Osman Oktay - Kerkük Gönlümde Aşk Yüreğimde Sızıdır

Page 1


Kitabın yazılması için ilk kıvılcımı veren Ercan Soydan'a teşekkürlerimle . ..

O. Oktay


Kapak Resmi F. Bülent Kocamemi

Grafik ve Resim Düzenleme Stüdyo Metin Tercan/Ankara •

Ofset Hazırlık YediGece •

Baskı Çevik Matbaacılık

0212 501 30 19 •

İstanbul 2007 •

ISBN 978-975-290-179-7

HİKMET Neşriyat Ltd. Şti. Sümer Mh. 24. Sk.

No: 13 Zeytinburnu- lst.

Tel: (0212) 4 15 22 4 1 (pbx) Fax: (02 12) 4 15 33 35 www.hikmetnesriyat.com


OsmanOKTAY •

KERKÜK GÖNLÜMDE AŞK, YÜREGİMDE SIZIDIR BELGESEL ROMAN

HiKMET Neşriyat Ltd. Şti.



-. Babacığım, Kerkük nerede? Mehmet'in sorusu, yorgunluktan uyuklamak üzere olan Cemal Bey'i kendine getirmişti. Önce irkildi, sonra sağ elini tam kalbinin üstüne götürüp vurarak, - Aha burada oğlum, dedi. Tam kalbirndel Henüz altı yaşında olan Mehmet şaşırmıştı. O'nun tm halini gören Cemal Bey O'ndan daha çok şaşırdı. Öyle ya, durup dururken bu soruyu neden sormuştu?.Hem, büyük­ ler bile Kerkük'ü dert etmezlerken parmak kadar çocuk niye soruyordu? Soran gözlerle harumına baktı. �eral Hanım te­ bessüm ederek bilgisayarda takılı duran CD'yi çıkardı:. - İşte, bunun için soruyor Mehmet, dedi. Sen çalışır­ ken peş peşe "Mum kimin yanan Kerkük"ü dinliyordun. Bu­ gün de Mehmet hep onu dinledi. Anne ve babası tebessümle birbirlerine baktılar. Meh­ met ise artık ezberlediği türküyü içli, dokunaklı bir sesle oku­ maya başlamıştı bile: "Yıktılar kal' amızı, Sürdüler balamızı, Daha can boğazdayken Çektiler salamızı... "

5


Cemal Bey birden duygulandı, eliyle Mehmet'in sus­ ması için işaret etti. Gözünden yaşlar damlıyordu. Meral Ha­ nım da, Mehmet de merak içindeydiler. Cemal Bey nefesle­ nip kendini toparladıktan sonra, - Çanakkale'yi, dedi; birden Çanakkale'yi hatırladım da... Daha doğrusu, redaksiyonunu yaptıgı bir kitapta, Ça­ nakkale'de savaşan ve tamamı şehit olan 57. Alay'la ilgili bir hikayeciği hatırlamıştı; anlattı: "Bir vuruşma sonrasında siperler arasındaki şehit ve yaralılan topluyor/ar. Şehitleri bir tarafa koyuyorlar, yaralı­ ları da siper içlerinden sargı yerlerine sevk ediyorlar. Görevli erler önce yerdeki askeri yoklayıp şehit mi, yaralı mı belirli­ yorlar, sonra da yaralıları gönderip şehitleri oraya ayrı bir ye­ re bırakıyorlar. Şehit ve yaralıları toplayan erler gözyaşları içinde bu işi yapıyorlar. Çünkü sabahleyin karavanayı pay­ laştıkları, az önce yan yana savaştıkları arkadaşları ya yara­ lı ya da şehit düşmüş. Bir ara erlerden biri ağır yaralı bir askerin yüzüne ba­ kıyor, tanıyor onu. Yarasına bakıyor, dermansız. Yüzünü, gözlerini öpüyor, saçlarını ve yanaklarını okşuyor arkadaşı­ nın. Hıçkırıklar içinde arkadaşına ancak işaret/e bu agır ya­ ralıyı şehitlerin yanına koymak istediğini belirtiyor. Yanın­ daki arkadaşı kaldırdık/arı askerin henüz şehit olmadıgını fark edip heyecanla: "- Ne yapıyorsun, o arkadaş henüz ölmemiş, " diyor. Öbürü yine hıçkırıklar içinde; rarlı:

az

önceki niyetinde ka-

"- Çanakkale'de bu kadar ölünür!" Ağır yaralı askeri şehitler safına bırakıyorlar. . " .

Üçü de aghyordu... Neden sonra Cemal, 6


- Ha Çanakkale'de yaşananlar, dedi; ha Kerkük'teki kardeşlerimizin yaşadıklan ... Daha can boğazdayken, çare­ sizlikten şehitler arasına atılıp mutlak son bekleniyor. Meh­ met'in söylediği "Mum kimin yanan Kerkük" türküsünde ge­ çen "Daha can boğazdayken çektiler salamızı" mısraları ölümden başka çaresi olmayan insanların durumlarını anla­ tıyor. Bizim tarihimiz bunun gibi yüzlerce, binlerce olayın tanığı. Çanakkale'de bunlar yaşanıp bitti ama Kerkük'te yıl­ lardan beri yaşandı, yaşanıyor, böyle giderse daha da yaşa­ nacak! Cemal Bey derin bir iç çektikten sonra Mehmet'in ba� şını okşayarak, � Devam et oğlum, dedi; oku türkünü! Mehmet, türküyü baştan alıp yine o içli sesiyle okudu. Cemal Bey'in aniattıklarından sonra türkü daha bir anlam kazanmıştı, yaşlı gözlerle dinlediler. Cemal Bey, türküyü hiç şaşırmadan sonuna kadar okuyan oğlunu kucaklayıp öpmek için kollarını açmışn ki, Mehmet'in yeni sorusu karşısıQda durakladı: � Babacığım, Kerkük ne? -Aşkım, sevdaml -Yani, sevgili gibi bir şey mi? � Ondan da öte oğlum, ondan da öte. Sana nasıl anlat� sam bilmem ki! Bir kara sevda işte, bir kara s�vda ... Mehmet bu "kara sevda"yı anlayacak, aniasa da kavra� yacak yaşta değildi. Yine de anlamış göründü. Meral Hanım ise gülüyordu. Cemal Bey de güldü. O'nun Kerkük'le ilgilen­ mesi, hele hele o türküyü ezberleyip okuması hoşlarına gir­ mişti. � Kerkük her Türk'ün ezberinde olması gereken bir ko­ nudur, dedi Cemal Bey. Ancak çok acıdır ki hafızalar körel­ miş, milletimizin ezber kabiliyeti zayıflamış!

7


Sesi titredi, gözleri nemlendi. Mehmet'i kucaklayıp bağrına bastı. Bir süre öyle kaldıktan sonra, - Yalnız, şimdi çok mutluyum, dedi. Bizim yapamadı­ ğımızı Mehmet ve arkadaşları yapacaklar, buna eminim. Atatürk ... Yutkundu, söyleyemedi. Mehmet'in gözleri parlamıştı. Babasının bağrına yaslı duran başını kaldırarak sordu: - Ne demişti Atatürk? Cemal Bey kendini toparlayarak cevap verdi: "- Milli sınınmız, İskenderun'un güneyinden geçer, doğuya doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü içine alır. İşte milli sınınmız budur!" Mehmet, büyük adam edasıyla başını salladı. Sanki her şeyi anlamış, kafasında şimşekler çakmıştı. Yalnız uyku saati de gelmiş, geçiyordu. Meral Hanım'ın gözü duvar sa­ atine kaydı. Mehmet'in gözleri de annesini takip etti. Baba­ sının gevşeyen kollarından kurtulup ayağa kalktı, ellerini tu­ tarak O'na ümitle baktı. Sanki, "Babacığım, bana ve arkadaş­ larıma olan güvenini boşa çıkarmayacağız" der gibiydi. Son­ ra annesiyle birlikte odasına doğru yürüdü.

Az önce dalıp giden Cemal Bey'in gözlerinde ise uy­ kudan eser kalmamıştı. Kitaplığına baktı, kalkıp bazılarını karıştırdı. Saate baktı, "aldırma" dereesine elini sallayıp mı­ nldandı: "Bir şeyler yapmalıyız. Birileri çıkıp yapmıyorsa biz yapmalıyız. Tarihiyle, folkloruyla, türküleriyle "Ben Tür­ küm" diye haykıran bir diyarın zehirli bir hançer gibi bağn­ mıza sapianmasına seyirci kalamayız. Hele oradaki kardeş­ lerimizin çektikleri acıyı görmezden gelemeyiz. Bir şeyler yapmalıyız, bir şeyler yapmalıyız!" Özerıle seçtiği kitapları, ansiklopedi ciltlerirıi alıp ma­ saya koydu. Bu geceyi yine uykusuz geçirecekti.

8


Tarihin derinliklerine daldı. Bölgeden gelip geçen ka­ vimleri, kurulan medeniyetleri gözden geçirdi. İslam güne­ şinin doğup dünya ufkunda yükselişini, Hz. Ömer'in gönder­ diği orduların lrak'ı ve elbette Musul'u, Kerkük'ü fethedişle­ rini bir daha, bir daha okudu. Atalarının Bıneviler dönemin­ den başlayarak bölgeye geldiklerini, Abbasiler döneminde ise yaygın ve sistemli olarak yerleştiklerini biliyordu. Daha doğrusu Emevi ve Abbasi halifeleri Araplar arasındaki iç çe­ kişmelere karşı Türkleri bir denge unsuru olarak bölgeye yerleştirmişler, kendilerini koruyup kollamaları için onlara görev vermişlerdi. Halifelerin, Türkler için kurdurduklan şe­ hirler, saraylar bile vardı. Peki, ya onların neleri vardı? - lşte, dedi Cemal Bey, görülüyor ki ben bu bölgenin asli unsuruyum. Büyük Oğuz boyları ile onların kolları ve dallarından oluşan pek çok oymak, aşiret ve topluluk bura­ da yaşamış. Ben de yaşıyorum, torunlarım da yaşayacak. Yer adları, soy adları, hele hele türküler, şarkılar, hayratlar ve bir de mezarlıklar . . . Adıyla sanıyla, çarsısıyla pazarıyla, folk­ loruyla, toprağa karışıp yatanlarıyla ve üstürıde oturarılarıy­ la bu diyar benim! Sonra Oğuz boylarındarı gelip Kerkük ve çevresinde halen varlığını sürdürmekte olan Türk boylarını, o boylara mensup toplulukları sıraladı: - Bayat, Yıva, Döger, Çepni, Eymür, Karakoyunlu, Har­ bendeli, Beğdili, Ulaşlu, Ocuşlu, Gökçelu, Şebek Salur, Birav­ cılı, Kararıaz, Muradlı, Bacvanlı, Karaboğa, Salihli, Yağmur Tatlu, Mavıllı, Sarılı, Yağcı ... Bunlar benim köklerim. Ben o köklerin dallarından fışkıran sürgünüm, dalım, çiçeğim, mey­ veyim. Peki, ya onlar? Hele hele denizaşırı, okyarıus aşırı di­ yarlardarı gelip hayalindeki "Büyük Ortadoğu Projesi"ni uy­ gulamaya kalkan Amerika Birleşik Devletleri'ne ne oluyor? Sustu, düşüncelere daldı . . . D etken ABD Başkanı Bush'un BOP'u başlatırken yaptığı konuşmayı hatırladı: 9


"Tanrı beni bir ilahi misyonla görevlendirdi. Bu bir Haçlı Se­ feri'dir. Ya benimlesiniz ya da karşımda! .. "

-Pes, dedi Cemal Bey, pes doğrusu .. . Yalnız beni en çok üzen.. Yeniden sustu, yutkundu. Gözlerinden yaş ha damla­ dı, damlayacaktı. Kendini toparlayarak devam etti: - Beni en çok üzen, ülkemin Başbakanı'nın da bu Türk - İslam coğrafyasını kuşanp yok etme projesinde "eş başkan" olarak adının geçmesi. Hani, orman agaçları dile gelip konuşmuşlar ve demişler ya; "Böyle yok edildiğimize degil de, bizi kesen baltanın sapının kendimizden olmasına yana­ nz" diye, işte o hesap .. . Sanki yanında biri varmış gibi konuşuyordu. Oysa Mehmet uyuyalı saatler olmuş, Meral Hanım da O'nunla birlikte uyuya kalmıştı. Ta Mehmet'in odasında, Cemal'in sesini duyunca titreyerek uyandı. Üzeri açık olduğu için üşü­ müştü. Kalkıp gözlerini ovuşturarak kocasının yanına geldi. Cemal O'nun farkına bile varmamış, söylenip duruyordu: - Bu iş her Türk gibi benim de görevim. Yetkililer uyu­ yariarsa uyandırmalı, arkadaşlarım, kardeşlerim aldınnıyor­ larsa ikaz etmeliyim . .. Uyku sersemliğini üstünden atamayan Meral Hanım etrafa bakınarak konuştu: - Ben uyandun, Mehmet uyuyor ... Şey ... Sen kimi uyandınyorsun Cemal? - Uyuyanları hanım, uyuyanlan ... Kıbrıs için verdigi­ rniz tavizler yetmezmiş gibi Irak'ın kuzeyinde bir Kürt Dev­ leti kurulmasına göz yumanlan, Kerkük'te, Erbil'de, Tela­ fer'de Türkmen kardeşlerimize zulmedilirken ses çıkarma­ yanları ve bunlar da yetmezmiş gibi yarın Türkiye'ınizden toprak kopanlmasına seyirci katacakları ... 10


Meral Hanım çalışma masasına ve kitaplıkta boşalan raftara göz attı, kitapları, ansiklopedileri karıştınp Cemal'in aldıgı notlara baktı. Etkilenmişti: - Bir hayli bilgi ve belge toplamışsın. Bunlar yetkililerimizin elinde yok mu? - Olmaz olur mu? Daha illalan var! - Peki ne yapacaksın? - Konunun gündeme getirilmesi için gayret göstereceğim. Elimdeki bilgi ve belgelerle ortaya çıkarsam bir işe ya­ rar diye düşünüyorum. Yarın Türkmen Cephesi'ndeki arka­ daşlarla bir araya geleceğiz. - İyi olur. Bu konuda her zamari yanında olduğumu bilmelisin canım. Yalnız, biraz da dintenmen gerekiyor. Şimdi yat istersen. Cemal Bey saatine baktı, "haklısın" dereesine başını salladı. Kalkmak üzereydi ki aklına bir şey geldi, gülümsedi. 1 100'lü yılların başlarında Musul'da yetişen İbnü'l Esir'in İs­ lam Tarihi isimli dev eserinin ciltlerlnden birini aldı. Bir ta­ raftan sayfaları karıştınrken bir taraftan da konuşuyordu: - Bak Meral, dedi, sana ne göstereceğim ... Biz aslında Irak'ı Anadolu'dan önce ele geçirdik, biliyorsun. Emevi ve Abbasi dönemlerinde bölgeye gelip söz sahibi olan Türkler bir yana, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 18 Aralık 1055 tarihinde büyük bir törenle Bağdat'a girmiş, Halife Kaim bi­ Emrillah O'na iltifatlar etmişti. O sıralarda halk, bölgeye ge­ lip geçen baskıncı grupların ralanlarından bıkmıştı. Türkle­ rin de böyle yapacaklarını sanıyorlardı ama yanıldılar. Bak, İbnü'l Esir ne yazıyor?

". .. Halife, hatipiere Bağdad camilerinde hutbeyi Tuğ­ rul Bey adına okumalarını emretti, bunun üzerine 22 Rama­ zan (15 Aralık 1 055) Cuma günü Tuğrul Bey adına hutbe okundu. Tugrul Bey, Halife'ye haber göndererek Bağdad'a 11


girmek için izin istedi, O da kabul etti. Tuğrul Bey en-Nehre­ van 'a kadar geldi; Vezir Refsü'r-Rüesd, kadılar, nakfbler, eş­ raf, şahitler, hizmet erbabı ve devletin ileri gelen sımaların­ dan müteşekkil büyük bir alayla Tugrul Bey'i karşılamağa çıktı... Tugrul Bey yoluna devam edip 25 Ramaian (18 Ara­ lık 1055 Pazartesi günü Bağdad'a girerek Babu 's-Şemmiisi­ ye'de konakladı. Musul Hakimi Kureyş b. Bedran da Tuğrul Bey'in yanına geldi. . . . . . Sultan Tugrul Bey Bağdad'a varınca askerleri yiye­ cek aramak ve halktan istedikleri şeyleri satın almak maksa­ dıyla şehre girdiler. Halka iyi davrandılar. Ertesi gün, yani Salı günü bazı askerler Babu'l-Ecz'e gelip halktan birini sa­ man isternek için götürdüler. Adam askerlerin ne demek iste­ diğini anlamıyordu, bu sebeple halktan yardım istedi. . . "

Meral Hanım duygulandı, gözleri yaşardı: - İşte, dedi. Bir, günümüzde Amerikalıların işgaline uğ­ rayan Irak'ın bir de bin yıl kadar önce Türklerin girdiği Irak'ın haline bak . . . Meral Hanım daha konuşacaktı ama sözleri boğazında düğümlerıip çıkmayınca Cemal Bey, - Selçuklu Türkleri, bu örnek davranışlannın yanında Irak'ta, İslam düşünce tarihine de katkıda bulundular, dedi. İslam dünyasındaki üniversitelerin temeli sayılan Nizarniye Medreseleri'nin ilk ünitesi Sultan Alparslan'ın Baş veziri Ni­ zamü'lmülk tarafından 1066 yılında Bağdat'ta kuruldu. Ora­ da, Ebu İshak Şirazi ve Gazali gibi devrin en büyük bilim adamlarıyla İslam hukukçuları ders veriyordu. Nizarniye Medresesi'nden yetişen bilim adamları, hukukçular İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerine dağılarak devlet yönetimin­ de ve eğitim kurumlannda görev aldılar. Meral Hanım toparlanmıştı: 12


- Ama Iraklılar,. daha doğrusu Arap dünyası Türklerin kıymetini bilmedi, dedi. Allah bilir, şimdi de bunun cezasını çekiyorlar! - Ne yazık ki, düştükleri ateşin içinde bizi de yakıyor­ lar. Türkmen kardeşlerimiz .. . - Haklısın, dedi Meral Hanım. İnşallah solm hayra çıkar! - İnşallah canım, İnşallah! Kalktılar, çalışma masasını o karışık haliyle bırakıp çıktılar. ***

Sadun Köprülü de geceyi uykusuz geçirenlerden biriy­ di. O, Irak'ta, Saddam'ın zulmüne uğrayıp meşhur Abü Garip Hapishanesi'nde tam 17 yıl yatmış, akla gelmedik işkencele­ re maruz kalmıştı. Gördüğü zulmü, orada yaşadıklarını, kur­ tulduktan sonra Irak'ta ve Türkiye'de verdiği mücadeleyi kimselere anlatmıyordu. Neden sonra yazmaya karar vermiş ama yazdıklarİnı en yakınlarına bile göstermemişti. Notlan yalnızca kendi başından geçenlerle de sınırlı değildi. 14 Temmuz 1959 günü Irak lideri diktatör General Abdülketim Kasım'la Kürt lider Molla Mustafa Barzani'nin işbirliği so­ nunda Türkmenlere uygulanari katliamı da araştınp bilgiler toplaınıştı. Sanatçı dostu Ercan Bey, "Kendi açından belki haklısın. Yalnız bizlere ve gelecek nesillere haksızlık ediyor­ sun. Tabi, tarihe de. En iyisi gel; yazdıklarını bu konuda du­ yarlı olan Cemal Bey'e verelim. Verelim ki roman olup okun­ sun, filmi çekilip seyredilsin. Ola ki ibret alınır, umulur ki, uyuyanların uyanmasına vesile olur!" deyince ikna oldu. Ge­ ce boyunca notlarını gözden geçirip sıraya koydu, düzelt­ meler yaptı. Okurken oldukça heyecanlıydı: "Komünist Baas Rejimi'nin Irak'a hükmedişinin birin­ ci yıldönümü olan 14 Temmuz 1 959, Irak Türkleri için kara 13


bir gün olarak tarihe geçti. Güya Krallık Rejimi yıkılıp "Cum­ huriyet" kurulmuştu ve güya "hürriyet" gelmişti! Irak'ta yaşa­ yan herkes gibi Türkler de seviniyor, "güzel günler göreceğiz" diye hayal edip duruyorlardı, olmadı. Ata sözünde olduğu gibi hep gelen gideni aratıyordu. Kerkük 2. Tümen Kuman­ danı olan Musul Türklerinden Nazım Tabakçalı'nın, "Vata­ na ihanet" suçuyla idam edilmesinin ardından yerine, Molla Mustafa Barzani'nin yakın dostu komünist Davut el Cenabı getirildi. O, yine bir Kürt ve komünist olan MarufBerzenci ile birlikte söz sahibi oldu. Kerkük'teki Emniyet yetkilileri görev­ lerinden alınarak yetki Cebbar Pıruzhan, Nuri Molla Veli, Kitapçı Ojen gibi Kürt ve Ermeni/erin eline geçti. Kerküklü tam üç bin Türk gencini tutukladılar. Bu arada Kürt gruplar ellerinde iplerle dolaşırken Türkmen Kahvehanesi'ne saldır­ dılar ve Osman Hıdır'ı şehit ettiler. Halk galeyana gelmiş, karşı koymak için harekete geçmişti ki, 2. Tümen tarafından bir bildiri yayınlanarak sokaga çıkma yasagı ilan edildi. Çok geçmeden anlaşıldı ki, bu yasak yalnızca Türkler için geçer­ liydi..." Sesi titriyordu. Daha· fazla olcuyaınadı, ağlamaya baş­ ladı. Hıçkırıldar arasında güçlükle, "npkı bugün oldugu gibi" diyebildi. Sonra ne olduysa oldu; bir an dalıp gittikten sonra ço­ cukluk, hatta bebeklik günlerini yaşamaya başladı. Daha iki yaşını bile doldurmaınışn. Kerkük yakınlarında bulunan Al­ nınköprü'deki evlerinin içinde gülücüider atarak oradan oraya koşup duruyor, henüz emeklerneye başlayan kardeşi Gülşen de peşi sıra dolanmaya çalışıyordu. Alnınköprü, Irak'ın kuzeyinde, tabii güzellikleri olan bir Türk kasabası ... Havası güzel, kokusu sanki "misk ü an­ her", suyu baldan tatlı, içinde daha ne güzellikler saklı. Ker­ kük'e 44, Erbil'e 50 kilometre mesafedeki bu şirin kasahaya Aşağı Zah ve Küçük Zab suları ayrı bir güzellik veriyor. Üst taraflardan iki ayrı su olarak gelen bu ırmaklar kasabayı ade14


ra çevreleyip geçtikten sonra Kayabaşı Mevkii'nden de geçe­ rek tıpkı Türkiye'den iki ayrı nehir olarak gelip Basra Körfezi yakınlarında birleşen Dicle ve Fırat gibi tek bir ırmak olup akarlar. Adı üstünde; Altunköprü bir köprüler diyarıdır. Ka­ sahaya adını veren köprünün tarihi ise eski, dolayısıyla hak­ kında rivayet boldur. Bağdat'ın yeniden fethi için 1638'de bölgeye gelen 4. Murat, kumandanlarından biriİli Kerkük'e gönderiyordu. Kumandan, eski köprünün yakınlarına bir köprü daha yapmaya kalkınca, bunu bir zaman kaybı olarak gören Padişah kızıp atını suya sürmüştü. Bu olay- Türkınen­ ler arasında hayrat olup söylendi, Hala da söyleniyor: "Su seni Su göçertmiş, süseni Geçme namert köprüsünden Koy aparsın, su seni Yanna tilki yatağında Koy yesin aslan, seni" Işte, Kerkük'te katliam olduğu gece, tarih boyunca Türkler için hep azap suyuna dönüşen bu Zap Suyu'nun geçtiği kasabalarındaki evlerinde annesiyle babasının telaş­ lı, korku dolu halleri ile küçük Sadun'un şen - şakrak hare­ ketleri tezat oluşturuyordu. Onlar kendisine ilgi gösterecek dururnda değillerdi. Çocukluk hali işte; kızdı, vurdu onlara Neden sonra duyulan sllah sesleri O'nu da korkuttu, ağlama­ ya başladı. Evde herkes telaşa kapılmış, silah sesleri giderek artıyordu. Çekili duran perdeyi aralayıp etrafı kollarnaleta olan babası, perdeyi kapattı, "Hele bekleyin'' diyerek aşağı indi. Yarım saat sonra benzi sapsarı kesilmiş halde geri dön­ dü. Acıyan, ağlamaklı ifadelerle aile fertlerine baktı, minik yavrularını kucağına alıp öptü, öptü. Metin olmaya çalışıyor, başaramıyordu. Şeker Hanım'a dönüp, - Kerkük'te bizden olan herkesi, dedi. Özellikle gençle­ ri evlerinden alıp askeri kışlaya doğru götürmüşler, dükkan­ Iarı talan etmişler .... Silah seslerinden de anlaşıldığı gibi. .. 15


Sözleri boğazında dügümlendi, gerisini söyleyemedi. Şeker Hanım daha metindi: - Kaçanları da buraya kadar kovalamışlar! - Öyle yapmışlar! Osman Köprülü Altunköprü'de oturuyordu ama Ker­ kük'te lokantası vardı. Şeker Hanım'ın aklına birden kendi dükkanlan geldi ve sordu: - Ya bizim dükkan? - Sabah ola hayrola hanım. Onu da yarın öğreneceğiz. Yalnız beni en çok üzen . .. - Evet? - Beni en çok üzen kurşuna dizilenler Şeker kadın .. . - Kurşuna dizilenler mi? - Öyle diyorlar! Bu kadarını söyleyebildi. Oysa, başta Türkmen Genç­ lik Teşkilatı kurucusu AtaHayrullah ve kardeşi İhsan olmak üzere Kasım, Ali Neftçi, Mehmet ve Selahattin Avcı kardeşle­ rin evlerinden alınıp Askeri Kışla'ya götürüldüklerini, sonra da işkence edilerek şehit edildiklerini öğrenrnişti. ***

Ata Hayrullah, Albay. . . Irak Ordusu'nda, kalbi Türklük sevgisiyle dolu bir Al­ bay . .. Nasıl öyle olmasın ki? Irak daha düne kadar Türki­ ye'nin bir parçası idi ve O bir Türk oğlu Türk'tü. KatHarnın başladığı 14 Temmuz 1959 akşamı, fırsat buldukça hep yaptığı gibi evinde çocuklarını toplamış, Türk tarihini anlatıyordu. Sözlerini şöyle bitirdi: - İşte yavrularım; gördügünüz gibi Türk tarihi daha çok şanlada - şereflerle, biraz da acılarla ve kederlerle dolu. 16


Ama, tarihimizin hiçbir sayfasında bizim için bir "kara leke" yok. O halde tarihinizi çok ama çok sevin, tarihinizden hiç ama hiç kopmayın ve her zaman, her yerde, her durumda göğsünüzü gere gere Türk olduğunuzu, Türkmen olduğunu­ zu söyleyin; bundan korkmayın. . Çocukları O'nu büyük bir dikkat ve saygı ile dinliyor­ lardı. Ata Hayrullah, sanki bir şeyler olacağını biliyordu. Eşi­ ne sevgi ile baktı. Dikkat etse de, konuşurken sesi titriyordu: - Çocuklar sana emanet hanım ... Onlara her zaman Türk milli kıyafetlerini giydir, geleneklerimizi görenekleri­ mizi unutturma. Sözlerini daha bitirmemişti ki, evdekiler şiddetli kapı vuruluşlarıyla irkildiler. Ata Hayrullah, elleriyle işaret ederek yerlerinde durup sakin olmalarını istedikten sonra kapıya yöneldi. Aşağıda bir manga asker bekliyordu. O'na, "Komutan çağırıyor. Birlikte Kışla'ya gideceğiz!" denilince başına gele­ cekleri anlamıştı. İçeri girdi, hanımıyla, çocuklarıyla vedala­ şıp çıktı. Askerler O'nu çember içine aldılar ve "Ölüm Kışla­ sı"na doğru yürüdüler. Kerkük'ün dört bir yanından getirilen Türkmen genç­ lerinin bir kısmı içeri alınıyor, bir kısmı da kışla önündeki ağaçlara bağlanıp işkenceye tabi tutuluyorlardı. Ata Hayrul­ lah'ı bir süre içerde tuttuktan sonra kışla önündeki ağaca ge­ tirip bağladılar, sonra da diri diri etlerini doğrayıp etraftaki kedilerin, köpeklerin önüne atmaya başladılar. Kur'an-ı Ke­ rim' de, "En güzel şekilde yaratılan insanın setillerin en seti­ li, aşağıların en aşağısı" olabileceğine işaret ediliyordu. İşte bu insanlar böylesine aşağı kişilerdi. Ata Hayrulla:h'ın vücu­ dundan kopardıkları et parçalarını etrafa saçarken bir taraf­ tan da alay ediyorlardı: - Ey ahali! Et alan var mı? 17


- Etlerimiz çok ucuz! - Türkçülerin, Turancıların lideri Ata Hayrullah'ın etinin kilosu 10 fılis (kuruş)!.. Buna can dayanmazdı. Oradan gidip bu vahşeti gör­ mek istemeyenleri zor kullanarak geri çevirdiler. Elleriyle gözlerini kapamaya çalışanları dövüyor, zorla ellerini çekti­ riyorlardı. Ata Hayrollah daha can vermeden bu defa karde­ şi İhsan Hayrullah'ı getirdiler. Tıpkı ağabeyi gibi O da Türklük sevgisiyle dolu bir as­ ker, bir yetişmiş insan, bir tıp doktoru idi. Kutsal bildiği gö­ revini hiç aksatmadan yapıyor, herkese eşit davranıyordu. Ordu içinde sevrneyeni yoktu. Çünkü derdere derman olu­ yor, yaralan sarıyordu. Ama o gün . .. Gözü dönmüş caniler, insan bilip iyileştirdiği subaylar bir avuç çapulcu Kürt'le birlikte tıpkı ağabeyi gibi O'nu da iş­ kence ederek öldürdüler. lşkenceler karşısında O "Allah!" dedikçe vahşiler alay edip bağırıyorlardı: - Allah yok, izine gitmiş! - Peygamberin de sihiri bozulmuş, sizi kimse kurtaram az! - Hadi, çağır da Türkiye imdadına yetişsini - Sahi, Atatürk de öldü değil mi? Yazık, yazık!. .. Sadun, daldığı uykudan irkiterek ve haykırarak uyandı: - Hayır, hayır! Atatürk ölmedi, Türkiye dimdik ayakta! Sonra, malıcup bir eda ile etrafına bakındı, kimsecikler yoktu. Gözü notlarına ilişince hafifçe gülümsedi. Bu, acı bir gülümseme idi. .. ***

18


15 Temmuz 1959 günü öteki Türkmen evleri gibi Muhtar Fuat'ın kapısı da çalındı. Muhtar'ın, Emel, Azize ve Samire isimli kızlarıyla Nihat, Cihat ve Kubat isimli oğulları hep birlikte evde bulunuyorlardı. Anneleri de yanlarındaydı. İçeri giren caniler Muhtar Fuat'ı beyaz sakalından tutup bir kenara ittikten sonra annelerinin ağlayıp yalvarışiarına aldır­ madan Nihat, Cihat ve Kubat'ı dışarı doğru sürüklemeye başladılar. Muhtar Fuat önlerine geçip "Onların yerine beni götürün, öldürecekseniz beni öldürün!" diye yalvarıyor, her seferinde O'nu itip yerlerde sürüklüyorlardı. Emel'in gönlü, ağabeylerinin böyle götürilimesine razı değildi. Kendisini önlerine atınca kalleşçe kurşunladılar. Ardından Nihat ve Cihat ağabeyleri de şehit oldular. Bir eve bir değil; en azından iki- üç ateş birden düşü­ yordu. Buna komşuların, akrabaların acıları da eklenince Kerkük baştan başa yanıyar gibiydi. Hele şehitlere yapılan işkenceler yaralı yüreklerin acı­ sını kat kat arttırdı. Gözü dönmüş Kürt ve Arap caniler arala­ rına Kitapçı Oj en gibi Ermenileri de alarak cesetleri cadde ve sokaklarda sürüklüyor; tam anlamıyla "ölüye gavur eziyeti" yapıyorlardı. Vahşetin, hayvarılığın bini bir para idi ve sınır tanımıyordu. Kafalarına sıkılan kurşunla ölmeyenleri, evle­ rinden yurtlarından toplanıp yeni getirilenleri bu defa ayak­ lanndan ve kollanndan ciplere bağlayıp ters yönde hareket ettirerek vücutlarını parçalara ayırdılar. Kerkük Türk'ü kan ağlıyor, Kerkük sokaklarından, caddelerinden kan ırmakları akıyordu. Buna can dayanmazdı ve dayanınadı da. Pek çok insan çıldırdı, hamile kadınlar çocuklarını düşürdüler. Böylesi bir vahşeti yapanlar elbette insan olamazlardı. İnsan olmadıklarını da zaten her halleriyle belli ediyorlardı. Evierden feryatlar, inierneler yükselirken onlar dükkanlara, kahvehanelere saldırıp talan ettiler. Atatürk'ün, Enver Pa­ şa'nın resimlerini, bozkurt posterlerini duvarlardan indirip parçaladılar, ateşiere atıp yaktılar. Bu talanların, soygunla-

19


rm yalnızca bir faydası oldu!" Gözlerini hırs bürüyen caniler, üç gün süren katHarnın sonlarına doğru ortalıkta ne buldu­ larsa çalıp götürmeye başlayınca insanlara saidırınayı unut­ tular. Öyle olmasaydı mutlaka şehit düşen Türklerin sayısı daha da artacaktı. ***

Cemal Bey

yatmasına yatmıştı ama uyuyamıyordu

ki ... Sağa dönüyor olmuyor,· sola dönüyor yine olmuyordu. Hiç adeti olmadığı halde sırtüstü yattı, yine olmadı. Meral Hanım O'nun bu halinden tedirgin oluyor, dolayısıyla ken­ disi de uyuyamıyordu. Ancak, kocasını rahatsız etmemek için uyuyor gibi yapmayı tercih etti. Önce tedirgin olmasına rağmen, sırtüstü yatmak Ce­ mal Bey'in düşüncelerini arttırdı, hayal gücünü kamçıladı. Otuz yıl mı olmuştu, otuz beş yıl mı hatırlayamadı ama, Esir Milletler Haftası dolayısıyla Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi'nde bir yazı yazmıştı. Kafasına takıldı. Kalkıp o yazıyı bulmalıydı. Hanımına baktı, uyuduğunu sandı. "En iyisi kalkayım" dedi ve kalkıp çalışma odasına doğru gitti. O giderken Meral Ha­ nım tebessüm edip başını çevirdi. Artık uyuyacaktı. Cemal Bey çalışma odasının ışığını yaktı, kısa bir göz atıştan sonra kitaplıktan Bozkurt cildini alıp sayfalarını çe­ virmeye başladı. Çok geçmeden, aradığı yazıyı derginin Temmuz 1973 tarihi,nde yayınlanarı sayısı içinde buldu. "Demek 34 yıl olmuş, dedi. Sonra da masa başına geçip otu­ rarak sesiice okumaya başladı:

"1 7 Temmuz 1959 tarihinde toplanan Amerika Büyük Kongresi hün:iyet ve insanlık adına büyük bir karar alıp Temmuz'un üçüncü haftasını ESIR MILLETLER HAFTASI olarak kabul etmiştir. . . "

Okumayı bırakıp başını saHadıktan sonra, - Hayret, dedi. Tam da Irak Türklerine katliam uygu­ larıdığı tarihlerde "Esir Milletler Haftası" gündeme gelmiş! 20


Sonra okumaya devam etti:

"Atalarımız üç kıt'a üzerinde taht kurmuşlar ve bu ka­ dar geniş bir bölgeye yayı/mışlardır. Bugün bu bölgelerde esir olarak yaşayan milyonlarca Türk vardır ve onların haklarını arayan, hallerini hatıriarını soran bir makam, bir yetkili maalesefyoktur. Onun için bu mevsim, hele Temmuz gelince TÜRKE­ Ll'nin yelleri bir başka eser. Temmuz sıcağından daha yakı­ cı, daha ateşlidir. Yakar!.. 'Bana gölge olmadın, bana gölge bulmadın, beni yak­ tın, sen de yanasın . . . ' diye. Yakar!.. 'Sevgimi bilmedin, ah ettim duymadın, inledim bak­ madın, sen bana yar olmadın . .. ' diye. . . "

Duygulanmış, sesi titremeye başlamıştı. Gözlerinden yaşlar damlarken okumayı bıraktı, Bozkurt cildini kapattı. Anlaşılan, aklına takılan bir şey daha vardı. Kalktı, bu defa Türk Yurdu dergilerini kanştırmaya başladı. Az sonra aradı­ ğını bulmuştu. Seksenli yılların sonlannda, ünlü tarihçi Yıl­ maz Öztuna ile yaptığı bir röportajdı bu. Sayın Öztuna orada sorularını cevaplandınrken "Beş altı yıl sonra dünyada en az beş altı bağımsız Türk Devleti olacak" demişti. Beş altı yıla gerek kalmadı ve o röportajdan yaklaşık iki yıl sonra dünyada tam 7 bağımsız Türk devleti oluverdi. Gerçi başta Doğu Türkistan ve Irak olmak üzere dünyanın çeşitli yerle­ rinde daha milyonlarca Türk esaret altında yaşıyordu ama olsun; "Turan eller'' bir bir kurtutuyordu ya ... -

-

Gülümserneye çalıştıysa da uzun sürmedi: - Ne yazık ki gülecek halde değiliz, dedi. Yanı başımız­ da Türkmen kardeşlerimiz eziliyor ve biz seyretmekten baş21


ka bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz. İşte ben bunakahrolu­ yorum! Neyse, yarın Türkmen Cephesi'nde Sadun ve Ercan Beylerle görüşelim bakalım. İnşallah yapacağımız çalışma bir işe yarar! Uykusu kaçınıştı bir kere; çalışmaya devam etti. .. "'**

Kerkük'te durumun vahametini gören büyük Türkçü Albay Abdullah Abdurrahman gizlice, Tuzhurmatu yolu ile Bağdat'a hareket etti. O, l96l'de İngilizlere karşı başlatılan milli harekete katılmış, 1948 yılında General Mustafa Rega­ ip ve Ömer Ali ile birlikte Filistin'i kurtarma hareketinin de içinde olmuştu. 1958 ihtilalinden sonra Kerkük'te İkinci Tümen Ko­ mutan Yardımcılığı görevine getirilen Abdullah Abdurrah­ man, Bağdat' a vardıktan sonra hemen General Abdilikerim Kasım'la görüşerek Kerkük'te olup bitenleri bildirdi. Bundan haberleri olmadığı için katliamcılar General'e, "Türkler Ker­ kük Kalesi'nde Abdullah Abdurrahman liderliğinde ayaklan­ dılar" diye haber göndermişlerdi. Durumu anlayan General hemen emir vererek katliamı durdurdu. Kerkük'te kalsaydı mutlaka O da şehit edilecek, kasıtlı ve yanlış bilgilerden do­ layı Türklerin başına daha büyük işler açılacaktı. Doğup büyüdüğü yer olan Altunköprü'den dolayı "Köprülü" soyadını alan Osman Hurşit "sokağa çıkma yasa­ ğı" kaldırıldıktan sonra evdekileri Allah'a emanet ederek Kerkük'ün yolunu tuttu. Yollar sokaklar bomboştu ve ancak kedilerle köpekler dolaşıyordu, bir de onlardan daha hayvan oldukları her hallerinden belli olan gözü dönmüş caniler... Onların haince sırıtan bakışlan altında dükkanının olduğu ana caddeye geçti. Etrafta kan izleri, elbise parçaları vardı. Dükkaniarın camları çerçeveleri kınlmış; tezgahlar, raflar boşaltılmıştı. Durdu, bir süre öylece kaldı. Kendi dülekanma gidip gitmemektc tereddüt etti. Belli ki talan edilmişti ve o 22


lıaliyle görmek istemiyordu. Yine de ayakları sürükledi. İşe yarar bir şey bırakılmamış, tokantasında yiyecek cinsinden ııc varsa alınmış, masa ve sandalyeler parçalanmıştı. Gözü

yukarılara kaydı. Atatürk'ün ve Enver Paşa'nın resimleri ye­

rinde yoktu. O sıralarda, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'le, Türk Birligi'ni kurma niyetinden dolayı Enver Pa­ �a'nın resimleri hemen bütün Türklerin işyerlerinde, evle­ rinde duvarları süslüyordu. Öteki dükkaniarda olduğu gibi lokantadaki resimler de parçalanmıştı. Osman "usta yağma­ lanan dükkanından çok o resimlere üzüldü. "Sağlık olsun, Allah daha büyük acılar göstermesin" diyerek hiçbir şeye eli­ ni sürmeden çıkıp gitti. Başka neler olup bittiğini öğrenmeye çalışacaktı Dükkan komşularından da gelenler olmuştu. Onlar da bir şeye dokunamıyorlardı. Kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyor, herkes buğulu gözlerle etrafa bakıyordu. Neden sonra olup bitenler hakkında bilgi sahibi olabildiler. Kırılıp dökülenin üzerinde pek durmadılar da, şehit edilen arkadaşlan,

kardaşlan yüreklerini dağladı. Tespit

edebildiklerine göre üç gün boyunca tam 36 Türk katledil­ mişti. İsimleri şöyle sıraladılar: Albay Ata Hayrullah, Dr. Yar­ bay İhsan Hayrullah, İş adamı Selahaddin Avcı, Devlet Me­ muru Mehmet Avcı, öğretmen Nihat Fuat Muhtar, öğrenci Cihat Fuat Muhtar, öğrenci Emel Fuat Muhtar, Çiftçi Kasım Neftçi, Serbest meslek sahibi Ali Neftçi, Kahvehane işleten Osman Hıdır, öğrenci Cahit Fahreddin, kahvehane işleten Zuhur lzzet Casım Çaycı, yine kahvehane işleticisi Şakır Zey­ nel, devlet memuru Gani Nakip, mühendis Kemal Abdulsa­ med, teknisyen Fatih Yunus Ali, teknisyen Cuma Kamber, öğrenci Enver Abbas, öğrenci Kazım Abbas Bektaş, serbest meslek erbabı Hacı Necmeddin Abdullah, işçi Hasib Ali, işçi Nureddin Aziz, tamirci İbrahim Ramazan, öğrenci Abdulha­ Jik İsmail, teknisyen Abdullah Ali Bayatlı, işçi Selahaddin Ka­ yacı, öğrenci Abbas Kadir, polis memuru Selahaddin Köprü23


lü, kasap İbrahim Hemze, öğretmen Adil Abdülhamid, işçi Abdullah Ahmed, Habib Ali, Abdulgani Seyit Mehmed, Sadık Kaleli, Halil Şakır, Salalı Terzi ve Kemal'in annesi olarak bili­ nen yaşlı bir kadın. Bu vahşet, Türkiye'de duyulur duyulmaz milliyetçi ca­ miada büyük bir infıal uyandırdı. Şair Ayhan İnal da o acıyı yü­ reğinde duyanlardan biriydi. Tıpkı olayların içinde yaşarnışça­ sına duygulanrnış, kinlenrnişti. Duygularını mısralara döktü: "Önce kahvede koptu kıyamet Kızıllar köpek sürüsü gibi saldırıyordu Üzerine her Türk'ün. Kanla yeniden yazılmaktaydı Kaderi Kerküğün. İlk şehid Osman Bey oldu. Sonra İhsan Bey'i vurdular alçakça. Türk'ün asil eviadı Binbaşı Ata Hayrullah'ı hiç sormayın! Ters yönde giden iki cipe bağladılar

Ayaklarından Süıiidüler yetmedi, öldürdüler yetmedi Sonunda bir ağaca astılar. İhtiyar demediler, suçsuz demediler, Milliyetçi diye oydular gözlerini, Gözlerini oydular Hacı Necmi'nin. Hasta yatağından kaldırıp Katiettiler Adil Hamit'i. Seyit Gani balta ile parça parça edildi. Gayrı bilinmiyordu Bu başlar kimin başı; Ya bu eller, ayaklar kimin? Bir mahalleye karşı koyarak Kahramanca can verdi İbrahim Ramazan 24


Emel, Nihat, Cihat Üç kardeşi bir nefeste öldürdüler; Emelcik ondördüne yeni giriyordu. Birbirine sarılarak can verdi Nice yavrular. Sokaklar kan kusuyor, Analar bağrına taş basıyordu. Nurdan birer ampul gibi sallanıyordu Elektrik direklerinde çıplak cesetler. Öyle bir haldeydi ki vahşeti köpeklerin; Sabırtaşı olsaydı çatıardı kahrından, Tutulurdu dili olsa göklerin. Ne korkunç katliam ki Üç gün üç gece sürdü, Barzani Kürdü ha.Ia kan istiyordu. Beşerin yüzkarası, silinmez bir lekeydi Kısacası: Valışetten de öteydi vahşetin bu türlüsü ...

"

Bu vahşetin izlerini gören Lükantacı Osman Hurşit, akşama doğru evine büyük üzüntü içinde döndü. Hemen her gün babasından bir halkalı şeker ya da balon almaya alı­ şık olan Sadun yine eline baktı ama hayret! Böyle durumlar­ da adeta layarneti koparan bebek, sesini bile çıkarmadı. Sanki O'n�n çocuk kalbi de bir şeylerin farkına varmıştı. Bebeklik günlerinde bunları yaşayan, çocukluk ve gençlik yıllannda hep katHarnın acı hanralarını dinleyen Sa­ dun, Arap yönetiminden destekli Kürt grupların yaptığı vah­ şeti bir türlü unutamıyor, gün geçtikçe onlara karşı olan kin ve nefreti artıyordu. Anlaşılan oydu ki, bu durum geleceği­ nin şekillenmesinde baskın bir rol oynayacaktı. Başka şeyler de hatırlamıştı. Durdu, düşündü, notları­ nı yeniden karıştırdı. Çocukluğunda, gençliğinde dinleyip hafızasında yer eden isimler arasında Barzani ve Talabani ayrı bir yer tutuyordu. Mesut Barzani'nin babası Molla Mus25


tafa Barzani Türklere karşı yapılan katHarnda baş rolü oyna­ yanlardan biri idi. O sıralarda gençlik dönemini yaşayan şimdiki sözde Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de karde­ şi Nu�i Talabani ile, ellerinde silah, Kerkük cadde ve sokak­ larında Türkmen avına çıkrnışlardı. Aile büyükleri, komşula­ rı olayları anlatırken sık sık onlardan da söz ediyorlardı. Irak'ta yıllar süren Arap-Kürt düşmanlığı o sıralarda her na­ sılsa dostluğa dönuşrnüş, Türkleri yok etmek için birleşmiş­ lerdi. Mahallede, işyerlerinin çoğunda Türk, Kürt, Arap yine dostça geçiniyorlardı ama, elebaşılar ortalığı karıştınnca kimsenin gözü başkasını görmüyor, dostlar bir anda "düş­ man" oluveriyorlardı. Kerkük'ü kanştıran Molla Mustafa Barzani bu defa Bağdat'a gidecekti. O'nu bir törenle, sevinç naraları atarak yolcu ettiler. Barzani'nin Bağdat' a varmasıyla birlikte orası da karıştı. Türklere ait dükkanlar, mağazalar tıpkı Kerkük'te olduğu gibi talan edildi, tabetaları yerlere indirilip parçalan­ dı. Ancak ne var ki, Albay Abdullah Abdurrahman Genel Ko­ mutanlığa durumu bildirdiği için olaylar daha fazla büyüme­ den önlendi. Peki, kirndi bu adamlar? Barzaniler, Truabaniler kim oluyorlardı? 1903 yılında, Osmanlı egemenliği altındaki Irak toprak-.

larında doğan Mustafa Barzani, isyancı tutumu ile tanınan bi­ riydi. Ailesiyle birlikte Hamidiye Birlikleri tarafından tutukla­ narak Diyarbakır'a sürgün edilip hapse atıldı. Bu arada ağabe­ yi Abdülselam Osmanlı yönetimi tarafından idam edildi. 1932 yılında, ağabeyi Şeyh Ahmed'in ölümü üzerine Barzan Aşire­ ti'nin reisi oldu. 13 Ocak 1946 tarihinde, İran'a giren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin desteğiyle kurulan Kürt Mahabat Cumhuriyeti'nde Başkomutan olarak görev aldı. SSCB, 1947 yılında İran'dan çekilince bu cumhuriyet tarihe karıştı. Ancak, Mustafa Barzani artık komünistlerin bir kukla­ sıydı. 500 kadar adamıyla birlikte Sovyetler Birliği' ne kaçarak 26


KGB'nin maaşlı elemanı olarak çalışmaya başladı. Moskova Dil En_stitüsü'nde hem dil, hem de ajanlık öğrendi. 1958 yılı nda Irak'ta, Alıdülkerim Kasım tarafından ya­ pılan bir darbe ile Krallığa son verilmiş, güya Cumhuriyet kurulmuştu. Bu fırsatı değerlendiren Mustafa Barzani, Rus­

ya'nın da teşvik etmesiyle lrak'a döndü.

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) 'nin lideri olarak da­

ha rahat hareket etmeye başladı ve başlangıçta Irak Yöneti­

mi ile iyi ilişkiler içinde oldu. Artık Irak'taki Türk varlığına

karşı hükümetin desteğini de a1arak savaşabiliyordu. 1959 katliamında Kürt komünistlerinIrak Hükümeti ile işbirliği­ nin temeli işte böyle atıldı. Ancak ne var ki zaman içinde Mustafa Barzani'nin hü­ kümetle arası açıldı. 1961 yılının Eylül ayında ayaklanarak, "Ölüm Öncüsü" anlamına gelen Peşmerge Gerilla Örgü.­ tü'nü teşkilatlandırarakIrak'ın kuzeyine hakim oldu.

Irak Hükümeti ile bazen iyi, bazen kötü oluyor, duru­

ma göre İran'la Irak arasında ikili oynuyordu. 1976 yılında bu defa Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti ve orada ölünce yerine, bugünkü peşmerge lideri Mesut Barzani geçti. İnsan bir kere ihaneti seçmeye görsün ve başka güçlerin oyuncağı

olmasın; alışkanlık yapıyor, nerede menfaat bulursa oraya kayıveriyar ve tabü ki ömrü kullanılmakla geçiyor. Üstelik bu durum genlere de sirayet ederek babadan oğla sürüp

gi­

diyor, dolayısıyla kullanan dün Rusya olmuş bugün Amerika hiç fark etmiyor! Siyasete, Mustafa Barzani'nin liderliğindeki KDP'ye bağlı Kürdistan Öğrenci Birliği'nin kurucu üyesi olarak Bağ­ dat Üniversitesi Hukuk ·Bölümü öğrencisi iken başlayan Ce­ lal Talabani aynı zamanda bir gerilla lideri idi. 1959 yılında Kerkük Türklerine uygulanan katliamın baş aktörlerinden biri oldu. 1975 yılında Barzani ile görüş ayrılığına düşünce yoluna, Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) üyesi -daha son-

27


ra başkanı- olarak devam etti. Artık- Irak'ın kuzeyinde bir KDP- KYB mücadelesi vardı. Ancak, "ortak düşmanları" ola­ rak gördükleri Irak Türklerine ve Türkiye'ye karşı her zaman birlikte hareket ettiler. Hele Amerikan güctümüne girdikten sonra hem düşmanlıkları arttı, hem de efelenmeye başladı­ lar. Oysa, kimsenin yüzlerine bakmadığı dönemlerde "Besle kargayı oysun gözünü" sözünü doğrularcasına -maalesef­ Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin verdiği pasaportlada dola­ şıyodardı. Bağdat'ta Mustafa Barzani'nin oyununu bozan Albay Abdullah Abdurrahman gerçekten büyük bir iş başarmıştı. Artık O, Türkmenlerin bir kahramanıydı. l964'ten başlaya­ rak uzun yıllar Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın başkanlığını yaptı. Bu Ocağa bağlı olarak Dr. Rıza Demirci'nin gayretleriy­ le açılan öğrenci yurdu, Baas Partisi'ne katılmayan Türk öğ­ rencilerin barınağı oldu. Türkçe yayınlanan Kardeşlik Dergi­ si yine bu Ocağın çatısı altında bulunuyordu. Dernek men­ supları bütün Türkmen köy ve kasabalarını dolaşarak bir ta­ raftan halkın dertlerine çare bulmaya çalışıdarken bir taraf­ tan da Türklük şuurunu kaybetmemeleri için programlar uyguluyodardı. Abdullah Abdurrahman'la birlikte Dr. Rıza Demirci, Adil Şerif ve Necdet Koçak. Türkmen Kardeşlik Oca­ ğı'nın önde gelen simalan idiler. Saddam Rejimi, Türkmen Kardeşlik Ocağı'nda Baas Partisi üyelerinin görev alması için defalarca seçimlere mü­ dahale etti. Ancak Türklük şuurundan uzaklaşmayan Türk­ menler buna fırsat vermediler. Bunca tutuklama, işkence ve sürgüne rağmen Başkanlığa her seferinde de Abdullah Ab­ durrahman'ı seçtiler. Seçimlerde istediği sonucu alamayan rejim yetkilileri 1 976 yılında O'nu görevden uzaklaştırdılar. Ancak Türkmenler pes etmiyor,·Saddam'ın getirmeye çalış­ tığı kukla Ocak yönetimlerine yüz vermiyodardı. Mart 1979'da Abdullah Abdurrahman, Dr. Rıza De­ mirci, Adil Şerif ve Necdet Koçak'ı tutukladılar. 28


Saddam Rejimi'nce tutuklananların sonu belli idi ve

lı u işin geri dönüşü yoktu. lş, Türkiye Cumhuriyeti Hüküme­

ti'nin ağırlığını koymasına kalıyordu. Ancak ne var ki iktidar­ da bulunan yönetimin oradaki Türkmenlerin dertlerine ka­ yıtsız kalması ve konuyu "Irak'ın iç meselesi" diyerek geçiş­ lirmesi sonucu bu değerli insanlar 16 Ocak 1 980 tarihinde idam edildiler. Daha. doğrusu ikisi idam edildi de, Dr. Rıza Demirci'nin akıbeti hakkında bir daha bilgi alınamadı. nı

Necdet Koçak'ın eşi Ayten Hanım, hapishane şartları­ şöyle anlatıyordu:.·

"Saddam 'ın adamları 15 Ocak 1 980 tarihinde gece geç vakit eve gelerek, 'Yarın gidip eşimi hapishanede görebilece­ gimizi' haber verdiler. Ertesi gün hapishanenin bulunduğu "Ebu Garip"denilen Bağdat yakınlarındaki hapishaneye git­ tik. lçeri girdiğimizde, bir insanın çok zor sığabiieceği yan yana üç demir hücre içerisinde Necdet Koçak, Albay Abdul­ lah Abdurrahman ve Adil Şerifin kendilerine aylardır uygu­ Lanan insanlık dışı işkence sonucu son derece bitkin ve yor­ gun olduklarını gördük. Albay Abdullah Abdurrahman şeker hastasıydı, ilaçları verilmediği için gözlerini kaybetmiş acı­ lar içinde kıvranıyordu. Her üçünün de vücutları yara bere içindeydi. " Necdet Koçak, idam edilmeden önce son söz olarak ailesi ve kendisini görmeye müsaade edilen dava arkadaşla­ rına, dolayısıyla gelecek nesillere şunları vasiyet ediyordu:

"Arkadaşlar, ağaç hudandıkça yeşerir. Sizden ricam davayı bırakmayın ve sürdürmeye devam edin. Ben şu anda her zamankinden daha huzur/uyum. Allah'ımın huzuruna gönül rahatlığıyla çıkıyorum. Bayrağı size teslim ediyorum. Bu bayrağı şerefle taşıyacağınızdan eminim. Doğruluktan ve Allah'ın yolundan asla şaşmayın. Allah'a emanet olun uz. " Ali Tevfik isimli bir Türkmen öğretmeninin oğlu olan Necdet Koçak 1939 yılında Kerkük'te doğmuştu. lik, orta ve 29


lise öğrenimini Kerkük'te tamamlayan Koçak, daha o çağlar­ da zulme karşı direndiği için 1958 yılında tutuklanmış, ser­ best bırakılınca da aynı yıl içinde ailesi tarafından Türki­ ye'ye gönderilmişti. Kader böylece O'nu 1959 katliamına kurban gitrnekten kurtarmış, Türklük davasma daha yıllarca hizmet etmesine izin vermişti. Ancak ağlarını örüyordu ve

ı 980 kışmda hüküm icra edildi.

