söyledi ve at gönderildi. Bu hareketi Kunların korkusuna veren komşu hükümdar, yeni bir elçi göndererek bu sefer Mete’nin karılarından birisini istedi. Mete, yine beğlerini topladı. Beğlerin hemen hepsi, bu is teği büyük bir vicdansızlık sayarak elçiyi kovmak fikrini ileri sürdüler. Mete ise, bir komşudan bir kadının esirgenemeyeceğini bildirdi. Kadın gönderildi. Büsbütün şımaran Tung-hu hükümdarı, üçüncü defa olarak kendi devleti ile Kunlar arasında bulunan boş ve ıssız bir toprak parçasını istedi. Mete yine beğlerini topladı. Beğlerden birkaçı hiçbir işe yaramayan bu toprak parçasını vermekle vermemek arasında büyük bir fark olmadığını söylediler. Mete, bu fikri bü yük öfke ile karşıladı. At ile kadın, kendisine ait şeyler olduğun dan vermiş, bir at veya aşkı için Kunları güçlü düşmanlan ile
tehlikeli, bir savaşa sokmak' istememişti. Fakat toprak, devletinv temeli ve milletin şerefi idi. Toprak verilemezdi. Vermekle ver memek. arasında fark göremeyen beğlerin başlarını vurduran Mete, ansızın Tung-hu’ların üzerine yürüdü. Gafil avlanan Tunghu hükümdarı yenilerek yurdunu Mete’ye kaptırdı, kendisi de öldü. i Doğudaki tehlikeyi, böylece yoketmiş olan Mete, daha sonra Yüeçiler üzerine yürüdü, onları da yendi. Türkleri bir bayrak. altına toplamak isteyen Kun başbuğu, birtakım beğliklere boyun eğdirdikten sonra, Çinlilerin vaktiyle Türklerden zaptetmiş ol dukları toprakları da geri aldı. 300.000 kişilik bir orduya sahip olan Mete, bu suretle Asya’nın en güçlü devletini kurmuş oldu. Mete, bu savaşlarla kuzeydeki Türk birliğini kısmen kurmuş bulunuyordu. Fakat o, asıl, Çinle hesaplaşmak ve onun işini bi tirmek isteğinde idi. Ve sonunda bu istek yerine geldi. Asya’nın bu iki büyük devleti karşılaştığı zaman KunlarMete’nin, Çinliler ise hükümdar Kao-ti’nin buyruğunda bulunu yorlardı. Çin imparatoru, Türklerin kuvvetlerini iyice anlayabil mek için, Mete’nin karargâhına casuslar göndermişti. Bunun far kına varan Mete, casusları aldatan bir pilân kurdu. Karargâhın da hasta askerlerle sıska atlar bırakarak, asıl seçme ordusunu gizledi. Çinli casuslar bunun farkına varamayarak, durumu im paratorlarına olduğu gibi bildirdiler. Bunun üzerine Kao-ti, or dusu ile ilerledi. Fakat zafere gittiğini sanırken, kendini bekle yen tuzağa düştü. Mete, Çin ordusunu parçaladıktan sonra Kao-ti’yi bastı, kuşattı. Kuşatma yedi gün sürdü. Bu müddet içinde kumandanlarından hiçbir yardım alamayan imparator,. Mete’nin karısına gizli adamlar gönderip durumunu yalvarmak la kurtarmaktan başka çare bulamadı. Bu sıralarda bir iki kumandanınının hareketinden kuşkulanmakta olan Mete, karısı nın sözlerinin de tesirinde kalınca kuşatmayı gevşetti. Ele geç mek üzre olan imparator da bundan faydalanarak Türk kıs kacından kurtulup kaçtı. Az sonra barış yapıldı. Çinliler, Kunlara her yıl kumaş, şarap, pamuk, pirinç ve ipek vergisi gön dermeyi kabul ettiler. Mete, Çinlileri ürküterek, onlarla hep barış halinde yaşamış, imparatordan hep vergi almış, buna rağmen Çin’e karşı yapılan.
Türk akıtılan eksik olmamıştır. En büyük düşmanı Çin ile barı şın devam ettiği saralarda, Kun başbuğu, Türkleri bir bayrak al tına toplayacak olan seferlere başlamış, yirmi altı Türk beğliğini' hükmü altına almak suretiyle Japon Denizi’nden Yayık Irmağı’na ve belki de daha ötelere kadar uzanan bir devlet kurmuştur. Mete, Milâttan önce 174 tarihinde gözlerini kapadığı zaman Asya’nın en güçlü devletinin ve birleşmiş Türk milletinin başı bulunuyordu. Bu sıralarda Türkler, Çinlilerin ancak bir vilâyet leri kadar bir nufusa sahiptiler. Fakat o koca memleketten vergi alıyorlardı. Türklüğü her bakımdan bu üstün duruma ulaştıran büyük kahraman, büyük asker ve büyük dâhi Mete’dir.
Çiçi Türk kahramanlarından bazıları bütün milletimizin ve hattâ bütün dünyanın tanıdığı kimselerdir. Bazıları ise, adları ve hayatları, tarih sayfalarında gizli kalmış olduğundan pek tanınmayan, pek bilinmeyen kahramanlardır. Çiçi, İkincilerden bir ulu Türktür ki, Milâttan önceki çağların sayılı büyüklerin den biri olarak, tarihin az okunmuş sayfalarının şeref tahtları nın birisinde oturmaktadır. Çiçi, Kun Türklerindendir. Kun tarihinin karışıklıklar çağı olan Milâttan önceki I. yüzyılın son yarısında yaşamıştır. Ha yatı savaşlar içinde geçen ve savaşlar içinde son bulan bu kah raman hakkında bildiklerimiz şunlardır : Milâttan önce 58 de bir iç savaşından sonra Kun tahtına oturan Huhanşa, yanlış bir hareketle işe başlamıştı. Bu hare ket, kendinden önceki yabgunun küçük kardeşi olan batı beğlerbeğini öldürtmek istemesidir. Huhanşa’nın bu yanlış hare keti Kun ülkesini karışıklık içinde bıraktı. Yirmi yıl kadar sü ren bu kargaşalıklar çağında taht için birçok rakipler çıkıp birbirleriyle savaştılar. Huhanşa, bunlardan çoğunu çabuk altetti. Fakat büyük kardeşi olan ve töre gereğince tahta oturması ge reken doğu beğlerbeğisinin kendisini Çiçi adı ile hükümdar ilân ■etmesi, ülkeyi uzun zaman için ikiye bölmüş oldu. Çiçi, başbuğluğunu ileri sürerek ortaya çıktıktan sonra, ölü müne kadar birçok savaşlar yaptı. Büyük bir kahraman olduğu kadar iyi bir asker de olan Çiçi, savaşlarda hep üstün geliyordu. İlk önce 54 tarihinde rakiple rinden biri ile vuruştu. Onu Çiçi’nin üzerine, Türk birliğini büs bütün bozmak düşüncesiyle, Çinliler göndermişti. Çiçi, savaşı kazanarak kendisini altetmek isteyen rakibini öldürdü. Bundan sonra kardeşi Huhanşa’nın üzerine yürüdü. İki kardeşin ordu ları çok sert çarpıştılar. Neticede Çiçi kazandı, kardeşi kaçtı. Çiçi, bu zaferiyle hükümdarlık şehrini de ele geçirip bütün Kun ülkesinin başı oldu.
Bu bozgundan sonra, Huhanşa’nm beğlerinden birisi,, yenil miş hükümdara Çin’e tâbi olmak ve onlardan görülecek yar dımla başkenti yeniden ele geçirmek teklifinde bulundu. Huhanşa, kurultay topladı ve tahtı kendisine yeniden kazandıracak bu fikri ileri sürdü. Fakat beğler, Çin’e tâbi olmak düşüncesini be ğenmediler. Büyük bir millî şuurla dediler k i : — Kanlar, Çin’in önünde dize gelip tutsak olamaz. Kun dev letinin temeli at üzerinde savaşmaktır. Bunun içindir ki komşu devletler bizden korkuyor. Temeli kahramanlık olan ülkemizde yiğitlerin sonu gelmiş değildir. Şimdi bizde iki kardeş taht için vuruşmaktadır. Ta biri, ya öteki kazanacaktır. Böyle vuruşma larda ölmek bile bir şereftir. Atalarımız başka milletler üzerin de hâkimdiler, torunlarımız da hâkim olacaklardır. Çinliler bu gün bizden güçlüdürler. Ama Çin nekadar güçlü ve büyük olur sa olsun, Kun ülkesinin hepsini yutamaz. Onlara tutsak olmak, atalarımızın ruhlarını incitmek ve kendimizi komşu milletler, yanında küçük düşürmektir. Niçin atalarımızın koyduğu töre lerden ayrılalım? Çine tâbi olursak ülkemizde belki kargaşalık lar sona erecek, fakat biz bundan sonra başka milletler üze rinde hâkim olamayarak istiklâlsiz yaşayacağız.» Beğlerin bu çok güzel ve doğru düşüncesine rağmen, Huhanşa, Çin’e tâbi oldu. 51 de Çin imparatorunu ziyarete gitti, pekçok armağan aldı. Bu sıralarda Çiçi, eski Kun imparatorluğunu diriltmeye ça lışıyor, bunun için savaşlar yapıyordu. Kardeşinin, Çin önünd# dize gelmesi, onu yolundan çevirmemişti. Çiçi, bu yolda ilk savaşını batıda hükümdarlığını ilân eden bir prensle yaptı. Onun üzerine yürüdü. Çarpıştılar. Çiçi üstün geldi. Öteki toprağa düştü. Bundan sonra Usun beğinin ordusü ile vuruştu, onu da yendi. Daha sonra batı kuzeye yürüdü. Ora daki boylara gücünü tanıttı. Eskiden de Kunlara tâbi bulunan bu boylar, Çiçi önünde boyun eğmekte gecikmediler. Çiçi, bu başarılarından sonra karargâhını Kırgız ülkesinde kurdu. Ama oturup kalmadı. Kanklılar kendisini çağırmışlardı. Buna sevinerek ordusu ile bu ülkeye gitti. Fakat dondurucu bir soğuk yolda ordusunu kırıp geçirdi. Ancak 3.000 kişi sağ kaldı. Çinliler; savaşan,. kazanan ve Kun birliğini kurmaya uğra şan Çiçi’nin, kendileri için büyük bir tehlike olduğunu biliyor lardı. Onu içerden vurmak istemişler, istediklerini elde edeme
mişlerdi. Bu işi kendi orduları ile yapmaktan başka çıkar yol yoktu. Zaten Çiçi, bir Çin elçisini öldürmüş, ortaya bir sebep de koymuştu. Bunu fırsat sayan Çinliler, 60.000 kişilik bir ordu hazırlayıp gönderdiler. Çiçi, Çinden çok uzaklarda olduğundan tedbir almadan otu ruyordu. Bir gün oturduğu şehrin düşman tarafından kuşatıl dığını görünce, hiç beklemediği bu olay karşısında şaştı kaldı. Çin ordularının oralara kadar geleceğini hiç ummamıştı. Onlara ne istediklerini sordu. Teslim olup Çin’e gitmesini söylediler. Savaş gücü yerinde olan savaşçı bir Türk nasıl teslim olabilirdi? Çiçi, bu teklifi geri çevirdi. Çinliler şehri hemen kuşattılar. Kalenin dıvarlarında Çiçi’nin beş renkli bayrağı dalgalanı yordu. Sağ kaldığı müddetçe dalgalanacaktı da.. Burada tarihin en kanlı savaşlarından biri yapıldı. Bir ta rafta 60.000 Çinli, öte yanda bir avuç Kun Türkü vardı. Bu bir avuç Türkten bir atlı kolu, kendilerini kuşatanlara karşı bir sal dırış yaptılar. Çinliler dayandı ve vuruş sonunda atlıları kaleye attılar. Savaş bütün gün sürdü. Gece de durmadı. Kunlar gece karanlığında bir kere daha saldırdılar. Fakat büyük Çin ordusu nu söküp atamadılar, yine kaleye çekildiler. Ertesi gün döğüş pek şiddetlendi. Kunlar, kadınları ve ço cukları ile birlikte ve kahramanca vuruşuyorlardı. Düşen kalı yor, ayaktakiler, yaralı da olsalar savaşmaya devam ediyorlardı. Çiçi de yüzünden yaralanmış, ama döğüşü bırakmamıştı. Uzun zaman süren bu kanlı döğüşün sonunda, düşe düşe sayıları azalan Kunlar, kaleyi düşmanlarına bırakmak zorunda kaldılar. Ama döğüş yine bitmedi. Şehrin içindeki bir saraya çe kilen çoğu yaralı bir avuç kahraman, yiğitçe çarpışmalarına ora da da devam ettiler. Kınla kırıla sayıları pekaz kaldığı halde yine de teslim olmuyorlardı. Üstelik Çinliler şehre ateş de ver miştiler. Lâkin Çiçi ve yanındakiler, yaralar içinde oldukları halde, vuruşu yine bırakmadılar, sonuna kadar boğuştular. Çin ordusu savaşı kazandığı zaman, ortada vuruşabilecek bir tek Türk kalmamıştı. Kunlardan 1518 kişi ölmüş, 145 bahtsız tutsak edilmişti. Bu kahramanlar alayının başı Çiçi de şehitler arasında idi. Buyruğundaki kadınlar, çocuklar ve erlerle birlik te o da toprağa düşmüştü. Fakat, Türklüğün şanı bri yol daha yüceldikten, Türkün baş eğmezliği ve kahramanlığı en par ak bir örnek kazanıp Türk tarihine bir kahramanlık destanı dah? ekledikten sonra...
itilâ Kısa bir boy, geniş bir gövde, büyük bir baş, seyrek bir sa kal, esmer bir ten, keskin bakışlı bir çift göz.. Tarih, bütün ba tıya korku salan ve düşmanlarını dize getirip Türk adını A v rupa’da yıllarca şerefle gezdiren Atilâ’yı bize böyle tanıtıyor. Atilâ, dünyanın büyük imparatorluklarından birisini kur muş bir Türk hükümdarıdır. Bu başarıyı, hayatının büyük kıs mını kavga meydanlarında geçirerek elde etmiştir. Onun kur duğu, Avrupa’nın büyük parçasını içine alan bu imparatorluk, Türklerin anayurt dışı devletlerinin en önemlilerinden birisidir. Atilâ, Kun Türklerindendir. Bu suretle Kunlar, milletimizi tarihte ilk defa birleştiren Mete’den ve Türk birliği yolunda şehit düşen Çiçi’den sonra, Atilâ ile, üçüncü bir kahraman daha vermişlerdir. Bu yeni kahraman, Türk ordularını Paris’e kadar yürütmek ve İtalya yarımadasında dolaştırmak suretiyle, Türk tarihine yeni şanlar kazandırmıştır. Atilâ’nm Avrupa’ya yaptığı akınlar, cihan tarihinin en büyük olaylarındandır. Bu akmlarla Türk adı, Avrupa ufuklarında bir kasırga gîbi dolaşmış ve Atilâ ordularının saçtığı dehşet sonu cunda, Avrupalı milletler, Tanrı’dan korkar gibi Türk adından da korkar olmuşlardır. 442 tarihinde Bizans üzerine yürüyüp Trakya’yı çiğneyen ve düşmanlarını barış yaparak haraç vermeye mecbur bırakan Atilâ’nm en büyük akmlarından birisi, batı seferidir. Atilâ, bu seferi 451 de yapmıştır. Avrupa’yı yerinden oynatan bu seferde, Kun hükümdarı, eline geçirdiği yerlerin askerlerini de alarak, büyük bir kuvvetle ilerlemiş ve Paris yakınlarına kadar ulaş mıştır. Atilâ’nın bir çığ hızı ile ilerleyen ordusunu durdurabil mek için, Avrupa, birleşmek ve bütün kuvvetlerini bu selin önüne atmak zorunda kalmıştır.
Tarihin bu ünlü savaşını yapan iki ordu, Paris yakınların daki Şalon’da karşı karşıya geldikleri zaman, Atilâ’nm buyru ğunda savaşçı Kunlardan' başka Ostrogotlarla zaptedilmiş diğer ülkelerin askerleri yer almış bulunuyordu. Batılılar ise Roma ve Vizigot ordularına katılan diğer kavimlerin askerleriyle, bü tün maddî güçlerini bir araya getirmiş olarak savaş alanına yü rümüşlerdi. Türklerle Romalıları ve yardımcılarını göğüs göğüse çar pıştıran bu savaş çok kanlı oldu. Atilâ, buyruğundaki yabancı ların büyük bir varlık gösteremedikleri savaşta, kendi Kunları ile Romalıların üzerine yürüyerek kanlı bir boğuşmadan sonra onları geri attı ve duruma hâkim oldu. Savaş akşama kadar sürdü. İki taraf da büyük kayıplar verdiler. Bu kayıplar, gerek Romalılarla yardımcılarını ve gerekse Kunları yeniden saldır maktan alıkoydu. Ve Got kıralı savaş yerinden çekilip gidince Atilâ da geri döndü. Atilâ, sonu alnımayan, fakat bütün Avrupa’yı dehşet içinde bırakan bu savaştan az sonra, Roma üzerine yürüdü. Kun hü kümdarı, Romalıların savaştaki beceriksizliklerini biliyordu. Şa lon’da yenilmemiş, fakat -yenememişti de.. Bir Türk kumandanı için düşmanını savaşta tepeleyememek başrısızlıktı. Atilâ, bu başarısızlığın öcünü, düşmanlarından almak istiyordu. Bu sefer hesabı tam görmek isteği ile, Atilâ, ordularını İtal ya’ya sürdü. V e hiçbir engele rastlamadan Roma’ nm Aquila şeh rine kadar geldi. Burada sert bir çarpışma oldu. Atilâ, korunma durumu pek elverişli olan şehri, kalenin dıvarları altına yığdır dığı eğerlere ateş verdirerek onları zayıflattıktan sonra, bir sal dırışla ele geçirdi. Aquila’mn düşmesi, Roma şehirlerinin kapılarını Türklere açmalarına sebep oldu. Artık Atilâ, Roma topraklarında askeıî yürüyüş yapar gibi ilerliyordu. Roma, Türk ordularının önünde duramayacağını anlamıştı. Bizans’ın yaptığı gibi, Türk gücü önünde dize gelmekten başka çare yoktu. Roma’yı Kun ordularının ayağı altında çiğnemek ten ancak bu kurtarabilirdi. Romalılar, bu son çareye başvurarak, ordularının başında
ilerlemekte olan Atilâ’ya bir heyet gönderdiler. Papa’nm baş kanlık yapmakta olduğu bu heyet, Türk hükümdarından, Roma’nm bağışlanmasını dileyecekti. Mağrur Papa, Atilâ’nın yanma varınca, karşısına törenlerde giyilen muhteşem elbisesi ile çıkmış ve Roma’nm ricasını bu şekilde bildirmiştir. Atilâ, Roma’nın ve bütün hırıstiyanlığm, ayağına kadar gelen bu en büyük adamına çok iyi muamele etmiş ve düşmanlarının ricalarını kabul ederek, vergi verilmesi şartı ile, ordularını geri çekmeye razı olmuştur. İşte bu harekettir ki Roma’yı istilâdan kurtarmıştır. Fakat yine bu hareket Roma tarihine hem siyasî, hem de askerî bir bozgun geçirmiştir. İtalya seferi, Atilâ’nın son savaşıdır. Bu büyük Türk kah ramanı, son zaferinden bir yıl kadar sonra ölmüş ve Avrupa bu suretle geniş bir nefes alabilmiştir. Atilâ’mn ölümü, büyük bir olay oldu. Avrupa’yı, kafasının üstünde sallanan bir topuzdan kurtaran bu ölüm Türkler ara sında büyük yas yarattı. Atilâ’nm ölüsü içiçe geçirilmiş üç ta buta kondu. Bunlardan birincisi altın, İkincisi gümüş, üçüncüsü demirdi. Bu ölüm, askerleri ve halkı saçlarını yolarak ağlat mış, en seçme ve yiğit atlılar büyük hükümdarın ölüsü etra fında savaş oyunları oynamışlardır. Gömülme işi de geceleyin gizlice yapılmıştır. Atilâ, Türk soyunun baş kahramanlarından birisidir. Avru pa’yı bir sel gibi kaplayan orduları ile Doğu ve Batı Roma’yı ha raca bağlamış, bir çok şehirler zaptetmiş, bu suretle Türkün sa vaş gücünü dünyaya bir kere de o tanıtmıştır. Düşmanları için o kadar sert ve amansız olan bu büyük savaşçı, kendi milletine karşı çok yumuşak ve kibrsiz yaşamıştır. Kun tarihinin bu son büyük kahramanı, bu özellikleri ile de milletimiz için en güzel örneklerden birisidir.
Kür Şad Gök Türk sülâlesinden olan Kür Şad, tarihimizin baş kahra manlarındandır. O; eşsiz zaferler kazanmış bir kumandan veya büyük topraklar üzerinde söz yürütmüş bir hükümdar değildir. Dünyanın tanıdığı yiğitlerden de olamamıştır. Kür Şad, tarihir sayfaları arasına sıkışıp kalmış bir vakanın baş kahramanıdır ki, bu vakası ile Türk soyunun en namlı yiğitlerinin yanında ve hattâ başında yer almaya hak kazanmıştır. O vaka şudur : Çin’in milletimize karşı yüzyıllarca uyguladığı bir siyaset vardır: Silâh gücü ve askerlik kaabiliyeti ile alt edemediği Türk leri, milliyetlerini unutturarak yenmeye uğraşmak... Çinliler, Türk prens ve beğleri arasına geçimsizlik tohumları atmak ve güzel Çin prenseslerini Türkeline göndermek suretiyle bu mak satlarına varmaya uğraşmışlardır. Bu siyasetin, tarihimizin Gök Türkler çağında büyük bir ustalıkla tatbik edildiğini görüyoruz. 552 tarihinden başlayarak Doğu Türkeli’nin hâkimiyetini el lerinde bulunduran Gök Türkler, Çin’i de yendikten sonra, Vi. yüzyılın ikinci yarısında Asya’nın en güçlü devleti haline gel mişlerdi. Fakat Çin’in o her zamanki siyaseti, VII. yüzyıldan son ra Gök Türkleri güçten düşürmeye başladı. Günden güne kuvvet lerini kaybeden Gök Türkler, 630 tarihinde Çin’den büyük bir yumruk yediler. Çinliler, bu tarihte, daha önce kendilerini bir kaç kere tepelemiş olan doğu hanı Kiyeli’yi hiyle ile yendiler ve tutsak ettiler. Türkelinin doğu topraklarına bu suretle sahip ol duktan sonra siyasetlerine devam eden Çinli’ler, yüzyılın orta sından başlayarak yavaş yavaş bütün Gök Türk ülkesini ellerine geçirdiler. Türklük için büyük bir tutsakbk çağı başlamıştı. Bu çağ, 680 yılına kadar sürdü. Bu müddet içinde Türkler, bağımsızlık larım kurtarabilmek için birkaç hareket yaptılar. Bunların en ünlüsü 639 da olanıdır.
Çinliler, Gök Türk ülkesinin doğu parçalarım ele geçirip de buralardaki Türkleri küme küme Çin topraklarına dağıtırlarken, Kür Şad da diğer prenslerle birlikte yurdundan uzaklaştırılmış, düşman ellerinde, tutsaklık hayatı yaşamaya başlamıştı. Türk beğlerinden kimisi tutsaklığa dayanamayıp ölür ve kimisi de kendini öldürürken, Kür Şad, bu kara çağı kapatıp Türk bağım sızlığını yeniden kurtarmak için bir ihtilâl yapmaya karar ver di. Bu fikirle bir cemiyet kurdu. Kırk Türk, bu ihtilâl cemiyeti ne girdiler. Kür Şad, Çin hükümdarını öldürmek ve Çin sara yında tutsak bulunan Gök Türk prenslerinden Holuku’yu Doğu Türkeli’ne kaçırıp kağan yapmak kararını vermişti. Bu suretle bağımsızlık kurtarılacak ve Türk bütünlüğü yeniden ka zanılacaktı. Kür Şad ve arkadaşları, sık sık geceleri şehri gezmeye çıkan Çin hükümdarını sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin yapıla cağı gece hava bozdu, imparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, ihtilâli, hükümdarın sokağa çıkacağı başka bir güne bırakmayı doğru bulmadı, duyulmasından çekindi. Her ne bahasına olursa olsun, o gece meseleyi halletmek istedi. Bu düşünce ile kırk bir yiğit, düşman hükümdarını yuvasında yok etmek için Çin sara yına saldırdılar. Çarpışma pek orantısız oldu. İhtilâlci Türkler, tarihin de bil diği bir sayıda, kırk bir kişi idiler. İmparatorun sarayını koruyan Çin’lilerin sayısı ise ancak Tanrı’nm bilebileceği kadardı. Kür Şad ve arkadaşları, bu sayı farkına rağmen yiğitçe vuruştular. Lâkin sayıca pek az olduklarından saraya girip Çin hükümdarını öldüremediler. Üstelik Çin’lilerin çokluğu karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Saraydaki çarpışmayı kaybeden Kür Şad ve vuruştan arta kalan arkadaşları, imparatorun ahırına saldırarak en güzel at ları ele geçirdiler ve kaçtılar. Çin’liler, ihtilâlci Türklerin ardına düştüler ve onları bir ırmağı geçerken yakaladılar. İhtilâlin başı olan kahraman Gök Türk çocuğu, Türk bağımsızlığı ülküsü yo lunda şehit düştü. Bu işlerden hiç haberi olmayan Holuku da diğer bir yere sürüldü. İhtilâl böylece bastırıldı. Tarihte birçok ihtilâller görülmüştür. Zalim bir sülâleyi veya bir idareyi yıkmak için yapılan ihtilâller vardır. Hükümet devir mek için girişilen ihtilâllere de rastlanır. Bu ihtilâllerin hemen
hepsinde aynı milletten olan insanların kanı akmış ve genellikle ihtilâli başaranlar iş başına geçmişlerdir. Kür Şad’rn kırk arka daşı ile birlikte yaptığı 639 ihtilâli, bunlardan hiç birisine ben zemez. Bir kere, Kür Şad ihtilâlinde hiçbir şahsî düşünce yoktur. Kür Şad, büyük bir ülkü, Türk bağımsızlığı ülküsü için ileri atılmıştır. Böyle olmasa Holuku’yu Türkeline kaçırıp kağan yap maya kalkmaz, tahta kendisi çıkmak ister ve kahramanlığa âşık Türk milleti de bunu seve seve kabul ederdi. Sonra, 639 ihtilâli kahramanları için, maddî imkân da, güler yüz gösteren bir dost değildir. Kırk bir yiğitin çarpıştıkları düşman sayısının çokluğu ve tutsak ihtilâlcilerin ellerine geçirebildikleri silâhlarla Çin sa rayı koruyucularının silâhları arasındaki fark unutulmamalıdır. Ve yine düşünmeli ki, kırk bir Türk, esir edilmiş bir milletin ço cukları, düşman ise yenmiş ve hâkim bir ordunun askerleridir. Buna rağmen Kür Şad ve kırk arkadaşı ileriye atılmaktan çekin memişler ve en büyük kahramanların elde ettikleri sonuca ula şıp bir daha geri dönmemişlerdir. Kür Şad, ihtilâli, ilk bakıma, istiklâl fedailerinin Türklük yolunda şehit düşmeleriyle sonuçsuz kalmış gibi gözükür. Ger çekte ise büyük ve Türklük için pek önemli bir sonuç doğurmuş tur. Çin imparatoru tutsak olarak yaşayan bu kırk bir korkusuz Türk kahramanının, böyle hiç çekinmeden sarayına saldırışından okadar ürkmüştür ki, ilerde yenileriyle karşılamamak için, ül kesine parça parça dağıtılan Türkleri tekrar kendi yurtlarına göndermiş ve Gök Türklerin kendisine sadece sözle tâbi olmala rını yeter görmüştür. Türk soyunu büyük bir tehlikeden - ve belki de yokolmaktan - kurtaran bu olay, Kür Şad ile arkadaş larının kanları bahasına elde edilen bir eserdir. Kür Şad, tarihin tozlu sayfaları içinde gizli kalmış bir kah ramanın adıdır. Fakat bu ad, yalnız bu yiğit Gök Türk çocuğuna ait sayılamaz. Kür Şad adında, namları belirsiz o kırk Türklük fedâisinin kişilikleri de gizlidir. Türk göklerinde, yüzyıllar içersinde, sayısız güneşler görül müştür. Kür Şad, bunların en parlaklarından birisidir. O, kanlı bir ufkun ardında kaybolalı bin üç yüz yıl oluyor. Kür Şad, o gündenberi yok. Fakat Kür Şad’lık ruhu Türk göklerinin ebedî ■bekçisidir.
i l t e r i ş Kutluk Kağan
Türk milleti, tarihte iki kere bağımsızlığını kaybeder duru ma düşmüştür. Bunlardan ilki VII. yüzyılda, Gök Türkler çağın da, İkincisi Birinci Dünya Savaşı sonundadır. Her iki kara çağ da şanlı birer bağımsızlık savaşı ile kapatılmış ve milleitmiz? zincir vurmak isteyenler, Türk’ün yumruğu ile yere serilerek unutulmaz birer ders almışlardır. Düşmanlara; Doğu Türkeli’ndt de, Batı Türkeli’nde de yaptığı savaş ile bu dersi veren Türk ordusudur. İlteriş Kutluk Kağan, bu iki bağımsızlık savaşı ordu sundan birincisinin kumandanı ve kahramanıdır. Çinliler, Gök Türklerin doğu hanı Kiyeli’yi hiyle ile esir alıp Doğu Türkeli topraklarını yavaş yavaş ele geçirdikten sonra, Türklük için kara bir çağ başlamıştı. Doğu Türkeli’nin bu kara çağı 680 yılına kadar sürdü. Çinliler, bu müddet içinde, esirlik zincirini kırmak üzere yapılan hareketleri şiddetle bastırdılar. Fakat bununla da kalmayıp bir yandan da Türk soyunun kökü nü kurutmak için tarihî kurnazlıklarını harekete geçirdiler. Bu kurnnazlık, Türk’ü çinlileştirmeye çaiışmak gayreti idi. Çinliler bunu başarma yoluna girmişler, onların oyunlarına kanan Türk prensleri ile beğleri de kendi adiarını bırakıp Çinlilerin Çince adlarını alacak kadar milliyetlerini unutmaya başlamışlardı. A r tık Çin’in baskısı ve pençesi altında ezilen milletin T^ürklüğü, varlığı, yasası hakarete uğruyor, sefalet ve yoksulluk Türk elini kemiriyordu. Türk soyunun geleceği kapkara idi. İşte bu kara çağda Türklüğün içinden bir güneş doğdu. Gök Türklerin doğu hanları sülâlesinden İlteriş Kutluk, Türk milletini yokolmaktan kurtarmak için silâha sarıldı ve 680 yılında dağa çıktı. Bu dağa çıkış, tarihimizin en büyük olaylarındandır. Çünkü elli yıl birliğini, otuz yıl hürriyetini kaybetmiş olan; yurdu, ka ğanı kalmayan; namuslu kızları halayık, asil erkek çocukları kul yapılan büyük bir millet, bu dağa çıkış hareketiyle yokolmaktan kurtulmuştur.