İdarn edilecekleri gün Irak Ordusu adeta seferber ol­ muş, Kerkük ve çevresi abluka altma alınarak öteki Türkmen yerleşim yerleri ile ilişkisi kesilmişti. Buna rağmen Tazehur­ rnatu, Altunköprü ve Telafer gibi yerlerden gelen yüzlerce, binlerce Türkmen Kerkük sınırına dayanarak kahramanlan için tezahüratta bulundu. Ortalık, "Onlan değil, bizi öldü­ rün!" "Hepimizi öldürseniz de davamızdan dönmeyiz!" "Ya­ şasın Türkmenler, yaşasın Türkiye!" gibi nidalarla inliyordu. Abdullah Abdurrahman, Rıza Demirci, Adil Şerif ve Necdet Koçak isimleri dillerde türkü olup söyleniyor, gönderlerde sanki birer bayrak gibi dalgalanıyordu. Necdet Koçak Türkiye'ye geldiğinde karayağız bir deli­ kanlı idi. Ankara'da Ziraat Fakültesi'ne kaydalduktan sonra şehri tanımak için çıktı, okulun bulundugu Dışkapı'dan Ulus'a kadar yürüdü. Orada heybetle duran heykeli görünce tanıdı: "- Bu, Atatürk'ün heykeli!" dedi heyecanla. Duygulan­ rnıştı. O'nun Kerkük'le, Musul'la olan sözlerini, bu konuda­ ki niyetini biliyordu. Atatürk, "Ömrüm vefa ederse, Kerkük'ü, Musul'u, Se­ larıiği alacağım" demişti. "Keşke yaşasaydın, keşke yaşasay­ dın Atatürk" dedi gözlerinden yaşlar süzülerek ve yoluna de­ vam etti. Etrafa bakmarak Kızılay istikametinde yürüyordu. Opera binasını geçtikten sonra sol tarafta, az yukarda tarihi bir bina gördü. Önünde Türk bayrağı dalgalanan bu bina dikkatini çekmişti. Yürüdü gitti. Binanın. önünde "Türk Oca30


ğı" yazıyordu. Heyecanlanmıştı. Tebessüm ederek, "Tam da yerine gelmişim" dedi. Devamını, büyük dava adamı Galip Erdem'i anlatan "Kendini Unutan Adam" isimli belgesel ro­ mandan okuyalım:

"... Ost katta az aralık duran kapıyı tıklatıp girdiğinde habacan, sıcak kanlı bir adamla karşılaştı: "- Ben Necdet Koçak; Kerkük Türklerinden!" "- Ben de Galip Erdem . . . Hoş geldin Necdet!" "- Hoş bulduk. "· "- Burada Acar var, Acar Okan. Tanır mısın?" Acar Okan O'nun akrabasıydı. Adını duyunca heyecanlandı: "- Evet, dedi. Akrabam olur. Görebilir miyim?" "- Görürsün, az sonra gelir!" Az sonra O'nu Acar Okan, Nuri Gürgür, lbrahim Me­

tin, Sadi Somuncuoğlu, Şerafettin Yılmaz ve Halil Özyıldız'la tanıştırdı." Necdet Koçak Kerkük'te Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın, Türkiye'de de Türk Ocağı'nın bir mensubuydu artık. O'nun Türkiye'de pek çok ağabeyi, dostu, arkadaşı vardı. Tutuklan­ dığında hepsi de çok üzüldüler. Başta rahmetli Galip Erdem olmak üzere devrin Başbakanı, Cumhurbaşkanı nezdinde görüşmeler yaptılar. Onların hassasiyetlerinin onda biri, hatta yüzde biri devlet büyüklerinde de olsaydı Necdet Ko­ çak da, Abdullah Abdurrahman da, Adil Şerif ve Dr. Rıza De­ mirci de kurtulacaktı, olmadı. Üstelik, Rıza Demirci'ye kı­ yanlar, ailesine cansız cesedini bile vermedi�er. ***

Meral Hanım sabah kalktığında Cemal Bey yatakta de­ ğildi. "Yine çalışma odasında uyuyakalmıştır" diye düşündü. 31


Kalktı, ses çıkarmamaya çalışarak kalıvaltı hazırladı. Masayı hazır ettikten sonra Mehmet'e bakmak için gidiyordu ki O koşarak geldi. Heyecanlıydı: - Anne babam nerede? - Galiba çalışma odasında uyuyor. Ne oldu? Cemal Bey de tam bu sırada odasından çıktı, gözlerini ovuşturarak geldi: - Ne oldu? Meral Hanım da merak ediyordu. Annesi, babası dik­ katle kendisine bakadarken Mehmet sordu: - Baba, Kerkük kimin? "Kerkük nerede, Kerkük ne?" Şimdi de "Kerkük ki­ min?" Mehmet, akşamki sorularına devam ediyordu. Cemal Bey'le Meral Hanım birbirlerine baktılar. Cemal, "Hayrola oğlum, rüyanda bu konularla mı uğraştın?" diyecekti, vaz­ geçti: - Kerkük bir bahtsız diyardır oğlum, dedi. Bana sorar­ san benim, yani bizim, orada yaşayan Türkmen kardeşleri­ mizin. Kısacası Türk Milleti'nin. Irak'taki Araplara sorarsan da onların. Yalnız, şimdilerde Irak'ta söz sahibi olan Kürtler! Dağdan gelen bağdakini kovdu. Onlar, Kerkük'ün kendileri­ ne ait oldugunu herkesten çok iddia ediyorlar. Kanıtlan yok, belgeleri yok, bizim gibi orada

yaşanmış düzenli tarihleri

yok. Biz hep egemen olmuşuz, onlar kul - köle. Yalnız ney­ lersin ki ağababaları sayesinde duruma el koymayı başardı­ lar. Aslında onlar, "ağababalan" dediğim Amerika Birleşik Devletlerinin maşası. Cemal Bey karşısındakinin

5 - 6 yaşında bir çocuk ol­

duğunu unutmuş, yetişkinlerle konuşuyor gibi anlatıyordu. Meral Hanım "Çocuk bunlardan ne anlasın Cemal?" diye­ cekti ki Mehmet'in cümlesi karşısında durakladı: 32


- Yani, Amerikalılar da "Kerkük'ün asıl sahibi biziz" d iyorlar! Meral, dudaklarını ısırarak Cemal' e baktı. Cemal de acı acı tebessüm edip başını sallayarak, - Haklısın oğlum, dedi. Aslında bunu demek istiyorlar. Cemal Javaboya geçmek için sabırsızlarııyordu ama mutfak kapısı önünde yapıları bu konuşma uzun süreceğe benziyordu. Çünkü Mehmet bir soru daha sordu: - Amerika çok uzakta değil mi bc!ba? - Evet yavrum! - Peki buralarda ne işi var? - İşte bütün mesele de bu yavrum. Hani mahallemizde, okulunuzda güçlü kuwetli, yaramaz çocuklar, gençler vardır; her işe karışan, ona buna sataşarı . . . İnsanlar onlara "Kabadayı", "Külhanbeyi", "Serseri" gibi isimler takmışlar­ dır. Amerika da dünyanın serserisi. . . Güçlü olduğu için iste­ diğini yapmak, yaptırmak istiyor! Mehmet dudaklarını büktü, gözlerini açtı, bir arı öyle­ ce kaldıktarı sonra salona doğru yürüdü gitti. Me.ral arkasın­ dan tebessürnle bakıp mutfağa geçerken Cemal de tavaboya girdi. Ancak Mehmet'in gitmesiyle gelmesi bir olmuştu: - Peki baba! Babasını göremeyince sözünün arkasını getirmedi, mutfağa girdi. Bardakiara çay daldurmakta olan Meral Hanım oğluna hayranlıkla bakıp sordu: - Ne oldu yavrum? - Babam hep, "Türkiye güçlü bir ülkedir" diyordu da. . . 33


Meral Hanım çaydanlığı ocağa koydu, başını sallayarak: - Güçlü ülkeysek neden Amerika ile baş edemiyoruz diyeceksin, değil mi? Mehmet " evet" demeye hazırlanırken Cemal Bey mut­ fağa girmişti: - Güçlü bir ülkeyiz ama, dedi; gücümüzün farkında değiliz? - Nasıl yani? Cemal Bey zor durumda kalmıştı. İçinden, " Bizi yöne­ tenler .. " diye başlayan bir cümle kurmaya başlamıştı ama bir yandan da çocuğa böyle şeyler anlatmanın doğru olma­ yacağını düşünüyordu. Neyse ki çalan telefon imdadına ye­ tişti. Salona geçip konuştuktan sonra geldi, acelesi olduğu belli idi: - Sizinle bir çay içip gideceğim, dedi. Türkmen Cephe­ si'ndeki arkadaşlar toplantıdan önce görüşmek istiyorlar. Şimdi gitmezsem ayıp olur. Aceleyle çayını yudumladı, üstünü giyindi ve dosyala­ rını alıp çıktı. Babası çıktıktan sonra salona geçen Mehmet kendi kendine mırıldanıyordu: " Güçlü bir ülkeymişiz ama, gücü­ müzün farkında değilmişiz. . . "

Dudaklarını büktü, ellerini yana açtı, sonra da perdeyi aralayıp dışarıyı seyre koyuldu. ***

O gün milli konulara duyarlı bazı sivil toplum kuru­ luşlarının organize ettiği Kerkük konulu bir bilgilendirme toplantısı vardı. Türkmen Cephesi'nden yetkililer, bazı bü34


rokratlar, gazete - televizyon temsilcileri ile yazarlar, sanat­ ��ılar ve üniversiteli gençlerden oluşan bir grup toplantıyı il­ gi ile takip ettiler. Cemal Bey durmadan notlar alıyor, yeri geldiğinde can alıcı sorular soruyordu. Konuşmaı;ılardan birisi, "28 Kasım 1534'te Kanuni Sultan Süleyman tarafın­ dan Bağdat'ın alınmasından sonra ve 1638'de de 4. Murat tarafından bölgeye Anadolu' dan Türkmen gruplar getirilip yerleştirildi. İşte, Kerkük - Musut bölgesindeki Türkmen varlığının temeli de o zaman atıldı!" deyince Cemal Bey adeta küplere bindi: " - Bu kadarı da olmaz efendim, bu kadarı da olmaz! Siz kimin adına konuşuyorsunuz? Akıl var, iz'an var, onlar­ dan da öte tarihi gerçekler ve bilim diye bir şey var. Alpars­ lan Gazi 1 07 1 yılında Malazgirt Zaferi'ni kazanarak Anadolu kapılarını açmıştı ama, ondan on altı yıl önce amcası Tuğrul Bey Bağdat'a girmişti. Osmanlı atamız iyi bir düşünce ile bu fetihten 400 - 500 yıl sonra oralara Anadolu'dan da takviye yapmış olabilir, doğrudur. Yalnız biz Anadolu'dan önce Irak'ı fethetmiştik. O tarihlerde bu bölgeye binlerce Türk'ün gelip yerleştiğini nasıl unutuyorsunuz? Daha Osmanlılar Anadolu'ya gelip devlet kurmadan önce Musul' da, Erbil'de, Kerkük'te kurulan Atabeyliklerimiz vardı. Bunfan kuranlar Türkmenler değil miydi? Atabeyler Selçuklu şehzadelerine eğitim veren kişiler, Atabeylikler de Selçuklu atamızın bir yö­ netim biçimi değil miydi? Irak'ta kurulan Celayir, Karako­ yunlu, Akkoyurılu, hatta Safevi devletleri birer bağımsız Türkmen Devleti değil miydi? Kaldı ki onun da öncesi var. . . Hicrt 54, Miladi 674 yılında Emevi Halifesi Muaviye' nin Ho­ rasan Valisi Ubeydullah bin Ziyad, savaşçılıklarına hayran kaldığı Türklerle dostluk kurmuştu. Onlardan seçme bir bir­ lik oluşturarak Irak'a gönderdi. Türkler kısa zamanda ordu içinde yükselerek önemli mevkilere geldiler. Artık Türk boy­ ları akın akın geliyor ve Irak - Suriye bölgelerinde yerleşiyor­ lardı. Bu coğrafyadaki Türk varlığı Abbasiler döneminde da­ ha da arttı. Halife Ebu Cafer el-Mansur Hicri 145 yılında Bağ35


dat Şehri'ni kurup başkent yaptıktan sonra şehrin en önem-. li yerlerinden biri olan Harbiye Mahallesi'ne Türkleri yerleş­ tirmedi mi? Hatta bu mahallenin adı bile orada oturan ve Ubeydullah'ın oğlu Harp diye tanınan Türk'ün adına izafe­ ten verildi. Daha sonra Halife Me'mun ve annesi Türk olan Mu'tasım-Billah dönemlerinde Türk varlığı iyice kendisini hissettirmeye başladı. Türkleri çok seven Halife, onlar için Irak'taki Samerra Şehri'ni kurdu ve bu şehir 836 - 892 yılla­ n arasında Hilafet Merkezi olarak kullanıldı. Hazır, kronolo­ jik bilgiler vermişken sizlere bir gerçeği daha arz etmek isti­ yorum efendim . . . Halife el-Mu'tazıd, Hicri 279 , Miladi 892 - 893 yılında, Muhammed b. Yahya el-Mecruh'u Musul Va­ liliği'nden alarak yerine Ali b. Davud b. Rehzad el-Kürdi'yi atamıştı. Bunun üzerine şair el-Uceyni şu beyideri söyledi: "Insanlar bugüne kadar Bunun bir benzerini görmediler Musul hep boynu bükük kaldı, Nihayet Kürtler şehre hakim oldular!.. Şimdi kaynak soracaksınız, biliyorum. Kaynak lbnü'l Esir. . . Hani, l lOO'lü yılların ikinci yarısında Musul'da yeti­ şen tarihçi. . . Bu zat, Musul ve Bağdat'ta ilim tahsil etti. Tarih alanında cilt cilt eserler vermenin yanında hadis sahasında da hafızlık derecesine kadar yükseldi. Resmi görevleri de vardı. Musul Atabeyleri ile Abbasi halifeleri arasında elçilik yaptığı için kütüphaneterin yanında resmi belgelerden de yararlanabiliyordu. Az önce okuduğum şiiri ve yazdış sebe­ bini merak edenler O'nun "el-Kamil Fi't-Tarih (İslam Tari­ hi) " isimli eserinin, "Hicret'in 279. Yılı Olayları" bölümüne bakabilirler. Bu eser önceden Bahar Yayınlan tarafından 1 2 cilt olarak yayınlanmıştı. Şimdilerde Hikmet Neşriyat yeni baskısını yaptı. Demek.istediğim, daha 892 yılına kadar Mu­ sul' da, Kerkük'te Kürtlerin esamisi bile okunmadığı için bi­ zim, "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi" benzet­ memiz gibi; insanlar durup dururken bir Kürd'ün vali olma36


s ı nı hayret ve dehşetle karşıladılar. Oysa örnekleri verildi; Türkler bu olaydan 120 yıl kadar önce bölgeye geldiler ve hep önemli görevler aldılar; onlar için saraylar, şehirler ku­ ruldu ve kimse bunları yadırgamadı. Şair el-Uceyni günü­ müzde yaşasaydı kim bilir neler yazardı, arasını da sizler ta­ savvur edin! Yeri gelmişken sizlere aynı kaynaktan bir belge daha aktarmak istiyorum efendim. Yine Kürtlerle ilgili. . . Ab­ dullah b. ömer' i bilirsiniz; Hz. Ömer'in o ğlu. Kendisi, sağlam Hadis ravilerinden biri olduğu gibi, İslamiyet'in ilk dönemle­ rinde ve daha önceleri yaşananlara dair pek çok olayı da ak­ tarmıştır. Abdullah bin Ömer, Hz. İbrahim'in ateşe atılması ile ilgili olarak,

"- Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını ilk tavsiye �den kişi Farslardan göçebe, bedevi birisidir" deyince kendisin e c;onı­ yorlar: "- Farslann da bedevileri var mıdır?" Işte Abdullah bin Ömer'in verdiği cevap: dir!"

"- Evet, onların da bedevileri vardır; bunlar Kürtler

Eserde, bu kişinin adının "Heyzen" olduğu da belirtili­ yor. Dikkat edilsin; bwıları ben uydurmuyonım ve sağlam kaynaklar veriyorum. Merak edenler yine adı geçen eserin birinci dldine b akabilirler. Demek istediğim, insanlar başka­ larını kullanmaya ve başkaları tarafından kullanılmaya, fitne - fesat çıkarmaya müsaitlerse bunu kolay kolay değiştiremi­ yorsunuz. Yüzyıllardan beri birlikte yaşadığımız, komşuluk yaptığımız, iş ilişkilerinde bulunduğumuz, akrabalık bağlan kurduğumuz ve gerektiğinde omuz omuza savaşarak yurt sa­ vunmasına çıktığımız Kürt asıllı kardeşlerimizi tenzih ediyo­ rum. Ancak bu kardeşlerimizin AB ülkelerinin, ABD'nin, sonra birtakım silah .tüccarlannın, petrol simsarlarının menfaatlerine alet olmalarını da içime sindiremiyonım. Hal böyle olunca da, bugün Amerika'nın ve bazı Avrupa devlet37


lerinin kuklası olan Talabani ile Barzani'ye baktığım zaman işte onların yüzlerinde yüzyıllarca önce Firavun'a yalakalık yaparak Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını teklif eden Heyzen'i görüp iğreniyorum. Çünkü onlar.. çünkü onlar; hem suçsuz ve günahsız Kürt kardeşlerimizi hem de bizleri ateşe atmak istiyorlar!" Salonda "çıt" çıkmıyordu; herkes adeta donup kalmış, Cemal Bey de heyecanlanmıştı. Biraz nefeslendi, kürsüde duran bardaktan üç yudum su içtikten sonra sakin bir tonda deYam etti: "Az önce, Halife Mu'tasım Billah'ın Türkler için kur­ duğu Samerra Şehri'nden söz etmiş ve bu şehrin 836 - 892 yıllan arasında Hilafet Merkezi olarak kullanıldığını söyle­ miştim. Daha sonra başkent yeniden Bağdat'a taşındı. Böy­ lece Bağdat hem Halifelik merkezi, hem de Selçuklu Türkle­ ri'nin ikinci başkentleri oldu.

Türklerin bir bölümü önceden, bir bölümü de bölgeye geldikten sonra Müslüman olmuşlardı. Müslüman olan Türkler genel olarak "Türkmen" adıyla anılıyorlardı. Türk­ men'e, "Türk kahramanı" ya da "Türk savaşçısı" olarak da anlam yükleyebÜiriz. "Türkmen" aynı zamanda, henüz lsla­ miyet'i kabul etmeyen Türk boylan ile Müslümanlar arasın­ da tercÜman olan kişi demektir. Affımza sığınarak bu gerçek­ leri dile getirmek istedim efendim. Aksi takdirde başkaları­ nın kirli ernellerine hizmet etmiş oluruz. Saygılarımla." Cemal Bey'in sözlerini toplantıda bulunan herkes ilgi ile dinlemiş tL Sonunda da ayağa kalkarak bir güzel alkışladı­ lar; hem de dakikalarca . . . Cemal Bey'in bu konuşmayı yapmasına vesile olan ki­ şi, çeşitli gaflarından sonra siyasilerin de yaptıklan gibi, "yanlış anlaşıldım" demekle yetindi. Herhalde birilerinin id­ dialarını okumuş, sığ bilgilerle konuşuyordu. Kim bilir, belki de birileri tarafından konuştumluyordul 38


Orada başka faydalı bilgiler de dile getirildi: "Türk­ menler, ağırlıklı olarak Irak'ın Kuzey batısından güneye dağ­ nı uzanan çizginin çevresinde oturuyorlardı. Bilindiği gibi Telafer, Erbil, Musul, Kerkük burada bulunan en önemli Türk şehirleridir. Bunların çevresinde Altun Köprü, Taze l lurmatu, Tuzhurmatu, Kifri, Hanekin, Kara Tepe, Kızlarbat ve Mendeli gibi önemli yerleşim yerleri vardır ve bunlar ad­ larıyla, sanlarıyla Türk'tür, Türk'ündür. Bölgede hükümet gözetiminde çıkan ilk gazete Türkçe yayınlanmıştır. Erbil �ehri'nin merkezindeki kale; Saray, Tophane ve Tekke ma­ lıallelerinden oluşmaktadır. Bu isimler de Türkçedir, Türk'ündür ve bugün Türkiye'de de aynı isimle anılan pek çok yerleşim yeri vardır. " Toplantıda daha sonra hoyratlar, şiirler, türküler söy­ lendi. . . Kerküklü bir genç kızla delikanlı kendi şiveleriyle kar­ şılıklı hayratlar okudular ilk olarak: Aldı genç kız: Kerkük'üm, mahmur Kerkük Tarihte meşhur Kerkük Barını yadlar yiri Bağvanı mağdur Kerkük. Aldı delikanlı: Erbil indi Çok hoşdu Erbil indi Sağ gözüm Kerküg'ündü Sol gözüm Erbil'indi. Aldı genç kız: Bağdad'ın minarası, Yeşildi sitarası Kurhanım yar ağzına Çeker Cuma salası. 39


Aldı delikanlı: Yollar bizi Ayırdı yollar bizi Nerden bir rüzgar esse Kerküg' e yollar bizi. Aldı genç kız: lçer meni lç gavur, iç Ermeni Olmuşarn sebil suyu Her gelen içer meni. Aldı delikanlı: Yad elinde Öt bülbül yad elinde Bir diyar mezar olsun Kalmasın yad elinde. Aldı genç kız: Bindi yara Bağnmda bindi yara Kerküg'ün bir daşını Değişmem bin diyara. Ve aldı delikanlı: Kerküldüyem men özüm Kulak ver dirıle sözüm Canlar Kerküg'e kurban Evvel baştan men özüm. Gençler ayakta alkışlandılar. Heyecen doruğa çıkmış, toplantı salonunda adeta duygu selleri akıyordu. Bir ses yük­ seldi: - İşte bu hayratlar Kerkük'ün tapu senetleridir! Onu başka haykınşlar takip etti: 40


- Kerkük üzerine, Erbil üzerine bizim hoyratlarımız, türkülerimiz var. Ya orayı sahiplenmek isteyenl�rin? - Ya Amerikalıların, İngilizlerin? Bu sesienişler sürerken bir yandan da bağlama sanat­ çısı yanık yanık vuruyordu sazın tellerine. Önce bir genç kız çıktı sahneye. Babasının görevi dolayısıyla çocukluğunun bir bölümü Kerkük'te geçen değerli sanatçı Halide Nusret Zor­ lutuna'nın "Kerkük" isimli şirini okuyacaktı. O şiire başlar­ ken müzik fona geçti: "Limon çiçekleri bir acayip beyazlıkta, Yıldız kokarlardı, ay kokarlardı. Tatlann en tatlısı o hurmalarda. Derede bir içli ahenk; Çiçeklerde nağıne, Kuşlarda renk! Şafaklar konuşurdu şiir şiir, Ey çocukluğurnun cenneti masal şehir, Kulaklanmda hep senin sesin, Gözümde, gönlümdesin." Halide Nusret Zorlutuna bu şiirinde 1 900'lü yıllann başlanndaki Kerkük'ü anlatıyordu. Ondan sonra ne hadire­ ler atiattı ve zorla Türkiye'den kopanldı. Yıllardan beri sinsi­ ce yürütülen ve artık açığa vunılan bir planla Türklerden de temizlenmek isteniyor. Daha sonraki yıllarda bu hainane plan uygulanırken Kerkük' e bir de hasret şiiri yazan Halide Nusret Hanım duygularını şöyle dile getiriyordu: "Vazgeç bu sevdadan dediler bana. Geçemedim; Kerkük, ah, geçemedim! Bağnın göz göz olmuş hasretten yana, Kendime bir başka yar seçemedim . . . " Genç kız sahneden çekilirken, hoparlörlerden Arif Ni­ hat Asya'nın bir dörtlüğü okundu: 41


" (Kıbrıs ve Zürih) derken unuttuk Musul'u; (Kıbrıs) diye toplandı Güvenlik Kurulu; Çektiğini soran kalınadı Kerkük'lülerin . Ey kongreler; Tanrı'nın onlar da kulu!" .

.

Kerkük - Musul konusunun ve orada yaşayan Türk­ menlerin uluslar arası kuruluşlarda adeta yok sayılmasını hicveden bu dörtlük eko ile verilmişti. Ardından bir genç, yine Arif Nihat Asya'nın Kerkük şiirini okudu: · ·

" . . . . Horyatlar söylenir ağıttan acıklı; Ağıtlar söylenir horyattan yanık! Bulamazsınız ey turnalar, artık; Çocukluğumuzu gölgeleyen söğüdü, Arasanız da bucak bucak. Dağllsanız da bölük bölük . . . Ki yıllar, analada babaları gömdü; Biz Kerkük'ü gömdük! Yine de içim, diyor: "Şuracıkta yakındadır; Ya "Büyük", ya " Küçük Kar"ın altındadır!. . Göçerken kapılanndan, kemerlerinden "Zaman" denilen sarayın, Arayın kuşlar, arayın; Arayın bulutlar, arayın: Perdeleri örtük, Lambaları s önük, Sırtında yıllar yük, Hatıraları kırık dökük Bir yer olacak orada.. Adı, Kerkük!" Salonun sessizliğini yalnızca hıçkırıklar bozuyordu. Hoparlörden ekolu olarak, şöyle bir anons duyuldu: 42


" 14 Temmuz 1959. . . Gece yarısı Kerkük'te pek çok Türk'ü vahşi bir şekilde öldürdüler ve 'Türk eseridir' diye Taş Köprü'yü yıktılar . . . "

Bu anons biter bitmez alkışlar arasında şair, yazar, Türklük sevdalısı büyük sanatçı Yavuz Bülent Bakiler sahne­ ye çıkıp şiirini okudu: "Bütün minarelerde sustu ezan sesleri, Artık yaşamak zordu. Zehir zıkkım bir rüzgar esiyordu Irak'tan, Ölüm sokaklarda kol geziyordu. Bir gece Kerkük'te vurdular beni, Geçti sokaklardan bir kızıl ordu. lslam'ı ve Türk'ü vuruyordu kurşunlar; Peygamber kabrinde ağlıyordu. Bütün Hadis-i Şeritler, Ayet-i Kerimeler Yüreğimdeki kordu. Ama çıplak ayaklı ve çıplak kafalı adamlar Beni sokak sokak sürüldüyordu. Benim kafam kanıyordu kaldırım taşlarında, Evim barkım yanıyordu. Ve benim cesedim kanlı bir bayrak gibi Demir direklerde sallanıyordu. Artık yaşamak zordu; Ölüm sokaklarda kol geziyordu, Evim barkım yanıyordu; Peygamber kabrinde ağlıyordu." Bu şiir dinleyerıleri hem ağiattı hem kahır bağlattı. Saz - söz bitmiş duygu seli gelmişti. Bir süre bu sele kapılıp gitti insanlar ve sonra sazların telleri yeniden ses vermeye başla­ dı. Program gereği son olarak Kerkük türkülerinden ezgiler çalınırken önce Kerküklü sanatçı Abdurrahmarı Kızılay çıktı sahneye ve yürekleri dağladı: 43


Altın hızına mülayim Seni Hak 'tan dileyim Yaz günü Temmuz'da Sen terle ı:nen sileyim Gün gördüm, günler gördüm Seni gördüm şad'oldum Altın hızına incidir Gömleği nar incidir Benim lal olmuş dilim Ne dedim yar incinir Gün gördüm, günler gördüm Seni gördüm şad' oldum Altın hızına tumağa Yanaşıp al yanağa Güzel gel görüşelim Men gidirem ırağa Gün gördüm, günler gördüm Seni gördüm şad'öldum Dağianan yürekler şimdi de ağlıyordu. Çünkü, Kültür Bakanlığı Türk Halk Müziği Şefi, değerli sanatçı Mehmet Öz­ bek sahnedeydi ve Cemal Bey'in günde belki yüz defa dinle­ diği, altı yaşındaki oğlu Mehmet'in de ezbere okuduğu "Mum kimin yanan Kerkük'ü söylüyordu: Yıktılar kal'amızı, Sürdüler balamızı, Daha can boğazdayken Çektiler salamızı, Ah Kerkük, yüz ah Kerkük,

Her zaman yüz ağ Kerkük, Ölseydim, düşmeseydim Men senden uzağ Kerkük.

44


Elinde yad elinde, Öt bülbül ya dalında Bir diyar mezar olsun, Galmasın yad elinde. Can Kerkük, canan Kerkük, Her söze ganan Kerkük, Galıpdı yardan uzak, Mum kimin yanan Kerkük. Sonra Abdurrahman Kızılay'la Mehmet Özbek birlikte söylediler: "Kar etmez ahım, sen Gülizare.. . ·

"

Kar etmez ahım Sen Gülizare. Onulmaz işler güzelim, Dilde bu yare Olsam da geçmem, Bin pare pare. Sevmiş bulundum güzelim, Gayri ne çare. Oy aksın yaşıın Billahi sinmem. Mecnunun oldum güzelim, Terk edebilmem. Kessen de başım, Senden ayrılmam. Sevmiş bulundum güzelim Gayri ne çare . .. Sanatçılar ayakta alkışianarak sahneden iniyorlardı ama kimse salonu terk etmiyordu: Aslında program bitmiş fakat tabir yerinde ise tadı insanların damaklarından da öte ruhlarında kalmıştı. Dışarı çıkınca bu ruh hallerinin bozul­ masından korktukları için yerlerinden ayrılmıyorlardı. Top­ lantının Organizasyon Komitesi Başkanı Nuri Bey Kerkük sevdalısı Ankarab Sanatçi Ercan Soydan'la göz göze geldi. 45


Ercan Bey bir an düşündü, gözlerinden yaşlar süzülerek kür­ süye çıktı. Ağlamaklı idi: - Bu ruh halinizi çok iyi anlıyorum, dedi. Size kendim­ den bir şeyler söylemek isterdim ama duygutarım çok karı­ şık. Eğer şaşırmazsam, Namık Kemal'in vatan sevgisini anla­ tan satırlannı tekrarlamak istiyorum . . . Yutkundu, kendini topadamaya çalıştı ve kelimeler ağzından dökülmeye başladı: "Süt çocuklan beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler geçimlerinin sağlandığı yeri, ihtiyarlar dünyadan ellerini­ eteklerini çektikleri yalnızlık köşelerini, evlat anasını, baba ai­ lesini ne türlü duygulada severse insan da vatanını öyle duy­ gulada sever. Bu duygu, yani vatana gönülden bağlanma ve onu sevme; sebepsiz yere, sırf insanın tabiatından gelme bir istek değildir. İnsan vatanını sever. Çünkü, Allah'ın insanlara balışettiği şeylerin en azizi olan hayat, vatan havasını tenef­ füsle başlar. İnsan vatanını sever. Çünkü; tabiatın, yani Al­ lah'ın bağışladığı şeylerin en pariağı olan göz, dünyaya ilk bak­ tığı zaman vatan toprağını görür. İnsan vatanını sever. Çünkü, vücudunun maddesi, vatanın bir parçasıdır. İnsan vatanını sever. Çünkü, etrafına baktıkça her köşesinde geçen ömrü­ nün, hüzünlü bir hatırasını görür. İnsan vatanını sever. Çün­ kü, hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati v�tan sayesinde ayakta kalabilir. İnsan vatanını sever. Çünkü, varlık sebebi olan ata­ larının sakin mezarlığı ve çocuklannın meydana geleceği yer, vatandır. İnsan vatanını sever. Çünkü vatan çocukları arasın­ da dil birliği, menfaat birliği ve birbirine fazla alışık olduğun­ dan, gönül yakınlığı ve düşünce kardeşliği doğmuştur. O saye­ de bir adama göre vatan, dünya ıle mukayese edildiğinde, oturduğu şehre göre kendi evi gibi görünür. İnsan vatanını se­ ver. Çünkü vatan mevcut olan hakimiyetin bir kısmını, gerçek anlamda kullanma hakkına sahiptir. İnsan vatanını sever. Çünkü vatan, öyle bir galibin kılıcı veya bir katibin kalemiyle belirsiz hatlardan, sınırlardan ibaret değil; millet, hürriyet, 46


menfaat, kardeşlik, hakları kullanma, hakimiyet, atalara hür­ met, aileye sevgi, çocukluk hatıraları gibi bir çok yüce duygu­ nun toplanmasından oluşmuş, mukaddes bir düşüncedir . .. "

Ercan Bey sustu, bir an öylece kaldıktan sonra, - Narnık Kemal'in sözlerinin hakkını verip veremediği­ mi bilmiyorum, dedi. Bu sözler neleri ifade ediyorsa Kerkük de bizim için onları ifade ediyor. Kerkük bizim yurdumuz, vatanımız, aşkımız, sevdaınız, her şeyimiz. Kerkük'te doğup büyüyen arkadaşlarımiZ elbette o toprakları böylesine seve­ bilirler ama bu salonda gördüm ki hazirunun çoğu bırakın orada doğup büyümeyi, hiç görmedikleri halde Kerkük'ü en az onlar kadar seviyor. Öyleyse hissiz, duygusuz insanlar, Kerkük'e zorla sahip çıkmak isteyenler ve bizim vatanımızı zorla başkalarına vermek isteyenler anlasınlar artık; vatan yalnızca taş ve toprak yığınından ibaret bir coğrafya parçası değildir! Ercan Bey artık ağlıyor ve ağlatıyordu. Kimsenin salo­ nu terk etmeye niyeti yoktu. Bu defa Cemal Bey kalktı, dos­ yalarından birini alarak kürsüye yürüdü. Bir süre salondaki­ terin sakinleşmesini bekledikten sonra konuşmaya başladı: - Ercan Bey kardeşim çok güzel şeyler söyledi. Evet, vatan bizim için kuru, hissiz bir coğrafya parçasından ibaret değildir. Biz, okyanus aşın diyarlardan gelerek ya da onlara maşa olarak petrol kaynaklarına sahip olup elimizde tutmak için de sevdalanmadık Kerkük'e. Bir başka deyişle, az sonra bazı satırlarını okuyacağım Remzi Oğuz Arık'ın çok güzel ifa­ de ettiği gibi bizim vatana bağlanmamız onlarınki gibi yal teknesine sadık kalan köpeğin bağlılığına benzemez. Zaten böyle bir bağlılığın adı "vatanseverlik" ya da "sevda" olmaz. İşin içine menfaat girdi mi ne aşk kalır ne sevda . . . Dosyasını açtı, birkaç sayfa karıştırdıktan sonra: - Ercan Bey Namık Kemal'in vatan sevgisini anlatan o güzel satırlarını ezbere okurken benim hayalimde de büyük 47


fikir adamlarımızdan Remzi Oğuz Arık'ın Coğrafyadan Vata­ na isimli eşsiz eseri canlanmıştı. Bazı bölümlerini not almış­ tım; Allah'tan yanıma almışım. İzninizle birkaç paragraf okumak istiyorum. Ercan Bey gibi sanatçı değilim. Ezberim de hiç yoktur. İnşallah sizi sıkmam. Salona bir göz attı; herkes ilgi ile kendisine bakıyordu. Okumaya başladı: "Bir memleketin coğrafyası ilk bakışta ne kadar aşağı, ne kadar zavallıdır! Bu coğrafya, ister esrarlı dağlar, ister yal­ çın kayalar, ister cennet . gibi ovalar, ister kuş uçup kervan geçmez bozkırlar olsun; insanın, hayvanın çiğnediği bir ölü alemdir. Kahramanın çizmesi, atının nalı, çobanın kayıtsız ayağı onun yüzüne, gözüne basar. Katilin haksız yere döktü­ ğü kan bu vücutta yayılır; her şeyden habersiz çoluk - çocu­ ğun tekıneleri onun b a�nı tekmeler; dost çiğner, düşman çiğner. . . Aslanla sırdan, billbillle karga, kurtla kuzu, atla eşek, tıpkı hainle sadık ve tıpkı adille zalim gibi bu gövde üstünde­ dir. Bu birbİrini inkar eden, birbirinden tiksinen varlıkların altında coğrafya hep bir ve değişmez boyun eğmesiyle görü­ nür. Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlık­ la çiğnediği bu coğrafya canlanır. İyinin ve kötünün, dostun ve düşmanın, insan ve hayvanın ayağı altında boyun eğen bu gövde, silkinir; uçurum uçurum derinleşir, zirve zirve hey­ lıetle dikelir. Sıtma renkli bozkırın bitkin, teslim olmuş yü­ zünde bütün damarlar gerilir ve toprak, yarık yarık, obruk obruk bir ejderha ağzı gibi açılır. Her elin uzanıp devşirdiği meyveleriyle, ekinleriyle herkesin olan bir güzelin zavallılığı­ nı hatırlatan gümrah ovalar bir' kasırga sahnesine döner: Her dal bir kargı, her dane bir kurşun, her ince su kanlı bir batak­ tır. Hülasa bu canlı coğrafya bütün varlığıyla şahlanır, geçil­ mez uçurum, aşılmaz sınır olur. İnsan o vakit güzel olarak, 48


büyük olarak kimi varsa ve insan topluluğu iyi olarak, sevgili olarak neyi yetiştirmişse bu uçurumların başına, aşılmaz sı­ ıurlara yollar. "Boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür" diye hor­ ladığı, kayıtsızca çiğnediği bu topraklann her adımına anala­ rın, illerin özene özene hazırladığı zekalarıru, yiğitlerini he­ sap aramadan kurban verir. Çiğnenen şey baş tacı olmuştur; cansız ve tarafsız coğ­ rafya vatan olmuştur. Ortada bir mucize vardır: Bunu kim yapmıştır, nasıl yapmıştır?. . '!/ Okumayı bıraktı, dosyasını kapattı. Topluluğun ilgisi devarn ediyordu. Sözlerine devam etti: - İşte, yüzyıllar süren badireterden sonra Kerkük, Mu­ sul, Erbil, Telafer, Süleymaniye çevreleri bizim için cansız ve tarafsız olmaktan çıkmış, canlanıp vatanımız olmuştur. Biz, bir zamanların o cansız ve tarafsız coğrafyasına yüzyıl­ lardan beri ruhumuzu kattık, yoğurduk, birlikte yoğrulduk; kimimiz cismimizle dövüşerek, .kimimiz . . . Salona göz gezdirdi, Sadun Köprülü'yü görüp işaret ederek, - Kimimiz, aramızda bulunan Sadun Köprülü kardeşi­ miz gibi, dedi; zindanlara düşerek, kimimiz de duygu ve ruh zenginliğimizle, maddi - manevi desteğimizle vatanlaştır­ dık. Az önce dinlediğimiz hoyratlar, daha çok Kerkük'te do­ ğup büyüyenierin iç dünyalarından fişkırıp gelmişti. Kerkük­ lU Abdurrahman Kızılay'la Anadolu coğrafyasının evladı Mehmet Özbek aynı aşk ve heyecanla Kerkük türkülerini okudular, okuyorlar, okuyacak.lar. Bu coğrafyada yetişen şa­ irlerimizin şiirlerini de dinledik. Kerküklü ya da Iraklı, Türki­ yeli Türk yok, Türk var. İçimizdeki Amerikalılar ve daha bil­ mem nereliler anlasınlar artık, biz buyuz; Türk oğlu Türküz. Ne mutlu Türküro diyene! Cemal Bey kürsüden inerken salon alkış sesleriyle in­ liyordu. 49


Artık dağılma zamanı gelmişti. Ancak salon dışına çı­ kanlar ikili, üçlü, beşli ve daha kalabalık gruplar oluşturarak toplantının bir değerlendirmesini yaptılar. Cemal Bey ise Türkmen Cephesi Ankara Temsilciliği'nde görüşmelerine devam edecekti. Sadun Köprülü ile birlikte salondan ayrıldı. ***

Cemal akşam geç vakit eve geldiğinde Mehmet hala ayakta idi ve sorusu hazırdı: - Baba, gücümüzün farkında olsaydık ne yapardık? Demek gün boyunca, babasının "Biz güçlü bir ülkeyiz ama gücümüzün farkında değiliz" sözünü çözmeye çalış­ mıştı. Cemal ne diyeceğini bilemedi. Soran gözlerle eşine ba­ kınca O da jest ve mimikleriyle, "Ben bilemem, cevabı sen vereceksin" gibilerden işaretler yaptı. Cemal gülümseyerek, - Başka çare yok, dedi. Bak oğlum, diplomatik yollar­ dan . . . Birden sustu, gülmeye başladı: - Hay Allah! Daha okula bile başlamayan çocuğa dip­ ınatik yollardan dem vuruyorum! lo. Durdu, düşündü. Meral Hanım da mutfağa gitmişti. Cemal yeniden söze başladı: - Bak oğlum . . . Oturduğumuz apartmanda komşuları­ mız var. Bunların çoğunu önceden tanımıyorduk, burada ki­ mileriyle dost olup yakın ilişkiler kurduk, kimileriyle de en azından selamlaşıyor, hal - hatır soruyoruz. Çevredeki apartmanlardan da görüştüğümüz kişiler var. Evimizden uzaklaşıp çevre sokaklara, caddelere gittikçe tanıdığımız kimseler azalıyor. Ama bunuiı yanında bir de akrabalarımiz var. Buradan uzakta, hatta başka şehirlerde ve ülkelerde ol­ salar bile onlarla ilişkiyi kesmiyoruz. Telefonla, mektupla, internet yoluyla görüşüyor ya da gidip ziyaret ediyoruz. On50


lar da bize geliyorlar. Ülkeler ve onları oluşturan milletler arasında da buna benzer ilişkiler var. Ancak ülkeler arası iliş­ kilerde daha çok karşılıklı çıkarlar, menfaatler etkili oluyor. I-ler ülke kendi çıkarını gözetmek zorunda. Onun için ilişki­ lerde çok dikkatli olmak gerekiyor. Irak'la biz yakın komşu­ yuz. O topraklar yüzyıllarca atalarımızın yönetiminde kaldı. Şimdi de orada aşağı yW<arı Ankara'nın nüfusu kadar Türk yaşıyor. Ancak başka milletlerden insanlar da var. Atalarımız yüzyıllar boyunca· qu insanları yönettiler. Değişik milletler­ den olmaları, farklı dil konuşmaları, hatta ayrı dinden olma­ ları bile birlikte yaşarnalarına engel olmadı. Ancak Osmanlı dediğimiz Türk Devleti'nin gücü azalınca başka devletler işe karıştılar ve o topraklar elimizden çıktı. Elimizden çıktıktan sonra da oralarda bir türlü huzur sağlanamadı. Yüzyıllardan beri kardeşçe yaşayan insanlar birbirleriyle kavga etmeye başladılar. O topraklarda bulunan petrolden faydalanmak, ayrıca onlara silah satıp para kazanmak isteyen yabancı dev­ letler de bu kavgalan kızıştırdılar. Atatürk'ten sonra gelen yöneticilerimiz bütün bu olup bitenlere seyirci kaldılar. Oy­ sa yakın komşularımızın işleri Amerika'dan, İngiltere ' den . önce bizi ilgilendirirdi. Kardeşlerimizin haklarını yeterince koruyamadık. Kaldı ki devlet olarak, millet olarak oralarda bizim de haklarımız var. O topraklarda atalarımızın yaptığı yüzlerce - binlerce eser bugün de dimdik ayakta duruyor. Atalanmızın yönetimini bilen, gören insanlardan hala ha­ yatta olanlar var. Hayatta olmayanların da oğulla rı, kızları, torunlan var. Oralarda bizim sanatçılarımızın kasetleri satı­ lıyor, bizim televizyon kanallarımız seyrediliyor. Oralarda . yaşayan gün görmüş, aklıselim sahibi insanlar hala Türki­ ye'yi bir baba, bir kurtarıcı olarak görüyorlar. Olup bitenler karşısında, "Bakalım Türkiye ne diyecek?" diye soranlar, Türkiye'den bir cevap, bir ses, bir tavır bekleyenler var. Gü­ cümüz biraz da buradan geliyor. Ancak bu gücü kullanıp haklı oldugumuzu haykıramıyor, ağırlığımızı koyamıyoruz. Hal böyle olunca, dün senin de dediğin gibi çok uzakta bulu51


nan Amerika geliyor ve hiçbir hakkı olmadığı halde istediğini yapıyor! Babasını dikkatle dinlemeye başlayan Mehmet'in göz­ leri daha fazla dayanamamış, uykuya teslim olmuştu. Ken­ dini kaptırıp giden Cemal Bey bunu fark edince sustu. Hanı­ rnma haber verdikten sonra da çalışma odasına çekildi. Gözü yine kitaplarındaydı. Sonra notlarını karıştırdı, tekrar kitaplara baktı, bazılarını alıp masasına koydu, otur­ du. Gören, öyle boş boş baktığını sanırdı. Oysa hayal a.Iemin­ de yüzyıllar ötesine uzanıp gitmiştL . . "Sulak, bereketli topraklarıyla çeşitli medeniyetlere beşiklik eden ve eski tarihlerde "Mezopotamya" diye adlan­ dmlan Irak topraklanndan şimdiye kadar kimler gelip geç­ ınemiştİ ki? Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlulaı;, Medler - Pers­ ler, Grekler, Romalılar - Bizanslılar, Iran - Sasaniler, Arap­ lar, Selçuklu ve Osmarılı Türkleri, arada kurulan başka dev­ letler, devletcikler. . . Islam orduları, Hz. Ebubekir döneminden itibaren Irak topraklarına girmeye başlamışlardı. O tarihlerde Sasani Imparatorluğu'nun hakimiyeti altında olan bölgenin önemli bir bölümü Halid b. Velid tarafından fethedildi. Hz. Ömer zamanında ise Sa'd b. Ebi Vakkas komutasındaki ordular fethi tamamladılar. Ancak ne var ki, Irak'ta bir türlü istikrar sağlanamıyor­ du. Hz. Ömer ilk iş olarak Basra ve KO.fe şehirlerini kurdura­ rak bölgedeki yerleşim yerlerini idari olarak bu iki şehre bağ­ lamıştı. Zamanın şartları gereği, bölgenin Islam Devleti'nin yönetim merkezi olan Medine'ye uzak olması dolayısıyla Müslümanlar arasına kolaylıkla fitne sokulabiliyordu. Onun için 4 Halife döneminde bu bölgede sık sık vali değişiklikleri yapıldı. Hz. Ali ile Muaviye ve oğulları arasındaki anlaşmaz­ lıklann, savaşların merkezi de hep Irak toprakları oldu. Ara52


dan yüzyıllar geçmesine rağmen Müslümanların kalbinde hala derin yaralar açan Cemel Vak'ası, Sıffin Savaşı, Hakem Olayı hep burada patladı. Beterin de be teri, Kerbela' da Hz. Hüseyin'in, Peygamber Efendimizin ciğerparesinin şehid edilmesi yine Irak topraklarında vuku buldu . . . ,.

Cemal bir an irkilerek, "- Lcinetli bu ülke, dedi, larıetli!" Sonra yine hayal alemine daldı. . . "Emevilerle Abbasilerin iktidar kavgalarının ağırlık merkezi de hep Irak toprakları idi. Bu topraklarda kurulan Abbasi İmparatorluğu'nda halifeler sık sık başkent değiştir­ mek zorunda kaldılar. KOfe, Enbar ve Haşimiy)re'den sonra Halife Ebu Cafer el-Mansur Bağdat'ı, daha sonra Halife Mu'tasım-Billah da Samerra Şehri'ni kurarak başşehir yaptı­ lar. İç çekişmeler, siyasi mücadeleler bitmek tük.enmek bil­ miyordu. Mu'tasım-Billah'la oğlu Vasık-Billah dönemlerin­ de Türkler devlet idaresine ve orduya büyük ölçüde hakim oldular. ·

Ancak ne var ki siyasi mücadeleterin önü arkası alına­ madı. Zenci kölelerin isyanı, Hamdaniler, Mezyediler, Kar­ matiler.. derken kabileterin isyanı gittikçe çoğaldı, Abbasile­ rin hakimiyeti altındaki topraldarda çeşitli emirlikler kurul­ du. Devlet merkezi Şii Buveyhiler'in eline geçti. Büveyhiler, Halifelik Makamı'na dokunmamışlardı. Halife Kaim-Biem­ rillah'ın daveti üzerine Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, Hicri 447, Miladi 1055 (Aralık) yılında Bağdat'a girdi. Böylece hakimiyet Büveyhiler'den Türklere geçmiş oldu. Ne yazık ki Alparslan ve Melikşah'tan sonra Türider arasında da kardeş kavgaları baş gösterdi. Oysa Tuğrul ve Çağrı Bey kardeşler baştan beri birlikte mücadele vererek çı­ kar kavgasına girmemişlerdi. Irak'taki genel hava oruardarı sonra gelenleri de etkilemiş olacak ki hem kendi imparator­ luklarını parçaladılar hem de Tuğrul Bey'in Irak'a gelmesiy53


le İslam Dünyası'nda sağlanan huzurun devamını sürdüre­ mediler. Tuğrul Bey'in Bağdat'a girişinden yaklaşık 200 yıl sonra da bölge Moğol istilasına uğradı, her şey tammar oldu. Moğollar kalıcı değildi, gittiler. Onlar gidince her şey yeniden başladı. İktidar mücadelesi ve saldırılar devam edi­ yordu. Celayiroğullan'nın hakimiyeti, ardından bu defa Ti­ mur'un işgali, sonra Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi haki­ miyetleri derken 1 534'te Kanuni Sultan Süleyman'ın Bağ­ dat'ı ele geçirmesiyle başlayan Osmanlı hakimiyeti; araya tekrar Safeviierin girmesi ve Dördüncü Murad'ın Bağdat'ı yeniden fethi. .. "

Cemal Bey'in geçmişe doğru yaptığı bu uzun yolculuk bitecek gibi değildi. Bir an durdu, nefeslenip söylendi: "- Abbasi Halifesi Mu'tasım-Billah zamanından beri bölgede söz sahibi olan hep Türkler, Türkmenler. . . Kardeş kavgaları da Türkler arasında, bölgeye girip çıkaniann mu­ hatapları da Türkler. Bir de bunun öncesi var ve Irak'a girişi­ miz Hicri 54, Miladi 664 yılına kadar uzanıyor. İşte, Irak tari­ hini baştan sona kadar gözden geçirdim ve soruyorum: On­ lar bu tarihin neresindeler?" Bu soruyu öyle yüksek sesle ve hiddetle sormuştu ki, Meral Hanım çoğu geceler olduğu gibi uykusundan uyanıp geldi, kapıyı hafifçe aralayıp baktı. Cemal O'nu fark etme­ miştİ bile. Bu durumlara alışık olan Meral tebessüm etti, "her zamanki hali" dereesine ellerini yana açtı, kapıyı yine sessizce çekip gitti. Cemal, tarihin derinliklerinde gezinmeye devam edi­ yordu: "Irak toprakları üstünde yaşayanlar, her şeye rağmen en istikrarlı günlerini, aylarını, yıllarını, asırlarını Osmanlı Türklerinin hakimiyetleri döneminde yaşamışlardı. Bu huzur 54


ve güven ortamı, İmparatorluğun son dönemlerinde ve özel­ likle Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı günlerde bozuldu.

5 Kasım 1 9 1 4 'te savaş başlamış, İngilizler hemen erte­ si gün Basra Körfezi'nde, Dicle ve Fırat nehirlerinin dökül­ düğü yerdeki (Şattülarap) Fav Bölgesi'ni işgal etmişlerdi. I lerleme devam ediyordu. 22 Kasım'da Basra'yı işgal eden I ngiliz Ordusu, bir yıl sonra da Bağdat üzerine yürüdü. Sava­ şın başında hazırlıksız yakalanan ve daha çok Çanakkale Sa­ vunması'na ağırlık veren Osmanlı Ordusu toparlanmıştı. İn­ giliz birlikleri 160 kilometre aşağıda bulunan Kutü'l-ama­ re'ye çekilerek savunma durumuna geçti. 1 6. Kolordumuz I ngilizleri takip ederek orada kuşattı ve yaklaşık S ay sonra, 25 Nisan 1 9 1 6 günü 5 General, 48 1 Subay ve 13 bin 100 as­ kerden oluşan İngiliz birliği kayıtsız şartsız teslim alındı. An­ cak ne var ki ordumuz yedi düvele karşı belki yedi cephede birden savaşmak zorundaydı. Irak'ta durumun iyi olduğunu gören Erkan- ı Umumiye Reisi Enver Paşa, İngilizleri teslim aları 16. Kolordu'nun bazı birliklerinin Rus Herteyişini dur­ durmak üzere İrarı'a doğru kaydınlmasını emretti. İngilizler ise bu fırsatı degerlendirmekte gecikmediler. Gelen yeni bir­ likleri ile yeniden Bağdat üzerine yürüdüler. Bu arada, İngi­ liz gizli servislerinin orgarıizesi ile Osmanlllara karşı bir Arap isyanı başlamıştı. Bu isyan güç dengelerini İngilizlerin lehi­ ne değiştirdiği için ordumuz zor durumda kaldı. İngilizler, 1 O Şubat 1 9 1 ?'de Kutü'l-amare'yi, l l Mart'ta da Bağdat'ı ele ge­ çirdiler. İngiltere Başbakanı Churchill'in, "Bir litre petrol bir damla kandan daha değerlidir" sözü işte o günlerde söylen­ di. Savaş devam ediyor ve İngilizler lehinde gelişiyordu. Ni­ hayet, 7 Mayıs 1 9 1 7'de Kerkük'e de girdiler. Anadolu'da Çanakkale'yi geçemeyen düşman güney­ de en hassas bölgelerimize girmeyi başarınıştı ve artık sava­ şın sonu da yaklaşıyordu. Çünkü Mondros Mütarekesi so­ nuçlarımak üzereydi. İngilizler, arıtaşma imzalanmadan ön­ ce Musul'u ve dolayısıyla petrol yataklarını ele geçicebilmek 55


için olağanüstü gayret göstermelerine rağmen bunu başara­ madılar. 30 Ekim'de imzalar atıldığında İngiliz kuwetleri he­ nüz Musul'un 30 kilometre güneyine kadar gelebilmişlerdi. Anlaşma gereğince karşılıklı olarak silah bırakılacaktı. 6. Ordu Kumandanımız Ali İhsan Paşa, İngiliz Birlikleri Ku­ mandanı General Marshall'a bir mektup yazarak banşa ka­ dar olduklan yerde kalmalarını ve iki taraf arasında kalan yerlerin tarafsız bölge olması gerektiğini bildirdi. Ancak; Mondros Mütarekesi'nde lastikli bir 7. Madde vardı ki, ta­ mamen düşmanın lehine idi. Bu madde gereğince, "Mütte­ fikler kendileri için tehlikeli gördükleri yerleri işgal edebile­ cekler", ayrıca "Musul' daki Türk Ordusu silah bırakacak" ya­ ni bir bakıma teslim olacaktı. Bu madde, silah zoruyla Mu­ sul'u işgal edemeyen Ingilizler için özellikle konulmuştu. Nihayet İngilizler, daha mütarekenin mürekkebi ku­ rumadan 3 Kasım 1 9 1 8 günü Musul'a girdiler. Türk Ordusu yine de anlaşma şartlarına uyarak karşı koymamış, bekleme­ ye geçmişti. Teslim olmalan İstenince Ali İhsan Paşa, "Bunu kesinlikle reddederim. İntiharı göze alır, kıt'alarımı yine de size teslim etmem!" cevabını verdi. Zor durumda kalan İs­ tanbul Hükümeti Ali İhsan Paşa'ya yardım edecek durumda değildi. İngilizler de O'nu iyice sıkıştırmak için Türk Ordu­ su'nun erzak depolarını bile ateşe vermekten çekinmediler. 8 Kasım 1918 günü Musul Vilayet Konağı'na İngiliz Bayrağı çekilirken Ali İhsan Paşa, birliklerini hiç zayiat vermeden Nusaybin' e çekmeyi başardı. Ancak O'nu bir sürpriz bekli­ yordu: Görevden alınmıştı! Elindeki bütün silah ve cephane­ yi Anadolu'daki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ne teslim ederek Istanbul trenine bindi. . . Durum gerçekten kötü idi. Eli kolu bağlanmış durum­ da olan İstanbul Hükümeti ve Padişah bir şey yapmıyor, ya­ pamıyordu. Kurtuluşu Anadolu' da ve milletin sinesinde ara­ yan Mustafa Kemal Paşa'nın çalışmaları da henüz meyvele­ rini vermeye başlamamıştı. Bu şartlar altmda toplanan Os56


manlı Meclis-i Mebusanı'nın 28 Ocak 1 920 günü yaptıgt giz­ li oturumda önemli kararlar alması bekleniyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın, meclis üyesi arkadaşlan nezdinde yaptığı çalışmalar sonucunu verdi ve Misak-ı Milli ilan edildi. Buna göre, Mondros Mütarekesi'nin yürürlüğe girdiği tarihteki fii­ li durum esas alınarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye sınır­ larımiz içinde kalacaktı. Bu, Musul'un, Kerkük ve Süleymaniye'nin de Anado­ lu'dan bir farkı olmadığının belgesiydi. Nitekim o bölgede yaşayanlar da buna kayıtsız kalmadılar. Müslümanlar, İngi­ liz işgalinden memnun değillerdi. Ankara ile birlikte hareket edeceklerini ilan ederek Musul'a atanan İngiliz Vali'yi öldür­ düler. İngilizler Musul'dan 1 8 mil güneye çekilmek zorunda kaldılar. Bir yandan Anadolu'daki Yunan �tleriyle sava­ şan Mustafa Kemal Paşa, 1 Şubat 1 922'de Milli Müdafaa Ve­ kaleti'ne bir telgraf çekerek Musul Bölgesi'ne asker gönderil­ mesini emretti. Sevk edilen birlikler bölgeye ulaştığında Batı Cephesi'nde de 30 Ağustos Zaferi kazanılmıştı. İngilizler ça­ reyi, Musul ve çevresini hava bombardımanına tutmakta_ buldular. Çünkü, Lozan görüşmelerine girerken kozlan elin­ de tutmak istiyorlardı. Bu bombardıman etkili oldu ve Tür­ kiye'nin yanında yer alan aşiretler dağıldı, hava desteği ol­ mayan Türk Ordusu mecburen geri çekildi. Lozan Konferansı'nda Türk delegeleri dişe diş müca­ dele ettiier. Önceden tayin ettikleri hedeflere savaş yoluyla ulaşamayanlar masa başı oyunlanyla daha fazlasını elde et­ mek istiyorlardı. İngiltere; lralc'ı, dolayısıyla Kerkük ve Mu­ sul'u yüzyıllarca yöneten Türkler'in haklarını yok sayıyor, tıpkı bugün uzak diyariardan gelip keyfince düzenlemeler yapan Amerika Birleşik Devletleri gibi petrol kullanım hakla­ rını ele geçirmeye çalışıyordu. Lozan Konferansı Musul konusunu çözüme kavuştu­ ramadı. Imzalanan anlaşma metninin üçüncü maddesine 57


göre konu, dokuz ay içerisinde Türk - Ingiliz ikili görüşmele­

ri ile sonuçlandınimaya çalışılacaktı.

Ancak düşman kalleşti. 19 Mayıs 1 924'te Istanbul 'da Haliç Konferansı' nın başlayacağı sıralarda Hakkari'de bulu­ nan Süryani azınlığı gündeme getirdiler. Ardından da bu azınlığa isyan çıkartınayı ihmal etmediler. Böylece Musul meselesinde Türkiye'nin elini kolunu bağlamak istiyorlardı. Bu da yetmedi, Şeyh Sait lsyanı'nı çıkartarak Kürtleri hare­ kete geçirdiler. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem İngi­ lizlerle hem de iç isyanlada uğraşacak durumda değildi. Onun için 7 Haziran 1 926'da Ankara Antiaşması'nı imzala­ mak zorunda kaldı. Buna göre Musul Irak'a bağlanacak, bu­ nun karşılığında Türkiye 25 yıl süre ile Musul petrollerinden % 10 pay alacaktı. Türkiye ayrıca, bu bölgeden kendisine kar­ şı herhangi bir saldırı yapıldığı takdirde 75 kilometre içeriye kadar harekat düzenleyebilecekti . . . "

Cemal Bey yumruğunu masaya vurdu, ayağa kalkıp odasında gezinmeye başladı. Bir taraftan da söyleniyordu: "- Peki bu payı aldık mı? Atatürk ölene kadar, evet. Ya ondan sonra? Ya harekat meselesi? Yıllardan beri Irak'ın ku­ zeyinden bize saldırı yapılıyor. 35 40 bin insanımızı katle­ den eşkıyalar orada barınıyor, orada eğitiliyor, orada silahla­ nıp buraya geliyorlar. Peki biz uluslar arası bir antlaşma ile verilen hakkımızı kullanıyor muyuz, hayır! Hem alacağımızı alamıyoruz, hem saldırana karşı hakkımızı kullanarnıyoruz. -

Peki biz nasıl devletiz? İşte, burnumuzun dibindeki avuç içi kadar bir ülke olan İsrail, kendi askerlerine saldıran birkaç

kişi Lübnan'a sığındı diye o ülkeyi bombardımana tuttu. Biz de İsrail'in güvenliğini sağlamak için Lübnarı'a bin Mehmet­ çik gönderdik. Peki ya bizim güvenliğimiz?" Dolaşmaya devam etti. . . Oturdu, tekrar kalktı. Notla­ rını, masaya çıkardığı kitapları şöyle bir karıştırdı, olmadı. 58


İyice dolmuştu, boşalmalıydı. Topluluğa hitap ediyormuşça­ sına konuşuyor, konuşmasını jest ve mimiklerle zenginleşti­ riyordu: " - Bugün, l 926'da imzalamak zorunda kaldığımız An­ kara Andaşması'nın şartları fiilen ortadan kalkmıştır. Çün­ kü, Musul'u devrettiğimiz Irak Devleti ortada yoktur. Antlaş­ ma metnine göre Irak, yağmacılık ya da eşkiyalık maksadıy­ la hareket edenleri önleyecekti. Bugünkü göstermelik devlet bu antlaşmayı tanımamaktadır. Tanısa bile gereğini yerine getirmekten acizdir. Yine antlaşma gereğince bölgede yaşa­ yan Türk nüfusun hakları korunacaktı . Bırakın haklarının korunmasını, öz yurtlarında garip kaldılar ve katliamla karşı karşıyalar. Dün, "Bir litre petrolü bir damla kana" tercih edenler bugün yine iş b aşındalar. Irak Devleti'ni kukla hale getirdikleri yetmezmiş gibi yeni bir kukla devlet daha kuru­ yorlar. Üstelik, bu sözde devlet için bizden de toprak kopart­ ınaya çalışacakları çok aşikar. Bunu adeta davul zurna ile ilan ediyorlar ama bizimkiler solucan politikası izlerneye de­ vam ediyorlar. Biz Musul konusunu bugün gündeme getir­ meyeceksek ne zaman getireceğiz? Irak'ın toprak bütünlüğü bozulduğu takdirde 1926 Ankara Antiaşması'nın hükümleri baştan sona geçersiz olacaktır. 1933 yılında Amerikalı General Mac. Arthur'la görüşen Atatürk şunları söylemişti: 'Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutlan içine katacağım.' Ata­ türk'ün ömrü· ne yazık ki vefa etmedi. O 'ndan sonra da böy­ le sus - pus oturuyoruz. Yazık, çok'yazık . . . " Dışarıdan sabah ezanının sesi geliyordu. Cemal Bey sa­ atine baktı, kollarını sıvayıp odasından çıktı. Namaz kılıp ya­ tacak, kalktıktan sonra Sadun Köprülü'nün notlarını düzenle­ meye başlayacak; ardından da yazacak, yazacak, yazacaktı . . . "' "' "'

59


Kadın - erkek demeden silahı olanların tüfekleri elle­ rinde, olmayanlar taşlar, sopalar, di_rgen ve yabalarla tetikte. Derken, minik ellerinin kavrayabildiği taşlan alarak oraya buraya koşan iki yaşlarında bir çocuk. Arada bir duruyor, gö­ züne kestirdiği yerlere taş atıp seviniyor: "- Ana, vurdum onları!" Sonra yine taşlar alıyor, bir daha anp bu defa babasına koşuyor: "- Baba, kovdum düşmanları!" Cemal Bey birden yatağından fırlayarak., - Sadun bu, dedi. Sadun! Alnında boncuk boncuk terler oluşmuştu. Bir taraftarı onları silerken bir taraftan da derin bir nefes aldı. Gözleri açılmıyordu. O 'nun yataktan fırlamasıyla uyarıarı Meral Ha­ nım kocasına baktıktan sonra tebessüm edip gözlerini ka­ parken, Cemal de, "rüya imiş" dedi usulca ve yeniden uyku­ ya teslim oldu. Sadun Köprülü'nün arılattıklan rüyasına girmişti. . . O , daha dünyayı tarıımaya fırsat bularnadarı zulümle tarıışmış, 14 Temmuz 1959 gecesi Kerküklü, Türkleri katle­ den caniler her an Altunköprü'ye de gelebilirler diye sefer­ ber olan büyüklerinin arasında gelecek günlere hazırlarımı ş­ tı. Gelecek günlerin akıbeti aşağı yukarı belli idi de, büyükle­ ri sabır abidesi gibiydiler. "Allah beterinden saklasın" diye­ rek her zora katlarııp hallerine şükrediyorlardı. Dayısı Şevket Ateş Irak Ordusu'nda bir subayken, ''Türkçü" olduğu gerekçesiyle görevine son verilmiş, kahve­ hane işletmeye başlamıştı. Bu durum O 'nun kinine kin kat­ ti. Yeğeniyle ilgilenip en iyi şekilde yetiştirmek için gayret ediyordu. Altunköprü'den Kerkük' e, oradan da B ağdat'a olan kader yolculuğunda yeğenini yalnız bırakmadı. Sadun' a milli duygulada yazılan şiirler okuyor, Türk - İslam tarihinso


den kıssalar anlatıyordu. Sadun, daha beş - altı yaşlannda iken tıpkı Cemal Bey�in oğlu Mehmet gibi duyarlı, ilgili bir çocuktu. Yalnız, SadQıı yedi yaşında iken kader onlan ayır­ dı. Dayısı ölmüştü. Sadun buna inanamıyor, - Hayır, diyordu. Hayır! Dayım beni Türkiye'ye götüre­ cek. Ankara'yı, lstahbul'u gezdirecek! Güler Teyzesi ile Ömer Amcası O'nu teselli etmek için çok uğraştılar. Ömer Arn�ası sonunda, - Tamam Sadun\ım, tamam, dedi. Ben de senin am­ can değil miyim? Seninle Türkiye'ye gider; Ankara'yı, tstan­ bul'u birlikte gezeriz! Sadun ne de olsa çocuktu, inandı. Türkiye'yi görme hayali giderek Şevket Dayısı'nın acısını unuttiıruyordu. Ara­ dan yıllar geçti ve Ömer Amcası da O'.nu Türkiye'ye götüre­ meden bu dünyadan ayrılıp gitti. Ama daha küçücük çocuk­ ken yaşadıkları, Şevket Dayısı'nın öğrettikleri, Ömer Arnca­ sı'nın ümit vermesi ve elbette hepsinden de önemlisi çocuk­ luğundan beri evlerinde hep Türkiye'den, Enver Paşa'dan,

Atatürk'ten söz edilmesi O'nu şuurlandırmıştı. Daha iki - üç yaşında iken babası ata birrrneyi ve yüzmeyi öğretmişti. Ba­ basının gözetiminde Altunköprü Suyu'nda yüzrnek çok ho­ şuna gidiyor, bazı gençler bile at üstünde duramazlarken O güle oynaya b iniyordu.