İlteriş Kutluk, milletin bağımsızlığını kurtarmak için dağa çıktığı vakit, yanında sadece on yedi kişi vardı. Yani, Türkün kahramanlık, savaşçılık ve azim gibi büyük meziyetlerini ken dinde toplamış olan İlteriş, koca bir devletin hâkimiyetini yıkma işine bukadar küçük bir kuvvetle başlamıştı. Fakat yanındakilerin sayısı hep bukadar kalmadı. Yıllardanberi Çin zulmü altında inleyen, eski şanlı günleri unutmuyan Türkler, Doğu Türkeli’nin bu büyük kahramanının açtığı ihtilâl bayrağı altına koşmakta gecikmediler. İlteriş’in yanındakiler önce yetmiş, sonra yedi yüz kişi oldu. Artık Gök Türk bağımsızlık savaşı başlamıştı. Gönlü Türklük sevgisi ve istiklâl aşkı ile çarpan ve yanan kahraman İlteriş, önce milleti yeni baştan ve ataların töresince düzene koydu. Onlara millî ruh ve heyecan verdi. Zaten, böyle büyük bir dâvânın ardından giderken, millî ruh denilen kutlu ateşten ışık ve kuvvet almamasına imkân var mıydı? Bu sayede dir ki, ataların töresince düzene konan onun sayıca az ordusu, üstün düşman kuvvetlerine karşı korkusuzca vuruştular. İlteriş Kutluk’un bir avuç Türk ile birlikte silâha sarılma sıyla başlayan Gök Türk bağımsızlık savaşı, bir yıl kadar sürdü. 681, elli yıllık kara çağı kapayan kutlu bir tarih oldu. Bu tarih te Türk bağımsızlığı yeniden kazanılmış bulunuyordu. Bu tarihten sonra İlteriş Kutluk, Gök Türklere on yıl kadar kağanlık yaptı. Kahraman İlteriş, hayatının bundan sonraki yıl larında diğer büyük bir görev olan Türk birliği için çırpındı. Çin hâkimiyeti zamanında Türk boylarının çoğu dağılmıştı. Kutluk, kendi milletinin ve devletinin parçaları olan bu dağınık boyları toplamak için, at sırtından hiç inmedi. Bazıları çok güçlü olan bu beğlikler üzerine kırk yedi yol asker yürüttü, yirmi savaş yaptı. Her çarpışma birliği biraz daha tamamlıyor, Türklük eski halini alıyordu. İlteriş Kağan, bir yandan bütün Türkleri bir bayrak altına toplamaya uğraşırken, diğer taraftan da büyük düşmanı Çin’e indirdiği yumruklarla hem atalarının öcünü çıkarmış olu yor, hem de milletini zenginleştiriyordu. En son batı Türklerinin de büyük bir bölümünü birliğe sokmak başarısını gösterince, Türk bağımsızlığının kurtarıcısı aynı zamanda Türk birliğinin de kurucusu oldu. Gök Türklerin bu büyük çocuğu Tanrı’sına kavuştuğu za man, ondan milletine armağan olarak üç eser kaldı: İstiklâl, Türk birliği ve kahraman oğlu Kül Teğin... Bu üç eserin hâtıra sı dünya durdukça, Türk milleti ile birlikte var olacaktır.
Kül Teğin Gök Türk kahramanı İlteriş Kutluk Kağan öldüğü vakit, biri sekiz, diğeri yedi yaşında iki çocuk bırakmıştı. Bunlardan bi rincisi sonradan Bilge adı ile Türk kağanı olan Megren, öteki, soyumuzun sayılı kahramanlarından Kül Tegin’dir. Babalarının Tanrı’ya kavuştuğu sıralarda bu iki çocuk pek küçük olduklarından tahta, amcaları Kapağan Kağan geçmişti. Kapağan çağı, Gök Türklerin en parlak zamanlarından biri oldu. Kapağan, birçok seferler yapmış, İlteriş’in gidemediği yerlerde ki Türkleri bile birliğe sokmuş ve Çin’i Türk akmlarmdan bag kaldıramaz bir hale getirmişti. İlteriş’in yiğit oğulları bu sefer lerin çoğunda bulunup milletlerine ve amcalarına büyük hizmet ler yaptılar. Türklüğe şanlı zaferler kazandıran Kapağan, son zamanla rında bazı kararsız ve lüzumsuz hareketlere başlamış, milletine zulmeder olmuştu. Bu yüzden bazı boylar gücenmiş, birliğin da ğılma tehlikesi başgöstermişti. Kapağan, bu kötü hareketinin karşılığını pek ağır ödedi. Bir seferden dönerken pusuya düşürü lüp öldürüldü. Bu ölüm, millet işlerindeki haksızlığın haklı ce zası idi. İşte bu karışık ve tehlikeli zamanda İlteriş’in oğullarının Doğu Türkeli tahtını elde etmeleri, Türk milleti için büyük bir kazanç oldu. Fakat İlteriş’in çocuklarının tahtı elde etmeleri or taya bir mesele çıkarmıştı: Acaba, bir yaş aralı iki kardeşten hangisi kağan olacaktı? Bu sorunun karşılığında bu iki Türk ço cuğunun örnek meziyetlerinden birini buluyoruz. Çünkü Türk tahtı Megren’e göre kahraman kardeşine lâyık, Kül Tegin içinse ağasına ait sayılıyordu. İlteriş’in çocuklarının kağanlıkta gözleri yoktu. Onların ülküleri millet ve devletlerine hizmet etmek, da ğılmakta olan birliği yeniden kurmaktı. Bilhassa Kül Tegin bu ateşle yanıyordu. Kağan olmak değil, kağan buyruğunda ordu lar yürütmek, düşmanları tepelemek, dağılmış boyları bir bayrak altına toplamak istiyordu.
İki yiğit, kağanlığı birbirlerine kabul ettirmek için çok uğ raştılar. Sonunda Kül Tegin, kendisinden bir yaş büyük olan ağa sını razı etti. Megren, Türklerin kağanı oldu, Kül Tegin de ağası nın buyruğunda ordu kumandanı... Kül Tegin, Megren’i kağan olmaya razı ettiği zaman, millet hiç de iyi durumda değildi. İ.ki kardeş, babalarının ve amcala rının kurtarıp yücelttiği milletin adı sanı yok olmasın diye gün düz oturmadan, gece uyumadan çalışmaya başladılar. Ölesiye, bitesiye çalıştılar. Son yıllar içinde bütünlüğünü kaybetmiş olan Türklüğü eski haline getirinceye kadar uğraştılar. Kül Tegin, daha amcası zamanında seferlere katılmaya baş lamıştı. O vakit on altı yaşlarında idi. Yaşça küçük, fakat ruhça büyüktü. Bu yaştan sonra bir daha hemen hiç oturmadı. Otuz bir yıl durmadan çarpıştı. Kül Tegin’in düşmanlarla ve birliğe girmek istemeyen Türk boyları ile yaptığı savaşlar birer destan dır. Daha yirmi yaşlarında bir gençken 50.000 kişilik bir kuvvet le ilerleyen bir Çin generaline karşı askerlerinin başında ve ya ya olarak saldırıp düşmanı darmadağın etmişti. Kül Tegin, pek şanlı savaşlarından birini yirmi bir yaşında iken yaptı. Vuruşmada okadar yiğitçe saldırdı, o derece korku suz çarpıştı ki, Türk beğleri bu savaştaki kahramanlığını unuta madılar. Kül Tegin, bu çarpışmada üç defa at kaybetti. Vurulan her attan sonra bir yenisine biniyor, yine saldırıyordu. En son bindiği doru atın üzerinde çarpışırken yüzden çok ok, silâhlarına ve atının zırhlarına rastladı. Lâkin Tanrı, yiğitini koruduğu için hiçbirisi yüzüne ve başına gelmedi. Sonunda o ordu savaş yerin de yokedildi. Kül Tegin yirmi altı yaşında iken kahraman Kırgızlarla çar pıştı. Onları basmak için ordusu ile karları sökerek Kögmen Dağ’ını aştı. Sert soydaşları ile vuruşu pek yaman oldu. Bir ak aygır üzerinde saldıran Kül Tegin, Kırgız erlerinden birini okla vurdu, ikisini arka arkaya mızrakladı. Yiğit Kırgızlar, kahraman Kül Tegin önünde boyun eğdiler. Aynı yıl, Türgişlerle vuruştu. Bu savaş için ordusunun ba şında Alt ay Dağ’ını aşarak İrtiş Irmağ’ım geçerek yürüdü. Bora gibi saldıran soydaşı Türgişlere karşı kasırga gibi karşılık verdi. Ercesine vuruştular. Türgişler yiğit kişilerdi. Fakat Kül Tegin’e karşı durmak mümkün değildi. Onlar da boyun eğdiler.
Otuz bir yaşında Karluklarla karşılaştı. Alp Salçı adlı atının üzerinde savaşan Gök Türk çocuğu onlara da diz çöktürdü. Hep savaşan ve hep kazanan Kül Tegin’in vuruşları birbirine benzer: Hepsinde büyük kahramanlık ve hepsinde zafer... Kül Tegin, bunlar arasında en büyük savaşını Dokuz Oğuz boyu ile yapmıştır. O yıllarda Dokuz Oğuzlar çok kuvvetlenmişlerdi. Bil ge Kağan’ın kahraman kardeşi onları alt etmek için bir yılda beş savaş yapmak zorunda kaldı. İlk karşılaşmada Kül Tegin, Azman adlı atiyle vuruştu. Erlerinin yanında, önünde vuruştu. A_rka arkaya altı tane Dokuz Oğuz erini kargıladı. Ordular gö ğüs göğse geldiği zaman yedincisini kılıçladı. Dokuz Oğuzlar us ta askerlerdi. Ama Gök Türk yiğitinin önünde onlar da diz çök tüler. Beş savaşın en kanlısı sonuncusu oldu. Dokuz Oğuzlar bu vuruşta çok korkunç saldırdılar. Gayeleri Gök Türk karargâhı nı ele geçirmekti. Eğer karşılarında Kül Tegin olmasaydı geçi rebilirlerdi de.. Fakat Kül Tegin’in elinden karargâhı almak ko lay mı idi? Gök Türk prensi bu savaşta görülmemiş şekilde kah ramanlıkla vuruştu. Ögsüz adlı atının üstünde olan Kül Tegin, Dokuz Oğuzların bütün akmlannı önledi, dağıttı. Karargâha sal dıranlar Türk yiğitleri idi. Fakat Kül Tegin yiğitler yiğitiydi. Bu vuruşmada yalnız o, dokuz er sançtı. V e sonunda karargâh Gök Türklerde kaldı. Bu çarpışma Kül Tegin’in son savaşı oldu. Onun hayatınca Türk birliği için çarpan kalbi bu savaşta durdu. Gök Türklerin yiğit çocuğu Türk birliği uğrunda şehit düş tüğü zaman kırk yedi yaşında idi. Otuz yıldan çok savaş alan larında bir kahramanlık Tanrısı gibi dolaşan maddî varlığını, Doğu Türkeli toprakları bu yaşta aldılar. Baş yiğitini kaybeden Türkeli yaslara büründü. Bilge Kağan, büyük yuğ töreni yaptırdı. Başta Çin olmak üzere her yerden heyetler geldi. Fakat bunlardan ne çıkacaktı? Toprak ana, mil yonlarca oğlunun yanına bu oğlunu 'da almıştı. Kağan’ın yası sonsuzdu. Böyle bir kardeş için sonsuz yaslarla dolmak bir hak değil mi idi? Kül Tegin, millet yolunda toprağa düşeli yüzyıllar oluyor. Onun, uğrunda şehit düştüğü ve yüzyıllardanberi bağrında yat makta olduğu topraklar ise, bugün yeni Kül Tegin’ler beklemekte.
Çağrı
Beğ
Çağrı Beğ, Karahanlıların kumandanlarından Selçük Beg’in torunudur. Oğuzların Kınık boyundan olan Selçük Beğ. Karahanlıhükûmeti ile arasında bir anlaşmazlık çıkması üzerine, XI. yüz yıl başlarında Harizm’e gelmiş ve bir kısım Oğuz boylaırnı etra fında toplamıştı. Selçük Beğ, üç oğul babası idi. Oğullarının en büyüğü olan Mikâil Yabgu’nun da Çağrı ve Tuğrul adlı iki oğlu vardı. İşte bu iki kardeş, Türkiye’nin kuruluşunda büyük hiz metleri olan iki kahramandır. Çağrı Beğ ile Tuğrul Beğ, yaman birer savaşçı idiler. Dede lerinin Karahalnılara hizmet ettiği yıllarda onların Gaznelilerve teginlerin birbirleri ile yaptıkları çarpışmalara katılmışlar, böylece, gelecekte yapacakları büyük savaşlar için kendilerini hazırlamaya başlamışlardı. Tarihte büyük rol oynayacak Selçük ailesinin en savaşçı ço cuğu Çağrı Beğ idi. Selçük Beğ’in bu yiğit torununun bütün hayatı savaş yerlerinde geçmiştir denebilir. Çağrı Beğ, 1016 da gazâ için Bizans ülkesine hareket etti. Ancak gazâ yolu Gazneliler imparatorluğu topraklarından geçi yordu. Gazneli hükümdarı Sultan Mahmud, Selçük kuvvetleri nin yollarını kesmesi için, kumandanlarından Arslan Câzib’e buyruk vermişti. Fakat Gazneli kumandanı bu vazifeyi başara madı. Çağrı Beğ, kuvvetleriyle ve etrafa dehşet saçarak Anado lu’ya girdi. Ermeni krallıklarının topraklarına saldırdı. Selçük yiğitinin Ermeni kıralları ve Gürcü kumandanları ile savaşları 1021 yılına kadar sürdü. Düşmanlarını her seferinde tepeleyen ve bir çok zaferler kazanan Çağrı, o yıl Horasan’a dönerek Tuğ rul Beğ ile buluştu. Selçük kuvvetlerinin bu hareketleri Sultan Mahmud’u kor kutmaya başlamıştı. Kuvvetle önleyemediği Selçük akmlarının ardını kesmek için, Mahmud, bir hiyleye başvurmak zorunda kaldı. Reisleri olan Arslan Yabgu’yu yakalatarak hapse attırdı..
Fakat Selçükler, başlarının hapse tıkılması ile akıncı ruhların dan bir şey kaybetmemişlerdi. Arslan Yabgu’nun oğlu Musa Yabgu ile Mikâil Yabgu’nun kahraman oğulları Tuğrul ve Çağrı beğlerin buyruğunda akmlarma devam ediyorlardı. Gaznelilerle Selçükler arasında büyük bir düşmanlık başla mıştı. Sultan Mahmud ölüp de yerine Mesud geçtikten sonra, bu düşmanlık daha da şiddetlendi. Yapılan savaşlarda Selçüklerin başında çok kere Çağrı Beğ bulunuyordu. Çağrı Beğ, 1035 te, bir Gazneli ordusunu bozguna uğrattı. Bu yenilgiden sonra Sultan Mesud, Selçüklerle başa çıkmanın nasıl çetin bir iş olduğunu anlayarak onlarla anlaşma yoluna girdi. Fakat Selçüklerin şartlara uymadıklarım görünce, üzerlerine ye niden asker yürüttü. Bir sıra savaşlar oldu. Bunlardan birinde Gaznelileri bozan ve Merv’i ele geçiren Çağrı Beğ hutbede adım söyletti. Bunun üzerine Mesud, ordusunu yeniden Selçüklülerin üstüne yürüttü. Bu seferki çarpışma iki gün sürdü. Çağrı Beğ, bu savaşta da düşmanlarını yendi; yaralı olarak kaçan Gazneli kumandanını Herat şehrine kadar kovaladı ve bu şehri savaşsız olarak ele geçirdi. Sultan Mesud, artık, işin şakaya gelir tarafı olmadığını an lamıştı. 1038 yılında büyük bir ordu ile harekete geçti. Selçükoğullarımn işini bitirmek niyetinde idi. Fakat Çağrı Beğ’in hare ketli ordusu, Gazneli kuvvetlerini tehdit edici akınlar yapmaya başlayınca, Mesud, geri dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl yeniden Selçüklerin üzerine yürüdü. Selçük orcVusu bu sefer de Çağrı Beğ’in kumandasında idi. Sert bir savaş oldu. Selçük kahramanı, bu defa çekilmeye mecbur kaldı. İki ordu bir ay kadar sonra yeniden çarpıştılar. Fakat kesin bir sonuç elde edilemediğinden mütareke yaptılar. Oğuzlar, rahat durmuyor, her tarafa akın ediyorlardı. Sultan Mesud, Selçüklüler derdini kökünden halletmek için, 1040 da, bü yük bir ordu ile bir kere daha üzerlerine yürüdü. İki ordu Dendânekan sahrasında karşılaştılar. Sultan Mesud’un ordusunda Türkler-.en başka Hintliler, Efganlılar, İranlılar, Kürtler ve Araplar da vardı. Ordusunun sarhoş filleri ise, karşı taraf için büyük tehlike idi. Selçük ordusunda Tuğrul Beğ ile birlikte di ğer Selçük beğleri de bulunuyor, fakat kumandayı yine Çağrı Beğ elinde tutuyordu. Dendânekan Savaşı, tarihin, doğurduğu sonuç bakımından en önemli vuruşlarından birisidir. 23 Mayıs 1040 da yapılan bu mey dan savaşından, Çağrı Beğ’in Türkmenleri Gazneli ordusundaki
Türklerden bir kısmının da kendi taraflarına geçmesi ile, Sultaı Mesud’un yabancı unsurlarla karışık kuvvetlerini darmadağır ettiler. Mesud’un ordusu, Selçüklülerden öyle bir yumruk yed ki, yiğit bir savaşçı olan Gazneli padişahı, Türkmenlerin eline düşmekten güç kurtuldu. Fakat hâzinesi ve karargâhı Selçüklülerin eline geçti. Çağrı Beğ, kumandasındaki ordu ile Gaznelilerin işini biti rirken sade büyük bir zafer kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk tarihinde büyük bir devrin açılmasını da sağlıyordu. Çün kü, bu zaferle, Gaznelilerin elinden çıkan Horasan’da Selçükoğulları yeni bir devlet kuruyor, ebedî Türkiye’yi yaratıyorlardı. Yeni kurulan bu Türk devletine padişah olabilecek üç de ğerli beğ vardı: Selçük Beğ’in oğlu Musa Yabgu ile torunları Çağrı Beğ ve Tuğrul Beğ.. Musa Yabgu en büyükleri, Çağrı Beğ en savaşçıları, Tuğrul Beğ düşüncesi en doğru olanları idi. Dev let başkanlığına üçü de lâyıktı. Üçü de baş olmak isteseler hak kazanabilirlerdi. Ancak Selçük Beğ’in oğlu ile torunları mevki peşinde koşan insanlar değillerdi. Meseleyi, sızıltıya meydan vermeden, aralarında hallettiler. En küçükleri olan Tuğrul Beğ’i padişah yaptılar. Tuğrul Beğ’in ilk Türkiye padişahı seçilmesinden sonra, Sel çük oğullan, zaptedilecek yerleri aralarında paylaştılar. Bu bö lüşmede Çağrı B cğ’e Horasan’ın kuzey bölümü ile Gazneliler elinde bulunan ülkeler düştü. Kahraman Çağrı, oğulları Alp Arslan ve Kavurt’un da yardımları ile, başta Belh olmak üzere birçok Gazne şehirlerini zaptederek, üzerine düşen vazifeyi yap mış oldu. Türkiye’nin temelini atan kahramanların en büyüklerinden biri ve belki de birincisi olan Çağrı Beğ, 1059 veya daha sağlam bir kayda göre 1060 da öldüğü zaman 70 yaşında bulunuyordu. Önce Serahs şehrine gömülmüş, fakat sonradan cesedi oğlu Alp Arşla» tarafından Merv’e getirtilerek orada yaptırılan türbeye konmuştur. Eski kitapların adaletsever, yumuşak huylu, erdemli, dindar ve yiğit bir Türk diye bahsettikleri Çağrı Beğ, Türk tarihinin sa yılı büyüklerinden birisidir. Yetmiş yıllık şanlı bir hayatın so nunda gözlerini kaparken, bu büyük kahraman, sadece. Türkiye’ nin temelini atanlar arasında şerefli bir yer almakla kalmıyor; soyuna, devletimizin ikinci padişahı Alp Arslan gibi bir büyük yiğiti de armağan bırakıyordu.
Alp
i r s l a n
Alp Arslan, Selçük sülâlesinin ikinci padişahıdır. Türkiye devletinin kurucusu olan amcası Tuğrul Beğ zamanında Horasan valisi idi. Zaferle biten birçok savaşlar yapmış, usta ve yiğit bir kumandan olarak tanınmış, bu yiğitliği iledir ki Tuğrul’ un büyük kardeşi olan babası Çağrı Beğ tarafından veliaht ya pılmıştı. V e sülâlenin kurucusu Tuğrul Beğ öldüğü vakit Çağn Beğ’in yiğit Arslan’ı padişah oldu. Alp Arslan’uı ilk padişahlık yılları iç işlerinin halli ile geçti. Akrabalarından ve beğlerinden bazıları yeni sultanı ta nımak istememişlerdi. Alp Arslan, onların işini çabuk bitirdi. Yalnız akrabasından K utulm uş(= Kutlamış) un isyanı biraz tehlikeli oldu. Fakat yiğit Sultan, bu tehlikeyi önlemesini de bildi. Yapılan vuruşu kazandı. Kutulmuş öldü, kardeşi ve oğlu esir düştü. Alp Arslan, yalnız bir kahraman değil, aynı zaman da büyük kalbli bir yaratılıştı. Kutulmuş’un oğlu ile kardeşini' bağışladı ve onları yeniden Anadolu gazâsına gönderdi. Oğuz Türkleri, Selçük oğullarının ilk zamanlarmdanberi batıya akmlara başlamışlardı. Bu akınlar Alp Arslan’m padi-, şahlığı zamanında, günden güne hızını arttırarak devam etti. Alp Arslan, iç işlerini bitirdikten sonra ordusunu batıya sür müştü. Yolda beğler de askerleriyle birlikte kendisine katıl dıklarından, Türkiye sultanı, büyük bir ordu ile Gürcistan’a girdi. Gürcü kıralı, Türk padişahı ile karşılaşmayı göze alama dı, boyun eğdi. Selçük ordusu Gürcistan’ı zaptedip kıralı hara ca bağladı. . Sultanın iç işleriyle uğraştığı sıralarda, Selçük beğleri, Anadolu’daki gazâlarma devam ediyorlardı. Bunlardan bilhas sa Gümüş Tegin İle Afşin Beğ, büyük kahramanlık ve başarı .gösteriyorlardı.
Selçük beğlerinin Anadolu’daki bu hareketleri, Bizans imparatoriçesinin gönlüne korku saldı. Böyle giderse Türklerin Bizansı yıkacağından korktu. îş başına değerli bir adam getir meye karar vererek, Türk tarihlerinin Romen Diyojen diye adlandırdığı Romanos Diyogenes adlı ünlü kumandanla evle nip onu imparator yaptı. Yeni imparator ordusunun başına ge çerek doğuya ilerledi. Türklere karşı bir iki küçük başarı ka zandı. Fakat asıl sonuç, iki hükümdarın karşılaşması ile belli olacaktı. Bu karşılaşma Malazgirt’te yapıldı. Malazgirt savaşı, tarihin büyük ve kesin sonuçlu çarpışma larından birisidir. Bu büyük çarpışmayı yapan Türk ve Bizans orduları, sayıca denk değillerdi. Alp Arslan, Bizans imparatoru nun elçisinden dostluk sözü alarak Mısır’ı zapta giderken, Ro manos Diyogenes’in doğuya yürüdüğü haberini almış ve ordu sunun bir bölümünü Suriye’yi ele geçirmesi için ayırıp geri dönmüştü. Selçük sultanımn buyruğundaki kuvvetler 40.000 kişi kadardı. Bunun büyük kısmı atlı idi^ Bizans imparatoru nun kuvvetleri ise 100.000 kişiden artıktı ve bu orduda başka milletlerin askerleri de vardı. Malazgirt savaşı 26 Ağustos 1071 de yapıldı. Türkler ken dilerinden sayıca çok üstün olan düşmana karşı kahramanca vuruştular. A lp Arslan ve ordusu, Türke has yiğitlikle savaşa rak düşman ordusunu bozguna doğru götürürken, bir olay bu so nucu kolaylaştırıverdi: Çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen Bizans ordusundaki Oğuz ve Peçenek Türkleri, karşıların daki ordunun kendi soydaşlarından olduğunu görünce hep b ir den Alp Arslan tarafına geçtiler. Türklerdeki bu yüksek millî şuur, Bizans bozgununu çabuklaştırdı. Düşman ordusu darma dağın oldu, Romanos Diyogenes esir düştü. Alp Arslan, bu parlak zaferi kazanmakla hem Bizans’ın son gücünü kırmış, hem de Türklere Anadolu yolunu tamamen açmıştı. İlerde büyük Fatih’in çelik yumruğu ile Doğu Roma’yı yıkacak olan Türkler, Malazgirt zaferi ile bunun ilk adımını atmış oluyorlardı. • Kahraman A lp Arslan, ordusunu yokedip kendisini esir al dığı Bizans imparatoruna karşı çok iyi davranmıştır. Romanos Diyogenes, ölüm ve hiç değilse hapis beklerken, tutsaklıkta
gördüğü iyi muameleden başka sonunda hürriyetine de kavuş muş, fakat tahtını bir daha eline geçirememiştir. Batıdaki bu büyük zaferi ile soyuna Anadolu yolunu açan Alp Arslan, daha sonra doğuya döndü, Doğu Türkeli yürüyüşü ne hazırlanmaya başladı. Ordusu ile Maverayünnehir’e geçti. Orada, kendisine isyan eden ve yakalanarak ölüme mahkûm olan Yusuf adlı kumandanın meydan okumasını mertçe kabul etti. Fakat vuruşta ayağı kayarak yere düşmesi büyük bir yara almasına sebep oldu. Birkaç gün sonra, 1072 kasımında,1 Tanrı’sına kavuştu. Alp Arslan, Selçük sülâlesi çağındaki Türkiye’yi, büyük ve güçlü bir devlet haline sokan büyük padişahtır. Gururuna kur ban gidip de erken yaşta ölmeseydi, Türklüğü daha yücelteceği muhakkaktı. Bununla birlikte öldüğü vakit milletine kılıç kuv vetiyle kazanılmış büyük bir devlet, Melikşah gibi bir oğul, Nizamülmülk gibi bi,r vezir ve Malazgirt savaşı gibi büyük bir zaferin hâtırasını bırakmıştı. Anadolu’yu, Doğu Türkeli’nden sonra ikinci Türk anayurdu yapan seri halindeki olayların ilki de bu kılıcı keskin ve bileği çelik Selçük arslanının indirdiği yumruğun sonucudur. Bu bakımdan Türklük, Türkiye tarihi nin kahramanlık heykellerinden biri olan Alp Arslan’a çok §ey borçludur
fl f ş ı n B e ğ Afşin’in ruhuna Ulu atalarımızın, büyük başbuğların önderliği ve buyruğu' altında, Anadolu’yu Türklüğe ikinci bir anayurt olarak kazan maya çalıştıkları kutlu çağda, Oğuzlar, erlerinden sultanlarına kadar kahramanlık yarışına girişmiş bir ordu gibi idiler. Bu yiğitler ordusu içinde gözü pek Oğuz beğlerinin sayısı az değil di. Bunlar arasında Sultan Alp Arslan çağı beğlerinden Afşin, yiğitlikte ve korkusuzlukta birinci sırayı tutanlardan birisidir. Büyük sultan Alp Arslan, 1071 de, Malazgirt’te Bizans’ın belini kırmadan önceki yıllarda, doğudaki Türkleri ve toprakla rı Selçüklü idaresi altına sokma işiyle uğraşırken, Anadolu’nun ele geçirilmesi ve Bizans’ın ardı arası kesilmeyen akınlarla, yumruklanması, Oğuz beğlerine düşmüştü. Afşin Beğ, işte bu akınlar çağının baş kahramanıdır. Afşin Beğ, 1066 da, Türkmen birlikleriyle Bizans kaleleri üzerine yürüdüğü zaman, Gümüş Teğin’in buyruğundaki Türk ordusunun, adı henüz kâfirlerce pek bilinmeyen bir yiğiti idi. Fakat Bizans kaleleri Türkmenlerin eline geçerken gösterdiği kahramanlıklar, Afşin’in nasıl bir savaş eri olduğunu çabucak ortaya koydu. Durdurulup önlenemeyen Türkmen akınlarınm saldığı kor ku üzerine, BizanslIlar, Türkleri püskürtmek amacı ile hareke te geçmek zorunda kaldılar. Sınır kumandanlarından birisinin buyruğundaki Bizans ordusu, Türkmenler üzerine yürüdü. Fa kat vuruşmada darmadağın oldular. Başta kumandanları olmak üzere, pekçoğu tutsak düştü. Oğuzlar, düşmandan aldıkları büyük ganimet ile geri dön dükten sonra Gümüş Tegin’in silâh arkadaşları ile arası bozul du. Bu ara açılma, sonunda Gümüş Tegin ile Afşin’in çatışmala rına yol açtı. Gümüş Tegin, yiğit bir beğdi. Fakat Afşin ondan baskın çıktı. Vuruşmada Gümüş Tegin’i yere serdi.