1960 yılında, üç yaşında iken ailece Kerkük'e taşındılar. . . Oturdukları Musaila Mahallesi bundan sonraki haya­ tının yönlenmesinde büyük rol oynayacak�ı: Çünkü, orada kendisi gibi ateşli Türk milliyetçisi olan bir çevrenin içine düşmüştü. Daha okula başlamadan benliğini saran milli duygular burada kökleşti, derinleşti. Nihayet iki yıl sonra el-Hadice el-Kubura adlı ilkokulda öğrenime başladı. Neredeyse bebekliğinden beri olayiann

61


içinde yaşıyordu. Babası ve Şevket Dayısı da O'nu gelecekte karşılaşabileceği daha büyük zorluklara hazırlamışlardı. Yeni çevresinde ve okulunda zorluk çekmedi. Zaten Kerkük bir Türk şehri olduğu için kısa zamanda pek çok arkadaşı olmuş­ tu. Şevket Dayısı'nın okuduğu şiirlerden etkilenerek kendisi de şiirler yazıyor, ayrıca güzel resim yapıyordu. Öğretmeni, çoğu zaman resimlerini okul duvarına asıp sergiliyordu. Tatil günleri ve özellikle yaz aylarında, Molla Hatun isimli hocadan Kur'an ve din dersleri alıyordu. Babasının ke­ bapçı dükkanında da çalışıyor, verdiği harçlıklara daha çok kitap alıyordu.

22 Ekim 1967 günü Kerkük'te adeta bayram vardı; çÜnkü, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel oraya gelecekti. Beşiktekinden eşiktekine herkes yollara dö­ küldü. Sevinç gözyaşları adeta sel olmuş, Kerkük sokakların­ dan akıyordu. Çok sevdikleri, görmeye can attıkları, "Bir gün gelip bizi kurtaracaklar': diye ümit bağladıkları yegane ba­ ğımsız Türk Devleti'nin, Türk Milleti'nin Başbakanı huzurla­ rına geliyordu; nasıl duygulamp sevinmesinierdi ki? Gerçi onlar, Türkiye'den gelen herkese, her şeye ayrı bir değer veriyorlardı. Türkiye'yi ziyaret etmeden hacca git­ meyi bile bir eksiklik sayan Kerküklüler Türkiye'den gelen birisini gördüler mi hemen başına toplanıyor, misafir etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gelenin kim olduğu önemli olmadığı gibi Arap, Kürt, sağcı - solcu, hatta komünist olma­ sı bile ilgilendirmiyordu onları. Gelen kişi yeter ki Türkçe ko­ nuşsun, Türkiye'den bir haber versin! Sadunlann evinde de böyle kaç misafir ağırlanmıştı kim bilir? Onlara anasından qabasından çok Sadun sorular sorar, hele kitap, dergi gibi şeyler vetirlerse çok mutlu olur­ du. O günkQ. mutluluğuna ise elbette diyecek yoktu. Bütün Kerküklüler gibi sabaha kadar onların evde de uyuyan olma­ mıştı. Sadun sabah erkenden evden çıktı, arkadaşlanyla 62


kan kardeşleriyle" birlikte Türkiye'nin Başbakanı' nı en iyi nereden görebileceklerini, hatta O'nunla nasıl konuşabile­ ceklerini prova etti. Mehmet Korkmaz, Rüştü Muhtaroğlu, İzzettin Terzioğlu, Halit Şengül ve Ahmet Enver Köprüiii ile birlikteydiler, Türkmen milli kıyafetlerini giymişlerdi. Bilmi­ yorlardı ki birileri kendilerini "not" ediyor; çocuktur, küçük­ tür diye boş vermiyorlardı! Hoş, başlarına geleceği bilselerdi de yollarından dönmezlerdi ya!

·

Can Kerkük, canan Kerkük, canım Kerkük gülümsü­ yordu .. . Her yön, her köşe, çepeçevre her yer gülüyordu. Ya­ naklardan süzülenler sanki gözyaşı değil, gülümseme iksiriy­ di. Gözlerde parıldayan ümitleri, sel olup akan bu sevinç gözyaşları bile örtemiyordu. Herkesin içi kıpır kıpırdı. Aman Allahımı Bir milletin milliyetçilik duyguları bu kadar da co­ şar mıymış? Kerkük'te sanki bayrak mitingi yapılıyordu! O kadar al Bayrağı, Atatürk resmini nereden buldular, nasıl, nereden getirdiler ya da yaptılar? "Türkiye, Türkiye!" diye şen - şakrak bağıran o mini mini çocuklar, "Allahım, bugün­ Leri de görecek miydik?" diye ağiaya ağiaya dualar eden ihti­ yarlar, saçlarını, başlarını yolan yaşlı nin eler. . . Kısacası bir millet uyanmış, ayağa kalkmıştı. O manzara, Kerkük'ün Türk olduğunun en güzel, en sağlam belgesiydi. Bugün tapu ve nüfus kayıtlarını tahrif edip bindirilmiş kıtaları Kerkük' e yer­ leştirenlerle bütün bunları yaptıranlar o sıralarda nereler­ deydiler acaba? O zaman için Kerkük'te kaç Kürt, hata kaç Arap varsa onlar da kardeşlerinin bu bayramına katıldılar. Katılmayanlar da en azından gıpta ile, hayranlıkla seyretti­ ler. Kim bilebilirdi ki bir gün uzak d)yarlardan bir deccalın '

gelip bu güzelliği dinamitleyeceğinw

Saat l O'u galiba çeyrek geçiyordu. 1 0 yaşındaki Sadun,

10 arkadaşıyla -kan kardeşiyle- birlikte Türkmen milli kıya­ fetleri içinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ile Türk heye­ tinin önünde idiler. Onları eski bir Kerkük türküsüyle selam­ ladılar: 63


"Ağam Süleyman, Paşam Süleyman; Evleri köprü başında Boyuva (boyuna) hayran. Boyu boylardan küle Ağam Süleyman, Benzisen gonca güle Men sana hayran. _

Yıkıp sen baban evin Ağam Süleyman Yüzüme güle güle Men sana kurban . . . "

Onlar farkına vardılar mı bilinmez, aralara mesajlar katarak türküyü sürdürdüler: "Ahşam (akşam) arada kaldı Ağam Süleyman, Hançer yarada �aldı Boyuva hayran. Menim vefalı yarım (Türkiye) Ağam Süleyman Bilmem harada (nerede) kaldı Men sana kurban. Alışamın arasın gör Ağam Süleyman Aç bağnın yarasın gör Gözilin Süleyman. Men sana yar olmaram Şirin Süleyman Git başıv (başın) çaresin gör · . Men sana kurban . . . "

64


Osmanlı'nın yaptığı Kışla Saray'da Üç hilalli sancak ve al bayrak İngiliz işgaline kadar dalgalanıp duruyordu. Ker­ küklüler o bayrakların indirilişini bir türlü içlerine sindire­ ınemişler; "Bir gün mutlaka Türkiye gelecek ve bayrağımız yine dalgalanacak" diye bekler olmuşlardı. Sadun ve arka­ daşları bu beklentiyi de dile getirmeyi ihmal etmediler: "Kerkük'ün bu sarayı Ağam Süleyman, Acep noksandı neyi Gözüm Süleyman Asılınıştı bayrağı Ömrüm Süleyman, Hanı be yıldızı; ayı Paşam Süleyman? Ağam Süleyman, Paşam Süleyman, Men sana hayran . . .

"

Sadun ve arkadaşlarıyla baştan başa bütün Kerküklü­ lerin heyecanı, coşkusu Süleyman Demirel'i ve heyettekileri de ağlatmıştı. Demirel topluluğa teşekkür edip ayrılacaktı ki, Sadun'un annesi Şeker Hanım kendini tutamadı. Kuca�ında sıkı sıkıya tuttuğu iki yaşındaki o�u ile kalabalıktan sıyrılıp öne çıkarak Demirel' e seslendi: - Hoş geldin Ağam! Büyük Türk Milleti var olstın, sağ olsun. Bugün bizim bayramımız. Bu zavallı, kimsesiz insan­ lar senin milletin. Bu insanların umudu Türk Milletindedir. Sonra minik yavrusunu, Sadun'un küçük kardeşi Tür­ keş'i uzatarak,

- Al, dedi. Al bu yavrum sana, Türk Milleti'ne kurban olsun! 65


Resmiyette adı Ziyad olan bu minik yavruya onlar Al­ parslan Türkeş'e olan sevgi ve bağlılıklarından dolayı "Tür­ keş" adını koymuşlardı. Kendileri Türkeş diye çağırıyor, Tür­ keş diye seviyorlardı ama korkuhumdan dolayı bunu açığa vurartııyorlardı. Demirel, bu Kerküklü kadının bebegini Türk Milleti'ne kurban etmek istemesine şaşırmış ve duygulanmıştı. Bu iffet­ Ii, cesur, yüreği Türklük sevgisiyle dolu kadının adını sordu: - Adını söyler misin bana? - Şeker, Şeker Köprülü! - Olmaz öyle şey Şeker Hanım. Sen bu yavrunu nasıl · kurban edersin? Türk Milleti büyük bir miUettir. Biz sizleri çok seviyoruz, sabırlı olun hele. Hadi, Allah'a ısmarladık!. . " O "Allah'a ısmarladık" demişti ama gidemiyorrlu ki! Kerküklüler bir taraftan kurban kesiyor, bir taraftan da De- , mirel'e ve yanındakilere dokunabilmek için yarış ediyorlar- ·

dı. Tezahüratlar da ortalığı inletiyordu: - Yaşasın Türkiye! - Ağam Süleyman, paşam Süleyman! - Bozkurt Atatürk - Yaşasın Türkeş!

\

' .�'. i ·�

'ı1

Alparslan Türkeş o yıllarda siyasete yeni girmiş olması-

l J

.�

na rağmen Türk Milliyetçiliği fıkrini savunduğu için ünü Ker_; kük'te de hemen duyulmuş, bir umut haline gelivermişti.

ki

Bu sevgi ve hasret çemberinin içinden çıkıp gitme , zor da olsa Süleyman Demirel gitti. O zaten siyasi ömrü bo-,

i parak "bilmem kaç kere gittim, bilmem kaç kere de geldim'' : diyecekti. Ancak Kerküklülerin yalnızca bir - iki gün süren ; yunca hep gidip gelecek, ilerde bunu bir övünç vesilesi ya-

"bayram"larının ardından acı ve kederler geldi. Sevinçler,)

66


umutlar, mutluluklar belki içlerinde bir köşede kaldı ama kara günler bir kabus gibi çöktü üstlerine . . . Adı " Cumhuriyet" olsa da, Irak'taki dikta rejimi, Süley­ man Demirel'le göıiişen, O 'na sevgi gösterisinde bulunan herkesi aradı, buldu, tutukladı. Sadun yalnızca lO yaşınday­

dı, tutuklandı. Demirel'in önünde kendisiyle birlikte türkü söyleyen öteki dokuz arkadaşı da tutuklandı. Ana yüreği işte . . . Arama taramalar başlayınca Şeker Hanım'ın içine bir korku düşmüş, her an Sadun'unu da gö­ türecekleri hissine kapılarak evdeki kitaplan saklamaya baş­ lamıştı. Sadun daha 1 0 yaşında idi ama boyundan büyük ki­ taplan vardı. Okuldan eve her dönüşünde, gözü gibi baktığı bu hazineden bir şeylerin eksildiğini fark ediyordu. Birkaç gün sonra anrıesine sorduğırnda Şeker Hamm, - Durum çok kötü oğlum, dedi. Emniyetten seni de an­

yorlarmış. Onun için kitaplannı saklıyorum. Git, bir süre uzaklaş buradan!

Sadun daha ağzını açmadan kapıları tekmelenmeye başladı. Osman Hurşit Bey kapıyı açar açmaz da silahlı, cop­ lu askerler üzerine saldırdılar. Şeker Hanım koşup geldi: - Ne var, ne oluyor? - Oğlun nerede? Sadun'u verin bize! - Ne yapmış ki oğlum? Gözü dönmüş caniler kocasını bırakıp Ş�ker Hanım'a vurmaya başladılar. Bir taraftan da söyleniyorlardı: - Demek sen küçük oğlunu Demirel' e kurban edecek­ tin, öyle mi? - O daha küçük anası, büyük oğlunu bize kurban et! Hani, Demirel'in önünde türkü söyleyen var ya, O ' nu!

67


Ellerinde de Süleyman Demirel'in önünde çekilmiş fotoğrafları vardı. Bir köşede bekleyen Sadun gözlerine ili­ şince koşup yakaladılar. Anne - babasıyla kardeşlerinin önünde O 'nu dövmeye b aşladılar. Şeker Hanım'ın feryatla­ rı, Osman Hurşid'in yalvarmaları fayda etmedi. Tek tesellile�

ri on yaşındaki

o minik yavrunun metaneti idi.

O haldeyken

bile Şevket Dayısı'nın öğrettiği şiirlerden birini hatırlamış, söylüyordu. Mehmet Çınarlı'nın bir şiiri idi bu: " . . . Kadrini bilirsen hürriyetin, Yediğin, içtiğin nimetin, Bir parçası isen bu milletin Bir gün gösterecek zaman gelir. Almak için elinden hakkını, Başlar kudurmuşların akını. Öldürürler çocuğu, kadını; Dünya gözüne zindan gelir. Kabanr kabarır, taşar hırsın, Aslanlaşırsın, kartallaşırsın, Karşma kim çıkarsa savaşırsın; Aklına ne cihan, ne can gelir." Evi aramaya koyulan askerlerden biri döndü, bir dip­ çik darbesiyle O'nu susturdu. Askerler; kitapları, dergileri yerlere saçtıktan sonra çuvallcıra doldurdular, Sadun'un da ellerini, gözlerini bağladıktan sonra kapalı bir arabaya atıp götürdüler. Arabanın içinde de dövmeye, silah dipçikleriyle vurmaya devam ediyorlardı. Gece yarısı gözlerini açtıklarında kendini çok dar ve kapkaranlık bir odada buldu. Odada tek başınaydı ama et­

raftan kadın çığlıkları, çocuk ağlamalan duyuluyordu. Belli ki kadındır, çocuktur demeden pek çok kişiyi evlerinden topla- . yıp getirmişlerdi. 68


Az sonra kapı açıldı, silahlı askerler sürükleyerek dışarı çıkardılar ve soru yağmuruna tuttular:

- Adın ne? - Sadun Osman! - Sadun Köprülü sen misin? -Yaşına, boyuna bakmadan neler neler yapmışsın öyle? Bakalım elimizden Süleyman Demirel mi kurtaracak, Türkeş mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti mi? Yalnız, doğruyu söylersen işkence yapmaz, salıveririz de okuluna gidersin. Söyle bakalım Sadun, sizi örgütleyen kim? Türkiye'den yar­ dım alıyor musunuz? Bak, hakkındaki bütün gizli bilgiler eli­ mizde; sakın yalan söyleme. Yanlış bilgi verirsen idam olur­ sun! Sadun, o küçücük yavru ne diyebilirdi ki? Ama verdiği cevaplar ustaca idi: - Ben yalnızca okuluna giden ve babası yanında çalı­ şan bir çocuğum. Hiçbir örgütle ve siyasetle ilgim yok. Söyle­ diğimiz türkü eskiden kalmadır. Yazan, şairi bile bilinmaz. Öyle söylenmiş, bestelenmiş. Türkiye ile ilgisi yoktur! Ne söylerse söylesin kar etmeyecekti. Işkenceler gün­ lerce devam etti. Arkadaşlarını, bağlı olduklan örgütü sordu­ lar, kimsenin adını vermedi. Ayaklarından tavana astılar, vü­ cudunu dağladılar, olmadı. " Çocuk haklan", "lnsan hakları" denen nesneler o topraklara uğramıyordu her nedense! On yaşında girdiği bu işkence odasından sekiz ay on dört

gün

sonra on bir yaşında çıktı. Vücudu zaten zayıftı ama adeta bir deri bir kemik kalmıştı. Bu arada babası Kerkük' teki kebapçı dükkanını kapa­ tıp Bağdat'a yerleşerek otel işletmeye başlamıştı. Bu, Sadun için de yeni bir hayat demekti. · ***

69


Bir yanda "Altunköprü Otel", öbür yanda "Kerkük Otel..." Osman Hurşit, gezici bakkallık yaparak başladığı es­ naflık hayatına kebapçılıkla devam etmiş, sonunda otel iş­ letmeciliğinde karar kılmıştı. Tutukluluk hali biten Sadun şimdi Bağdat'ta, babası­ nın yanındaydı. Başına iş geldiği için tamamlayamadığı be­ şinci sinıfı da artık Bağdat'ta okuyacaktı. Yalnız, hemen hiç arkadaşı olmadığı için canı sıkılıyordu. Okullarında Türk öğ­ renci yok denecek kadar azdı. Olanlar da, Altunköprü ve Kerkük'tekiler kadar cana yakın değillerdi. Ayrıca, Türkçe değil, Arapça konuşuyorlardı. Sadun, - Şehir çocuğu bunlar, dedi. Yine de onlarla arkadaşlık kuranın ben! Yalnız, bu çok kolay olmadı. Belki onlar Sadun'u "taş­ rab" ya da "köylü" olarak görüyorlardı ama aslında O'nun genel kültürünü, derslerdeki ataklığını kıskanıyorlardı. İşin en kolayı da tabii, dışlarnaktı. Hele ırkçı, Saddarncı matematik öğretmeninin yaptığı . . . Kendisini iyi yetiştirdiği için okulda çok başanlı idi · ama bu yetmiyordu. Saddam yanlısı olan ilk okul Matematik öğretmeni Mehmet Malıcup bir gün sınıfta öğrencilere şöyle seslendi: · - Arap olanlar ayağa kalksın!

Arap olanlar ayağa kalkınca bu defa başka bir kornut verdi: - Kürt olanlar ayağa kalksınlar! Onlar da ayağa kalkınca üçüncü komutunu verdi: - Hıristiyan olanlar ayağa kalksınlar! Hıristiyan olan yoktu ki, kimse ayağa kalkmadı. Ma te- ' matik öğretmeninin gözü Sadun'un üzerindeydi. Yüksek ve sinirli bir ses tonuyla sordu: 70


- Senin adın ne? - Sadun! - Arap dedim, kalkmadın. Kürt, Hıristiyan dedim yine kalkınadını Söyle bana, neden kalkmıyorsun? Söyle bana sen nesin? - Ben ne Arap 'ım, ne Kürt, ne de Hıristiyan'ım. Ben Türk'üm! "Türk olanlar kalksın" demedin ki kalkayımı Mehmet Malıcup iyice küplere binmişti. Sadun'u iterek, - Sus, dedi. Sen ne söylüyorsun? Ne Türk'ü? Burada ve Irak'ın hiçbir yerinde Türk yok! Sus, konuşma! Sadun, böyle durumlarda susacak biri değildi. Çünkü

O, çocuk yaşta olmasına rağmen tabir yerinde ise, feleğin çemberinden geçmiş, işkenceler altında zindanlarda yat­ mıştı: - Öğretmenim ben Türk'üm, dedi. Irak'ın her yerimıle Türk var, Türk! Kerkük'te, Altunköprü, Telafer, Musul, Er­ bil'de en azından üç milyondan fazla Türk var. Bunu nasıl görmezden gelirsiniz? Matematik öğretmeni sinirinden yerinde duramıyor­ du. Bütün gücünü ve hıncını toplayarak Sadun'un yüzüne bir tokat vurdu. Çocugun yüzü kana bulanmıştı. O haldey­ ken de susmadı: - Bak öğretmenim; ben Türk'üm ve Türklüğüme saygı­ hyım. Dilimi unutamam, Türklüğürnden vazgeçerneını Artık o okulda kalamazdı. Bir yakınlannın yardımıyla okulunu değiştirdi ve orada başarılı oldu. Sadun böyle şeyleri dert etmeyecek kadar olgundu. Hem öylesine olgundu ki, babasının işlettiği otellerde kalan müşterilerle ilgile�iyor, onlarla fikir teatisinde bulunuyor71


du. Her iki otel de Bağdat'ta kalan ya da Bağdat'a gelen Türklerin uğrak yeri idi. Otelde geçirdiği günler aynca O'na yeni ufuklar açtı. Bağdat'a gelen Türk öğrenciler ve subaylar orada kaldığı için hepsiyle dostluklar kurdu. Bunlardan bir kısmı ilerde Irak bürokrasisinde, hatta ordusunda görev alacaklardı. Nitekim daha sonra Bakan olan Erşat Reşat Ömer, Doktor Cevdet Ömer, Yarbay Mustafa Yasin, Yüzba­ şı Necdet Sabır, Ömer Çaycı ve İzzettin Bey bunlardan ba­ zılan idi. Irak'taki Türk bölgelerinden gelenler akşamlan da ge­ nellikle Kerkük Kahvehanesi'nde buluşup dertleşiyorlardı. Yine, Ömer Kaytavan'ın işlettiği Kerkük Gazinosu da Türk­ menlerin buluşma yerlerinden biriydi. Sadun, tanıştığı Türk öğrencilerle hafta sonlan Türkiye Büyükelçiliği'ne ve Türk Kültür Mer)<ezi'ne de gidiyordu. Türk Kültür Merkezi'nin Müdüıü olan Aydın Kuran Bey Türk töresinden, Türk dünyasından bahsederek onları yü­ reklendiriyor, Türk dilini ve tarihini iyi öğrenebilrneleri için yardırncı oluyordu. Orada, Türkçe basılmış _çeşitli gazete, dergi ve kitaplan okuyor, sohbetlerden yararlanıyorlardı. Kültür Merkezi'nde, Aydın Kuran'dan başka, görevli olarak Irak'ta bulunan Mustafa Kafalı, Hadi Güzel ve Dursune Ha­ nırn'dan büyük destek gördüler. Sadun, Ahmet Kabaklı'nın çıkardığı Türk Edebiyatı Dergisi ve Güzide Taranoğlu'nun çı­ kardığı Gülpınar dergilerini orada gördü ve adeta her iki der­ ginin de tiryakisi oldu. 1 968 yılının Cumhuriyet Bayramı'nda, henüz ilkokul beşinci sınıftayken, 8 Ağustos 1 980 tarihinde Saddam tara­ fından idam ettirilen öğretmen Mehmet Korkmaz ile birlikte Türkiye Büyükelçiliği'ne kutlamaya gitmişlerdi. Harbi Gök­ kaya, Rüştü Reşat Salihi, İzzettin Terzioğlu ve Nazım Çene­ baz isimli arkadaşları da onlarla birlikte idi. Orada çok duy­ gulu anlar yaşadılar ve ağladılar. Türkiye'ye gitmek, onlara bu heyecanı veren duygulan orada da yaşamak için can atı72


yorlardı. Onlar daha o yaşta birer dava adamı idiler ve ken­ dilerinde, her türlü tehlikeye göğüs gerecek gücü buluyorlar­ dı. Aslında, Altunköprü yıllarından beri Sadunla yol arka­ daştığı yapanlardan önemli bir bölümü değişik tarihlerde Mehmet Korkınazla aynı akıbete uğrayacaklardı. Halit Şen­ gül Ocak 1 9 8 1 'de idam edildi. Ahmet Köprülü, Atilla Köprü­ lü ve Turan Köpıiilü ise 28 Mart l 99 l ' deki Altunköprü katli­ amında kurşuna dizildiler. Sık olmasa da Bağdat'a Türk fılrnleri geliyordu. Sadun bu filmierin gelmesini sabırsızlıkla bekliyor, aynı filme defa­ larca gidiyordu. Çünkü; anadilini unutmamak için bu iyi bir yoldu. Oturdukları Azamiye semtinde ve Rağbe Hatun' da bazı Türk ailelerinin olduğunu öğrenmişlerdi. Sorup soruş­ turarak onlarla da görüşmeye başladılar. Özbek, Urfalı, Ana­ dolu) u, Kayserili, Çelebi, Çadırcı, Defterdar, Bayraktar, Alemdar, Kobancı,Tokatlı Şahbandar, Karakollu lakaplarıyla anılan Türk aileleri arayıp buldular. Ancak ne var ki onlar da çoğunlukla Arapça konuşuyorlardı.

6

Bağdat'ta yıl kalmışlardı. Babası, otel işinde kendisi­ ne güçlük çıkartılmaya başlanınca daha fazla dayanamadı; 1972 yılında yeniden Kerkük' e dönmeye karar verdiler. Os­ man Hurşit Bey orada yine lokanta işletecekti. ***

Kerkük' e büyük heyecan içinde döndüler . . . Daha l O yaşında bir çocukken altı tuklanan Sadun, şimdi

yıl önce burada tu­

ıs - 16 yaşlarında bir delikanlı idi. Ar­

tık ilkokulu, ortaokulu bitirmiş, liseye gidiyordu ve artık O bir yazardı. Yazı ve şiirleri B ağdat'ta çıkan Kardeşlik Dergisi ile Yurt Gazetesi'nde ve başka yayın organlannda yayınlam­ yordu.

1 973 yılında "Altunköprü" adındaki ilk şiir kitabını

yayınladı:

73


BlZLER VAR OLURUZ Türklük uğrunda kurban, tarih burhanımız var Güzel Kerkük' e karşı içten hayranımız var. Kimse Türklerden başka bizleri sevebilmez Ölürüz büyük şeref, erler kurbanımız var. Bülbül bizim güllerde, kutsal toprak bizimdir, Doğru seven aşık biz, aşkta cananımız var. Dağ-tepeler yürürse canla karşı dururuz, Gönlü temiz Türkleriz, yüce inıanımız var. Korkma bizi bir düşman yurtta yok edebilmez, Gözün aç kurban diye, uyak aslanınıız var. Gönlümüz coşkun kanla, millet seven insanız; Kimseye baş eğmeyen yigit Türkmenimiz var. Sabır ile iman çoktur, Turan' dı burhanımız, Türklük için vermeye, canla kanlarımız var. Kerkük/ Kale, 1970

l974'te çıkan "Her Bahçeden Bir Gül" isimli kitabını " Hıdır Geceyatmaz" müstearıyla yayıolamak zorunda kaldı. · Pek çok şiiri, hoyrat ve yazısı yine takma adlarla yayınlandı: Bilmem ben haralıyanı Al giyip karalıyam Kurbanını o dile ki; Di yer "ben Turaniyam."

74


Günü geli, Dem gider günü geli

Sabır ile dertli gönlüm Intikam günü geli. Dert özlemden öz canım

Sinem derde düz canım Turanı Türk'e kurban, Eğer varsa yüz canım.

Daha çocukken Türklük sevdası uğruna boyundan bü­ yük işlere girişen ve bu uğurda mahpuslarda yatan Sadun ar­

tık durur muydu? Yalnız, Bağdat'ta fikren kendisini daha iyi

yetiştirme fırsatı bulmuş olmasına rağmen açıktan faaliyet

göstermesi mümkün değildi. Ama Kerkük öyle değildi; dağıy­ la taşıyla, köyüyle bucağıyla ve her bir ocağıyla "Ben Tür­ küm!" diye haykıran bu diyarda yaşayan insanlar ilgiye, sev­

giye muhtaçtılar. Sadun'un onlara vereceği çok şeyi vardı. Kendisi gibi düşünen, bilgi ve kültür donanıını olan yaklaşık 50 arkadaşıyla birlikte gruplar oluşturdular. Kendi aralann­ da ve nazlarının yettiği büyüklerinden para toplayıp bir fon oluşturdular. San Tepe, Kara lncir, Tazehurmatu, Yahyava,

Kifri, Leylan, Erbil, Telafer, Mehalebiye ve başka yerlere gi­

dip toplantılar yaptılar. B azı köylerde kara tahtada Türkçe

öğretiyorlar, fıkri çalışmalar yapıyorlardı. Alparslan Tür­

keş'in 9 Işık kitabı ellerinden düşmüyor, bu kitaptaki fıkirler

çerçevesinde Türk Milliyetçiliği ideolojisini anlatıyorlardı.

Bu faaliyetlerin yoğun olarak yapıldığı yerlerden biri de Tuz­

hurmatu idi. Orada daha çok Fevzi Terzioğlu, İsem Terzioğ­

lu, Mehmet Dönmez, Sami Dönmez, İlham Tuzlu, Abbas

Terzi, gibi kişilerin evlerinde toplanılıyordu. Bu faaliyetlere Sadun Köprülü ile birlikte Kerkük'ten sürekli olarak katılan­

lar arasında Şehit İzzettin Celil Terzi, Muhsin Salihi, Meh­

met Bayatlı, İhsan Kitapçı, Adıl Bana, Hasib Ateş, Aydın Neftçizade, Cemal Kerküklü, Kara Vahab ve Aydın Mustafa

katılıyordu. (Aydın Mustafa daha sonra savaş pilotu olarak 75


Irak Ordusu'nda görev aldı. O, Irak - lran Savaşı'ndan önce Saddam Hüseyin'in, "lran'la işbirliği yapmalanndan şüphe­

lendiği" Kürt bölgelerini bombalamakla görevlendirilmişti.

Aydın Mustafa, "Onlar da insandır ve Müslüman'dırlar; böy­ le bir görevi yapamam" dediği için görevine son verildi. Şu işe bakın ki, Kürtlerin üzerine bomba yağdınnayı kabul et­

mediği için ordudaki görevinden atılan bu kişi, Mesut Barza­ ni tarafından hakkında verilen " Kürt ve Arap düşmanıdır! " ibaresini taşıyan rapor üzerine 1 987 yılında Saddam'ın em­

riyle idam edildi. Aynı Mesut Barzani, şimdi de Saddam'ın yerine lrak'a hakim olmak için çalışıyor!)

Cuma gürıleri yaklaşık 50 kişi ile birlikte Kerkük'ten, ormanlar içinde güzel bir mesire yeri olan Santepe Köyü'ne

geziler düzerıliyorlardı. Sabah saat 07'den akşam 18'e kadar

süren bu gezi sırasında çaylar içilir, evierden getirilen pasta ve börekler yenir, bazen de birkaç önde gelenin katkısıyla ız­ gara ziyafeti verilirdi. Bu, işin piknik ve eğlence yönü idi. Ay­ nı zamanda hizmet içi eğitim amacını güden gezide fikri ko­ nuşmalar yapılıyor, tartışmalar oluyor ve kararlar alınıyor­ du. Aynca, davet edilen aydın kişiler

seminerler vererek

gençlerin milli şuurla teçhiz edilmelerine yardımcı oluyor­

lar, onlara kitaplar ve dergiler veriyorlardı. Şair Mehmet İz­

zet Hattat, Adil Yurdakul, Habib Gökkaya bu konuda onlara

yardımcı oluyordu.

Akşama doğru sıra hoyrat ve şiir okumalanna geliyor, birlikte türkill er söyleniyordu. En çok okunan şiir ve boyrat­ ların şairlerinden biri de Kerküklü büyük şair Mustafa Gök­ kaya idi. Kerkük'ün Bulak Mahallesi'nde 1 9 1 0 yılında dünyaya

gelen Gökkaya, aynı zamanda kitap - kırtasiye dükkanı · işle­

tiyor, Kerküklü Türkler aradıkları milli yayınları O 'ndan te­ min ediyorlardı. Bu dükkan Kerkük'teki aydınların toplan­

ma yerlerinden biriydi. Orada edebiyat, siyaset, ekonomi ve

günlük meseleler konuşuluyor, gelecek için temennilerde 76


bulunuluyordu. Genç şairlerle şiir meraklılan Mustafa Gök­ kaya ve oraya gelen başka şairlerden feyz alıyor, sorular so­ rarak kendilerini yetiştirmeye çalışıyorlardı. Mustafra Gökkaya'nın dükkanının müdavimlerinden biri de Sadun Köprülü idi. 1973 yılında yayınladığı "Altun­ köprü" isimli şiir kitabının önsözünü orada tanıştığı Halk Ozanı Nasıh Bezirgan yazmış, Mustafa Gökkaya da Sadun için şu dörtlüğü söylemişti: " Sadun on dört yaşında Bu genç aklı başında Ben bunu yiğit g�rdüm Türk Millet savaşında." Santepe Köyü'nde düzenlenen programlı gezilerde, Mustafa Gökkaya'ya ait olup gençlerin karşılıklı olarak oku­ duğu hoyratlardan bazıları şöyle idi: Korumaz Çulha çoktu kornın az Dökülen şehit kanı Bin il kalsa korumaz *

Karın çalar Kalp oynar, Karın çalar Bir yanım kurt kuş yedi Bir yanım karıncalar *

Ay çığtı (çıktı) ayaz oldu Su endi de yaz oldu Genç ömrüm umut gözler Sakalım beyaz oldu Bu toplantılarda, Gökkaya' nın; "Tevkif Yolunda Türk­ men", " 1 959 Temmuz Günü" ve "Yaralı Kerkük" isimli şiir­

leri de mutlaka okunuyordu:

77


T�F YOLUNDA TÜRKMEN Gece yatmış kalg (kalk) dediler Karşı yana bağ (bak) dediler Mindirdiler (bindirdiler) cebe meni Gören dostlar ag dediler (ah) Aman zalim vurma meni Kollanından hurma meni Ezelinden kederliyem Dost öğünde kırma meni Cebe batılar meni İpten astılar meni Ağaçtan vura vura Dilden kestiler meni Kimse derdim sora bilmez Hiçbir ehlim göre bilmez Yağlığ (yağlık) cepde elim baglı Göz yaşianın sile bilmez 1 959 TEMMUZ GÜNÜ

Nene (ana) bayram olmadı Bakım babam gelmedi Menimçin zubun çeket Babam nişin almadı Nene babam gelmedi Menim sabnrn kalmadı Gün hattı gece oldu Bilmirem nece oldu Dünya gözüm öğünde Renk renk alaca oldu 78


Nene babam gelmedi

Menim sabrım kalmadı Nene neden ağlısan Kapıları bağlısan

Nişin Türkmen kesiller Uşakları( çocukları) saklısan

Nene babam gelmedi

Menim sabrım kalmadı

Gene nenem yığladı (ağladı) Ciğerimi dağladı

Balam Türkmen kesiller Meni evde sakladı N ene babam gelmedi

Menim sabnm kalmadı

Nene yığlar (ağlar) kız yığlar

Oğlan yığlar yüz yığlar

Birbirin kucağlıyıp (kucaklayıp) Dize vurar diz yığlar

Nene babam gelmedi

Menim sabrım kalmadı YARALI KERKüK

Bilmem sen haralısen Diyisen (söylersen) yaralısen Gözlerden yaş ağar

Gök girip karalısen

Kerkük'üm yaralıyem Gök girip karalıyem

Gözlere tikan (diken) oldum

Men çünkü yaralıyem

79


Kerkük'üm karalıyem Cigerden yaralıyem El diyer bizim Kerkük Bilmem men haralıyem Kerkük'üm nice Kerkük Düşüpili saça Kerkük Allah'tan imdat diler Her gün her gece Kerkük Kerkük Kalalı Kerkük Başı belalı Kerkük Şahraban nan kimin Sıgıp el eli Kerkük Kerkük'ün yanar dağı Boynunda siyah bag. Her gün her gece geli Hastalar sorar sagı Kerkük'ün harasma Oh değdi yarasına Agtan (aktarı) tabip tapmaz Derdinin çaresin e ... . Sarıtepe Köyü'nde düzenlenen toplantılann amaçla­ rından biri de Sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı sağla­ maktı. Herkes çevresiyle yakın köylerde bulunan hasta, düş­ kün, yoksul ve yetimleri tespit ediyor, her hafta onlar için ka­ rınca kararınca yardım toplanıyor, hastalada yaşlılar evle­ rinde ya da hastanede ziyaret ediliyordu. Bu tür faaliyetler elbette yalnızca Santepe Köyü ile sı­ nırlı değildi. Orada bir fikir oluşturuluyor, belirli zamanlarda da başka Türk bölgelerine; özellikle Karaincir, Tazehurmatu, 80


Tuzhurmatu, Kifri ve Telafer'le çevrelerinde bulunan ; Ley­

lan, Yahyava, Kümbetler, Kızılyar, Dakuk, Bastamh, Muhal­ lebiye ve Hanekin'e gidiliyor, oralardald Türkmenlerle de sı­ kı ilişkiler kuruluyordu. Bu faaliyetlere katılanlardan çoğu daha sonra Saddam Hüseyin yönetiminin hışmına uğraya­ caklardı. Burı1ar arasında, çocukluktan beri Sadun'la birlikte olan dava arkadaşları Şehit Mehmet I<orkmaz, Şehit Rüştü

Muhtar oğlu, Allahverdi B�rber, Şehit Aydın Mustafa, Şehit İzzettin Celil Terzi, Şehit Muhsin Salihi, Yılmaz Abdullah,

Adil Leylanlı, Mehmet Bayatlı gibi şahsiyetler vardı.

Sadun Köprülü'�üİı hayatında iz bırakan Türk bölge­ lerinden biri de acı ve tatlı hatıralanyla Erbil' di. Acı hatırası şu idi ki, orada bulunan Öğretmen Okulu'na kaydolmak maksadıyla 1 972 yılında babasıyla birlikte Erbil'e gitmişler­

di. Sadun henüz on beş yaşında idi. Öğretmen Okulu'na kay­ dolahilmesi için öncelikle Baas Partisi'ne üye olması gerek­

tiğini öğrenince dünyası yıkıldı. Erbil'in ileri gelenlerinden Sanan Ahmet Ağa'nın yardımcı olma çabaları ·da kar etmedi. Saddam Hüseyin işte böylesine despot bir rejim kurmuştu; öğrenciler de, kamu görevlileri de bu partiye üye olmak zo­ rundaydı. Saddam'ın kanunu öyle idi ama Sadun'un vicdanı buna elvermezdi; kabul etmedi, geri döndüler. Sadun, Sel­ çuklu atamızın Atabeylik kurduğu bu şehri çok sevmişti. Çünkü; insanlarıyla, evleriyle, yollarıyla, folklor ve türküle­ riyle bu şehir adeta " Ben Türküm!" diye haykırıyordu. Sa­

dun, babasıyla birlikte şehri dolaşırken sanki her bir yerden Atabey Muzaffereddin Gökbörü'nün başlattığı Mevlid oku­ malarının namelerini duyuyor, Peygamber Efendimize sala­

vat getiriyordu.

Sadun, Erbil'den ayrılma vakti geldiğinde, "Ben bur&­ ya yine gelirim" dedi ve Kerkük' e döndüler. Oradan Bağdat'a geçerek Mısır, Ürdün ve Lübnan gibi Arap ülkelerine gidip okumanın yollarını aradı ise de mümkün olmadı. Kitap ça­ lışmaları devam ediyordu. Irak Türk folkloruna yönelik faali81


yetleri için Türk sanatçılarla, şairlerle görüşmek üzere yeni­ den Erbil'in yolunu tuttu. Orada, ses sanatkarı Faik Bezirgan ile birkaç defa görüşerek şarkı sözlerini yazdı. Ayrıca Cemiİ Kapkapçı, Harnit Küreci,Yunus Hattat, Yunus Mahmut, Ce­ sim Latif, Nurettin Merdan, Nurettin Asaf, Şairler; Adnan Kasap, Sanan Kasap, Perhan Coşkun, Aydın Neftçi, Azat Kü­ reci, İhsan Terzioğlu, Cemal Öksüz ve Hemze Osman'la gö­ rüşmeler de bulunarak derlemeler yaptı . Herkes kendisine yardımcı oluyordu. Günlerce misafir ettiler, orada Türk dü­ ğünlerine katıldı. Erbil Türkmen Kardeşlik Ocağı'nda düzen­ lenen eğlence gecesinde şiirler okudu. Zaten, Kerkük'le Erbil arasında temeli eskilere dayanan bir kültür köprüsü kurul­ muştu. Halk ozanları, şairler gruplar halinde karşılıklı ola­ rak Erbil'den Kerkük' e, Kerkük'ten Erbil' e gidiyor, falklor ge­ celeri düzenliyorlardı. Bu trafik, özellikle Ramazan aylannda . arnyordu. Sadun, başta Kerkük, Erbil, Telafer, Tuzhurmatti olmak üzere bütün Türkmen b ölgelerinde yaşayan şairlerin yazdığı şarkı sözlerini topladıktan sonra "Her Bahçeden Bir ' Gül" adıyla bastırdı. Bu kitapta yer alan ve Türkiye'de en çok tanınan Kerküklü sanatçılardan biri olan Abdulvahit Küzeci- . oğlu'nun bestelediği, sözleri Mehmet lzzet Hattat'a ait olan .·

"Öksüz Bülbül" şarkısı bir bakıma, "mum kimin yanan Ker- :, kük"ü anlatıyordu: ·

"Bir bülbülüm öterem ne yerim var ne yuvam Bir dertliyem gezerem ne çarem var ne devam Benim destanı aşkım ne has anlar ne avam Hülyalar gezen gönlüm dalına konmak ister. Ne güzelsin gözümde güneş gibi gün gibi Yıllar oldu ayrılık bana gelir dün gibi Birden ezdin bağrımı eyledin un gibi Yollarında dilberin mum gibi yanmak ister"

,

1' '/

Küzecioğlu'ndan başka Ali Kalayı, Satıh Köprülü, Teh- 1 sin Kerkükoğlu, Mehmet Rauf ve Sıddık Bende Gafur gibi pe�.:� k tanınmış şair ve sanat adamının şiiilerinin toplandığı bu

::

l


kaynak eser piyasaya verilip bir miktar satıldıktan sonra ne yazık ki toplatıldı. Tamamen bir kültürel faaliyet olmasına rağmen rejim bundan bile rahatsız olmuştu. Kısacası, geç­ mişte Irak tarihinin en huzurlu dönemini yaşatan Türklerin torunları zor durumdaydılar ve bu hal uzun sürecek gibiydi. ***

Cemal Bey, günlerdir durup dinlenmeden araştınyor ve yazıyordu. Sadun'un notları ve anlattıkları, bire bir pek çok olayı yaşayan kişiden alınmış özgün kaynaklar olduğu için çok işine yarıyordu. .Aircak Irak'ı, Irak'taki Türk tarihini, Türkiye 'nin Irak üzerindeki haklarını ve orada yaşayan Türkmenlerin durumlannı en iyi şekilde anlatmak istediği için çok çalışıyor, kendi kütüphanesinden, Milli Kütüpha­ ne'den ve internetten faydalanıyor, gerektiğinde uzman kişi­ leri de arayıp bilgiler alıyordu. Hal b öyle olunca, her zaman sorularıyla babasını bunaltan Mehmet bile O 'nu rahatsız et­ memek için fazla görünmüyor, yalnızca akşam yemeklerin­ de birlikte oluyorlardı. Sadun Köprillü'nün notlarına daya­ narak; O ' nun arkadaşlarıyla birlikte Sarıtepe, Karaincir, Tuz­ hurmatu, Tazehurmatu ve Telafer gibi yerlerde düzenledik­ leri toplantıları kaleme aldığı günün akşamı, yemeğe çıkar­ ken oldukça gergindi. Meral Hanım yüzüne bakınca hemen durumu anla­ mış, Mehmet' e işaret ederek soru sarınamasını istemişti. Oysa Cemal Bey konuşup içini boşaltarak rabatlamak isti­ yordu. Meral'in işaretini fark edince gülümseyerek, - Tamam hanım, dedi. Çocuğu sıkıştırma. Günlerdir kendim gibi sizi de disipline aldım. Mehmet ne istiyorsa so­ rabilir; tabii sen de! Güldüler . . . Bu gülüş Cemal Bey'i rahatlatmıştı. Mehmet hemen fırsatı değerlendirerek, 83


- Baba, dedi. Çalışmaların nasıl gidiyor? - İyi olmasına iyi oğlum da, araştırıp yazdığım konu insanı deli divane ediyor. Çoğu zaman sinirimden patlıyor, ka­ lemi bırakıp silahımı alarak Irak'a doğru gitmek istiyorum! Mehmet de, Meral de şaşırmışlardı. Önce korku ile birbirlerine, sonra da soran gözlerle Cemal'e baktılar. Ce­ mal, - Mesela şu Telafer, dedi. Telafer, Türkiye sınırına yal­ nızca 70 kilometre uzaklıkta, katıksız bir Türk şehri. Orada yaşayan insanlar Sünni - Şii ayırımı yapmadan birbirlerini seviyor, tehlikeleri birlikte göğüslüyorlar. 1920 yılında, İngi­ liz işgal kuvvetlerine karşı şanlı bir direniş göstererek top­ raklarına girmelerini önlemişler, Saddam rejimine de dire­ nerek ilçelerinin adının değiştirilmesine karşı çıkmışlar. Ni­ tekim Saddam Hüseyin bunu başaramamış. Ancak, Irak'ın en büyük ilçesi olmasına rağmen hiçbir yatırım yapmayarak onlan kaderleriyle baş başa bırakmış. Meral Hanım araya girdi: - Bildiğim kadarıyla durumlan şimdi de iyi değil! Cemal Bey duygulu ifadelerle konuştu: - Hem de hiç iyi değil Meral . . . l920'lerden kalan bir hınçla Telaferliler Irak'taki işgal kuvvetlerinin de hışmına uğradılar. Kürt peşmergelerin kılavuzluğunda oraya giren Amerikan askerleri adeta taş taş üstünde koymayıp her tür­ lü pisliği yaptılar. Biz Kızılay aracılığı ile birkaç tır yardım malzemesi götürebildik, o kadar. Yalnızca o kadar . . . Cemal Bey sözlerini tamamlayamadı; bir süre ağlaştı­ lar. O, sonra devam etti. Öfkesi dışa vuruyordu: - Koskoca Amerika gelmiş, Irak'ta aşiret reisieriyle iş­ birliği yapıyor. 1950'li yıllardan beri oradaki Türk varlığının can düşmanları olan Talabani ve Barzaniler Kerkük ve Mu84


sul'u olduğu gibi Telafer'i de tamamen kendilerine bağlamak istiyorlar. Türkiye'nin Habur'dan sonr� Irak sınınnda ikinci bir kapı olarak düşündüğü Ovaköy'ün açılışı yine Amerika tarafından engelleniyor. Çünkü bu kapının açılması peş­ merge bozuntularının hoşlarına gitmiyor. Çünkü bu kapı açıldığı zaman Irak'a gidiş gelişler Telafer üzerinden yapıla­ cak ve yıllardan beri kaderine terk edilmiş olarak duran bu bölge canlanıp ayağa kalkacak. Oranın şimdilik ayağa kalk­ masını istemiyorlar. Çünkü Telafer'de daha çok Türkler ya­ şıyor. Kürt - ABD işbirliği bununla da kalmıyor. Telafer yakı­ nında bulunan ve daha çok Kürtlerin oturduğu Sincar llçe­ si'ni il yaparak Telafer'i oraya bağlamayı planlıyorlar. Böyle­ ce Telafer'i de kendi yönetimlerine almış olacaklar. Dolayı­ sıyla, Türkiye'de Ovaköy Sınır Kapısı'nı açacak yürekliliği gösterecek bir iktidar gelirse ona da tedbirlerini almış .ola­ caklar! Susup düşüncelere dalmıştı ki, Mehmet'in sorusu geldi: - Peki, bizim hükümet ne yapıyor? - Beni en çok üzen de bu, oğlum, dedi. Bizim hükümet sus uyar! Meral Hanım acı acı gülerek söze girdi: - Mahkemede susma hakkını kullanan suçlular gibi! - Suçlu olsak, haksız olsak hadi, yaptıkları doğru diyeceğim ama öyle değil. Tarih şahit ki biz haklıyız. Uluslar ara­ sı antlaşmalar bile bizden yana. Hani aciz, zavallı insanlar vardır; haklı olduklan bir konuda bile seslerini çıkartamaz, öyle sus-pus otururlar. Bizimkiler de o hesap! lşte böyle tes­ limiyetçi politikalar yüzünden ne hallere düşüyoruz, görü­ yorsun. Sofraya oturmuşlardı ama elleri ne ekrneğe uzanıyor­ du ne de kaşığa. Irak'ta yakın geçmişte Saddam rejiminin, şimdilerde de Kürt - AB D işbirliğinin zulmü altında inleyen 85


kardeşlerini düşünmek onlara her şeyi unutturdu. Sanki suçluluk duygusu içindeydiler. Bir şeyler yapma mevkiinde olanlar yapmıyor, söz söyleme durumunda olanlar susuyar ve hiçbir şey olmamış gibi işi pişkinliğe vuruyorlardı. Onlar adına utanmak da bunlara düştü. Meral Hanım, "Biz yemi­ yoruz, bari çocuk yesin" düşüncesiyle Mehmet'e işaret etti. Onun asil vicdanı da buna razı değildi; gözünden damlayan yaşlan silerek kalktı, gitti. Annesiyle babası arkasından baka kalmışlardı. Meral Hanım kendini turamayarak hıçkırmaya başlayınca Cemal Bey ayağa kalkarken ağzından iki kelimelik bir cümlecik çıktı: - Baht utansın! ***

Baht utanmış mıydı ya da utanır mıydı bilinmez; an­ cak 1972 yılında Erbil'deki Ö ğretmen Okulu'na girerneyen Sadun Köprülü kaçak yollarla da olsa Türkiye'ye girmeyi b a­ şardı. O zaman Türkiye'nin başında PKK belası ve Irak'ın ku­ zeyinde yaşayan Kürt nüfusla fazla bir problem olmadığı gi­ bi dağlar da teröristlere mesken değildi. Türkiye'yi görebil­ mek, adını sanını duyduğu Türk milliyetçileri ile tanışmak için can atan Sadun, büyükleri tarafından bir görevden söz edilince hemen talip oldu. Görevi yerine getirmenin öyle ko­ lay olmayacağı söylenince, "Bozkurtlann Ö lümü" ve " Boz­ kurtlar Diriliyor" isimli eserlerini okuduğu Atsız'dan bir şiir­ le karşılık verdi: "Erlik günü geldiğinde Yiğitlere şan görünür. Yığın yığın harcanınağa Nice yüz bin can görünür. Kopunca bir büyük savaş Er tez gider, korkak yavaş. Yüreksize akçayla aş, Eriere meydan görünür. . .

"

86

·


Görevin mahiyetini tam olarak bilmiyordu. Bu şiiri

okuduktan sonra, " İ sabet ettin, görüşeceğin kişilerden biri

de Hüseyin Nihal Atsız" denilince çok sevindi. Talimatları ve öğütleri aldıktan sonra Temmuz sıcağında t srnail Fatih Yah­ yavalı isimli arkadaşıyla birlikte Kerkük, Altunköprü, Erbil, Musul, Dahuk yolunu takip ederek dur durak bilmeden Za­ ho'ya ulaştılar. Zaho, Türkiye sınırına yalnızca 10 kilometre uzaklıkta idi. Orada, Türk olduğuna kanaat getirdikleri yaşlı bir amcaya sordular: - Amca, Türkiye ne tarafta? Yaşlı adarnın gözleri buğulandı. Kuzeyde görünen dağ­ lan göstererek, ağlamaklı bir sesle, - Aha, dedi. Aha şu dağların arkası Türkiye. O orada kaldı, biz burada; dağlar girdi araya, tuz basmayın yaraya! O adamla birlikte kucaklaşıp ağlaştılar, sonra da bir kenara çekilip koyu bir sohbete daldılar. Geceyi "En-Nezafe Minel İ man = Temizlik İ mandan­ dır" isimli bir otelde geçirdikten sonra sabah erkenden hare­ kete geçtiler. Sadun ve arkadaşı son derece heyecanlı, bir o kadar da korku doluydular. Heyecanları çok sevdikleri Tür­ kiye 'ye kavuşmalarına artık çok az bir zaman kalmış olma­ sındandı. Ya bir aksilik çıkarsa? İşte bunun için de çok kor­ kuyorlardı. Habur' dan ellerini kollarını saliaya saliaya geçe­ mezlerdi. Onun için, bir gün önce tanıştıklan Türk'ün tavsi­ yesine de uyarak yanlarına 1 2 ekmek ve 2 şişe su aldıktan sonra kuzeydeki dağlara doğru yürüdüler. . . Uzaklarda duran Habur Sınır Kapısı'nı seçebiliyorlar­ dı. Kendilerini çok duygutandıran Türk bayrağını gözleyerek sınıra yaklaştıklarını anladılar. Ancak kapı her iki taraftan da kontrol altında olduğu için tehlikeli olabilirdi. Daha uzak bir yerden girmeyi denemek için uzaklaştılar. Kalpleri duracak gibi oluyordu. B elki bir - iki adım ötesinde 200 milyonluk koskoca Türk dünyasının tek bağımsız devletinin toprakları 87


uzanıyordu. Üzerlerine gizledikleri tam yirmi dört mektup vardı. Onlar Türkiye' deki önde gelen Türk Milliyetçilerine ve Türkiye' de yaşayan Türkmenlerden bazılarına ulaştırılacak birer emanetti.

Ortalıkta kimsecikler yoknı ama dikkatle

üstlerini başlarını yokladılar .. Evet evet; mektuplar duruyor­ du ve hedefe çok az kalmıştı. "-Allahım sen ne büyüksün; oldu işte, oldu!" Türk sını­ rından girdikleri anda Sadun'un içinden bu kelimeler geçti. lçi kabarıyor, coşup taşmak istiyor, gözyaşlan boşanıp ak­ mak için hazır bekliyordu. Kendini zor tuttu; içinden geçen­ leri sesli olarak söyleyemedi; coşkusunu da, sevinç gözyaşla­ rını da içine akıttı. Toprağa kapanıp öpmek için beyninden gelen emirleri de uygulamadı. "Bir terslik olur, bir gören bu­ lunur ve bütün gayretletim boşa gider" diye korkuyordu. Yalnız, gönülden yüz bin kere, milyonlarca milyon kere öpü­ yordu Türkiye toprağını. Arkadaşı da öyle; içieri içlerine sığ­ mıyordu. Uzaklaştılar oralardan ve kimsenin olmadığına emin oldukları bir yere çekildiler. Artık iradelerine hakim değillerdi. Toprağa kapanmış; ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorlardı. Neden sonra kendilerine gelip doğrulduklarında sıcak, sıcacı.k bir ses duydular: - Hoş geldiniz kardaşlar! Sadun yan tarafa dönüp baktı ki bir Mehmetçik! Korktu . . . O ' nun bir Türk askeri; sevdiği insaniann yurdunu, özlem duyduğu Türkiye'nin sınırlarını bekleyen bir Mehmetçik olduğunu bile bile korktu. Öyle ya, ne de olsa ka­ çak giriyorlardı. Ama askerin sıcaklığı ve cana yakınlığı de­ vam ediyordu. Matarasının kapağına su doldurup verirken, - Her şey yolunda, dedi. Merak etmeyin! - Sağ ol Mehmet kardaş! - Adımı nereden biliyorsun? 88


- Mehmet, Mehmetçik bütün Türk askerlerinin ortak adı değil midir? - Öyledir tabii. Ama benim gerçek adım da Mehmet. Siz, Kerküklüsünüz, değil mi? - Evet . . . Sen nereden bildin? - Bir yıldır bu dağlarda nöbetteyim . . . Sahi, senin adın ne? - Sadun. Sadun Köprülü . . . Arkadaşım da ls mail Fatih! - Köprülü, Kasap, Kasaboğlu, Bayat, Bayatlı, Avcı, Saatçi, Nakip . . . Bir yılda bu isimleri taşıyan kaç Kerküklü geçti bucalardan be Sadun Kardaş; daha bilmeyetim mi gelenin memleketini? Sonra; dost mu, düşman mı olduğunu? - Sağ ol Mehmet Kardaş. Bize yardım edecek misin? - Edeceğim tabii. Hele biraz dinlenin de şu köye kadar gidelim! - Başına bir iş gelmesin sonra! - Aslında komutanımız da yardımcı olmak ister ama, biliyorsun işte . . . - B ilmez olur muyum? Onun için diyorum ya, başına bir iş gelmesin diye . . . Buraya kadar geldikten sonra başımı­ zın çaresine bakarız! Mehmetçik tebessüm etti, sonra, yıllar sonra Sa­ dun'un, adıİlı "Hasan" olarak hatırladığı köye kadar yürüdü­ ler. Asker gitti, birileriyle konuştu. Geceyi orada geçirecek­ ler, ertesi gün de Silopi'ye gönderileceklerdi. Köylüler onla­ ra ikearnlarda bulundular ve bu aşın yorgunluğu atabilmele­ ri için ellerinden geleni yaptılar. Gece deliksiz bir uyku uyu­ yup güzel bir kalıvaltı yaptıktan sonra sivil kıyafetlerlE! gelen Halil Yüzbaşı kaldıklan evde onları ziyaret ederek geliş

amaçlarını ve niyetlerini öğrenince moral verdi. Sadun'la ls­ mail Fatih çok duygulanmışlardı. Türk Subayı'nın bu ilgisi,

89


Türkiye'ye ümit bağlamakta ne kadar haklı olduklarını gös­ termiş, göğüsleri kabarmıştı. Yüzbaşı, Sadun' un cebine bir miktar para koydu, ardından da köylüler üç at ve bir azık torbası getirdiler. Herkes tıpkı sınırda Mehmetçiğin söyledi­ ği gibi "Hoş geldiniz kardaşlar" diyor, onlar da, "Hoş bulduk kardaşlar" diye cevap veriyorlardı. Atın ikisine Sadun'la ar­ kadaşı, ötekine de köylülerden bir genç bindi. Birlikte Silo­

pi'ye kadar gidecekler, oradan da Gaziantep üzerinden All ­ kara'ya yolcu edileceklerdi. Ö ğle namazını Silopi merkezin­ deki camide kıldıktan sonra yola çıktılar. ***

Önlerinde yoğun bir görüşme trafiği vardı. Yanlannda bulunan ve başta şair Mustafa Gökkaya olmak üzere daha sonra Saddam Rejimi tarafından idam edilecek olan Meh­ met Korkmaz'la Rüştü Şahlı gibi Türkmen önderlerinin ver­ diği 24 mektup yerlerine ulaştırılacaktı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel B aşkanı Alparslan Türkeş, Büyük Türk Milliyet­ çisi Hüseyin Nihai Atsız, Başbakan Süleyı;nan Demirel, Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, MHP Gençlik Kolları, Ülkü Ocakla­ rı gibi kişi ve kuruluşlara gönderilen bu mektuplarda özetle şunlar yazıyordu:

"Bizler Irak Türkleri olarak zulüm ve işkenceler altında acı günler yaşamaktayız. Irak'taki rejim, çok sayıdaki aydın ve babayiğit insanımızı idam ediyor. Çok sayıda Türkmen de hapishanelerde bulunuyor. Hiçbir hakka sahip değiliz. Ana : dilimizde okul olmadığı için çocuklarımız kendi dillerinden .ı 1 yoksun kalmaktadır/ar. Türkçe hiçbir yayınımız yoktur. Biz- : !ere hiçbir görev verilmemektedir. : Durumumuz kısaca budur. Yardım etmenizi ve destek. olarak haklarımızı alıp kor.umanızı istiyoruz. Sizlerden baş- i ka hiç kimse bizi düşünemez. Umutlarımız Ülkü Ocakları,. l Bozkurtlar'dır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Yüce Türk.' Milleti'nden başka sığınacak limanımız yoktur. ;;

j

ı

00

ı


Irak Türkleri her türlü katliama, soykırıma maruz kal­ nıakta4ır, bize sahip çıkın. " Doğrudan ve dalaylı görüşmeler yoluyla bu mektuplar ilgililere verilecekti. Ancak, başlarına gelen bazı olaylar Tür­ kiye' de de öyle rahat dolaşama yacaklarını gösterdi, moralleri bozuldu. Ellerinde Bizim Anadolu Gazetesi ve Bozkurt Ay­ lık Ülkü Dergisi, Ankara Demirlibahçe'deki Atatürk Öğrenci Yurdu'na doğru yürüyorlardı. Cebeci'de, Siyasal Bilgiler Fa­ kültesi'ni biraz geçmişlerdi ki bir grup uzun saçlı, pis bıyıklı 0 genç tarafından yolan kesildi. Ellerindeki gazete ve dergileri parçalayıp yere atarken söyleniyorlardı: "- Pis faşistler sizi. . . Hangi cesaretle buradan geçiyor­ sunuz bakalım?" Onlar, Türkiye'de de "kurtarılmış bölgeler" olduğunu nereden bilsinlerdi? Ama olsun, neredeyse bebeklikten beri olayların içinde piştikleri için böyle soytaniara pabuç bıra­ kacak degillerdi ya! Sadun vurmak için tam yumruklarını hazırlıyorrlu ki gülmeye başladı; alttan alacaktı. Çünkü, Türkiye sınınndan içeri girdiklerinin ikinci günü Gaziantep 'te yaşadıklan bir ola­ yı hatırlamışn. O sahneler bir anda gözünün önünden geçti: O güıı şehir içinde gezerken tanıştıkları sol fikirli mu­ hatapiarı okumuş, kültürlü biri idi ama sapiantılan vardı. Dostlukları ilerleyince evlerine yemeğe gittiler. Evin duvarla­ rında Nazım Hikmet'in, on binlerce Türk'ü katleden ya da sürgün edip yerlerinden yurtlarından eden Rus kasabı Sta­ lin'in resimleri asılıydı. Ankara otobüsü akşam saatlerinde olduğu için zamanlan vardı. Sadun, Kerkük'te çektikleri çile­ yi, verdikleri mücadeleyi baştan sona anlattı. O anlattıkça karşısındaki etkileniyor, dudaklarını ısırıyordu. Hele Sadun, 1 967 yılında Başbakan Süleyman Demirel Kerkük'e geldiği zaman daha on yaşında olduğu halde tutuklanmasını, orada yaşadıklarını anlattp Türkiye'den kendilerine yalnızca ülkü91


ellierin yardım ettiğini, onun için Alparslan Türkeş'i çok sev­ diklerini söyleyince, Gaziantepli dostları gözlerinden dam­ layan yaşları silerek, - Tamam, dedi. Bana biraz müsaade . . . Siz çocuklarla sohbet edin, az sonra gelirim! Ev sahibinin 8

-

10 yaşlarında iki çocuğu vardı. Sa­

dun'la tsrnail onlara hoyratlar, şiirler ve Kerkük türküleri

okuyunca çocuklar sevindiler. Aradan yarım sat geçmişti ki ev sahibi geldi. Elinde posterler vardı. Duvardaki N azım Hikmet ve Stalin resimlerini indirip parçaladı, sonra da yer­ lerine Türk Bayrağı'nın doğuşunu sembolize eden tablo ile Alparslan Türkeş'in posterini asıverdi. Evde bir anda her şey değişmiş, evin hanımı da bu işe şaşıp kalmıştı ama yüzünde bir tebessüm vardı. Hele çocuklar bir türlü sevemedilden o çirkin yüzlü Stalin'in resminden kurtulduklan için mutluy­ dular. Zaten bu Kerküklü ağabeylerini de çok sevmişlerdi. . . Sadun bu kısacık zaman diliminde o sahneleri adeta yeniden yaşadıktan sonra da gülüyordu. O'nun bu gülüşü ve aldırmaz davranışı, karşısındaki­ lerin sinirini bozmuştu. Tabancalarını çıkarıp İsmail'le ikisi­ nin alınlarına dayamaianna da aldınş etmedi. Yalnız, işin '

ciddiyetini anlamıştı; çıkıştı:

- Bizi Saddam Hüseyin bile yıldırama dı. . . Burada, Türk bayrağının dalgalandığı topraklarda hiç korkmayız ar­ kadaş, çekin gidin yanımızdan! Karşıdakiletin lideri olduğu anlaşılan genç, - Vay vay vaay! Dedi. Demek buradaki faşistler Irak'tan, Kerkük'ten yardımcı kuvvetler getirdiler, öyle mi? - Biz yardımcı kuvvet falan değiliz. Türkiye'den yardım almaya gelmiştik ama demek ki burada da sizin gibi satıl­ mışlar var. Orada Kürtlerle, Araplada kavgamız vardı. Bura­ da da sizinle dövüşürüz, olur qiter!

92


Bu arada devriye gezen polis arabası gelince Ötekiler sıvıştılar, Sadun'la-tsmail de yollarına devam ettiler. Üç blok halirideki yurtta ülkücü öğrenciler kalıyordu.. Başlarından geçeni yadırgayarak anlatıp "Türkiye'de böyle bir olayla karşılaşacaklarını rüyada görseler inanmayacakla­ rını" söyleyince, Saddam rejimi tarafından kendilerine yapı­ lan "Türkçü, Turancı, faşist" ithamlarının maalesef Türki­ ye'de de "suç" olar� görüldüğünü öğrenip üzüldüler. Türki­ ye'de Türklüğü sevmenin kötü gösterilmesine akıl erdiremi­ yorlardı. Türkiye günleri işte böyle bazen hoş bazen de nahoş olayJarla geçip gidiyordu. Bursa'da girdikleri bir tokantada da sol örgüdere ait afişler vardı. Oturduklan yerden gözleri, ne takılınca rahatsız oldular. Yanianna gelen garsona "Bun­ ları siz mi astınız?" diye soruyorlardı ki patran yanlarına gel­ di. Rahatsız olduklannı anlamıştı. Masalarına oturup anlat­ tı. Meğer, bölgeyi kontrol altında tutan sol gruplar arada bir gelip izin bile almadan bu tür afişler asıp gidiyorlar, ayrıca para alıyorlarmış. Sadun'un aklına bir muziplik gelmişti. Çantasını açarken, __

- Bunun çaresi var, dedi. Onları indirip şunları asarsak bir daha buraya gelemezler! "Ne Komünizm ne Faşizm, Milliyetçi Türkiye!" ve "Milli Devlet Güçlü İktidar" yazan afişleri çıkarıp verdi. Pat­ ran garsonu çağırarak öteki afişleri indirip bunları asmasını istedi. Garsonlar bu işlemi yaparken onlar patronla tatlı bir sohbete dalmışlardı. Yemekler, tatlılar hep patran tarafın­ dan ısmarlandı. Derken, her zaman gelen sol grup yine kapı­ da göründü. Gözleri duvarlarda idi. Biri ötekilere afişleri gös­ terirken patronun benzi sararmıştı. Derken, dışarıdan sesler duyuldu: "Komünistler Moskova'ya!" "Yaşasın Milliyetçi Türkiye!" Kapıdakiler tabana kuvvet kaçartarken patran Sa­ dun'la İsmail Fatih'i kucaklıyordu. Sadun, 93


- Onlar meydanı boş bulunca aslan kesilmişler. Siz de sesinizi çıkarmayınca . . . - Haklısın, dedi p atron. Ama ne yapabilirim ki? Karşı koysam camları çerçeveleri indiriyorlar! - Sen de haklısın. Bu asılan afişler dükkanını korur de­ miştim ama, anlaşılan ülkücü kardaşlar buralara hakim ola­ caklar. Bundan sonra hiç korkmayın. Patronun yüzü gülüyordu. "Lokantasının her zaman kendilerinin emrinde" olduğunu söyledi ama onlar Bursa' da fazla kalmayacak, Türkiye turuna devam edeceklerdi. Yurt sathına yayılan ülkücüler sayesinde genellikle gittikleri her yerde el - baş üstünde tutuldular. MHP' de, Ül­ kü Ocaklan'nda şeref misafiri olarak ağırlandılar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Hüseyin Nihai Atsız'ın ya­ kın ilgisi onları duygulandırmıştı. Atsız'la İstanbul' da, Süley­ maniye Kütüphanesi'nde görüştüler. O ' nu, Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor isimli eşsiz eserindeki Kür­ şad'a b enzetmişlerdi. Kendilerini de mutlaka Yüzbaşı Yarn­ tar ve Onbaşı Gökbörü gib� görüyorlardı. Irak'taki durumla­ rını, yaşadıklarını ve geliş maceralarını uzun uzun anlattılar. Atsız dikkatle dinliyor, duygulanıyar ve ağlıyordu. - Derdiniz derdimizdir, dedi. Yalnız, buraya gelirken büyük tehlikelere katlanmışsınız. Korkmadınız mı? Sadun, Atsız'ın bir dörtlüğü ile cevap verdi: "Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa, Türk'e boyun eğdirir yalnızca töreyle yasa; Yedi ordu birleşip karşımızda pariasa Onu kanla söndürup parçalarız, yeneriz . " Atsız, elini Sadun'un omzuna koyarak Varsağı 'sından dörtlükler okudu:

94


"Erlik günü geldiğinde Yiğitlere şan görünür. Yığın yığın harcanınağa Nice yüz bin can görünür. Kopunca bir büyük savaş Er tez gider, korkak yavaş. Yüreksize akçayla aş, Eriere meydan görünür. Bir gün olur yılda, ayda Birieşiriz hep Altay' da Güz ayında, kurultayda Başı börklü han görünür. " Çok faydalı bir görüşme olmuştu. Cami avlusunda hummalı bir çalışma vardı. Ne olduğunu pek merak etmedi­ ler. Çünkü bir an önce bu muhteşem eseri incelemek için c�m atıyorlardı. Akşam namazı vakti de yakın olduğu için şa­ dırvanda abdest alıp içeri girdiler, inihraba yakın bir yere doğru giderek imarnın arkasında namaz kılıp dualar ettiler. O muhteşem atmosfer ve aldıkları büyük moral onları adeta elden ayaktan koparmış, manevi dünyalarda uçuruyordu. Bir türlü camiden ayrılmak istemiyorlar, her köşesini, her zerresini inceliyorlardı. Sadun, arkadaşına dönerek, - Büyüklerimiz hacca gitmeden önce, dedi; boş yere buralara gelrniyorlarrnış! - Evet, dedi İsmail Fatih. Buralardan aldıkları aşk ve şevkle mutlaka hac ibadetlerini daha güzel yapıyorlardır. Akşam karanlığında camiden çıkarlarken bahçeden ge­ len rnikrofonik ses hislerine tercüman oldu. O halet-i ruhiye içerisinde Türk tarihinde bir gezinti yapmariın tam da zama­ nıydı; ses ve ışık gösterileri programı çerçevesinde Yahya Ke­ mal Beyatlı'nın "Süleymaniye' de Bayram Sabahı" şiiri okunu­ yordu. Zaten o gün onlar için bir "bayram" değil miydi? 95


"Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib aıem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayruetle dolu ... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükO.nette karıştıkça karanlıkta ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayill et karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya. Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleyırianiye tarih oluyor. Ordu-millederin en çok döğüşen, en-sarpı Adamış sevdigi Allah'ına bir böyle yapı. En güzel mabedi olsun diye en son dinin Budur öz şekli hayaı ettigi mimarinin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi; Taşımış harcını gazileri, serdarıyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimariyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne, Taa ki geçsin ezeli rabmete ruh ordulan.. Bir neferdir, bu zafer mabedinin miman.

96


Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir varisin olmakla bugün mağrO.rum; Bir zaman hendeseden abide zannettimdi; Kubben altında bu cumhüra bakarken şimdi, Senelerden beri ıiiyada görüp özlediğim Cedlerin mağfıret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imanı bir in�an yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi! Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i Ne kadar saf idi siması bu mü'min neferin! Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin? Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? D erin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem b Uyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan varisi hem sahibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı? 97


Bursa'dan, Konya'dan, lzmir'den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, ta Bayeztd' den, Van' dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolaııl ar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hatıratar rüzgarını, Çaldıran toplan ardınca Mohaç toplannı. Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosova'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan .. Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an; Belgrad' dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar' dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı? Deniz utkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanınayla seferden geliyor!.. Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?

� arda donanmış iki yüz pare gemi

Hür u

Yeni doğmus aya baktıklan yerden geliyor;

O mübarek gemiler hangi seherden geliyor? Ulu mabedde kanştım vatanın birliğine. Çok şükür Allah'a, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervahı.

i'

Doludur gönlüm ışıklada bu bayram sabahı. ***

O ışıklann aydınlığında dolu dolu geçen Türkiye

turla/ (

nna devam ettiler. Bu Seyahatin en heyecanlı anlarından b . ri de Ankara' da yaşandı. Bir seminerde Başbuğ Alparsl

·

\ Türkeş'i büyük bir heyecanla dinlediler. Kendisiyle daha ön ce görüşmüş, Irak ve özellikle Kerkük'le ilgili derin bilgisin

98


hayran kalmışlardı. Sadun'un Altunköprü'lü olduğunu öğre­ nince, oranın Çay, Terehler, Orta Yaka, Büyük ve Küçük Köprü, Kerkük'ün de Avcılar, Musalla, Bulak, Korya, Kale, Gavur Bağı, Cirit Meydanı, Yeni Damlar, Tisin, Hamzalı ma­ hallelerini bir çırpıda sayıvermiş, Tuzhurmatu, Tazehurma­ tu, Erbil, Diyala, Hanekin, Mendili ve öteki Türkmen belde­ lerinden söz ederek "Yakında ö�gürlüklerine kavuşacakları­ nı" söyleyip ümit vermişti. Katıldıklqrı bu seminerde de O, şöyle diyordu:

"Türkçülük ne demektir?" diye bir soru sorduğumuz zaman, haımmıza gelmesi gerekli olan şeyler, bugün herkese göre değişmektedir. Çok muhtemeldir ki böyle bir soru karşı­ sında bazı kimseler koyu bir gafletin ve adi bir menfaat taas­ subunun tahrikleri ile yaratılan propagandaların tesiri al­ tında faşizmi düŞünecek, diğer bazı kimseler de bunun ifade ettiği manadarı büsbütün habersiz görünecektir. Hele genç­ lerin çoğunun, buna ait esaslı hiçbir şey bilmediği hakikati, önemle ele alınacak bir olaydır. Bununla ilgili acı bir misali burada söylemeden geçemeyeceğim. 1 948 yılında Ameri­ ka'da iken genç bir arkadaşım bir gün okul kütüphanesinde "Ansiclopedy Britanica''yı karıştınrken 'Türk' kelimesinin karşısındaki izahı da okumuş ve orada "Türkçülük denilen şovenizm ile Türklerin, yurtlarında eskiden beri yaşamakta olan Türk olmayan unsurları gücendirerek kendilerine düş­ man ettiğini, bu yüzden bu yabancı unsurlarda da milli duy­ guların uyanarak geliştiğinin" yazılı bulunduğunu görmüş. Bu hususa ait hiçbir bilgisi olmayan bu genç Türk çocuğu, yukarıda bahsi geçen ifadeZere inanmaktan da kendini ala­ mamıştı. "Nasıl olur?'' diyordu. ("Ilim yetkisi, dünyaca tanın­ mış bir ansiklopedinin yazdığı şeyler yanlış olur mu?") Bu se­ bepten benimle bir hayli münakaşaya da girişti. Fakat neti­ cede Türkçülüğün, bütün yabancı unsurların Türklere karşı gösterdikleri s!stemli ve nankörce bir düşmanlıktan ve hıya­ netten dolayı, Türklerin kendi varlıklarını korumak kaygı­ sından doğduğunu aniayarak kanaatini değiştirmiştir. 99


Işte yukarıdaki sebeplerden ötürü Türkçülüğüıı ne gibi bir mana ifade ettiğini ve doğuş sebeplerini kısaca izaha ça­ lışmak faydalı olacaktır sanıyorum. Osmanlı tarihine şöyle üstünkörü bir göz atıldığı tak­ dirde dahi görülür ki, hiçbir zaman devletin siyasetinde ve Türk sosyal hayatında şovenizme varan bir milliyetçilik ha­ kim olmamıştır. Değil yalnız küçük memuriyetlere, Sadra­ zamlık gibi en yüksek makamlara bile her soydan insanlar getirilmiştir. Tanzimat'a kadar yurt içerisinde, diğer diniere ve milletiere karşı, o devirlerde hiçbir memlekette bulunma­ yan ve aşırı sayılabilecek olan bir müsamaha ile malul koyu bir Islamcılık hakim olmuştur. Müslümanlığı benimsemekte o kadar ileri gidilmiştir k; bu yüzden, Suriye ve Irak'ta, hatta Filistin ve Mısır'da sayısı milyonları aşan Türk halkı Arap/a­ şarak, yavaş yavaş eriyip kayboldu. Türkçe her tarafta ihmal . edilerek Arapça ve Farsça kelimeler kullanmak, mukaddes bir moda ve zevk haline geldi. Tanzimat'tan sonra ise, Islam­ cılığın yanında ortaya resmen bir Osman/ıcılıkfikri çıktı. Bu fikir, çeşitli din ve milliyet taşıyan unsurltirın halitasından ortaya bir Osmanlı milleti çıkarmak hayali idi. Işte bu hakikatler karşısında, Türk milletinin şovenli­ ğinden bahsetmek, ilmin gerektirdiği tarafsızlığa sırt çevire­ rek, adi bir garazkdrlığın esiri olmaletan başka bir şey sayıl­ maz. Türkler ancak, gösterdikleri sonsuz müsamahalardan . ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıya� netZere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk milliyetçiliği; Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni,· Arnavut, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duy- : guZarının tesiri altında, bir nefis koruması gayesi ile meydana ', gelmiş ve hiçbir zaman haksız ve tecavüzkar olmamıştır. ·

·

·

.:ı i

Türkçülük, Türk Milleti'nin, ilim, sanat, ziraat, iktisat, :· kültür ve diğer her alanda, milli gelenek ve milli bünyeye uy- ,\ 1 00

1


gun bir şekilde kalkındırılması, içte ve dışta her çeşit saldır­ ganlığa karşı korunarak h ür ve müstakil olarak yaşatılması­ nı hedef tutan bir ülküdür. Böyle bir ülkü, her milletin ken­ disi için mukaddes bir hak olduğu gibi Türk Milleti ve onu teşkil eden her fert için de en mukaddes, en tabii bir haktır. Türkçülüğü, her ne sebeple olursa olsun, şu veya bu şe­ kilde iftira ve ithamlar altında bırakmaya kalkışmak ise, bu­ nu yapanların en hafif bir tabirle iyi niyetinden ve Türk Mil­ leti'ne olan sevgisinden şüphe etmeyi gerektirir. Türkçülük hakkındaki düşüncelerimizi burada özet olarak belirttikten sonra, şimdi birkaç satırla "Turk birliği" ülküsünden de bah­ setmek gerekir. Türk birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanması ül­ küsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta im­ kansız gibi görünebilir. Birçok kimse bunu zararlı bi"r hayal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak lazım­ dır ki, her hakikat önce bir hayal ile başlar. Yine hatırlamak gerekir ki, 1 91 9 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kurmak için Anadolu'da dünyanın galiplerine karşı savaşa girişrnek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmıştı. Fakat inanmış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar, yurdu kurtarmaya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular.• Türk birliği de sistemli çalışmak, fırsat kolZamak ve her şeyden önce Türkiye'yi korumak ve yükseltrneğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır. Zaman zaman, ha­ sis ve sinsi ernellerin esiri bulunan bazı kimseler, bunu Tür­ kiye'yi hemen Rusya'ya ve Türklerin yaşamakta oldukları di­ ğer memleketZere taarruza ve harbe sürükleyecek bir macera fikri olarak gösterrneğe yeltendiler. Türk birliği fikrini gü­ denleri, Türkiye'yi kudreti dışında işlere sokarak felakete yu­ varlamak ve Memleketi yıkmak için birebir çareyi bulmuş olmakla itharn ederek haklarında her çeşit iftira, hakaret ve işkenceyi reva gördüler. 1 01


Halbuki Türk birliği ülküsünü taşıyan iman sahibi in­ sanlar, Türk Milleti'nin sahip olduğu kudret ve imkanları, gayet iyi hesaplayabi/en kimselerdi. Sahip oldukları milli şu­ ur, fikir ve ilim kabiliyetleri, Türk Milleti'ni her türlü mace­ radan korumak gerektiğini bilmelerine imkan sağlayacak durumda idi. Bunların hiçbirisi memleketin lıarbe sürüklenmesini ve bugünkü sınırlar dışında mevsimsiz olarak gayret saif edilme­ sini isternek şöyle dursun, hatırından bile geçirmiyordu. Türk birliği fikrini güdenlerin ülkülerini şöyle sırala­ mak mümkündür: 1 Önce her türlü insanlık haklarından mahrum edil­ miş bulunan ve işkence ile imhasına çalışılan esir Türklerin neşriyat ve propaganda yolu ile haklarını korumak, -

2 Diplomasi yolları ile bunlara her çeşit yardımı sağ­ lamaya çalışmak, -

3 Arada, imkan nispetinde kültür birliği kurmağa çalışmak ve bunu kuvvetlendirmek. -

4 Esir bulunan Türk yurtlarının ayrı ayrı istiklal ka­ zanarak, h ür milletler topluluğu içinde layık oldukları yerle- ·. ri almalarını sağlamaya çalışmak. -

5 - Esir bulundukları ülkelerden, mülteci ve muhacir i1 · olarak gelenleri sıcak bir ilgi ile karşılayıp her çeşit yardımda: bulunmak gibi günün realitesi ile telifi kabil olan hede.flerei1 ulaşmağa çalışmaktan ibarettir. Bundan biraz uzak bir he- J def olarak da, bağımsızlıklarını alacak Türk ülkelerinin, ilerde aralarında sağlam bir kültür birliği kurduktan sonra ' . beraberce verecekleri bir kararla, büyük Türk birliği meyda� , na getirmeleri dileği gelmekte idi.

j

\ j

Şimdi bu düşüncelerde, Türk Milleti için acaba ne gibi,'1 zarar bulunabilir? Kanaatimizce hiçbir zarar bulunmaz! Ak-, sine olarak çok büyük faydalar vardır. Böyle bir hareket bil--: 1 02


hassa gençliğin heyecan ve hız kaynağı olup Türkiye'nin kal­ kındmiması için daha çok çalışmayı sağlar. Sonra, Ruslar "Panslavizm" (Slav Birli), Almanlar "Pencermenizim" (Cer­ men Birliği) Araplar; Arap Birliği, Yahudiler; Yahudi Birliği, Yunanlılar; "Enosis, " diye Kıbrıs'ı isteyerek Yunan Birliği pe­ şinde koşarlarken, Bulgarlar da, Bulgar Birliği diye Make­ donya ve Tralcya üzerinde iddialarda bulunurken Türklerin kendi kardeşleri arasında bir birlik kurmak istemeleri neden günah sayılıyor? Her millet için, milli birlik kurmak mukad­ des bir hak kabul edildiği halde, bu hak neden Türkler'e ta­ nınmasın? Hele bu mukaddes hak ve dilek neden Türkiye'de suç ve cürüm olarak karşılanıyor?.. Ve neden bu fikrin sahip­ leri 1 944 yılında en ağır hakaretlere, işkencelere uğratıldı? Jnsaniyetçilik ve insan• haklarına hürmette kendilerini ön safta gösterrneğe yeltenmiş o meşhur Türkçülük düşmanları için her çeşit insanlıktan mahrum yaşayan milyonlarca Türk'e insanca yaşamak hakkı sağlamayı dilemek, neden cü­ rüm sayılıyor? Türklerin yaşadığı ve Türk bayragının şerefle dalgalan­ dığı bu topraklarda kalpleri Türklük için çarpan kimseleri, birtakım bedhah, türlü iftira ve hakaretler tertiplenerek, Mos­ kova'ya jurnal eder mahiyette ve kendilerini buna muhalif göstererek Moskofların haynnı dileyen kimseler olarak, benr­ ıilen ithamlarla nasıl oluyor da [esat tertip edilebiliyorlar? Fakat bunların hepsi boşuna gayret oldu efendiler! Bo­ şuna gayret. Moskofiara yaranmak mümkün değildir. Ne Türkçüleri ezmeğe kalkmakla, ne de yüzlerce. Türk mültecisi­ ni insanlık duygularına ve devletler hukuku kaidelerine ay­ kırı olarak, öldüreceklerini bile bile Moskof tarafına iade ederek yaranmak mümkün oldu! Biz Türk birliği ülküsünü, yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyoruz. Bu ülkü her zamandan ziyade bugün, Türk Milleti tarafından daha önemle anlaşılmakta­ dır. Moskofların doymak bilmez hırsları, kendi başlarını yi1 03


yecektir. Girişeceğimiz savaşta onları mutlaka yeneceğiz. Çünkü hakkı ve insanlığı müdafaa edeceğiz. Çünkü biz Türklüğün ezeU ve ebedi hakları için dövüşeceğiz. Çünkü biz 'ya istiklal ya ölüm " parolası ile çarpışacağız. . . "

Bu konuşma salonda bulunan herkesi heyecanlandır­ miŞ ama en çok da Sadun'la İsmail Fatih'i etkilemişti. Orta­ lık "Başbuğ Türkeş" nidalarıyla inierken onlar en ön safta idiler. Bir gördüğünü bir daha unutmayan liderin gözleri ka­ labalığın arasından onlara odaklanmıştı. O babacan tavnyla seslendi: - Gel bakalım Sadun, gel. . . tsrnail Fatih de gelsin! Onlar birlikte yürürlerken; gençler, kendi aralannda yapılan fısıldaşmaların ardından gök gürlercesine haykır­ maya başladılar: - Kerkük Türk'tür, Türk kalacaktır! Kerkük Türk'tür, Türk kalacaktır! Kerkük Türk'tür. . . ***

Türkiye programı bitmiş, ayrılık günleri gelip çatmıştı. İyi de, nasıl dönülecekti? Bir yere "kaçak" olarak girmişseniz normal yollardan çıkmanız mümkün değildi. Yine dağlardan tepelerden aşarak sının geçmeye çalışmalan mümkün değil­ di; çünkü, ellerinde 200'e yakın kitap, dergi, bülten, ayrıca rozetler, bayraklar ve ufak tefek de olsa hediyeler vardı. Mut­ laka karayolu vasıtalarından biri ya da treni tercih etmeleri gerekiyordu. Peki bu nasıl olacaktı? . Tavsiyeye uyarak tren yolunu denemeye karar verdi­ ler. Adana'da birkaç gün araştırma ve keşif çalışması yaptık­ tan sonra o sıralarda Suriye üzerinden Bağdat'a kadar git­ mekte olan TCDD Treni'ne binmeye karar verdiler. Normal yolcuların arasına karışıp onların eşyalanna yardımcı olu­ yormuş gibi davranarak trene birrrneyi başardılar. Yolcuların yüzlerine, tavırlanna dikkat ediyorlar, gözlerine kestirdikle1 04


rinin kompartımanlannda boş yer olup olmadığını anlama­ ya çalışıyorlardı. İhtiyar bir dede ile nineyi görünce Sa­ dun'un yüzü güldü. tsrnail Fatih' e işaret ederek onlan takip etmeye başladılar. İhtiyar adam elinde bilet, aranıp duru­ yordu. Sadun hemen elinden bileti alıp yardımcı. oldu: - Tamam dede, biz de aynı kompartımandayız! - Sağ ol evladım. Yaşlılık işte, arayıp duracak.tım. Birlikte kampartımana girdiler, dede ile nineyi oturt­ tuktan sonra eşyalarını dikkat çekmeyecek şekilde yerleştir­ diler. Tren hareket edene kadar da onlarla oturup sohbet et­ tiler. Onların Bağdat'a gidiyor olmaları da işlerine gelmişti. Tren hareket ettikten sonra, kontroller başlamadan kampar­ tımandan ayrılıp başlarının çaresine bakacaklardı. Hareket düdüğü çalınca ayağa kalktılar. Sadun, - Dede, dedi. Biz daha çok kafeteryada falan oturur, kontrolümüzü de orada yaptırırız. Kondüktör gelince bizden bahsetmenize gerek yok. Sizin bir isteğiniz varsa söyleyin, alıp gelelim! Yaşlı adam sanki bir şeylerin farkına varmış gibiydi ama üzerinde durmadı: - Sağ ol evladım, dedi. Siz keyfinize bakın. Azığımız ya­ nımızda. Arada bir tuvalet ihtiyacımız olur, ona da gider ge­ liriz. Sadun'la tsrnail Fatih çıktılar, yaşlı adam arkalarından dudak büküp ellerini yana doğru açtı. Hanımı meraklanmıştı: - Ne oldu Bey? - Yok bir şey hanım . . . lyi çocuklara benziyorlar! Kondüktörlerin onları fark etmeden işlerini bitirmesi gerekiyordu. Ondan sonra en azından bir sonraki istasyona kadar rahat ederlerdi. Çoğu zaman tuvaletlerde, bazen de kafeteryada zaman geçirerek istasyonları bir bir atlattılar. 1 05


Arada sırada da eşyalarını koydukları kompartımana ugrayıp ihtiyarların hatırını sormayı ihmal etmediler. Allah' tan ora­ ya başka yolcu binmemişti. İhtiyarlar oturdukları yerde uyu­ yor, yatakları kullanmıyorlardı. Yatakların keyfini çıkarmak da Sadun'la İsmail Fatih' e kaldı. Türkiye sınırından Suriye'ye geçerken karışık duygu­ lar içindeydiler. 45 gün, yani tam bir buçuk ay candan öte sevdikleri bu ülkede kalmış, çok güzel günler geçirmişlerdi. Adeta iman tazelemişler, davalanna daha sıkı sarılmışlar ve Türkiye' de kendileri gibi düşünen, kendileri için canlarını mallarını vermeye hazır insaniann bulunduğunu görmekten mutlu olmuşlardı. Kim bilir; belki de hep o çevrede dolaştık­ lan için Türkiye'nin topyekün arkalannda olduğuna inanmış gibiydiler ama olsun; büyük moral depolamışlar, karşılaştık­ lan bazı tatsız olaylan çoktan unutmuşlardı. Bu, işin bir yö­ nü idi. Öbür yönü ise düşündüıiiyordu. Şimdi bir başka ül­ keden daha geçecekler, yeni kontroller olacaktı. Suriye poli­ si için de iyi şeyler anlatmıyorlardı. Şam' da korktukları başianna gelmek üzereydi ki, pa­ saport kontrolü yaparken kendilerini tuvalette yakalayan Suriye polisine uzanan bir el onları kurtardı. Kampartıman­ daki yaşlı adam elli dolan polise göstererek cebine koydu. Sadun, polisin tavırlannın birden degişmesi üzerine arkası­ na dönüp bakınca, yaşlı adamın elinin polisin cebinden çık- . tıgını gördü. Tecıiibeli adam meğer durumdan şüphelendigi . için gençleri takibe almış, başianna bir iş gelince de Hızır gi-. bi yetişmişti. Kondüktörlerle yine köşe kapmaca oynayarak Irak sı- , nırına vardılar. Bu arada Sadun için hem çok korku dolu vei' heyecanlı hem de çok komik bir olay oldu. Sık sık yaptıği gi-j bi tuvalete doğru gidiyordu. Kondüktöıiin geldiğini görünce': iki vagon arasındaki boşlukta bir köşeye çekilip kıvranmayai başladı. Kondüktör şüphelenmişti ama yine de tuvalete bak., i tı; boştu:

1 06

'j·�


- Boş, boş, dedi. Orada kıvranıp durmal Sadun yine kıvranarak tuvalete doğru giderken kon­ düktör eliyle O'nun çenesinden tutup hafifçe yukarı doğru kaldırarak, - Dur bakalım, dur, dedi. Sen hangi mevkidesin? Sadun'un kıvranmaları birden artıvermişti. Öyle ya, başka çaresi yoktu. Karnını, kasıkiarını tutuyor, kendini tu­ valete atmak için acele ediyordu. Kondüktör şüphelenmişti bir kere: - Söylesene arkadaş; birinci mevkide misin, ikinci mevkide mi? - Onu bilmem ama, çok müşkül mevkideyim kondük­ tör amca, çok müşkül mevkidel Bunu söyler söylemez kondüktörün elinden kurtuldu ve tuvalete doğru koştu. Koşarken de söyleniyordu: - Hele şu içimdekini bir atayım, kampartımanda otu­ rup sohbet ederiz! Sadun tuvalete girerken kondüktör ellerini öfkeyle yana açarken söylendi: "- Zor bizim işimiz, zor! . . " Sonra da geçip gitti. . . Suriye - Irak sınırındaki kontrolleri d e atiatsalar i ş ko­ laylaşacak, Musul' da normal yolcular gibi inip Kerkük'e ge­ çeceklerdi. Suiırı geçtiler geçinesine de, Musul yakınlarında olan oldu . . . İsmail Fatih, "nasıl olsa Irak'a girdik" diye biraz daha rahat hareket etmeye başlamıştı. Kafeteryadan bir şeyler alırken sivil Irak polislerinin dikkatini çekti. Allah'tan olacak, onların kendisiyle ilgilendiklerini fark etmişti. Telaşa kapıl­ madan kurnanyasını aldı, ağır hareketlerle kafeteryalı vagon­ dan çıktı. Ötekiler de -bizi fark etmedi diye- ağır davranıyor1 07


!ardı. İ smail Fatih oradan ayrıldıktan sonra birden hızlandı ve soluğu eşyal;mnı koydukları vagonda aldı. Sadun da ora­ daydı ve yaşlı kan koca ile sohbet ediyordu. Onların da Türk olduklarını öğrenip rahatlamış, tam olmasa da maceralarını anlatmıştı. tsrnail Fatih'in telaşla geldiğini görünce hemen ayağa kalktı: İ smail Fatih, - Polisler, dedi. Fark ettiler b eni! - Fark mı ettiler? Sadun'un elleri ister istemez eşyalarına gitmişti. t srna­ il Fatih, - Evet, dedi. Ama hangi kampartımana girdiğimi gör­ mediler! - Telaşlanmayın çocuklar, dedi yaşlı adam. Eşyalarını­ zı pencere kenarına getirin ve atıarnaya hazır olun. Az son­ raki viraja girerken tren yavaşlar. Siz şu kitap kolilerinden bi­ rer tane alın ve pencereden onlarla birlikte atlayın. Ö bürle­ rini de ben atarım! Onlar zaten yola çıkarken her şeyi göze almışlardı ve başka çareleri yoktu. İhtiyarın dediklerini yaptılar, o da ya­ pacağını yaptıktan sonra pencereyi sıkıca kapatarak perdesi­ ni çektL Sadun'la İ smail Fatih kolilerle birlikte yere düştük­ ten sonra yuvarlanmamış, olduklan yerde çakılıp kalmışlar­ dı. Elerinde sıkıca tuttukları koliler sürüklenmelerini önle­ mişti. Sadun, gülerek ınırıldandı: " - Abdullah Dede bu işleri biliyormuş!" Trenin arkasından el sallamayı da ihmal etmeyip eş­ yalarını kontrol ettiler. Birazcık dağılıp parçalanmalarının dışında her şey yerli yerinde idi. Derleyip taparlarlıktan son­ ra tren yolundan uzak bir yere gidip saklandılar. Uygun bir zamanda, uygun bir vasıta bulup Kerkük' e geçecek!erdi. ***

1 08


Bu iş Cemal Bey'i iyi sarmıştı. Yine ailece bir arada ol­ dukları akşam yemeklerinin birinde, - Ateş düştüğü yeri yakıyor hanım, dedi. Bu konuya il­ gimi ve merakımı bilirsin; esir Türkler konusunda çok has­ sasımdır. Yalnız, Sadun Köprülü ile konuşup şu çalışmaya başladıktan sonra bir defa daha anladım ki, vatan için biz yalnızca nutuk çekiyoruz, onlar ise ölüyarları - Tıpkı Orhan Veli'nin şiirinde söylediği gibi mi yani? - Aynen öyle de, kafam karmakanşık olduğu için ınısraları bir araya getiremedirol Şiiri Mehmet de merak etmişti: - Sen biliyor musun anne? Meral Hanım Mehmet'in başını okşayarak, - B iliyorum yavrum, dedi. Şöyle diyor şair: "Neler yapmadık şu vatan için; Kimimiz öldük, Kimimiz nutuk çektik!" - Evet, dedi Cemal Bey; aynen öyle. Elbette nutuk çek­ mek de iyidir ama bir işe yarıyarsal Ama bizimki, bir Arap atasözünde olduğu gibi, "Kellim kellim la yenfa! " Mehmet bir şey anlamamıştı, sordu: - O ne demek? Meral Hanım da soran gözlerle Cemal' e bakıyordu. O, acı bir gülümsemenin ardından, - Söyle söyle faydasız, boşuna, dedi. Kendimiz yazıp kendimiz okuyoruz ve yalnızca içimizi b oşaltmış oluyoruz. Bizim memlekette, "Eldeki yara duvardaki kovuk" derler Mehmedim. Yarıi b aşkasının kanayan, acıyan yarası bir baş­ kası için ağaç kovuğu, duvar deliği gibi bir şeydir. Sana acı vermez, hislendirmez anlamına. 1 09


- İyi de, onlar bizim kardeşlerimiz değil mi? Cemal Bey'le Meral Hanım göz göze geldiler. İkisinin gözlerinden de birer damla yaş süzüldü. Mehmet'in sözü duygulandırmıştı onları. İkisi iki yandan kucakladılar yavru­ larım. Cemal, - Kardeşlerimiz, yavrum, dedi. Yalnız bu senin anladığı­ nı biz büyükler anlamıyoruz ya da yeterince anlatamıyoruz! Mehmet minik dudaklarını büktü . . . O da bunun arıla­ şılamamasını arılayamamıştı. Kalktılar. Cemal Bey çalışma odasına çekilecek, Meral Hanım da sofrayı t�playacaktı. ***

Kerkük'te ilan edilmemiş bir bayram yaşanıyordu. Sa­ dun ve arkadaşının -ufak tefek aksilikler dışında- kazasız be­ lasız dönmeleri baştan başa bütün Kerkük ve civarına, özel­ likle de Musaila Mahallesi'ne büyük sevinçler, göz aydınlık­ ları getirdi. İnsanlar özellikle geceleri uyumuyorlar; Türki­ ye'den haberler sormak için Sadun'la tsrnail Fatih'i soru bombardımanına tutuyorlardı. Onlar konuştukça yüzler gü­ lüyor, kendileri gidip gelmiş, bunca olayı yaşamış gibi sevi­ nip gururlanıyorlardı. lstanbul'u, Ankara'yı, lzmir'i, Bur­ sa'yı, Adana'yı sordular. İçlerinde, daha önceden tstanbul'u ve Ankara'yı gören b irkaç kişi vardı; onlar bildikleri yerleri, ötekiler ise her yeri, her şeyi merak ediyorlardı. Camileri, yolları, sokakları, koca koca evleri, apartınarılan sordular. "Dolmabahçe'yi, Topkapı'yı, Yıldız Sarayı'nı görmüşler miy­ di?" "Padişah Efendilerimizin saraylan nasıldı?" Akla gelebi­ lecek her şeyi soruyorlardı. lstanbul Bağazı'na Japonlar tara­ fından bir "Asma köprü" yapılmakta olduğunu duymuşlardı. "O köprüyü görmüşler miydi, nasıldı? Denizin içine direk mi dikmişlerdi, nasıl duruyordu?" Yediden yetmişe bütün Ker­ kükliller soruyor, Sadun'la tsrnail bıkıp usanmadan ve adeta bütün görüp_ geçirdiklerini yeniden yaşıyormuşçasına anla­ tıyorlardı. En çok sorulan sorular ise Türkeş üstüne idi: "Tür1 1o


keş'i gördünüz mü, nasıl?" "Başbuğ ne dedi?" "Başbuğ ne düşünüyor?" "Başbuğ buraya gelecek mi?" Aynı sorular her gün her gece defalarca soruluyor, on­ lar ilk defa soruluyormuş gibi aynı heyecanla cevap veriyor­ lardı. Bütün bunlar olup biterken Kerkük sokaklarının; Kor­ ya, Cirit Meydanı, Kale çevresi ve özellikle de Musaila Ma­ hallesi'nin çehresi degişiyordu. Duvarlara, köşe ve bucaldara "Başbuğ Türkeş", "Bozkurtlar" , "MHP", "Yaşasın Türkiye", "Mustafa Kemal Paşa", "Kerkük Türk'tür, Türk kalacaknr" gibi ibareler yazıldı. Bozkurdu kolyeleri ve üç hilalli rozetle­ riyle boy gösteren gençler b üyük sükse yapıyor, bunlardan edinemeyenler ise boynu bükük geziyorlardı. Sadun, bu ko­ nuda kendisine gelen gençlere, - Keşke, diyordu; keşke çok daha fazla getirebilseydik. Ama hangi şartlarda gidip geldiğimizi, yolculuk sırasında ne­ ler yaşadıgtmızı anlattık. Ben, bunları getirebildiğimize bile şükrediyorum. Rozetten, kolyeden de önemlisi şu kitaplar, dergiler, bültenler . . . Bunların hepsini hepimiz okurnalıyız. Sonra, Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi' nin, Haftalık Devlet Gazetesi'nin elinde bulunan nüshalarından, Emine Işın­ su'nun Ak Topraklar, Azap Toprakları isimli romanlarından, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun, Arif Nihat Asya'nın şi­ ir kitaplanndan ve karşısındakilerin yaşlanna, tahsil durum­ larına göre uygun düşecek başka yayınlardan veriyor, bu ki­ taplarla dergiler sanrı satınna okunarak elden ele dolaşıyor­ du. Kısacası Kerkük'te bir seferberlik başlamışn ve böyle du­ rumlarda hep olduğu gibi ortam çok şeylere gebeydi. Nitekim bu mutlu günler çok sürmedi. Yeniden tutuk­ lamalar, soruşturmalar ve işkenceler başladı. Çocuk, genç, yaşlı, kadın demeden birileri ortadan kayboluveriyor ve günler sonra tutuklu olduğu haberi alınabiliyordu. Esasen, ortadan kaybolanın mutlaka "Muhaberat" tarafından götü111


rülüp sorgulandığına hükmediliyordu. Bazen de evlerin ka­ pıları çalınıyor, "Hasan'la, Hüseyin'le ya da falanla, filanla bir saatlik işimiz var" denilip adı geçen kişi ya da kişiler gö­ türülüyor; gidiş o gidiş oluyordu. Götürülenler arasında elbette Sadun'la yol arkadaşı, kan kardeşi tsrnail Fatih de vardı. Şüpheler zaten onların üzerindeydi. Ancak Kerküklü Türklerin ağızları sıkıydı. Ne kimse onlardan söz etmiş, ne de onlar faaliyetleriyle ilgili bir fire vermişlerdi. Peki öyleyse bu rozetler, kolyeler, elden ele dolaşan kitaplar, dergiler, bültenler nereden gelmiş, kim ge­ tirmiş ya da kim göndermişti? ·

Saddam'ın "Muhaberat" teşkilatı günlerce bunun sor­ gulamasını yaptı. Bunca işkenceye, sökülen tımaklara, yolu­ nan saçlara, dağianan vücutlara rağmen tek kelimelik bir ipucu yakalayamadılar. Duvarlara "Başbuğ Türkeş", "Yaşa­ sın Türkiy(! .. " gibi yazılar yazarken yakalanan gençler kim­ den emir aldıklannı, kitapları, rozetleri Türkiye'den kimin getirdiğini söylemediler. Söyleselerdi Sadun ve tsrnail Fatih, belki de onlarla birlikte başkalan mutlaka idam edilecekler­ di. Artık Musaila Mahallesi'nde gizli bir örgüt vardı ve bir ba­ kıma Türkmen ayaklanması başlamıştı. Bütün bu olayların içinde olan, o maceralı yolculuktan sonra Türkiye'yi adeta "kapı komşusu" yaparak 1975, 1976. ve 1 979 yıllarında bazen yasak, bazen de yasal yollarla gidip · gelecek olan Sadun, bütün bu faaliyetlerinin yanında öğre­ nim hayatında da başarılı bir grafik çiziyordu. Bağdat'ta okurken kasıtlı hareket eden matematik öğretmeninden kur­ tulduktan sonra derslerinden bir sıkıntısı olmadı; ortaoku l ve liseyi başarıyla bitirdi. Ortaokul ve lisede iken çıkardığı ki-_-.r tapların yanı sıra, ortaokul birinci sınıfta iken radyo progra­ mı bile yaptı. ;:

Bütün bu mücadelelerin sonunda, Irak Türklerine ba- .! zı kültürel haklar verilmişti. Bu haklar 24 Ocak l 970'te hükü-, , 112


metçe yayınlanan bir bildiri ile duyuruldu. Buna göre ilko­ kullara Türkçe dersi konacak, aylık bir dergi ile haftalık bir gazete çıkanlabilecekti. Ayrıca, Kerkük Televizyonunda ya­ rım saatlik Türkçe ve yerel bir yayın olacak, Türkmen Radyo­ su'ndaki Türkçe yayıniann sayısı artacaktı. Bu fırsat hemen değerlendirildi. Şair tsrnail Serttürkmen'in yardımıyla; Sa­ dun Köprülü,Yunus Sabır Çaycı ve Kara Necat, Kerkük Tele­ vizyonu'nda 35 dakikalık bir program hazırlayıp sundular. Programda, Sadun'un kardeşi Ümit Köprülü de, birkaç arka­ daşıyla birlikte marşlar söyledi. Sadun, Türk lstiklal Marşı ile Kerkük üzerine yazdığı şiirlerden birini okumuştu. Seyre­ denlerin takdirini kazandı. Başta ünlü yazar Ata Terzibaşı olmak üzere herkes kendisini tebrik etti. Bu durum O'nun cesaretini ve şevkini arttırmıştı. Daha çok yazıyor, dal:ıa çok faaliyette bulunuyordu. Ancak bütün gözler de üzerindeydi. Tabir yerinde ise, her an her şey olabilirdi. Nitekim kültürel hakların verilmesiyle Türkmen elle­ rinde yaşanan bahar havası çok uzun sürmedi. Bu hakları verenler iki yıl sonra acı bir şekilde geri aldılar. Aktör Hüse­ yin Demirci (Temel Abbas) Kerkük Televizyonu'nun elektrik tellerine asılarak idam edildi. Bundan sonra her şey eskisin­ den daha kötü oldu. Devlet daireleri ile okullarda Türkçe ko­ nuşup yazmak bile yasaklandı. Irak'ın güneyinden ve başka devletlerden getirilen �aplar Kerkük ve civarındaki Türk bölgelerine yerleştirilmeye başlandı. Buralardaki Türk me­ murlar da güney bölgelerde görevlendirildi, tutuklamalar başladı. Sadun, 13 yaşında iken tutuklanarak 26 gün boyun­ ca işkencelere maruz kaldı. Hal böyle olunca; faaliyetler ye­ niden yeraltına indi. Gizli toplantılar yapılıyor, kitap ve der­ giler okutuluyor, seminerler veriliyordu. Hareket başlamıştı bir kere; gizli de olsa, açık da olsa yürünecekti. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşka­ nı Fahri Korutürk, 27 Nisan 1 973'te, göreve başlayışının da­ ha ilk günlerinde lrak'ı ziyaret etti. Irak Türkleri, tıpkı 1 967 1 13


yılında Başbakan Süleyman Demirel'in ziyaretinde olduğu gibi, -sonunda yine tutuklanmalar, işkenceler, hatta idam­ lar olacağını bile bile- bayram havasına girdiler. Canım, ca­ rianım Kerkük yıllar sonra bir daha gillümsüyor ve orada adeta bahar içinde bahar yaşanıyordu. Demirel geldiğinde lO yaşında olan Sadun şimdi 1 6 yaşında bir delikanlı idi; Cumhurbaşkanı Korutürk Kerkük' e geldiğinde adeta yer ye­ rinden 'oynuyor, gözyaşları yine sel olup akıyordu. Ortalık "Bozkurt Türkeş!" "Yaşasın Türkiye!" "Mustafa Kemal Paşa Çok Yaşa!'' "Cumhurbaşhnımız, Hoş Geldiniz!" nidalarıyla inierken Fahri Korutürk ve yanındaki heyette bulunanlar .da · gözyaşlannı tutamadılar. Duvarlara yazılmış olan, "Kerkük Türk'tür Türk Kalacaktır!" "Yetiş Ey Anavatan!" "Türkiye, Bu Topraklar Senindir!" gibi slogarılan gören heyetin tansiyonu arttı, herkesle kucaklaşmaya başladılar. Irak'taki rejim, sanki Türkiye'den bu tür önemli ziya­ retler yapılmasını özellikle istiyordu. Çünkü Muhaberat Teş­ kilatı böyle anlarda hummalı bir çalışma içerisine girerek karşılamalarda, ziyaretlerde öne çıkanları tespit ediyor, son­ ra da toplayıp götürüyordu. Yine öyle oldu: Sadun Köprülü, İzzettin Terzi, Muhsin Salihi, Mehmet Korkmaz, Rüştü Muh­ taroğlu, Semra Kerküklü, Sacide Salihi, Adil Yurdakul gi}?i yaşları 12 ile 16 arasında pek çok çocuk ve genç tutuklandı.

·

Tutuklananlar her türlü işkenceye maruz kaldılar. En az yirmi kişi tutukluların yanına ayrı ayrı ya da gruplar halin­ de geliyor; vurarak, asarak, vücuduna elektrik vererek deği­ şik yollarla bin bir türlü işkence uygulayıp soruyorlardı: - Söyle bakalım Atatürk kim? Gelip seni kurtaracak mı? - Hani Türkeş nerede? Çağırdın da gelmedi mi? - Kerkük Türk'tür, öyle mi? - Hani Cumhurbaşkanınız buraya kadar geldi de sizi . niye kurtarmadı? 1 14


- Bozkurt nerede? Kimdir ? - Sizin örgütünüzün adı da Bozkurtmuş, öyle mi? - Lideriniz kim? Söyle, söyle, söyle!.. Kimse bir şey söylemedi. Sadun bu defa da 6 ay kadar tutuklu kalmıştı. Hakkında yurt dışına çıkış yasağı kondu ve daha sıkı gözetim altında tutulacaktı. Okula gittiğinde, Türk Müdür Burhan Salihi, - Çok yiğit çocukmuşsun Sadun, dedi. Bunca işkence gördün de kimseyi ele vermedin. Dile benden ne dilersen; her zaman yanındayım. Bu davadan vazgeçilmez, aferin oğ­ lum! Sadun'un beklediği de bu idi. Öğretmeninin, müdürü­ nün ellerini öptü. Liseyi başarı ile bitirdikten sonra hedefin­ de üniversite vardı. En büyük amacı ise, Türkiye'de Edebiyat Fakültesi'nde okumaktı. Bunun için Prof. Dr. Abdülkadir Karahan da kendisine yardımcı oluyordu. Diplomasının ter­ cümesini yaptırarak İstanbul'da işlemleri başlatınıştı bile. Hakkında yurt dışına çıkma yasağı olduğu için yine kaçak olarak gidebilirdi. Ancak; aile fertleri buna karşı çıktılar. · O, dokuz kardeşin en büyüğü idi. Irak yönetimi tarafından kara listeye alındığı ve on yaşından beri birkaç defa tutuklandığı için böyle bir işe teşebbüs ederse yakalanıp idam edilmesin­ den korkuyor�ardı. Çünkü bunun başka örnekleri vardı ve bazen her gün, bazen iki - üç günde bir Türkmenlerden tu­ tuklanıp idam edilenler oluyordu. Başka çare kalmayınca, 1 976 yılında, Bağdat Üniversitesi "Kanun - Şeriat Fakülte­ s� "nde öğrenime başladı. Üniversite öğreniminin kendine has rahatlığı ve üni­ versiteli gencin cesareti ile daha rahat hareket etmeğe başla­ dı. Ailesi Kerkük'te oturduğu için kalacak yer bulmaları gere­ kiyordu. Aslında bu iş kolaydı ama öncelikle "Irak Öğrenci Birliği"ne üye olmalıydı. Bu birliğe üye olmanın da bir şartı vardı: Baas Partisi'ne katılmak! 115


Sadun gibi biri, göstermelik de olsa bunu yapamazdı. Babasının yardım ve desteği ile iki yıl otellerde, iki yıl da Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın Öğrenci Yurdu'nda kaldı. Ba� b ası, başına bir iş gelmesinden korktuğu için etelde kalma­ sını özellikle istiyordu ancak Sadun bu; durur mu? Orada kendisi gibi Türk Milliyetçiliği'ne gönül vermiş arkadaşları kalıyordu. Aralarında; İzzettin Terzioğlu, Yaşar Cengiz, İh­ san Terzioğlu, Cemal Erbilli, llham Tuzlu, Mehmet Dön­ mez, Ayat Külemen, Cemal Şan, Abdullah Tütüncü gibi isiınierin de bulunduğu 40 kişilik bir grup oluşturmuşlardı. Onlar kendilerini yüzyıllar önce esaret altındayken Çin'e kafa tutan Kürşad ve arkadaşları gibi görüyorlardı. Kürşad o olmuş, bu olmuş pek urourlarında değildi ama o zaman­ ki Çin Kralı'nın yerini tutan kişi elbette Saddam Hüse­ yin'di. Peki, kirndi bu saclist kişi, kirndi bu Türklere, Kürt­ lere, hatta kendi ırkdaşı olan Araplara azap çektiren Sad­ dam Hüseyin? O, tkinci Dünya Savaşı henüz başlamadan Irak'ın Tik­ rit Şehri'ne bağlı El-Oca Köyü'nde doğmuş; çobanlık yapan babası, doğumundan altı ay kadar önce ortalıktan kaybol­ muştu. Bunun için olsa gerek anası oğluna, "Karşı duran, göğüs geren" anlamına gelen "Saddam" adını verdi. Orada çocuklar babalarının adıyla ve doğum yerleriyle birlikte anı­ lıyorlardı. Dolayısıyla bu çocuğun asıl künyesi Saddam Hü- . seyin Abdülmecid et-Tikriti olarak işlendi. Saddam Hüseyin dünyaya yetim olarak geldiği için bahtsız bir çocuktu. Üç yaşına kadar amcasının yanında kal­ dı. Amcası dindar bir insandı. O ibadet ederken küçük Sad­ dam kendisini taklit ediyor, bu durum amcasının hoşuna gi­ diyordu. Bu arada annesi yeniden evlenince O'nun yanına gitti. Yalnız, üvey babası gaddann biriydi ve Saddam Hüse­ yin'i sık sık dövüyor, işkence çektiriyordu. Kişiliğinin oluş­ maya başladığı dönemlere rastlayan bu işkence dolu günler, tam yedi yıl sürdü. Artık on yaşındaydı ve değerlendirmeler 116


yapabiliyordu. Gizlice annesiyle konuştuktan sonra amcası­ nın yanına geri döndü. 1955'te Bağdat'a gelen Saddam, muhalefette bulunan ve Sosyalizme dayanan Arap milliyetçiliğini benimseyen bir hareket olan Baas Partisi'ne katılarak politikaya girdi. Parti içerisinde hızla yükselerek 1959'da Irak'ın asker kökenli Dev­ let B aşkanı Abdilikerim Kasım'a karşı düzenlenen suikast gi­ rişimini başlattı. Çıkan çatışmada hem Abdülkerim Kasım hem de Saddam yaralanmışlardı. Ayağından yaralanan Sad­ dam, ClA ve Mısır gizli servisinin organizesiyle önce doğum yeri olan Tikrit'e, oradan da Suriye üzerinden Beyrut'a kaçı­ rıldı. Beyrut'ta CİA tarafından eğitildikten sonra da Mısır'ın başkenti Kahire'ye geçti. Orada da sık sık Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği'ne gidiyordu. Kısacası Amerika'nın kontrolü altındaydı ve iyi bir Amerikan ajanı olarak yetişti. Sürgünde olduğu dönemde Irak'la ilişkisi devam ediyordu. Bir taraftan parti faaliyetlerini sürdürürken bir yandan da Ka­ hire Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. 1 963'de çocuk­ luğunda yanında kaldığı amcasının kızı Sacide Tulfah Ha­ nım'la evlendi. Bu evlilikten Rana, Raghad ve Hala isimli üç kızıyla Uday ve Kusay isimli iki oğlu dünyaya geldi.

1964'te Bağdat'a döndükten sonra bir süre hapiste kal­ dı; çıkınca da Baas Partisi'nde Genel Sekreter Asistanı oldu. 1 968'e kadar muhalefette kalan Baas, bu yıl düzenlediği bir darbeyle iktidan ele geçirdi. Darbenin ardından Baas Parti­ si'nce oluşturulan Devrim Komuta Konseyi, tek yetkili ola­ rak ülkeyi idare e diyordu. Saddam Hüseyin l969'da Kon­ sey'in Başkan Yardımcılığı'na getirildi. Ülkenin önemli iç problemlerinin çözümüne yönelik bir hamle başlatan Sad­ dam Hüseyin, l970'de Kürt aynlıkçılara muhtariyet verdi ancak bir süre sonra anlaşma b ozuldu, Irak rejimi ile Kürt gruplar arasında anlaşmazlıklar çıktı. 1 979 yılında iktidan ele geçiren Saddam Hüseyin, 1980 yılında İran'a ordu gönderdi. B öylece, iki ülke arasında 117


8 yıl sürecek olan savaş başlamış oldu. Bu savaş sırasında kendisine ihanet ederek İran'la işbirliği yapan Kürt aşiretle­ rine karşı kimyasal silah kullanılmasına izin vererek 16 Mart 1 988'de, tarihe " Halepçe Katliamı" olarak geçen menfur ola­ yın meydana gelmesine sebep oldu. Bu katliam sonunda ge­ nellikle kadınların ve çocukların oluşturduğu çok sayıda Kürt öldürüldü ve yaralandı. Oysa bölge, ABD işgalinden sonra Irak'ın sözde Cumhurbaşkanlığına getir(seç)ilen Celal Talabani'nin kontrolünde idi. Saddam'ın, aşiret reisine he­ sap sormak varken masum halka katliam yapması oldukça düşündürücüydü. Ne çare ki; bu dünyada halkını feda ve imha eden diktatörler bazen abad olabiliyorlar! Saddam, İran - Irak Savaş.ı'ndan iki yıl sonra bu defa 2 Ağustos 1990 tarihinde güney komşusu Kuveyt'i işgal etti. ABD'nin duruma müdahale etmesiyle Birinci Körfez Savaşı başladı. Kara, Hava ve Denizden yapılan Amerikan saldırılan karşısında Saddam Hüseyin Kuveyt'ten çekilmek zorunda kaldı. Ancak ne var ki, 1 ı Eylül 200 ı tarihinde ABD' de yaşa­ nan ve mahiyeti henüz tam olarak arılaşılamamış olan "lkiı: Kuleler"e uçak çarpması olayının ardından Saddam Hüseyin bir defa daha Amerika'nın hedefi haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush, "Irak'ta kimyasal kitle imha silahları olduğunu" iddia ediyordu. Dünya kamu­ oyunu buna inandırmış görünerek 20 Mart 2003 tarihinde ' Irak' ı işgale başladı. Direnmeler olmasına rağmen işgal hare, keti 9 Nisan 2003 tarihinde tamamlandı. Saddam Hüseyin · de, güdürnlü bir mahkeme tarafından yargılandıktan sonra· 30 Aralık 2006 tarihinde idam edildi.