Bu hareketi bir suçtu. Çünkü üstü bulunan bir beği öldür müştü. Afşin Beğ, Sultan Alp Arslan’m bu suçu cezasız bırak mayacağını düşündü. Bu yüzden, doğuya dönmekte olan büyük parçadan ayrıldı. Buyruğundaki birlikler ile batıya yöneldi. Kâ firler üzerine yürüyecek, vuruşacak, kazanacak ve kendisini ba ğışlatmaya çalışacaktı. Afşin’in bu kararı, Anadolu toprakların da birkaç yıl süren bir kahramanlıklar gösterisine yol açmış oldu. Afşin Beğ, buyruğundaki kuvvet ile, ilk olarak, Fırat’ı ge çip Suriye’ye indi ve oradaki Bizans kaleleri üzerine yürüdü. Bizans kuvvetleri ve kaleleri, Türkmen saldırıları önünde sapırsapır döküldüler. 1067 de akınlar, daha şiddetlenerek devam etti. BizanslIlar, bir yıl öncesinden ders aldıkları için kalelerini sağlamlaştırmış ve askerlerinin sayısını arttırmışlardı. Fakat Afşin Beğ’in önün de ne kale dayanıyor, ne ordular tutunabiliyordu. Türkmenleriyle, bugünkü Antep ve Antalya bölgelerine yü rüyen Afşin, birçok kaleleri vurdu. Kendisini geri atmak için üzerine gönderilen güçlü bir Bizans ordusunu da yere serdi. Bu zaferden sonra Kayseri üzerine yürüdü. Kayseri, Bizans’ın en sağlam kalelerinden birisiydi. Ama, Türkmenler için kalenin sağlamı veya çürüğü diye bir şey yoktu. Onun için Kayseri de uzun zaman dayanamadı. Afşin, durmak nedir bilmiyordu. Sel gibi kayan ordusu ile Torosları aşarak bugünkü Çukurova’ya indi. Oradaki şehirleri ve kaleleri de vurup geçti. Dehşet içinde kalan Bizans, Afşm’ı durdurmak için çare ara maya koyuldu. Tek çıkar yol, Romanos Diogenes’in, Bizans or dusu başına geçerek Türkleri geldikleri yere sürmesi olacaktı. Düşmanın bu karara vardığı sırada, Afşin Beğ, akın mevsiminin sona ermesi dolayısıyla Halep’e dönmüş bulunuyordu. Afşin, 1068 de yeniden akınlar a başladı. Fakat, Snltan Alparslan’ın, kendisini bağışladığı haberini alınca, akınları dur durdu, Bağdad’a döndü. Afşin Beğ’in, Bizans kalelerine karşı yaptığı akmlarm en serti, Sultan A lp Arslan’dan aldığı buyrukla, Orta Anadolu top raklarına yürümesi üzerine oldu. Afşin ve Türkmenleri, görül memiş bir korkusuzlukla kâfirler üzerine atılıyorlardı. Bu top
raklar, o zamana kadar, muhakkak ki, böyle erler görmemişlerdi. Vura devire Sakarya havzasına kadar ilerleyen Afşin ve Türkmenleri, İstanbul yolu üzerindeki Amuriye’yi de ele geçirdiler ve bu kilit noktasını yerle bir ettiler. Türkmen akınları 1069 da da devam etti. Afşın’dan başka Ahmedşah ve Sanduk gibi beğlerin de katıldıkları akmlarda B i zans kaleleri hallaç pamuğu gibi atılıyordu. Bu arada, Bizans imparatorunun gönderdiği bir ordu da, Türkmenlerin önünde sabun köpüğü gibi erimişti. Bu sıralarda, Sultan Alp Arslan’ın eniştesi Kurtçu, tahtta hak iddia ederek ayaklanmıştı. Sultan, isyan eden Kurtçu’nun iişni çabuk bitirmek için Afşin Beğ’i görevlendirdi. Afşin, Kurtçu’yu yakalamak için hemen üzerine yürüdü. Böyle bir yiğitle karşılaşmanın sonucunu iyi bilen Kurtçu, batı ya doğru kaçtı. Afşin, Kurtçu’yu kovalıyor, fakat bir türlü ele geçiremiyordu. Ama, bu kovalamaca sırasında batı Anadolu’da ki Bizans şehirlerini vuruyor, karşı durmak isteyen ’-âfir kuv vetlerini kırıp geçiriyordu. Ve, Kurtçu’nun ardından yel gibi yol alan Afşin Beğ, bu kovalamaca sırasında BizanslIları kıra kıra denize ulaştı. Bu suretle Oğuz beğlerinden Anadolu’yu geçip de nize ilk varan yiğit olmak şerefini de kazandı. Bütün gayretine rağmen Kurtçu’yu yakalayamayan Afşin Beğ, mevsim sona erince geri döndü. Kışı Toroslarda geçirerek 1071 baharında İran’a geçti. Sultan Alp Arslan ile buluştu. Artık, Oğuzları bekleyen büyük tarihî görev için hazırlanmak gereki yordu. Türkmenler, Anadolu’yu ebedî bir Türk yurdu yapmak için, Bizans’a, Malazgirt’ te son yumruğu vuracaklar ve sürüp giden bu işin sonunu getireceklerdi. Afşin Beğ, Anadolu’nun Türkleşmesi için hilâl ile haç ara sında yapılan savaşlarda büyük hizmet gören yiğitlerden biri sidir. Ona bu hizmeti, bütün Türk oğullarına örnek olacak bir şekilde yaptıran, sadece damarlarındaki kan değildir. O kana hakkını verdiren korkunç derecedeki kahramanlığını da unut mamak gerektir. Türkmen beği gözü pek Afşin, Türklük vazifesinde Türk çocukları için ne güzel bir örnektir!
I.
K ılıç
A r s l a n
I. Kılıç Arslan, tarihimizin, adının tam eri yiğitlerinden birisidir. Türkiye’nin Selçüklü sülâlesi çağında yetişen bu aslan, soyumuzun kahramanlık ve savaşçılık kaabiliyetlerini nefsinde toplayan bir yaratılıştı. Onun, tarihin unutulmaz kahramanları arasında yer alması, Anadolu Selçüklerinin başbuğu olmasından sonradır. Kılıç Arslan, bu mevkie geçtiği zaman bir hakan değil, Ho rasan’daki büyük Selçük sultanının buyruğunda bir han duru munda idi. Yıllarca da bu durumda yaşadı. Fakat talih, rütbece han olan bu yiğite, büyük işler yapmak imkânını hazırlamıştı. Çünkü haçlı alanları, bu kılıcı yaman Kılıç zamanında başla mış ve Tanrı bu büyük kahramana Türklüğü ve İslâmlığı koru ma görevini vermişti. I. Kılıç Arslan bu vazifeyi hakkıyla yaptı. Onun, baştan başa şanlar ve zaferlerle dolu bir destan olan hayatının hikâyesi, kısaca, şöyledir: Gözlerini din taassubu bürüyen batılılardan yüzbinlerce haçlı, yüzyıllarca sürüp gidecek taassuplarının ilk hamlesi ola rak, Türkün ebedî yurdu Anadolu topraklarına birinci defa sal dırdıkları zaman, karşılarında I. Kılıç Arslan’ı bulmuşlardı. Ta rihin «Birinci Haçlı Seferi» diye adlandırdığı bu savaşta, Türk lüğü ve İslâmlığı korumak görevi yine tarih tarafından omuz larına yüklenen Kılıç Arslan, düşmanlarının karşısına pek kü çük bir kuvvetle çıkmak zorunda kalmış, buna rağmen onlarla yıllar boyu vuruşmuştur. Bu ilk haçlı seferinde batılılar, Türk topraklarına her şeyi yıkıp deviren bir sel gibi akmak istemiş lerdi. Fakat bu büyiik seli, Anadolu topraklarında durduracak olan bir set vardı: Elinde ve başında kılıcı ile bekleyen Türkün çelik göğsü... I. Kılıç Arslan, yurduna doğru akan bu büyük selin, ilk ön ce, öncüleriyle karşılaştı. Rainaud adlı kumandanın buyruğunda
bulunan öncüler, Almanlarla Lombartlardan kım ilu idi. Arkala rından gelen asıl büyük kuvvete yol açmak için ilerlerken, me medeki Türk çocuklarını parçalayacak kadar vahşilik gösteren haçlılar, Kılıç Arslan’m baskınına uğrayınca şaşaladılar. 15.000Türk, zafere gittiklerini sanan haçlıları bir anda kuşatıverdi. Bu kuşatma sekiz gün sürdü. Rainaud, Türk kıskacından kurtul manın imkânsızlığını görerek, kendini kurtarmaya karar verdi. Kuşatmanın sekizinci günü, kumandası altında bulunanları al datarak Kılıç Arslan’a teslim oldu. Bu haince hareket karşısında büsbütün şaşkına dönen haçlıların çoğu, yapılan vuruşmada,. K ılıç Arslan’ın erlerinin kılıçları altında can verip topraklara serildiler, pekazı da tutsak edildi. Bu, Türklerin haçlılara ilk dersi idi. Gerilerde karargâh kurmuş olan Fransızlar, bu ilk haçlı boz gununun öcünü almak hevesine düştüler. 20.000 yaya ve 500 atlı Fransız hastalarla kadınlar karargâhta bırakarak ilerledileT. Türkleri kırıp geçirmek ve yokedilen 15.000 hınstıyanın öcünü, Türk kanı akıtmak suretiyle almak düşüncesindeydiler. Fakat Kılıç Arslan birden bunları da bastı. Bu öç kafilesi üzerine öyle bir saldırdı ki, haçlıların bu ikinci kolu da darmadağın oldu. Fransız ordusunun başlarından çoğu öldü. Pekaz haçlı canını kurtarıp karargâha doğru kaçmaya başladı. Fakat Kılıç Arslan onların ardını da bırakmadı. Fransızları karargâhlarına kadar kovaladı. Düşmanın eli silâh tutan kimi varsa hepsi kılıçtan geçti. Yalnız çocuklarla kadınlara dokunulmadı. Türk kılıcı, bir batı milletine daha, Türk topraklarına girmek istemenin sonu cunun ne olduğunu anlatmıştı. I. Kılıç Arslan, Almanlara ve Fransızlara verdiği bu ders lerden sonra, 500.000 kişi kadar olan asıl haçlı kuvvetinin top raklarına doğru ilerlediğini haber aldı. Onun elindeki kuvvet, düşmanlarınınkinin onda biri kadar bile değildi. Fakat Kılıç Arslan, sayıca bukadar az bulunuşunu düşünmeden düşmana sal dırdı. O sırada haçlılar İznik’i kuşatmışlardı. Kılıç Arslan’ın kuvvetleri, İznik dolaylarındaki bu büyük kalabalığa karşı yiğit çe savaştılar. Türklerin birbiri ardı sıra yaptıkları üç saldırıp pek sert oldu, lâkin yarım milyonluk kütleyi yerinden oynata madı. Kılıç Arslan, bu büyük kuvveti bu şekilde bitirmenin im kânsızlığını görünce, Anadolu’yu onlara mezar yapmayı tasar
ladı. Bu sonuca, onların geçecekleri yerleri tutup işe yarar şey leri yakarak çete savaşı yapmakla erişecekti. Kılıç Arslan’ın bu kararı, yarım milyon haçlıya pek pahalı ya mal oldu. Haçlılar, Türklerin hiçbir şey bırakmadan çekildik leri yollarda ilelrerken açlıktan ve susuzluktan kırılıyor, bu yet miyormuş gibi, ayrıca Kılıç Arslan’m baskınlarına da uğruyorlardı. Bu yüzden okadar kayıp verdiler ki, Suriye topraklarına girdikleri zaman o büyük kalabalık döküle döküle pekaz kal mıştı. Bu sel henüz akıp gitmişti ki, Danimarka kiralının oğlu Snenon’un kumandası altında bulunan 15.000 DanimarkalI, Türk topraklarına girdi. Kılıç Arslan, bunları da karşıladı. Vuruştular. DanimarkalIlar, Türk ordusunun saldırışı karşısında neye uğ radıklarını bilemediler ve bir teki sağ kalmamak üzre hepsi top rağa serildiler. Kılıç Arslan, Türk kılıcının keskinliğini ve Türk bileğinin sağlamlığını düşmanlara böylece bir yol daha göster miş oldu. Fakat sel durmuyordu. XII. yüzyılın başında 260.000 kişilik bir haçlı ordusu daha Türk topraklarına girmişti. Bu seferki haçlı ordusu Fransızlar, Almanlar ve Lombartlar’dan kurulmuş tu. Haçlılar Türklerden yine kuvvetli, yine çoktular. Fakat Kılıç Arslan’ı çoklukla, kuvvet üstünlüğü ile yenmek mümkün de ğildi. O, yirmi bin kişilik ordusu ile bunları da karşılamaktan çekinmedi. Önce, bu büyük kalabalığı yıpratacak küçük akınlar yaptı. Bu suretle düşman ordusunu iyice sarstı. Sonunda da bü yük bir meydan savaşı verdirerek 20.000 eri ile 260.000 kişilik batı ordusunu darmadağın etti. Haçlılar öyle bir bozguna uğra dılar ki 160.000 kişiyi savaş alanında bıraktılar. Geri kalanlar da güçlükle İstanbul’a kaçtılar. Kılıç Arslan, batılılara başka hiç bir milletin veremeyeceği bir ders daha vermişti. Lâkin onlar, haylâz ve tembel öğrenci lere benziyorlardı. Dersin hep tekrarı gerekiyordu. Bu büyük bozgundan sonra 15.000 kişilik bir Fransız kuvveti daha gözüktü. 260.000 kişinin yapamadığını bunlar yapmak isti yorlardı. Fakat Kılıç Arslan, bunların hülyalarını da uzun sür dürmedi. İşlerini çabucak bitirdi. Mağrur Fransızlara öyle bir sille indirdi ki on beş bin kişiden ancak yedi yüzü kurtulabildi.
Pekaz sonra Alman ve Fransızlardan kurulu 160.000 kişilik bir ordu daha Türk topraklarına girdi. Kahraman Kılıç Arslan, nefes aldırmadan bunlara da saldırdı. Savaş kalabalığın değil, savaşmasını bilenin harcı olduğundan, Kılıç Arslan, bir avuç Türk’ü ile bu haçlı ordusunu da yoketti. Kılıçtan kurtulabilen pekaz hırıstıyan Antakya’ya kaçtılar. Ve bu, Kılıç Arslan’m ba tıya son dersi oldu. Birinci Haçlı Seferi, batının bu büyük bozgunu ile sona er miş, gözleri taassupla dönmüş yüz binlerce hırıstıyanm Türklüğü ve İslâmlığı yere sermek veya hiç değilse geriye atmak düşün cesi, Kılıç Arslan’m ve ordusunun kahramanlığı ile önlenmişti. Türk soyunun bu yaman çocuğu, birbiri ardı sıra kazandığı za ferlerle batılılara, Türk topraklarının ne çetin ve ne aşılmaz bir sarp kaya olduğunu da öğretmişti. Tarihte eşine az rastlanacak böyle zaferler kazanmış olan Kılıç Arslan, hayatının sonlarına doğru, Horasan’daki sultam tanımak istemedi. Bir değil, birkaç kumandan için dahi ebedi şeref olacak zaferlerin kahramanı, artık «hanlıktan «hakan»lığa yükselmek istemişti. Fakat, bu devir çok sürmedi. Bir iç çarpış ması acı ve hazin bir sonuç doğurdu. Avrupa’nın birçok millet lerinden yüz binlerce düşmanın alt edemediği bu büyük kahra man, kendi soydaşlarından meydana gelmiş bir kuvvetin başın da bulunan Çavlı Beğ ile çarpışırken yenildi. Ordusu bozulunca, Kılıç Arslan, atı ile birlikte, yakınında savaştıkları ırmağa atıldı. Fakat atı vurulup da kendisi ırmağa düşünce, sular, bu eşsiz kahramana kıydılar. Ölüsü ancak birkaç gün sonra buluna bildi. Türk’ü ancak Türk yenebilmiş ve şereflerle, şanlarla dolu bir hayat bir ırmak sularında sona ermişti.
Cengiz
flan
Moğolistan’daki kabilelerin birbirleri ile durup dinlenmeden boğuştukları XII. yüzyılın ikinci yarısında, birkaç kabilenin ba şı olarak yaşıyan Yesükey Bahadır’ın, 1155 te bir çocuğu dün yaya gelmiş; bir avucu kapalı doğduğu ve avucu açılınca içindebir damla kan pıhtısı olduğu söylenen bu çocuğa Temüçin adını koymuşlardı. İşte, hayata avucunda taşıdığı kanla çıkan bu mini mini Temüçin, sonradan bütün Türkleri bir bayrak altında top layıp tarihin en büyük imparatorluğunu kuracak olan Çengiz Han’dır. Temüçin, babasının yerine geçtiği vakit, henüz ufak bir ço cuktu. Talih ona hayli uzun sürecek sıkıntılı bir hayat devri ha zırlamıştı. Çok karışık olan XII. yüzyıl Moğolistan tarihinin kav galarına o da karışacak, savaş içinde büyüyüp yetişecekti. Temnçin, hayatın karşısına diktiği bütün fırtınalara karşı göğüs ger mesini bilmiştir. Çektiği ıstıraplar iradesini çelikleştirmiş, iç kav gaları savaş bilgisini arttırmış, yenmiş, yenilmiş, fakat hayattan aldığı derslerle pişmiş ve yetişmiştir. 1207, Temüçin’i Çengiz Han olarak selâmlayan yıldır. Çünkü, Moğolistan’daki nüfuzu günden güne artan Temüçin, kendisine düşman olan kabileleri bir bir yok ettikten sonra, bir kurultay toplayıp imparatorluğunu ilân etmiş ve Çengiz adını almıştır. Temüçin’in ve ordularının nam vermesi bundan sonra başlar. Cengiz, dünyaya çok büyük işler yapmak için gelmişti. O, dağılmış ve birliğini kaybetmiş olan Türkleri- bir araya toplaya cak, soyunun düşmanlarını yenecek ve Türkün üstünlüğünü dün yaya bir yol daha gösterecekti. Tanrı, bu işleri yapabilecek kabi liyeti ondan esirgememişti. Bu büyük işleri yapabilmek için önce, iyi işler bir makine meydana getirmek lâzımdı. Çengiz, bu büyük makineyi yarat
mış; onu askerlik, disiplin ve yasa temelleri üzerinde yükselt miştir. Ordu, bu makinenin işleyen büyük koluydu. Disiplindebirinci ve vuruşta yaman erlerden kurulu idi. Bu müthiş kuv vetlerin kumandanları da çok ustaca seçilirdi. Onun içindir ki, en büyük çarkından en küçük koluna kadar şaşmadan işleyen bu makine, büyük işler y a p tı: Çin’in hesabı iki seferde görüldü. 1216 yılı geldiği zaman Kuzey Çin, Türk imparatorluğuna eklenmiş ve Çengiz’in önünde durulmaz orduları batıya dönmüşlerdi. Batıda ilk yumruğu Harzemşahlar imparatorluğu yedi. İçinden çökmüş bir halde olan bu Türk imparatorluğu, Çengiz ordularının önünde çabucak bo yun eğdi. Bundan sonra yenilmez ordular kollara ayrılarak iler lemeye devam ettiler. Bir yandan Hint, bir yandan Azerbaycan ve Kuzey İran ele geçirildi. Ermenistan bir hamlede çiğnendi. Gürcülerin işi bitirildi. Ruslar kolayca alt edildi. Bu ülkelere, Çengiz ordularından önce, bu önünde durulmaz müthiş kuvvet lerin namı ve korkusu geliyordu. Bu korku okadar büyüktü ki, çok defa kaleler dayanmayı bile göze alamıyor, hemen boyun eğiyordu. Dayanmak kararını verenler ise kalelerinin yerle b ir edilmesine sebep oluyorlardı. Çünkü Çengiz orduları, en sağlam setleri bile bir hamlede yıkabilen coşmuş sellerden farksızdı. Çiğneyip geçiyorlardı. Ve makine öylesine işliyordu ki, önünde durulmaz orduların seller gibi akışına Çengiz’in ölümü bile en gel olamamıştı. Moskova’nın zaptından sonra ayrı ayrı kollardan ilerleyen Türk orduları Lehistan’ı çiğneyip Macaristan’a da gir mişlerdi. Bu Türk akışım hiçbir kuvvet durduramamıştı. Dünyanın en büyük imparatorluğu, işte bu büyük makinenin işlemesi ile. meydana gelmiştir. Asya’nın doğu uçlarından Avru pa’nın göbeğine kadar uzanan okadar geniş topraklar üzerinde Türk bayrağının yıllarca dalgalanmasında Çengiz’in kahraman lığının, dehâsının ve azminin payı büyüktür. Çengiz Han, dünyayı titreten o müthiş kuvveti, Türk birli ğini kurmak için meydana getirmişti. Bu ordular nerede Türk varsa oraya kadar gideceklerdi. Büyük kumandanlardan birisi Kıpçak ülkesinin zaptı için izin istediği zaman, Çengiz: «Madem ki Kıpçak’ta da Türk var, orayı da alınız!» demişti. Evet, ne rede Türk varsa oraya gidilecek, Türk olan ve Türk bulunan her toprak devlete eklenecekti. Çengiz, bu ülküsüne ulaşmış,
Türk birliğini kurmak talihine ve mutluluğuna eren sayılı Türk ülerden biri olmuştur. Çengiz, 1227 de Tankut seferine çıkmıştı. Tankutları ortadan kaldırıp Güney Çin’i zaptetmek ve Asya’da Türk hâkimiyetine girmemiş bu son toprak parçasını da imparatorluğa eklemek is tiyordu. Ömrünün çok yıllarını savaş alanlarında geçiren başbuğ, bu son seferine çıkarken 72 yaşında bulunuyordu. Bu ihtiyar ya şında bile Türklük için zaferler aramakta idi. Fakat yolda bir denbire hastalandı. Ölüm, Türk birliği ülküsünün bu büyük kahramanını, son bir zaferden yoksun bıraktı. Her şeyi alt et mesini bilen Çengiz, ölümün önünde boyun eğmiş, fakat gelecek Türk nesillerine bir ülkünün nasıl gerçekleştirilebileceğinin en güzel örneğini vererek göçüp gitmişti.
Ha r z e mş a h l ı Cel âl et t i n Türk tarihinin büyük kahramanlarının çoğu, savaş meydan larında zaferler kazanmış kimselerdir. Fakat bu kahramanlar arasında bahtın güler yüz göstermediği öyleleri vardır ki, yiğit likte, bu zafer tanrılarından hiç de geri olmadıkları halde, ta rihe, yenilme ile biten vuruşların başları veya başbuğları ola rak geçmişlerdir. Tarihin en büyük ihtilâlini yaparak milletleri için canlarım verenler, Türk soyunun en büyük düşmanına karşı küçük bir kuvvetle dünyanın en şanlı savunmasında bulunup tutsak düşenler, haçlı ordularını yerden yere vurduğu halde, kendi milletinden bir başka kahramana yenilip ülkesini ve tah tını kaptıranlar Türk soyunun yine şanlı, yine ulu, lâkin bahtı kara kahramanlarıdır. İşte Harzemşahlı Celâleddin de milleti mizin bu talihsiz yiğitlerinden biridir. Babası Harzemşahlı Mehmed’in birtakım hayallere kapılıpÇengim Han’a karşı gelmek istemesiyle iki devlet savaşa tutuş tukları zaman, Celâleddin yetişmiş, ülkesinde namı yayılmış bir yiğitti. Tanrı, sanki onun yiğitliğini sınamak istermişçesine kar şısına, önünde durulmaz bir savaşçı ve bir ordu çıkarmış, Celâledılin’i Çengiz Han ile orduları önünde yıllarca vuruşmak zo runda bırakmıştı. Harzemşahlı Türklerin bu kahraman çocuğu, Tanrı’nın bu büyük sınavında, tarihe yüz akı ile geçmek başa rısını gösterebilmiştir. Orduları Çengizlilere kısa zamanda yenilen Harzemşahlı Mehmed; yurdunu, tahtını, ailesini ve hâzinesini kaybettikten sonra hayata gözlerini kaparken, Celâleddin öteki kardeşleriyle birlikte babasının yanında bulunuyordu. Bu ölümden sonra ar tık herşey onun üzerine kalmıştı. En sağlam kaleleri Çengizlilerin eline geçen, orduları darmadağın olan Harzemşahlar ülkesi için, bundan sonra ölünceye kadar didinen, çırpman, savaşan en büyük kahraman o olacak, bu suretle Çengiz’i bile hayran bıra
kan kahramanlıklar göstererek tarihin yiğitleri arasında yer ala ca k tı. Celâleddin, babasının ölümünden sonra kardeşleri ve yetmiş atlı ile Harzeme geçtiği vakit, halk pek sevinmişti. Bu ünlü kah ramanın Çengizlilere karşı savaşacağını duyarak, dağılmış ordu dan birçokları takım takım yanına geliyorlardı. Kendisi de boş durmuyor, dolaştığı yerlerden kuvvet topluyor, bazı beğlerle an laşmalar yapıyor, Çengizlilerin elinde bulunan şehirleri ayaklan dırmaya uğraşıyor ve ayaklandırıyordu. Çengiz Han, Harzemşahlarm işini bitmiş sayarken, Celâleddin’iri iş başına geçip kendisine karşı gelmek istediğini görünce, üzerine hemen bir ordu göndermişti. Bu ordu ele geçirilen şehir lerde çıkan isyanları kana boğarak bastırdıktan sonra, Celâl’in üzerine yürüdü. 1221 de yapılan çarpışmada Celâleddin, Çengizliler ordusunu bozdu, içinde okadar büyük öç hırsı vardı ki, ele geçirdiği tutsaklara zulüm yapmaktan kendini alakoyamadı. Bu zaferden sonra kalelerinden birini kuşatmış olan bir Çengiz or dusunu daha vurdu, dağıttı. Sayıca az bir başka Çengiz ordusu nun üzerine saldırıp onların da işini bitirdi. Devletini yıkanlar dan böylece öç almaya çalışıyordu. Harzemşahlarm yiğit çocuğunun kazandığı bu zaferler, Çengiz’i kızdırmıştı. Bu kızgınlıkla Çengiz, ordularım yenen Celâleddin’i vurmak için üzerine yürüdü. Harzemşahlı Celâleddin’e, Çengizlilerin gücünün derecesini göstermek istiyordu. Celâleddin, Çengiz’in, üzerine geldiğini duyunca çekilmeye karar verdi. Elindeki kuvvetlerle ona karşı duramayacağını bi liyordu. Bu kuvvetler iyi bir ordu sayılamazdı. Çünkü ordusun da, yabancı milletlerden de askerler vardı. Türklerle bu yaban cılar birbirleriyle uğraşıp dururlar, Celâleddin, onların aralarını bir türlü bulamazdı. Sonunda, Türklerden bir kısım çekilip git miş ve Celâleddin’in ordusu eski gücünü kaybetmişti. Onun or dusunun ruhu Türklerdi. Çengizlilere karşı zafer kazanan da onlardı. Celâl, öteki milletlerin askerlerinden savaşta büyük bir varlık beklenemeyeceğini unutmuyordu. Harzemşahlı Celâleddin, Sind suyuna doğru çekilmeye baş lamıştı. Çengiz de gece gündüz yol alarak ilerliyor, onu yaka lamaya çalışıyordu. Nihayet, Sind suyu boyunda, ordularını ye
nen kahramana yetişti. Celâl, suyu geçmeye çalışırken Çengiz orduları tarafından sar iliverdi. Harzemşahlı bahadır su ile ateş arasında kalmıştı. Tarihin, Türk’ü Türk ile karşılaştıran vuruşlarından biri olan bu çarpışma başlarken büyük Han, Celâleddin’in diri olarak tutulması buyruğunu vermişti. Onun için askerleri ona ok at mıyorlar, yalnız çemberi daraltıp bu kahraman soydaşlarını ele geçirmeye uğraşıyorlardı. Celâleddin ise kendisini ve kuvvet lerini saran üstün Çengiz ordularına karşı korkusuzca ve kah ramanca saldırıyor, işitilmemiş yiğitlikler gösteriyordu. Fakat bu büyük kuvveti söküp atamıyor, her an daralan kıskaçtan kurtulamıyordu. Çember gittikçe daralıyordu. V e sonunda bir an gelmişti ki Celâl, artık bir gedik açıp kurtulamıyacağmı anladı. Çengizlilerin eline düşecekti. Lâkin o, bunu gönlüne kabul etti remedi. Kendi soydaşları bile olsa, çarpıştığı kimselere tutsak olmayı pek ağır buldu. Zırhını çıkardı. Başka bir ata atlayıp hayvanı suya doğru sürdü. Sancağı elinde, kalkanı arkasında bulunuyordu. Bu şekilde yardan ırmağa atladı. Karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. Askerleri de başbuğlarını takip ederek suya atladılar. Tarihin birkaç büyük adamının zafer kazanmış orduları ile geçtiği Sind suyunu, 1222 de Harzemşahlarm bu ta lihsiz kahramanı, yenilmiş bir savaşçı olarak aşıyordu. Bu, öyle bir geçişti ki, Çengiz’i bile heyecana getirmişti. Celâleddin, yar dan suya atladığı zaman, Çengiz’in askerleri kendisini yakala mak için ardına düşmek istemişler, fakat büyük Han onları dur durmuş, bu görülmemiş canlı levhayı seyre başlamış ve yanında bulunan oğullarına: «Bir babadan doğacak oğul böyle olmalı!» demişti. Celâl, Çengiz’in ölümünden sonra, bir aralık büyük bir kuvvete sahip olmuş, hattâ İran ile Harzem’in bir kısmını ele geçirmişti. Fakat onun sayıca kabarık bu ordusu yine de tam bir kuvvet değildi. Çünkü bu ordudaki Türkler kısmen iranlılaşmışlar, yâni savaşçılık duygularını az çok kaybetmişlerdi. Töreden ayrılmayan ve vuruşmada, savaş şanından başka bir şey düşün meyen Türkler, asıl devlet saydıkları Çengizlilere hizmet ediyor lardı. Çelâleddin’in ordusunda bulunan ,savaşçılık ruhunu kay betmemiş Türkler de fırsat buldukça Çengiz devletine kaçıyor lardı..