·

Saddam; dünyada öldürülmesi gereken, belki milyon . kere milyon defa ölüme mahkum edilip bir o kadar asılsa da; kimsenin itiraz ederneyeceği bir kişi idi. O, Irak'ta Türklere;:; Kürtlere ve hatta Araplara yaptıklarından dolayı cezasını.' çekmeli ve mutlaka idam edilmeliydi, doğru... Yalnız, orada 1 18


göstermelik olarak oluşturulan sözde bir devletin tamamen güctürnlü sözde mahkemesi tarafından değil, -şimdi artık ol­ mayan ve pek olacak gibi de görünmeyen- gerçek Irak Dev­ leti'nin ilgili organları tarafından yargılandıktan sonra ceza­ landırılmalıydı. Bütün bu olup bitenlerden sonra Saddam gerçek- tarihe, ne yazık ki kendi halkına zulmettiği için öldü­ rülen bir lider olarak değil, ABD'nin stratejik emellerine kur­ ban edilen bir lider olarak geçecektir. . . Cemal Bey'in aklına gelen bir şey vardı. Yazdıklarına nokta koyup kalktı, dergileri karıştırmaya başladı. O, savaş yıllarında Ankara'da yapılan bir toplantıda "Iraklı Çocuklar" üzerine bir konuşma yapmış, bu konuşma daha sonra bir dergide yayınlanmıştı. Arayıp buldu ve okudu: "Doğduklarında savaş vardı ülkelerinde; ağlama ses­ lerini duyan, doğduk/arına sevinen olmadı. Ali doğduğunda babası cephedeydi, dönmedi. Aişe doğmadan babasının ha­ beri geldi: Şehittil Fatıma, Zehra, Ramazan, Yasin .. hep aynı kaderi yaşadılar; kimi öksüz, kimi yetim kaldı. Başlarında Iraklıların bir bölümünün adeta "taptığı" bir liderleri vardı: Saddam Hüseyin! Saddam aslında zalim, despot biriydi. Olkesinde yaşayan ve Irak Milleti'nin birer unsuru olan Türkmenlerle Kürtlere pek hoş davranmaz, on­ lara işkence yapar, toplu öldürmeler ve sürgünlerle yıldırma­ ya çalışırdı. Özellikle Türkmenler O'ndan çok çekmiş/erdi. Saddam Hüseyin komşuları ile de iyi geçinmiyordu. Suriye ile olan anlaşmazlıkları fazla büyümedi ama 1 980 yı­ lında Iran 'a savaş açtı. Işte o yıldan beri de Iraklı çocuklar bir türlü rahat yüzü görmeailer. O savaş tam sekiz yıl sürdü. Her iki ülke de büyük zarar gördü, kayıplar verdi ve kazançlı çı­ kan olmadı. Saddam, 1 991 yılında bu defa komşusu Kuveyt'e saldı­ rıp topraklarını işgal etti. O tarihe kadar dünyanın "iki süper gücü"nden biri olan Amerika, Sovyetler Birliği'nin parçalan119


ması üzerine "tek süper güç" olarak kalmıştı. Bu "haksız iş� � gali önlemek" gerekçesiyle, Birleşmiş Milletler'den de karar; .çıkartarak havadan, karadan ve denizden lrak'a saldırdı. i Zaten haksız olan Saddam'ın çekilmekten- başka çaresi yok•.: tu; öyle yaptı. Ama Amerika bu vesile ile Kuveyt'e 1.1e Suudi1 Arabistan'a 'yerleşmişti bir kere; çıkmadı. Kurduğu üslerdej tuttuğu kuvvetleri ile her an tetikte bekliyordu. Çünkü "Orta� ' doğu" diye adlandırılan bölge üzerine hesapları vardı: Her karış toprağından petrol fişkıran bu bölgede kayıtsız şartsız söz sahibi olmak istiyordu. Gel zaman git zaman Amerika'da petrolcüler işbaşma geçtiler. Sempatik Clinton'dan sonra asık suratlı Bush oğlıi. Bush Başkan olmuştu. Kendisi petrol şirketi olan bir patron­ du. Kendine uygun bir Başkan Yardımcısı, bir Savunma Ba­ kanı ve uzmanlar buldu. Hepsi de "petrolcü" idiler. Yapılan · hesaplara göre de Amerika 'nın petrol rezervleri on - on beş yıl ya yeter ya yetmezdi. Hazır bölgeye yerleşmişken bir fırsatını bulup petrol kuyularını ele geçirmeliydiler. "Güç kimde ise söz onundur" diye boş yere söylememiş­ ler. Bütün dünya karşı çıksa da, "Birleşmiş Milletler"den ka­ rar çıkmasa da Amerika'nın dediği dedik, çaldığı düdüktü. "Saddam 'ın elinde kimyasal silahlar var" dedi; aylarca yapılan araştırmalarda izine bile rastlanmadı. "Şu var" dedi, olmadı; "bu var" dedi, olmadı ama kendi bildiğini okumak- . tan da geri durmadı. 2003 Mart ayının son on gününe girilir­ ken Irak şehirleri bombalanmaya başlandı ve bunun ardı ar­ kası kesilmedi. Hedef güya Saddam 'dı ama bombalar söylendiği gibi "akıllı" da olsa akılsız da olsa yine sivilleri; kadınları, çocuk- , ları vuruyor; evlerini başlarına yıkıyordu. Mezopotamyalı­ lardan, Araplardan, Türk - Islam uygarlığından kalan ne • varsa yerle bir oluyordu. Dünya milletlerinden ses çıkıyordu ama devletlerinden cılız bazı söyleniş ve serzenişlerden başka 1 20


duyulan yoktu. Bir baca dumanına, bir su kirlenmesine kar­ şı ortalığı birbirine katan "çevreciler" ve o meşhur "Greanpe­ es"ciler de ortalıkta yoktu. Biz ise devlet olarak da millet olarak da iki arada bir derede kalmıştık. "Aşağı tükürsen sakat, yukarı tükürsen bı­ yık" misali ne yapacağımızı bilemedik. Peşmergelerin Ker­ kük ve Musul'a girmelerini "savaş sebebi" sayacağımr zı im yetkili ağızlardan açıkladık ama adamlar girdiler ve biz bir şey yapamadık. Irak'ı yönetecek olan Emekli Amerikan Gene­ rali'nin "Kerkük Kürt şehridir" hezeyanını da "demiş miydi, dememiş miydi" diye geçiştirip gittik. Fertler olarak da söy­ lenmekten başka bir şey gelmedi elimizden. Hani, Peygamber Efendimizin bir Hadisleri var: "Nerede bir kötülük görürseniz elinizle önleyin. Elinizle önleyemezseniz dilinizle önleyin. Dilinizle de önleyemezseniz kalbinizle buğz edin. " En zayıf olanını seçtik: Kalbirnizle buğz, yani nefret ettik. Ben fazla­ dan bir de şiir yazdım:

UYGARLIK NEREDE? Bu savaş ilhamımı kuruttu, Yazarnıyorum Savaş değil katliam, Bakarnıyorum Ağzımda lokma var, Yutamıyorum Saddam'a kızacaktım, Kızarnıyorum Ne Saddamlar çıktı, Sayarnıyorum Bush oğlu Bush tam bir sadist, Anlamıyorum. "Uygarlık" nerede? Bulamıyorum!" ·

1 21


Cemal Bey başını saHayarak derin bir iç çekti. Yazdık­ Iarına ve masasında, ajandalarında biriken notlarına şöyle bir göz attıktan sonra da bilgisayarının tuşlarına vurmaya başladı. Bağdat'taki Türkmen Kardeşlik Ocağında Sadun ve arkadaşlarının oluşturduğu 40 kişilik grup bir hayli ilgisini çekmişti. Bu kırk öğrenci Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın öğrenci yurdunda parasız kalıyor, her türlü ihtiyaçları Türkmen böl­ gelerinden gelen yardımlardan karşılanıyordu. Tıpkı Kerkük ve çevresinde oiduğu gibi geziler, şiir geceleri düzenliyorlar­ dı. Her yıl, okullarını bitirenler için mezuniyet geceleri tertip ediliyor, gelecek için temennilerde bulunuluyordu. Oluştur­ dukları "Türkmen Kardeşlik Korosu ve Tiyatro Kolu" şarkı­ lar, türküler söylüyor, oyunlar sahneliyordu. Bağdat'ta bulu­ nan Türk Kültür Merkezi de onlar için bulunmaz bir nimet­ ti. Türkiye'den gelen akademisyenler, şair, yazar ve başka sanat adamları oraya uğradıkları için görüşme imkanı bulu­ yor ve büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Türk Dili'ni unutına­ yıp Türkiye Türkçe'sini kavramalarında Türk Kültür Merke­ zi'nin büyük rolü oldu. Bütün bu faaliyetler Sadun'un derslerini aksatmıyor­ du. O'nun hem sosyal yönünün hareketliliği hem de dersle­ rindeki başarılı grafiği karşı tarafın dikkatinden kaçmıyor, Baas Partisi Öğrenci Birliği'ne üye yapmak için c;alışıyorlardı. Yapılan davetleri, para ve başka menfaat tekliflerini nazika­ ne kabul etmeyince farklı yollar denediler. Seçip gönderdik­ leri kızlar O'nun gönlünü çalmaya çalışıyorlardı. Olayların içinde pişen Sadun, "Gönlümü çelen fikrimi de çeler" diyor. kendisine yaklaşıp cilveler yapan kızları görmezden geliyor/ du. Bir erkek buna ne kadar dayanabilirdi? Gönül telleri kıp-· raşır da birine kanı kaynayıverir ya da moda deyimiyle elek-,,1 trik alıverirse ne olacaktı? Karşı tarafta imkan da, taktik de çoktu. Arap kızlardan gönderdiler, olmadı; Kürt kızları dene; diler, olmadı. Türkmenlerden Baas Partisi üyesi olanlar yok: 1 22


muydu? Elbette vardı. O nların kızlarından göndermeye kalkınışiardı ki gelen kızlar bin pişman geri döndüler. Çün­

kü Sadun onlara demediğini bırakmamış, Türklük denizinde

yıkayıp yumuş, arıtmış ve göndermişti.

Baktılar olacağı yok; peşine adam takıp takip ettirdiler, sonra da Baasçı Öğrenci Birliği'nin emniyet merkezi gibi ça­

lışan bürosuna çağırıp sorguladılar:

- Neden bizimle çalışmıyorsun? Bunu kabul edersen

her türlü yardımı yapar, ayrıca maaş bağlatınz! Sadun alttan alıyordu:

- Biliyorsunuz, ben edebiyatı seviyor, siyasetle ilgilen­ miyorum. Okulda da görüyorsunuz ki kimseyle dostluk kur­ m uyor, bir şeye kanşmıyorum! Oysa onlar her şeyin farkındaydılar: - Bize katılmadığına pişman olacaksın! - Yanlış yapmadım ki pişman olayım! - Türkmen Kardeşlik Ocağı'nın yurdunda kalıyor ve

gizli olarak siyaset yapıyorsun. Türk Kültür Merkezi' ne gitti­

ğini de biliyoruz. Hem orası yabancı devlet sayılır öyle değil mi? Ne yapıyorsunuz orada? - Kalacak yerim olmadığı için Türkmen Kardeşlik Oca­ ğı'nın yurduna gidiyorum. Baasçı olmadığım için bana yurt vermediniz. Sonra, Türk Kültür Merkezi tıpkı İngiliz Kültür Merkezi gibi ders alma, dil öğrenme yeri değil midir ki oraya gitmeme karşı çıkıyorsunuz? Sadun'u böyle korkutup kendilerine çekmenin müm­ kün olmadığını anlamışlardı. Öğrenci Birliği Genel Başkanı Mehmet Debdeb, O ' na işkence yapılmasını istedi. İki günde bir kolundan tutup götürüyor, küfürler ederek dövüyorlardı. Bunlar da bir işe yaramadı. Çünkü onlar, kiminle aşık attık­ larını bilmiyorlardı! 1 23


Bütün bu olup bitenler Sadun'u kendi davasına daha sıkı bağlamaya yaradı, o kadar. Türkiye ile irtibatı kesilme­ mişti. Çeşitli yollarla yayın akışı devam ediyor; başta Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi, Haftalık Devlet Gazetesi, Türk Edebiyatı. ve Gülpınar dergileri ile Hergün Gazetesi kendisine ulaşıyor, O da arkadaşlarına veriyor, okuyup tartışıyorlardı. Bağdat Üniversitesi Kanun - Şeriat Fakültesi'nde 4 yıl böyle geçti ve yıl sonunda mezun oldu. Artık avukatlık yapıp mazlumların haklarını arayacaktı! Gerçi Irak bir "Hukuk Devleti" değildi.· Çünkü; korku içinde davaya giren avukatla­ rın "sanık"lara hiçbir faydası olmuyordu. Usul yerini bulsun diye rejimin tutuklu için tayin ettiği avukat ise onun hakları­ nı savunacak yerde savcıdan beter davranarak "müvekkili­ nin" idam edilmesini bile isteyebiliyordu. Böyle bir ülkede avukatlık yapılamazdı ama ne yapsın? Kim bilir; belki bir gün olur da işler düzelirdil Bağdat'ta pratik uygulama (staj) yaparken Kerkük'e döndüğünde acı bir sürprizle karşılaştı. Biraz da, okulunu bi­ tirip bir meslek sahibi olmanın sevinciyle evlerine geldiğin­ de herkesi telaş içinde buldu. Akrabalan toplanmış, ağlaşı­ yorlardı. Çünkü, henüz 16 yaşında ve Petrol Enstitüsü öğren­ cisi olan kardeşi Ümit tutuklanrnıştı. Anacığı, Sadun'a sanlıp yas tuttu: " Sadun'um geldi ya hani Ümid'im? Ümitsiz dünyayı ben neler edim? Türk olmak suç mu ki ey güzel Allah? Ömrümü tükettim yoktur Ümidim! On yaşında girdin sen de zindana, Giderken söyledin "ağlama ana!" N asıl ağlamayım ey güzel Allah? Saduncuğum geldi, hani Ümidim? 1 24


Kaderimiz bu mu; gözyaşı, çile? Gün yüzü görmedik bayramda bile Acı sen bizlere ey güzel Allah, Her şeye kadirsin; sensin Ümidim!" Türkçe, Arapça, Farsça ve Ingilizce dillerini çok güzel konuşan ve bu dillerde yazalıilen Ümit, gazetelerde yazı ve şiirler yazıyor, Enstitü'deki öğrenimini de başarı ile sürdürü­ yordu. Daha 9 yaşında bir çocukken, 1970 yılında Türklere verilen kültürel haklardan sonra ağabeyi ile birlikte Kerkük Teleyizyonu'nda programa çıkmış, arkadaşlarıyla birlikte marşlar söylemişti. Kısacası O, Irak İstihbaratı tarafındarı daha çocuk yaşta iken "not edilmiş"ti! lki ay kadar önce caddede yürürken yanına bir can­ kurtaran aralıası yanaşmış, içinden inen görevliler döve dö­ ve içeri atıp götürmüşlerdi. Eve dönmeyince telaşa kapılan annesi, babası aramaya koyuldularsa da bir türlü haber ala­ madılar. Saçlarını başlarını yoluyorlar, herkese sorup yalva­ rıyorlar ama Ümit'ten haber alarnıyorlardı. Onun gibi daha pek çok kişi götürülmüş, bazılan öldürülmüş olarak gizlice evlerinin 6nüne atılıvermişti. Böyle bir durumla karşılaş­ maktan korkuyorlardı. Sonunda Genel Muhaberat tarafın­ dan tutuklandığını öğrendiler. Biraz rahatlamışlardı; çünkü, bir süre sonra serbest bırakılına ihtimali vardı. Genel Muhaberat'ın başında durarı kişi, Saddam Hü­ seyin'in üvey kardeşi el-Berzarı el-Tikriti idi. O'na ulaşabi­ lirlerse belki oğullarını görebilirlerdi ama mümkün olmadı. Aylarca O'nu göremediler. Böyle bir ortamda eve dönen Sadun da ne yapacağını şaşırmıştı. Kardeşini götürenler mutlaka kendisini de götü­ receklerdi. Annesi kucaklayıp yas tutarken kafasından bir sürü fikir geçti. Kaçınayı düşündü, olmadı. Çünkü, aileden bir kaçan olursa, bütün aile fertlerini tutuklayıp işkence edi­ yorlardı: Saddam Karıunları böyle idi. Zaten buna da fırsat 1 25


bırakmadılar. Annesinin yası daha biter bitmez kapılarına vurmaya başladılar. "Ne oluyor?" demeye kalmadan polisler içeri daimışiardı bile. Sadun annesinin kucağından ayrılıp bakarken polislerden biri ensesinden yakalayarak, - Hadi gel, dedi. Senirıle beş dakika işimiz var! Bu "beş dakika"nın ne arılama geldiğini orada bulu­ nan herkes çok iyi biliyordu. Tabii, yalvarıp yakarınanın fay­ da etmeyeceğini de . . . Buna canlar dayanmaz, ana yüreciği hiç dayanmazdı. Bağırdı, çağırdı, lanetler, isyanlar etti; sonra duruldu. Kim bilir, belki de Sadun'un daha on yaşında baş­ layan götürülüşlerine alışık olduğu için susmuştu. Sadun'u, gözlerini bağlayıp götürüderken arkaların­ dan koşarak yalvarıp yakaran babası Osman Hurşid bir dip­ çik darbesiyle yere yığılmış, kapının önünde çaresiz, kıvra­ nıp duruyor, Sadun'un kız kardeşlerinin ve evdeki akrabala­ rın ağlayıp iniemeleri yürekleri dağlıyordu. Ötekiler bunlara hiç aldırmadan Sadun'u koskocaman kapalı bir arabaya at­ tılar, bir dipçik darbesiyle susturup yürüdüler. Neden sonra başına su dökerierken kendine gelmeye başladı. Bir yandan da söyleniyorlardı: - Bilir misiz bu neler yapmış? - Neler yapmamış ki? - Cezası ne olacak? - Tabii ki idam! Yalnız bir kurtuluş yolu var! - Nedir? - Arkadaşhmnın isimlerini verirse kurtulur! - Zaten arkadaşlarını da yakaladık. Bu isiinierini ver- : mese bile onlar. mutlaka konuşacaklardır! Sadun konuşmuyor, ancak dişlerini sıkıyordu. Araba� ı nın yavaşlamasından ve _koma seslerinden muhtemelen , 1 26


Bağdat'a götürüldüğünü anlamıştı. Nitekim polislerden biri

çenesinden tutup kaldırarak,

- Hadi konuş, dedi. Bak, Bağdat'a geldik. Ölümden korkuyorsan ve kurtulmak istiyorsan konuş! Sadun ilk defa ağzını açıp konuştu: - Ölümden korkmuyorum!

Az sonra araba durdu, demir kapılar açıldı ve indirdi­ ler. Merdiverılerden ağır ağır indirip gözlerini açtıktan sonra hiç penceresi olmayan zindan mı zindan bir hücreye itiver­ diler: El yordamıyla etrafı kolaçan ettiğinde duvarın dibinde taş gibi bir ekmek buldu dağılırdı.

ki

duvara çarpsan tuz - buz olur

Yatsan yatılmaz, kalksan kalkılmaz, mecburen otura­ caksın. 36 saat aç, susuz öylece kaldı.Yan hücrelerden gelen kadın, çocuk haykırışları, ağlamalar, inierneler yürekleri par­ çalıyor, insan olan insanlığından utanıyordu.

Sadun, bu defa artık her şeyin sonunun geldiğine

inanmaya başladı. Mutlaka kendisini öldüreceklerdi. Peki

kardeşi Ümit de buralarda bir yerde mi idi? Neresiydi bura­

sı? Abu Garip mi yoksa başka bir yer mi? Muhaberatın ya da Bağdat Emniyeti'nin nezarethanesi mi, neresi? Peki, ya an­

nesi babası ne olacaktı?

tki oğullaoru

da yamyamlara kapn­

ran o zavallılar ne durumdaydılar ve bundan sonra ne yapa­ caklardı? Ya idealleri? Çocukluğundan beri "Kerkük Türk'tür, Türk kalacaktır! " diyordu. Kendi canı feda 9lsundu ama bu ideal, kendisinden sonra da olsa gerçekleşecek miydi? Zih­

nindeki soruların biri gidiyor, bini geliyordu. Yalnız, verdiği bir karar vardı: Ne olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar şim­

diye kadar oldugu gibi karşılannda dimdik duracak, eğilip bükülmeyecek ve kimseyi ele vermeyecekti. Nihayet, yine çok ağır işkencelerin ardından sorguya

çıkardılar. Meğer Bağdat'ta, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün

1 27


bodrum katındaki işkence hücrelerinde imiş. İki kat yukan­ daki Emniyet Genel Müdürü'nün yanına çıkarıdarken elleri­ ni arkadan kelepçelemişler, gözlerine simsiyah, kayış bir gözlük, daha doğrusu bir bant tak.mışlardı. Hiçbir yeri gör­ mesi mümkün değildi. Telcme - tokat atarak huzura çıkardı­ lar. Giderken de, "Arkadaşlannın hepsini yakaladık, doğruyu söylemezsen idam edilirsin " demeyi ihmal etmiyorlardı. Emniyet Genel Müdürü ve soruşturma konusunda tecrübeli, yetişmiş elemanlar odada bekliyorlardı. Emniyet Genel Müdürü, - Sadun Osman Köprülü, dedi. önce nerede olduğunu bilmeni isterim. Burası Irak Emniyet Genel Müdürlüğü! Duy­ muşsundur, buraya getirilenler doğruyu söylemeye mecbur­ durlar. Yoksa başlarına gelecek bellidir! Doğruyu söylersen işkence yaptırmayacagımı ve babanın evine göndereceğiiDi de bilmelisin. Oneelikle şu örgütünüz hakkında bilgi vere­ ceksin. Söyle bakalım, Başkanınız kim? - Başkanımız falan yok! - Peki, arkadaşların kim? - Arkadaşlanının olması suç mu? Sizin hiç arkadaşınız yok mu? - Türkiye' den ne gibi yardım ve destekler alıyorsunuz?: - Kendi adıma konuşayım . . . Destek falan aldıgım yok! Öyle zannettiğiniz gibi örgütümüz yok. Ben hep evde ve okuldayım. Bu işlerle uğraşsaydım; zor bir branş olan Kanun - Şeriat Fakültesi'ni dört yılda bitirebilir miydim? Emniyet Müdürü bu cevaplara öyle kızdı, öyle kızdı ki; öfkeyle savurduğu tokat Sadun'un gözünü örten siyah kayışı savurup yere attı. Bir anda göz göze gelmişlerdi. Ancak; Sa-. dun'un ışıktan. karnaşan gözleri orılan tam seçmeye fırsat bulamadan üst üste gelen telcme tokatlada sürüklenerek aşagıya, işkence odalannın bulunduğu yere doğru götürülür­ ken Emniyet Müdürü arkalarından bagırıyordu: 1 28


- Orada ne yaparsanız yapın da konuşturun şunu. Bu­

nun mutlaka konuşması lazım, unutmayın!

Her bir taraftan çığlıklann, feryatların, inlemelerin, vahşi hayvan seslerinin yükseldiği esrarengiz bir yere götür­ düler. Bu sesler, yan odacıklarda bin bir türlü işkenceye maruz kalanlardan etrafa yayılan yansımalardı. Her odada yapılan işkence sonucu çıkan feryat ve figanlann öteki oda­ lardan da rahatlıkla duyulması özellikle sağlanmış, yapı o şe­

kilde dizayn edilmişti. Çünkü, bir taraftan şeytanın bile aklı­ na gelmeyen maddi işkenceler yapılırken bir taraftan da ma­ nevi işkence yapılmış oluyordu.

Işkenceler gece - gündüz devam ediyor, yiyecek ola­

rak görünüşü mide bulandıran sıcak bir san su ve bir lokma ekmek veriliyordu. Buraya "sanık" olarak getirilen herkesin

günde bir defa tuvalete gitme hakkı vardı. Kapıları olmayarı tuvaledere eller, gözler bağlı o larak götürülüp getiriliyor, gi­ diş gelişlerde de polislerden hakaret görüyorlar, dipçiklerle,

yumruk ve tekmelerle dövülüyorlardı.

Cuma gecesi saat O l 'i geçmişti, ki kendi adının okun­ duğunu duyar gibi oldu. Yarı baygın bir haldeydi. Adını söy­

leyen ses bir miydi, üç ya da beş miydi yoksa hayal mi, kabus mu görüyordu anlayamadı. Iyice kulak kabarttı, adını söyle­ yen sesler daracık odanın her bir duvarından yankılanıyor­ du: - Sadun Köprülü! Sadun Köprülü, Sadun Köp rülü . . .

Sadun, Sadun, Sadun!...

Kendisini taparlamaya çalışırken kapısı adeta kırılarak

açıldı, gelen kişiler üzerindekileri parçalarcasına çıkardılar ve kahverengi bir gömlek giydirerek başka bir odaya götür­ düler. Ellerinde elektrikli coplar vardı ve durmadan vuruyor, vururken de söyleniyorlardı:

- Başkanımı Bu düşmanı işkenceyle mi öldürelim yok­ sa silahla mı? 1 29


- Ölüm onun için kurtuluş olur, biz de bir şey öğrene­ memiş oluruz. Bunda çok bilgi var! - Öyleyse vuralım!. . . . Ötekiler vurmaya devam ederlerken "Başkanım" de­ dikleri kişi söylenmeye devam ediyordu: - Bu birkaç defa Türkiye'ye gidip gelmiş de oradan ne­ ler getirmiş neler! Çok da arkadaşı var. Burada konuştura­ mazsanız adama getirin. Birkaç kişi daha çağırın ki hep bir­ likte yapacağımızı yapalım! On gün, tam on gün aralıksız işkence ettiler, Sa­ dun'dan tek kelime alamadılar. Başka taktik deneyeceklerdi. Bir gün yine gözleri bağlı olarak götürüldüğü başka bir oda­ da işkence yapıldığı havası verilen iki kişi durmadan Saddam aleyhinde konuşuyor, onlar konuştukça polisler güya ikna olmuş görünüp işkencenin dozunu azaltıyorlardı. Oysa o ki.: . şiiere değil, maketiere vuruyorlar, karşıdakiler yalnızca "ah, vah!" gibi sesler çıkartıyorlardı. işkencecilerden biri Sa­ dun'a, - Bu adamlar kafamızı karıştırdı, dedi. Sen ne diyorsun? Sadun, işkence yapanlar gibi işkence yapılıyor hissi: verenlerin de muhaberatın adamları olduğunu çoktan anla-. mıştı. Ağzından yalnızca iki kelime çıktı: - Allah derim! Bu da kar etmemişti. Ertesi gün yine gece yarısı . . . Çe-,. :� lik kapılar daha büyük bir tehlikenin habercisi gibi açıldı. Eü" zincirli adamlar girdiler ve öncekilerin aksine hiç vurup �-a an- �özlerini bağladılar, kollarını ayaklarını zincire vurupı goturduler. . . 1/l

kır�'J � .\

Sadun, gürültü ve uğultudan, çok kalabalık bir yere ge�; tirildiğini anlamıştı. Nitekim, verilen bir komutla gözleri; açıldığı zaman gördü ki büyükçe bir salonda karşısında en � '

1 30

j


30 kişi vardı. Bu otuz kişiden bazıları oturuyor, bazılan ayak­ ta. Ayakta olanların ellerinde değişik işkence aletleri. Sadun, gözleri ışıga alışınca oradaki kişilerden bazılarını tanır gibi olmuştu. O, "Bunlar emniyetten değiller ama.. " diye düşü­ nürken, Subay oldugu ardaşılan biri babacan tavırlarla yanı­ na yaklaşarak, - Bak Sadun, dedi. Bu gece ve belki de bundan sonra sana hiç işkence yapılmayacak. Yalnız sorulara dognt cevap vermen gerekiyor! Sadun yine iç dünyasında kortUştu: "- Allahım! Tutuklanalıdan beri, hatta 1 0 yaşından bu yana bu cümleleri kaç defa duydugumu hatırlamıyorum. Şimdiye kadar konuşmadım, yine konuşmayacagım. Bu adamlar bunu hala anlamadılar mı?" Öteki yine aynı tavırlar içindeydi: - Hakkında her türlü bilgiye sahibiz. Nerelere gidip geldiğini, kimlerle konuştugunu, neler yaptıgını biliyoruz. Bu senin için bir şanstır. Şerefirnle söylüyorum; yemin olsun ki doğrulan anlatırsan seni evine göndereceğim. Şunu da anla­ manı istiyorum; Türkiye senin için .bir şey yapmaz, yapa­ maz. Oradaki siyasiler yalnızca kendilerini düşünürler. Sen onlara oy vermiyorsun ki seni düşünsürıler. Pek çok güzel zın da peşinde olduğunu biliyoruz. Onlarla gönill eglendir­ mek varken şu yaşadıklarına bak! Yazık değil mi gençliğine? Yeter ki konuş, dogrulan söyle. O zaman Türkiye'ye, lngilte­ re'ye, Almanya'ya her nereye istersen gönderirJ her türlü ih­ tiyacını karşılar ve büyük görev verip maaş da baglarız. An­ nen baban da zengin olur, rahat ederler. Evin büyük oğlu sensin, biliyorum. !dam olursan annene babana, kardeşleri­ ne yazık edersin, perişan olurlar. Eğer burada konuşmak is­ temezsen adama geçelim, orada arılatırsın bana. İstersen de sana bir defter veririm, bütün bildiklerini, arkadaşlannın isimlerini, Türkiye'de kimlerle görüşüp neler yaptığını ya-

kı­

1 31


zarsın. Bunları yazarken istediğin zaman da zili çal, gelir se- 1 ni arabamla evine götürüp annenle babanla görüştürürüm!

·

Sadun'un ağzından tek kelime çıkmıyor, söylenenleri · karşısında tavrını da belli etmiyordu. Müdür, yanındakilere' emretti:

:

- Sadun'un zincirlerini çözün, odasına götürüp güzel

elbiseler verin. B anyoda sıcak suyla, sabunla bir güzel yıkan-.

!

sm da evine gönderelim!

J

O gün tarih 25 Şubat l980'di ve Sadun ilk defa işkence! görmemiş, iyi muamele ile karşılaşmıştı. Bir güzel banyo ya-1

nj

pıp yepyeni elbiseleri giydikten sonra Emniyet Subayı 'nı

odasına götürdüler. Orada bir ziyafet sofrası hazır bekliyor-".! du. Çorba, tavuk, et, meyve, taze ekmek ve içecekler . . . Yak ;

�l

J

laşık iki aydan beri günlük bir kase mide bulandıncı sarı s�

ve birkaç lokma kurumuş ekmekle idare ediyordu. Sofra iş..:,

j

tah açıcıydı da, nasıl yiyecekti? Çepederi birbirine yapışan: midesi bunları kabul eder miydi? Midesi kabul etse bile gön·. lü edecek miydi? Nitekim etmedi de. Sofraya gayrı ihtiy

·

dit

uzanan ellerinin getirdiği yiyecekleri ağzı isteksizce çiğne içi gönülsüzce kabul etti ve birkaç lokma sonra bıraktı. Yal .

nız, gözü dumanı üstünde olan taze ekmekte idi. Ondan bii ''

raz yedi. Üstüne de bir bardak su içti o kadar!

Oturduğu yerden Sadun'u gözedemekte olan Emniye Subayı masada durmakta olan kalınca bir defteri alarak ya ., nma gelip, - Rahat ol ve yemene devam et, dedi. Sonra da al şu ka.. lemi eline ve deftere yazmaya başla. Acelesi yok; düşüne dü şüne yazarsın. Sana üç öğün yemek verilecek ve bund sonra ışığı, masası sandalyesi olan daha güzel bir odada lacaksm!

�.'

Öyle oldu . . . Gece yarısı saat 02 'ye doğru Irak Emniy; . Genel Müdürlüğü'nün bir nezarethane için gerçekten 1 " sayılacak bir odasına götürdüler. Görevli polis adayı tanın sandalyeye oturtarak, "Yaz!" dedi ve kapıyı kilitleyerek gi 1 32

( 1; ' ··ı

·


İyi de, Sadun ne yazacaktı? Hiçbir şey yazmadı, yalnızca düşündü . . . lki ay kadar

i i nce, okulunu bitirip avukatlık için pratik uygulamaya baş­ lamanın sevinciyle Kerkük' e, anacığı ile babacığının, kardeş­

lerinin yanına dönmüştü. Sevincini onlarla paylaşmak isti­ yordu. Oysa evleri ölü evinden farksızdı. Çünkü küçük kar­ tleşi Ümit tutuklanmış ve bir daha haber alınamamıştı. Se­ vinci kursağında kalmış, bunca tecrübesine rağmen onlarla birlikte ağlamıştı. Ya anacığının kendisine sarılarak tuttuğu yas. O yasın ezgileriyle annesinin tutturduğu makamı bece­ remese de sözlerini unutmamıştı. lki saat, üç saat bunları düşündü, geçmişinin muhasebesini yaptı. Bu kısacık ömrü­ ne neler sığdırmıştı neler . . . Hepsi de gözünde, gönlünde canlandı. Yaptıklarının hiçbirinden pişman değildi. "Mille­ tim, imanım, inancım için feda olsun" dedi içinden ve ana­ cığının o dönüş günündeki yasını tekrarlayıp acı acı gülüm­ sedikten sonra aldı kalemi eline ve yazmaya başladı:

ANAMA MEKTUP . . . Sadun'um geldi diye sevinme anne

Sadun'un da yok senin ah, Ümid'in de Bir onulmaz derttir bu; çare bulunmaz, Çaresizliğe alış, dert etme anne. On yaşından beridir alışkınım ben Her zora katlanırım, efstınluyum ben Kaderimiz bu imiş, ne gelir elden Yokluğumuza alış, dert etme anne. lsyan etme Allah'a, ağlayıp hale

Gururun incinmesin; bak istikbale Her karanlık gecenin gündüzü vardır Feda olsa da oğlun, dert etme anne.

1 33


Kalemi atıp defteri kapatmıştı ki, çelik kapıların şarı­

gırtısı gelince ister istemez irkildi, baktı. Görevliler içeri gi­ rerlerken gözleri defterdeydi. "Acele etmene gerek yok, dü­ şüne düşüne yaz" diyenler üç saat bile zor beklemişlerdi. - Yazdım, dedi Sadun; yazdım, işte defter! - lyi ettin . . . Emniyet Subayımızın yanında Genel Müdür var. Hele bir okusunlar bakalım! Görevlinin sevinci görülmeye degerdi. Dışanda bekle­

yenlere işaret etti, içeri girerek Sadun'un gözlerini baglayıp ellerini kelepçelediler. Oysa "işkence yapılmayacagını, üÇ ögün yemek verilecegini" falan söylemişlerdi. Yaka paça gö­

türürlerken, defteri elinde tutan görevli kapagını açıp oku­

mak istiyor ama buna cesaret edemiyordu.

Görevli polis, Emniyet Genel Müdürü'nün odasına gi­ rerken sevincinden uçuyor gibiydi. Selam vermeyi bile unu­ tarak, - Yazmış, yazmış dedi. Her şeyi anlatmış! Bu haberi alan Genel Müdp.r ve Emniyet Subayı, gö­ revli polisin densizligini görmezden gelerek elindeki defteri kaptılar. Türkçe de bilmekte olan Emniyet Genel Müdürü,

defterin kapagını açar açmaz deliye dönmüştü. Hırsla öbür

sayfaları çevirdi, bomboştu! Defteri yere fırlatıp attıktan sonra onu getiren görevlinin yakasından tutup sarsarak, - Yazmış, öyle mi? Dedi. lşine son veriyorum. Git, gö­ züm görmesilt seni! O öfkeli haliyle Sadun' a da bir tokat vurarak, - Sen bizimle dalga mı geçiyorsun be? "Anasına mek­ tup"muş! Bak, son defa soruyorum, Arkadaşiann kimler? - Fakültede Arap, Türk, Kürt arkadaşianın var! - Onları sormuyorum . . . Örgütünüzde kimler var? 1 34


- Ben örgüt üyesi değilim! - Bozkurtlar diye bir gizli örgüt kurmuşsunuz! - Haberim yok! - Türkiye'de Milliyetçi Hareket Partisi ile irtibatın varmı ş!

- Yok! - Turancı imişsin Türk birliği için çalışıyormuşsun! - Türk'üm ama böyle bir hareket için gücüm yok. Ben Irakhyım ve ilikemi seviyorum! - Türkiye'de Alparslan Türkeş'le, Turancı Nihai At­ sız'la, Ziya Gökalp 'le görüşmüşsün! - Yalan! "Yalan" demesi üzerine Emniyet Genel Müdürü ve Emniyet Subayı küplere binmişlerdi. İkisi birlikte tekme tokat girişerek Sadun'un ağzını bumunu kanlar içinde bırak­ tılar. O, aldırmadan "yalan" gerekçesini açıkladı: - Ziya Gökalp belki de ben doğmadan önce ölen biri�i. O'nunla nasıl görüşebilirim? - Ya eserleri? - Okumak. suç mu? Ben şiire ve edebiyata meraklı biriyim. Arap Edebiyatı'nı da okuyorum, Türk Edebiyatı'nı da. - Bağdat'taki Türk Kültür Merkezi'ne gidiyordun, değil mi? - Evet. Türk Kültür Merkezi'ne de gidiyordum, İngiliz Kültür Merkezi'ne de. Dedim ya, edebiyata, dil öğrenmeye merakım var! - Peki, ya Türkmen Kardeşlik Ocağı'nda ne yapıyorsun? 1 35


- Orası resmi yerdir, Irak Hükümeti'nin izniyle kurul­ muştur. Bu Ocağın yurdunda kaldım. Çünkü Devlet yurdun­ da kalma hakkı verilmedi. - Baas Partisi'ne üye olsaydın, Devlet yurdunda kalırdm. - Ben siyaseti sevmiyorum. Onun için girmek istemedim. - Kerkük'ü, Musul'u, Erbil ve Diyalin'i Türkiye ile bir­ leştirmek istiyorsunuz, değil mi? - Böyle bir çalışmadan haberim yok, duymadım! - Evinizde bulunan kitaplar, gazete ve dergiler hep Türkiye ve Türkçülük üzerine. Bunlara ne diyeceksin? Sadun burada bir ·an durakladı. Yaklaşık on bin kitabı vardı ve bu tür kitaplarının çoğunu annesinin sakladığını bi­ liyordu. "Demek ele geçirmişler" diye düşünerek uygun bir cevap vermeye çalıştı: - O kitapların çoğu Bağdat'ta kitapçılarda satılıyor. Ba­ zıları da hediye geldi! - Anlaşıldı . . . Bütün iyi niyetimize rağmen sen bildiğini okuyorsun. Emniyet Subayı'na emir verdi: - Çağır adamlarını da şunu tavana assınlar! Emniyet Subayı zile basınca görevliler içeri girdiler. Ellerinde zincirler, urganlar, demir çubuklar ve elektrikli coplar vardı. Zaten kelepçeli olan Sadun'u o haliyle odanın . tavanında hazır bulunan düzeneğe asarak rast gele vurmaya . başladılar. Şiddetli acılar duymasına ve kemiklerinin sızla-. masına rağmen sesini çıkarmadı. Yalnızca "Allah " diyordu, o kadar! Elektrikli coplada vurulduğunda bütün vücudu tir tir titredi, yine aldırış etmedi. Emniyet Genel Müdürü deliye dönmüştü:

.

1 36


- Indirin şunu, indirin! Madem bizim istedigirniz ce­ vapları vermiyor, madem eline verdigirniz deftere anasına mektup yazıyor; öyleyse anasını babasını getirip onların önünde işkence edin de görsün! Indirdiler . . . Ayakta duracak halde değildi, koltukları­ nın altına girerek götürdüler . . . Ayıldığında kendisini kalabalık bir salonda buldu. Ge­ ce olduğu anlaşılıyordu.Yarı baygın haliyle etrafa bakmaya çalışırken Türkçe konuşmalar duyup dikkat kesildi. Kendi­ sinden söz ediyorlardı: - İşte, kendine geliyor! - Zavallı çocuk, yine de iyi dayandı. - Doğrusu yiğit adamınışı Önce, "Kandırmak için yeni bir taktik mi uyguluyor­ lar" diye düşünmüştü. Sonra, odadakilerin de kendisi gibi iş­ kence gören Türkmenler olduğunu anlayınca rabatlayıp sor­ du: - Neredeyim ben? - Emniyette, işkence görenlerin atıldığı koğuşta! - N e zaman geldim? - Seni üç gün önce getirdiler! Hayret etmişti: - Oç gün önce mi? - Evet! - Oç gündür kendimde değil miydim? - Onu bilmiyoruz. Yalnız, dört gün önce baban buradaydı. O'nun gözleri önünde sana her türlü İşkenceyi yapıp bayıltıncaya kadar dövmüşler. Baban hazırlıklı gelmişmiş, 1 37


hepsine para dağıtmrş: O paraların hatırına da, moral olsun diye seni bizim yanımıza bırakmışları - Ya babam? O'na da işkence etmişler mi? Söylemek istemiyorlardı. Herkes birbirine b akınca Sa­ dun anladı. Gözünden iki damla yaş süzülürken, "- Zavallı babam, dedi. Demek benim için bu dinsiz imansıziara para dağıttı, öyle mi? Odada işkence yapılırken Emniyet Genel Müdürü'nün· söylediklerini hatırlamıştı:

·

"- Indirin şunu, indirin! Madem bizim istediğimiz ce­ vapları vermiyor, madem eline verdiğimiz deftere anasına 1 mektup yazıyor; öyleyse anasını babasını getirip onların önünde işkence edin de görsün!" Doğrulmaya çalışırken korku içinde sordu: - Ya anacığım, o da var mıydı? Verilen cevaplar rahatlattı: - Yoktu!

'i /

- Olsaydı baban söylerdi. Sadece kardeşinden söz etti Ümit'ten . . . Galiba O da tutukluymuş!

- Evet . . . O da tutuklu! Artık iyi sayılırdı. Verdikleri suyu içince biraz dalı kendine geldi. Bir salonda bulunuyorlardı ve hepsi de işken, ceden çıkan yaklaşık 100 Türkmen vardı. Konuşup dertleşti

·

ler. Bu Türkmenlerin kimi "Türkiye ile Türkçülük, kimi d ' · ' tran'la mezhep ilişkisi var" diye tutuklanmışlardı. Her şey yolunda gibi giderken sabaha doğru dışand gelen ses bir anda moralleri bozdu: " - Sadun Köprülü; Sadun Köprülü!. . " 1 38


Salonda bulunan herkesin yüzü asıldı. Sadun' a moral vermeye çalışsalar da durum anlaşılmış, O 'na bir,kaç saatlik moral çok görülmüştü. Böyle uygunsuz bir vakitte çağınlma­ nın ne demek olduğunu orada bulunan herkes çok iyi bili­ yordu. Cellat kılıklı adamlar içeri girdiler, güçlülde ayağa kal­ kan Sadun'un ellerini, gözlerini yeniden bağlayıp ite kaka dı­ şarı çıkardılar. Çok sayıda ayak sesi ve homurtudarı, kalabalık bir po­ lis grubu olduğunu anlamıştı. Birisi, "Vurun, öldürün bunu" diye bağınyor, vücudunun çeşitli yerlerine aynı arıda on beş yirmi telane ve bir o kadar yumruk birden iniyordu. O vazi­ yette merdivenler çıkıldı, yine kapalı bir arabaya itiliverdi. Yolda bir yerde mola verilmişti. Arabaya 26 çay istedi­ ler. Sad�n anladı ki, 26 polisin gözetiminde bir yere götürü­ lüyordu ama nereye? Kendisine hiçbir yiyecek - içecek ver­ meyen insafsızlar höpürdete höpürdete çaylarını içerierken bir yandarı da gevezelik ediyorlardı. Sadun, konuşulanlar­ dan bir sonuca daha vardı: Musul'a götürülüyordu! ***

15 Mart 1980, Musul Muhaberatı. . 3 Nisan 1980, Kerkük Muhaberatı . . . .

Oradarı oraya sürükleniyor, değişik soruşturmacılar günde dört defa işkenceye tabi tutarak daha önceki sorgula­ malarında sorulan benzer sorulara cevap almaya çalışıyor­ lardı. Taş bu kadar işkence görse un-ufak olur, sabır taşı çat­ Iayıp lisarı-ı hal ile sırrını anlatabilirdi ama Sadun'darı çıt çıkmadı ve dayandı, dayandı . . . Ayakta duramıyor, carıından bıkıyordu ama sır vermiyordu. O, çileharıedeki derviş gibiy­ di. Elden ayaktan çekilmiş, dertleri özümsemişti. Ayağına di­ ken batsa gül sarııyor, vücudundaki yara - bereleri süs gibi görüyordu. Açlık - susuzluk da dert değildi. Bin bir türlü iş­ kenceye maruz kalırken O, yola çıktığı dava arkadaşlannı dü­ şünüyor, sanki yine onlarla bir köyde, kasahada nutuk çeki­ yor ya da kara tahta başında Türkçe öğretiyordu. 1 39


İşte, Telafer'de sohbet ediyorlar. . . Yanında Şair Fele­ koğlu, Yazar, şehit Hüseyin Deveci, şehit Mustafa Telaferli, Eyüp Anadoluoğlu, Zarnanoğlu, Rıza Çolakoğlu, . Abdullah Mahmut, Süleyman Leylanlı, Hüseyin Sel bi var. . . Tuzhurmatu' da, Türkiye' den getirdiği Bozkurt rozetle­ ri ve Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi'ni dağıtıyor. Yanında can yoldaşları, kan kardeşleri Sabah Tuzlu, Mehmet Üryan, Sami üryan, tsrnet Özcan, İzzettin İsmail, Şair Ali Marufoğlu, Şair Ekrem Tuzlu, Şair Hasan Görern, Şehit Yaşar Mehdi, Halil Nureddin Kazancıoğlu, Şehit Kasım Tazeli, Cabbar Tazeli, Erdem Dendenoğlu, Feynızşah Tazeli , Ekber Tazeli. . . Kifri'de kara tahta başında, Necdet Kifırli, Şine Berber, Serkan Kifirli, Abdulbaki Hicran Kifırli ile birlikte Türkçe al­ fabeyi tanıtıyorlar. . . Kürnbetler' de Harndi Hüseyin, İzzettin Akkoyunlu ve Ekrem Kümbetli ile yoksullara yardım paketi dağıtıyor, Bas­ tarnlı'da Harndi Unutmaz, Ömer Mendan ve Mehmet Kerim Köylüoğlu ile birlikte hasta ziyaretindeler . . . Sonra? Sonra, Kerkük'te bir şiir gecesi. . . Şair Mustafa Gökkaya, Şair Mehmet lzzet Hattat, Şair Nasih Bezirgan, Şair İzeddin Abdi Bayatlı, Şair İsmail Sert­ türkmen, Bahattin Tokmaklı, Şehit Aydın Mustafa, Şehit Ha­ Ht Şengül, Yaşar Abdullah, Şehit İzzeddin Celil Terzi, İhsan Kitapçıoğlu, Adil Benne, Adil Yurdakul, Kemal Neccar, Şehit Kemal Terzi, Şehit Muhsin Salihi, Şehit Rüştü Salihi, Meh­ met Bayatlı, Dayı Nuri Çaycı, Ahmet Enver Köprülü hep o oradalar. Kerkük üstüne, Türklük üstüne şiirler okunuyor, türküler söyleniyor, konuşmalar yapılıyor. Öyle büyük bir coşku var ki! Sadun'un bedeni işkence ve sorgulama odalarında, ruhu bambaşka dünyalarda geziyor. Böyle olunca, Musul Muhaberatı da, Kerkük Muhaberatı da konuşturamadı O'nu. 1 40


4 Mayıs 1 980, Irak lstihbaratı, Bağdat . . .

Her şey baştan başladı. . . Cellatlar değişiyor ama soru­ lar, işkenceler ve bir de Sadun değişmiyordu. Bu defa gelen işkenceci öncekilerden bin beter birine benziyordu. Homur­ danarak, küfürler ederek zaten elleri arkadan bağlı olan, za­ ten ayakta durmaya mecali bulunmayan Sadun'u tavandaki özel düzeneğe asarken, - Benim adım Kasım, dedi. Duymuşsundur namımı. Elime düşüp de konuşmayan olmadı. Sen de konuşacaksını Konuşmadı. . . O kendisinde değildi ki konuşsun; her şeyi kanıksamış­

tı ki acı duysun! Tavana asılmış halde vuruluyor, kırılıyor, vücuduna elektrik veriliyor, etleri yolunuyor ama konuşmu­ yordu. Türkiye'ye gidişinde öğrendiği "Çırpınırdı Karadeniz" Marşı'nı hatırlamıştı. Dudaktan kıpırdamıyordu ama o zu­ lüm ve işkence altında iç dünyasında söylemeye çalışıyordu. Türkiye'deki gençlerin, o marşın sonuna ektedikteri dörtlüğü hatırlamıştı. Bu dörtlük biraz da Kerkük hoyratlarını andır­ dığı için çok hoşuna gidiyordu ve sık sık tekrar edip duruyor­ du. Şimdi sanki o ortam içindeydi ve Türkiye'deki ülkücü gençlerle birlikte söylüyordu: " . . . Türk eşine, Türk eşine, Kıyar mı hiç Türk eşine, Bütün dünya kurban olsun, Türk'ün Başbuğ Türkeşine . . .

"

Sadun'un dudaktannda bir mutluluk tebessümü be­ lirmişti. O gaddar Kasım bunu fark edince bir an bektedi. Merak içindeydi. Merakı şiddetli bir öfkeye döndü, bütün hıncıyla vurmak isterken durup söylendi: "- Bunca yıllık celladım, bunun gibisini görmedim!" Sonra kapıya doğru dönüp bağırdı: 1 41


- Götürün şunu karşımdan!.. Asılı bulunduğu yerden indirip kollanndan, ayakların­ dan tutarak götürdiUer. Külçe gibiydi ama hala gülümsüyor­ du. Başka odalarda, farklı hücrelerde günlerce işkence edildi. 1 Ocak 1 980'de tutuldandığında 85 kilo iken şimdi 40 kiloya inmişti ama ne gam. . . ·

1 5 Haziran 1 980 günü sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Irak Istihbarat'ında isimleri okunan toplam 67 kişi elleri ke­ lepçeli olarak dışarı çıkanldı ve yo� arabası görünümün­ deki kapalı bir araca bindirildL Bunların içinde yaşlı, genç, kadın, erkek, çoluk - çocuk her gruptan insan vardı. En son olarak da Sadun'u bindirdiler. Ayakta duracak hali olmadığı için iki polis kollarını kenetleyerek üstüne oturtmuşlardı. O haliyle bir çuvalı atar gibi arabadaki öteki tutulduların üstle­ rine do� fırlanverdiler. . . 1 5 Haziran 1 980, Irak Genel Muhaberatı, Bağdat. . . "Genel !stihbarat", "Genel Emniyet", "Genel Muhabe­ rat . . . Bağdat'ın her yeri istihbarat, her yeri muhaberattı. Önce Genel Emniyet'e uğradılar. Burada söz sahibi, Saddam Hüse­ yin'in üvey kardeşi Sebavi el-Tikriti idi. Emniyet Genel Başka­ nı olan bu kişi Sadun'u sorguya aldı. Sonuç alamayınca da Saddam'ın öbür üvey kardeşi el-Berzan el-Tikriti'nin Genel Başkan olarak görev yaptığı Genel Muhaberat'a sevk etti. Oraya varır varmaz üstlerindekileri çıkarıp yeşil renk�. li asker elbiselerine benzer giyecekler vermişlerdi. Görevli: subay haykırdı: - Burada bulunan herkes artık adını unutacak, numa-'; rasını bilecek. Kimse adıyla anılmayacak. Verdiğimiz numa�'. ' • rayı sakın unutmayın! Sadun'a 12 numara düşmüştü. Artık O "Sadun Köprü· ;

lü" değil, 12 numara idi. Yokluk içinde varlığı, darlık içind�, '•

1 42


bolluğu, çile içinde de huzuru görebildiği için, "On ikiden vurdum!" dedi kendi kendine. Bütün öncekileri, ta on yaşın­ dan beri tutuklanıp sorgulanmalannı bir yana koysa bile yaklaşık altı aydan beri her gün ortalama dört kere işkence görüyordu. Buna can dayanmazdı ama O dayandı. Onlara hiç sır vermedi, sevinecekleri tek kelime söylemedi. Onun için gerçekten de on ikiden vurmuştu. Zem-i ni kan ve pisliklerle dolu, duvarları kıpkınnızı bo­ yalı, korkutucu bir sarı ışıkla aydınlatılan bir hücreye itiliver­ dikten sonra bir görevli seslendi: - 12 numara! Senin yerin burası. Doğruyu söyleyip ko­ nuşuncaya kadar ölümünü burada bekleyeceksin. Zaten başka çaren de yok. Arkadaşların tutuklandı ve hepsi de adı­ nı verdi. Bari konuş da merhamet edelim!"

- Hıh, dedi içinden; merhamet edeceklermiş! Yatsa yatılmaz, otursa o turulmaz bir yere girdi. Hücre­ de kan ve pislik kokusundan başka hiçbir şey yoktu. Bir de o kanı hatırlatan kipkırmızı duvar boyaları ile ölümü çağrışu­ ran kirli san ışık! Çelik kapıyı kapattılar, daha az pis bir köşe aradı, çıplak ayaklarıyla pislikleri iterek temizlerneye çalıştı ve oraya yığılıp kaldı! ·

Dışarıdan, kendisini yılgınlığa sevk edecek sesler geli­ yordu: "- Bu sabah 2 bin kişi kurşuna dizildi, 1 500 kişi asıldı, binden fazla kişi de işkence ederken elimizin altında öldü. Yazık, bu çocuk da asılacak ya da kurşuna dizilecek. Bari doğruyu söylese de kurtulsa!" " - Yaşı da çok genç, yazık olacak!" "- Kerkük'ü, Musul'u Türkiye'ye katmak istiyorlarmış. Arkadaşları hep bunun adını vermiş de kendisi inkar ediyor­ muş. Keşke doğruyu söylese de kurtulsa! " 1 43


Bunlara karnı toktu. Hiç etkilenmedi bile. Yalnız, bil­ diği bir şey vardı ki bu defa işin merkezinde idi ve ne olacak­ sa olacaktı. Irak'ta "Genel Muhaberat" demek "Devrim Mahkemesi" ve dolaysıyla "ldam" demekti. Çünkü buraya düşüp de idam hükmü verilmeyen kimse hemen hemen yok gibiydi. Birkaç gün işkenceden sonra pek çok Türkmen'in ol­ duğu bölüme götürdüler. Her tarafı yara bere içindeydi, çe­ şitli yerlerinden kanlar akıyordu. Onların içinde tanıdığı olup olmadığını sordular, hiç düşünmeden "Yok!" dedi. On­ lara Sadun'u sordular, onlar da "tanımadıklannı" söylediler. Oysa içlerinden birkaç kişi ile tanışıyorlardı: O haliyle onla­ rın içine bırakıp kenara çekildiler. İçlerinden biri yardım edip Sadun'un yarasını sarmaya kalkınca da hemen gelip başı.na dikildiler: - Sen bunu tanıyorsun! - Hayır, tanımıyorum! - Öyleyse niçin yardım ediyorsun? - Acıdığım için! - Sen kendine acı, sen kendine acı! Öyle dövdüler, öyle dövdüler ki, zavallı genç oracıkta . : yığılıp kaldı. "1

O gece Sadun'un gözlerini yine bağladılar ve bu defal! üst katıara doğru çıkarıp yumruklarla, elektrikli coplada vu·l ra vura bir odaya soktular. Daha içeriye itilir itilmez gür bit1 ses duyuldu: - Açın gözlerini, açın!

:;j

'!

Farklı bir durumla karşı karşıya olduğu belli idi. O şaş,: kınlık ve merak içindeyken gözleri açıldı. Gözlerini açıp ka�1 · patarak ışıklı ortama uyum sağlamaya çalışırken o gür sesi · sahibi sordu: 1 44


- Sesimi duyuyor musun? - Duyuyorum! - Nerede olduğunu biliyor musun? - Bilmiyorum! - Çevrene iyi bak. Burası, Irak'ın ikinci kalbinin attığı

yerdir. Buradaki davranışları.n ya hayatın ya da ölümün ola­ cak!

Sadun o çok geniş, ihtişamlı odaya göz gezdirdi gez­

dirmesine de devamlı karanlığa, loş ya da itici, karmakarışık

ışıklara alışık olan gözleri kamaştı, nasıl bir yer olduğunu

tam anlayamadı. Karşısındaki adam devarn etti:

- Burası Irak Genel Muhaberat Başkanlığı. İyi düşün taşın, aklını başına topla ve bildiklerini söyle. Söylersen seni evine gönderirim. Söylemezsen de ne olacağını bilirsin! Duvarda, Saddam Hüseyin'in büyük boy bir resmi asılıydı. Onu göstererek sordu: - Bu kimin resmi? - Saddam Hüseyin. Irak Devlet Başkanı! - Çok iyi . . . Peki, beni tanıdın mı? - Tanıyamadım! Yanında ve karşısında dururken etrafındaki adamları­ nın bile tir tir titrediği bu adam öfkelenip küplere binmişti: - Demek, dedi; demek Berzan Tikriti Arncanı tanımı­ yorsun, öyle mi? Sonra da o öfkeyle Sadun'un yüzüne öyle bir tokat at­

tı ki zaten ayakta durmakta zorlanan zavallı sendeteyerek

gitti, duvara çarptı. Ötekiler de yumruk, tekme - tokat girişe­ rek tekrar Berzan Tikriti'nin yanına getirdiler. O, hala yum­

ruklarını sıkıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Hırsından çatiaya­ cak gibi bir hali vardı. 1 45


- Lakin dedi, lakin Türkleri iyi tanıyorsun. Mustafa Ke- . mal'i, Enver Paşa'yı, Türkeş'i, Demirel'i biliyorsun. Oysa dünyada bir tane bile iyi Türk yoktur. Buna rağmen sen, "Ben Türküm " diye inat ediyorsun. Şunu iyi bilin ki Irak'ta · bir tane bile Türk yoktur. Türk olduğunu söyleyen varsa Tür­ kiye'ye gitsin. Bırakın Kerkük'ü, Musul'u almayı, yakında ls- · kenderun'la Hatay'ı da Türklerden alacağız ve sizi buradan sürüp çıkaracağız! Sadun için bu sözleri duymaktansa ölmek daha iyi idi. Berzan Tikritl ise hırsını alamıyor, salonu andıran geniş ve lüks odasında oradan oraya volta atarken kendi adamlarını,: da yumrukluyordu. Sadun'un yanına geldi, tam 13 yıl önce;. l O yaşında iken, 1967 yılında Süleyman Demirel'in Kerkük' e, gelişinde arkadaşlarıyla birlikte söyledikleri "Ağam Süley1 man" türküsünü yine sordu: ··

- Türkü mü dersiniz, şarkı mı her ne ise . . . Süleyman Demirel geldiği zaman söylediğiniz o şeyi kim yazdı?

·.

l;

ı

- Ben o zaman on yaşında idim. Ne bilebilirim ki?

J

- Söylemesini biliyordun!

'��

- Büyüklerimiz hep söylerlerdi. Süleyman Demirel yokken de o türkü varmış. O 'nun için söylenen bir türkü de� l :ı " ğil o.'2 - Arkanızda kim var? Örgütünüzün b aşı kim? Sen as ' onu söyle! ·

·

•1

- Ö rgütümüz falan yok bizim! - Yok öyle mi? Sadun'a şiddetli bir tokat daha vurdu ve söylendi: - Madem ki söylemiyorsun, o zaman çok sevdiğin Türkeş gelsin de kurtarsın seni! Sonra da adamlarına emir verdi: 1 46

1

1::ı


- Götürün şunu zindana da en ağır işkenceleri tatbik edin. Sökülmedik tırnağı, vurulup kırılmadık, elektrik veril­ medik yeri kalmasın!. . Götürdüler . . . İnsanlıktan sıyrılıp çıkQ:ıış 1 5 vahşi, sabahın saat OB'in­ den akşamın 19'una kadar Berzan el-Tikriti'nin dediği ne varsa fazlasıyla yaptılar. Çok acımasız ve gaddarlardı. Sa­ dun'un o güne kadar görmediği, duymadığı işkence metotla­ rını da uyguladılar. lşkence odasında dev bir vantilatör var­ dı. Sadun'u ona bağladıktan sonra düğmeye basıp döndür­ düler. Dönerken de ele�trikli bakır tellerle vuruyorlardı. Bir gün böyle geçti ve akşatn tekrar Berzan el-Tikriti'nin karşısı­ na çıkardılar. Tikriti, ·ö nce burnunu, sonra da gömleğinin düğmelerini açarak göbeğini kaşıdığı ellerine bakarak alaycı bir şekilde sordu: - Nasıl, dinlenip kendini topariadın mı hakim? Sadun da alay ediyordu: - Çok güzel dinlendim efendim, teşekkür ederim! Önce gülmeye hazırlanan Berzan, birden ciddileşerek soran gözlerle adamlarına baktı: Onların şefi kulağına eğilip bir şeyler söyleyince rahatlayarak, - Anlaşıldı, dedi. Öyleyse şimdi söyle bakalım; sen ya da ailenizden hiç kimse Baas Partisi'ne katılmamış . . . Ne­ den? "Neden?" kelimesini öyle sert söylemişti ki, odada bu­ lunan herkes irkilirken Sadun'un kılı bile kıpırdamadı. Ce­ vap da vermemişti. O'nun bu hali karşısında, sinirinden ne yapacağını şaşıran Berzan, sert adımlarla volta atmaya baş­ ladı. Sonra, Sadun'un yanında durarak, - Çünkü, dedi; çünkü siz. Irak Hükümeti'ni ve Devle­ ti'ni sevmiyorsunuz! 1 47


- Biz Iraklıyız efendim. Devletimizi severiz. Yalnız si­ yaseti sevmiyoruz. Onun için de partilere, örgüdere katılmı­ yoruz! Sonra yine Türkiye, Türkeş, Demirel, Korutürk, Enver Paşa ile, evlerinde bulunan kitaplarla, bayraklada ilgili belki yüzüncü, bininci defa sorulan sorular. . . Sadun yine aynı Sadun'du: - Ben Türkmen olarak doğmuşum; kim�iğimi değiştire­ mem. Şiir yazmayı, kitap okumayı seviyorum. Eğer bunlar suç ise, tamam, suçumu kabul ediyorum! - Sus, sus!. . Hep yalan, hep yalan . . . Bizde doğru bilgi­ ler var. Asacağım seni, asacağırn. Anlıyor musun? Siz Türk­ menler hainsiniz, hepiniz cezanızı çekeceksiniz! Adamlarına işaret etti ve yeniden işkence odasına gö­ türdüler. Orada yine benzer sahneler ve bin bir türlü v'ahşet sergiledikten sonra, külçe halinde yığıhp kalan Sadun'u bir battaniye içerisine koyarak 59 nolu odadaki tutulduların arasına bıraktılar. Sadun'un belli belirsiz nefes aldığı görüle­ biliyordu ve çok hafif inierne sesleri duyuluyordu. Oradaki­ lere talimat vermeyi de ihmal etmediler: - Bu, hainin başta gelenidir. Kim O 'na yardım etmeye kalkarsa cezasını çeker! Birkaç gün öylece kaldı ve kimse yardım etmeye cesa­ ret edemedi. Sonra tekrar alıp götürdüler. Artık fiziki işken-

·

ce yapılacak hali yoktu. Setillerin en setili olan insanlar daha , beterini yaptılar. Sadun'u "Ameliyathane" denen yere götü- i rerek manevi işkence uyguladılar. Yalnız, O 'na manevi iş- �: kence uygulanırken başkaları maddi işkence altında

\)

yok. ;

oluyorlardı. "Anneciğim, anneciğim" diye ağlayıp duran

ıo:;:

yaşlannda güzel bir çocukla bir kediyi kezzap dolu küvete 1:

;

birlikte attılar; ikisi birlikte eriyip gittiler! Buna can dayan-, mazdı ama Sadun ne yapabilirdi? Vahşette sınır tanımayan· ;'; ,.,

1 48

,.,

1


lar bununla da kalmadılar. Köşede ağlayıp duran ihtiyarın el­ lerini, ayaklarını ve gözlerini bağlayarak büyükçe bir çuvala koydular, sonra da çuvalın içine yırtıcı bir kedi ile köpeği bı­ rakarak, zavallı adamı paramparça ettirdiler. Bir an, "Konuş­ mamakla bu masum insanlara da mı zarar veriyorum?" diye düşündü. Öyle olduğuna inansa, bir inanabiise bülbül gibi şakıyabilirdi. Ama karşısındakiler oraya gelen insanlara ko­ nuşsalar da konuşmasalar da işkence edecekler, sonunda öl­ düteceklerdi. Bunu çok iyi biliyordu. Sonra O, bir dava ada­ mıydı ve çok çok ileriyi düşünmek zorundaydı. Bu vahşeti yapanlar sırıtıyor, kahkahalar atıyorlar, Sa­ dun ise iğreniyor, tiksiniyor, insanlığından utanarak yerin di­ bine geçiyordu. Ne çare; yumruklarını sıkmaya bile mecali yoktu. O, bu düşünceler içindeyken Muhaberat Subayı bir­ kaç eellada birlikte geldi, Sadun'un gözlerini bağlayarak bir­ kaç kat yukarıya doğru çıkarıp gittiler. Üçüncü katta, binanın aydınlığına bakan pencerenin önüne geldiklerinde subay emir verdi: - Açın gözlerini!.. Sadun'un gözlerindeki bağı çözdüler, saçlanndan tu­ tup sürükleyerek başını pencereden aşağı eğdiler. Subay sor­ du: - Aşağıda ne olduğunu görebiliyor musun? Gözleri, tıpkı yarasalarınki gibi ışıktan rahatsız oluyor­ du. Tam seçemedi. Oysa, badrum kadarla birlikte beş - altı kat aşağısının zemininde dik duran şişe kırıkları, bıçaklar, yırtıcı dikenler, demir kazıklar vardı. Oraya yukarıdan atılıp parçalandığı anlaşılan insan vücutları da kan ve pislik içinde öylece duruyordu. - Göremiyorum, dedi. Gözlerim kamaştı! - Su serpin şunun gözlerine! 1 49


Su serpip kuruladılar, Sadun da gözlerini açıp kapaya­ rak ortama uyum sağlamaya çalıştı. Sonra tekrar baktırdılar. O korkunç manzarayı görmüştü. Allah'a dua etmekten baş­ ka hiçbir şey düşünmedi: "- Allahım! Halime acı, sakla beni . . . Sen her şeye kadirsin; bana sabır ve güç ver de kurtar şu zalimlerin elinden! " Subay sorusunu tekrarladı: - Şimdi gördün mü aşağıdakileri? - Gördüm!