Bu şartlar altında iki ordu yine karşılaştıkları zaman, Celâleddin’in üstün gelmesi zaten beklenemezdi. Fakat o, her zaman olduğu gibi bu vuruşmada da büyük kahramanlıklar gösterdi. Çengizliler ordusunun saldırışları karşısında buyruğu altındaki İranlılar hemen dağılmışlar, iranlılaşmış Türkler de fazla bir savaş gücü gösterememişlerdi. Talihsiz kahraman, savaş meyda nında, kendine sadık katıksız Türklerle kalmıştı. Artık bu sefer kaçıp kurtulmak imkânsız gibi gözüküyordu. Çengizliler ordusu kendisini öylesine sarmıştı. Fakat Celâl’in çelik iradesi yine sar sılmadı. Önce korkaklık gösteren kendi adamlarından birinin üzerine yürüyüp onun işini bitirdi. Sonra soydaşlarının ordusuna saldırarak onlarla vuruştu. Ve bu sefer de bir yol açarak savuştu gitti. Çengizliler ordusunu kendisine bir kere daha hayran bıra kan Celâleddin’in bu bozgundan sonraki hayatı pek karışık geç miştir. O, büyük bir padişah olmaya lâyıkken, çok zaman bir çete başı gibi yaşamış, yoksulluklar içinde ve bahtın elinde çır pınmış, durmuştur. Son bir bozgundan da yine görülmemiş bir bahadırlıkla kurtulabilen Celâleddin, dağlarda Kürtlerin eline düşmüş ve şanlı fakat acı kavgalarla dolu olarak geçen hayatı yine bahtsız bir şekilde bir Kürtün eliyle sona ermiştir. Harzemşahlı Celâleddin, büyük Türk kahramanlarındandır. Eğer iyi bir çevrede yetişmiş olsaydı, tarihe büyük bir Türk padişahı olarak geçebilirdi. Lâkin kara bahtı onu hem Harzemşahlar devletinin kötü çağında yaşatmış, hem de Çengiz Han gibi büyük bir savaş devinin karşısına atmıştı. Fakat uğradığı bozgunlara ve yenilgilere rağmen, o, yine Türk soyunun kahra manlarından biridir; Çengiz Han’ın gönlünü çelmesinden altı yüz yıl sonra Namık Kemal gibi bir insanı dahi kendisine bağla ması, bunun tanıklarından biridir.
Os ma n Beg XII. yüzyılın ortalarında, Ankara’nın batı çevrelerinde Oğuz boylarından Kayıİar oturuyordu. Söğüt ve Domaniç’te yerleşen Kayılar,- tarihlerin yazdığına göre, dört yüz çadır halkı idiler. Bunların başı Ertuğrul Beğ idi. Ertuğrul Beğ, doksanını aşmış bir koca olarak hayata gözlerini yumunca, Kayı aşiretinin baş kanlığı, oğlu Osman’a geçmişti. İşte bu Osman, insanlık tari hinin en şanlı ve en uzun hükümdar ailesi Osmanoğullarına adım veren yiğittir. Osman Beğ’in, Kayıların başına geçtikten sonraki hayatı, komşu Rum beğleriyle bir savaşlar silsilesidir. Ona sınırdaş olan Rum beğlerinin en güçlüsü İnegöl beği idi. Osman, İnegöl’ ü bu Rum beğinin elinden almak istiyordu. Amacına ulaşmak için giriştiği ilk teşebbüste, bir pusuya düştüğünden başarı sağlaya madı. Çarpışmada hernekadar bozulmadı ise de, İnegöl’ü ala madıktan başka kardeşi Sarubat’ının oğlu Baykoca’yı şehit ver di. Fakat Osman, bir müddet sonra bu İnegöl beği ve silâh ar kadaşı Karacahisar beğinin kuvvetleriyle Domaniç yakınlarında yeniden vuruştu ve savaşı kazandı. Fakat bu sefer de kardeş lerinden birisi şehit oldu. Osman Beğ, 1291 de Karacahisar’ı zaptetti. Ertesi yıl yap tığı b»-.' savaşta Rumları kılıçtan geçirdi. Artık küçük Osmanlı beğliği için zafer yolu açılmıştı. Osman’ın başarıları, komşuları olan Rum beğlerini bir yan dan ürkütüyor, diğer taraftan da kıskandırıyordu. Hepsi, ufuk larında bir çoban yıldızı gibi parlayan bu yiğitin ortadan kaldı rılması düşüncesinde idiler. Ancak buna savaşla erişemeyecek lerini anlamışlardı. Gayelerine varmak için tek yol, hiyleye baş vurmaktı. V e sonunda Rum begleri de bunu yaptılar. Ertuğrul’un yiğit oğlunu kolayca ele geçirip öldürmek için, onu Yarhısar Rum beğinin düğününe çağırdılar. Fakat Osman, Rum beğleri-
nin hiylelerini ve maksatlarını öğrendi, tedbirini aldı. Uç beği Osman’ı pusuya düşürmek isteyenler, sonunda kendileri gaafil avlandılar. Türk beği hem Bilecik, ile Yarhısar’ı ele geçirdi, hem de Bilecik beğinin oğluna verilecek olan gelini esir alarak küçük oğlu Orhan ile nikahladı. Artık, Rum besleri arasında, Osman’ın hamlelerini önleye cek kimse kalmamıştı. Osman Beğ, 1299 da Yalova’da Rumları bozguna uğrattıktan iki yıl sonra Yenişehir ile Yundhısar’ı, 1302 de de Köprühısar’ı zaptetti. Türkiye’nin siyasî hâkimiyeti İlhanlIların eline geçtikten sonra da, onların buyruğunda bir uç beği gibi Rumlarla savaşla ra devam eden Osman Beğ’in kuvveti, eline geçirdiği kalelerle günden güne artıyordu. Bu, durmadan savaşan ve savaştıkça güçlenen Türk kahramanı, Rumlar için bir kâbus olmuştu. Onu ya ortadan kaldıracaklar, yahut önünde dize geleceklerdi. Osman’ın önünde dize gelmemek isteyen Rum beğleri bir leştiler, Bizans imparatorundan da yardımcı kuvvet alarak Türk kahramanının üzerine yürüdüler. Fakat savaşı, çarpışmasını bi lenler kazandı. Rumlar yeni bir bozguna uğramışlardı. Ancak Osman da kardeşi Gündüz Beğ ile Gündüz Beg’in oğlu Aydoğdu’yu şehit vermişti. Osman Beğ, bu büyük savaştan iki yıl sonra Koçhisar’ı, on dan beş yıl kadar sonra da Akhisar’ı zaptetti. Artık sıra Bursa’ ya gelmişti. Osmanlı atlıları Bursa önlerine kadar zaten geli yorlar, fakat akın sona erince geri dönüyorlardı. Çok sağlam olan Bursa’nın alınması için sıkı bir kuşatmaya ihtiyaç vardı. Osman, şehrin iki yanında yaptırdığı iki kale ile sonunda bu işe girişti. Buna rağmen şehir, Türk kuvvetlerine karşı sekiz yıl kadar da yandı. Kuşatmayı Orhan Beğ idare ediyordu. Esasen Osman Beğ, son zamanlarında idareyi küçük oğlu Orhan’a bırakmıştı. Orhan, askerlikte ilk önemli tecrübelerini edindiği bu kuşatmayı, ba şarı ile sona erdirip şehri zaptedince, Osmanlı Türklerinin tari hinde yeni bir devir açılmış oluyordu. Bu şanlı hayatın sona eriş tarihi kesin olarak belli değildir. Eski Osmanh tarihleri, Osman’ın, Bursa’nın zaptı müjdesini alamsdan öldüğünü yazarlar. Fakat daha sonra ölmüş olması da muhtemeldir.
Osman Beğ, bütün hayatı boyunca çok sade yaşamış, silâh ar kadaşlarının hatırlarını her zaman saymış, dindar, adaletsever bir insandı. Savaşçı bir kahraman olduğu kadar, tedbirli bir ■devlet adamı idi. Kahramanlığını, sınırdaşı olan Rum beğleriyle yaptığı savaşlarda; devlet adamı vasfını İlhanlIlara ve batı Ana dolu’nun güçlü beğliği Hamidoğullarma karşı gösterdiği siyaset ile ispat etmiştir. Dünya malında hiç gözü yoktu. Düşmanlardan pekçok mal ele geçirmiş olduğu halde, bunlardan kendisine bir pay çıkarmak yoluna sapmamıştır. Öldüğü zaman bıraktığı maddî miras üç sürü koyun, birkaç at, bir kılıç, bir tirkeş, bir mızrak, birkaç sancak, bir çift çizme, at için bir zırh takımı, bir tuzluk, bir ka şıklık ve bir sarıklık bezden ibaretti. Ertuğrul Beğ’in küçük beğliğini, yarının önünde durulmaz büyük imparatorluğu haline getirecek olan, sadece kahraman lık mayası değil, aynı zamanda bu büyük ahlâk ve erdemdi. Yıldırım’lar, Murad’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar ve Kanunîler işte bu sağlam temel üzerinde yükselecekler ve Türkiye, böyle bir te.mele dayandığı için ebedî olacaktı.
I. M u r a t Osmanlı padişahlarının üçüncüsü olan Murad, sülâlenin ikinci hükümdarı Orhan’ın küçük oğludur. Ağası Süleyman, Trakya topraklarında kâfirlere karşı zaferler kazanırken bir av sırasında ve kaza sonunda boşuboşuna ölünce, taht kendisine kalmıştı. I. Murad, dedesinden ve babasından kalan bu yerin hakkını vermesini bildi. Osmanlı tarihlerinde «Hüdâvendigâr» ve «Gazi Hünkâr» nam ları ile anılan Murad, tahta çıktığı sırada, otuz beş yaşlarında idi. Kendisini büyük vazifeler bekliyordu. Bir yandan Anadolu’ da Türk birliğini kurmaya çalışacak, diğer taraftan Avrupa top raklarında Türklüğe lâzım olan yerleri devlete ekleyecekti. Ana dolu’da en büyük rakibi, Selçük sülâlesinin sona erişi ile bağım sızlıklarını ilân eden beğliklerin en güçlüsü Karamanlılardı. Gözü batıda olan Murad, Karamanlılara karşı bir ölüm - dirim kavgasına girişip Türkiye topraklarında Türk birliğini kuramadı. Fakat, Balkanların, Türklüğün geleceği için gerekli topraklarını ele geçirip torunları zamanında yapılacak büyük hareketlerin temelini başarı ile attı. Başta Edirne olmak üzere Trakya’nın belli başlı kalelerinin ve kasabalarının savaşla zaptı, işte bunun sonucudur. Batılılar, Balkanlardaki Türk ilerleyişi karşısında tehlikeyi anlamışlardı. Çünkü, Selçükler zamanında haçlı sürüleri halinde Anadolu’ya saldırdıkları zaman alt edemedikleri Türklerin ya rattıkları tehlike artık gözle görülür bir hal almıştı. Bilhassa Bal kanlardaki hırıstıyanlar arasında birleşmek yolunda bir kaynaş ma başlamıştı. Bu kaynaşma meyvesini vermekte gecikmedi. Ha zırlanan bir haçlı ordusu Türkleri vurmak üzre yola çıktı. Ta rihlerimizin «Sırp Sındığı» diye anlandırdıkları savaş, işte bunun .sonucudur. Sırp Sındığı, efsanelerle karışık bir savaştır:
Macarlar, Romenler ve Sırpların birleşerek harekete geçtik leri haberi alınınca, Trakya’daki Türk kumandanı Lala Şahin Paşa telâşa düşmüş ve o sıralarda Anadolu’da bulunan padişah tan yardım istemiş, bir taraftan da düşman hakkında bilgi top lamak üzere Hacı İlbeğ’i keşfe göndermişti. Türkleri Avrupa topraklarından söküp atmak maksadı ile yü rüyen haçlı ordusunun kuvveti, tarihlerde, 60.000 ile 100.000 ara sında değişik sayıda gösterilir. Aynı şekilde Türk keşif birliği de 10.000 ile 20.000 -arasında birbirinden farklı sayılarda kaydedilir. Bu değişik sayılardan çıkan tek netice, Türklerin, düşman or dusunun karşısına pek küçük bir kuvvetle çıktıklarıdır. Buna rağmen, Hacı İlbeğ, bu üstün düşman ordusuna karşı bir gece baskını yapmış, zafere gittiklerini sanan ve bunun için de eğlen ce yapan haçlıları yoketmiştir. Sırp Sındığı dersi, haçlıları, Türklerin Balkanlardan sürül mesi düşüncesinden vaz geçirmedi. 1364 te uğradıkları bu büyük bozgundan beş yıl sonra, yeniden toplandılar. Bu seferki haçlı ordusu Macarlar, Sırplar, Romenler ve Boşnaklardan meydana getirilmişti. Bazı tarihlere göre orduda bir mıkdar da Bulgar ve Arnavut vardı. Orduya Sırp kıralı Lâzar kumanda ediyordu. Sırp Smdığı’nın öcünü de alacak olan haçlı ordusu hızla ilerledi, ö te taraftan Gazi Murad da ordusu ile düşmana karşı yürüyor du. Sonunda iki ordu Kosova’da karşılaştılar. Tarihlerimizin Birinci Kosova Savaşı dedikleri bu büyük çarpışmayı yapan iki ordunun asker sayısı denk değildi. Güve nilir kaynakların verdikleri sayılara göre haçlılar 100.000, Türkler ise 60.000 kişi idiler. Düşman ordusunda tanınmış bazı savaş çılar, Türk ordusunda ise Murad’m oğulları Şehzade Bayazıd ile Şehzade Yakub da vardı. Çarpışmanın başında Osmanlı ordusunun sol kanadı, üstün düşman kuvvetlerinin saldırışı karşısında bozulur gibi oldu. Fa kat Şehzade Bayazıd ileri atılıp kahramanca vuruşarak açılan gediği kapadı. Geleceğin Yıldınm’ının bu yiğitçe hareketi sonun da, Türk ordusu savaş alanına hâkim oldu. Ve Murad’ın dinç ordusunun düşmana saldırışı savaşın sonucunu çabuk getirdi. Türk’ü yenmek isteyen bir haçlı ordusu daha yokedilmiş ve Türk düşmanı Lâzar da savaş alanında kalmıştı.
Birinci Kosova Savaşı, Murad’ın son erlik kavgasıdır. Düş manını yere serdikten sonra savaş alanını dolaşan Türk padişa hı, yaralılar arasında bulunan Miloş Kapiloviç adlı bir Sırp asil zadesi tarafından kahbece hançerlenince, kazandığı zaferin sonu cunu görememiş ve böylece Türk tarihinin manevî bekçileri olan milyonlarca şehidin araşma katılmak şerefini kazanmıştır. 27 Ağustos 1389... Bu, Osmanlı sülâlesinin ilk şehit hüküm darı olan değerli asker ve devlet adamı I. Murad’m Kosova’da tarihin büyük zaferlerinden birisiyle birlikte rütbelerin de en ulusunu kazandığı tarihtir. Cezasını, Âşıkpaşazade’nin dediği gi bi, kahpelik yerinde it gibi tepelenmekle gören Miloş Kapiloviç'in kahbece hareketi olmasaydı, babası Orhan’dan aldığı küçük mirası, hayatını savaş yerlerinde geçirerek kudretli bir devlet haline getiren Murad, herhalde daha başka büyük işler de ya pacaktı. Talih, bunu ondan esirgedi. Fakat, Türklüğü yücelte cek bu işlerin onun çocukları ve torunları zamanında yapılma sına talih dahi engel olamayacaktı.
flydınoğlu
Umur Beğ A t s ı z ’a
Selçuk sülâlesinin tarihe karışmasından sonra Anadolu’da meydana gelen beğliklerin başında bulunmuş her bakımdan de ğerli Türk büyükleri az değildir. Bazan birbirleriyle, bazan ya kınlarındaki kâfirlerle vuruşan ve hayatları savaşlar içinde ge çen bu Türk başbuğları arasında, kahramanlıkta önü alacaklar dan birisi Aydınoğullarmın yiğit çocuğu Umur Beğ’dir. Aydın Beğ’in torunu olan Umur, yalnız kendi ailesinin değil, bütün Anadolu Türklüğünün de kahramanlarındandır. Aydıooğlu Umur Beğ, batılılarla bir sıra savaş yapmıştır. Bunlardan bir kısmı karada, bir kısmı denizlerde olmuştur. Bu vuruşmalar sırasında, öyle nam salmışıtr ki, sonunda, Avrupa lIlar, bir beğliğin başı olan Umur Beğ üzerine haçlı seferi yap mak zorunda kalmışlardır. Umur Beğ’in kâfirlerle yaptığı vuruşmalar yıllarca sürmüş tür. Bunlardan ilk önemlisi, İzmir’in ele geçirilmesi için yapılan dır. O zamanlar iki kale olan İzmir’in aşağı kalesi frenkler elin de idi. Umur Beğ, burasını frenklerden almak için kuşattı ve kuşatma iki yıldan çok sürdü. Kale kumandanı Cenevizli bir İtalyandı. Bu İtalyan, Aydınoğulları ordusuna sonuna kadar da yanamadı. Kaleyi Türklere bırakarak adalara çekildi. İzmir’i hırıstıyanlardan temizleyen Umur Beğ, nammı Adalardenizi’nin öteki kıyılarına kadar ulaştırmıştı. Fakat o, yalnız nammin gitmesi ile kalmıyor, mavi sular üzerinde kayarak ken disi de oralara gitmek istiyordu. Bu istek, ancak bir deniz kuv veti ile gerçekleşebilirdi. Kâfirlerle daha uzaklarda da vuruş mak isteyen Umur Beğ,_bu donanmayı meydana getirdi. Ve ge mileriyle Adalardenizi’nde b.irçok kereler dolaştı. Osmanlı Türk lerinden çok önce Rumeli kıtasına çıktı. Orada temelli olarak
yerleşemedi ise de, Türk adını Balkan topraklarında şerefle do laştırdı. Aydınoğlu Umur Beğ’in Adalardenizi’ne saldığı korku gün den güne artıyordu. Hele bu denizde yaptığı büyük bir sefer, bu korkuyu büsbütün arttırmıştı. Bu seferde, Aydınoğlu kuv vetleri birçok adalara ve kıyılara akınlar yapmış, kâfir elleri yağma edilmiş ve Türk erleri sonunda Ağrıboz adasına da çık mıştı. Adanın kumandanı Venedikli bir Italyandı. Bu İtalyan Türklere karşı koymak istedi. Bu yüzden uzun süren çarpışmalar oldu. Türk akıncıları on kadar hisarla yüz kadar köyü ele geçi rip yağma ettiler. Sonunda, İtalyan kumandanı, Aydmoğullarına haraç vermek şartıyla, barış yapmaya mecbur oldu. Aydınoğlu Umur Beğ’in Adalardenizi’ne saçtığı dehşet, ni hayet, Avrupanın haçlı ruhunu harekete getirdi. Papa, denizler deki Türk ilerleyişini durdurabilmek için, yeni bir haçlı kuvveti toplamaya çalıştı. Bu suretle Papa, Fransız, Venedik ve Rados gemilerinin birleşmesiyle 30 parçalık bir kuvvet meydana geldi. Haçlılar bu donanma ile Umur Beğ’in kuvvetlerine saldırdılar. Yunan sularına kadar ilerlemiş olan Aydınoğlu gemileri, bu üs tün kuvvet karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Vuruşa vuruşa İzmir’e kadar çekilen Umur Beğ, gemilerinin çoğunu kaybetti. Batı, Türk beği Aydınoğlu Umur’a bir sille indirebilmiş, fa kat onun gücünü tamamen kıramamıştı. İzmir’i elinde tutan Umar Beğ’in, yeniden gemiler elde ederek Adalardenizi’ne açıl ması, hırıstıyan adalarını ve topraklarını yağma etmesi her za man mümkündü. Buna engel olabilmek için İzmir’i de ele ge çirmek, Aydınoğullarını geri atmak ve hattâ beğliğin yiğit baş buğunu yoketmek gerekti. Bu gayeye erişmek isteyen Papa, uzun çalışmalardan sonra 1344 te yeni bir haçlı ordusu ve donanması meydana getirdi. Bu seferki donanma Venedik, Ceneviz, Kıbrıs, Rados ve Papa’mn gemilerinden meydana gelmişti. Bu donanma, önce, Adalardenizi’ni Türk korsanlarından temizlemeye çalıştı. Sonra İzmir’ e doğru yelken açtı. Haçlılar karaya çıktılar ve İz mir’i kuşattılar. Aydınoğlu Umur Beğ’in elindeki kuvvet, haçlı ordusuna göre çokazdı. Onun için düşmanlarını sürüp atamadı. Fakat İz
mir’i de kolay kolay teslim etmeyeceğini yaptığı çarpışmalarla onlara gösterdi. Eğer, kalede bulunan iki köle ihanet etmeselerdi, haçlılar İzmir’i belki de hiç ele geçiremeyeceklerdi. Bu iki kölenin gizli yardımı ile geceleyin kaleye giren batılılar, ço cuklarla kadınları da ayırmadan ellerine geçen bütün Türkleri boğazladılar. Umur Beğ, yabancı kanı taşıyan bu iki kölenin ihaneti ile uğradığı kaybın acısını çıkarmak için hazırlıklara girişti. Kar deşlerinden de yardım istedi. Hazırlıkları sona erince akınlara başladı. Bu akınlar hayli sürdü. Fakat düşman kuvvetli ve kale çetindi. Kaleyi bu suretle ele geçiremeyeceğini anlayan Umur, düşmanını dışarı çıkararak ezmeye karar verdi. Bunun için de bir pilân kurdu. Askerlerinin çoğunu çekerek ovayı örten çalı ların ve yıkıntıların arkasına gizledi. Türklerin, kuvvetlerinin çoğunu geri çektiğini sanan haçlılar, geri kalanları temizlemek düşüncesiyle, kaleden çıktılar. Vuruşmayı kazanarak, çekilen Türk kuvvetlerinin ardına düştüler. Ve kovalama sırasında hayh da dağıldılar. Bu suretle düşmanı pususuna düşüren Umur B:ğr, onların hepsini kılıçtan geçirdi. Başta, bir kilisede ordularının zaferine (!) dua etmekte olan Patrik Hanri olduğu halde, kırk kadar haçlı asilzadesi de, toprağa serilmekten kurtulamadılar. Bu bozgun Avrupa’da büyük bir üzüntü yarattı. Hem haçlı ordusu yok edilmiş, hem de İzmir tehlikeye girmişti. Türk ku şatmasının şiddetle devam ettiği sırada, Papa, 26 gemilik yeni bir donanma hazırlattı ve 1346 da kaleye taze bir kuvvet gön derdi. 15.000 haçlı karaya çıktı. Fakat Türk kuşatmasını kıramadı. İzmir dolaylarındaki Aydmoğulları - haçlılar kavgası, 1348 yılına kadar sürdü. Umur Beğ, türlü kahramanlıklar gösterdiyse de, kuvvetinin yetersizliğinden, kâfirleri kaleden çıkaramadı. Bir gün, Umur Beğ, yeni bir akma kalkmıştı. En önde o bu lunuyor, erlerine kuvvet veriyordu. Türkler, savaş naraları ata ata kalenin duvarlarının dibine kadar gelmişler ve merdivenleri duvarlara dayamışlardı. Umur Beğ, merdivenlerden birisine ya pışmış, tırmanıyordu. Başbuğun ölümü bu kadar hiçe sayması, buyruğundaki erleri de coşturuyordu. Aydınoğlu durmadan tır manıyordu. Ama, talih, onu son basamağa kadar çıkartmadı. A l nına rastlayan bir ok ile yere yıkıldı. Bu ok, iki tarafa da ka zanç getirmişti. Haçlılar İzmir’i, Aydınoğlu Umur Beğ de şehit liği kazanmıştı.
Yıldırım Beyazıd Kosova’da haçlı Avrupa’ya unutulmaz bir ders veren I. Mıırad, kazandığı zaferden sonra bir Sırplınm kahbe hançeriyle toprağa düşerken, Türkiye, kaybettiğinin yerine başka bir bü yük başbuğ kazanıyordu. Tarihin Yıldırım âiye adlandıracağı bu başbuğ, I. Murad’m oğlu olarak 1360 yılında doğan Bayazıd’dır. Osmanlı Türklerinin en ulu padişahlarından biri olan, Ana dolu’da Türk birliğini kurmak için çalışan, hsçlı Avrupa’ya ba~ basmınkinden daha büyük bir yumruk indirebilen Bayazıd.. Bayazıd, daha babasının padişahlığı zamanında savaş yerle rinin adamı olduğunu göstermeye başlamıştı. I. Murad’ın, Karamanoğlu Alâeddin A li Beğ ile yaptığı Konya savaşında Rumeli birliklerinin başında bulunmuş ve OsmanlIların kazanmasında büyük rol oynamıştı. Adının başında bulunan ve onu hayali mizde daha çok büyülten Yıldırım lâkabının, bu çarpışmada gös terdiği yiğitlikten ve hızdan dolayı olduğu söylenir. Konya çarpışmasında kendi soyundan olan bir orduya karşı gösterdiği yiğitliği, Birinci Kosova Savaşı’nda da Türk düşmanı Avrupa önünde tekrarlamıştı. Babası Murad’m gazilikten şehit liğe yükseldiği bu meydan savaşında, Bayazıd, sağ kola buyruk veriyordu. Ve bu parlak zaferde de onun payı olmuştu. Bu başa rılardır ki Murad’m ölümü üzerine Osmanlı tahtını, savaş alan larında elde edilmiş bir hak olarak, Yıldırım’a kazandırdı. Bayazıd’ın ilk padişahlık çağları kendisi için hayli sıkıntılı geçmiştir. Padişah olur olmaz büyüklüğüne yakışmayan bir kü çüklük göstererek kardeşini öldürtmesi bunun baş sebebidir. Çünkü hem kendi beğlerinden bazıları, hem de Anadolu’daki öte ki beğlikler bu yüzden ve bunu fırsat bilerek ona karşı yürü müşlerdir. Bayazıd, o beğleri kendi tarafına çekip, Karamanogulları ile bir olan Saruhanlı, Germiyanlı, Menteşeli ve Hamidli beğlerin dizlerini çökertinceye kadar epey uğraşmış ve ancak bundan sonradır ki batı Anadolu’da bir brilik kurabilmiştir.
Bayazıd’ın yapacağı büyük işler vardı. O, hem bazısı çok güç-lü olan Anadolu beğliklerini ortadan kaldırıp Türkiye’yi yeniden yüceltecek, hem de batıda at koşturup yurdunun geleceği için savaşlar yapacaktı. Bu arada torunu büyük Fatih’in Türklüğeebediyen kazandıracağı İstanbul için de Bizans ile vuruşacaktı. Hayatının çoğunu savaş yerlerinde geçiren Yıldırım, bunları yapmaya uğraştı. Anadolu’nun küçük beğliklerine ilk hamlede diz çöktürdükten sonra, isteklerini geri çeviren Bizans impara toruna karşı da harekete geçti. 1391 - 1396 yılları arasında süren İstanbul’un birinci kuşatması işte bunun sonucudur. 1393 ten sonra Avrupa’da, Türkler aleyhine bir kaynaşma .başlamıştı. Balkanlarda yaptığı akınlarla batı için bir tehlike haline gelen Bayazıd Türkiyesine karşı Venedikli İtalyanlar, Macarlar, BizanslIlar ve Papa, zaman zaman anlaşma için birbirle rine başvurup duruyorlardı. Bunları haber alan Bayazıd, Tuna’ya kadar ilerlemiş olan Macar kiralının Bulgarlarla birleşmesi ne engel olmak için ordu yürüterek Bulgar topraklarının hep sini zaptetti Batıdaki kaynaşma ise günden güne büyüyordu Sonunda,Macar kıralı ile Bizans imparatorunun ve Papa’nın çalışmaları, hırıstıyan dünyasını harekete getirdi. AvrupalIlar, Türkleri Asya’ ya kovmak için yeniden yürüdüler. Bu yeni haçlı hareketi ile ençok ilgilenen Burgogne dukasr Philippe idi. Oğlu bulunan Neveres kontu Jean’ı bin kadarı şö valye olan Fransız kuvvetlerine baş yapmıştı. Fakat haçlı or dusunun temelini Macarlar teşkil ediyor; Fransızlardan başka Almanlar, İngilizler, Lehliler, Çekler ve hattâ Rados şövalyeleri de Türkiye’ye doğru akan bu yeni sele katılmış bulunuyorlardı. Bayazıd ise hıristiyanlarm yürüyüşünü öğrenince, İstanbul’un kuşatmasından vaz geçmiş, yanında bulunan 10.000 kişi ile he men yola çıkmış, ordularına da en kısa zamanda yanında bulun maları için haber salmıştı. Tarihin büyük savaşlarından birini yapacak olan iki ordu, 25 Eylül 1396 da karşılaştılar. Haçlı ordusu 60.000 Macar, 10.000 Fransız, 10000 Ulah (=R om en), 6000 Alman, 1000 İngiliz ve 10000 den artık Leh, Çek, İtalyan ve İspanyol’dan kurulu olarak 100.000 kadardı. Bayazıd, bu birleşmiş kuvvetni karşısına ancak 60.000 kişi ile çıkabilmişti
Macar kıralı Türkleri beKİeyip toplu bir savaş yapmak d ü - ; güncesinde idi. Fakat şövalyelerine ve şövalyeliklerine güvenen Fransızlar, Macar kiralının düşüncesini dinlemeyip, Niğbolu ova sına yayılmış bulunan Türk akıncı birlikleri üzerine atıldılar. Ama bu şövalyelikleri onlara bahalıya mal oldu. Fransız kuvvetlerinin büyük kısmı asilzadeleriyle birlikte yokedildiler. A n cak teslim olanlar canlarını kurtarabildiler. Bayazıd’m ordusu bu ilk başarıdan sonra Macarlara yük lendi. Macarların sağ ve sol kolları çok dayanamadan bozuldu. Kıral Sigizmond’un kumandasındaki orta kısım, uzun zaman dayanabildi ise de sonunda onlar da dağıldılar. Kıral, yanındaki birkaç Alman asilzadesinin gayretiyle canını zor kurtararak bir sandala atladı, Tuna’mn bir ucunda bekleyen gemilerinden biri sine sığındı. Haçlıların büyük kısmı Tuna sularında can verdi, bir bölüğü de tutsak edildi. Akşam olurken Türk ordusu, Türk soyunun, en büyük hayat sınavı olan savaşta en üstün olduğunu -dünyaya bir kere daha göstermiş bulunuyordu. Batılılarm birleşmiş kuvvetini bu suretle yokeden Yıldırım, bu büyük zaferden sonra Anadolu’ya geçti. Şimdi onu yeni vazi feler bekliyordu. Bir yandan yarıda kalan İstanbul kuşatmasına devam edecek, diğer taraftan Karamanoğullarmı yenip Türk’ün Anadolu’daki birliğinin kurulması yolunda bir adım daha atacak, daha sonra da Kadı Burhaneddin’in ve Dulkadıroğullarının top raklarını zaptederek Türkiye’yi kuvvetlendirmeye devam ede cekti. Fakat Bayazıd, Anadolu’daki Türk birliğini kurma işini sonuna kadar götürmek imkânını bulamadı. Bunun sebebi, ken disi Türk âleminin batısında bir yıldız gibi parlarken, doğudan beliren Aksak Temür oldu. Doğunun ve batının iki yenilmez Türkünü karşı karşıya ge tiren Ankara Savaşı yapılmadan önce, Temür ile Yıldırım bir birlerine birkaç kere mektup yazdılar. Temür, bu mektupların dan birisinde iyi bir dil kullanmış, kâfirlere karşı yaptığı savaş lardan dolayı Yıldınm’ı uzun uzun öğmüş, yalnız Suriye’ye yü rüyeceğini yazarak «nimet hakkı bilmez Çerkez köleciği» diye "vasıflandırdığı Mısır sultanı Berkok’u ve onunla birleşen Kadı Burhaneddin’i tepeleyeceğini bildirmişti. Bir müddet araları iyileşir gibi olan iki büyük padişah, Ak ssak Temür 1399 da üçüncü yakın doğu seferine çıktığı zaman,.
tekrar bozuşur gibi oldular. Temür ve Yıldırım tarafından zaptedilmiş ülkelerin beğleri de sığındıkları yurtların padişahlarımı ötekinin aleyhine kışkırtıyorlar, bu suretle savaş ateşini körük lemiş oluyorlardı. Ayrıca Yıldırım Bayazıd’a sığınan Sultan Ah* med ile Kara Yusuf’un Türkiye’de iyi karşılanmaları da Temür’a ağır geliyordu. Aksak padişah, bir mektubunda bunların ya ken disine teslimini, yahut öldürülmelerini veya Osmanlı ülkesinden kovulmalarını, aksi takdirde harekete geçmek zorunda kalacağıni bildirmişti. Bayazıd’ın buna verdiği karşılık ise aç:k ve sertti: Vuruşa hazır olduğunu söylüyordu. Artık savaş kaçınılmaz bir hal almıştı. Bununla birlikte daha bir müddet vuruşulmadı. Hattâ bü arada yazılan mektuplarda kâfirlere karşı beraberce savaşılma sı düşüncesi bile görüldü. Temür, haçlılara karşı vuruşan Tür kiye sultanına ve Anadolu Türklerine bir zarar gelmesini iste mediğini bildiriyor, yalnız Kara Yusuf’un korunuşundan şikâ yet ediyordu. Bayazıd ise, bir devlete sığınmış kimselerin kovul ması veya teslim edilmesinin imkânsızlığını ileri sürüyor, Türklerin en güçsüz çağlarında en belâlı ve kuvvetli düşmanlarına karşı bile kabul etmedikleri bu alçaklığı yapmamakla, tarih önünde bir kere daha büyüyordu. Bütün bunlara rağmen sonun da, Türk soyu iki ordu halinde bir yol daha vuruşmak zorunda kaldı. Tarihin bu büyük savaşını yapacak olar iki ordu denk de ğildi. Doğu Türkelinin başında bulunan Aksak Temür, o zamana ka dar yaptığı savaşlardakinden daha büyük bir ordu toplamış, çoğu atlı olan 160.000 kişiyi mağrur soydaşına karşı sürmüştü. Y ıl dırım ise Avrupa topraklarında kuvvet bırakmak zorunda kaldv ğmdan ancak 70.000 kişi ile savaşa yürümüştü. Bunun da yarı kadarı yaya idi. Türkiye ordusunun sağ koluna Kara Temürtaş, soluna Hoca Firuz Beğ kumanda ediyor; Sultan, oğulları ve sadrazam ortada bulunuyordu. Doğu Türkeli ordusunda da orta Temür’de, yanlar oğullarında ve torunlarında idi. Bayazıd, savaştan önce, ordusuna kahramanca sözler söyledi ve onları korkusuzca saldırışa çağırdı. Bu ruhla ilk saldırışı ya pan Osmanlı Türklerini, Doğu Türkelili soydaşları, ancak fille
rini ve zıhlı alaylarını önde bulundurarak güçlükle durdurabildiler. Öğleden sonra yedeklerini de ileri süren Temür, atlı kuv vetlerinin üstünlüğü ile hâkim duruma geçti. Osman'ı ordusun daki bazı birliklerin Temür’e geçmesi ise Bayazıd için âdeta bir yıkım oldu. Savaşın kaybedilmekte olduğunu gören bazı beğlerle şehzadelerin de ikindiye doğru vuruşa vuruşa çekilmeleri durumu büsbütün kötüleştirdi. Buna rağmen, Niğbolu kahramanı, ken dini dört taraftan saran soydaşlarına karşı vuruşmaya devam et ti. Kara Temürtaş ile Hoca Firuz da yiğitlikte sultanlarından ge ri kalmıyorlardı. Temür’ün zaferinin gerçekleştiği anda, kendi sine yapılan kaçma teklifini kabul etmeyen Bayazıd, akşama doğru 3000 kişi ile bir tepeye çekiliyor, orada da döğüşe devam ediyordu. Gece, Niğbolu’da Avrupa’nın bütün gücünü bir hamlede eri ten Yıldırım’ı doğunun demiri elinde esir buldu. Beğlerden bir kısmı da tutsak düşmüşler, bazıları da vuruşa vuruşa şehit ol muşlardı. İşte, Anadolu topraklarında dağınık bir halde yaşayan soyu nu bir bayrak altına toplamaya çalışan koca Yıldırım’ın sonu bu büyük felâket oldu. Osman oğullarının bu büyük çocuğu, 1403 martının sekizinde veya dokuzunda öldüğü zaman, okadar emek ve kan karşılığı yücelttiği Türkiye, haçlıların bütün kuvvetle riyle yüklendikleri halde yerinden oynatamadıkları bu temeli sağlam devlet, ne yazık ki, bir soydaş yumruğu ile çökmüş, da ğılmış bir halde bulunuyordu. Fakat bu çökmüş, dağılmış ülke de az sonra devlet, eskisinden daha kuvvetli olarak yeniden par layacaktı.
Âksak Temür 1336... Bu tarih, Türk dünyasına büyük bir kahraman arma ğan eden yıldır. Bu kahraman, Doğu Türkeli’nin Çengiz Han’dan sonra ikinci ve son yenilmez hükümdarı olan Temür’dür. Temür, babasının ölümü ile kabilesine baş olacağı çağa ka dar, çocukluğunu ve gençliğini okuyup yazmak, silâh kullanmak ve satranç oynamak ile geçirmişti. Babasının ölümünden sonra ise ardı arası gelmeyen bir savaşlar hayatına atıldı. Hayatında ilk büyük merhale 1370 yılıdır. Bu tarihte, bir takım çarpışma lardan sonra Doğu Türkeli tahtını elde etmiştir. Bundan sonra ömrünün sonuna kadar yapacağı savaşlarda, Temür, artık Doğu Türkelinin yenilmez padişahıdır. Kuzeyde dehşet salmış, güney de at koşturmuş, batıda kendisi kadar güçlü padişahları yenmiş, kısaca, önüne dikilen bütün engelleri yıkmış, bitirmiştir. 1379 da Harzem istilâsından sonra, Temür’ün hayatında bü yük savaşlar faslı başlar. Bu istilâ ile Çağatayların eski toprak larını elde etmiş olan aksak padişah, daha sonra İran’a dönmüş tür. O sıralarda İran topraklarında İlhanlIların çöküntüsü üze rinde kurulmuş ve birbirleriyle çarpışmakta olan küçük kuv vetler vardı. Bunları birer birek yoketmek, Doğu Türkeli padi şahına güç gelmedi. O topraklar devlete eklendi. Temür, İran işi ni bitirdikten sonra kuzeye yöneldi. Orada kendi soydaşlarının kurduğu Altınordu devleti vardı. Temür Han, bu soydaşları ile çok kanlı savaşlar yaptı. Sonunda zafer, Temür’de kaldı. Altm ordu’nun yenilişinden az sonra, Temür, Hint seferi ne çıktı. Bu sefer, büyük bir ihtişam içinde başarılmıştır. Hint eline kuzeyden giren Temür orduları, önlerine çıkan engelleri yokedip ilerlerlerken, ilk büyük çarpışmayı Delhi yakınlarında yaptılar. Hintliler, başkentlerini topal Türk padişahının elinden kurtarabilmek için 10.000 atlı, 40.000 yaya askerden başka bir çok da zırhlı fil hazırladılar. Fillerin dişlerinde zehirli hançerler,
sırtlarında kuleler, kulelerin içinde de adamlar vardı. Temür Han, askerlerini ve atlarını ürkütebilecek olan bu fillere kargı şu tedbiri aldı: Birçok mandayı boyunlarından uzun meşinlerle bağlattı. Mandaların başlarına ve yanlarına çalı demetleri tak dirdi. Ayrıca üç dişli çengeller de yaptırdı. Hint ordusunun filleri saldırınca, bu çengeller yere atılacak, mandalarm üzerlerindeki çalılara da ateş verilecekti. Yalnız büyük bir kahraman değil, hem de akıllı bir Türk olan Temür’ün bu tedbiri, istediği sonucu verdi. Ordular hareke te geçtiği zaman, Hintlilerin tırampet, boru ve diğer aletleri ile çıkardığı müthiş gürültü savaş alanını kapladı. Fakat bu, çok sürmedi. İleri yürüyen filler, alev saçarak kendilerine doğru ko şan mandalardan ürküp de yüz geri edince, Hint saflarında kar gaşalıklar oldu. Temür, bu fırsatı kaçırmadı ve erlerini düşman saflarına saldırttı. Ellerinde kılıçlarla, fillerin ve alev saçan mandaların arkasından Hint ordusunun içine dalan Türkler düşmanı çabuk yokettiler. Bu suretle Delhi kapıları Aksak T bmür’e açıldı, Sel gibi ilerleyen Türkler burada da durmadılar, güneye doğru indiler. Giriştiği her savaşı kazanan Temür’ün son çarpışması Tür kiye sultanı Yıldırım Bayazıd iledir. Doğu Türkeli padişahı, at tığı her adımda istediğini elde etmiş çelikten daha sert bir dömirdi. Türkiye sultanı ise, Nigbolu’da bütün Avrupa’yı dize ge tirmiş bir yıldırımdı. Bu demir ile bu yıldırımı karşı karşıya geti ren Ankara Savaşı, iki düşmanın değil, Türk milletinin ikiye ayrılıp kendi kendine çarpışması idi. Türk milletinin bu iki yer nilmemiş ordusunun başında yenilmemiş birer kahraman vardı. Böyle karşılaştılar, böyle vuruştular. Ya yıldırım yakacak, ya demir eritecekti. Talih, İkincisine güldü, demir yıldırımı erit ti. Ve Doğu Türkeli’nin aksak padişahı Türkiye’nin mağrur sul tanını tutsak etti. Yenilmemiş bir Türk’ün yenilmemiş bir Türk’ü dize getir diği bu savaş, Doğu Türkeli padişahının son savaşı oldu. Halbu ki atmışını çoktan aşmış bulunan Temür, henüz zafer alanların daki işinin sona erdiğini kabul etmiş değildi. Onun artık keskin bakışlarım kaybetmiş gözleri doğuda, çok uzaklarda, atalarının yüzyıllarca at oynattıkları Çin topraklarında idi. Ve Temür, Çin4i, bir kere daha Türkün önünde boyun eğdirecek kadar güçlü ye iymanlı idi. Bu güç ve bu iyman ile XV. yüzyılın ilk yıllarında,
1404 te, büyük bir ordu ile doğuya doğru ilerledi. Omuzların da yetmiş yılın yükünü taşıyan Han, kır bir atın üzerinde ve o r dusunun başında idi. Mevsim kıştı. Gelmekte olan bahar ve yaz günlerinde Türklüğü yeni zaferler bekliyordu. Fakat, bir buçuk yüz yıl kadar önce Çengiz Han’ı sefer sırasında vuran ve Çin’i istilâdan kurtaran ecel, bu defa da yine o yurda yâr oldu. Düş man sınırına varıldığı sırada yaşlı arslan birden hastalandı. Her şeyi alteden ölüm, Temür’e de aman vermedi. Topal padişah öldü, akın durdu. . Temür, her şeyden önce büyük bir kahramandır. Bütün kah ramanlar gibi de ömrü savaş alanlarında çarpışmakla geçmiştir. Milleti kendisine «Aksak Temür» diyordu. Aksaklığı gençliğin de yaptığı bir çarpışmada kolundan ve bacağından aldığı yarala rın hâtırası idi. Gövdece eksik, fakat ruhça tam bir Türktü. Bir kale kuşatmasında, erlerinin manevî gücünü arttırmak için on larla aynı safta vuruşurken iki kere yaralandığı halde geri çe kilmemek mertliğini gösterecek kadar yiğit, yüz kadar adamı ile binlerce düşman askerinin saldırışına uğradığı vakit, kendini kı lıcı ile koruyup üstün gelecek kadar usta ve korkusuzdu. Bu sayededir ki Türkün yenilmezlik örneklerinden biri olmuştur. Temür, bugüne kadarki tarihimizde, Doğu Türkeli’nin son büyük padişahı ve ilk anayurdumuzu bir birlik etrafında top layan son kahramandır. Aksak Temür Han’dan sonra Doğu Türkeli bir daha bütün olamamış, aksine parçalanmış, ufalmış ve sonunda düşman peçesine geçerek yeni Çengiz’leri ve Temür’leri bekler bir hale düşmüştür.
II. M u r a d Aksak Temür’ün temellerini sarstığı Türkiye’yi yeni baştan ayağa kaldıran Çelebi Mehmed, savaşlarda yıprattığı gövdesini erken bir yaşta toprağa verdiği zaman, yerine pek değerli bir oğul bırakmıştı. Bu oğul, Osmanlı padişahlarının en büyüklerin den biri olan O. Murad’dır ki, tarihimizde devlet adamlığının, kahramanlığın, kumandanlığın ve feragalın örnek şahsiyetlerinden biri olarak yaşamaktadır. n . Murad, tahta çıktığı zaman, büyük atalarının meziyetle rinden çoğuna sahip bulunuyordu. Talihin önüne çıkardığı en çetin olaylarda gösterdiği başarılarla, tarihe yüz aklığı ile gire rek, bu meziyetlerinin hesabını vermiş oldu. O, soyunun şanlı ta rihine büyük bir hâtıra olarak bıraktığı adının yanma, kendi atalarında bulunmayan bir meziyeti daha ekledi ve Osmanoğullarının ilk şair padişahı olmak şerefini de kazandı. n. Murad’m padişahlık çağı, haçlıların bir azgınlık zamanı na rastlar. Saltanatının ilk yıllarında bir yandan dağınık Ana dolu Türklüğünün birliği için çalışan, bir yandan da ordusunu Balkanlarda gazâlar ardında koşturan Murad, haçlıların Tür kiye’ye yaptıkları saldırışları önlemek için, savaş alanlarına yü rümek zorunda da kalmıştır. Murad’ın haçlılarla ilk karşılaşması 1437 yılındadır. Macar, Alman Rumen ve Lehlilerden meydana getirilen ve usta bir baş buğun kumandasında bulunan haçlı ordusu ile yapılan savaşlar 1444 yılına kadar sürmüş, Murad’m orduları düşmanlara yenile rek Avrupa’daki topraklarımızın bir parçasını onlara kaptırmış tı. Yedi yıl süren bu savaş; Murad’ı da, ordusunu da yormuş gibi idi. Ulu padişah, bunun hesabının batılılara sonra sorulması dü şüncesiyle, yenilmeyi kabul etti ve barış yaptı. Barış, on yıllıktı, Mevkide gözü olmayan temiz ve büyük ruhlu padişah, bu barış tan sonra sultanlığı on beş yaşında bile olmayan oğlu Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekildi. Sükûn arayan ruhunu bu güzel Anadolu parçasının yeşillikleri arasında dinlendirmek istiyordu.
Türkiye tahtına tecrübesiz bir çocuğun çıkması, batının mu taassıp haçlı âleminde yeni bir umut doğurmuştu: Sırp Sındığı’nda, Kosova’da, Niğbolu’da yapamadıkları işi, Türkleri A vru pa’dan kovmak kuruntusunu, bu fırsattan faydalanarak yap mak.. Fakat henüz imzaladıkları barış, önlerinde büyük bir en gel olarak duruyordu. Çünkü bu on yıllık barışı Türk padişahı Kuran, onlar da İncil üzerine yemin ederek imzalamışlardı. Bu yemini nasıl bozabileceklerini düşünmekte idiler. î ;apanın vekili Türkleri Avrupa’dan kovmak hülyası içinde sarhoş bulunanların imdadına yetişti. Bu yaman haçlı, müslümanlara verilen sözün hükmü olmadığını söyleyerek meseleyi halletti! Bu seferki haçlı ordusu Macar, Alman, Leh, Romen ve Hırvatlardan kurulu olarak hazırlandı. Ordunun çekirdeği Macar atlıları idi. Macar kıralı da ordu ile birlikte bulunuyordu. Fa kat kumanda, evvelki çarpışmalarda Murad’ı barışa mecbur bı rakan Jan Hunyad’da idi. Haçlıların yürümeye hazırlandıkları öğrenilince, Türk dev let adamları, Murad’m iş başına gelmesinin gerektiğini düşün düler ve çocuk padişahı razı ederek Manisa’ya haber saldılar. Fakat II. Murad, yedi yıllık savaşların ve ölen büyük oğlunun acılarını unutmak için çekildiği Manisa’dan gelmek istemedi. Ama durum tehlikeliydi. Daha fazla zaman kaybetmeden, Murad, ruhunu dinlendirmekte olduğu Manisa’dan kalkarak hızla geldi, ordunun başma geçti. Gelibolu’ya doğru yöneldi. Lâkin haçlı do nanması, Türklerin karşı kıyıya geçememesi için Boğazda bekle mekte idi. Murad, durumu görünce hemen karar değiştirdi. Or dusunu sıkı bir yürüyüşle Karadeniz Boğazına getirdi. Anadolu Hisarı’ndan karşıya geçirerek Edirne üzerine yürüdü. Haçlı ordusu her rastladığı kalede savaşlar vererek Varna’ ya d ofru ilerliyordu. Türk ordusunun Anadolu topraklarından karşıya geçmiş olduğundan haberleri yoktu. Hızla ilerleyen Sul tan ise, düşmanın Varna’ya yürüdüğünü öğrenmiş ve ardına düş müştü. Haçlılar, 9 kasımda Varna’ya vardılar. Fakat aynı günün akşamında, pek yakınlarında, Türk ordusunu konaklar bir halde •görünce, büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar. Türkler 50.000, haçlı ordusu ise 70.000 kişi idi. Savaş, ertesi sabah Türklerin atılışı ile başladı. Türkler, haçlıların bozduk ları andlaşmayı bir kargıya geçirerek karargâhlarına dikmiş lerdi.
Varna meydan savaşı, tarihin büyük vuruşmalarından biri* sidir. Bu çarpışmada iki taraftan birinin yokolması muhakkaktı. Türkler, savaş yerlerinin eşsiz yiğitleri olduklarını, düşmanla rmı bu savaşta da yere sermek suretiyle, bir yol daha ispat et tiler. Bir taraftan Türklerin, diğer taraftan Macarların pek sert vuruştukları savaş, büyük bir şiddetle devam ederken, Macar kiralının emrindeki askerlerle birlikte ileri atılması, sonucu biraz daha çabuklaştırdı. Türk ordusundan Rüstem adlı bir yiğit, ki ralın atını balta ile yere yıktı. Kıral, kendini toplamaya vakit bulamadan Hızır adındaki yaşlı bir savaşçının saldırışına uğra dı. Hızır, Macar kiralının başını keserek bir mızrağa geçirdi. Bu kanlı baş, karargâhtaki, bozulmuş andlaşmanın asılı bulunduğu mızrağın yanma dikildi. îşte bu olay haçlı ordusuna manevî bir sille oldu. Türkler, iki yandan saldırarak düşmanı çember içi ne almaya başladılar. Jan Hunyad, savaşın sona ermek üzre ol duğunu anlamış, küçük bir kuvvetle kuzeye doğru çekilmişti. Türk ordusu, ertesi gün, çember içine aldığı düşmanı tamamen yoketti. Jan Hunyad, dört beş bin kişilik küçük kuvveti ile güç lükle kurtulabildi. Bu suretle Türk ordusu, zırhlı Macar atlıla rının büyük kahramanlığına ve Jan Hunyad’ın ustalığına rağ men, parlak bir zafer kazanmış oldu. Murad, sözlerini hiçe sayan haçlılara verdiği bu dersten son ra padişahlığı yine oğluna bırakarak yeniden tahttan çekildi. Fa kat talih onu, aradığı sükûna bir türlü kavuşturmıyordu. Birtakım olaylar, gazi sultanı, üçüncü defa olarak padişahlığı ele almaya mecbur bıraktı. Padişahlığının bu devresindeki en önemli olay da yine haçlılara karşı yaptığı bir savaştır. Batılılar, Varna’da gaafil avlandıklarını sanıyor, Asya’nın yiğit soyundan öç almaya hazırlanıyorlardı. Bilhassa Hunyad, Varna’da çiğnenen şerefini ve namını yeniden parlatmak için fırsat bekliyordu. Bu hazırlan malar meyvesini vermekte gecikmedi. Varna bozgunundan dört yıl sonra Macar, Alman, Rumen ve Çeklerden kurulu yeni bir haçlı ordusu Türkiye’ye bir kere daha saldırdı. Sultan Murad, bu seferki savaşmı adaşı I. Murad’ın -bu hem gazi, hem şehit ata sının- batılıları tepeledikten *onra toprağa düştüğü yer olan Kosova’da yaptı. Bu ikinci Kosova savaşı, 16 Kasım 1448 de başladı, üç gün sonra sona erdi. Türkler, H. Murad’m kumandasında haç lıları bu sefer de yere serdiler ve tarihimizin zaferler serisine 1448 de bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Fatih Fatih Sultan Mehmed, Türkiye, padişahlarının en büyükle rindendir. Tarihimizin parlak bir çağında yaşamış ve devletin başına geçmiş, zekâsının ve azminin büyüklüğü ile Türkiye’yi dünyanın birinci devleti haline getirmiş ve otuz yıl kadar süren padişahlığı sırasında milletine bir zaferler çağı yaşatmıştır. Babası O. Murad’ın ölümünden sonra kesin olarak tahta oturduğu zaman, henüz yirmi yaşlarında bir gençti. Fakat bu yirmi yaşlarındaki gencin kafası, en çetin işleri başarabilecek kadar olgundu. Otuz yıllık zaferler ve başarılar çağı bunu dün yaya gösterdi. Fatih’in ilk büyük zaferi İstanbul’un zaptı ile başlar. Ataları bu işin ardından koşmuşlar, fakat başarı elde edememişlerdi. O büyük adamların başaramadıkları işi yapmayı, bu genç gözüne kestiriyor, bu iş için gereken gücü kendisinde buluyordu. Bizans imparatorunun, Rumelihısarını yapmaktan vaz geçmesi ve buna karşılık vergi kabulü için gönderdiği elçiye verdiği ağır cevapta şöyle demişti: «Anadolu kıyıları İslâm olduğundan, Rumeli kıyı lan ise sizler orayı koruyamadığınızdan benimdir. Efendinize deyiniz ki, şimdiki padişah daha öncekilerin yapamadığını yapa caktır. Atalarımın istekleri bile benim gücümün yettiği yere ye tişemezdi. Sizin gitmenize izin veriyorum. Fakat bundan böyle sizler gibi elçiler gelirse diri diri derilerini yüzdürürüm.» Bu sözler boş bir övünme değildi. Genç Fatih, gerçekten bu işleri yapabilecek kadar büyüktü. Bunun için hazırlandı, pilânlar tasarladı. Ve Doğu Roma imparatorluğuna son verecek savaşa başladığından elli üç gün sonra maksadına ulaştı. Türk ordusu 29 Mayıs 1453 te İstanbul’a girdiği zaman tarihin bir çağı biti yor, yeni bir çağ açılıyordu. İstanbul’u Türklüğe ebediyen kazandıran Fatih, bu büyük başarıdan sonra, devletimizin ve milletimizin geleceği için bir
çok savaşlara girişti. Bazan kumandanlarını gönderiyor, bazan ordularının başında savaşarak zaferleri kendisi kaznıyordu. Fa kat Fatih, sadece zaferler kazanmakla kalmıyordu. Okadar kud retli idi ki, bir hamlede hartadan devletleri siliyordu. Doğu Roma imparatorluğundan sonra Fatih’in tarihten sil diği devletler Sırp ve Bosna kırallıkları ile Trabzon Rum ve Ce neviz’in Karadeniz imparatorluklarıdır. Bunlar arasında tarih ten ilk silinen Sırp Kırallığı oldu. Fatih’in orduları, bu ülkeye yaptıkları üç seferin sonuncusunda, 1459 da, Sırbistan’ı yokettiler. İki yıl sonra Bizans’ın doğu kolu olarak Karadeniz’de yaşa yan güçlü Trabzon devleti de Türk ordularının önünde boyun eğdi. 1463 te Bosna Kırallığı tarihten silindi. İstanbul’un zaptı sırasında Türk ordusuna güçlük çıkaran Cenevizliler ise, bu suç1 larını pek ağır ödediler. 1475 te Karadeniz’e açılan Türk donan ması, Cenevizli İtalyanların elinde bulunan limanları az zaman da zaptederek Kırım’ı Türkiye’ye ekliyor ve bu İtalyan impara torluğunu Karadeniz’in sularına gömmüş oluyordu. Fatih, bir yandan hartadan devletler silerken, bir yandan da Türkiye’nin sınırlarını genişleten savaşlar yapıyordu. Ondan eriçok yumruk yiyen İtalyanlar olmuştu. Büyük padişah, Cenevizli ve Venedikli İtalyanları karada ve denizde her savaşta yeniyor, onların kollarını, kanatlarını kırıyordu. Cenevizlilerin elinden 1461 de Amasra’yı, bir yıl sonra Midilli’yi almış; Venedikliler de Mora ile Ağrıboz adasını Türklere bırakmak zorunda kalmışlar dı. Bundan başka, onun zaferler ardında koşan orduları, Rumenleri vergiye bağlayan ve Türklere her zaman düşmanlık yapmıg olan Arnavutları, ülkelerinin sarp dağlarmda tepeleyen savaşlar da yapıyordu. Fatih, bu zaferleri ile Türk düşmanlarını ezerken, Anadolu Türklüğünün birliğini tamamlamak için de vuruşuyordu. Onun çağında bu birlik iyice kurulmuş, ayrıca kurulan birlik için bü yük bir tehlike olarak beliren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Ha şan da 1473 te yere serilmişti. Fatih, Türk tarihine armağan ettiği bu kadar zafere çok önemli bir tanesini daha ekleyecek, İtalya’yı da alacaktı. 1480 de donanma göndererek Napoli kırallığma ait bulunan Otranlb limanını zaptettirmişti. Eski Roma imparatorluğunun doğudalti
çürümüş kolunu yıkan Türk padişahı, batıdaki bölümünü de el bette yutacaktı. Çizme korku içinde idi. Çünkü Fatih’in kim ol duğunu biliyorlardı. Fakat Tanrı, İtalyanları sadece korkutmak la bıraktı. Ulu padişah hastalanıp ölünce, tarihin bu en güzel sayfası tamamlanamadan kaldı. Bu ölüm zamansız gelmişti. Tanrı bu büyük hükümdara bir iki yıl daha ömür verseydi, dünya hartası başka bir şekle bürü necekti. O, bunu yapacaktı. Yıllarca önce İstanbul’u zaptedip at üzerinde büyük bir alay ile şehre girdiği zaman, genç Fatih, as kerlerine şöyle demişti: «Şu parlak zaferi kazandığımdan dolayı Tanrı’ya şükrediyorum. Fakat Tanrı’ya ayrıca yakarıyorum ki, bana, hırıstıyanlığın merkezi olan eski Roma’yı almak için de güç versin. İşte o zaman ölürsem, gözlerim mutlu kapanır!» Ölüm, bu isteğin yerine gelmesine engel oldu. Halbuki bu hüyük padişah, gözlerini mutlu kapamaya lâyıktı. Belki de Tanrı büyüklüğüne yakışmayan kusurlarından dolayı, bunu kendisin den esirgemişti. Fatih, yalnız büyük bir kahraman ve büyük bir asker değil di. Devlet adamı, şair, bilgin, yasacı ve siyasî idi. Çok sertti. Sa vaşlardan önce hazırlık emreder, seferin nereye olacağım söyle mezdi. Böyle bir hazırlığın sebebini soran bir kazaskere büyük bir kızgınlıkla: «Eğer sakalımdan bir kıl bu hazırlığın sebebini bilmiş olsaydı, onu çıkarıp ateşe atardım!» diye bağırmıştır. Fatih, Türk tarihinin en büyük başbuğlarmdan birisidirTanrı’sına kavuşurken milletine bıraktığı büyük miras muhteşem Türkiye, bunun söz götürmez delilidir.