- O halde konuş, konuşmazsan atarım! - Benim hiçbir suçum yok. Atarsan şehit olurum! Muhaberat Subayı küplere binmişti. Sadun'un saçla­ rından tutup sarstıktan sonra, başını pencerenin demir çer­ çevelerine vurarak, - Şehit olurmuş, dedi . . . Konuş diyorum sana, konuş! - Anlatacak bir şeyim yok benim. Ne yapacaksan yap! Anladı ki, bu adamın ölümden korkusu yok, odasına götürdü. O gün sabah saat 1 0'dan ertesi sabah 06'ya kadar işkenceye tabi tuttu, on yaşından beri sorgulanıp durduğu sorulara tekrar tekrar muhatap oldu ve yine aynı cevaplan verdi. Hemen her gün benzer sahneler yaşana yaşana tutuk­ landığı günden beri 1,5 yıl geçivermişti. Günde en az dört ­ beş defa ve her biri saatlerce süren çok ağır işkence seansla­ rı ile 1,5 yıl geçirmek kolay iş değildi. Nihayet, 20 Haziran 1981 günü ilk defa hakim önüne çıkarıldı. Ancak ne var ki, Saddam Hüseyin'in hakimleri de iş­ kenceci muhaberat subaylarından farklı değildi. Tıpkı onlar gibi hakim de işe tokat atarak başladı: ·

- Sen akıltarımadın ve şimdiye kadar doğruyu söyle­ medin. Şimdi de söylemezsen idam kararını imzalatacağım! 1 50


Yargısız infaz yapılmış ve tebliğ ediliyordu. Irak'ta "Ka­ nun ve Şeriat Fakültesi"ni bitiren Sadun, "Ben böyle bir ül­ kede avukatlık yapabilir miydim? İyi ki büyük bir davaya inandım ve onun uğrunda ölüme gidiyorum" diye düşündü. Ferahlamış, yüzüne huzur gelmiş ve adeta çektiği bunca acı­ yı, ıstırabı unutuvermişti. Tereddütsüz imzaladı. O imzala­ yınca da, Hakim yardımcısı kararı okumaya başladı:

"1 957 doğumlu, Bağdat Üniversitesi mezunu Satlun Osman Köprülü, Irak Genel Muhaberau tarafından 29 Ocak 1 980 günü tutuklanarak, 1 sene 4 ay, 21 gün her türlü işken­

ceye rağmen Irak Hükümeti tarafından yasaklanan ve başka bir devlette faaliyet gösteren MHP, Bozkurt, Ülkü Ocakları 'na bağlı olarak; Türkiye, Turancılık ve Türkçülükle ilgilenip Kerkük ve Musul'u yabancı bir devlet olan Türkiye Cumhuri­ yeti'ne katmak, kendisi ve bizde bilgileri olan başka Türk­ menlerle birlikte her türlü bilgiyi Türkiye'ye vermek, kendi­ siyle birlikte olan arkadaşlarının adlarını bütün sorgulama ve işkencelere rağmen vermemek, evinde Nihal Atsız, Al­ parslan Türkeş, Ziya Gökalp, Emine Işınsu, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Mustafa Kemal Atatürk gibi yabancıların ve devletimize düşman olan kişilerin kitaplarını bulundurmak, aynı şekilde Türkiye'de yayınlanan gazete ve dergileri sak/a­ yıp okumak, başkalarına akutmak suçlarını işlediği sabit görülerek; düşman ülke Türkiye ile ilişkisi ı-espit edildiğin­ den, Irak Anayasası'nın 1 08 ve 204. maddeleri gereğince idam hükmü verilmiş olup kendisine tebliğ edilmiştir. " 20 Haziran 1 981. "Öyle Mahkeme'nin böyle Yargıtay'ı olur" hesabı ka­ rarın uygulanabilmesi için usulen de olsa bazı saflıalar geçi­ rilecekti. Sadun'u, tıpkı 1,5 yıl kadar önce yakalayıp getirir­ lerken olduğu gibi yine bir yağurt arabasına bindirerek Dev­ rim Yargı Evi'ne bağlı Ebu Garip Hapishanesi'nin Mah­ zen'ine bıraktılar. ***

1 51


Sadun içerdeyken neler oldu neler . . . lçte kendi halkıyla sürekli savaş halinde olan Saddam Hüseyin, dışta da lran'a karşı savaş ilan ederek Eylül l980'de saldırıya geçti. İki devlet arasında temeli eskilere dayanan an­ laşmazlıklar vardı. 1937 yılında yapılan İran - Irak sınır ant­ Iaşması ile Şattü'l-Arap su yolu Irak'ta kalmıştı. İran Şahı Rıza Pehlevi, Amerika'nın da desteğini alarak 1969 yılının ilkbaha­ rında gemilerini bölgeye göndererek niyetini ortaya koydu: Şattü'l-Arap'ı geri almak istiyordu. Görüşmeler, konuşmalar derken iş diplomatik ilişkilerin kesilmesine kadar vardı. Bu arada İran, Basra Körfezi'ndeki bazı adacıkları da işgal et­ ti. l 975 yılında yeni bir antlaşma yapılarak iki ülke atasındaki sınırın, söz konusu bölgede bulunarı su yolunun en derin noktasından geçmesine karar verildi. Ayrıca lrarı, Irak'taki Kürt gruplan desteklemeyeceğine dair söz veriyordu. ' İran, körfez adalarından çekilmeye yanaşmayınca iki ülke arasındaki gerginlik devam etti. tran'da Şi­ i bir hükümetin, Irak'ta ise Sünni hükümete rağmen Şi- . i bir çoğunluğun olması da gerginliği körüklüyordu. İran'da Humeyni Devrimi gerçekleşince Amerika bu ülkeye olan desteğini geri çekti. Iktidarda henüz yeni oları Saddam Hü­ seyin de durumunu kuvvetlendirrnek için bir şeyler yapmak istiyordu. Fırsatı değerlendirerek 16 Eylül 1980'de, Şattü'l-, Arap'la ilgili antlaşmayı tanımadıgını açıkladı. Hazır bekle"· yen Irak Ordusu da 22 Eylül günü İran topraklanna girdi. Tahran ve Bağdat karşılıklı olarak bombalanırken Irak·, Muhaberat Başkanlığı'nın işkence odalanyla EbO. Garip Ha-': pishanesi'ndeki dozlar savaşın seyrine göre ayarianıyor ama1 durum her halükarda tutukluların aleyhine oluyordu. lşken�·.i ceciler bazen öfkeden bazen de coşkudan dolayı hızlanı"j yeni fanteziler üretiyorlardı. J )'ı

Savaştan önce buralara girip olup bitenden haberdar.� olamayanlar kendilerine göre yorumlar yapıyor, hayaller ku.;·! 1 52

1

1


ruyorlardı. Sadun'un hayalinden geçen elbette Türkiye'nin Irak'a girmesi, önce Kerkük ve Musul'u, sonra da kendisini kurtarması idi. Birden İstanbul' u hatırladı. . . Arkadaşı tsrnail Fatih'le birlikte bin bir güçlüğü yenip sınırdan geçerek 1972 yılında Türkiye'ye geçmişler, İstan­ bul'da Hüseyin Nihal Atsız'la görüşüp Süleymaniye Cami­ i'nde akşam namazını kıldıktan sonra çıkışta bir sürprizle karşılaşmışlardı. Bağdat üstüne yağan bomba seslerinin o anda bulundugtı ortama yansıması, zihninde o uzun ve gör­ kemli manzaradan sahneler canlandırdı. . .

"Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı? Bursa'dan, Konya'dan, lzmir'den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, ta Bayezid'den, Van' dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dalanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosova'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan .. Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an; Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı? 1 53


Deniz utkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanınayla seferden geliyor! . . Adalar' dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya b aktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?"

İran uçaklarının savurduğu bombalar bitince cellatlar işkence odalarına doluşmuş, hınçlarını tutuklulardan çıkar­ maya başlamışlardı. öyle mütebessim, kendinden geçmiş bir halde gördüğü hayalin etkisinde olan Sadun, şiddetli bir tekme ile uyandı. Cellat küplere binmişti: mi?

- Demek lranlıların saldırıları da seni sevindiriyor öyle

bu

Sadun, sözden bir şey anlamamıştı. Arılamsızca ve biraz da soran gözlerle adama bakınca, cellat yaptığı hatayı anladı. Sıkıp durduğu yumruğu.nu vurmaktan vazgeçerek O ' nun yanından ayrılıp gitti. Sadun, Daha henüz tutuklan­ madan önce İran'la Irak arasında anlaşmazlıklar çıktığını bildiği için durumu anlamakta gecikmedi: "- Demek, dedi, tran'la Irak arasında savaş çıktı. Tür­ kiye de bu savaşa girer mi acaba?" Türkiye savaşa girmedi ama sınıra büyük göç dalgala­ rı geldi. Bugün Türkiye'ye kafa tutmaya kalkan peşmerge bozuntulan başları her sıkıştığında bu büyük ülkenin kanat­ ları altına giriyorlardı. Yarın da yine öyle olmayacağını kim bilebilir? Sonra yeniden düşüncelere daldı: "- Tutuklu olmasaydım mutlaka beni de askere alıp cepheye sürerlerdi. O zaman bir hiç uğruna savaşmış olur- . d um. Şimdi hiç olmazsa ideallerim için çile çekiyorum. Sad- · dam'ın egosunu tatmin etmek için kendimi ateşe atmaktan-; 1 54


sa inandığım ülkü uğrunda her zora katlanıp ölüme gitmek daha hayırhdır!" yüzünde yine bir gülümseme belirdi ama uzun sürmedi. Aklına takılan bir şey vardı:

·

"- İyi de, kim bilir kaç Türkmen gencini, tutuklu olma· yan kaç arkadaşımı askere alıp savaşa götürmüştür bu adamlar. Yazık, çok yazık! .. " Sadun haklıydı. Saddam, ön cepheye hep Türkmenle­ ri sürüyordu. Nitekim Irak adına ilk kayıplar hep Türklerden oldu. İran - Irak Savaşı sekiz yıl sürdü ve her iki ülke büyük zarar gördü. lkisi de petrol ihraç ediyor, ekonomik refahlan­ m bu kaynaktan sağlıyorlardı. Dolayısıyla ekonomik çökün­

tüye uğradılar. Ayrıca her iki taraftan yaklaşık

ı milyon insan

kaybedildi. Uluslar arası desteğini büyük ölçüde kaybeden Irak, yeni bir çıkış yolu bulmak istiyordu ve bakalım ne ya­ pacaktı? ***

Saddam b

u konuda ne yapacağını düşünedursun, ül­

kedeki vahşet hız kesmeden devam ediyor; Türk, Kürt, Arap demeden kimi milliyetçilik, kimi de mezhepçilikie itharn edilen b inlerce tutuklu işkenceler altında inliyordu. Sadun'un götürüldüğü Irak Genel Muhaberatı'na ait

"

Mahzen Yargı Evi' ne araçla 45 dakikalık mesafede; yeral­ ",

tında iki katlı, kırk odalı, korkunç bir yerdi. Bir kişilik hücre­ lere bile insanlar balık istifi ile dolduruldugu için; sıcak, bu­

naltıcı bir havası vardı. Odaların korkunç sarı renkleri orada ölümü bekleyen insanları iyice karamsarlığa itiyordu. Her an çağrılıp idam edilme ya da kurşuna dizilme korkusuyla yaşayan bu insanlara günde iki defa "yemek" ve­ riliyordu. Sabah kahvaltısında bir bardak çay, akşam yeme­ ğinde ise bir ekmek, ne olduğu pek aniaşılamayan kırmızı

1 55


renkli bir su . . . Günde beş dakika tuvaJet izni var. Tuvalete gidiş gelişler görevlilerin nezaretinde ve onların itip kakma­ larına, küfürlü sözlerine katlanmak gerekiyor. Sağa sola bak­ mak, onunla bununla konuşmak y·asaktı ve kesinlikle banyo izni verilmiyordu. GOya her gece saat 02 'de uyunup sabah­ ları da 07' de kalkılıyorrlu ancak; uyku saati başladıktan bir süre sonra müthiş gürültüler çıkarılıyor; banttan Arapça s özler, müzikler çalınıyordu. Uyanıkken de hayvan sesi tak­ litleri yaptırılıyor, yapmayan ya da baştaki cellatların keyfine uymayan sesler çıkartanlar acımasızca dövülüyordu .. Türk­ lere en çok İhsan, Kasım ve Haydar isimli cellatlar işkence yapıyorlardı. Sadun orada, büyük Türkmen önderlerinden Dr. Rıza Demirci ile de karşılaştı. Ancak gözleriyle konuşabildiler. Dr. Rıza Demirci, şeker hastasıydı ve sürekli ilaç alması gereki­ yordu. Ancak ne var ki Hacını vermiyor, O'na işkence içinde işkence ediyorlardı. Daha sonra Suudi Arabistan yakınların­ da bulunan başka bir hapishaneye nakledildiği duyuldu ve ondan sonra kendisinden haber alınamadı. Necdet Koçak ve Adil Şerif ise, Sadun henüz sorguda iken 1 6 Ocak 1 980'de ay­ nı yerde idam edilmişlerdi. Sadun kendi derdini unutmuş; Dr. Rıza Demirci'nin' haline acıyıp duruyordu ki o da ne? Karşıdan bir çift tanıdık: gözün kendisine bakıp durduğunu fark etti. O korkunç sarf: renk yanıltıyar muydu acaba? Bu gözler gerçekten Ümid'in,' �i .. gözleri miydi? Evet, evet . . Umit konuşamıyordu ama ağabe./j yini tanımış, kendisini göstermek için gayret ediyordu. t! .

dl

Sadun nasıl heyecanlandı, nasıl? 1,5 yıl önce Kerkük' döndüğünde kardeşinin tutuklandığını öğrenince mezuniye . sevincini ailesiyle paylaşamamış, "ne oluyor, ne yapalım?_,., demeye fırsat bulamadan bu defa kendisini alıp götürmüş·: lerdi. Kader onları bu "mahzen" denilen yerin dibine batas yerde buluşturmuştu ama ne buluşma! tkisi de işkencede ' ,. bitap düşmüş; görüşüp konuşmaları, haberleşmeleri yas 1 56


Ama olsun; ne yapıp edecek, Ümid'in haberini annesine, babasına ulaştıracaktı. Fırsat buldukça

birbirlerine bakıp

gülümsediler. Gece 02'de uyku için "emir" geldiğinde Ümit, ağabeyi­ ni düşünmekten bir türlü uyuyamadı. "Acaba okulu bitirmiş

miydi? Yoksa bir aksilik mi olmuştu? "Hem kendisini, hem

de ağabeyini kaybeden anası, babası ve kardeşleri şimdi ne haldelerdi?" Daha pek çok soru dolaştı kafasında ama hiçbi­ rine cevap bulamadı. Sadun ise kardeşini görmenin mutluluğu içinde gözle­ rini yiımmuş, yumar yummaz da, tutuklulara birkaç saatlik uykuyu da haram etmek için banttan verilen kulak tumala­ yıcı Arapça müziğe rağmen hayal alemine dalıvermişti.

İşte, daha on beş yaşında iken kaçak olarak gittiği Tür­ kiye'de, Türkiye'deki ülkücü gençlerle birlikte Başbuğ Al­ parslan Türkeş'i dinliyor. . .

". . . Türk birliği ülküsü, yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanma­ sı ülküsüdür. Bunun tahakkuku, bazı kimselere ilk bakışta imkcmsız gibi görünebilir. Birçok kimse bunu zararlı bir ha­ yal (ütopi) olarak da vasıflandırabilir. Fakat unutmamak la­ zımdır ki, her hakikat önce bir hayal ile başlar. Yine hatırla­ mak gerekir ki, 1919 yılında hür ve müstakil bir Türkiye kur­ mak için Anadolu 'da dünyanın galiplerine karşı savaşa giriş­ rnek de çılgınlık ve hayal diye vasıflandırılmtştı. Fakat inan­ mış ve kendilerini bir ülküye vermiş olanlar; yurdu kurtar­ maya ve müstakil bir Türkiye meydana getirmeye muvaffak oldular. Türk birliği de sistemli çalışmak, fırsat kollamak ve her şeyden önce Türkiye'yi korumak ve yükseltrneğe çalışmak suretiyle bir gün elbet hakikat olacaktır. . . "

1 57


lrkilerek uyandı, uyanırken de bağırıyordu: " - Olacaktır, olacaktır, olacakurL " Herkesin gözü Sadun'a kaymıştı. Cellatlar da yanında bitiverdiler. Ümit, kafasındaki soruları unutmuş, ağabeyini döverler diye korku içinde! Cellat Kasım sordu: - Ne diyorsun? Sadun bu, tecrübeli mahkO.qı: - Siz, dedi; siz rüyamda bir soru soruyordunuz da! O gaddar, o sadist cellat da gülermiş meğer. Belli ki, tu­ tukluların rüyalarına girmek hoşuna gitmiş ve O'na ayrı bir haz vermişti. Sadun'un yanından ayrılırken öyle bir kahkaha attı ki, mahzenin kırk odası tekmili birden iniledi! Neyse ki korkulan olmamıştı. Ümit rahatladı, Sadun gülümsedi. Rüyasının devamını görrnek umuduyla hemen gözlerini kapadı ama boşuna . . . Burada karlerin tecellisini beklederken Sadun nihayet 2 1 Ağustos 1981 günü, kardeşi Ümid'in de aralarında bulun­ duğu 100'e yakın tutuklu ile birlikte yine "Yoğurt" yazılı bir kapalı arabaya bindirilerek Devrim Yargı Evi'ne götürüldü . . . Neredeyse o çok sevdiği yoğurdun tadını bile unutmuş­ tu da, tutuklanalıdan beri nakilleri her nedense hep "Yoğurt arabaları" ile yapılıyordu. Durum kritik, beklenen akıbet ya­ kındı ama bunu Sadun da merak etmişti. Yol boyunca kendi kendine soruşturrlu ve Devrim Yargı Evi'nin önünde araba­ dan indirilirken acı bir gülümseme ile mınldandı: "- Ya Saddam yoğurdu çok seviyor ya da Irak Muhabe­ ratı karanlık işlerinin üstünü yoğurdun beyazlığı ile örtmeye. çalışıyor! " ·

Duruma nezaret eden Muhaberat Subaylarından biri ; Sadun'un mırılp.andığını fark etmişti. Arabadan iner inmez;: 1 58


elleri, gözleri bağlı olan Sadun'u çenesinden tutarak sordu: - Ne diyorsun? Sadun, başıyla arabayı işaret etmeye çalışarak yalnız­

ca bir kelime ile cevap verdi: - Yoğurt! ·

Subay, arkasından bir tekrne savurunca Yargı Evi'nin

merdivenlerini sendeteyerek çıktı.

Kendisinden önce " duruşmaya" alınan 33 kişiden

22'sine otomatikman idam, l l kişiye de müebbet hapis. ce­

zası verilmiş, bütün bu yargılama ve hüküm vermeler yarım saati. bile bulmamıştı. Gardiyan nihayet O'nu da çağırdı: " - Sadun Köprülü! . . " Girerken gözleri açılmış, elleri çözülmüştü. Müslüm el-Cuburu isimli Hakim yine peşin hükümle söze girdikten

sonra bildik soruları sordu, Sadun'dan aynı cevapları aldı. Ardından hakim, "Avukat' ın var mı, yoksa biz bir avukat gö. revlendirelim! " diye sorunca şu cevabı aldı: - Yok ama istemiyorum! . - Neden? - Sayın hakimim! Ben, Bağdat' ta, Kanun - Şeriat Fakül-

tesi'nden mezun oldum. Pratik uygulama yaparken de me­

zuniyet sevincini yaşayamadan tutuklandım. 1 ,5 yıldan beri işkence görüyorum ve oradan oraya sürüklenip duruyorurn. Avukat tutmaya fırsatırn olmadı. Ayrıca . . . - Evet? - Fakültede böyle öğrenmemiştİk ama burada avukat-

lar, özellikle mahkeme tarafından görevlendirilenler savcı,

hatta cellat gibi davranıyorlar! - O ne dernek?

1 59


. - Ben on yaşından beri kaç defa tutuklandım. Dolayı­

sıyla, tecrübelerim var!

Hakim, önce "Bu çocuk tam bir bela!" diye mırıldandı, sonra, - Lakin mevzuat böyle. Avukatının olmadığını bildiği­

miz için zaten bir avukat görevlendirmiştik!

Zile basıp görevlilere bildirince, dışarıda hazır bekle­

yen " güdümlü" avukat içeri girdi, "Muhterem Başkanım, de­ ğerli Başsavcılar ve Yargı Evi Üyeleri" diyerek heyeti selamla­ dıktan sonra Sadun'a döndü: - Adın? - Sadun Osman Hurşit! - Gizli soyadın da vardır senin; ·o ne? - Soyadım gizli değil; Türklere soyadı kullanmak yasak

olduğu için doğum yerimiz olan Altunköprü'den dolayı

"Köprü"yü kullanıyoruz.

- Tutukevi'ndeki numaran kaç? - On iki! - Özel avukat tutmadığın için ben serıin avukatlığını yapacağım! - Başka çarem yok! - Ölümden kurtulmak istersen doğruyu söylemek zo.,. rundasın. 1,5 yıl işkence gördün, ha.J.a konuşmadın. Anneni,

babanı ve kardeşlerini görmek istersen konuşmalısın. Ayrı­

ca, Türkiye'de kimlerle görüştüğünü, Milliyetçi Hareket Par­ tisi ile olan ilişkilerini anlatmalısın. - Hiçbir örgüt ve parti ile ilişkim yok, arkadaşım yok! - Hep yalan söylüyorsun. Bizim her şeyden haberimiz .

var. Türkiye' de Ülkü Ocakları'na, MHP Gençlik Kolları'na gi1 60


dip geldiğini, hatta Alparslan Türkeş'le görüştüğünü biliyo­ ruz. Bununla da kalmayıp Türkiye Hükümeti'ne bilgi vere­ rek casusluk yapıyorsun! "Casusluk" suçlamasını en acımasız muhaberat su­ bayları, işkenceciler, hatta Berzan el-Tikriti bile yapmamıştı ama kendisine, "lşte bu avukatındır" diye görevlendirilen ki­ şi yapıyordu. Hem de "mahkeme" sırasında. Sadun öfkele­ nerek, - Yalan, dedi. Ayaklarımın tırnaklarını söktünüz, 1,5 yıldan beri her türlü işkenceyi uyguladınız. Bunlara katlan­ mak kolay mı sanıyorsunuz? Bir şeyim olsaydı söylerdim! Avukat işi daha da ileriye götürdü: - Sayın Başkanım, Sayın Başsavcım, Sayın Üyeler! . . . Karşınızda bulunan, adı Sadun Osman Hurşit olan ve kendi­ sini suçsuz gösteren bu kişi, Türkiye Devleti'ne destek ve yardım ederek Milliyetçi Hareket Partisi'nde yıllarca çalış­ mış, Arap düşmanı olarak yetişmiştir. Küçüklüğünden beri hep Türkiye'yi düşünerek Musul ve Kerkük'ün Türk toprak­ lanna katılması için faaliyetlerde bulunmuştur. Henüz on yaşında iken Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel'in, 12

-

l3 yaşlarındayken de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün zi­ yaretleri sırasında elinde Türk bayrağı dalgalandırarak se­ vinç· gösterilerinde bulunmuş, şarkılar, marşlar söyleyip slo­ ganlar atmıştır. Defalarca tutuklanıp işkence görmesine rağ­ men bu çalışmalarından vazgeçmemiş, gizli yollardan Tür­ kiye'ye giderek kitaplar, dergiler, rozetler ve bayraklar geti­ rip dağıtmıştır. Karşınızda duran suçlu, tam bir vatan haini� dir. O 'na en ağır ceza verilirse, kendisi gibi düşüneniere iyi bir ders olur. Önceden bunların atalan bu topraklara girip el koyrnuşlardı. Selçuklular, Moğollar, Akkoyunlular, Karako� yunlular, Osmanlılar . . . Sonra Mustafa Kemal geldi, ataları� nın huyundan vazgeçmedi. Birkaç sene daha yaşasaydı, Ker� kük'le Musul'u aynı Hatay gibi Türkiye'ye katacaktı. O'ndan 1 61


sonra gelen Türk idarecileri korkak, beceriksiz ve menfaatçi oldukları için, antlaşmalada kendilerine verilen hakları bile kullanmaya cesaret edemediler. Değilse biz daha yıllarca on­ lara petrol payı verecektik ve "Türkmenlerin hakkını koru­ mak", "kaçakçılık oluyor", "baskın oluyor" gibi bahanelerle ikide bir sınınmızdan geçerek devletimizi zor durumda bıra­ kacaklardı. Yalnız, tehlike bitmiş değil . Bugün, işte bu huzu­ runuzdaki suçlunun irtibat halinde olduğu Alparslan Türkeş ve arkadaşları Atatürk'ün politikalarını uyguluyorlar. Onlar Türkiye'de söz sahibi olurlarsa ilk fırsatta Kerkük'le Musul'u isteyecekler, üzeri küllenen antlaşmaları yeniden ortaya sü­ receklerdir. Türkiye'de, "Yılanın başını küçükken ezmek ge­ rekir" diye bir söz vardır. Bu çocuk. . . Sadun'un sabrı tükenmişti. Ağzını kaparnaya çalışma­ lanna rağmen isyan etti: - Bakınız, ben hain değilim! Toprağıını ve vatanımı se­ verim, satmam. Sizler Arapsınız ve bunu gururla söylüyorsu- , i nuz. Ben de Irak Türkü'yüm. Milletimi, bu topraklarda yaşa- '; yan herkesi seviyorum. Milletini sevmek suç ise o zaman bü- \ ' tün milletler cezalandırılmalıdır! On yaşından beri bana ,: çektirmediğiniz kalmadı. Çocukluğumu yaşatmadınız. Siz . . . i Daha fazla konuşturmadılar. Tekme tokat vurarak ağ-·] zını bağlayıp salondan çıkardılar. Karar bir hafta sonraya: kalmıştı. Devam eden duruşmalarda Sadun'un kardeşi' Ümid' e ise Türklük ve Türkiye sevgisinden dolayı 6 yıl hapil cezası verildi. ·�

1

)�

Duruşma Salonu'ndan çıkarıldıktan sonra olağanüs güvenlik tedbirleri altında bu defa küçük bir "Yoğurt" arabel sına bindirilen Sadun yeniden Mahzen'e götürülüp 20 kişi · ·l bir odaya bırakıldı. Yeniden cellatların eline düşmüştü am ' bu defa fazla eziyet etmediler. Kim bilir, belki de hakkın hüküm verilmiş biri olarak görüp "misafir" muamelesi yapı : yorlardı. ·

1 62


Mahzen'deki "misafırlik" bir hafta sürdü ve 28 Ağustos 1 981 günü sabah saat tam sekizde Saddam'ın Özel Kuwetle­ ri'ne bağlı askerler tarafından birkaç kişiyle birlikte elleri, gözleri bağlanarak yağurt arabasına bindirilip götürüldüler. Yargı Evi'ndeki dava saat tam lO' da başladı ve bu defa çok kısa sürdü. Yargı B aşkanı Müslim Cuburi ve Yardımcısı Avad Bender, "Yaşın küçük olduğu için sana acıdık ve idam kararı vermedik. Hiç konuşmadığın için müebbed hapis ver­ dik. Konuşup sorularımıza doğru cevaplar verseydin bırakır­ dık! " dediler. Konuşması için fırsat veriyor gibi bir halleri vardı. Sadun hiçbir şey söylemedi. Ötekiler de ayağa kalktılar ve karar okundu:

"Sadun Osman Hurşit Köprülü, Irak'ın toprak bütünlü­ ğüne tecavüz eden Türkiye ile işbirliği yapmak, Irak kanunla­ rını hiçe sayarak Türkiye'de faşist, Türkçü, Turani bir siyasi parti olan MHP'ye üye olup Kerkük ve Musul'u Türkiye toprak­ larına katma çalışmaları yapmak, gizli yollardan Türkiye'ye gidip gelerek burada kitap, dergi, bülten, bant dağıtmak, gizli bir örgü tte görev almak suçlarından dolayı Irak Anayasası 'nın 158 ve 204. maddeleri gereğince ömür boyu hapisle cezalandı­ rılmıştır. Saddam Hüseyin, Irak Cumhuriyeti Başkanı. " Her şey önceden hazırlanmış, yalnızca başta Saddam Hüseyin olmak üzere bütün yargı, muhaberat ve emniyet güçlerinin sadizmlerini tatmin edebilmek için daha yüzler­ ce, binlerce tutuklu gibi Sadun da aylarca en ağır işkenceler altında sorgulanıp durmuştu. Cezası kesinleşince, aynı gün saat 1 3.30 sıralarında Sa­ dun'u meşhur Ebu Garip Hapishanesi'ne götürdüler. Nakil sırasında 50' den fazla özel güvenlik elemanı görev almıştı ve Sadun yine yağurt arabasında gidiyordu. Kardeşi Ümit de oradaydı ve yaklaşık bir hafta, on gün sonra yeniden görü­ şüp kucaklaştılar. 1 63


Kendilerinden önce orada bulunan Türkmen mah­ kumlar Sadun'la Ümid'e büyük yakınlık gösterdiler. Yanla­ rında yiyecek içecek cinsinden ne varsa ikram ettiler, cesa­ retlerini överek moral vermeye çalıştılar. Orada tanıdıklarıyla da karşılaşmışlardı. İzzettin İsma­ il, Erşat Muhtaroğlu, Azam Kümbetli, Necmettin Kasap bun­ lar arasındaydı. Sadun bir kitap kurduydu ve en çok okuma­ yı özlemişti. Ebu Garip'teki dostlarından tek istediği şey de kitap oldu. O 'na, "Diri Ölüler" adında bir kitap verdiler. Ki­ tap sanki orada bulunarıların hal-i pür metallerini anlatıyor­ du ya da oradakiler okudukları ile kendi durumlarını özdeş­ leştiriyorlardı. Sadun, kitaba göz attıktan sonra Ümit'le dertleşti. 1 , 5 yıl önce evlerine vardığında karşılaştığı durumu anlattı ve o anları adeta yeniden yaşadı. İkisinin vücutları da işkence iz­ leriyle doluydu ama bu konuya hiç girmediler. Gördükleri izleri karşılıklı olarak görmezden gelip acılarını ve bu acıla­ rın verdiği duygulan içlerine attılar. Sadun'un gözlerinden uyku akıyordu. Öğle namazını kılıp uykuya daldılar. Yok, yok! Sadun'a rahat yüzü görmek yasaktı. Bunca sıkıntıdan sonra birkaç saatlik uykuyu bile çok gördüler. Fe­ lah Agula isimli emniyet subayı, elinde dosyalada gelerek Sadun'u uyandırdı ve "Gel benimle!" diyerek yürüdü. Her­ kes şaşkınlık içindeydi; en çok da Ümit! Ağabeyi ile buluşup hasret giderdikten ve birkaç saat yan yana uyuduktan sonr� şimdi ne oluyordu? Yoksa, yoksa idam mı edeceklerdi Sa4 dun'u?

'ii '

Kucaklaşıp ağlaştılar. Öteki mahkumlar da ağlıyorlar�: Kapıda bekleyen emniyet subayının öfkeli sesi onları ayırdi - Çabuk gel, yoksa! "Yoksa"nın ne demek olduğunu herkes iyi biliyord Sadun hemen koşup gitti, demir kapılar kapandı. 1 64

j

�: ıd ·� �:


Dar, karanlık koridorlardan, dehlizlerden geçtiler ve hapishanenin bir başka bölümüne vardılar. İki bölüm yine kilitli demir kapılarla ayrılmıştı. Sadun'u getiren subay elin­ deki dosyalan o bölümün görevli subayına verdi, demir ka­ pılar açıldı ve oldukça geniş, dört tarafı duvarlarla çevrili, üstü kapalı ama avlu gibi geniş, 'loş ışıklarla aydınlatılan bir yere itiverdiler. K- 1 olarak adlandırılan bu koğuşta pek çok insan vardı ve duvarlardaki tel çivilere elbiseler asılmıştı. Bu haliyle orası sanki bir halk çarşısını andırıyordu. Sadun, merak içinde etrafa bakınıp konuşacak birile­ rini ararken, O'nu tanıyan birkaç kişi de yanına yaklaştı. On­ ların da Sadun'un buraya getirilmesine şaşırdıkları anlaşılı­ yordu. Göz göze gelince Sadun da onları tanıdı. Bunlar, Ker­ kük ve Bağdat Muhaberatlarının emniyet bölümlerinde tu­ tuklu olan; Zeynel Abidin Rüstem, Musa Tazeli, Sadun Tela­ ferli, Ali Abdulvahit gibi isiıiılerdi. Tanıdık yüzlerle karşılaşmak Sadun'u ümitlendirmiş­ tL O, sormad�n, Zeynel Abidin, - Bu işte bir yanlışlık var, dedi. Sadun kardeş, burası İran'la bağlantılı Hizbullah ve Hizbu dava mahkumlarının kaldığı güneş görmeyen, görüşmesi de olmayan bir yer. Seni yanlışlıkla getirmiş olmalılar. Hele anlat bana, nasıl oldu bu iş? Sadun durumu anlatınca karşısındakiler de yanlışlık ol­ duğuna iyice inandılar. Nitekim, bir iki saat sonra gelen Em­ niyet Subayı O'nu biraz daha küçük bir yere, 8 numaralı oda­ ya götürdü. Orada, Seyid Hakim el-Sadr ve kardeşleri kalıyor­ du. Sadun'a çok yardımcı oldular ve yaralarını sardılar. Şimdilik rahattı da, buradan mutlaka kurtulması gere­ kiyordu. Çünkü, Ramazan ayı gelmişti ve bu şartlar altında oruç tutması mümkün değildi. Gündüz kendisine yardımcı olan görevlileri görebilse belki bir şeyler öğrenebilirdi ama onlar da ortalıkta yoktu. Gece olunca tedirgirıliği iyice artn. 1 65


Ortalıkta göze çarpan emniyet subayları içki içiyor ve inah­ kurnlara ileri geri laflar söylüyorlardı. Bu durumda onlara derdini anlatamazdı. Neyse ki az sonra gelen bir subayın söyledikleri derdine derman oldu: - Seni buraya yanlışlıkla getirmişler. Önceki yerine, kardeşinin yanına döneceksin.! Son 1,5 yıldır hiç böyle mutlu olmamıştı. Subayı ku­ c.aklayıp öpmek istediyse de kendisini frenleyerek teşekkür etmekle yetindi. Kendileri gün yüzüne hasret kalan ve aileleriyle görüş­ meleri yasak olan K- 1 'dekiler de Sadun'un gidecek olmasına sevinmişlerdi. Çünkü, Sadun, görüş sırasında aniann ailele­ rine sağlık haberlerini iletebilirdi. Bu bir gecelik zorunlu ika­ met O'na sağlam dostluklar kazandırdı. lşte, nereden nere­ ye . . . O gün Saddam'ın Abu Garib'inde mahkum olan ve Sa­ dun'dan dışandaki ailesine sağlık haberini iletmesini rica eden Hüseyin Şehristani, günümüzde Amerikan işgalinden sonraki yeni yapılanınada Irak Petrol Bakanı olarak görev . yapıyor! O gece, K- 1 'de kimse uyumadı. Başta Şehristani, şi­ i mahkumların hemen hepsi Sadun'a, ailelerinin adresleriy­ le kendilerini tanıtacak birer nişan - alarnet verdiler. Sadun, görüş sırasında bunları kendi yakınlarına verecek, onlar da o mahkumların ailelerine ulaştıracaklardı . . . 9 Temmuz 198 1 . . . Sadun, yeniden Ebu Garib'in siyasi bölümüne getirile­ rek M-1 koğuşunda kardeşi Ümit'le buluştu. On bir günlük ayrılıktan sonra iki kardeşin buluşması görülmeye değerdi: .Sevinç gözyaşları içinde kucaklaştılar, hal hatır sordular! Öteki mahkumlar da mutlu olup sevinmişlerdi. Sadun ba• şından geçerıleri anlatınca oradakiler hallerine şükrettiler,l Ertesi gün de "görüş günü" olduğundan, heyecanlı bir bekle..; ) yiş içinde olan mahkumlar adeta bayram ettiler. 1 66


Gerçekten de siyasi mahkumların kaldıkları bölüm ol­ dukça rahattı. Her şeyden önce birbirleriyle görüşüp dertle­ şebiliyorlardı. Hele hele Sadun'la Ümid'in bir arada kalabil­ meleri iki kardeş için büyük bir nimettL Görüş gününün gelmesi Sadun'u ayrı bir heyecana sü­ rüklemişti. Bunu öğrenir öğrenmez kardeşine sordu: - Annemle babama benimle ilgili haber gönderebilmiş miydin? - Hayır, dedi Ümit. Durumun belli olmadığı için kafa­ larını karıştırmak istemedim! - İyi düşünmüşsün, dedi gülerek. Kim bilir, onlar belki de benim . . . Sözünün arkasını getirmedi. Ümit soran gözlerle ba­ kınca da tebessüm ederek, "boş ver" dereesine elini salladı. M - l ' dekiler geceyi adeta uykusuz geçirmişlerdi. Sa­ bah saat 07.30 sıralarında dışarıdan gelen bir ses cümbüşüy­ le kendilerine geldiler. Kadın, erkek, çoluk - çocuk sesleri bir uğultu halinde gelip koğuşa doluyor, herkes kulak kabartarak her sesi bir yakınına benzetiyordu. Zaman bir türlü geçmek bilmedi ve insanlar, "İşte babamın sesi!" "Bu, anacığırnın se­ si! " "Aman Allahım, kızım da gelmiş!" "Dur hele dur, oğlum da var!. . " gibi daha bin bir türlü beklenti içerisinde sat 09.00'a kadar kıvranıp durdular. Nihayet, dön tarafı duvar­ lada çevrili, üstü açık genişçe bir aviuyu andıran görüş bölü­ müne alımnca ziyaretçileri daha yakından görebildiler. Kız­ gın güneş altında uğultu iyice artmış, heyecan son haddine ulaşmıştı. Yakınlarına kavuşanlar sevinçle, heyecanla konu­ şuyorlardı. Derken; Sadun, babasının telaşlı sesienişlerini duydu. Bir Emniyet Subayı'nın kolundan tutmuş, yalvarı­ yordu: bana!

- Ben oğlum Ümid'i anyorum; Allah aşkına gösterin 1 67


Ümit'le Sadun göz göze gelip gülümsedller ve gözle­ riyle anlaştılar. Sadun biraz geride duracak, Ümit durumu anlattıktan sonra yanlarına gelecekti. Çünkü, ailesi Sa­ dun'dan bir daha haber alamamış, yalnızca "idamına hük­ medildiğini" duymuşlardı. . Yalnız, Emniyet Subayı onların sırlarını açığa çıkar­ makta gecikınedi: - Senin iki oğlun var burada. Büyük oğlunu niye sor­ muyorsun? Osman Hurşit ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Şe­ ker Hanım da öyle . . . Yine de merak içindeydiler. Subayın sözlerinden sonra geri durmayıp Sadun da Ümit'le birlikte o rtaya çıkınca anneleriyle babaları ikisi birlikte düşüp bayıl­ dılar. Orada büyük bir kargaşa oldu, ezilme tehlikesi geçirdi­ ler. Sadun'la Ümid'in kan kardeşleri, can yoldaşları hemen su getirip yüzlerine serptiler ve onları ayılttılar. Anne ile ba­ ba, iki oğullarını birlikte kucaklayıp sarılarak içlerinde biri­ ken göz yaşlarını boşalttılar. Onları gören herkes ağlıyordu. Hemen çay getirip ikram etmek istediler. Ancak ne var ki Ra­ mazan ayı idi ve tıpkı Sadun'la Ümit gibi anne ve b abaları da o ruçluydular. Görüşme tam üç saat sürmüş, 1,5 yıllık hasreti ve gi­

zem dolu günleri yad edip durmuşlardı. Vücutlarındaki iş­ kence izlerini gizlerneye çalışsalar da ana yüreği hissediyor, baba fark ediyordu. Zaten, 85 kilodan 40 kiloya düşen Sa­ dun'un durumu her şeyi gözler önüne sermiyar muydu? Ço­

cuklar, çektiklerini anlatıp o nları üzmek istemediler. Sadun, - Sizi gördük ya, bu yeter bize. Siz aniatın bakalım, Kerkük'te, Altunköprü'de ne var ne yok? Kardeşlerimiz na­ sıl? Annesiyle babası uzun uzun anlattılar. B üyük moral bulmuşlardı, çok mutluydular. Orada tutuklu bulunan bü­ yük Türkçülerden Enver Mahmut Neftçi ile Fatih Şakir 'Kifri1 68


li de yanianna gelerek moral verdiler ve "Böyle oğullar yetiş­ tirdikleri için iftihar etmelerini" söylediler. Enver Mahmut Neftçi ve Fatih Şakir Kazım Kifrili Irak Türkmenlerinin ö nde gelen şahsiyetlerindendi. Enver Mah­ mut Bey; Kerkük, Fatih Şakır Bey ise Kifri doğumlu idiler. Her ikisi de 1930 yılında doğmuşlar; kader onları doğum ta­ rihleri gibi milli davada da birleştirmişti. 1959 katliamından kurtulmuşlardı ama şimdi burada, Ebu Garip 'te idiler. Ayrılık vakti geldiğinde iki tarafta da buruk bir hüzün olmasına rağmen mutlulukları baskın çıkıyor, sevinçleri yüz­ lerinden okunuyordu. Birbirlerini Allah'a emanet edip bir hafta sonra tekrar göıiişmek dileğiyle vedalaştılar. Öteki mahkumlar gibi Sadun'la Ümit de anne ve babalarını demir parmaklıkların arkasından, gözden kayboluncaya kadar ta­ kip ettikten sonra koğuşlarına döndüler. Vakit geçmeden abdest aldılar, huşu içerisinde öğle namazlarını kıldılar. Ak­ şam oruçlarını açacaklar, sonra Kur'an okuyacaklar ve saat 23 'te yapılacak gece sayımından sonra da yatıp rahat bir uy­ ku çekeceklerdi. . . ***

Ircik yönetimi ile Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Kürt grupların birlikte organize ettikleri 1 959 Türkmen Kat­ liarnı Irak Türklerini sindiremediği gibi onlardaki milli hisle­ ri kuwetlendirerek yayınlar çıkarmaya, gizli ve açık örgütler kurup haklarını aramaya yöneltmişti. Bu cümleden olarak Dr. Nefı Demirci 1971 yılında İs­ tanbul'da Kerkük Bülteni'ni yayınladı. Bülten'de Başta Hü­ seyin Nihal Atsız, Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Dr. Yusuf Dönmez, Ahmet Kabaklı, Enver Esenkova, Acar Okan, Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Av. Enver Yakupoğlu, Mustafa Kaya­ bek, Dr. Gülçin Çandarboğlu gibi yazarların yazıları yayınla­ nıyor, Irak'ta olduğu gibi Türkiye'de de büyük ilgi görüyor­ du. 1 69


Irak Yönetimi bu bültenin kapatılması için defalarca Türk Hükümeti'ne talepte bulunmuş ve 7 sayı yayınlandık­ tan sonra yayını durdurulmuştu. Dr. N efi Demirci daha son­ ra da Kerkük Dergisi'ni yayınlamaya başladı. Kerkük Bülteni'nin nüshaları gizli yollarla Kerkük ve çevresine ulaştırılıyor, orada elden ele dolaşıyordu. Enver Neftçi ve Fatih Şakir Kazım Kifrili ile birlikte Mehmet Terzi, Hadi B erber, Ekrem Terzi, Ekrem Demirci ve Hadi Vudut bu bülteni bulundurup okutınaktan dolayı ortalama 7'şer yıl tutuklu kalmışlardı. O:r:ı,lar, tıpkı öbür dava arkadaşları gibi mücadelelerine devam ettiler. Onun için haklarındaki soruşturma hiç bitme­ di ve tekrar tekrar tutuklandılar. Fatih Şakir Bey, hapishanede iken Hacı verilmeyerek 1990, Enver Neftçi Bey de kalp hastalı­ ğından yine hapishanede iken 1993 yılında şehit oldular. İşte bu değerli insanlar EbO. Garip Hapishanesi'nde Sadun'la kardeşi Ümid'in arkadaşları, ağabeyleri olarak on­ lara moral verip destek oluyorlardı. Türkçe, İngilizce ve Arapça'yı çok iyi bilen, aynı zamanda tarih ve genel kültür bilgilerine hakim olan Enver • Neftçi, ayaklı bir kütüphane gibi her an gençlerin hizme­ tinde idi. Sorularına cevap veriyor, çeşitli konularda onlan , b il gilendiriyordu. Türk Milleti'nin b üyüklüğünden b alıse- : diyor, Türk tarihini, tarihe mal olan kahramanlarımızı, ün- 1 lü Türk Padişahlarını ve Atatürk'ü anlatıyordu. Bu yüzden, ; zaten okuyup araştırmaya meraklı olan Sadun ve kardeşi :; için Ebu Garip Hapishanesi aynı zamanda b ir okul görevi; : yaptı. ·

, · ',

Hapishanede malıklımlar için bir televizyon salonu d�i vardı. Ancak televizyon Saddam'la açılıp Saddam'la kapanı�· yar, seyredenler için bir eğlence olmaktan çok "azap kutusu1 olarak görev yapıyordu. Çünkü bütün mahkO.mlar her gece:. tıka basa televizyon salonuna doldurulup Saddam'ı dinle� 1 70


rnek ve seyretmek zorundaydılar. Çoğu zaman saatlerce sü­ ren bu zoraki seyir sırasında konuşmak, bir şey yemek ve tu­ valete gitmek bile yasaktı. Sadun bir kitap hastasıydı. Adeta yemeden içmeden durur, kitap okumadan duramazdı. Ancak ne var ki Ebu Ga­ rib'e özellikle Türkçe yayınların girmesi kesinlikle yasaktı. Sadun'un kitapsız duramayacağını bilen anası, babası, kar­ deşleri ve teyzesi ne yapıp edip görüş günlerinde getirdikle­ ri dalına ve pilav tencereleri içine yerleştirdikleri yufka dü­ rümleri arasında okuyacak bir şeyler sakınayı b aşarıyorlardı. Alparslan Türkeş'in Dokuz Işık ve Yeni Ufuklara Doğru isim­ li eserleri, Atatürk'ün Nutku, Emine Işınsu'nun Ak Toprak­ lar, Azap Toprakları isimli kitapları, Hüseyin Nihai Atsız'ın, Ziya Gökalp'in, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Mehmet Akif Ersoy, N arnık Kemal, Arif Ni­ hat Asya gibi şair, yazar ve fikir adamlarının eserleriyle B oz­ kurt, Devlet, Türk Edebiyatı gibi dergilerin bazı nüshalan değişik yollarla Sadun'a ulaşıyor, O da okuyar ve okutuyor­ du. Öyle ki, Sadun için içeriye radyo bile sokulrnuştu. Aslın­ da, görüşlerde oldukça toleranslı davranılıyordu. Öyle ki di­ leyen mahkum kaçabilirdi bile. Ancak bunun çok kötü so­ nuçlar doğurduğunu bildikleri için hiç kimse buna cesaret edemiyordu. Çünkü, Saddam yasalarına göre, kaçan malı­ kurnun bütün aile fertleri tutuklanıp işkenceye tabi tutulu­ yor, sonra da hapse atılıyorlardı. Sadun, herkes uyuduktan sonra radyosunu sakladığı yerden çıkarıp haberleri dinliyor, sabah olunca da kan kar­ deşlerine bilgi veriyordu. Kendisinden şüphelenildiği bir gün tesadüfen elindeki radyolada kitapları arkadaşlarına dağıtrnıştı. Kitap verdiği kişilerden biri de Enver Neftçi Ağa­ beyi idi. Ona, Atatürk'ün Nutkunu, Alparslan Türkeş'in Yeni Ufuklara Doğru isimli kitabını ve Bozkurt Aylık Ülkü Dergi­ si'nin 1 974 Nisan sayısını vermişti. Yatağında, dolabında ve koğuşlarında yapılan ararnada hiçbir şey bulunamadı. 1 71


Enver Bey gece sabaha kadar kitapları ve dergiyi oku­ du. Birini okurken yorulup uyuklarsa ötekine geçiyordu. Bozkurt Dergisi'nde yer alan, Galip Erdem'in, "Ülkücülüğün Güçlükleri" başlıklı yazısını okudu ve şu satırların altını çiz­ di:

". . . Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaş­ tıkça o uzaklaşacaktır. Yine de, yalnız O'na doğru yürüyecek­ sin. Belki hiç varamayacaksın ama, kavuşmak için çalışa­ caksın, yorulacaksın, dövüşeceksin, hatta öleceksin. Karıncanın hikayesini dinledin mi, okudun mu? Koca­ man bir dağı, m inicik toprak kırıntılarını taşıyarak ortadan kaldırmağa çalışırmış! Yolcunun biri, şaşkınlıkla sormuş: "Karınca Kardeş, ne yapıyorsun?" Öteki, işini bırakmadan cevap vermiş: "Şu dağın ardınd,a bir sevgi/im var. Kavuşma­ mız için aramzzdaki engeli yzkmamız gerekiyor da!" Yolcu: "Sen akılını mı kaçırdın?" demiş. "Yüce bir dağı nasıl kaldı­ rırsın, gücün ne, örnrün ne? Vazgeç bu işten!" Karıncanın cevabını hiç unutma ve duymamış ülkücü kardeşlerin varsa, anlat: "Ey insanoğlu! Belki de haklısın . . . Dağı o vaya indire­ mem, sevgilimi de göremem belki ama; yolunda ölmesini bi­ lirim ya, sen ona bak!.. " Ertesi gün, ertesi gece bunu herkese anlatacaktı. Anlattı . . . Ertesi gün ve her gün sohbetle�i oluyor, yemeklerde, dinlenme ve havalandırma saatlerinde,' geceleri uyuyana ka­ dar fikir alışverişinde bulunuyorlardı. 1 ,5 yıl aralıksız kat� , lanmak zorunda kaldığı işkencelerden sonra hapishane ha- · yatı Sadun için gerçekten büyük rahatlık olmuş, kaybettigi kiloları bile yavaş yavaş almaya başlamıştı. Yalnız; çok geç.: öğrendiği bir olay O'nu üzdü: Tutuklu olarak işkence gördü... 1 72


ğü günlerde, Saddam Hüseyin'in davetiisi olarak Bagdat'a gi­ den MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan Irak'taki Türk varlıgını görmezden gelmiş; bu da yetmezmiş gibi onları " te­ rörist" olarak nitelendirmişti. Hapishanede iken eline geçen gazete haberlerini ve çok sevdiği Ahmet Kabaklı Hoca' nın bu konuyu ele alan "Yanına Bırakılamaz" başlıklı (Tercüman, 17 Agustos 1980) makalesini okuyunca şaşırdı kaldı. Çok sev­ diği, uğruna bin bir türlü çileye katlanıp işkenceye göğüs ger­ diği, canını da seve seve vermekten çekinmeyeceği Türki­ ye'de Başbakan Yardımcılığı gibi bir görevde bulunan, daha sonra Başbakanlık da yapacak olan bir siyasi lider bunu ya­ pabilir miydi? Rasgele bir gazete haberi olarak okusa ihtimal vermeyecekti ama Ahmet Kabaklı gibi s aygıdeğer birisi bunu konu ediyorsa yalan ve yanlış olması düşünülemezdi. Sad­ dam Hüseyin, kendi daveti üzerine lrak'a gelen Erbakan'ın ziyareti dolayısıyla bir jest yapmak istemiş ve tutuklu bulu­ nan Türkmenleri serbest bırakabileceğini söylemişti. Buna karşılık Erbakan şu karşılığı verdi:

"Onlar sizin iç meselenizdir Bana verilen bilgiye göre zaten onlar teröristtirler ve camiye giden Müslümanlara kez­ zap atmış/ardır!" Oysa Erbakan bununla da kalmamış, Türkiye'ye dön­ dükten sonra gezisi ile ilgili verdiği beyanatta şunları söyle­ mişti:

"Irak yetkilileri, istismar edilen olayların mahiyetini izah ettiler. Gerek hudut, gerekse Kerkük'te cereyan eden olayların, ırk farkı gözetmekten dolayı olmayıp; terörizme karşı her ülkede tatbik edilen umumi mahiyette muameleler olduğunu belirttiler. Münhasıran Türk oldukları için Türk­ lere yapılan bir zulüm söz konusu değildir. Irak'ta idam edilen Türklerin, bomba atmak, cinayet işlernek ve camilerde namaz kılanların yüzlerine kezzap at­ mak gibi suçlar işledikleri bana bildirilmiştir. . . "

1 73


Bu, Türkmenlerin hiç yapmadığı ve yapmayacağı bir işti. Sadun gibi tırnakları sökülen, vücudunun çeşitli yerle­ rine elektrik verilen, büyükçe bir pervaneye bağlanıp döndü­ ıülen ve etleri kesilen, kemikleri kırılan biri bile bu şartlar al­ tında namazını dÜşünürken Allah'a ibadet maksadıyla ca­ miye gidenlere böyle bir harekette bulunabilirler miydi? Işte, Sadun'a hapishanede iken ulaşan ve ı 7 Ağustos 1 980 tarihli Tercüman Gazetesi'nde yayınlanan makalesin­ de Kabaklı Hoca şunlan yazıyordu:

"Erbakan, Bağdat'ta idam edilen Albay Abdurrahman Abdullah gibi seçkin Türkler ve hudutta ot toplarken kurşu­ na dizilen vatandaşlarımız hakkında, (Bayram öncesi, ora­ lara yaptığı bir ziyaret dönüşü) Irak diktatörlerinin bir söz­ cüsü gibi bile değil, onların bir adamı gibi konuşmuştur. Bu idam ve katliamlan bizim (hükümet ve basın ola­ rak) istismar ettiğimizi söylemekten çekinmemiş . . . Kerküklü beş Türk liderini şehit eden ve sınırlarına yanlışlıkla giren vatandaşlarımızı kurşuna dizen Irak Hükümeti'nin "Terö­ rizme karşı umumi mahiyette" tedbirler uyguladığını dahi, onları şehit edenlerden beter insafsızlıkla ileri sürmüştür. Ostelik Albay Abdullah Bey ve Doçent Necdet (Koçak) çapında, Irak'a yıllar boyu hizmet etmiş şehit Kerküklülerin "Bomba atmak, cinayet işlemek, namaz kılanların gözlerine kezzap atmak" gibi suçlar işlediklerini de, hiçbir vicdan ve ahlaka sığmayan katılıkta söylemiştir. Mensubiyet iddiasında bulundugu Türk Milleti'ni, herhalde Müslüman saymayan Erbakan, "ırkçılığa karşı" ve lslamiyet adına konuştugunu belirtiyor. Fakat Irak Türklü� ğüne karşı bir zulüm makinesi gibi işletilen "Baas ırkçılı· ğı"na niçin karşı olmadığını açıklamıyor. Ostelik Türkiye,, Cumhuriyeti'ni, Irak petrolleri ile tehdit etme cüretine �, dersiniz: i 'l l 1

1 74


"Hükümet, Irak yanlısı bu tutumunda devam ederse, muhtemelen 30 Ağustos'tan sonra petrol ve kredi kesilecektir. Haber veriyoruz. . . " diyor. Haberi nereden alıyor? Erbakan'ın esir, mazlum ve şehit Türkler hakkındaki bu zehirli iftiraları, bu Irak Hükümeti sözcülüğü ve Iraklı diktatörler adına devletimizi tehdit etmesi (her millet ve dev­ lette) büyük suçlardır, yanına bırakılamaz. Bu zat, sözlerini tavzih etmeli yahut iftiralarının delillerini göstermelidtr. Bu zatın, Müslüman Türk Milleti'nin her kılcal damarını zerre zerre kanatan hakaretlerine katlanamayız. Mutlaka hesap vermesi gerekir. Bir bahtsız siyasetçinin kendi soydaşları, milleti ve devleti aleyhinde bir başka devlet adına böylesine açık ve acık/ı konuşması olayına, komünistlerden sonra ilk defa Er­ bakan 'da rastlıyoruz. Bu bir tesadüf olamaz. Bunun bir karşılıgı, bedeli ol­ ması lazımdır. Bağdat'ta, kapalı kapılar ardında, Kerküklü Türk seçkinlerinin ve sınır şehitlerimizin katilleri, Erba­ kan 'la neler konuşmuş/ardır? Ne gibi pazarlıklar yapılmış­ tır? Erbakan'ın Ecevit'le kuracağı hükümete, acaba külliyet­ ti krediler ve kuyu kuyu petroller mi vaat edilmiştir ki Erba­ kan, mensup olduğunu iddia ettiği millet ve devlet hakkın­ da bôylesine bir hınçla konuşmuş ve canavarları övecek laf­ lar edebilmiştir? Ister geçici bir cinnet, ister akıl noksanlığı, ister bütün karakterini alt üst eden kin ve iktidar hırsı, isterse Irak Hükü­ meti'nin pazarlıkları sonucu söylenmiş olsun . . . Bu sözler yu­ tulamaz ve Erbakan'ın yanına bırakılamaz. Bırakmayacağı­ mızı, büyük milletimize duyuruyoruz. " Cemal Bey, Sadun'un bu notlarını ve notlar arasında yer alan Kabaklı Hoca'nın makalesini görünce o günleri ha­ tırlayıp kendi arşivini kanştırdı, sonra da Milli Kütüphane'ye giderek araştırma yaptı. 29 Temmuz 1980 tarihli ajans ha1 75


berieri Erbakan'ın Irak'a gittigini, 3 1 Temmuz tarihli haber­ ler ise Bağdat'taki temaslarının başladıgını yazıyordu. 3 Ağustos 1980 tarihinde konu ile ilgili olarak gazetelerde yer alan haberleri okuyunca adeta irkildi. Haberlerden birinin başlığı şöyle idi: "Erbakan, Kerkük Türklerinin Görüşme Is­ teklerini Reddetti!" Erbakan'ın Türkiye'ye dönüşten sonra verdiği beyanatlar ise bu yarayı iyice kanatıyordu. Ahmet Ka­ baklı'nın yazısına konu olan haberler 1 0 Ağustos 1 980 Ltarih­ li büyük gazetelerin hemen hepsinde yer almıştı. l l Agustos tarihli gazetelerde ise Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başka­ nı Alparslan Türkeş'in Erbakan'a tepkisi vardı. Erbakan'ın beyanatı için, "Bunlar çok talihsiz ve yakışıksız sözlerdir" di­ yen Türkeş şunları söylüyordu:

"Saddam 'ın idam ettiklerinden biri Türkmen Kardeş­ lik Kulübü Başkanı ve Irak Ordusu 'nda uzun yıllar görev yaptıktan sonra emekli olan Albay Abdurrahman Abdul­ lah'tır. !dam edilenlerden bir kısmı tahsillerini Türkiye'de yapmış kişilerdir. Hepsi Müslüman, iman sahibi ve Irak ül­ kesine hizmet aşkıyla dolu olan kişilerdir. Bunlara karşı bugünkü Irak yönetiminin uyguladığı canavarca politika çok tiksindiricidir. Biz Irak'la Türkiye arasında samimi dostluk ilişkilerinin gelişmesini istiyoruz ama bu dostlu­ ğun Altın Köprüsü Irak'ta yaşayan Türklerdir. Oradaki soydaşlarımız kanunlara saygılı, vataniarına bağlı kişiler olmuşlardır. " Cemal Bey, " Bu konuda kimler makale yazmış" diye merak edince, 3 1 Temmuz 1980 tarihli Tercüman'da Ergun Göze'nin "Sarı Medrese", 3 Ağustos 1 980 tarihli Hürriyet'te B edii Faik'in "İkizler", 9 Ağustos 1 980 tarihli Son Havadis'te, Tekin Erer'in "TKP Erbakan'ı Överken", l l Ağustos 1980 ta-. rihli Son Havadis'te Cihat Baban'ın "Irak ve Erbakan", 1 51 Ağustos 1980 tarihli Tercüman'da Ahmet Kabaklı'nın "Vic"'� 1 danımza Sığdırabilir misiniz?", 1 7 Ağustos 1980 tarihli Tercü�· ' man'da yine Ahmet Kabaklı'nın "Yanına Bırakılmaz", 1 11 ·i

1 76

1


Ağustos 1 980 tarihli Günaydın'da Hüsarnettin Çelebi'nin "Erbakan Neyin ve Kirnin Sözcüsü? ", 2 1 Ağustos 1980 tarihli Tercüman'da Ergun Göze'nin "Beyanat Değil Ihanet", 22 ve 23 Ağustos 1980 tarihli Tercüman'da Ahmet Kabaklı'nın "Zernzern ve Bevval" isimli makalelerinin yer aldıgını gördü. Ayrıca, Son Havadis Gazetesi'nde, 18 ve 2 1 Ağustos tarihleri arasında, "Irak Türkleri ve Kerkük . . . Sayın Erbakan 32 Soru­ ya Cevap Verin" başlıklı bir seri yazı yayınlanmış, l l Eylül 1980 tarihli gazetelerde ise "Türk Göçmen ve Mülteciler Fe­ derasyonu" ile "Irak Türkleri Kültür ve Yardırnlaşma Deme­ ği"nin "Erbakan'ı kınarna" haberleri yer almıştı. Cemal Bey'in ağzından, ister istemez, "Çok güzel" ke­ lirneleri çıktı ve ekledi: "Dernek, basınırnız ve milletirniz bir zamanlar böyle konulara baya tepki gösteriyorrnuş! . . " Sonra d a dudaklannı ısırarak, "- Ama Erbakan daha sonra bu ülkede Başbakanlık yaptı, dedi. O'nun yanında yetişenler de kendisinden geri kalmadılar. Türkiye' de yaşayanları 30 etnik gruba ayırma cür' etini gösterdiler, hatta ve hatta . . . "

Yine arşivleri kanştırdı ve zamanın Başbakanı'nın, geçmişteki partisinin il başkanı iken yaptığı bir konuşma rnetnini buldu. Bu konuşmanın bant kaydını da dinlediği içiri iyi biliyordu:

"Olke içinde yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içe­ risinde kalmak istemezlerse onun kararını yine halk verecek­ tir. Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilir/er. Bu durumda belki Osmanlı eya/etler sistemi benzeri bir şey­ ler yapılabilir. . . Böyle bağımsız bir yapıyı kurma kudretleri varsa kurarlar. Gazetenin bir tanesi yazmış ' Türkiye Türklerindir di­ ye, ahlaksız bu, hayasız. Eğer bunu derseniz, Türkiye'yi 30'a bölersiniz. Çünkü Türkiye 'de sadece Türkler yaşamıyor. Tür­ kiye'de Kürt'ü de var, Laz'ı ve Çerkez'i de var. 'Türkiye'de 1 77


yaşayan herkes Türk'tür' diyor. Olmaz öyle şey. Biz diyoruz ki Türkiye, Türkiye 'de yaşayan herkesindir. " İğrenmiş bir hali vardı . . . Dişlerini sıktı, gözlerini yum­ du, başını salladı. B aşıyla birlikte bütün vücudu da sallanıyordu: ·

"- Ne yazık ki, dedi; bunu söyleyen de bir zaman son­ ra Başbakan oldu. Bizim milletimiz çok saf ve biraz da tuhaf galiba . . . Sen ol da şimdi Bilge Kağan'ı anma! .. . "

Kalktı, kitaplığından " Orhun Abideleri" isimli kitabı çı­ kararak sayfalarını karıştırdı ve bir bölümün altını çizdi:

". . . Çin Milleti'nin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. · Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırınnış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. !yi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmez- · miş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar ' barındırmaz imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk Milleti, öldün; Türk Milleti, öleceksin!"