Burak Reis Akdeniz, suların en talihlisidir. Denizlerin en yiğit çocukla rı olan Türk korsanları ve leventleri, ençok onun mavi suların da dolaşmışlardır. Adları hatırlandıkça dahi düşmanlarını tit reten derya kaptanları ve reisler, denizlerin savaş tanrıları gibi bu sularda gezmişler ve savaşlarının çoğunu bu sularda yapmış lardır. Bağrında ençok Türk şehidi barındıran denizlerin başın da da Akdeniz gelir. Akdeniz, yüzyıllar boyunca sayısız deniz yiğitlerini kucak lamış ve onların binlercesini bağrına basıp derinliklerine çek miştir. Burak Reis, Akdenizin derinliklerinde yatan bu yiğitle rin en namlılarındandır. Burak, denizlerin denizler kadar hür ve baş eğmez bir ço cuğudur. Sularda büyümüş, dalgalarla boğuşa boğuşa yetişmiş, yaman bir reis olmuştu. Hayat, onu reislikten daha yukarı çıkar madı. Fakat ona, damarlarında taşıdığı kanın büyüklüğünü gös terecek bir imkân hazırladı ki, Burak, bu sayede ebedîler ara sında yer aldı.: XV. yüzyılın son yılında Türkler, İtalyanlar ile yeniden tu tuşmuşlardı. II. Bayazıd, Mora’da İtalyanların elinde bulunan ka leleri zaptederek, bu toprak parçasını kesin surette Türk hâ kimiyetine sokacak savaşa başlamıştı. Bu suretle hem Fatih’in başladığı iş tamamlanacak, hem de Türklüğe lâzmı bir toprak parçası düşmandan temizlenecekti. Bu maksada ulaşmak için ordu karadan harekete geçtiği gibi, donanma da Akdeniz’e açıl mıştı. Türk donanması kaptan Davud Paşa’nm buyruğunda idi. Bayazıd çağının bütün namlı denizcileri de donanma ile birlikte bulunuyorlardı. Bunlar arasında Akdeniz’deki Türk düşmanları na kan kusturan kaptanlardan Kemal Reis ile donanmanın bu
seferinde en büyük namı kazanacak olan Burak da vardı. Türk donanması, ters hava yüzünden bir müddet aşağı sularda kaldı. İtalyanlar, tabiatın kendilerine gösterdiği bu lûtuftan faydalan dılar. Türklerin zapta karar verdikleri İnebahtı’yı denizden, iyi ce sağlam bir hale getirdiler. Tanınmış amiralleri Grimani, 160 gemi ile körfezin ağzını Türklere kapadı. İtalyanların, en usta denizcileri sayılan Loredano da iyi silâhlandırılmış 15 gemi ile gelerek amiralin yanında yer aldı. Davud Paşa, donanmasıyla İnebahtı önlerine geldiği zaman, limanın İtalyanlar tarafından kapatılmış olduğunu gördü. Lima nı ele geçirmek için İtalyan donanması ile boy ölçüşmek gere kiyordu. Türk, düşmanla boy ölçüşmekten ne zaman çekinmiştir? Kaptan Paşa, hemen savaş hazırlıklarına girişti, gemilerine dü zen verdi. İtalyanlar da hazırlandılar. Akdeniz, yeni bir savaşın erlik nağmeleriyle uğuldayacaktı. İki donanma da usta ellerde idi. Türkler, kumandayı Kaptan Davud Paşa ile Kemal ve Burak reisler arasında bölüşmüşlerdi. İtalyanlarda ise öncülere Alban Armenio, asıl kuvvetlere de L o redano ve Grimani kumanda ediyordu. Hazırlıklar tamam olduk tan sonra donanmalar Sapyenza adası yakınlarında karşılaştı lar. Türkün katıldığı her savaşta yiğitlik de bulunur. Türk le ventlerinin korkusuzca saldırmaları ile kavganın kızıştığı bir sırada, Burak Reis’in gemisiyle ileri atılması, bu savaşın en bü yük yiğitliğinin ve unutulmaz olayının ilk adımı oldu. Burak iler lerken, İtalyan öncülerinin başı olan Alban Armenio, Burak Reis’in teknesini karşıladı. Burak, üç düşman gemisiyle kavgaya tutu şurken, Amiral Loredano da öncü kumandanına yardım etmek için hızla yetişti. Dört İtalyan gemisi bir Türk gemisiyle vuruş maya başladılar. Akdeniz, suları üzerinde yapılan vuruşmaların en sertlerin den birini seyretmekte idi. İtalyanlar, ellerine geçen bu fırsatı kaçırmamak için bütün ustalıklarını kullanıyorlar, Türk gemi.sini ortaya alıp yoketmek için manevralar yapıyorlardı. Burak da leventlerinin başında gemisinin, sancağının ve soyunun şere fini yüceltmeye /uğraşıyordu. Birle dördün vuruşması bir müddet böyle devam etti. Sonun
da İtalyanlar, Burak Reis’in teknesini ortalarına aldılar. Düşman askerleri, Türk gemisine kancalarını taktılar. Vuruşun bundan sonrası bir boğuşma oldu: Dört İtalyan gemisinin askerleriyle Burak Reis’in leventleri arasında ve Türk gemisinin güvertesin de yapılan bir boğuşma... Bu boğuşma çabuk bitmedi. Burak, gemisini, İtalyanların elinden kurtarmak için leventleriyle yiğitçe çarpışıyordu. Fakat isteğine ulaşamıyor, aksine sayıca çok üstün bulunan düşmanın her an daha hâkim bir hale geçtiğini görüyordu. Ve sonunda bir an geldi ki, Reis, kurtuluşa imkân olmadığını anladı. Gemi ve sancak düşmanın eline geçecek, belki kendisi de tutsak olacaktı. Kartallar gibi hür yaşamaya alışmış bir ruh, böyle bir felâketi kabul edemezdi. Denizlerin, denizler kadar hür çocuğu Burak da kabul etmedi. Anî bir kararla, kendisininkini sarmış olan düşman gemilerine ateş verdirdi. Alevler bir anda her tarafı sar dı. Kendi gemisi de tutuştu. Göklere yükselen alevler arasında, başta kendisi olmak üzre yüzlerce yiğit can verdiler. Fakat düş man da bu sonuçtan kurtulamadı. Loredano ve Armenio da ge mileri ve askerleriyle birlikte yokoldular. -28 Temmuz 1499.. Bu, Burak Reis’in ölümü tutsaklığa üstün sayıp kendisini alevlerin kucağına atmaktan çekinmediği gün dür. Verdiği bu müthiş kararla ölüme böyle göz kırpmadan atıl makladır ki Burak, şerefini lekeden, sancağını ve gemisini düş mandan kurtarabilmiş ve adını ebedî kılmıştır. Burak Reis ve gemisi, Akdeniz’in sularına gömüleli yüzyıl lar oluyor. Gemisinin alevden kurtulan parçalarını çabuk kemi ren zaman, Burak Reis’in namına dokunamamıştır. Burak, yüzyıllardanberi ebedî uykusunu uyuduğu Akdeniz sularında bun dan sonra da yüzyıllarca uyuyacaktır. Ve Akdeniz’in mavi su larında Burak Reis ve binlerce Burak reisler yattıkça da Türk gözü ve Türk gönlü o sulardan ayrılmayacak ve onsuz çarpmayacakiır.
Oruç Reis Denizlerin büyük kahramanı Barbaros Hayreddin Paşa’nırt ağası olan Oruç Reis, Akdenizde yetişen sayılı yiğitlerden birisi dir. Yakub adlı bir sipahinin dört oğlundan biri olan Oruç, Akdenize korsan olarak çıkmış, hayatı boyunca bu sularda ve Akde niz kıyılarındaki topraklarda vuruşmuş; yenmiş, yenilmiş, esir düşmüş, esir almış ve şanlarla dolu bir hayatın sonunda tek tek neli korsanlıktan hükümdarlığa ve hükümdarlıktan da şehitliğe yükselmek talihine erişmiştir. Fatih çağında Midilli adasına yerleştirilen tımarlı sipahiler den olan Yakub’un oğullarının kısmetlerini, Tanrı, denizlerde vermişti. Bu dört oğuldan Hızır, sonradan, Kanuni’nin derya kap tanı olup Osmanlı donanmasının başına geçecek denizlere kar deşlerinden önce gönül veren Oruç ise talihten böyle bir güler yüz görmediği halde, bileğinin kuvveti ile büyük bir ün kaza nacaktı. Oruç’un denizlerdeki hayatının ilk zamanları pek parlak değildir. Akdeniz’e bir korsan olarak çıkan Oruç, kardeşi İlyas ile birlikte bu Türk sularında bir müddet dolaştı ve Akdeniz’in korsanları ile ufak tefek kavgalar yaptı. Fakat, yarının büyük denizcisini hazırlayan bu küçük kavgalar devresi çok sürmedi. Yakub’un kahraman oğlu, böyle bir küçük kavgadan dönerken Rados şövalyelerinin saldırışına uğradı. Şövalyelerle yaptığı bu savaş, Oruç’un hayatında bir dönüm noktasıdır. Oruç bu kavgada yaralandı, yenildi, esir düştü ve kardeşi Ilyas’ı şehit verdi. Ve bu felâketler gününü, uzun bir hapislik devri takip etti. Rados şövalyeleri Bodrum’a götürdükleri Oruç’u, orada hapsettiler. Akdeniz, bir müddet sonra yiğitine yeniden kavuştu. Kale den denize atılıp yüzerek hürriyetini elde eden Oruç, yine kor sanlığa başladı. Hem bu sefer on sekiz oturaklı bir geminin reisi idi. Oruç, kardeşini şehit eden ve kendisini hapse atan Rados şö valyelerine karşı, içinde büyük bir öç duygusu taşıyordu. O sı
ralarda Antalya valisi bulunan. Şehzade Korkud’dan öcünü al mak için izin istemişti. Eline geçirdiği hiçbir hırıstıyan gemisini kaçırmıyordu. Hele Rados şövayelerine hiç aman vermiyordu. Akdeniz’i onlara zindan ediyordu. Oruç’tan kurtulmak için onu yoketmekten başka çare kal mamıştı. Bu da ancak birleşip onu bastırmak suretiyle olabilirdi. Bu düşünce, düşmanların birleşmesini sağlamakta gecikmedi. Büyük bir deniz kuvveti, yiğit Türk denizcisinin ardına düş tü. Ve nihayet bir gün bu kuvvetler, Oruç Reis’i bir kıyıda bas tırdılar. Yakub’un oğlu çok fena yakalanmıştı. Fakat bu sefer düşmanlarının eline düşmedi. Ancak denizyolu ile kurtulmasına imkân olmadığından gemisini feda etmek zorunda kaldı. Bu su retle düşmanlar Oruç’un gemisini zaptettiler, lâkin asıl ele geçir mek istediklerini kaçırdılar. Oruç Beis, Şehzade Korkud’un sayesinde, bu sefer de 24 otu raklı bir gemiye sahip oldu. V e bu gemi ile açıldığı Akdeniz'de yine kâfirlere kan kusturmaya devam etti. Kardeşi İlyas’ı kaybettikten sonra korsanlığı bir müddet tek başına yapan Oruç, 1510 tarihinden sonra, Akdeniz’de Hızır Reis ile birlikte görülmeye başladı. Hızır da, ağası Oruç gibi yıllardanberi Akdeniz’de korsanlık yapıyordu. O da düşman lar arasında büyük korku yaratmıştı. Bu iki yiğit kardeşin gemileriyle birlikte bir araya gelmesi, sayıca belki kü çük, fakat anlamca büyük bir filo meydana getirmişti. Bu filonun başıı Oruç olmuştu. Oruç Reis’in asıl ünü bundan sonra başladı. Artık Yakub’un Oğullarının adı, Akdeniz’de, rüzgâr gibi dolaşıyordu. Kâfirler si niyor, Türkler yiğit kardeşlerin safına koşuyordu. Oruç Reis e katılanlar arasında tanınmış Türk korsanları da vardı. Bu suret le donanmanın gücü günden güne artıyordu. Oruç’un buyruğun daki gemiler artık bir korsan filosu değildi, âdeta bir devlet do nanması olmuştu. Günün birinde Cezayirlilerden Oruç’a haberci geldi. Ceza yirliler, Afrika’nın bazı yerlerini ele geçiren İspanyolların, ora lardan çıkarılması için, büyük Türk korsanından yardım istiyor lardı. Barbaros Hayreddin’iri kahraman ağası, kendisinden yar dım bekleyenleri geri çevirmedi. Kuvvetleriyle hemen İspanyol ların üzerine yürüdü. Onlarla kanlı savaşlar yaptı. Düşmanı A f-
rıka’dan tamamen atamadı ise de bazı yerleri ve bu arada Ceza yir şehrini zaptetti. Cezayir’in ünlü Türk korsanı tarafından zaptı önemli bir mesele oldu. Ve düşman, bu şehri yeniden ele geçirmek üzre ha rekete geçti. Gelen donanma gerçekten büyük ve güçlü idi. Fakat Akdeniz’in kurt denizcisi Oruç, bu donanmaya boyun eğmedi. Vu ruştu, kahramanca, arslanlar gibi vuruştu. Bütün saldırışları ön ledi, şehri kâfirlere bırakmadı. Bu, bir korsanın bir devlete karşı zaferi idi. Ve Oruç Reis, bu zaferden sonra, haklı olarak hüküm darlığını ilân etti. îspanyollar, Türk kahramanı ile başa çıkamayacaklarını an lamışlardı. Fakat Cezayir’i ele geçirmek düşüncesinden de vaz geçemiyorlardı. Cezayir’in doğusunda bulunup ellerine geçirdik leri Telemsan şehrinin beyini Oruç’un üzerine saldırtmak sure tiyle emellerine erişmeyi düşündüler. Ama, istedikleri gerçekle şemedi. Oruç, durumu haber alınca yıldırım hızı ile harekete geçti ve Telemsan’m kapılarına dayanıp şehri savaşla zaptetti. Telemsan beyi, kendisini kışkırtan İspanyollara sığınmaktan başka çare bulamamıştı. Şehri Türklerin elinden kurtarmak isti yordu. Bunun için de yerlilerden hayli kuvvet toplamıştı. Buna İspanyol kuvvetleri de katılınca, büyük bir ordu meydana geldi. Ve bey, bu ordu ile gelip şehri kuşattı. Oruç’un kuvveti, düşmanınkinden çok azdı. Fakat o, kolay kolay kale teslim edecek insanlardan değildi. Şehre kapandı ve düşmanın saldırışlarını savuşturmaya başladı. Kuşatma yedi ay kadar sürdü. Düşmanın bütün saldırışları nı püskürten Oruç, şehrin daha uzun zaman elde tutulmasının mümkün olamayacağını anlayınca, Cezayir’e dönmeye karar ver di. Ve bunu sağlamak için bir çıkış yaptı. Türkler, düşman çem berini yarıp dışarı çıktılar. Fakat bu sırada Baba Oruç, iki ye rinden vuruldu. V e... şehit oldu. Oruç’un Tanrı’sına kavuştuğu yıl, 1518 dir. O tarihte henüz kırk dört yaşında idi. Soyuna ve tarihine daha yıllarca hizmet edebilirdi. Fakat talih, bu hizmeti ondan esirgedi. Ancak, Akde niz. Baba Oruç’un büyük bir ustalıkla sularda yürüttüğü donan mayı kaybetmedi. Çünkü donanma Oruç’u kaybetmiş, fakat Hı zır’ı kazanmıştı.
Yavuz Selim Türkiye’nin Osmanlı sülâlesinin ilk on padişahı hep değerli başbuğlardır. Milletimize her birinin ayrı ayrı büyük hizmetleri vardır. Kimisi batılıların birleşik ordularını yoketmiş, kimi za ferleriyle tarihte yeni çağlar açmış, bazıları seferde veya savaşta can vermiş ve hepsi Türk bayrağını zafer yelleri ile yarıştırmış hükümdarlardır. Birbirinden değerli bu on hükümdar içinde sü lâlenin en kahraman çocuğu olarak tanınan Yavuz Sultan Se lim, aynı zamanda dâhî bir askerdir. Selim, daha şehzade iken ne yavuz bir Türk olduğunu her kese göstermişti. Korku nedir bilmez bir gönüle, çeliklerden da ha sert bir azme sahipti. Çok savaşçı bir ruh taşıyordu. Tanrı, Türklüğün «hâkim olma» özelliğini onun şahsında toplamıştı. Babası II. Bayazıd’ın uyuşuk hareketlerini sona erdirmek için Osmanlı tahtını onun elinden zorla aldığı vakit, Türkiye, kahra manına kavuşmuş oluyordu. Fakat ne yazık ki, bu koca kahra man ebedî Türk milletinin başında ancak doku yıl kalabilecekti. Yavuz’un tarihimizi süsleyen iki büyük savaşı ve zaferi var dır. Bunlardan birincisini doğuda İran’ a karşı yapmıştır. O za man İran’da Türk soyundan Safevîler padişahlık yapıyorlardı. Sülâlenin kurucusu olan şair ve kahraman İsmail Safevî, sahip bulunduğu Türk ordusu ile İran’da kuvvetli bir devlet kurmuştu. Şiîliği vasıta yaparak Anadolu’ya da hâkim olmak istiyordu. II. Bayazıd çağındanberi yaptığı propaganda ile.kendine Türki ye’den hayli da taraftar elde etmişti. O, gizli propagandalarına yeni sultan zamanında da devam ederken, Yavuz da yurdundaki şiîlerin gizlice sayılarını toplatıyordu. Bunun sonunda kırk bin şiînin kafasının vurulması, Türkiye sultanının İran padişahına ilk ihtarı oldu. Fakat bununla herşey hallolunmuş değil. Safevî İsmail, büyük bir tehlike olarak Türkiye’nin doğusunda duruyor du. Bu tehlikeyi ancak Yavuz’un pençesi yokedebilirdi. Padişahın
bu maksatla ordusunun başında doğuya yürümesi, Türkiye’ye bir zafer daha kazandırmış oldu. Safevî İsmail, karşısındakinin ne yaman bir asker olduğunu bildiğinden çekiliyor, Türkiye ordusunu hareket yerinden uzak laştırarak gücünden düşürmek istiyordu. Fakat bu plânı devam edemedi. Yavuz, Çaldıran’da birden düşmanın karşısına dikildi. Ve Çaldıran iki Türk hükümdarının kumandasındaki iki Türk ordusunun yaman bir vuruşuna sahne oldu. Safevî İsmail’in ordusunun Türkmenleri çok savaşçı erler di. Onun seçilmiş atlılardan kurulu bir de zıhlı tümeni vardı. İsmail de bir kahramandı ve o zamana kadar yenilmemişti. Ya vuz’un kumandasındaki Türkiye ordusu ise yorgundu. Padişah, askerlerine dinlenme payı bile vermemişti. Fakat bu ordunun ba şı, önünde durulmaz bir bahadırdı. Bu halde karşılaştılar. Zafer, biri Türklük, diğer iranlılık adına vuruşan Türkten, devleti ve milleti için çarpışanda kaldı. Iran adına vuruşanlar, bütün yiğit liklerine rağmen alt olmuşlar, er meydanını kendi tarihleri için döğüşen soydaşlarına bırakmışlardı. Hem de öyle yenilmişlerdi ki başları Şah İsmail güçlükle kaçabilmiş, karısı bile tutsak ol muştu. Kahraman Yavuz, ikinci büyük savaşını Mısır’a karşı yaptı. O çağda Mısır’da kölemenler sultanlık yapıyorlardı. Bunların Türklerle Türkleşmiş Çerkezlerden meydana gelmiş iyi bir ordu ları vardı. Hattâ II. Bayazıd çağında bu ordularla Türkiye’yi bile yenmişlerdi. Yavuz, çelik yumruğu ile Çaldıran’da Şah İsmail’i yıktıktan sonra iki yılı hazırlıkla geçirdi. Hazırlıkları bitince, ba basının barışla sona erdirdiği işin hesabını sormak üzere ordusu nu sürdü. Kölemenlerle ilk çarpışmayı Halep yakınlarındaki Mercidâbık’ta yaptı. Eşsiz Yavuz, kölelere ilk yumruğu burada indirdi, ordularını yoketti. Sonra düşmanın bile pek beklemediği büyük ve tehlikeli bir işe girişti. Mısır’ı zaptetmek için o koca çölü geçti. 30.000 kişlik seçme ordusu ile kölemenlerin karşısına dikildi. Bu son çarpışmada Kölemen ordusunun Türk atlıları bü yük yiğitlik gösterdiler. Fakat Yavuz gibi bir başbuğa sahip bu lunan bir ordunun birkaç bin atlının gösterdiği yiğitlikle yenil mesi imkânsızdı. Türkiye’nin Türk ordusu yine üstün geldi ve Kölemen ordusu yokeldildi. Yavuz, İstanbul’a yalnız büyük bir zafer ve devlete eklenmiş koca bir toprak parçası ile değil, aynı zamanda halife olarak da dönüyordu.
Yavuz’un atalarının ve çocuklarının gözleri hep batıda olmuştu.Bunun içindir ki Türk orduları Viyana kapılarına kadar dayanmıştılar. Lâkin Yavuz’un gözleri, güneşin doğduğu taraf larda dolaşıyordu. Çünkü Türklük güneşi bu ufuklarda idi. Onun içindir ki Safevı İsmail’i yere serdiği savaşta yarıda bırakılmış işi tamamlamak istememesi mümkün değildi. Netekim, Mısır za ferinden sonra İran’a yeni bir sefer için hazırlanmaya başlamıştı. Bu defa kim bilir nerelere kadar yürüyecekti? Onun Mısır’ı yokeden azmi, muhakkak ki İran’ı da bitirecek ti. Belki de Türklük için çok kutlu bir çağ doğacak, Türkiye’nin Selçük sülâlesi zamanındaki durum yeniden meydana gelerek Doğu Türkeli, İran ve Anadolu Türkleri birleşecekti. Fakat şaş kın ölümün, bu iğleri yapabilecek güçteki Yavuz’a pek erken kıy ması, bütün bu işlerin yapılmasına engel oldu. Çin’in önce y a n sını, sonra tamamını Çengiz’in ve Temür’ün İtalya’yı da Fatih’in elinden kurtaran kötü talih, İran’ın da Yavuz’un pençesine geç mesini önledi. Selim, adı gibi yavuz, ulu, çok zeki, pek şiddetli, âlim, şair büyük bir Türktür. Türk milletinin cihanı kendine dar gören ru huna tamamen sahipti. Bir hartaya bakarken söylediği: «Dünya bir padişaha yetişeeek kadar geniş değilmiş!» sözleri, ölümün bu bahadıra vakitsiz çatmakla, Türklüğe ne büyük kötülük ettiğini anlamaya yeter. O, kim bilir daha ne ülkeler aşacaktı. Vezirleri nin, Rados’u almak için kendisini kıştırttıkları bir sırada: «Ben ülkeler aşmak istiyorum, siz beni bir hırsız adasına götürmek düşüncesindesiniz!» diye haykırmıştı. Bir millete verdiği zarar bakımından, ölümün, bu kahbeleştiği yer azdır.
kadar
Kanunî Sül eyman Yavuz’un ölümü sonucunda başbuğunu kaybeden Türkiye, o büyük askerin tek oğlu Süleyman’ın tahta çıkışı ile şanlı ta rihinin yeni bir çağına giriyordu. Çünkü Süleyman’ın 46 yılı aşacak padişahlığı samanında, Türkiye, tarihinin her bakımdan en parlak devrini yaşıyacaktı. Türklerin Kanuni, batılıların ise Muhteşem diye anlandırdıkları Süleyman, büyük bir devlet adamıydı. Tanrı onu bir çok meziyetlerle yaratmış, üstelik kendisinden talih açıklığını da esirgememişti. Barbaros Hayreddin ve Turgud gibi deniz kahra manlarının, Fuzuli ve Baki gibi şiir sultanlarının, Sinan gibi bir sanat dehasının, İbni Kemal gibi bilginlerin onun pa dişahlığı zamanında yaşamış olmaları, talihinin tanıklarıydı. Kanunî Süleyman o meziyetlerle bu talihin hakkını vermesini bildi. İmparatorluğun kendisi gibi muhteşem tahtında oturduğu müddetçe, Türkiye’yi, dünyanın birinci devleti olarak ayakta tuttu. Kanunî’nin zamanı, bilhassa askerlik bakımından, Türkiye tarihinin en parlak çağıdır. Bu altın çağda, Türk kara ve deniz kuvvetleri, birbirlerinden binlerce kilometre uzak yerlerde, tek veya birleşmiş düşman ordu ve donanmalarına karşı birbiri ardı sıra zaferler kazanmışlardır. Türk kara kuvvetlerinin bir yandan İran’a diğer taraftan Viyana kapılarına dayandıkları ve çarpışa cak bir düşman ordusu bulmak için Almanya ovalarında günler ce at koşturdukları bu devirde Hint denizlerine açılan Türk do nanmasının asıl büyük kuvveti de haçlıların son ümidini Preveze’de sulara gömüyordu. 46 yıl, Türk bayrağını zafer rüzgârları ile yarıştıran Osman l I ordularının kazandıkları zaferlerin bir kısmında Muhteşem Ka nunî, erlerinin başında bulunmuştur. Ordularının on üç savağına katılmak suretiyle atalarını ve torunlarını geride bırakan Sultan
Süleyman’ın ilk seferi Belgrat üzerinedir. Belgrat’ın 1521 Ağus tosunda zaptından bir yıl sonra, 1522 yılının sonlarında Rados, Türkiye’ye eklendi. Süleyman, en mühim savaşını, üçüncü seferinde Macarlara karşı Mohaç’ta yapmıştır. Osmanlı Türkleri Avrupa’ya ayak bas tıkları andan itibaren karşılarında en çetin kuvvet olarak hep Macarları bulmuşlardı. Macarlar, Türkleri Asya’ya sürmek iste yen haçlı ordularına her zaman en sağlam kanat, Osmanlı ordu larının Orta Avrupa’ya yürümeleri sırasında da Türk gücü kar şısında en büyük engel olmuşlardı. Yüz elli yıl süren bu Türk -Macar çarpışmaları, Kanunî’nin 1526 daki «Macaristan sefer-i hümâyunmnda yapılan Mohaç meydan savaşı ile sonuca bağ landı. Tarihin en kesin sonuçlu vuruşlarından biri olan Mohaç sa vaşında Türk ordusu, Macarları şaşırtan yeni bir savaş düzeni ile çarpışmıştır. Macar atlıları, o çağların en korkunç savaşçılarıydı. Vuruş sırasında atları ve atlıları zincirlerle birbirlerine bağlı olarak saldıran bu korkunç kuvvet, düşman cephelerini darmadağın ederdi. Mohaç’ta böyle bir tehlikeyi önlemek için, Türkler, bir pilân kurdular. Pilân şöyleydi: Ordunun iki kanadı açılarak Ma car atlıları içeri alınacak ve düşman Türk toplarının bulunduğu yere getirilirken yanları ve arkası çevrilerek yokedilecekti. Savaş 29 Ağustos 1526 günü yapıldı. Türk ordusunun sağ ka nadı Sadrazam ve Rumeli Beğlerbeğisi İbrahim Paşa, sol kanadı Anadolu Beğlerbeği Behram Paşa’mn kumandasında idi. Ortada bulunan Kanunî, zırhlı sa vaş elbisesini giymiş ve kır bir ata bin mişti. İkindi vakti savaş başlayınca, Macarlar, 60.000 kişilik müt hiş atlı kuvvelteriyle Türk ordusuna yüklendiler. Macarlar, za fere gittiklerini sanırlarken. Türkler, pilânlarını gerçekleştirme ye uğraşıyor, sağ ve sol kanatlarına saldıran düşman kuvvetle rini kıskaca almak üzre çekiliyorlardı. Savaş başladıktan az son ra, Macarlar, orta kesimde vuruşan Türk kuvvetlerinin karşısı na kadar gelmiş bulunuyorlardı. Bu sırada bir Macar birliği Muhteşem Süleyman’ı öldürmek veya hiç değilse tutsak etmek
iÇİn ok yağdırarak müthiş bir saldırış yaptı. Fakat püskürtüldü. Bu saldırış sırasında fedai Macarların attıkları oklardan birkaçı zırhına rastladığı halde, kahraman Yavuz’un kahraman oğlu, ir kilmedi bile.. Savaşın iyice kızışıp, Kıral Layoş’un kumandasındaki kuv vetlerin de içeri alınması sağlandıktan sonra, birbirlerine zin cirlerle bağlı Türk topları ateşlendi. Bu ateş, yiğit Macarların, kısa zamanda darmadağın olmaları sonucunu verdi. Macar ordu sunun büyük kısmı savaş alanında kaldı. Kıral Layoş da ölüm den kurtulamadı. Ateşten ve kılıçtan kurtulanlar da savaş yeri nin yakınındaki bataklıklarda can verdiler. Bu suretle, Kanunî’nin kudretli ordusu, iki saat gibi bir zaman içinde yalnız düşman kuvvetini değil, Macar Kırallığmı da Mohaç’a gömmüş oldu. Kanunî, Mohaç zaferinden sonra, Macaristan üzerine iki se fer daha yaptı. Bunların ilki, bazı Macar beğlerinin, V. Şarl’ d kardeşi Ferdinand’ı Macaristan kıralı ilân etmeleri ve Ferdinand’ın Budin’i zaptetmesi üzerine yapıldı. 1529 Mayısında 250.000 kişilik bir ordu ile sefere çıkan Muhteşem Süleyman, Budin’i teslim alarak kendi tayin ettiği kirala bıraktı. Bundan üç yıl sonr** üçüncü Macaristan seferine çıktı. Ancak bu sefer Macaristan’dan Almanya’ya geçti. Maksadı Alman imparatoru V. Şarl ile boy ölçüşmekti. Fakat, 200.000 kişilik ordusunun başında bütün A l manya içinde dolaşan Kanunî, emeline ulaşamadı. Çünkü, elin de çeşitli milletlerin askerlerinden kuvvetli bir ordu bulunduğu halde, Alman imparatoru V. Şarl, Türk imparatoru Süleyman’ın karşısına çıkacak cesareti kendinde bulamıyordu. Bu sebepten Türk ordusu Almanya içinde serbestçe dolaştıktan ve on beşten çok kale zaptettikten sonra, savaş mevsiminin sona ermesi ü ze rine geri döndü. Sultan Süleyman, beşinci seferi olan bu Almanya gezisinden sonra 1533 te Irakeyn, 1536 da Korfo, 1538 de Buğdan, 1541 de Budin, 1543 te Estergon, 1548 de Tebriz, 1553 te Nahcevan savaş ları için ordusu başında kahramanlık yerlerine yürüdü. Nahce van seferinden sonra, artık yaşlandığı için, başka savaşlara katıl maz olmuştu. Fakat. 1566 da Avusturya’ya sefer açılınca, 73 ya şında bulunan Kanunî Sultan Süleyman, on üçüncü ve sonuncu seferi olan bu savaş için ordusu ile birlikte hareket etti. Süley man, hem çok kocamıştı, hem de çeşitli hastalıkları vardı. Buna
rağmen bir zafer heykeli gibi ordusunun içinde ve başında bulu nuyordu. Şehirlere girilirken atına biniyor ve halk, muhteşem imparatorluğun muhteşem hükümdarını, genç yiğitler gibi atı üzerinde görüyordu. Bu savaşta en mühim olay, Sigetvar’ın zaptı oldu Sigetvar kalesi 34 günlük bir kuşatmadan sonra ele geçirildi. Fakat büyük ve kahraman Türk padişahı, kalenin saptından bir gün önce Tanrı’sma kavuştuğundan, son zaferini göremeden dünyadan göç müş oldu. Yuvarlak yüzlü, elâ gözlü, doğan burunlu, uzun boyunlu ve uzunca boylu olan Kanuni Sultan Süleyman, babası gibi azim ve irade sahibi, vakarlı, fakat o büyük askerin aksine sakin yaratılışlı bir padişahtı. Osmanlı hükümdarları içinde birçok ba kımdan üstün bir durumu vardı. Padişahlık süresi hepsininkinden uzundur. Ordusunun başında ençok sefere çıkan Osmanlı padişahıdır. Çeşitli milletlere karşı ençok zafer, onun zamanında kazanılmıştır. Türk tarihinin birçok sahalarda en büyük yaratı lışları onun padişahlığı çağında yaşamıştır ki bunlar arasında Barbaros Hayreddin ve Mimar Sinan gibi dünya tarihinin en büyük insanları da vardır. Osmanlı hükümdarları içinde savaş alanında bir düşman hançeri ile şehit edilen tek padişah I. Murad’dı Kanunî de sefer sırasında ve savaş yerinde eceliyle Tanrı’sma kavuşan tek hü kümdardır. Osmanoğullarmın bu muhteşem çocuğunun savaş sı rasında ve savaş alanında ölmesinden dolayı kendisini şehit sa yanlar bile olmuştur. Bunun içindir ki şairler sultanı koca Baki, bu büyük Türk padişahı için yazdığı meşhur mesiyesinde: Minnet Hûda’ya iki cihanda kılub said Nam-ı şerifin eyledi hem gazi, hem şehid diyerek o hükümdarlar hükümdarını hem gazilik, heon de şehit lik rütbeleri ile anmıştır.