·

·

"- Benim milletim, dedi sonra; benzer şeylere aldan..; . maya devam ediyor. Yazık, çok yazık! Bir Bilge Kağan, bir Fa-. : tih, Yavuz, Kanuni Sultan Süleyman, devletin en kötü çağın- ! da çöküşü 33 yıl durduran bir Abdülhamit ve yeniden şah-:;: lanışı gerçekleştiren Mustafa Kemaller yok artık. Celal Tala-< b ani, Mesut Barzani gibi peşmerge bozuntulan bile zaman'l zaman Saddam'la görüşüp tutuklu Kürtler için özel aflar çı-: :. kartularken sahipsiz kalan Türkler haksız yere işkencelere'; uğradılar, zindanlarda çürüdüler ve kurşuna dizildiler, idaınj edildiler." )

i

�1

Cemal Bey haklı idi. Erbakan Hoca'nın o tutumund cesaret alan Saddam zulümlerine hız verdi, idamlan arttırdi!, Yaptığı konuşmada Saddam Hüseyin için, "Ince ruh/u, ntll*'

zik, müşfik, dini bütün bir devlet adamı, memleketinin ve !s • lam aleminin refah ve saadeti için geeeli gündüzlü Çalışa yujka yürekli bir insandır. Oğulları Uday ve Kusay hazretle.:

i'

1 78

·


ri de babaları gibi insaniyete, Islam dinine kendilerini ada­ mışlardır. " diyen Erbakan artık Saddam Hüseyin'den güzel

bir armağanı hak etmişti. Kabaklı Hoca'nın makalesinde de ima edildiği gibi, kendisine " süper bir otomobil hediye edil­ d iği", "650 milyon lira verildiği.." gibi haberler çıktı. Sadun, içerde iken Erbakan'ın sözlerine karşı sergile­ nen tepki haberlerini de okuyup teselli buldu. 1 , 5 yıl süren tutukluluk ve işkence döneminin bitmesiyle; tabir yerinde ise, "Yusufiye Medresesi'nde" öğrenime başlamıştı ve baka­ lım daha neler öğrenecekti! ***

Köprülü Ailesi'nin Kerkük'teki evlerinde ise o ziyaret

gününden beri adeta bayram yaşanıyor, ziyafet üstüne ziya­ fet veriliyordu. Eş, dost, akraba derken Kerkük'te Osman Hurşid Bey'le Şeker Hanım'ı ziyaret etmeyen hemen hiç kimse kalmadı. Geçen hafta, "Ümid' i görebilir miyiz?" umu­ duyla gittikleri Ebu Garip Hapishanesi'nde, idam oldu�nu duyduklan büyük oğul Sadun'u da görmeleri onları namü­ tenahi sevindirmiş, bu sevinçlerine dostlan ile birlikte hiç tanımadıklan Araplar ve Kürtler bile ortak olmuşlardı. Şeker Hanım bir taraftan misafirlerle ilgilenirken bir ta­

raftan da ablası Güler, artık bir genç kız olan Gülşen, dokuz yaşındaki küçük kızlan Şengül, ve görümeesinin yardımlarıy­ la bir hafta sonraki görüş gününe hazırlanıyordu. Şengül, iki yıla yakın bir zamandır görmediği ağabeyine bir sürpriz yapa­ rak ezberlediği şiiri okuyacaktı. 1967 yılmda Süleyman Demi­ rel Kerkük'e geldiği zaman Şeker Hanım'ın öne fırlayarak, "Bu

oğlum sana, Türk Milleti'ne kurban olsun!" dediği Türkeş (Zi­ yad) ise şimdi genç bir delikanlı idi ve öteki _kardeşleri ile bir­ likte O da ağabeylerini görmek için can atıyordu.

Osman Hurşit, kaybettiği oğullarını hapiste de olsa ye­ niden bulmanın sevinciyle oldukça bonkör davranıp onların koğuş arkadaşlarına da yetecek kadar dolmalar, pilavlar ve 1 79


tatlılar yapılmasını istemişti. İzin vereceklerini bilse idi, AhO. Garip önüne tezgahını açıp ocağını kuracak ve orada kebap yapıp oğullarının kader arkadaşlarına bir güzel ziyafet çeke­ cekti. Bunun imkansızlığım bildiği için evde hazırlanacak ye­ mekleri tencere ve tavalada götürmeyi uygun buldu. ** *

16 Temmuz 1 98 1 . . . Sadun ve Ümit, o görüşmenin tadı b.ütün benliklerin­ de, bugünkü ziyaret saatinin gelmesini bekliyorlardı. Geçen hafta yalnızca anne ve babalarını görmüşlerdi. Bu hafta kar­ deşleri ile birlikte bakalım daha kimler gelecekti? Sabah namazını kıldıktan sonra iki kardeş tıraş olup kahvaltılarını yaptılar ve iki blok arasından dışarıyı gören ge­ çide doğru giderek gelip gideni gözlemeye başladılar. Ziyaret saati 09'da başlamasına rağmen ziyaretçiler erkenden gelip hapishane çevresinde yer tutuyorlardı. Ümit, kalabalığın arasından telaşlı ve heyecanlı halle­ riyle hapishaneye doğru bakan Şengül'le Gülşen'i görmüştü.· Sadun'a, "- Bak Ağabey, dedi. Şengül'le Gülşen Abiarnı görüyor musun? Sadun, Ümit'in işaret ettiği yere doğru dikkatle bakın- :' . 1 ca onları gördü, görünce de gözlerinden akan yaşiara engeti olamadı. El sallıyorlardı ama, karşıdakiterin buradan salla; nan elierin kimlere ait olduğunu bilip anlamalan imkansız�1 dı. Çünkü; hem konum uygun değildi, hem de hapistekile · bir örnek kahverengi kıyafetler giyiyorlardı. Sonra Abdürrei ... zak, Türkeş, Yaşar, Atilla ve Ziyad göründüler. Yaşça ailenf

beşinci çocuğu olan Türkeş, baskılardan dolayı bir süre "Zl · yad" olarak anılmış, daha sonra yedinci çocuk dünyaya ge ·. lince bu ad O 'na verilmişti. Az sonra kapılar açılacak ve b dokuz kardeş avluda görüşüp kucaklaşacaklardı. 1 80


Nihayet babalan Osman Hurşid Köprülü ve anneleri Şeker Hanım da göründüler. Görülmeleriyle birlikte gecik­ melerinin sebebi de anlaşıldı. Elleri çok doluydu; tencereler, tavalar, bohçalar . . . Kim bilir neler getiriyorlardı! Sadun, - İnşallah bir aksilik çıkmaz, dedi. Bu adamların ne ya­ pacakları belli olmaz! - Haklısın Ağabey, dedi Ümit Bizimkiler İnşallah ted­ birli davranmışlardır! O da ne? Tam görüş yerine doğru hareket etmek üzere ayrılırlarken Sadun'un gözüne Güler Teyzesi ile Ömer Am­ cası ve çocukları çarpmasın mı? Onların da elleri doluydu. Sevinçleri ve heyecanları kat kat artmış olarak görüş alanına doğru yürüdüler. Bunlar geçitten seyre dalmışken herkes araları doldurmuş, kapıların açılmasını bekliyorlardı. Nihayet beklenen an geldi ve kapılar açıldı. Bu defa daha coşkulu ve heyecanlı bir görüşme olacaktı. Osman Hurşit her ne yapıp etmiş ve o kadar çok yiyecek içeceği içe­ ri sokmayı başarmıştı. Hemen uygun bir yer tutup yere sof­ ra bezlerini serdi. Şeker Hanım da O'na yardımcı oluyordu. Ailecek, Ebu Garib'in görüş avlusunda piknik yapacaklardı! · Güler Teyzesi bir an önce Sadun'la konuşmak için sabırsız­ lanıyordu ama Şengül buna fırsat vermedi. Herkesten önce ağab�yinin boynuna sarılıp uzun süre bırakmadı. Ardından da öbür kardeşleri sıraya girmişlerdi. Elindeki bobçayı sıkı sıkıya tutan Güler Hanım, dikkat çekmekte olduğunu tah­ min ederek, - En iyisi yemek sırasında vermek, dedi. Bari sofra işi­ ne yardım edeyim de çocuklar hasret gidersinlerı Sadun'la Ümit bütün kardeşleriyle kucaklaşıp ağlaştı­ lar. Aslında ağlıyorlar mıydı, gülüyorlar mıydı pek de belli ol­ muyordu. Şengül, Sadun'un yanından ayrılmıyordu. Ağabe­ yi O 'nu kucağına alınca bu anı bekliyormuş gibi sevindi ve okumak için sabırsızlandığı şiiri kulağına fısıldayıverdi: 1 81


"Balam Kerkük, yeller düşmüş bağrına; Boz balıarda tozar tozar gidersin, Yel neme ne, yeller düşmüş bağrına; Lokmalanır, azar azar gidersin.

"Ele kalma, Bele kal, ele kalma, Özüm özüne kurban Menim ol ele kalma. " Kaderin bir kara çizgide kırgın, Oban bir karışık dizgide kırgın, Umudun bir içli ezgide kırgın; Hoyratlanır, uzar uzar gidersin.

"Oba hanı, Ev göçüp, aba lıanı Yoluna can verirem Ki verem o bahanı. " Yiğidin yarası can üzerine; Tasalanma, şandır şan üzerine, Gün olur kuruyan kan üzerine Sınırını çizer çizer gidersin.

"Kuru la, Göz yaşını kurula, Bayraksız bağrın üzre Baht. atağı kurula. " Sadun, bu en küçük kai"deşinin okuduğu şüri dinler· ken duygulanıp ağlamıştı: - Aradaki hoyratlar bizim de, şiiri ilk defa duydum; Jd: �� min olduğunu biliyor musun? 1 82


- Evet Ağabey . . . Türkiye'de "Yetik Ozan" diye bir şair varmış, O'nun! - Çok güzel şiirmiş! Herkes sofraya oturmuş, onları bekliyordu. Güler Tey­ zesi yanını Sadun için boş bırakmıştı, oraya oturdu. Sofraya göz gezdirince, asma (üzüm) yaprağından özene bezene sa­ rılmış bir tencere dolma, dürüm dürüm yufkalar, kapalı kap­ larda tatlılar ve koca bir şişe içinde de ayran gördü. Çok sev­ diği meyveler de unutulmamıştı. Babası kalktı, kalabalık içi­ ne şöyle bir göz attıktan sonra o yaşlı haliyle ziyaretçisi gel­ meyenlere, yüzleri aşina gelenlere tabaklada servis yaptı. Bi­ raz ileride Enver Neftçi ile Fatih Şakir Kifrili vardı; hemen onlara da iki tabak götürdü. Onların bu faaliyetleri ve neşeli halleri görevli subayla­ rın da dikkatini çektiği için konuşmalarına kulak kabartıyor­ lardı. Osman Hurşit Bey bunu fark etmişti; servis için eğilip yemek alırken aile fertlerini durumdan haberdar etti. Sadun da zaten dikkatli davranıyordu ama; Güler Teyzesi'nde bir şeyler olduğunu fark ettiği için de korkuyordu. Sarmalardan yufka içine koyarak hemen yakınlarında duran iki subaya götürdü. Memnun olmuşlardı. Biri Türkçe biliyordu. Sa­ dun'a takıldı: - Bugün iyisiniz, iyi; düğün yerine çevirdiniz burayı! - Annem, babam, kardeşlerim ve yakın akrabalarım . . . Sağ olun, yardımcı oldunuz! Onlar sarmaları yerlerken Sadun da gidip yerine otur­ du. Güler Teyzesi hemen bu fırsatı değerlendirdi: Sadun'a, hazırlanmış bir yufka dürümü uzatırken yavaşça; - Yer gibi yap ama yeme; içinde kulaklıldı küçük bir radyo var! Sadun dürümü ağzına doğru götürdü, ucundan biraz ısırdıktan sonra çok memnun kaldığını jest ve mimikleriyle 1 83


anlatırken koynuna sokuverdi. Teyzesi de hemen ikinci dü­ rümü verdiği için ne yaptıklarını sofradakiler bile fark etme­ di. Gitler Hanım önündeki yufkaların arasında kitap ve der­ gi de olduğunu fısıldadı. Sadun, tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduklarını biliyordu da, çaresi yoktu. Kendisine ge­ tirilenler fark edilirse, ziyaretçilerinin hepsi de tutuklanıp aylarca, belki de yıllarca işkence edilirler, bu işin sonu idama kadar giderdi. Daha sonra kendisinde yakalansa başı tekrar belaya girer, tutukluluk gürılerindeki işkence sahnelerini ye­ niden yaşamaya başlardı. Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da renk verınemeye çalışıyordu. Yemeklerini gü­ le oynaya yediler; ayrarılarım, hatta çaylarını içtiler ve doya­ sıya hasret giderdiler. Sadun'la Ümit Kerkük'le, Altunköprü ile ilgili her şeyi sordular, misafirleri cevapladılar. Osman Hurşit, yaşlı ve yorgundu. Sadun, - Babacığım, dedi. İşte görüştük, hasret giderdik Sen her hafta gelip de rahatsız olma, yorulma. Nasıl olsa geleni­ miz gidenimiz eksik olmaz, haberleşiriz. Babasının bunu kabul etmesi mümkün değildi: - Olur mu oğlum, dedi. Her gün, her saat görüştürseler yine geliriz. Sizin gibi yigit, korkusuz, her türlü işkenceye da.;. yanan, Allah'tan ümit kesmeyip sabreden yavrularımı hiÇ yalnız bırakır mıyım? ·

Sadun, işkence faslım kapatmak istiyordu:

.!

- Yok canım, öyle söyledikleri gibi de değil; işkence fa.ıl lan görmedik biz! 1 Babası ise bunu adeta gurur vesilesi yapıyordu:

Ben, dedi; senin neler çektiğini biliyorum. Seni o günü evimizden alıp götürdülderinden bir ay kadar so beni de Bağdat'a getirdiler. Emniyet Genel Müdürlüğü'n bodrum katındaki işkence odalarından birinde gözlerim önünde sana neler ettiler neler de, "bana mısın?" demed" -

1 84

j


Aynı zamanda bana da işkence ediyorlardı. tkimizden birini konuşturacaklardı akıllarınca ama nafile. O zaman seninle gurur duydum ve işte benim oğlum bu, dedim içimden. Sonra gülerek, - Gerçi gözlerin bağlı idi ama, o sırada beni bile gör­ müyor, duymuyordun kerata; bir de "işkence falan görme­ dik" diyorsun! Sadun da güldü: - Sen konuştun mu benimle? - Konuşturacaklardı amma, sonradan vazgeçtiler. Senin ellerin ve gözlerin, benim de ellerim ve ağzım bağlı idi. "Bak, babana da işkence ediyoruz. O 'na acıyarsan so­ rularımıza cevap ver! " diye elektrikli coplarla vuruyor, vü­ cuduna �ğne gibi bir şeyler b atırıyorlardı. Sen ise yalnızca "Allah" deyip duruyordun. Yalnızca bir defa, "Beni asın, kurşuna dizin de allerne dokunmayın!" dedin. İşte o za­ man ağladım . . . - Peki, vurdular mı sana? Nasıl dayandın? - Allah sabrını veriyor oğlum. Senin o haline kendim-

den daha çok acıdım da, acıını içime gömebildim. Yalnız, Kerkük'e nasıl döndüğümü anan bilir! - Hani, dedi Şeker Hanım; " ruh gibi" derler ya, öyle geldi. Neler olup bittiğini o sırada bize söylemediyse de an­ lamıştık. Hepimiz çok üzüldük yavrum. Ama neylersiniz ki milletimizin kunulması için, gelecekte güzel günlerin olma­ sı için bunlar olacak ve bizler katlanacağız. Yeter ki bizden sonra gelecek nesillere, torunlarımıza malıcup olmayalım. Atalarımız neredeyse bin yıldan beri bu topraklarda yaşadı­ lar. Üvey babasından yediği dayaklan bizden çıkartınaya kalkan Saddam Efendi ile bir avuç Peşmerge bozuntusuna pabuç bırakacaksak yuh olsun bize! 1 85


Annesiyle babasının sözleri Sadun'u ağlatmıştı. Önce gözyaşlarını belli etmemeye çalıştı ama sesi de ağlıyordu. Sonra kendini koyuverdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O ağiayınca anası, babası, kardeşleri, akrabalan derken hal­ ka genişledi ve bütün mahkı1mlar, bütün ziyaretçiler ağla­ maya başladı. Görüş avlusu bir ağlama rnekanına dönüş­ müştü. Görevliler telaşa kapılıp oraya buraya koşuşmaya başladılar. Ziyaret süresi de bitmek üzereydi. Sadun birden, yan­

lışlıkla götürüldüğü K- 1 koğuşundaki mezhepçitikten mah­ kum kişilerin ailelerine göndermesini istedikleri selamları ve sağlık haberlerine kanıt olarak verdikleri nişanları hatıriayıp sustu. O susunca öteki ağlayanlar da susmaya başladılar. Sa­ dun gözyaşlarını silerek yanına koyduğu keseyi açtı ve duru­ mu Güler Teyzesi'ne açıkladı: . - Teyzeciğim, bunu en iyi sen yaparsın. Irak'ın güneyi­ dir, kuzeyidir demeyip bu arkadaşların ailelerine git, görüş.

lşte bu saat, yüzük, kumaş parçası gibi nişanlann da kimle­ re ait olduğu yazıyor. Onları ailelerine ver. Bu zavallılar K- 1 koğuşunda kalıyorlar ve kaldıklan yer tam da koğuşun adına uygun olarak kabirden farksız. Ne güneş yüzü görürler ne de bir ses duyarlar. Oraya girenin sağ çıkacağını sanmıyorum. � i Sevaptır, bu sevabı sen işleyiver! ·

,

- Ne demek yeğenim, seve seve yaparım! Bu görev de tamamlanırken subaylar ve askerler ziya1':: retçileri ite kaka çıkarmaya başladılar. Her şey güzel gider, ken bu itip kakmalar moralleri bozmuştu. Kucaklaşıp aynl-:·1 dılar. Kısmetse haftaya yine görüşeceklerdi. (il Sadun'la Ümit iki blok arasındaki geçide doğru gidere 1 sabah, ziyaretçilerinin gelişlerini gördükleri gibi giderlerke� de arkalarından el sallamak istiyorlardı ama müsaade etme<> diler. Herkesi bir bir sayarak koğuşlarına gönderdiler.

)

.;;j

1 86


Oç - beş saatlik saltanattan sonra normal koğuş hayatı başlamıştı. Buna uyum sağlamak zorundaydılar ve problem yoktu. Ancak ne var ki akşamın olmasını ve hele de saatin 20'ye gelmesini hiç istemiyorlardı. Çünkü televizyonda haber saati başlıyordu ve Saddam Hüseyin'i dinlemek zorundaydı­ lar. O gece saat tam 02'ye kadar bu işkenceye katlandılar. Oy­ sa Sadun, yeni gelen radyosunu açıp Türkiye'nin Sesi, Çuku­ rova ya da Diyarbakır Radyoları'ndan Türkiye ile ilgili haber­ lerle Türk müziği dinlemek için sabırsızlanıyordu. O gece O' nun için kabus gibi geçiyordu. Gözlemci subayların daldığı bir sırada yanında oturan Ümid'in kulağına fısıldadı: "- Saddam' ı dinlemek zorunda kalmak saatlerce iş­ kence görmekten daha beter!" Abu Garib'in belki de en güzel tarafı, orada bulunan binlerce kişinin tek düşmanlarının Saddam olmasıydı. Yok­ sa, Türkmen, Arap, Kürt, Şii, Sünni, Yahudi, Hıristiyan, Yezi­ di, Süryani. . herkes birbirine dost, yalnızca Saddam Hüse­ yin' e ve Baas Partisi'ne düşmandı. Onun için, dışarıda olsa­ lar muhtemelen birbirleriyle kavga edecek olan insanlar Ebu Garib çatısı altında büyük dostluk örneği sergiliyor, sırlannı ele vermiyorlardı. Yalnız, "mahkum" rolündeki ajanlar çok tehlikeli idi ve bunları kimse bilmiyordu. Günler, geceler böyle geçip gidiyor, dostluklar pekişi­ yordu. Hapishane yemekleri biraz tuhaftı. Sabahları bulaşık suyu gibi, taslar içinde içilen tuhaf bir çayla biraz ekmek, öğ­ leyin bazen san, bazen kırmızı sulu çorba mı ne olduğu an­ laşılamayan acayip bir nesne, akşamlan da salataya benzer sulu bir şey! Irak - İran ve daha sonraki Körfez Savaşları sıra­ sında bunları bile düzenli veremediler. Onun için bu karava­ nayı pek yemiyorlardı. Haftalık görüşmeler düzenli gittiği sürece iki kardeş, anne - babalannın getirdiği yemekleri bir hafta yetecek şekilde planlıyor, fazla olursa çevrelerindekile­ re ve daha çok da Enver Neftçi ile Fatih Şakir Kifrili, Yaşar Cengiz, İzzettin Tuzlu ve Mehmet lzzet Hattat'a veriyorlardı. 1 87


Bu arada cezaevi kantininden alışveriş yapıp yemek yapma imkanları da vardı. Kantinden kuruyemiş cinsi yiye­ ceklerle kuru fasulye, pirinç, patates, domates, portakal ve ekmek alınabiliyordu. Sadun ve Enver Bey Ebu Garip'teki Türkmenlerin ilgi ve bilgi odaklan idiler. Artık bir radyo sahibi olan Sadun, TRT radyolarından dinlediği en taze haberleri, "dinledim" değil de, "duydum" diyerek onlara aktarıyor, bazen de öğ­ rendiği türküleri söylüyordu. Haberleri akşam Irak Televiz­ yon'undan tek taraflı olarak seyretmek zorunda kalan bu in­ sanlar çoğu zaman gerçeklerin hiç de öyle olmadığını Sa­ dun'dan öğreniyorlardı. Özellikle İranlı ya da Şi­ i mahkumlar tran - Irak Savaşı'nı merak ediyor, durumun her akşam TV'de Saddam'ın anlattıklanndan farklı olduğu­ nu aniayıp seviniyorlar, Sadun'a teşekkür ediyorlardı. Kimseden sır çıkmıyordu ama Sadun göz hapsindey­ di. Ajan mahkumlar ve görevliler her hareketini kontrol edi­ yor, kimlerle görüştüğünü not alıyorlardı. Ama, Sadun da tedbirliydi. Tesadüfen, oğlu daha önce Osman Hurşit Bey'in lokantasında çalışan bir Türkmen bekçi Ebu Garip'te görev­ li olarak bulunuyor ve kimseye belli etmeden Sadun'a yar­ dımcı oluyordu. Aralannda bazı şifreli kelimeler tespit et­ mişlerdi. Bekçi, gerektiğinde ters davranışlarda da bulunabi­ lecekti. Orada bu zaten normal bir durumdu. Bazen Sadun' u azarlıyor, azarlama kelimelerinden O, gerekli mesajı alıyor­ du. Olumsuz bir durum ortaya çıkmadan 23 Temmuz'a ge­ lindi. O gün yine görüş günüydü ve sabahın erken saatlerin­ de kadınların, çoculdann içli sesleri ortalığı şenlendirmiş, Ebu Garib'in görüşe açık bölümlerinde bayram havası es­ meye başlamıştı. Sadun ve Ümit, geçen hafta olduğu gibi yine K- 1 koğu­ şuna giden geçidin önünde ziyaretçileri gözlüyorlardı. Az. sonra kapılar açıldı ve herkesi tek tek arayarak içeri almaya: başladılar. Kontrolleri sıkılaştırdıklan anlaşılıyordu; korkma.... 1 88


ya başladılar. Gözleri aile fertlerindeydi. İşte Şeker Hanım'ın elindekiler kontrol ediliyordu. Neyse ki korkulan olmadı. Os­ man Hurşit Bey de geçti. Sadun en çok Güler Teyzesi'nden korkuyor, "Kim bilir yine neler getirmiştir. İyi, hoş da; ya ya­ kalanırsa!" diye düşünüyordu. O'nun arama taraması gerçek­ ten uzun sürdü ama geçti! Bu arada ellerinde taşıdıkları po­ şetlerle Şengül'le Ziyad'ı da görmüşlerdi. Onlar kendilerini görmeseler de gülücüider atıp uzaktan uzağa sevdiler. Geçen haftadan farklı olarak, amcasının kızlarıyla oğullan da gelmiş­ lerdi. Derken, Sadun'un gözleri Kerkük'ten, Altunköprü'den, hatta Erbil' den, Bağdat'tan gelen dava arkadaşlarına, kan kar­ deşlerine takıldı. "Demek ki ateş yalnızca düştüğü yeri yakmı­ yormuş. Demek ki gözden ırak olan gönülden de ırak olmu­ yormuş. Demek ki arkadaşlarım da en az benim kadar vefalı­ larmış" diye büyük bir sevinç duydu. Çünkü O, çektiği bunca ızdıraba rağmen onlardan hiçbirinin adını vermemişti. Bu duygutarla bir an kendini kaybetti. Ümit fark ederek koluna girdi, sakin olmasını söyledi. Neyse ki içten gelen bir ürperti­ den sonra toparlandı. Gözlerinden birkaç damla yaş alen, gö­ rüş mahalline doğru yürüdüler. Irak'ın kuzeyinden, güneyinden, doğusundan, batısın­ dan, köyünden - kentinden, dağından ovasından; kısacası her bir köşesinden her çeşit insanın bulunduğu yerdi Ebu Garip. Onun için herkesin ziyaretçisi gelmiyor, gelemiyor; dolayısıyla onlar ziyaretçisi gelenlere gıpta ile bakıyorlardı. Ziyaret yeri ve ziyaret günleri aynı zamanda bir pana­ yır görüntüsünü andırıyordu. Burada aileler birbirleriyle ta­ nışıyor, oğullarına kız beğeniyorlardı. Bazı aileler, daha son­ ra serbest bırakllsa bile siyasi suçlardan mahkum olan biri­ ne kız vermeye korkuyor, bazıları da o genci bir kahraman olarak gördüğü için özellikle kızlarını vermek istiyor, bunun için fırsat kolluyorlardı. Sadun'un namı her yerde duyuldu­ ğu için -çıkınca- kızını vermek için yol yapmaya çalışan çok­ tu ama berikinin o taraklarda bezi yoktu. 1 89


Nihayet kapılar açıldı, yakıcı güneşin kavurduğu avlu­ ya doluştular. Anne - babalarıyla bu üçüncü görüşmeleriydi. O nun için özellikle Sadun daha çok, tehlikeyi göze alarak kendisini ziyaret eden kan kardeşleriyle hasret giderdi. Ken­ dilerini ele vermediği için her biri Sadun'a ayrı ayrı teşekkür ediyordu. Bu arada yer sofrası hazırlanmıştı. Annesiyle Gü­ ler Teyzesi Sadun'u ortalarına alıp oturdular. Belli ki yine bir şeyler getirmişlerdi. Hem yemeklerini yiyor hem de konuşuyorlardı. Sa­ dun iki tarafına da kulak kabartıp söyleyeceklerini kaçırma­ maya çalışıyordu. Kaşığını tencereye doğru daldırırken an­ nesi fısıldadı: - Fazla daldırma, dibinde yufkalar arasında Türkçe ki­ taplar var! l

Kaşığı ağzına götürürken bu defa teyzesi fısıldadı: - Elbisemin içinde küçük bir teyp ve bantlar var! Kitaplara sevinmişti de, teyp ve bant işi oldukça sıkıntılı idi. Çün�ü; geçen hafta gelen radyo çok işine yarıyordu ama her an başına bir iş açabilirdi. İster istemez yüzünün rengi değişince, durumu anlayan Türkmen b ekçi hemen yanlarına gelip Arapça olarak azarladı: - Ne var? ·sadun, ağlamaklı bir sesle: - Zor durumdayım, dedi. Bir arkadaşım ölmüş de! Bu, " Sana verecek bir emanetimiz var" demekti. Sa­ dun, teyzesine işaret edip teybi çıkarmasını isterken, oya­ lanması için bekçiye de yiyecek bir şeyler verdi. Hemen dü­ rürnler hazırladılar. Teyple kasetler de zaten dürüm içinde hazırdı. Sadun dürürnlerle ayağa kalktı, teybin olduğu düru­ mü bekçinin ön düğmesi· açık duran gömleğinin içine koyar­ ken ötekileri de eline verdi: 1 90


- Arkadaşlarınla yersiniz! - Tamam, dedi bekçi: Çıkışta teyzerre veririm! Sadun'un üstünden büyük bir yük kalkmıştı. Teyzesi

gücenınesin diye de durumu anlattı. Bu bekçi her zaman

onlara yardımcı oluyor, mektuplarını dışarı götürüp atıyor

ve fırsat buldukça olup bitenlerden haberdar ediyordu.

Sadun, geçen hafta teyzesine verdiği K- 1 emanetlerini

hatıriayıp sordu:

- Ne yaptın teyze? - Çoğu yerine ulaştı yeğenim. Kalanları da bu hafta gö-

türiilecek. Zavallı insanlar öyle seviniyor, senin için öyle dualar ediyorlar ki sormal

O duaların biri bile kabul olsa sen

bu zindandan kurtulursun. Çok büyük hayır işledin.

- Senin y<).ptığın da benimkinden az değil teyze, Allah

senden razı olsun.

- Sağ ol yeğenim, ne demek? Vakit daralıyordu. Tfincerenin dibindeki dürüm içeri­

sindeki kitaplar alınıp saklandı, onların yerine geçen hafta getirilip okunan kitaplar naylon torba içine yerleştirilmiş olarak bırakıldı ve yemek artıklarıyla örtüldü. ·

İran harbi başlayalıdan beri tutuklu sayısı artmış,

idamlar çoğalmış, görevliler adeta sinir küpü olmuşlardı.

"Kalkın" deyince kalkıp hem€m görüş malıallini boşaltmak

gerekiyordu. !şaret gelince hemen ayağa kalktılar. Vedalaş­

ma kısa sürdü. Çünkü, ziyaretçileri coplayıp mahkumları

içeri tıkmaya başlamışlardı bile . . . ***

Tıpkı asker o cağında olduğu gibi hapishaneye de her

gün her gece bin bir türlü haber geliyordu. Bu haberlere ba­

karsanız bir gün Irak orduları Tahran'a kadar giriyor, öbür 1 91


gün İran Bağdat'a doğru ilerliyordu. Sabah çıkan haberlere göre Saddam cepheye gidip geliyor, öğleden sonra ise Mu­ sul, Selahaddin, Ramadi, hatta Bağdat'ın kuzeyi de güneyi de elden çıkıyordu. Türkiye, Suriye ve Ürdün de savaşa katıl­ mışlardı; Üçüncü Dünya Savaşı ha çıktı, çıkacaktı! "Türkiye'nin savaşa girdiği" haberi Türkmenleri sevin­ diriyor, Kürtler de onlara daha yakın durmaya başhyorlardı. Ebu Garip böyle çalkalanırken heyecana kapılmayanlar da vardı. Sadun, Türkiye radyolarındaki haberleri takip ettiği için ortalıkta dolaşan söylentilere pek itibar etmiyor ama en­ dişeleniyordu. En büyük dert ortağı Enver Neftçi Bey' di. Fır­ sat buldukça akşamın saat 19'undan sabahın 04'üne kadar konuşup tartışıyorlardı. Ancak bu fırsat her zaman da elleri­ ne geçmiyordu. Çünkü çoğu zaman Saddam'ın televizyon konuşmalan saatlerce sürüyor ve neredeyse hareket bile et­ meden seyredip dinlemek zorunda kalıyorlardı. Bazen de özel günler oluyordu. Özel günlerin en güzel yanı af haber­ lerinin yayılması idi. Bu haberler çoğu zaman hayal kırıklık­ ları ile sonuçtansa da insanlara geçici mutluluklar verip se­ vinmelerine sebep oluyordu. Bu "özel günler" den en önem­ lisi elbette Saddam Hüseyin'in doğum günleri idi. Birkaç gün değişik yemekler, hatta meyve ve tatlı verildiği bile oluyordu. Doğum günlerinin en güzel yanı tabii ki af söylentilerinin çıkması idi. Mahkum görüntüsündeki ajanlar kendilerini daha çok böyle günlerde ele veriyor, Saddarncı muhaberat elemanları, subaylar ve öteki görevlilerle birlikte gülüp oy­ nuyor, şarkılar söylüyorlardı. Dava adamlığından uzak bazı mahkumlar da kendilerini havaya kaptırıyor, "Nasıl olsa af-. fedileceğiz" diyerek ya da "Eğlenceye, şamataya katılırsam� beni de affederler" düşüncesiyle ortama ayak uyduruyorlar-. dı. Ancak Araplara, hatta Kürtlere isabet eden "af' her ne­ dense Türkmenlerin hemen hiçbirine kısmet olmuyordu. Çünkü Celal Talabani ve Mesut Barzani Saddam Hüseyin'le: zaman zaman görüşerek kendi taraftarlarını koruyorlar�� ,:1 Türkmenler ise sahipsiz kalıyorlardı. 1 92


Af bekleyenler arasında, "Kuveyt adına casusluk yap­ maktan" hüküm giyen Harnit Baha adında güneyli biri var­ dı. Eline Saddam'ni resmini almış, "Yaşasın Saddam!" diye bağırarak o sıkışık koğuşun içinde oradan oraya koşup duru­ yordu. Yalnız, hevesi kursağında, ümidi dağların ve yıliann ardında kaldı. Çünkü, az sonra subaylardan biri gelip affa uğrayan 6 kişinin isimlerini okudu. Onlar da muhtemelen Baas Partisi'nin adamlan idiler. Bu durum binlerce malıku­ mu barındırarı Ebu Garip'te hayal kınldığı yaratırken Harnit Baha adeta kendini kaybetti ve öylece donup kaldı. Elindeki Saddam resmi de yerlere düştü. Bereket ki bunu Sadun ve Enver Bey'den başka gören olmamıştı, Değilse işkenceye ta­ bi tutulur, sonra da idam edilirdi. Nitekim bunun örneği da­ ha önce yaşanmıştı. Abdunahim isminde, Nasıriyeli bir mahkum üzerinde Saddam' ın . resmi olan bir gazetede ye­ mek yerken ihbar edilmiş, Saddam Hüseyin'in kardeşi Seba­ vi Tikriti hemen oraya gelerek herkesin gözü önünde Ab­ durrahlm'i kurşuna dizip öldürmüştü. O yüzden, " Saddam" dendi mi akar sular duruyor, ağlayanlar gülüyordu. Daha doğrusu öyle olmak zorundaydı. Değilse, "gözünün üstünde kaşın var" diyerek insanlan sorgusuz sualsiz öldürebilirlerdi.

Gördüğü bunca işkenceden sonra Sadun'a -ve tabi­ i ki öteki mahkumlara- bir "dinlenme yeri" gibi gelse de Ebu . Garip'te mahpus olmak gerçekten zordu. Hakime, savcıya, dolayısıyla yargılanmaya gerek yok; öldürülmeniz için bir if­ tira, bir ihbar yeterli idi. Duruşun uz, yürüyüşünüz, bakışınız beğenilmese yine öldürülürsünüz ve öldüren için hiçbir mü­ eyyide yoktur! Günler bu şartlar altında geçip giderken bir görüş gü­ nü daha geldi. Yine benzer karşılama sahneleri ve heyecan­ ları yaşandı. 30 Temmuz 198 1 günü yapılan bu görüşme Sa­ dun için oldukça heyecan verici ve tehlikelerle dolu idi. Ai­ lesi tencere dibindeki yufka sarmalı içinde yine Türkçe ki­ taplar getirmiş, Irak'ın değişik yerlerinden pek çok dava ar1 93


kadaşı O'nu görmeye gelmişti ama asıl tehlike bunlar değil­ di. Teyzesiyle, o gün yüzü görmeyen, görüşü olmayan, is­ miyle müsemma K- ı Koğuşu'ndakilerin sağlık haberlerini ve buna birer kanıt olarak verdikleri nişanları gönderdiği aileler akın akın ziyaretine gelmişlerdi. Güler Hanım'ı tanıdıkları için hemen başına üşüştüler. O da Sadun'u gösterince; ken­ di oğullarına, hatta eşierine sarıbreasma üzerine anlıp ku­ cakladılar, öptüler. Öyle ki herkes şaşırıp bu ilgiyi merak eder olmuştu. Tanıdık olduğu için Sadun'a ve Ümit'e yar­ dımcı olan Türkmen bekçi de kuşkulanıp yanlarına geldi. Ai­ lelere biraz da sertçe girişip Sadun'dan ayınrken bakışlarıy­ la sordu. Sadun ne diyeceğini bilerneden ellerini iki yana aç­ tı. Bekçi, "Dikkat edin, dikkat edin!" diyerek yanlanndan ay. rıldı. Bununla kalsa iyiydi; aileleri hiç tanımaması ve hepsi­ nin de hiç değilse çocuklarının, eşlerinin, babalarının kal­ dıkları yeri uzaktan da olsa görmek istemeleri çok büyük sı­ kıntı yarattı. Sadun1 - Bakın, dedi. Bu, dünyanın en zor işi. Benim onların yerini bildiğimi ve hele hele size bilgi verdiğimi anlariarsa he­ men buracıkta hepimizi kurşuna dizerler! Bir kadın yalvardı: - Elini ayağını öpeyim oğlum! Senin gibi yiğit bir oğ­ lum var içerde. O'ndan ümidi kesmişken sayende haberini aldık. Kaldığı koğuşu uzaktan da olsa göster. Göster ki, 'göre� mesek de koğuşunun yanına kadar vardık' deriz eşimize dos­ tumuza! -

Sadun bir şeyler söyleyecekti ama fırsat vermediler: - Kurbanın olarn oğul, bin bir tehlikeyi göze aldım da, tran'dan geldim; hem sana teşekkür edem, hem de oğlumun! yüzünü göremesem de kokusunu alam diye! - Ben de güneyden, Kuveyt sınırından geldim!

1 J

�'

1 94


Sadun çaresiz kalarak, - Tamam, dedi. Az sonra geçit yerine doğru yürüyüp K­

ı Koğuşu'na giden koridorun önünde duracağım. Durup mı­

feslenirken karşıma düşecek koridor onlann kogtış kapıları­

nın hemen önüdür. Ben dönerken siz de oraya gidersiniz. Sakın benimle ilgilenmeyin. Yalnız, pencereleri bile yok, ha­

beriniz olsun. Onlann seslerini de duyamazsınız. Siz kendi

aranızda konuşup çocuklarınızın, eşierinizin isimlerini

anarsanız belki sizi duyabilirler. Sonra da çıkıp gidersiniz!

Anne - babasının, arkadaşlannın yanına giderek du­

rumu anlattı, sonra da bir şeyler yerken rahatsızianmış gibi

yaparak kalktı. Elleriyle karnını tutuyor, derin derin nefes

alıyordu. Ferah bir yer anyormuş gibi yaparak geçi_de doğru

yürüdü. Türkmen bekçi durumu anlamış, hafiften başını sallıyordu.

Geçide vardıktan sonra K- 1 koğuşuna çıkan koridora

doğru gidip yönünü o tarafa dönerek nefeslendi, kültür-fizik

hareketleri yaparak doğruldu. Kendisi�i takip eden bir gö­

revliyi fark etti ama sakin olmayı başardı. Hareketlerden sonra rahatlaınış gibiydi. Geriye dönüşte ziyaretçilerle karı­

laştı. Allah'tan söylediklerine uymuşlardı ve O'nunla hiç ilgi­

lenmediler. Rahat bir nefes daha alarak ailesinin yanına gi­ derken, takip den görevli pek bir şey anlaınamış gibiydi. Ar­ kasından, dudak.lannı büküp ellerini yana açınakla yetindi.

Az sonra görüş saati bitti, ziyaretçiler geldikleri yerle­

re, mahkumlar da koğuşlarına döndüler. Her şey normal

geçmiş gibi görünüyordu. Ama iki gün sonra olanlar oldu!

Berzan el-Tikriti'ye bağlı Gizli Servis elemanlarından

Ahmet el-Delimi, beraberindeki birkaç kişi ile birlikte gele­

rek Sadun'la Ümit'i M-1 isimli bu büyük koğuştan aldı, özel

ve gizli bir odaya götürüp sorguladı.

Meğer ajanlar tarafından haklannda rapor düzenlen­

miş. Ahmet el- Delimi,

1 95


- Siz iki kardeş, dedi; çok dikkat çekiyorsun uz. Her yer­

den ziyaretçiniz var ve bir yerde durmuyor, çok kişi ile görü­ şüyormuşsunuz. Şimdi doğruyu söylemezseniz Genel Mu­ haberat' a gönderirim! Sadun, haklarında rapor turulduğunu anlamıştı ve Ge­ nel Muhaberat'ın en acımasız işkenceterin yapıldığı bir yer olduğunu çok iyi biliyordu: - Inanın bize, dedi; hiçbir yanlış harekette bulunma­ dık. Görüşmede de hep yerimizdeydik. Yalnızca ben . . . - Evet sen? - Annemler yemek getirmişlerdi. Fazlaca yiyince rahatsızlandığım için kalabalıktan çıkıp kültür-fizik hareketle­ ri yapmak zorunda kaldım. Görevliler de beni gördüler! Meğer, birkaç gün önce Sadun'un su yüzünden tartış­ tığı Fahri el-Bağdadi isimli mahkum, haklarında rapor tut­ muş. Hemen O ' nu çağırıp sordular: - Doğru söyle bakalım; bu iki kardeş sana ne yaptılar? - Beni affedin efendim: Kandırıp zorla bunlar hakkında rapor yazdırdılar bana. Üstelik p ara da verdiler! - Kimler?

Fahri el-Bağdadi o iki kişinin isimlerini verdi ve hemen getirip sordular: - Niye yaptınız bu işi?

tki suçlu birbirine baktı, sonra biri konuştu: - Onları herkes çok seviyordu. Biz de onlara bir oyun oynamak istedik! Subay çok kızmıştı. Kötü şeyler olacağını sezen Sa­ dun'la Ümit yalvarıyorlardı. Sadun, - Biz şikayetçi değiliz, dedi. Annemizle babamızı dah• 1 96


yeni gördük, sevinçliyiz. Bu arkadaşlar bize yaptıklarından dolayı ceza alırlarsa üzülürüz! Subay gözünü Ümit' e kaydınnca O da, - Allah nasıl olsa iftira atanların cezasını verecektir. Ben de şikayetçi değilim! Subay ellerini yana doğru açtı, "siz bilirsiniz" der gibi bir hali vardı. Yine de o kişilere önce birer yumruk vurdu, sonra da arkalarından birer tekrne savurarak koğuşlarına gönderdi. Sadun'la Ümit merakla subaya bakıyorlardı. O ise ne yapacağına karar verememiş gibiydi. Zile basınca iki görevli geldi. Onlara emir verdi: - Bu iki kardeşin kaldığı yere gidin ve her tarafı, bütün eşyalarını arayın. Talimatiara uymayan herhangi bir şey bu­ lursanız çabuk buraya getirin! Görevliler çıkıp giderken iki kardeş birbirlerine bakı­

yorlardı. Okudukları kitapları, yeri eşeleyip saklamışlardı. Radyo da o gün tesadüfen Enver Bey'de kalmıştı ama yine de korkuyorlardı. Subay, yüz hatlarından bir şeyler sezebilmek için göz hapsine alırken onlar renk verınemeye çalıştılar. Bir saat kadar sonra gelen görevlilerin elindeki yufka parçası onları oldukça heyecanlandırdı. Yufkanın üstünde belirli belirsiz yazı izleri vardı. Subay, eline aldığı parçayı bir o yana bir bu yana dönderdi, okumaya çalıştı, olmadı. Sa­ dun'a doğru uzatıp sordu: - Ne yazıyor burada? Sadun dikkatle bakıp okumaya çalıştı. Bölük pörçük hecelerden, bu izierin yufkaya sarılıp yemek tenceresi içinde kendisine getirilen, Alparslan Türkeş'in "Yeni Ufuklara Doğ­ ru" isimli kitabından geçmiş olduğunu anlamıştı. Bunu belli etmeyerek, 1 97


- Yufkayı, dedi; gazete kagıdına sarıp getirdikleri için gazetedeki yazının izi çıkmış olmalı! - Hangi gazete, hangi dilde yazıyor? - Yazılar okunınuyar ama; galiba İngilizce! Subay yufka parçasını tekrar inceledikten sonra "Gi­ din başımdan" dereesine bir hareket yaptı ve görevlilere em­ rini verdi: - Bunları koğuşlanna götürün! Giderlerken, "ucuz atlattık" diye seviniyorlardı. ***

Sadun, götürüldüideri o "özel ve gizli oda"nın gerçek­ ten "özel" bir oda olduğunu çok sonra öğrenecekti. Meğer o oda, ilkokul dördüncü sınıfta iken, "Türk" olduğunu söyle­ diği için, "Irak'ta Türk yok; yalnızca Arap ve Kürt var!" diye­ rek kendisini sınıfta bırakan, sonra da Saddam Hüseyin'e karşı düzenlenen suikaste kanştığı için tutuklanıp kurşuna dizilen Mehmet Malıcup isimli matematik öğretmeninin kaldığı oda imiş. Bunu ögrenince, - Allahım, sen ne büyüksün, dedi. Bana zulmeden bi­ rinin idama gittigi oda bana kurtuluş yeri oldu! Bu arada, yine o odada kendilerine iftira atanlarla yüz- : leştirilirlerken, Ümid'in, "Allah nasıl olsa iftira atarılann ce- 'j zasını verecektir" dediği ve birlikte affettikleri kişilerden biri- ,ı ' nin önce bacagıııın kesilip sonra öldüğünü, ötekinin de idam .-l edildiğini öğrenerek tekrar Allah'a şükrettiler.

;�

Yalnız, durumun gittikçe kötüye gittiğinin farkınday·{ dılar. Haklannda yapılan ihbarlar, kontrollerin sıklaştırılma� ; sı, çevrelerinde dolaşan görevlilerin çoğalması onları iyice; tedirgin etti. Sanki her an her şeyin olabileceği bir hava var���� 1 98

.ı''


dı. Sadun, bir fırsatı,nı bulup bekçi Ali ile konuştu. Ali, - Ziyaretçileriniz çok dikkat çekiyor, dedi. Bence, aile­ nizden başka kimse gelmesin! - Haklısın da, bunu babama nasıl duyuracağız? Ali, "Bunu ben yapabilirim" deyince konuşup anlaştı­ lar. Sadun yol parasını, verecek, O da akşamüstü görev deği­ şiminden sonra Kerkük'e giderek durumu anlatacak, sabaha da dönüp işinin başında olacaktı. .

Bu, Bekçi Ali için büyük bir fedakarlıktı. Yokluk içinde­ ki babasına iş veren Osman Hurşid Köprülü'nün oğullan için buna katlandı ve 4,5 saat gidişi, 4,5 saat dönüşü olan Ker­ kük'e gidip gelerek sabah mesaisine yetişti. Sabah, Sadun'un gözleri Ali'yi arıyordu. Göz göze gel­ dikleri zaman her şeyin yolunda olduğunu aniayıp sevindi. Nitekim, 6 Ağustos 1981 günü yapılan beşinci görüşmeye yalnızca annesi, babası ve kardeşleri gelmişlerdi. Orılarla karşılaştıkları zaman üstlerinin ıslak, vücutla­ rının da yara - bere içinde olduğunu görünce ne büyük bir iş başardıklarını aniayıp sevinerek Allah'a şükrettiler. Çünkü, üstlerini başlarını aradarken coplada vurmuşlar, vücutlan­ na buz gibi soğuk sular fışkırtarak ıslatmışlardı. Sonra da on­ ları ayn bir odaya alarak hepsinin isimlerini yazıp kayda ge­ çirdiler. Ümit'le Sadun birbirlerine bakıp gözleriyle konuş­ tular. tkisi de, "Ya bir de Ali'yi göndermeseydik ve çok ziya­ retçimiz gelseydi!" der gibiydiler. O gün aslında herkese, her ziyaretçiye karşı acımasız davranmışlardı. Mahkumlar bunu, İran Savaşı'nda işlerin kötüye gittiğine yordular. Ziyaret süresini de kısaltmışlardı. Daha aileleriyle yedikleri yemeklerini bile bitirmemişlerdi ki, eli coplu görevliler "Yallah, yallah!" diyerek herkesi dağıt­ tılar. Öyle ki, mahkumlada aileleri birbirleriyle vedalaşmaya fırsat bulamadan ayrılmak zorunda kaldılar. 1 99


Akşam yine her zamanki program uygulandı. Saat tam sekizde en az bin kişi televizyon salonunda idi. O sıcakta sı­ kışarak ve neredeyse üst üste oturuyorlardı. Ziyaret saatin­ deki sıkı uygulamadan sonra mahkumlarda merak uyanmış ve haberleri her zamankinin aksine ilgi ile seyretmeye başla­ mışlardı. Bekledikleri olmadı. Aksine, Saddam Hüseyin, cep­ hede büyük işler yaptıkları bildirilen bazı subay ve askerleri tebrik edip nişan takıyordu. Program, gece 00.01 'de bitti ve zavallı insanlar tam beş saat o durumda beklemek zorunda kaldılar. Koğuşlarına döndüklerinde ayakta duracak halde değillerdi. Sadun'la Ümit sıkışık ni:z:am yattıklan koğuşta, yerdeki yaraklarına girdikten sonra radyolarını çıkardılar ve kulaklıkları payiaşarak TRT Radyoları'ndan müzik dinledi­ ler. Program oldukça zengindi ve ünlü sanatçılardan şarkı­ lar, türküler vardı. Zeki M üren, Harniyet Yüceses, Safiye Ay­ la, Muzaffer Akgün'le Neşet Ertaş'ın seslerinden dinledikleri birbirinden güzel ve değerli eserler bütün yorgunluklarını al­ dı. Geceyi uykusuz geçimielerine rağmen sabah yoklaması­ na oldukça dinç ve dinlenmiş olarak çıktılar. Görüşler, 1 982 yılına kadar benzer görüntülere sahne olarak geçti. Yönetim bazen toleranslı, bazen de çok katı davranıyor; iki kardeş birlikte olduklan için birbirlerine des­ tek oluyorlardı. Ancak, yılın ilk günlerinde Berzan el-Tikri­ ti'ye bağlı Muhaberat elemanları geldiler ve "Özgür olacaksı­ nız" diyerek 10 mahkumla birlikte Ümit'i de alıp götürdüler. Ailesi ziyarete geldiğinde Sadun'a Ümit'i soruyor; O da, "Özgür olacaksın" demişlerdi diyerek annesinden, baba­ sından haber bekliyordu. Böylece beş ay geçti ve perişan ol­ dular. Oysa Ümit Gizli Servis' e götürilierek işkenceler altın­ da sorguya alınmıştı. Yaklaşık 1,5 yıl en ağır işkenceleri uyguladıklan ağfibe� yinden bir türlü istedikleri cevabı alamayanlar bu defa Ümid'i konuşturmak için uğraşıyorlardı. O da Sadun' dan ge­ ri kalmadı ve hiçbir bilgi vermedi. Zaten, tutuklandığı gün- · 200


lerde de konuşturamamışlardı. Şimdi, iki kardeşin hapisha­ nede birlikte olmaktan dolayı nispeten mutlu olmalarını çe­ kememiş olacaklar ki yeniden sorgulamaya aldılar. Neyse ki Ümid'in çilesi uzun sürmedi ve beş ay sonra serbest kalarak ailesinin yanına döndü. Bundan haberi olmayan Sadun, de­ vamlı kardeşini düşünüyor, bir haber alamadığı için kahro­ luyordu. Görüş günlerini adeta iple çekiyor, hayırlı haberler alabilme umuduyla gözüne uyku girmiyordu. 1982 yılının ilk görüş gününden önceki geceyi yine uykusuz geçirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra da, görüşe çıkarken giyilmesi mec­ bur olan kahverengi elbisesini hazırlamaya niyetlenmişti ki, birden uyku bastırdı ve yarağına uzanıverdi. Uyumasıyla rü­ ya alemine dalması bir oldu. Annesi, babası ve Ümit yemye­ şil bir bahçe içinde duruyarlardı ama o güzellikler içinde ol­ malarına rağmen mutlu değillerdi. Ümit oradan aynimak is­ tiyor, Şeker Hanım'la Osman Hurşit Bey de ağlıyorlardı. Ümit tam bahçeden çıkmak üzereydi ki Sadun uyanarak ya­ taktan fırladı. Ha bire "Hayırdır Inşallah, hayırdır Inşallah" deyip duruyordu. Saatine baktı, ziyaret vaktine daha vardı. Yatıp yatmamakta kararsızdı. Sonunda kararını verdi ve er­ kenden hazırlandı. Diğer mahkOmlarla birlikte, görüşlerin yapıldığı avlu­ ya çıktığında hala gördüğü rüyanın etkisindeydi. Ziyaretçiler içeri alımnca Şengül ve Ziyad koşarak gelip ağabeylerinin kucağına atladılar. Onlar her zamankinden daha sevinçli idi­ ler. Sadun, soran gözlerle bakınca, müjdeyi ikisi birlikte ver­ diler: "Ümit Ağabeyim de ziyarete geliyor!" Ne yapıp ne diyeceğini şaşırdı. Bir süre öylece kalakal­ dıktan sonra kardeşlerini bırakıp ellerini havaya açarak mı­ rıldandı: "Allah'ım, sana şükürler olsun!" O ellerini yüzüne götürürken ümit de yanına gelmişti. tki kardeş hasretle kucaklaşıp ağlaştılar. Herkes onları seyre­ diyordu. Bir süre sonra ayrılıp gözyaşlarını silerierken Sa­ dun'un gözüne annesiyle babası çarpınca gülmeye çalışarak, 201


- Kusura bakmayın, kusura bakmayın, dedi. Sizi unut­ turo neredeyse! Sadun anne ve babasıyla kucaklaşırken Ümid'in etrafı öteki mahkıimlar tarafından sarılıverdi. Herkes O'nu tebrik ediyor, dışarı ile ilgili, haberler soruyorlardı. Bu aslında teh­ likeli bir işti. Çünkü Ümit dışarıda, hatta evlerinde bile göze­ tim altında idi. Evlerinin çevresinde görevlendirilen bekçiler kendisini adım adım takip ederek rapor tutuyorlardı. Nite­ kim görevliler hemen oraya gelerek mahkumlan dağıttılar ve ümidi sert bir dille ikaz ettiler. Daha sonra iki kardeş rahat­ ça konuşma fırsatı buldular. Ümid'in özgürlüğüne kavuşmuş olması Sadun için bü­ yük moral olmuş ve adeta üzerinde taşıdığı büyük bir yükten kurtulmuştu. Hapishane şartları ağırlaşsa da dert etmiyordu. 1983 yılının sonlarına doğru, özerıle sakladığı kulaklıldı rad­ yosundan, Türkiye Radyolannın gece yarısı haberlerini din­ lerken bir sevindirici haber daha aldı: 15 Kasım 1983 günü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı ilan edilmiş­ ti. İçinden bir nara atmak geldiyse de kendini zor tuttu. Bu güzel haberi Enver Neftçi, Fatih Şakir Kifrili Beyler ve öteki Türkmenlere müjdelemek için sabırsızlanıyordu ama, saba­ hın olmasını beklemekten başka da çaresi yoktu. Ertesi günü sabah yoklamasından sonra onlara, "Öğle yemeği için kantinden bir şeyler alıp hazırlık yapacağım. Si­ ze güzel bir haberim var" dedi ve gitti. Onlar merak içinde kalmışlardı. Patates, soğan, domates, ekmek ve portakal aldı. Koğuş imkanlarıyla gidip yemek yaptı ve arkadaşlarını davet etti. Bir taraftan ilk lokmalan ağızlarına götürüderken bir taraf� tan da O'nun müjdeli haberini bekliyorlardı. Sadun, hepsi­ nin yüz ifadelerini gözden geçirdikten sonra, - Sıkı durun, dedi. Dün, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriye� ti resmen ilan edildi! 202


Sevinçlerini belli etseler yanarlardı, içlerine gömdüler.