Bar bar os Ha y r e ddi n
Paşa
Yalnız karaların büyük yiğitleri değil, en kahraman deniz ço cukları da Türk milletinin bağrından çıkmıştır. Nasıl, topraklar, Milâttan önceki çağlardanberi Türk bahadırlarının atlarının ayakları altında şekil değiştirmişse, denizler de yüzyıllarca yalnız Türk gücünün yürüttüğü teknelere yol vermişlerdir. Denizler, en usta erlerini XVI. yüzyılda ve bizim tarihimiz de bulmaktadır. Bu yüzyılda Akdeniz, deniz kurtları ile dolu dur. Bu yaman denizcilerin en yamanı, sonradan Barbaros Hayreddin Paşa diye anılacak olan, Hızır Reis’tir. Hızır, gençliğinde bir korsandı. Akdeniz’in sayılı korsanla rından olan ağası Oruç Reis ile birlikte, yıllarca kâfir ülkelerini basıp vurmuşlardı. Hırıstıyanlara kan ağlatan Oruç’un ölümün den sonra, korsan donanmasına Hızır, baş olmuştu. Tarihimizin ve dünya tarihinin en büyük deniz yıldızı bundan sonra doğmaya başlar. Hızır Reis’in buyruğu altındaki korsan donanması, hatırı sayılır bir kuvvetti. Bu kuvvetin başında, Tanrı’mn pekaz insana bağışladığı yiğitlikte bir reis, gemilerde de Akdeniz’in dik başlı leventleri Türk denizcileri bulunmuyordu. İşte bu kahraman reis, ağasının ölümü ile buyruğuna geçen donanmayı, Akdeniz’de yıl larca hâkim kıldı. O, bir korsandı. Fakat Akdeniz’in büyük dev letlerinin donanmaları ile çarpışmaktan bile çekinmezdi. İspan yol, Venedik ve Fransızlar ile çarpışmaları, yukarı Afrika’nın yerli hükümetleri ile vuruşmaları az değildir. Bu kavgalar so nunda Cezayir’i ele geçirmiştir ki, bu, yalnız bir korsan için de ğil, bir devlet hesabına bile büyük başarı sayılabilecek bir iştir. Hızır, daha Yavuz Selim çağında Akdeniz kâfirleriyle giriş tiği savaşlara, Kanunî Süleyman zamanında da devam etti. Bun ların birinde, hırıstıyanları hayli kırdığı bir çarpışmadan sonra, başarısını Kanunî’ye bildirmişti. Padişah, verdiği cevapta Hızır’ı
hem kutluyor, hem de İstanbul’a çağırıyordu. Korsan Hızır’ı der ya kaptanı Hayreddin Paşa yapan işte bu çağındır. Hızır, İstanbul’a gelmekle, karaların hâkimi muhteşem Kanunî’nin devletine Cezayir’i, o koca toprak parçasını kazandırı yor; Kanunî de denizlerin yenilmez kahramanını büyük Türk imparatorluğu donanmasının başına getiriyordu. Türklüğün ka zancı büyüktü. Yüz elli yıldanberi karaları titreten Osmanlı Türklüğü, artık sularda da dünyaya diz çöktürecekti. Hızır, Hayreddin Paşa adını aldığı 1533 tarihinden ölümüne kadar her yıl Akdeniz’i dolaşmıştır. Daha korsanken hırıstıyanlara o koca denizde aman vermeyen Hızır, Türk imparatorluğu donanmasının başına geçtikten sonra Akdeniz’deki Türk düş manlarının başlarını ezmek için hiç fırsat kaçırmadı. Denizlerde,. Türk bayrağını, hep zafer türküleri söyleyen rüzgârların dalga landırdığı bu çağ, on yıldan çok sürmüştür. Hayreddin Paşa’nm bu zaman içinde Akdeniz’de yaptığı çarpışmaların en büyüğü 1538 deki Pireveze Savaşı’dır. Bu yılın baharında, Paşa, yıllık Akdeniz seferine çıkmış tı. Akdeniz’in Venedik devletine ait olup vergiye bağlanmış bu lunan adalarına uğradıktan sonra, henüz boyun eğmemiş durumdakilerine de bir gözüktü. Sarp kayalar üzerinde yapılmış Kale' ler, Türk korsanlarına karşı dayanmaları ile ün salmış adalar, Hayreddin Paşa’nm çelik azmi önünde hemen boyun eğmekten başka çare bulamıyorlardı. Fakat, Akdeniz adalarını birer birer ele geçirmekte güçlük çekmeyen Hayreddin Paşa’nm asıl isteğî, çağının en büyük hırıstıyan denizcisi olan Anderya Dorya ile çarpışmaktı. Dorya ise tamamen aksi dilekte idi. Düşmanla boy ölçüşmek için fırsat arayan kahraman Barba-. ros, bu isteğine Pireveze sularında kavuştu. Anderya Dorya ku mandasındaki haçlı donanmasının Pireveze’ye saldıracağını ha ber alınca, gemilerini daha önceden, tarihin büyük savaşlarından birinin yapılacağı bu sulara getirmişti. Haçlıların da Pireveze’ye gelmesi üzerine çarpışma kaçınılmaz oldu. O çağın en büyük deniz kurtlarını karşı karşıya getiren Pire veze Savaşı, büyük bir nisbetsizlik içinde yapılmıştır. Şanlı tari hine parlak bir sayfa ekleyecek olan Türk donanması, bu kârşı-
lasma başlarken 120 gemiden ibaret bulunuyordu. Bunların bir kısmı da eski teknelerdi. Halbuki Papa, Venedik, İspanyol, Por tekiz, Fransız ve Rados gemilerinin birleşmesiyle meydana gel miş olan haçlı donanması 300 büyük parça idi. Bu 300 gemi ile birlikte bulunan irili ufaklı gönüllü ve diğer teknelerle haçlı donanması 600 yelkenlik korkulu bir kuvvet meydana getiriyor du. Buna rağmen Dorya, savaş kararında değildi. Hayreddin Paça’dan çekiniyordu. Fakat haçlı amiraller meclisi savaş kararı verince, Cenevizli bir İtalyan olan Dorya, derya kaptanı Hayreddin Paşa, ile kozunu paylaşmak zorunda kaldı. Türk donanmasının ortasına Hayreddin Paşa, sağ koluna Turgud, soluna da Salih Reis kumanda ediyordu. Haçlı donanması ise en usta amirallerin elinde idi. Akdeniz’in hâ kimini ortaya koyacak olan savaşa böyle başlandı. Donanmasının azlığına rağmen, derya kaptanı Hayreddin, ilk anlardan başlaya rak yaptığı korkusuz atılışlarla savaşın hâkimi durumuna geçti. Güzel sözlerle askerinin yiğitliğini büsbütün arttıran büyük Türk denizcisinin yaptığı saldırışlar, zaten savaşmayı istemeyen Dorya'yı daha yılgın bir hale sokmuştu. Türk toplan ile havaya uçan Venedik gemileri ve zaptedilip içindekilerin kılıçtan geçirildiği diğer haçlı tekneleri, savaşın hangi sonuca gittiğini gösteriyor du. Haçlı donanmasının amirali Cenevizli Dorya, kararsızlıklar içinde çırpınırken, Türk kaptanı Hayreddin, serbest ve yiğitçe atılışlarla düşmanı sarsmakta devam ediyordu. O koca haçlı do nanması şaşkınlık içinde idi. Büyük bir haçlı felâketi muhak kaktı. Hıristiyan donanmasını felâketin bu derecesinden, Akde niz’ in sularına inmekte olan karanlıklar kurtardı. Gece, Hızır’ın pençesinde kıvranmakta bulunan haçlı donanmasına Hızır gibi yardıma yetişti. Hıristiyan gemilerinden denizin dibini bulmuyanlar, karanlıktan faydalanarak her biri bir tarafa dağıldılar. Bu, öyle bir kaçış oldu ki, ertesi sabah Akdeniz’i ışıklara bo ğan güneş, sularda yalnız Türk gemilerini ve o gemilerin yenil mez kaptanı Hayreddin Paşa’yı buldu. Batının deniz dehâsı Anderya Dorya ortada yoktu. Haçlı donanmasmdan ise sular üs tünde yüzen tekne parçaları kalmıştı. Hayreddin Paşa, bu büyük zaferi kazandıktan sonra, oğlunu zafer müjdesi ve tutsak iki düşman amirali ile birlikte padişaha gönderdi. Kanunî, Türk gücünün denizlerdeki bu parlak zaferi şerefine şenlikler yaptırdı ve ulu kaptanı mükâfatlandırıdı. İşte bu zaferdir ki Akdeniz’i, bir Türk iç denizi haline sokmuştur.
Türk denizciliğinin haçlı âlemine karşı zaferi olan Pireveze, ay nı zamanda Türk ve İtalyan gücünün denizlerdeki tecellisi sa yılan Hayreddin Paşa ile Dorya’nm da üstünlük yarışı idi. Hayreddin Paşa, bu büyük savaştan sonra, ölümü anma ka dar yıllarca Türk bayrağını Akdeniz’de rakipsiz olarak dolaştır dı. Bu yıllarda yaptığı kavgalar, Pireveze Savaşı’nm yanında pek küçük kalır. Kanunî’nin eşsiz kaptanı, Pireveze eserinin yanma bir başkasını koyamadı. Çünkü, o büyük bozgundan sonra, batılılar, bir daha Türk kahramanının karşısına çıkmak cesaretini kendilerinde bulamadılar. Akdeniz, yıllarca Türk bayrağının gölgesinde yaşadı. Korsan Hızır, yenilmez Türk deniz dâhisi Hayreddin Paşa olarak gözlerini kapadıktan sonra da onun mâ nevi çocukları öteki büyük derya kaptanları Akdeniz’deki Türk hâkimiyetini devam ettirdiler.
Tu r g u d Reis Barbaros Hayreddin Paşa’dan sonra, Türk kahramanlığını va üstünlüğünü denizlerde devam ettiren ikinci deniz erimiz Turgud’dur. Usta Hayreddin’in çıraklarından olan ve Türk adını Akdeniz’de onun kadar büyük bir ustalık ve yiğitlik ile dolaştı ran Turgud, suların, benzerlerini ancak Türk soyunda bulabile ceği eşine az rastlanır kaptanlardan biridir. O da Akdeniz’in ku cağına korsan olarak atılmış, o da kâfir donanmalarına, adaları na ve kıyılarına aman vermemiş, o da adı ve bahadırlığı önün de batıhları titretmiştir. Turgud, Menteşeli bir çiftçinin oğludur. İlk gençliğinde ok atar ve güreşirdi. Daha o zamanlarda bile yiğitliği ile tanınmış tı. Fakat onun namının parlaması, Akdeniz’in sularına açıldıktan sonradır. Kahramanlığı ve bilgisi ile az zamanda gemilere baş olan Turgud, hayatınm sonuna kadar bu sularm eşsiz kaptanı olarak yaşamıştır. Turgud’un korsanlık hayatı pek şanlıdır. Akdeniz’in batı su larında, tıpkı Hızır Reis gibi, yıllarca kâfirlere kan küstürmüş tür. Düşmanı her basışından sonra gücü artmış, sonunda yirmi beş parçalık bir donanmaya sahip olmuştu. Kâfirlere indirdiği yumruklar öyle idi ki, batılılar, Hayreddin Paşa’dan sonra en korkulu denizci olarak Turgud’u tanımışlardı. Barbaros’un en namlı çırağı olan Turgud, bu şerefi, deniz çarpışmalarında gösterdiği kahramanlıklarla elde etmişti. Ustası ile birlikte giriştiği savaşlarda, onun sevgisini ve takdirini kaza narak, bahadırlıkta ve denizcilikte değerini göstermişti. Koca Barbaros, korsanı, kendinden dahi üstün tutarak: «Benden daha yarardır!» demişti. Kâfirler eline tutsak düştüğü zaman duydu ğu yas da, Hayreddin Paşa’nın çırağı hakkmdaki sevgisini gös terir: Turgud, gemilerini yağlamakla uğraştığı bir sırada basılıp hırıstıyanlara esir düşmüş ve Ceneviz’de hapse konmuş idi.
Hayreddin Faşa, bu haberi alınca donanması ile Ceneviz’e geldi. Turgud’u bırakmazlarsa bütün ellerini yakacağını, İtalyanlara bildirdi. Bu ihtar, ünlü korsanı yeniden Akdeniz’e kazandırdı. Turgud, batı Akdeniz sularında hırıstıy.anları yıllarca kırdık tan sonra, ustası Hızır Reis gibi devlet hizmetine girdi. Kaptan Sinan Paşa, Akdeniz’e çıkıp Turgud’a haber salmış, o da batı su larından gelerek donanma ile buluşmuştu. Donanmaların buluş ması sırasında yapılan top şenliğinde, Turgud’un gemilerinin ateş üstünlüğünü gören Sinan Paşa korsanın nasıl yaman bir denizci olduğunu anlamakta gecikmedi. Bu buluşma, Turgud Reis’i im paratorluğa kazandırdı. Devlete hizmeti kabul eden korsana Karlıeli sancağı verildi. Barbaros Hayreddin’in ölümünden sonra, Türk donanmasına baş olacak tek kaptan Turgud Reis’ti. Fakat kötü talih, Hayreddin Paşa’nın yıllarca şeref verdiği bu mevkii, onun yaman çırağın dan esirgedi. Türk milleti, bu kahraman oğlundan tam olarak faydalanamadı. Bunun sebebi, Türk soyundan olmayan bir adam, Sadrazam Rüstem Paşa’dır. Mevkileri para ile satan, ç o k . rüşvet alan ve aklını sadece şahsına ait çıkarlar için kullanan Rüstem, Turgud’u hem kardeşine rakip gördüğünden, hem de kaptan pa şalığı ele alırsa bir daha bırakmayarak kendisine engel olabile ceğinden, hiç sevmezdi. Onun için, Barbaros gibi doğru ve dik bir Türk olan çırağını her zaman kötülemiş, sığıntısı olduğu so yun bu öz çocuğuna karşı çok haksızca hareketlerde bulunmuş tur. Bu yüzden koca Turgud gücendirilmi§ ve Türklük kaybet miştir. Kanunî Trablus’u ele geçirmeye karar verdiği zaman, bu işi yapabilecek tek adamın Turgud olduğunu düşünmüştü. Fakat Turgud, o sıralarda devlet buyruğu dışında olarak Akdeniz’in ba tı sularında dolaşıyordu. Karlıeli sancağında bulunurken bir V e nedik gemisini basarak içindekileri kılıçtan geçirmiş, yapılan şi kâyet üzerine İstanbul’a çağırılınca, Rüstem Paşa’nın kendi aley hindeki düşüncelerinden dolayı bir tehlike sezmiş, yelken açıp batı Akdeniz sularına gitmişti. Padişah, bu hareketinden dolayı kendisine incinmiş bulunuyordu. Lâkin Trablus’un zaptı işi orta ya çıkınca, Kanunî, Turgud’u bağışladı. Kendisine bir altın kılıç ile bir de Kuran gönderip vazifeye çağırdı. Trablus ele geçirilir se beğlerbeğiliği Turgud’un olacaktı. Padişah Sinan Paşa’yı 120
parça kadırga ile gönderirken buyruğu Turgud Reis’e bırakmıştı. Koca reis, devlet donanmasını dilediği gibi kullanarak Trab lus’u az zamanda ele geçirdi. Kanunî’nin isteği yerine gelmişti. Fakat verilen görevi ustalıkla yapan Turgud, yine haksızlığa uğ radı. Sinan Paşa, Trablus beğlerbeğiliğini başkasına vererek Turgud Reis’i yeniden gücendirdi. Turgud’u çekemeyenlerin ona yaptıkları haksızlıklar bunun la da bitmiyordu. Kanuni, Turgud Reis’in yaptığı büyük hiz metlere karşılık olmak üzre kendisine Cezair beğlerbeğiliğini vermişti. Ancak, büyük Süleyman’ın bu kadirbilirliği, Arnavut Rüstem Paşa’nın bir hiylesi ile gerçekleşemedi. Sadrazam Turgud’un beğlerbeğiliği istemediğini söyleyerek, Kanunî’yi kandırdı. Menteşeli korsan, yine Karlıeli sancağında bırakılmıştı. Nihayet Turgud, sefere çıkan padişahın yolunu ke-serek durumu bildirdi ve beğlerbeğiliği istedi. Muhteşem Süleyman, deniz erinin isteğini hemen yerine getirdi. Turgud kendi soyundan olmayanların ihaneti ile, kaptan pa şalıktan uzakta bulunduruluyordu. Fakat denizlerde bir yerin zaptı gerekti mi, Kanunî Süleyman, hemen Turgud’u arıyor, kap tanlara ve serdarlara savaşta onun sözümden çıkmamalarını bu yuruyordu. Yani donanmanın asıl kaptanı, Turgud idi. Piyale Paşa’nın kaptanlığı sırasında, Malta seferine çıkıldığı zaman da aynı şey oldu. 150 parça gemi ile sefere çıkan donan manın kaptanı Piyale ve serdarı Mustafa paşalar, Turgud Reis’in buyruğu altında idiler. Deniz işlerinde, Kanunî’nin bütün emni yeti Turgud’da olduğundan, kaptana ve serdara, eski korsanın fi kirlerinden dışarı çıkmamalarını sıkı sıkı söylemişti. Bu buyruk la yola çıkan donanma Malta’ya vardığı zaman, Turgud henüz gelmemiş bulunuyordu. Kaptan ve serdar, Malta kalesinin ele ge çirilmesi işini Turgud’un düşüncesine uygun olarak yapmayı kararlaştırdılar. Yalnız, o gelinceye kadar boş durmamak için, limanın korunma yeri olan Santırma burcunu ele geçirmeyi dü şündüler. Santırma kuşatmasının yedinci günü Turgud Paşa, ge mileriyle birlikte geldi. Paşa, girişilen işi yerinde bulmamıştı. Malta kalesi alınmadan, burcun ele geçirilmesinin bir faydası olamayacağı düşüncesinde idi. Fakat bir kere başlanmış olan ku şatmaya devam edildi. Kuşatmanın on yedinci günü son bir sal dırışla burca Türk bayrağı dikildi. Lâkin bu başarı, bir çok ta
nınmış yiğitlerin şehitliği ile birlikte, koca Turgud’un da kaybe dilmesi bahasına elde edildi. Türk donanmasının ruhu olan Turgud, savaş sırasında, başından mermi yarası almıştı. Ağzından, burnundan ve kulaklarından kan gelerek yere düşen kahraman, dört gün bu halde yattı. Beşinci gün, son savaşı olan bu çarpış manın şehidi olarak gözlerini yumdu. Akdeniz sularında geçen şanlı bir hayat, yine o sularda sona ermişti. Ölüsü, beş parça ka dırgası ile Trablus’a gönderildi ve orada gömüldü. Turgud Reis, milletimizin büyük oğullarından birisidir. Usta sı gibi, tarihimize bir Pireveze armağan edememişse de, kahra manlıkta ve denizcilikte çağının en büyük adamı olmuş, savaş lar kazanmış ve Türk adını Akdeniz’de Tanrı adı gibi dolaştırmıştır. Hayatının sonunda kazandığı şeref ise, ustas Barbaros Hayreddin Paşa’nın ruhunu hem şad edecek, hem de imrendire cek kadar büyüktür.
Kü ç ü k Me h me d B e g Küçük Mehmed, Türkiye tarihinde bir deniz vakasının kah ramanıdır. Bu vaka, Çanakkale Boğazı yakınlarında yapılmış küçük bir çarpışma sırasında olmuştur. Fakat bu küçük çarpış manın kahramanı Küçük Mehmed Beğ, kavgada gösterdiği yiğit likle; ülkeler aşan, kaleler yıkan, zaferler kazanan ve çağlar açan kahramanların soyundan bir bahadır olduğunu göstermiştir. Küçük Mehmed Beğ’in yiğitlik vakası, Türk-ltalyan vuruş malarının en uzunu olan Girit savaşının bir yılına rastlar. 1645 yılı nisanında Türk donanmasının denize açılıp Girit adasına varmasıyla başlayan ve yirmi dört yıl süren bu savaş sırasında Türkler, düşmanları ile Girit topraklarında ve Akdeniz suların da birçok kereler çarpışmışlardı. Kara çarpışmalarının hemen hepsinde İtalyanları yenen Türklerin, donanmanın usta ellerde bulunmayışı yüzünden, denizlerde bazan başarı kazanamadıkla rı oluyordu. Venediklilerin üstünlüğü ile sona eren böyle bir savaş da 1659 da yapıldı. Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığa geçişinin ikinci yılı idi. Donanmamız, düşman tarafından kapa tılmış olan Boğaz yolunu açıp Girit adasına yardım götürecekti. Bunun için de İtalyanlarla savaşmak ve onları yenmek gereki yordu. İşte bu savaş, Çanakkale Boğazı yakınlarında yapıldı. Fakat beklenilen sonucu vermedi. Yalnız bu çarpışma, tarihimi ze bir kahramanlık vakası armağan etti: Venedikli İtalyanların büyük bir mavnası, öteki teknelerin biraz uzağında Türklere karşı vuruşuyordu. Üç küçük Türk teknesinin kaptanları olan Ömer, Süleyman ve Halil adlı deniz ciler, bu büyük düşman gemisini batırmak için üzerine yürü düler. Türk gemileri çevik hareketlerle büyük düşman mavnası nı çevirmiş, hırpalıyorlardı. İtalyan mavnasının denizin dibini boylamasma az kalmıştı. Fakat tehlikeyi sezip yardımına koşan Venedik gemilerinin gayretleriyle bundan kurtuldu.
Düşman mavnasını kurtaran bu ^virdim, Türk kaptanlarını zor duruma sokmuştu. Onlar için artık çekilmekten başka yapı lacak iş yoktu. Üç kaptan da teknelerini savaş yerinden çek mek istediler. Ama saldırma sırası şimdi düşmana gelmişti. V e nedikliler, bu üç küçük tekneyi ele geçirmek için ileri atıldı lar. Ömer ve Halil, ustalıklarını gösterip düşman elinden kurtul mak imkânını buldular. Kavganın talihsizliği Süleyman’ın omuz larına yüklendi. O, gemisini İtalyanların elinden kurtaramadı. Venedikliler onun teknesini zaptettiler ve yedekte götürmeye başladılar. Kavga karaya pek yakın bir yerde olmuş, kıyıdakiler, Türk teknelerinin çevik ve yiğit hareketlerini sonuna kadar seyret mişlerdi. Bunlardan ikisinin kurtulması ile sevinen gönüller, üçüncüsünün götürülmesi ile burkulmuştu. Kıyıdan, küçük Türk mavnalarının bu ustaca çarpışmalarını seyreden Türklerden birisi, Alâiye Beği Küçük Mehmed Beğ, buna dayanamadı. Bir Türk gemisinin düşman tarafından göz göre göre götürülmesi ona pek ağır geldi. Bu acı ile anî bir ka rar verdi. Eline geçirdiği birkaç kayığa elli kadar er koyan Kü çük Mehmed, düşman gemilerinin ardına düştü. Bu elli kadar er ile Türk mavnasını kurtaracaktı. Kayıklar suda hızla kayıp Venedik gemisine yetiştiler. Ka yıkların, götürülmekte olan Türk mavnasına yanaşması ile Vene dik denizcileri ve Küçük Mehmed Beğ’in erleri birbirlerine gir diler. Kama ve bıçaklarla yapılan sert bir çarpışmadan sonra, Alâiye sancak beği, yanındaki savaşçılarla mavnaya çıktı. Türk mavnasında yüz elliden çok İtalyan vardı. Küçük Mehmed, ken di erlerinin üç katı olan Venedikli kâfirlerin üzerine atılmaktan çekinmedi. Kamalar ve bıçaklar, burada daha sert ve daha us talıkla sallandı. İtalyanlar hiç beklemedikleri bu saldırış karşı sında şaşırmıştılar. Küçük Mehmed, onların kendilerini toplama larına meydan vermedi. Mavnadaki bütün İtalyanlar, Türk ka malarının altında can verdiler. Küçük Mehmed, vuruşmadan ar ta kalan yiğitleri ile mavnayı kıyıya doğru yöneltti. Venedikli ler, buna engel olmak istedilerse de beceremediler. Türkler, vu ruşa vuruşa mavnayı kıyıya getirdiler. Küçük Mehmed Beğ’in başında bulunduğu bu küçük deniz
vakası, ilk bakışta okadar önemli değil gibi gözükebilir. O, bu hareketi ile ne bir zafer kazanmış, ne bir kale almış, ne bir ül ke zaptetmiş; ancak ve sadece düşman elinden bir gemi kurtar mıştır. Fakat o, bu gemiyi düşmandan kurtarmak için yaptığı hareketle zaferler kazanan, kaleler alan ve ülkeler zapteden kahramanlar soyundan bir yiğit olduğunu göstermiştir. Bir iki kayığa konulan bir avuç insanla büyük düşman gemilerine sal dırmak ve onları dize getirmek, pek de kolay bir iş değildir. Bu nun için, ölüme karşı yürümekten çekinmeyen bir ruh ister. Küçük Mehmed, bu hareketiyle, bu ruha sahip olduğunu ispat etmiş |ve Türk tarihinin kahramanları arasında kendisine şeref li bir yer ayrılması hakkını kazanmıştır. Alâiye sancak beği Küçük Mehmed Beğ, kahraman bir Türktür. Her nekadar talih ona küçük admı vermiş, tarih de sayfa larına küçük bir vakasını geçirmişse de, o, bu küçüklükler arasın da büyük bir beğ olarak parlamaktadır.
Topal Osman Paşa Türk tarihinde Osman adını taşıyan birkaç büyük Türk vairdır ki Topal Osman Paşa bunlardan birisidir. Vatan şairi Namık Kemal’in baba tarafından atası olan Osman Paşa, hayatı ve hayatının sonunda gösterdiği büyük kahramanlık ile Türklük için örnek yiğitler arasında yer almak talihine erenlerdendir. Adının sonuna paşalık ünvanı takılmadan önce, Osman, bir ağa idi. Osman Ağa, daha gençliğinde zekâsını ve kahramanlığını gösterebilecek fırsatlar bulmuştu. Bunlardan bilhassa bir deniz vakası meşhurdur: Mısır’a giderken, bindiği gemi, İspanyol kor sanlarının saldırışına uğramış, hırıstıyanlarla yaman vuruşmuş, fakat sonunda tutsak olmuştu. Osman, bu kavgada ayağından bir yara almıştı ki, sonradan tamamen geçmeyen bu yara kendi sine ebedî bir şeref gibi «topal» ünvanını bırakmıştı. Gemi ile birlikte korsanlara tutsak olan Osman, Malatya’ya sürülmüştü. Orada bir Fransız ile tanıştı. Fransız, Topal Osman’ı tutsaklıktan kurtardı. Sonra yurduna dönmesini de sağladı. To pal Osman, Fransızm bu iyiliğini hiç unutmamış, kendisine son radan büyük mevkilere çıkınca, pekçok ikramlarda bulunmuş, armağanlar vermiştir. Osman Paşa, verilen vazifelerde gösterdiği başarılarla yük sele yüksele vezirler arasına girmişti. Çağındaki Venedik sava şında yaptığı hizmet büyüktü. Daha sonra Mora seraskerliğinde, Rumeli beğlerbeğliğinde bulundu. Ve sonunda bir Osmanlı Türk’ü için çıkıl abilen. en büyük makam olan sadrazamlığa kadar yükseldi. Korsan kavgasının topal kahramanının sadrazamlığı, hayatının son yıllarında, yaşlılık çağındadır. Topal Osman, sadrazamlıktan düştükten sonra Trabzon’a va li yapılmıştı. Yaşı yetmişe varmış, devlet ve millete yıllarca hiz met etmiş olan Paşa, Trabzon valiliğine giderken, artık ömrü
nün son günlerini mutlak bir dinlenme içinde geçirmek ve bu tatlı son günler arasında Tanrı’sına kavuşmak hakkını da ka zanmıştı. Fakat talih, onun için daha büyük şerefler hazırlamış, ona ününü ebedileştirecek son bir fırsat vermiştir: XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, Afşar Türklerinden Nadir, İran tahtını ele geçirerek Acem milletinin hükümdarı olmuştu. Bütün büyük Türk başbuğları gibi, sahip bulunduğu devletin sı nırlarını büyültmek isteyen Nadir, Türkiye’nin doğu sınırlarında bir tehlike olarak görülmeye başlamıştı. Nihayet tehlike okadar gözle görülür bir hal aldı ki, Türkiye’nin devlet adamları bu tehlikeyi yoketmek mecburiyetini duydular. Fakat Nadir, yaman bir kumandan ve kahramandı. Onu yıkabilmek için büyük bir başbuğa ihtiyaç vardı. İstanbul hükümeti, doğudaki tehlikeyi yoketmek için hazırladığı orduya aradığı kumandanı, Trabzon valiliğinde son günlerini geçirmekte olan kocamış topalın varlı ğında buldu. Osman Paşa, doğu orduları serdarlığına seçildi. Namık Kemal’in ulu atası, Afşarların yaman çocuğu Nadir ile iki kere çarpışmıştır. İlk karşılaşma 1773 yılı Temmuzunda oldu. Biri Osmanlılık, öteki İranlılık adına vuruşan iki Türk kumandanı karşılaşmadan önce birbirlerine mektuplar gönder mişlerdi. Topal Osman, mağrur Nadir’e yazdığı yazılarda çok gurursuz bir dil kullanıyordu. Çünkü o, asıl şiddetini er meyda nında gösterecekti. İlk karşılaşmada Nadir’in gösterdiği büyük kahramanlıklar, önceleri İranlıları iyi duruma soktu ise de, sonunda Türkiye Türklerinin ordusu yaşlı kumandanlarının yüzünü ak çıkardılar. İran ordusu yenildi; Nadir, savaşın şerefini karşısındaki ordu nun kendi kanından olan kumandanına bırakarak çekildi. Fakat Nadir, bir kere yenilmekle pes diyecek insanlardan değildi. Osman Paşa’nın, kendisini kovalamamasını fırsat bile rek bir müddet sonra eskisi kadar büyük bir kuvvet topladı. Y e niden sınırı geçerek, İstanbul’dan hiçbir yardım görmeyen Os man Paşa’nın karşısına dikildi. Bu çarpışma, Topal Osman Paşa’nın son savaşıdır. Afşarlı Nadir, bu savaşta pek büyük kahramanlıklar göstermiştir. Oka dar ki, bir aralık yaralandığı halde, ordusunun mâneviyatım bozmamak için, yine dövüşe devam etti. Denilebilir ki bütün İran ordusunun yapamadığı şeyi, o, âdeta tek başına yapmıştır.
Nadir’in bu kahramanca saldırışları ve hareketleri, Osman ordusunun bozulmasına sebep oldu. Paşa, ayağının sakatlı ğından dolayı, özel arabası içinden idare ettiği savaşın kendisi için kötüye doğru gittiğini görünce, büyük bir askerî kaabiliyet göstererek, dağılmakta olan ordusunu topladı ve İranlılara kar şı yeniden saldırdı. Fakat Nadir, bu orduyu yeniden bozmasını bildi. Osman Paşa da yine topladı. Ancak bir an geldi ki topal kahraman, kumandasındaki ordunun savaşı kaybetmek üzre ol duğunu anladı. Çünkü Türk saflarında büyük bir düzensizlik meydana gelmişti. Zafer, düşmana gülüyordu. Hayatı zaferler ve şanlar içinde geçmiş bir Osmanlı paşası, zafer tacının, yurdu na saldıran adamın başına geçmesine razı olamadı. Ordusundaki düzensizliği kılıcı ile düzeltmeye, düşmanı, ölümü göze alarak alt etmeye karar verdi. Adamlarının yardımı ile atına bindi. Omuzlarına çöken yetmiş yılın ağırlığı, sanki birdenbire yok oluvermişti. Kocamış arslan, kılıcı elinde, erlerinin önünde İran ordusu saflarma daldı.
lI
Bu saldırış yaman oldu. Okadar yaman oldu ki, bir az önce sinin üstün durumlu İran ordusu sarsıntılar geçirmeye başladı. Topal Osman, yetmiş yaşından beklenmeyen bu görülmemiş atı lışı ile, az daha zaferi Nadir’in elinden alıyordu. Lâkin ona, sa vaş yerlerinde bu son kahramanlığı göstermesi için fırsat hazır lamış olan talih, kendisinden en büyük insanlık rütbesini de esirgemedi. Topal Osman, İran saflarından gelen iki kurşunla bu rütbeyi de kazandı. Başına rastlayan kurşunlar, koca Osman’ı yere yıktı. Sonuç belli olmuştu. Erlerinin sonuna kadar vuruş ması da bu sonucu değiştiremedi. Nadir Şah üstün gelmiş, Os manlI ordusu yenilmişti. Osman Paşa ... Bu, topal bir kahramanın adıdır. Bu kahra man, adının başında büyük bir şeref nişanı gibi duran topallık ünvanını gençlik çağlarında kazanmıştı. Hayatının sonunda ise, torunu Kemal’in: Mevt ise son rütbesidir askerin! mısraı ile söylediği büyük gerçeği, ölüm alanlarında kucakla yarak gençliğinin şeref nişanının yanına koydu, «topal şehit» ünvanını aldı.
Afşarlı Nadir Türk milletinin, anayurtları olan Türkistan ve Türkiye'de kurduğu devletler, tarih boyunca kurulmuş dünya devletlerinin en büyükleri ve en güçlüleridir. Fakat Türkler, yalnız anayurtla rında dünyanın en büyük devletlerini kurmakla kalmamışlardır. Çin’de, Hint’te, İran’da, Kuzey Afrika’da, Avrupa’da yabancı mil letlere hükümdarlık eden Türk padişahları az değildir. Afşarlı Nadir, bunların en namlılarından biridir. Nadir, İran’a hükmetmiş Türklerdendir. Padişahlığı, XVIII. yüzyılın birinci yarısına rastlar. Kuzey toprakları Türklerle do lu bir Türk yurdu olan İran, zaten yüzyıllarca Türk sülâlelerinin idare ettikleri bir ülkedir. Nadir, bu ülkeyi, kendi soyundan olan Safevîlerden almış ve kurduğu Afşar sülâlesi ile İran’da Türk hâkimiyetini devam ettirmiştir. Nadir’in babası, Afşarlardan, asilzade olmayan bir kimsey di. Kendisi de gençliğinde çobandı. İran’a başbuğ oluncaya ka dar çok karışık ve sıkıntılı bir hayat sürdü. Özbeklere tutsak oldu, çetelere reislik yaptı, eşkıyalık etti. Bu yıllar içinde hem yiğitliği, hem de aklı ile okadar nam saldı ki, bunun sonucu, etrafına toplananlarla büyük bir kuvvete sahip oldu. Bu suretle daha hükümdar olmadan önce İran’da sözü geçmeye başladı. Ni hayet 1736 da hükümdarlığı eline geçirdi ve Nadir Şah adını aldı. Nadir’in İran ordularının başına geçip komşularına saldır maları hükümdar olmadan önce başlar. Fakat ilk büyük seferini batı sınırdaşı Türkiye’ye karşı yapmıştır. O zamanlar Türkiye kölelerin, dalkavukların ve iktidarsızların elinde, çürümekte olan yaşlı bir çınara benzemekte idi. Buna rağmen, Afşarlı kahrama nın karşısına pek sert şekilde dikildi. Nadir, bu yaşlı çınarı temsil eden o çınar gibi yaşlı bir topalı yıkmak için, iki sefer
yapmak zorunda kaldı ve bunların birincisini 1733 yılı yazında yaptı. Ordusunda Afşarlı atlılardan başka Araplardan da büyük bir yardımcı kuvvet vardı. Afşarlı Nadir’in buyruğundaki İran ordusu ile, Osmanlı Türk’ü Topal Osman’ın kumandasındaki Türkiye ordusunun yaptığı bu savaş, soyumuzun iki oğluna da yiğitliklerini göstermek için fırsat yaratmıştı. Nadir, bu savaşta pek korkusuz vuruşmuştu. Zaten, o, sa vaşlarda korkusuzca saldırmak âdetinde idi. Bu savaşta da böy le bir atılış ile İran ordusunun sağ yanma saldıran Osmanlı as kerlerini bozmuştu. Fakat onun kahramanlığı her şeyi halletme ye yetmiyor, ordusunun safları arasında yeni yeni gedikler açı lıyordu. Nadir, tehlike gördüğü her yere yetişiyor, açılan ge dikleri kapamaya çalışıyordu. Osmanlı ordusunun karşısında tutunamayan İran ordusuna mânevi güç vermek için oradan ora ya koşarken iki atı vuruldu. Lâkin Nadir durmadı, yine saldır dı, yine vuruştu. Fakat sonunda kolundan yaralanan Afşarlı yiğit yere yıkılınca, İran ordusu dağılarak kaçmaya başladı. Nadir de bir ata atlayıp kendisini güç kurtardı. Nadir’in Türkiye’ye karşı ikinci seferi, bu yenilişten iki ay kadar sonradır. Bu kadar kısa bir zamanda 80.000 kişilik büyük bir ordu toplamıştı. Eylül sonlarında iki Türk yine karşılaştılar. Nadir, önce Topal Osman Paşa’nm öncülerine saldırdı, onları bozdu. Sonra ihtiyar arslanın karşısına dikildi. Bu savaşta da, birincisinde olduğu gibi, pek sert ve kahramanca vuruştu. Ordu sunun safları arasında dolaşıyor, sarsılan yerlere yardım gönde riyor, bazan da aksamakta olan yerleri kılıcı ile düzene sokuyor du. Bir aralık baldırından yaralandı, aldırmadı. Altındaki at düştüğü vakit bir diğerine atlayıp vuruşa devam etti. Saldırış ları ile Türkiye ordusunu hırpaladı, sarstı. Ve bu defaki yiğit likleri boşa gitmedi, zafer ona gülümsedi. Topal Osman’a şehit lik rütbesini kazandıran bu savaş, Nadir’e de büyük bir zafer armağan ediyordu. Türk Nadir, Osman’ı yenmişti. Fakat nekadar yazık ve acı, ki tarih sayfalarına geçecek olan bu parlak za fer, bir başka milletin hesabına kazanılıyordu. Nadir’in Türkiye ordularını yenerek İran’a kazandırdığı za fer, yalnız bu değildir. Topal Osman Paşa’nın şehitliği ile sona eren ikinci çarpışmadan bir yıl kadar sonra, yine kendi askerlik kaabiliyetine ve zekâsına dayanan ikinci bir zafer daha kazan
mıştır. Yine büyük bir Türkiye ordusunu yenmiş, ordunun ku mandam olan Köprülüzade Abdullah Paşa başta olmak üzre, so yundan binlerce kişiyi topraklara sermişti. Türkiye’ye karşı kazandığı bu zaferden sonra, son Safevî hükümdarının ölümü üzerine, Nadir, İran’ a şah oldu. Fakat ço banlıktan yükseldiği hükümdarlık, onu yerinde oturtamadı. Na dir gibi bir adam vuruşmadan, ülkeler aşmadan duramazdı. Şah lığından bir yıl kadar sonra yeni ve büyük bir savaşa hazırlan maya başladı. Bu sefer, bir çok büyük hükümdarları çeken Hin distan’a saldıracaktı. O yıllarda Hindelinde Babur Şah soyundan Mehmed, padi şah bulunuyordu. Mehmed, savaş yapılmaması için Nadir’e bir elçi gönderdi. Fakat Nadir, ordusunu yeni zengin ufuklara sür mekten vaz geçmedi. İlerledi. İlk büyük çarpışmayı Kabil’d e . yaptı. 50.000 kişilik Hint ordusunu darmadağın etti, kaleyi tes lim aldı. Mehmed, Kâbil’in düşmesi haberini alınca korkuya kapıldı. Zaten bir zamandanberi Hint padişahları daima zevk ve safa içinde yaşadıklarından yarı kadınlaşmış bir halde idiler. Dev let, hükümdarın kötü bulunduğu her yerde olduğu gibi kadınla rın, dalkavukların, bilgisizlerin ve iktidarsızların elinde idi. Bu durumda Nadir’e karşı durmak mümkün değildi. Savaşmasını bilmeyen Hintlileri tepeleyerek ilerleyen Nadir mühim bir çarpışmayı da Lâhur’da yaptı. Lâhur kumandanı bu karşılaşmada iyi dövüştü ise de, Hintlilerin hemen dağılmaları, şehri Nadir’in eline düşürdü. Son büyük çarpışma Delhi’de olacaktı. Hindeli padişahı, bü yük bir kuvvet toplamıştı. Nadir, bu ordunun bir kısmını vurdu, tepeledi. Bir aralık meselenin sözle halli tarafına gidildi. İki hüküm dar buluştular. Fakat tam bir anlaşma olamayınca, Nadir, ordu larını yeniden sürdü ve Delhi’ye girdi. Şehirde çıkan isyanı da kanlı bir şekilde bastırdı. Türklerin elinde bulunan zengin Hint, bir başka Türkün önünde dize gelmişti. Nadir, istediği barışı im zaladıktan sonra, ancak masalllarda rastlanabilecek kadar bü yük bir servetle İran’a döndü.
Nadir’in son büyük seferi Türkistan üzerinedir. O çağlarda zaten dağılmış ve parçalanmış olan Türkistan, Nadir gibi bir sa vaşçının önünde duracak halde değildi. Bu sebeple, Afşarlı padi şah, bu seferinde de yeniden birçok toprakları İran’a ekledi. Nadir, zafer ardında koştuğu sıralarda, tebaasına karşı ada letle hareket etmişti. Fakat son zamanlarına doğru zulme ve za limliğe başladı. Kıyıcılığı günden güne arttı. Ağır vergiler koyu yor, çıkan isyanları pek kanlı şekilde bastırıyor, çok adam astı rıyordu. Fakat sonunda bu kıyıcılık kendi ölümünü hazırladı. Şah tarafından öldürüleceklerini haber alan Afşar beğlerinden birkaçı, canlarını kurtarabilmek için Nadir’i yoketmeye karar verdiler. Nadir, bunların ikisini yere serdi. Fakat, Afşarlı Salih Beğ de Nadir’i yıktı. Çobanlıktan hükümdarlığa kadar yükselen Nadir, yiğitlik ve zekâca büyük Türk padişahlarmdandır. Hindelini ve Orta Asya’ yı zaptetmesi, Topal Osman Paşa gibi bir kahramana üstün gelip Türkiye’yi yenmesi bunun tanıklarıdır. Tükenmez bir azme sa hip olan bu yaman savaşçının, son zamanlarındaki zulmüne ge lince, batılı bir tarihçi bu mesele hakkında: «Onun kıyıcılığı hük mettiği Acem milletinin ahlâksızlığından ileri gelmiştir!» der. Afşarlı Nadir, soyumuzun kahraman olduğu kadar da talih siz bir oğludur. Çünkü bütün hayatı boyunca yiğitliğini ve zekâ sını yabancı bir devlet ve millet için harcamış, kendi soyunun devletlerini ve ordularını yenerek kazandığı zaferleri, Türk düşmanı bir milletin tarihine maletmiştir.
Gazi Osman Paşa Gazi Osman Paşa, tarihimizin kara çağlarından birinde ya şamış kahraman bir Türktür. Ufuklarımızı felâket bulutlarının çepçevre sardığı uğursuzluk yıllarında, karanlık göklerimize bir çoban yıldızı gibi doğmuş, güneşi kararan Türk yurdunu ve yıldızı sönen Türk talihini aydınlatmak ve parlatmak için kanını ve canını ortaya koymuştur. Bu sayede milletine saygı ile anılan bir ad, büyük bir kahramanlık vakası ve şanlı bir savunmayı hâ tıra olarak bırakabilmiştir. Osman Paşa, Tokatlıdır. Harbiyeyi üçüncülükle bitirip kur maylığa ayrılmasından başlayarak hayatının sonuna kadar ordu saflarında milletine hizmet etmiştir. Bütün bu hizmetler arasında onu tarihte ve Türklük için birinci derecede bir kahraman ya pan, Pilevne savunmasıdır. Osman Paşa’yı tanımak, Pilevne’yi bilmekle mümkündür. Öteki Türk ülkeleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun da, ko lunu kanadını kırıp üstüne oturmak isteyen Rusya, 1877 Nisa nında Türkiye’ye savaş açmıştı. Moskoflar, bu savaşta ordularını çok hızlı yürüttüler. Maksatları bir an önce İstanbul’a yaklaş mak ve Türkiye’ye bütün isteklerini kabul ettirmekti. Onlar, bu isteklerini gerçekleştirmek için ilerlerlerken, Osman Paşa da kuvvetleriyle Vidin’den hareket ederek Pilevne’ye gelmişti. İş te, Paşa’nm, Pilevne’ye bu gelişidir ki beş ay kadar sürecek olan Pilevne savaşlarını doğurup, Türk tarihine parlak bir sayfa daha eklenmesine sebep oldu. Pilevne, okadar önemli bir. yer değildi. Fakat bu savaşın en kanlı çarpışmaları orada yapıldı. Bu çarpışmalar, Osman Paşa’nın Pilevne’ye girişinin ertesi günü başladı ve günden güne şid detini arttırarak beş ay kadar sürdü. Temmuzda başlayıp eylül başlarına kadar devam eden bu
savaşta, Moskoflar, üç büyük saldırış yaptılar. Birinci Pilevne Savaşları diye anılan ve iki gün süren ilk çarpışma, bin Türk şe hidinin kanlarının karşılığı olarak, Osman Paşa’nm zaferi ile bit ti. Bu vuruşta Moskoflar, binden çok ölü, iki bin kadar yaralı verdiler. Bu ilk dayaktan sonra, temmuzun 18 ve 19 uncu günleri ye niden saldıran Moskoflar, üstün kuvvetleri sayesinde önce bir çok yerleri ellerine geçirdiler. Fakat, savaşı kavga alanına yakın bir yerde bir çadırın önünden idare eden Osman Paşa’nın, çok sert karşı saldırışlar yaptırması, düşmanı sonunda yine bozguna uğrattı. Türkler, bu iki günlük çarpışmada subaylarından ve er lerinden çok şehit verdiler. Fakat bu ağır kayıplara rağmen, İkinci Pilevne Savaşı da, Türkün zaferi ile sona erdi. Moskoflar, son saldırışlarını 26-31 ağustos günlerinde yaptı lar. «Altı Gün Savaşları» diye anılan bu kavgada, düşman, 90.000 kişi ile vuruşmuştur. Ruslar, 30 ağustos akşamına kadar, ver dikleri kayıplara bakmayarak ilerlemişler, birçok hâkim yeri ele geçirmiştiler. Pilevne ordusunun durumu çok nazikleşmişti. Osman Paşa, ordusunu Moskoflara karşı saldırtarak bu tehlike li durumu düzeltmek istedi. Ağustosun 31 inci günü yapılan bu saldırış sonunda, düşman, büyük bir bozguna uğradı. 20.000 Rus savaş yerinde kaldı. Pilevne ve Türk şerefi bir kere daha kur tulmuştu. Ve bu büyük başarısından dolayı, hükümdar, Osman Paşa’ya gazilik ünvanını verdi. MoSkoflarm yaptıkları üç kanlı saldırıştan da istedikleri sonuç çıkmamıştı. Düşman, Pilevne’yi Türklerin elinden bu su retle koparmanın imkânsızlığını görünce, sonucu, kuşatma ile almaya karar verdi. Sırtı, savaş alanında yere getirilemeyen Ga zi Osman Paşa, bu şekilde alt edilecekti. Moskoflar, bu düşün celerini gerçekleştirmek için, eylülün ilk günlerinden itibaren Pilevne’yi sıkı bir şekilde kuşatmaya başladılar. Kuşatma çok sürdü. Bu müddet içinde Osman Paşa devlet ten hiçbir yardım alamadı. Buna karşı Moskoflara durmadan yardımcı kuvvet geliyordu. Fakat yapılan her çarpışmayı Türk ler kazanıyor, sayıca ve silâhça okadar çok oldukları halde, Rus lar, başarı elde edemiyorlardı.
Ekimin son günlerinde Moskof kumandanından Osman Paşa’ya bir elçi geldi. Bu elçi, Osman Paşa’ya teslim olma teklifini getirmişti. Paşa, Moskof elçisine şu sözleri söyledi: «Bu ana kadar yapılan çarpışmaları, askelerimizin kahramanlığı ile hep biz kazandık. Ortada teslim olmamız için hiçbir sebep yoktur. Ayrıca askeri namusun gerekli kıldığı hareket de henüz yapıl mamıştır. Onun için düşmana teslim olmaktansa vatan, dini devlet ve millet uğrunda kanlarımızı seve seve akıtmaya hazırız!» Günler geçiyor, Moskoflar bir başarı kazanamıyor, lâkin Pilevne kahramanlarının yiyecekleri yavaş yavaş azalıyordu. Kasım ayı ile birlikte havalar da soğumaya başlamıştı. Türk as kerlerinin elbiseleri soğuğu karşılayacak gibi değildi. Nihayet yiyecek kıtlığı da baş gösterince, Pilevne ordusunun durumu çok güçleşti. Ekmek iyice azalmıştı. Et ihtiyacı da ordunun öküzle riyle gideriliyordu. Bu hayvanların sayısı az değildi ama, onlar da açlıktan kırılıp gidiyordu. Kasım ayının ortası geldiği zaman, ordunun on beş günlük kadar yiyeceği kalmıştı. Durum pek kötü idi. Doktorların elinde hastaların yaralarını saracak sargı bulunmuyor, bu yüzden her gün ölüm vakaları oluyordu. Düşman da propaganda ile Türk ordusunun mâneviyatını sarsmaya uğraşıyordu. Fakat ordunun, kahraman paşasına bağı candan ve mânevi gücü yerinde idi. Düşmanın aylarca uğraştığı halde alt edemediği Pilevne or dusu, açlığın ve soğuğun önünde yenilmeye mahkûm gözüküyor du. Bütün dünyanın gözünü Pilevne’ye dikmiş olduğu bir sırada, Osman Paşa, kumandanlarını karargâhına çağırdı. Paşanın çadı rında yapılan savaş kurultayında, koca Gazi, durumu silâh arka daşlarının gözleri önüne açıkça serdi. İki şarttan birisini kabul edeceklerdi: Ya yiyecek sona erinceye kadar dayanıp sonunda teslim olmak, yahut askerî şerefin gerekli kıldığı son çareye baş vurup bir çıkış denemesinde bulunmak.. Bu iki şart üzerinde ko nuşuldu. Osman Paşa, çıkış düşüncesinde idi. İleri gelenlerin ço ğu da bu fikri kabul edince, Moskoflara karşı son kozun oynan ması karar altına alındı. İki tümene ayrılan ordu 27 Kasım gecesi yürüyüşe geçti. Bi rinci tümen Gazi Osman Paşa’nın buyruğunda idi. Ertesi sabahın erken saatlarında, düşman topçusunun daki
kadan dakikaya artan ateşi altında, Pilevne kahramanları ileri atıldılar. Gazi Osman Paşa, askerlerinin mânevi güçlerini arttır mak için ileri hatlarda bulunuyordu. Ordu yavaş sesle tekbir ge tirerek yol almakta idi. Düşmanın şiddetli ateşine rağmen az za manda çok yüründü. Moskofların her an artan ateşi Türk ordu suna büyük kayıp verdirdiğinden, yürüyüş bir aralık duraklar gibi oldu. Fakat, Osman Paşa’nın yeni bir hamlesi duraklamayı önledi. Ruslar bütün toplarını Türklere çevirmişler, Pilevne kah ramanlarının üstüne cehennem alevleri püskürtüyorlardı. Ama Gazi Paşa’nm ordusu yine ilerliyordu. Düşenler arttıkça tekbir sesleri yükselmekte idi. ' Bu müthiş ateş altında ve bunca kayba rağmen Türk askeri nin yılmadan ilerlemesi ve ufukları tutan tekbir sesleri, sonun da, Moskofların manevî gücünü kırdı. Osman Paşa ve ordusu ilerliyordu. Birinci savaş hattına az bir yol kalmıştı. Moskof saflarında bir karışıklık, bir savaş isteksizliği göze çarpmakta idi. Nerdeyse bütün orduları yüz geri edecekti. Lâkin, Pilevne kahramanları buna imkân bırakmadılar. Bir süngü hücumu ile Rusları bu hattan söküp attılar. Osman Paşa’nın yiğitleri Moskof siperlerine okadar çabuk girmişlerdi ki, düşman, ancak bir to punu kaçırafoilmişti. Bu ilk zaferi bir İkincisi beklemekte idi. Çünkü ele geçirilen birinci hattın bin adım kadar ötesinde ikinci bir hat daha vardı ki onun da hemen alınması lâzımdı. Paşa, tümenin dört tabu runu düşmana saldırtarak bunu da yaptı. Silâh kuvvetlerinin okadar üstünlüğüne rağmen, Moskoflar, ilk iki hatlarını böylece Türklere kaptırmış oldular. Ancak, ikinci hattın zaptından sonra, zafer ibresi düşmana dönmeye başladı. Çünkü iki hattı ele geçirirken büyük kayıba uğ rayan ve subaylarının çoğunu şehit veren Türk ordusunun kar şısına, düşman, her an artan bir kuvvetle dikilmeye başlamış tı. Moskofların asker üstünlüğü bire dört, top üstünlüğü bire ondu. Pilevne kahramanları düşmanın cehennem ateşine karşı durabilmek için insan gücünün üstünde bir çaba gösteriyorlardı. Türk birlikleri, verdikleri büyük kayıplardan dolayı birbirlerine yardım edemez hale gelmişlerdi. Ancak kendilerine karşı yü rüyen düşmanla boğuşabiliyorlardı. Moskoflar ise, Rumenlerin taze kuvvetlerinden bile büyük yardım görüyorlardı. Ayrıca, sa
vaşın aldığı büyük önemden dolayı kavga alanına kadar gelen çar, hassa kuvvetlerini de ateş hattına sürmüştü. Türk birliklerinden bazıları, düşmanın dayanılmaz ateşine uzun zaman göğüs gerdikten sonra, bir an geldi ki, yerlerini bı rakmak zorunda kaldılar. Bunların geri çekilmesi üzerine Gazi Osman Paşa, bütün tümeni birinci hatta almaya mecbur oldu. Düşmanın şiddetli saldırışı durmamıştı. Moskoflar ikinci hatta da aynı üstün kuvvetlerle yükleniyorlardı. Pilevne kahramanları, subayları ve erleriyle birlikte az rastlanır bir yiğitlikle çarpışıyorlardı. Bu kahramanlar alayının kahraman başı olan Osman Paşa da erlerinden geri kalmak iste miyordu. Düşmanın göz açtırmayan ateşi altında çırpınan or dusunun mânevi gücünü arttırmak için, o da kılıcını sıyırıp er lerinin arasına katılmıştı. Koca Gazi, genç yiğitler gibi vuruşu yordu. Bu canlı kahramanlık levhası, kahpe bir kurşunun Osman Paşa’nm bacağına girmesi anma kadar devam etti. Koca kahra man yaralanmıştı. Paşa’nın yaralanması, ordusunun mânevi gü cünü bir anda kırdı. Her taraftan çekiliş başladı. Bu sırada ikin ci tümenin gösterdiği kahramanlıklar da sonucu değiştiremedi. Pilevne kahramanları beş aydır destanını yazmaya çalıştıkları kasabaya doğru çekilmeye başladılar. Artık yapılacak bir şey kal mamıştı. Askerliğin gerekli kıldığı son teşebbüs yapılmış, ama talih güler yüz göstermemişti. Osman Paşa, kumandanlarının da kendisine başvurmaları üzerine, teslim olmaya karar verdi. Gazi Paşa •ca.teş kes!» buyruğunu ağlayarak verdi. Moskof lar şartsız teslim istiyorlardı. Yapılacak başka bir şey kalmadı ğından bu da kabul olundu. Yüz elli gün zaferden zafere koşmuş olan pilevne ordusunun sonu işte bu dehşetli, fakat şanlı facia oldu. Savaş alanına kadar gelmiş olan Çar, Pilevne kahramanını kabul etti. Bukadar büyük bir kahramanın kılıçsız gezmesinin yakışık almayacağını düşünürek, Paşa’nm kılıcını geri verdi. Çar’ın yanına iki adamının yardımı ile girmiş olan yaral kahra man, oradan şanlı kılıcına sahip olarak çıkmıştı. Tarihte, namlı askerler çoktur. Bunların kimi büyük meydan savaşları kazanmış, kimi alınmaz kaleleri yıkmış, kimi şanlı sa-
yunmalarla düşmanlarını yüz geri ettirmiştir. Az bir kuvvetle üstün orduları yenen, erleriyle birlikte toprağa düşen kahraman lar da vardır. Fakat tarihte, düşmanına yenildiği ve hattâ tut sak düştüğü halde, zafer kazanmış yiğitler gibi övülerek anılan lar azdır. Gazi Osman Paşa, bu kahramanlardan birisi ve belki de bunların birincisidir. En vahşi kalblerde bile saygı duygusu uyandırması, onun kahramanlığını ve büyüklüğünü göstermeye yeter.
Î Ç Î N D E K Î L E R Sayfa Alp Er Tunga ............................................................... 7 Tomris ............................................ ................................ 10 Mete ................................................................................. 12 Çiçi ........................................................ ....................... 16 Atilâ ................................................................................ 19 Kür Şad .......................................................................... 22 İlteriş Kutluk Kağan .................................................... 25 Kül Tegin ......................................................................... 27 Çağrı Beğ ....................................................................... 30 Alp Arslan ....................................................................... 33 Afşm Beğ ......................................................................... 36 I. Kılıç Arslan ............................................................... 39 Çengiz Han ..................................................................... 43 Harzemşahlı Celâleddin ............................................... 46 Osman Beğ ....................................................................... 50 I. Murad ........................................................................... 53 Aydınoğlu Umıir Beğ .................................................... 56 Yıldırım Bayazıd ........................................................... 59 Aksak Temür ................................................................... 64 II. Murad .......................................................................... 67 Fatih ................................................................................. 70 Burak Reis ....................................................................... 73 Oruç Reis ......................................................................... 76 Yavuz Selim .................................................................. 79 Kanunî Süleyman ......................................................... 82 Barbaros Hayreddin Paşa ............................................ 86 Turgud Reis ................................................................... 90 Küçük Mehmed Beğ ....................................................... 94 Topal Osman Paşa ........................................................ 97 Afşarlı Nadir ................................................................... 100 Gazi Osman Paşa ........................................................... 104
Ç ı k a n l a r 1 — Nejdet Sançar: A fşm ’a Mektuplar
300 Kuruş
2 — Atsız: Yolların Sonu (Şiirler) .......... 500 Kuruş 3 — Türk Gençliği Nasıl Olmalıdır? ....... 250 Kuruş 4 — Nejdet San çar: Türk Kahramanları 500 Kuruş
Beşinci
Kitap
Refet Körüklü I I A N İ ? (Ş iirle r]
AFŞİN YAYINLARI Meneviş Sokağı, 80/4 Kavaklıdere - Ankara
Kapak kompozisyonu ve resimler Refet Körüklü t a r a f ı n d a n y a p ı l mı ş t ı r .
flFSIN YAYINLARI
KARDEŞ M ATBAASI — Ankara
5 Lira