Yalnızca, gözlerinden süzülen yaşiara engel olamaffi)şlardı. Enver Bey heyecanla sordu:

- Türkiye tanımıştır, değil mi? - Evet! - Başka tanıyan var mı? - Pakistan!... - Çok güzel. . . Başka? - Afganistan ve Bengaldeş de tanıma kararındalarmış

ama, Amerika'nın baskısından çekindikleri için açıklayamı­

yorlarmış!

Fatih Şakir Kifrili sinirlenmişti:

- Ah bu Amerika ah! Türkiye'nin dostu mudur yoksa

düşmanı mı bir türlü anlayamadım. Allah, bu dost görünen düşmanların şerrinden herkesi, hepimizi ve bütün milletleri

korusun!

Bu duaya hepsi de "Amin" dediler; sonra da Kerkük'le

Musul'un, hatta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği sınır­

ları içinde esaret hayatı yaşayan Türk topluluklarının hürri­

yetlerine kavuşması için temennilerde bulundular. Bu ye­

mek ve aldıkları müjdeli haber o gün için arılan sevindirmiş­

tL Yalnız durum kötüye gidiyordu . . . Bu şartlar altında 24 Ni­

san 1 986'ya gelindi. O gün Saddam Hüseyin'in. doğum gü­

nüydü. Aslında, Saddam'ın doğum gününü bilen olmadığı gibi, kutlamaların yapıldığı belli bir tarih de yoktu. "Deliye

her gün bayram" misali bazen Nisan' da, bazen Temmuz'da

kutlanıyordu. 1 986 Nisan'ında da yine, içerdekilerin çoğu -

hayal kırıklığına uğrayacaklarını bile bile-

af beklentisine gir­

diler. Ne var ki -her zaman olduğu gibi- dağ fare doğurdu ve

beş - on kişinin dışında sevinen olmadı. Onlar da mutlaka

hapishanede yönetim için ajarılık yapanlardı.

203


Ancak ne hikmettir bilinmez, Saddam'ın doğum günü kutlamasından tam 40 gün geçtikten sonra Emniyet Subayı ve Hapishane Müdürü Sadun Köprülü'yü çağırarak " af kap­ samında olduğunu" bildirdiler. Sadun bu işe akıl erdireme­ diği için sevinmek istiyor, beceremiyordu. Resimleri çekildi, parmak izleri alındı ve tahliye işlemleri başladı. Tahliye işlemleri günlerce sürebiliyordu. Bunu bilen ama her arı tahliye edilebileceği umuduyla yaşayan insan değişik duygulara kapılabiliyordu. Sadun'da da böyle gel gitler oldu. Bazen benliğini sanveren mutluluk dalgası çoğu zaman da yerini hüzne bırakıyordu. Sevincin hakim olduğu bir arıda bekçi Ali'ye, durumu ailesine bildirmesini bile söy­ lemişti. Ali kendi b abasına telefon etti ve O da koşa koşa gi­ dip Osmarı Hurşid'e müjdeyi verdi. Babası da tıpkı Sadun gibi idj; sevinse mi sevinmese mi bilemedi. Ali'nin b abasına bu müjde karşılığı bir yevmiye fazladan vermesine rağmen beklenti içine girmesinler diye evde bu konuyu hiç açmadı. Ancak, bu haber her nasılsa kulaktarı kulağa giderek bir uçtan uca Musaila Mahallesi'ne yayılıverdi. Sadun'un ar­ kadaşları kendi aralarında para topluyor, O'nu en güzel şe­ kilde karşılamak için organizasyonlar yapıyorlardı. Türkeş, Ziyad, Gülşen, hatta Şengül bile bu haberi duymuşlardı ama annelerine bir türlü söyleyemiyorlardı. Görüş günlerinde askerlerin, subayların darbeleriyle eli sakat kalan ve vücudunun çeşitli yerlerinde· darbe izleri bulunan Şeker Hanım bir şeyler sezinlese de çocuklarına ve kocasına sormadı. Artık O tam bir tevekkül ehli idi ve "Al­ lah'ın dediği olur" diyerek her şeye sabrediyordu. Mfedildiğinin söylenip işlemlerin başlatılmasından sonra ı ı gün geçmişti ki yetkililer Sadun' u tekrar çağırarak işlemlerin tamamlandığını, artık özgür olduğunu söyleyerek tebrik ettiler. Emniyet Subayı, 204


- Bu defa kurtardın ama bir daha politika ile uğraşıp aleyhimize çalışırsan idam olursun, dedi. Ona göre dikkat et! Sadun onlara teşekkür ederek kendisine refakat eden görevli ile birlikte çıktı. Artık hürriyetine kavuşma zamanı ge­ liyor, adım adım Ebu Garib'in çıkış kapısına doğru yürüyordu

ama içinde hala bir korku vardı. 1 O metre kala kapı ağır ağır açılırken " Galiba bu iş olacak" diye geçirdi içinden. Çıkar çık­

maz taksilere el edecek ve arkasına bakmadan gidecekti. Evet evet, askerlerin, subayların alaycı bakışları altın­ da kapıdan çıktı,_ harekete hazır olan elini kaldırarak işaret etti ve ilk gelen taksi durdu. O da durdu ve bir an nefeslene­ rek Allah' a şükredip elini taksinin kapı koluna doğru uzattı.

Tam kapıyı açmıştı ki olanlar oldu! Geriden fırlayıp gelen al­ tı görevli ellerinden, kollarından tutarak taksiye binmesini engellediler, sonra da yaka paça tutarak tekrar hapishanenin kapısından içeri soktular. Elleri kelepçelendi, gözleri bağlan­ dı. O'nun için sanki her şey başa dönüyordu. Bunları düşü­ nürken Emniyet Subayı yine de nezaket gösterip açıklama lütfunde bulundu: - Seni şimdilik özgür bırakamıyoruz. Bu af seninle ilgi­ li değilmiş. Belki gelecekte olacaktır! .. Sadun, acılann bin bir türlüsünü görmüştü ama hiçbi­ risi bu kadar ağınna gitmemişti. Çünkü, işkencelerden yılını­ yar, sorulara cevap verirken davasından taviz vermiyor, ar­ kadaşlarını koruyordu. Ya şimdi? Bu diktatör rejimden bir lütuf beklemediği halde kendisini aşağılanmış olarak görü­ yor ve üzülüyordu. · Adeta donup kaldı, bir süre hiç konuş­ madı. Koğuşuna döndüğünde arkadaşları da en az kendisi kadar üzüldüler. O gün ve gecesi öyle geçtikten sonra içeri­ deki normal hayatına döndü. Okuyor, yazıyor, sohbet edi­ yordu. Daha çekilecek ne kadar çilesi varsa da çekecekti. 13 Haziran 1986 günü, çoğu zaman yaptığı gibi kahval­ tıdan önce, koğuşlar arasında bulunan alanda spor yapıyor-

205


du. İki saat kadar çalıştıktan sonra koğuş arkadaşlanndan Adil nefes nefese yanına gelip seslendi: - Gizli Servis'le Emniyet, kaldığın odada arama yapı­ yor, her şey paramparça! - Aman Allahım, dedi. İyi ki . . . Birden sesini kesti. Çünkü, "İyi ki Türkçe kitapları ve radyomu arkadaşlara dağıtmıştım" diyecekti. Sözünü böyle­ , ce tamamlamış olsaydı hem kendi başını, hem de arkadaşla­ nnınkini yakacaktı. Bu arada, hapishane içi hoparlörlerden de Sadun'un adı anons ediliyor ve koğuşuna gitmesi isteniyordu. Koşa ko­ şa gidince gördü ki en az on kişi yatağını, eşyalarını didik di­ dik etmişler, yatağın pamuklarını bile dışarı çıkarıp defterle­ rini parçalamışlar, şeker, çay, un, pirinç ne varsa hepsi de birbirine karışmış, İngilizce Almanca birkaç roman ise orta­ lıkta duruyordu. Emniyet Subaylanndan biri, Sadun'un en­ sesinden tutarak çektikten sonra sordu: - Hani, Türkçe kitaplannla radyon nerede? - Türkçe kitabım da, radyom da yok. Olsaydı bulurdtınuz! - Sus! Bunların sende olduğunu_ biliyoruz. Nereye sak­ ladıysarı çıkar bakalım! Gizli Servis subaylarından biri, Sadun'un katlanabilir taburesinde oturmuş, arama ve sorgulamaya nezaret ediyor­ du. Sadun O'nu fark edince irkildi, dudaklarını ısırdı ve he­ men yönünü başka tarafa çevirdi. Az kalsın heyecandan sırn­ nı ele verecekti. Çünkü, evlerinden getirttiği bu taburenin kat­ lanan mekanizmasının üstünde dört kitap gizliydi ve tabure o yüzden katlanamaz haldeydi. K-l 'dekilerin sağlık haberlerini ve her birinden bir nişanırı ailelerine ulaştırumasını sağladı� için Güler Teyzesi'nin söylediği sözü hatırladı: 206


O duaların biri bile kabul olsa sen bu zindandan kurtul ursun. Çok büyük hayır işledin . . . " ti:

"Inşallah" dedi içinden ve gayrete gelip sesini yükselt-

- Yok diyorum, yok! Yatağıını bile söküp dağıtmışsınız. Ben kurallara uyan birisiyim. lşte görüyorsunuz, yalnızca Arapça, İngilizce ve Almanca romaniarım var. Onlar da Ebu Garib'in kütüphanesinden, biliyorsunuz! - Bize gelen bilgiye göre dün yanında çok sayıda Türk­ çe kitap ve radyo varmış. Ayrıca Türkiye ile haberleşiyorsun! Sadun'un konuşmasına fırsat vermeden, ellerini, göz­ lerini bağlayıp vura vura, tekıneleye tekıneleye götürdüler. "Suç unsurları" bulunamamışn ama buna ragtnen bir meç­ hule doğru götürülüyordu. Ya bir de dün gece radyosunu Enver Bey' e, 30 kadar Türkçe kitabının bir bölümünü başka arkadaşianna vermeseydi, bir bölümünü poşet içerisinde spor alanında önceden kazdıkları yere gömmeseydi ve tabu­ renin üstünde oturan görevli onu şöyle bir ters çevirseydi ya da otururken eliyle sağını solunu, altını üstünü yoklasaydı! Buna rağmen, götürüldüğü 58 numaralı odada 4 ay sü­ reyle günde üç defa işkenceye tabi tutuldu. Bu süre içerisinde ailesi de büyük sıkıntılar çekti. Sa­ dun'un bir gün böyle gizli odaya alınıp götürüldüğünden ha­ bersiz yine her zaman olduğu gibi ziyaretine gelmişlerdi. Oğullarını göremeyince olanlar oldu . . . Şeker Hanım, deliye dönmüş, ağlayıp sıziayarak hay­ kınyordu: - Oğlumu istiyorum ben, nerede Sadun'um? ken,

Subaylardan biri yanına gelerek susturmaya çalışır- Oğlun vatan haini, dedi. Türkiye ile işbirliği yapıyor! 207


Bu söz Şeker Hanım'la Osman Hurşit Bey'i iyice çile­ den çıkartmış, Sadun'un öldürüldüğüne kanaat getirmişler­ di. Osman Hurşit Bey oradan oraya koşuyor, Gülşen, Şen­ gül, Ziyad ağlaşıyor, Şeker Hanım bağrını döverek söyleni­ yordu: - Benim oğlum vatan haini değil. O, bu topraklar için ölür. Verin oğlumu bana, getirin! Hırsından, acısından ne yapacağını bilmiyor, Subayla­ ra da vuruyordu. Öfkelenen subaylar hiç acımadan Şeker Hanım'a tokatlarla, yumruklada saldırdılar. Bununla da ye­ tinmeyip ellerini hapishanenin demir kapısının altında bıra­ karak ezdiler. Kulağı sağır, elleri tutmaz oldu. Bu haldeyken bile aile fertlerini tekmeleyerek kapı dışına itederken Osman Hurşit son bir ümitle sordu: - ldam mı ettiniz oğlumu? Bari bunu söyleyin! Subay, alaycı gülüşlerle konuştu: - ldam edilmedi ama, her an edilebilir. En iyisi siz O'nu unutun gitsin! Onların bitip tükenmeyen çileleri vardı ve çekiyorlar­ dı, çekeceklerdi. Gözleri yaşlı, elleri sargılı, vücutları yara bere içinde Kerkük' e döndüler. ldam edilmediğini öğrendik­ leri için yine de içlerinde bir ümit vardı. Bu ümit onlara te­ selli oldu. Sadun'un, hapishaneye girdikten sonra geçen süre içerisinde neredeyse tamamen iyileşmiş olan işkence izleri yeniden patlak vermiş, vücudu yara bere içerisinde kalmıştı. Sonunda bir adaşının yardımıyla bu çileden de kurtuldu. EbO. Garib'te elektrikçi olarak çalışan Sadullah Hane­ kinli bir gün, riskini de göze alarak, işkence yapmaya gelen subaylara, 208


- Sadun çok iyi birisi, dedi. Herkes O'nu sever ve ken­ disi de kurallara uyar. Ben O'nu hiç Türkçe kitap okurken ve radyo dinlerken görmedim. Okusaydı ya da radyo dintesey­ di gece nöbetierirnde mutlaka rastlardım. Bir defasında Al­ manca bir roman okuyordu. Bir aşk romanıydı bu, bana da anlatmıştı! Elektrikçi Sadullah, o subayların evlerindeki elektrik işlerini de yaptığı için seviliyordu. Zaten işkenceden bir so­ nuç alamayacaklarını da bildikleri için Sadun'u tekrar koğu­ şa göndermeye karar verdiler. .

Sadun, bu gizli işkence odasında iken ister istemez yan odadaki konuşmaları da duyuyordu. Anlaşıldığına göre Irak - lran Savaşı'nda esir düşen lrarılı askerlerden birini de yanlışlıkla yan odaya bırakmışlardı. Bu asker, Azeri şivesiyle çok güzel Türkçe konuşuyor; sürekli olarak, "Ben hardayım? Ölmeden önce bir Türkmen kardaşla konuşmak istirem .. " deyip duruyordu. Sadun, bu sese cevap verip konuşmak için can atıyor­ du ama; konuştuğu taktirde mutlaka idam edileceğini de bi­ liyordu. Bir türlü rahat edemedi. Ne zaman dalıp gidecek ol­ sa o ses kulaklarında çırılıyordu: - Ben hardayım? Ölmeden önce bir Türkmen kardaşla konuşmak istirem . . "

Geceyi b ekledi ve el - ayak çekilip sessizlik olunca yan odanın duvarına doğru sokulup kulak verdi. Asker yine Aze­ ri Türkçesiyle bir şeyler mırıldanıp duruyordu. Sadun duva­ rı hafifçe tıldadıktan sonra kendine güç verip ölümü göze al­ dı ve sesini biraz yükselterek, - Kardaş beni duyur musan, dedi. Ben Türkmenim; söyle neyin var? Azerbaycan Türkü nasıl sevindi, nasıl! 209


- Çok şükür Allah'a, sen Türkmensen! Sana deyecek­ lerim var. Bunları iyiişit de sonra tran Türklerine, Irak Türk­ lerine, Türk alemine, herkese anlat . . . Ben, Yüzbaşı Mehmet Ali Hüseyin, Erdebilliyem. Serpil Zehap'ta yaralanıp esir düştüm. Ümit ederdim ki, Türkmen şehit kardaşımın yanın­ da ben de şehit düşeyim; kanımız birbirine katılsaydı, be­ nimle karşılaşmasaydı şehit olmazdı. Bunu bütün Türk Mil­ leti bilmelidir. Mehmet Ali Hüseyin birden sustu, duygulanmıştı. O kendini taparlamaya çalışırken yan odadaki Sadun durum­ dan habersiz, telaşa kapıldı. Konuşmalannın duyulmuş ola­ bileceğini düşünüyordu. Yine de cesaret edip seslendi: - Kardaş arda mısan? Mehmet Ali Hüseyin kendini toparlarnıştı, tane tane konuştu: - Dinle kardaş . . . 1 2 Kasım 1980 günüydü. 700'e yakın İran ve Irak askeri karşılaştı. Tanklar, toplar atılıyor, silahlar konuşuyordu, ölenler, yaralananlar çoktu. Ben bir türlü sila­ hımı kullanıp Irak tarafına kurşun atamadım. Çünkü onların zorla savaşa gönderildiklerini, din kardaşı olduğumuzu, üs­ telik içlerinde kan kardaşlarım olan Türkmenlerin bulundu­ ğunu biliyordum. tran güçlerinin beni kurşuna dizmelerini de göze almıştım. Baktım ki, Irak Ordusu içinde de benim gi­ bi silahını kullanmayan, kullanamayan biri var. Bir ara savaş dwmuştu. O anda, o Iraklı askerin de beni fark ettiğini anla­ dım. Birkaç saat sonra savaş tekrar başlayınca kaskıma doğ­ ru gelen iki kurşunla yaralanıp yere düştüm. Karşı tarafa tek kurşun bile atmarnıştım. Ölümle karşı karşıya idim ve çok s4suzdum. Bu arada Irak askerleri yüz kadar lranlı'yı kuşata­ rak yakalamışlardı, ben de onların arasında idim. Ellerimizi, gözlerimizi bağlıyorlardı. Ben o sırada, "Öldüm Allahım! " di­ ye nida eyledim. O Iraklı asker tam karşımda duruyordu. Hemen yanıma gelerek, 21Ö


- Sen Türkçe konuştun, dedi. Türksen? - Evet kardaş, Türk'üm; Güney Azerbaycan'dan . . . Seni görende Türk olduğun gönlüme düşmüştü, çok sevindim. Adım, Mehmet Ali Hüseyin, Erdebil şehrindenim. - Ben de Hemze Kerim Ahmet. Mendilli Türkmenle­ rindenem! - Hemze Kerim Ahmet de çok sevinmişti. Susuzluğu­ mu aniayarak hemen yanındaki su kabını uzattı. Kana kana içip kendime gelmiştim ki. . . - Ne oldu? - Meğer bir Iraklı Subay bizi seyreder dururmuş. Bir askerle birlikte yanımıza gelip Hernze Kerim' e tokat atarak, - Sen ne yapıyorsun hain, dedi. Bu lranlı askerle ne konuşuyorsUn? Hemze Kerim hiç korkmadan, '

- O da benim gibi bir Türk, dedi. Biz bir milletteniz! - Subay iyice öfkelenmişti. B ağırarak, - Demek savaşta bunun için silah kullanmıyordun. Hep gözüm üZerindeydi. Bu lranlı asker Türk olmasaydı O 'nu öldürürdün ama şimdi su verdin, konuştun. Sen de O'nun gibi hainsin! - Yok emirim; ben insanım, o da insan. Bir de İslam' dı! - Hain değilsen hadi bu lranlı'yı kurşuna diz! - Bu tutsaktır, yapamam! - Subay sonra emir verdi ve 25 kadar lranlı asker Hemze'nin ellerini gözlerini bağladıktan sonra ağaca asarak kur­ şuna dizip şehit ettiler. Mehmet Ali Hüseyin ağlayarak devam etti: 21 1


- Onlara yalvarıp, "Allah için bunu yapmayın, suçu yoktur, yardım istedim, din kardaşı olduğum için yardım et­ ti" dediysem de dinlemediler. O yaralı halimde beni de itele­ yip durdular. O Iraklı Subay benim ayaklarıma da kurşun atıp yaraladı. Yere düşünce sürünerek gittim. Yere düşen Hemze de bana doğru sürünürdü. Kavuşup kucaklaştık. Onun su kabında kalan az bir suyu ağzına sürdüm, içti. Bir­ birimize sarıtıp ağlaştık, söyleştik: "Yaşasın Türk birliği! .. "

Sadun ağlıyordu. Ağlayan sesiyle sordu: - Sonra ne oldu? Mehmet Ali Hüseyin de ağlayan bir sesle cevap verdi: - Onu alıp götürdüler, beni de öteki lranlı esirlerle önce hastaneye götürüp yaralarımı sardılar, sonra da vura vu­ ra buraya getirip attılar. Hemze kardaşım benim yüzümden kurşuna dizildi, şehit oldu. Çok üzgünem, çok! Onun için di­ yerem ki, keşke menim ile karşılaşmasaydı! Yan yana iki odada, birbirlerini görmeden bir süre ağ­ laştılar. tkisi de konuşamıyordu. Neden sonra Mehmet Ali Hüseyin'in sesi duyuldu: ·

- Bu tutsaklıktan kurtulursam ve bir oğlum olursa, adı­ nı Türkmen koyacağım! Sabah olmuş, dışarıda ayak sesleri ve gürültüler çoğal­ mıştı. Sadun, elektrikçi Sadullah'ın ifadesiyle 58 nolu oda­ dan kurtulup koğuşuna gitti ve Mehmet Ali Hüseyin'le bir daha görüşemedi. 1988 yılının Ağustos ayında, Amerika Birleşik Devletle­ ri'nin duruma el koyması üzerine Irak - tran Savaşı bitince; Saddam Hüseyin, Kürtleri aşağılayıcı pek çok söz söyledik­ ten sonra onlar için kapsamlı bir genel af çıkardı. Öyle ki, "Ben Kürt'üm" diye imza atan hemen herkes Ebu Garip'ten serbest bırakılıyordu. 21 2


Hapishane Genel Müdürü, Sadun'u çağırarak, - Bak, burada çürüyüp gideceksin, dedi . Hadi, Kürt ol­ dugunu söyleyip şu kağıdı imzala da serbest b ırakalım! Bu sözler Sadun'a yapılmış büyük bir hakaretti : - Nasıl Olur, dedi. Ben Türk'üm, Kürt değilim. Serbest kalmak uğruna olsa bile bunu kabul edemem! Müdürün ifadel erinden, samimi olduğu anlaşılıyordu : - Sen yine de iyi düşün. Berzan el -Tikriti seni burada sağ bırakmaz. Inat etme de imzala! - Teşekkür ederim; bunu yapamam! - Bak Sadun . . . Aileni de tanıyorum; yaşlı ins anlar. Her hafta beş saatlik yoldan gelip gidiyorlar, yoruluyo rlar. Yarın görüş gününde durumu onlara da anlat. Göre ceksin, kabul edecekler!

Sadun, b öyle bir düşünceyi ailesine açmaya bile cesa­ ret edemezdi ama çaresizlik içinde cevap verdi: - Olur, söylerim! Hapishane Müdürü "Gidebilirsin" deyince çıktı. Ko­ guşta, öğle yemeğinde, yoklamada kafası hep Genel Mü­ dür'ün teklifi ile meşguldü ama öyle bir şeyi bir türlü kabul­ lenemiyordu. Derken, bu defa Hapishane Istihb arat Subayı tarafından çağınldı. Odasına götürüldüğünde , Gizli Servis Subayı'nın da orada olduğunu gördü. Korkup , " B unlar yine bir iş çeviriyarlar ya, hayırlısı!" diye düşünmeye b aşlamıştı ki, Hapishane Genel Müdürü'nün teklifi bu defa Gizli Servis Subayı' ndan geldi: - Kürtlere genel af var. Bu aftan faydalanm ak senin elinde! Sadun, konuyu bilmezmiş gibi davrandı: 21 3


- Nasıl olacak bu iş? - Kürt olduğuna dair imza atacaksını - Olmaz! - Niye? - Çünkü ben Türk' üm, Türkmen'im, serbest kalma uğruna milletimi satamamı - Sen yine de iyi düşün ve en kısa zamanda kararını bildir! Sadun, "Tamam!" diyerek çıktı. Ertesi günü durumu ailesine açıklamaktan başka çaresi yoktu. Ziyarete annesi, babası ve en küçük kardeşi Şengül gelmişti. Hasretle kucaklaşıp hal hatır sordular, getirilen ye­ mekleri yiyip içtiler ama Sadun'da bir durgunluk vardı. Şe­ ker Hanım, karşılaştıklarından beri bunun farkında idi. Sor­ du: - Oğlum, senin bir derdin mi var? Sadun, kısa bir an düşündillet en sonra: - Derdim yok da, dedi; söyleyeceklerim var! Sonra da yapılan teklifleri, verdiği cevaplan anlatıp, - Böyle bir şekilde serbest bırakılınayı istemem ama, siz ne derseniz de onu yapanın. Her hafta böyle zahmet edip yoruluyorsunuz. Belki çıkarsam. . . O sözünün gerisini getiremedi. Zaten annesiyle baba­ sının bunlan dinlemeye tahammülleri de yoktu. Adeta bir­ likte konuşup aynı şeyleri söylediler: - O ne demek oğlum? Her hafta değil, keşke her gün gö­ rüş olsa da yine gelip görüşsek ve sana daha çok yiyecek içe­ cek getirsek. Biz ölene kadar buraya gelir gideriz ama, Allah muhafaza serbest bırakılmak uğruna Kürtlüğü kabul edecek 21 4


olursan seni evlatlıktan reddeder, sütümüzü helal etmeyiz! Şimdiye kadar dayandın durdun, bundan sonra da dayanır­ sm. Allah'ın izniyle bir gün gelir kurtulursun. Onların bu sözleri Sadun'a büyük bir moral vermişti. Küçük kardeşi Şengül'e dönerek yanağını okşadı ve, - Bu işe sen ne diyorsun, dedi. Yapılan teklifi kabul edeyim mi? Ağabeyi'nin bir an önce serbest bırakılınasını belki en çok Şengül istiyordu ama, tam da ailesine yakışan cevabı verdi: - İnan ki, senin gibi bir ağabeyim olduğu için benden mutlu bir çocuk yok dünyada. Okulda öğretmenlerim, arka­ daşlarım, mahallemizdeki herkes senden övgüyle bahsedi­ yorlar ve senin kardeşin olduğum için beni el - baş üstünde tutuyorlar. Allah korusun, Kürt ya da başka bir şey olduğunu söyleyerek serbest kalacak olursan ben insanların yüzüne bakamam ki! Şengül, sözlerini ağlayarak tarnamlamıştı. O'nun o ha­ li ve söylediği anlamlı sözler annesini, b abasını ve Sadun'u da ağlattı. Şengül, yine duygu yüklü sözlerle devam etti: - Ben okuyup öğretmen olunca para kazanıp sana ha­ karım. Annem babam gibi her hafta, gerekirse her gün ziya­ retine gelirim. Yeter ki . . . Sadun çok etkilenmişti. Eliyle de işaret ederek ve ağla­ maklı bir ses tonuyla: - Yeter artık, dedi. Dayanamıyorum. Ben nasıl öyle bir şey yapabilirim? Birbirleriyle kucaklaşıp ağlaştılar. Ziyaret saatinin de sonu yaklaşmıştı: Sadun, dakikalann dalmasını bekleme­ den, bekçiler, subaylar gelip ikazda bulunmadan ailesi ile 215


vedalaştı ve dogruca Hapishane Genel Müdürü'nün odasına giderek kararını bildirdi. Genel Müdür, " Sen bilirsin" diyerek önündeki dosya yıgınlarını gösterdi. Onlar, tahliye edilecek Kürtlerin dosya­ ları idi. Nitekim ziyaret saatinin bitiminden ertesi sabaha kadar yüzlerce Kürt elini kolunu saliaya sallaya AbO Garib'i terk etti. Hapishane bir taraftan boşalıyordu ama yeni gelenler de vardı. Dr. Sadık Ali Arafat ve Sadun'un eski dava arkadaş­ larından Yaşar Cengiz de yeni gelenler arasındaydı. Sadun, bir gün sabah sporu yapıp geldiginde onların da M- l 'de ol­ duklannı görünce şaşırdı. Daha doğrusu, dostlannı hapisha­ nede görmesine üzülmek mi yoksa birlikte olup dertleşecek­ lerine sevinmek mi gerekir karar veremedi. Onlar da gelir gelmez Enver Neftçi'den kendisini sormuşlardı. Şaşkınlıkla­ rını atıp hasretle kucaklaştılar. Yeniden bir grupları olunca sık sık görüşerek durum degeriendirmesi yapmaya başladı­ lar. Ortak kanaatleri, durumun daha da kötüye gittigi yönün­ de idi. Enver Neftçi, - Arkadaşlar, dedi.. Durum kötü. Bu adamların bizi bı­ rakacaklan yok. üstelik, her fırsatta gururumuzu incitmek için ne gerekiyorsa yapıyorlar ve yapacaklar. Bu Saddam de­ nen adamın duracağı yok. Bir çıkış yolu bulmak, kendisini gündemde tutmak için İran'dan sonra bakarsınız Kuveyt'e, bir de bakarsınız Türkiye'ye saldırabilir. Onun için biz mut­ laka dışarıdan destek bulmak zorundayız. Birleşmiş Millet­ ler'e, dünyanın çeşitli yerlerindeki sivil örgütlere, Irak Mu­ halefet liderlerine, Türkiye Cumhurbaşkanı'na, Başbaka­ nı'na ve bizimle ilgilendiğini bildiğimiz Alparslan Türkeş Bey' e mektuplar yazıp gizli yollarla gönderelim. Onların durumu kötüye gidiyordu ama Saddam'ın du­ rqmu da hiç iyi değildi. lran Savaşı'ndan sonra yüklü bir sa­ vaş tazminatı ödemek zorunda kalmıştı ve işin içinden çıka216


mıyordu. Emniyet Genel Müdürü bu karışıklıktan istifade ederek pek çok Saddam yanlısını tutuklayıp AbO. Garib' e gönderdi. Saddam'ın aldığı tedbirler boşa gidiyor, isyan bü­ yüyordu. Öyle ki, hapishanedeki kontrol tamamen elden çıkmış, mahkumlar istedilderi gibi hareket eder olmuşlardı. Saddam Hüseyin, sonunda, kendine bağlı özel kuwetleri göndererek duruma el koydu. Çeşitli yerlerde başka hapis­ haneler açıldı, ülke çapında tutuklamalar arttı. AbO. Garib'te, içlerinde Sadun'un da bulunduğq 208 siyasi malıkurnun Musul'daki Özel Baduş Siyasi Hapishanesi'ne nakledilmele­ ri kararlaştırıldı. Herkesin morali bozuldu. Mahkumlar "orada idam edilecelderini" düşünüyor, geride kalanlar onlara moral ver­ meye çalışıyorlardı.

ı Ocak 1 990 günü Sadun, Dr. Sadık Arafat ve Cemil Te­ laferli ile birlikte öteki 205 malıkurnun ellerini kelepçeledi­ ler, gözlerini b ağladılar ve kapalı otobüslere bindirerek bü­ yük güvenlik önlemleri altında Musul'a götürdüler. Onlara sabah kahvaltısı yaptırmadıldan gibi yolda da yiyip içeeelde­ ri hiçbir şey vermemişlerdi. Orada da Abu Garib'tekine benzer şartlarda kalıyor­ lardı. Ancak Sadun'un yakın arkadaşları burada olmadığı için canı sıkılıyor, bir taraftan da orada aldıldan kararı uygu­ lama fırsatı bulamadan Baduş'a nakledilmiş olmasına üzü­ lüyordu. Sonra ne yapıp etti, kağıt - kalem bulmayı başardı. "Paranın gözü kör olsun; başaramayacağı iş yok!" diyerek işe koyuldu. Durmadan mektup yazıyor, yazdıklarını görüş günlerinde gizlice ailesine vererek, ne pahasına olursa olsun muhataplarına ulaştırmalarını istiyordu. Muhatapları mı? Cenevre İnsan Hakları, Birleşmiş Milletler, Uluslar arası Lahey Adalet Divanı, Irak Ana Muhalefet Partileri, Arap 217


Avukatları Birliği, Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Alparslan Türkeş, MHP Genel Başkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı; Türkmen kuruluşları, dernek­ leri, örgütleri, teşkilatları, Türkiye'de yayınlanan siyasi gaze­ teler, Kızılay ve Kızılhaç kuruluşları, Siyasi partiler, tüm dünya medya, Radyo, Televizyonları . . . Sadun'un yazdığı bu mektuplar, Milli Türkmen Partisi Başkanı Mustafa Kemal Yaycılı tarafından tüm kuruluşlara dağıtılarak bir çok yerde yayınlandı. Aynı yazılar, Cemal Şan Şaklava'nın yazlığından yayın yapan Irak Milli Türkmen Partisi Radyo Evi'nden de okundu. Yayının ulaştığı yerlerde bulunan Türkmenler, "Abıl Garib 'de yatan bir Türkmen" ve " Musul Baduş Hapishanesi'nde yatan bir Türkmen" adıyla yayınlanan bu mektuplan gözyaşlan içinde dinliyorlardı. İşte, Sadun'un Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin o za­ manki Başbakanı Sayın Süleyman Demirel'e yazdığı mektup:

Sayın Başbakan Süleyman Demirel -Ankara 30- 6- 1 990 Musul- Baduş Özel Hapishanesi .. Saygı ve selamlar. . . Ilk önceden bizim kim olduğumuzu sizlere tanıtmak istiyorum. . . Sizin 1 967 tarihinde Türkmen şehri Kerkük'e ziyareti­ niz bizleri o kadar sevindirerek, sizleri alkış/amakla sizi sev­ giyle mutlulukla, 1 0 yaşında ilk okul öğrencisi olmak üzere milli özel Türkmen kıyafetiyle sizleri karşılayanlar arasın­ . daydım. (Adım) Sadun Köprülü. l O yaşında ilk okul beşinci sınıf, elierirnde Ay yıldızlı al bayrak, "Yaşasın Türkiye, Yaşa­ sın Türkçülük, Bozkurt.. " diye bağırmakla, "Ağam Süley­ man, Paşam Süleyman" türküsünü söylüyordum, o sırada annem Şeker Köprülü, sizlere bir türlü yaklaşarak, yanaşa21 8


rak kucağında olan iki yaşında kardeşimi kesmek, kurban diye adamak istedi, siz onu sakinleştirmekle, "Ne yapıyorsun hanım efendi, yapma Allah aşkına sizleri seviyoruz!" (dedi­ niz). Şimdiye kadar annemin sözleri gözüm önünde geçmi­ şi hatırlatıyor, Paşam siz bu Türk Kerkük şehrine gelmeniz bizlere büyük bir şerefsizleri kutluyoruz ne olur bizleri bu acı durumdan kurtarın, bizlere günümüze kadar her türlü iş­ kence soykırım, katliam olmaktadır. Bizleri yalnız Türk ol­ duğumuzdan dolayı yok etmeye çalışıyorlar. Artık hatırlıyorsun Kerkük Türk Milleti s(zleri nasıl bü­ yük Türklük aşkıyla karşıladılar. Kerkük ziyaretinizin sona ermesiyle siz gittiğinizden, sizin arkanızdan yürekli dağlı. gönlü yaralı, içli, dertli, öz­ lemli, çileli Irak Türkleri kaldı. Acılan bin kat daha fazla art­ tı. Yaşlılar, gençler, kadınlar, kızlar, ben de onlarla on yaşın­ da tutuklandım. Sordular: "Elinde Türk bayrağı, "Yaşasın Türkiye, Yaşasın Türkçülük, Bozkurt, Kerkük!" diye bağırı­ yordun ve Ağam Süleyman diye, Süleyman Demirel'i alkışla karşıladınız. Niye?'' Evet sizi al bayrakla Ağam Süleyman diyerek, yaşasın Türkiye bağırmadan dolayı bu yaşta B ay hapis yatarak her türlü işkence görerek evimizi arayarak yaşlı anne, babamı sizlerden dolayı tutukladılar, vurdular kırdılar. B aydan sonra okula döndüm zorlukla aldılar beni, Burhan Salihi adındaki baş öğretmen yüzlerimi ellerimi kanlar içinde gö­ rünce beni kucaklayıp öptij, sevinçten, gözlerinden yaşlar ak­ tı sen yiğit, kahramansın, doğru Türksün, sözleri hala ku­ laklarımda çınlamaktadır: "Korkma sana her türlü yardım edeceğim inanıyorum okulunu bitireceksin!" Ilk okulu, orta okulu, liseyi üstün başarılı olarak bitir­ dikten sonra mezun oldum, üniversiteye devam ederek 1 979 yılında mezun olmuştum. 21 9


1973 tarihinde Fahri Korutürk Kerkük'ü ziyaret sıra­ sında milli sloganiarta "Yaşasın Türklük, Türkiye, Bozkurt, Türkeş" diye söylemekle O'nu karşıladık, Korutürk geddikten sonra tutuklanarak, 6 ay tutuk evinde kaldım, durum çok değişti. Kerkük'te ve tüm Türk topraklarında baskılar, işken­ celer başladı, tutuklama/ar, pek çok Türk idam oldu, Hapis­ haneye atıldı. 1979 tarihinde bir hafta fakülte üniversiten mezun olduktan sonra Genel Istihbarat, Muhaberat Başkanı Ber­ zan el Tikriti emri üzerine tutuklanarak bir sene iki ay gün­ de dört defa her türlü işkence vurma, asma, yakma tımak­ larım sökmekle elektrikle her yanımı yaktılar, bu işkencele­ ri babamın elleri ağzı bağlı benim de ellerim gözlerim bağ­ lı yaptılar, babam da sekiz ay işkence gördü, annem de se­ nin için iki yaşında yavrusunu kurban vermesinden slo­ ganlar atıp bağırmasından dolayı işkenceye maruz kaldı, kulakları elleri kullanılmaz hala geldi, en önemlisi onlara 1 96 7 tarihinde senin Kerkük'e gelmen/e ilgili hep seninle, Türkiye ile ilgili, sorular sordular seni karşılamamızdan dolayı, Ağam S üleyman türküsü ve yaşasın Türkiye, Türk­ çülük diye uzun süre işkencelerle beni Türkiye'ye bağlaya­ rak vatan hain i, Türkçülük, Türkiye, Kerkük, Musul şehrin i Türkiye'ye bağlamak, örgüt kurmayla ilgili yargıladı/ar, önce idam sonradan hayat boyu yargılandım şimdi 12 yıl­ dır hapisteyim ayrıca benimle çok sayıda Irak Türkleri bu­ lunmaktadır.

Bir an önce seni çok seven Irak Türklerini ve Türkiye Türklerini Saddam'ın Abu Garip Siyasi Hapishanesi'nden, bu acı çileli dört duvar arasından kurtarmaya girişimde bu­ lunmam rica ederiz, bizlerin özgür olmamıza katkıda bulu­ nursanız, bizler de başkaları gibi kurtuluruz. (Şöyle ki): Son günlerde Kürtler, Araplar, Hıristiyanlar, Iran, Su­ riye, Kahire, Almanya, Rusya, lngiltere, Fransa, Aman, ko­ münistler, hizip Allah, h izip Dava, bir çok ajanlar bile özgür 220


oldular, her devlet her parti kendisiyle (ilgili) yargılananları gelip kurtardı. Yalnız Türkiye ile yargılananlar Türkiye, Irak Türkleri uzun yıllar birçok alfa rağmen özgür olmadı lar, benimle bir­ likte bir çok insanın dosyası bile politikadan, adam öldürme­ ye çevrilmiştir. Saddam rejimi her zaman, "benim hapishanede bir tek siyasi kişi yoktur, hepsi adam öldürmüşlerdir, silah olayları, savaştan kaçanlardır" demektedir. Saddam uzun yıllardan (beri) bizleri bekletmektedir. Hiç serbest bırakmıyor, Bağdat Ab u Garip özel siyasi yargı evinden 208 kişiyi her türlü silah­ larla, araçla Musul Baduş Siyasi hapishanesine götürdü, izi­ miz kayıp olsun diye, bizleri siyasi olmayan insanlarla karış­ tırmakla yok etmek istediler. Görüşmelerimizi bile kaldırdılar, bizleri 50 bin katil, uyuşturucu (suçlusu) içinde eritmek, yok etmek istediler. Herkes kendi milletlerinden insanlarını politikçilerini kurta­ rıp serbest bırakarak alıp götürdü, biz hariç... .

Sayın Süleyman Demirel � . .

·

·

Durumlar değişti, işkenceler hızıyla devam etmekte­ dir. Saddam'ın kardeşi Sebavi her hafta insanları kurşuna dizmektedir, hapishanenin etrafı tanklarla, araçlarla, Sad­ dam'ın özel muhaftz orduları sarmakta, her türlü gelişen otomatik silahlar ellerinde, gecenin son saatlerinde insanla­ rı alıp türlü işkencelerle öldürüyor/ar, sayısız insanımız öl­ mektedir . Birçok bölümde Türkler hasta olarak, onlardan ilaç­ ları kesilerek öldüler, durumlar çok acı tehlikeli, Türki­ ye'den gelen bakanlar, iş adamları, politikçiler, Saddam ile sıkı sıkı görüşerek Abu Garip Hapishanesi'nde olan Irak Türkleri ve Türkiye Türk hapislerinden hiçbir zaman söz 221


edemedi/er, onların Saddam tarafindan özgür olmalarını istemediler. Şu anda bu acı dertlerimizi çilemizi sizlere yazıyoruz sizden başka kimse bu hapishaneden bizleri kurtaramaz, Saddam 'a bir telefonla, bir yazıyla bu durumda isterseniz bizleri özgür bırakabilirsiniz. Tek umudumuz sizde ve Türkiye Hükümeti'nde. Bir an önce girişimde bulunmanızı istiyoruz, bizlere ulaşmazsanız bizleri yok ede�ekler; pek çok yaşlı, genç insanlarımızı öldür­ düler, bizi kurtarırsanız sizlere ve Türkiye Cumhuriyeti'ne büyük bir tarih yazılacaktır. Irak Türklerinin size olan sevgileri binlerce kat daha fazla artacaktır. Biricik umudumuz, kurtarıcımız Allah'tan sonra sizsiniz, sizlerin de bu kutsal göreve başkaları gibi ka� tılmanıza inanıyoruz, sizler önce Irak Türkleri için çalışmış­ sınız, onlara yardım ederek fakülteye üniversiteye alarak maaş bağladınız, bir an önce bu kutsal görevi yüklenmenizi beklemekteyiz. Ne olur acımıza ortak olun uz, bu Türk anne babaların yavru ve yaşlıların, kızların, gençlerin acılarına, tutsaklıkia­ rına son verilmesine bir vesile olmanızı umut ederiz. Bizler sizin tarafınızdan özgür olmamız, annelerin, babaların, gelin/erin. yaşlıların yalvarzş, yakarışiarz sizleri her türlü kötülükten acı, özlem, çileden kurtaracak, yolunuz aydın ışıklı daha da umutlu olacak, bizler de mutlu oluruz bizi Türk başkanı kurtardı diye güveniriz bu millf, kutsal in­ sani olan göreve katkınızı bekleyerek... Sizlere uzun ömürler, üstün başarılar dileriz. Gönderen: Irak Türkleri ve Türkiye Türkleri adına: Sadun Köprülü 30- 6- 1990 Musul- Baduş Özel Hapishanesi Saygılarımla. . . 222


Bu mektup Başbakan Süleyman Demirel'e iletilrnek üzere sınır kapısından Sadun'un annesi Şeker Hanım tara­ fından babayiğit bir Türk askerine verildi, yerine ulaştırıldığı­ nın haberi de onlara iletildL Ne yazık ki değişen bir şey ol­ madı. Bir çok Türkmen canlarını hapishanede verip şehit ol­ dular, bir kısmı da yıllarca yattıktan sonra tahliye edildiler. Sadun, Alparslan Türkeş'e yazdığı 14 Temmuz 1 990 ta­ rihli mektubunda ise, dalı&; önce Türkiye'ye gidişinde kendi­ si ile tanışıp konuştuklarını hatırlatıyor ve tıpkı Süleyman Demirel' e yazdığı gibi durumları hakkında bilgi verip yardım istiyordu. Bu konuda oldukça hassas olan Alparslan Türkeş, mektubu alır almaz bir yandan Türkiye'nin Irak Büyükelçisi Rafi el-Nasıri ile görüşürken bir taraftan da Türkmen mah­ kumların aileleri ile irtibat kurmuştu. Türkeş, konuyla ilgili olarak Birleşmiş Milletler nezdinde de teşebbüslerde bulun­ du. Sadun, Enver Neftçi ve başkaları da zaten Birleşmiş Mil­ letler' e mektuplar yazınışiardı ve kurtulabilmeleri için tek umut orası kalmıştı. Onlar bu işlerle uğraşıdarken Saddam Hüseyin de kendisi için bir çıkış yolu arıyor, içte ve dışta sarsılan duru­ munu onarabiirnek için yeni hamlelere hazırlaruyordu. Ni­ tekim 2 Ağustos 1990 günü güney komşusu Kuveyt'i işgal et­ ti ve bir hafta sonra da "Irak'ın 19. ili olarak ilhak ettiğini" açıkladı. Ancak, bir bakıma birbirlerini yemeleri için uzun süre seyirci kaldığı Irak İran Savaşı sırasında bile bölgeye bir­ lik gönderen Amerik� Birleşik Devletleri buna seyirci kala­ cak gibi görünmüyordu. Nitekim, yapılan görüşmeler bir so­ nuç vermeyince, Birleşmiş Milletler'in desteğini de alarak ABD 'nin öncülüğünde hareket eden koalisyon güçleri 1 7 Ocak 1 99 1 tarihinde kara, deniz ve havadan lrak'a saldırdı­ lar. Tarihe, "1. Körfez Savaşı" olarak geçen bu kavga yaklaşık 40 gün sürdü ve Irak'ın bozguna uğramasıyla sona erdi. Sad­ dam Hüseyin uluslar arası arenada yenilgi üstüne yenilgi alı­ yordu ama, artan muhalefet hareketlerine ve Kerkük - Mu223


sul taraflarında oluşan otorite boşluğuna rağmen ülkesinde­ ki hakimiyeti sürüyordu. Peşmergeler, bu otorite boşluğun­ dan faydalanarak 18 Mart 1991 günü Kerkük Şehri'ni işgal edip yağmaladılar. Milletin malına mülküne zarar vermenin yanında hedeflerinde resmi daireler vardı. Özellikle nüfus ve tapu dairelerine saldırarak ateşe verdiler. Onlar, bugünlere dünden hazırlanmış; Türk varlığı ile ilgili belgeleri tahrif _ ederek ve ortadan kaldırarak işe başlamışlardı. Olup bitenden haberi olan Saddam Hüseyin, ülkesine hakim olduğunu ispatlamak için yeni bir güç gösterisinde bulunmak üzere bölgeye asker gönderdi. Geçen zaman zar­ fında işlerini bitirmiş olan Peşmergeler 26 Mart günü Ker­ kük'ü terk ettiler. Ordu birlikleri ise ancak ertesi gün Ker­ kük'e gelebilmişlerdi. Olan yine Türkmenler' e oldu; Kerkük, Altunköprü ve çevresindeki Türkmen yerleşim yerlerinde yaşayanlar, 27 Mart 1991 sabahı top sesleriyle uyandılar. Ra­ mazan ayı idi ve hepsi oruçluydular. Tanklar, zırhlı araçlar ve her türlü askeri araç - gereç kullanılıyordu. Saldırıyı ya­ panlar, bizzat Saddam'a bağlı "Cumhuriyet Muhafızlan" idi. Onlar bir yere girip tammar ediyor, çekildikleri yerlere tek­ rar Kürt gruplar gelip resmi kayıtları yok ediyorlardı. Türk­ menler zor durumda idiler. 28 Mart günü ise Altunköprü'de tam bir katliam yaşandı. Çok sayıda insan zarar gördü, yara­ landı, canından oldu. Dibiş llçesi'ndeki Kayabaş mevkiinde; aralarında çocuklar, kadınlar ve yaşlıların da olduğu üst üste yığılmış çok sayıda ceset bulundu. Ahmet Enver Köprülü, Turan Ahmet, Atilla Ahmet ve gözü görmeyen Haşim Meh­ met Tavik, Kasım Mehmet Tavik de şehitler arasındaydı. O şehitler daha sonra Altunköprü halkı tarafından Ortayaka Mahallesi'ndeki mezarlığa defnedildiler. Orada, bu katliam­ dan kurtulamayan 200 kişinin mezan bulunuyor. Geri kalan insanlar paniğe kapılmış, ne yap-acaklarını bilmez halde telaşlı bir bekleyiş içindeydiler. Irak - İran Sa­ vaşı sırasındaki tutumlarından dolayı Halepçe Katliamı'na 224


uğrayan Kürtler bu panik ortamını kendi lehlerine çevirmek için "Saddam, KerkÜk ve Altunköprü'de kimyasal silah kul­ lanacakmış. Kimyasal Ali yine harekete geçmiş" diye haber uçurdular. İyice korkuya kapılan insanlar evlerini - yurtları­ nı terk edip Türkiye ve İran sınınna doğru kaçmaya başladı­ lar. Yalnız Türkmenler değil, Kürtler de kaçıyordu. Bazı grup­ ların yolu lran'a, bazılarınınki de Türkiye'ye düşmüştü. Aile­ ler dağıldı, parçalandı. Türkiye, bu durumdan çok etkilendi. Sınıra yığılan on binlerce Türkmen ve Kürt için içeride barın­ ma yerleri açılarak her türlü ihtiyaçları karşılandı. Tarihte hiçbir zaman müstakil devletleri olmayan Kürtler her sıkış­ tıklarında Türkiye'ye sığınıp ilgi ve şefkat gördüler fakat; "Beste kargayı oysun gözünü" misali; ele geçirdikleri her fır­ satı da lehlerine çevirmekten geri durmadılar. lran'a geçip Urmiye Şehri'nde konaklayanlar arasında Sadun'un ailesi de vardı. Annesi ve dört kardeşi aylarca ora­ da-kaldılar ve Azeri Türklerinden sıcak bir yakırılık gördüler. Tehlike geçip geri dönme vakti geldiğinde her iki taraf da ağ­ layıp sızlıyor, birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Ama, başka çare de yoktu. Körfez Savaşı dolayısıyla Birleşmiş Milletler karşısında zor dururnda kalan Irak yönetimi, hapishanelerindeki baskı ve adaletsizliklerle de bu kuruluşun gündeminde idi. Yöne­ tim, kendince "uyanık" davranıp; siyasi mahkumların çoğu­ nu "katil, hırsız, soyguncu, vs. " statülerine sokarak, savaşın başladığı günlerde Abü Garib 'iri siyasi olmayan büyük bölü­ müne nakletti. Sadun da oraya götürülenler arasındaydı. Ab u Garib' e gelen Birleşmiş Milletler yetkilileri yaptık­ ları incelerneler sonunda, başta Sadun Köprülü olmak üzere pek çok siyasi malıkurnun dosyalannda tahrifat yapıldığını tespit ederek hapishanede bizzat onları ziyaret ettiler. Sadun'la birlikte beş kişiyi daha özel bir odaya getirte­ rek konuştular, durumlarıyla ilgili etraflı bilgiler aldılar. Bir225


leşmiş Milletler yetkilileri Irak'ta kaldıgı süre içerisinde onla­ ra çok iyi davranıldı, daha güzel ve bol yemek verildi. Dosya­ ları yeniden siyasi mahkumlar statüsüne alındı. Birleşmiş Milletler yetkilileri, "Size yapılan haksızlıkları biliyoruz. Her şeyi rapor ettik. Yakında özgürlüğünüze kavuşmanız için eli­ mizden geleni yapacağız" diyerek gittiler. Bu, onlar için bü­ yük moral olmuştu ve işte, büyük tehlikeleri göze alarak yaz­ dıkları mektuplar sonuç vermeye başlamıştı. Nitekim bu arada kapsamlı bir af çıkacağı haberleri yayılmaya başlandı. Herkes ümide kapılmış, bekliyordu. Sonunda gerçekten "Büyük afl" ilan edildi ama kimlere? Sadun'la birlikte 200 kişi af kapsamı dışında bırakıldı. Bunların çoğu Türkmen'di. Arap ve Kürt mahkumların he­ men hepsi güle oynaya tahliye edilirlerken onlar da yeniden Abu Garib'in siyasi bölümüne nakledildiler. Sadun'u bu defa M -ı Koğuşu'na değil, M -2'ye vermiş­ lerdi. Onun için, başta Enver Neftçi olmak üzere orada dost­ luk kurduğu kişilerle ancak bir saatlik havalandırma sırasın­ da, o da demir parmaklıklar arkasından görüşebiliyorlardı. Önceki yıllardaki rahatlık artık yoktu. Onlardan, sağa sola ya­ zılan mektupların hıncını çıkaracak gibiydiler. Ortalıkta bü­ yük bir sessizlik hakimdi ve kan kokuları geliyordu. Artık orada Sadun'un dostu olan Bekçi Ali de yoktu. Bırakın her­ hangi bir bekçiyi, ellerinde modem silahları olan muhafızlar koğuşların içinde cirit atıyordu. Bir ay sonra her nasıl olduysa Sadun'u yine M- l'e gö­ türdüler. Buna çok �evinmişti ama M- l 'in eski havası yoktu. Oradaki eski dostların bir kısmı başka koğuşlara alınmış, ba­ zıları da aftan yararlanıp çıkmışlardı. Türk olarak yalnızca Enver Neftçi ile Sadun vardı. Bunun dışında Irak'ın güneyin� den, kuzeyinden insanlar, İran, İsrail, Rus ve İngiliz ajanları olmak üzere pek çok yabancı ile birlikte kalmaya başladılar. 226


Silahlı muhafıziardan fırsat kollayıp arada bir seslerini yük­ selterek yan koğuşlardaki tanıdıklada haberleşmeye çalışı­ yorlardı. Enver Bey'le aylarca, uzun uzun dertleştiler. Sadun, Fatih Şakır Kifirli'nin 19 Mayıs 1990 günü kaldmidığı hasta­ nede öldüğünü öğrenince çok üzüldü. Kifirli şeker hastasıydı ve düzenli olarak ilaç alması gerekiyordu. Bu ilaçlar kasıtlı olarak verilmeyince fenalaşmış, hastaneye kaldırılınca da öl­ müştü. Sadun, Ebu Garib'e gelince ilk iş, yine kulaklıldı kü­ çük bir radyo temin etmek oldu. Artık bu konuda profesyo­ nelleşmişti. Görüş günleri kısıtlansa da, ilk ziyaret gününde dolma tenceresinin içindeki yufk.alar arasında gelen radyo oldukça işine yaradı. Tıpkı 1983 'te Kuzey Kıbrıs Türk Cum­ huriyeti' nin kuruluşunu öğrenip dostlarına müjdelediği gi­ bi bu defa da, 22 Ağustos 199 1'den başlayarak peş peşe ba­ ğımsızlıklarını ilan eden Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nin haberlerini de Türkiye Radyoları'ndan öğrenip yakınlarına duyurdu. Gerçi Musul'daki Baduş Hapishanesi'nden döndük­ ten sonra Ebu Garib'in eski havası kalmamış, dostları hep dağılınıştı ama yine de acılan ve sevinçleri Enver Bey'le pay­ laşmak O'na yetiyordu. Enver Bey'in ihtiyar ve yorgun kalbi bu haberlerin heyecanına zor dayanıyordu. Yaklaşık 3 aylık bir süre içerisinde Türkmenistan, Kırgızistan, özbekistan, Azerbaycan ve Kazakistan'ın bağımsızlık haberlerini duy­ mak Enver Neftçi'yi oldukça heyecanlandırdı. Her bağımsız­ lık günü Sadun yine özel yemekler yaptı, birlikte yediler ve birbirlerini tebrik ettiler. Kalplerinde doğup dudaklarından çıkan tek bir duaları vardı: "Inşallah Irak Türkleri de bu mutluluğu yaşarlar!" Enver Bey, sonunun giderek yaklaştığını hissediyordu. Sadun'la konuşup dertleşlikleri bir gün, 227


- Senin tekrar buraya geldiğine çok sevindim Sadun, dedi. Biliyorum ki benim sonuro da Kifırli'ninki gibi olacak. Çünkü kalp hastasıyım. Burada tedavi olmam mümkün de­ ğil. Sen yanımda olduğun sürece gözüro arkada kalmaz. Ama dilerim, yine de benden önce buradan çıkar, hürriyetine ka­ vuşursun! Bir başka gün ise Sadun'un elinden tuttu ve şunları söyledi: - Sadun, senin yiğitliğin, kahramanlığın, Türkçülüğün bambaşkadır. Bizleri düşünüp her yere mektuplar yazdın. O mektuplardan biri yakalansaydı seni de, aile fertlerini de idam ederlerdi. Annenle baban da bu özveriye seninle bir­ likte katlanarak bizler için kendilerini ateşe atmaktan çekin­ mediler. Sen ayrıca, başından beri hiç korkmadan, çekinmeden o Türkçe kitap ve dergileri buraya sokarak bizlere verdin. Bununla da kalmadın, radyo bile getirttin. Böylece biz yal­ nızca Saddam'ın haberlerini dinlemekten kurtulduk, Türki­ ye'ınizin haberlerini de dinledik, ana dilimizi unutmadık Sadun, oğlum . . . Ben yaşlandım ve hastayım. Tek dile­ ğim, burada ölmeden önce Kerkük'ü bir daha görebilmekti, bu mümkün olmayacak. Hele hele Türkiye'yi, bütün Türk dünyasını görmek isterdim, bu da olmayacak. Sizler gençsi­ niz. Dilerim bir gün buradan kurtulursunuz. Çalışın, yoru­ lun, milletimize güzel günler gösterin. Gözler, umutlar siz­ dedir. Birleşin, toplanın, yeni tarihler yaratın. Haklarınızı gerektiğinde kanla, silahla ve zorla alın. Karşınızda olan düş­ man korkak ve bilgisizdir. Siz Türksünüz; gücünüz, söyleye­ cek sözünüz, devletler kuran büyük ecdadınız, dünyaya yön veren kültürünüz, liderleriniz var. Atatürk'ün, Atsız'ın, Tür­ keş'in ilkelerinden ayrılmayın. Kürd'ün, Arab 'ın ve başka düşmanların yalaniarına aldanmayın. Onlar bizi hep arka­ dan vurdular. Türk'ün dostu yalnızca Türk'tür. 228


Şimdi ölsem de gözüm açık gitmeyecek. Çünkü Orta Asya'daki Türklerin çoğu devletlerine kavuştular. Kuzey Kıb­ rıs Türk Cumhuriyeti var. Yarın Kerkük'ün, Musul'un da kurtulacağına inanıyorum. Bunu sizler görebilirsiniz. İnşal­ lah sizler bu mutlu günleri yaşayacaksınız. Ben her gün bin defa ölüyorum Sadun. Belki bir daha görüşemeyiz. Sen uzun yıllardan beri hapishanede olmana rağmen dayandın, her türlü işkenceye, çileye katlandın.Okudun, yazdın, dil öğen­ din ve bizlere yardımcı oldun. Bizim için çok önemlisin. Ben burada en yaşlı olanınızım. Ölmeden önce Saddam rejimi­ nin düşmesini görmek isterdim ama galiba mümkün olma­ yacak. Şuna da inanıyorum ki; her türlü baskı ve soykırıma rağmen Kerkük hiçbir zaman Arap ya da Kürt şehri olmaya­ caktır . . . " Enver Bey bunları adeta bir solukta söyleyivermişti. Bir an sustu, derin derin nefes alıp verdikten sonra, "- Dünyada en güzel nesne, Türk olmaktır. Yarın bu Saddam gider, yeni Saddamlar gelir. Siz, onlara da inanma­ yın. Hiçbir çalışma örgütsüz başarıya ulaşamaz. Birbirinizi sevin, birlikte çalışın, başaracaksınız . . . " Uykusu gelmişti ama yüzünde bir mutluluk halesi do­ laşıyor, gülümsüyordu. Sadun, O'nun bu gülümseyen haline doya doya baktıktan sonra bir süreliğine yanından ayrılınış­ tı ki, orada bulunan Arap, Kürt, İngiliz, Rus .. her kim varsa kendi tavırlarınca Sadun'a seslenmeye başladılar. Sadun, koğuştaki, yatakların arasından koşarak, nefes nefese gelip tekrar Enver Neftçi' in elini tutunca şunları söy­ ledi: "- Sadun, ben ölüyorum oğlum; ne olur bir yere gitme! Burada bulunan kitaplarım, defterlerim, başka eşyalarım oğ­ luma, aileme verilsin. Sana vasiyetim olsun; anavatan Türki­ ye'ye girdiğin zaman al bayrağa sarıl, kucakla, kutsal toprağı öp, kokla, başını yasla ve beni hatırla. Unutma, o zaman nı229


hum şad olacak ve toprak altında rahat uyuyacağım. Bir de, artık İstanbul'da olan oğlum Aras, kızım Mehtap ve eşim ile görüş, durumu anlat. Beni affetsinler; haklarını helal etsin­ ler. Ölmeden o nlan görmek isterdim ama kısmet·olamadı." sedi.

Sadun'un elini var gücüyle sıktı, yüzüne bakıp gülüm­ Birkaç dakika öylece kaldıktan sonra, " - Allah milletimizi korusun, dedi. Eşhedü ella ilahe il­

l�lah, ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve ResulühO.! " Hapishane'deki agabeyi, can dostu, sudaşı Enver Neft­

Çİ 7 O cak 1993 günü eli ellerinde, gözü gözlerinde ruhunu teslim etti ve Sadun AbO. Garip içinde böyle bir acıyı da yaşa­ mış oldu. Buna ragmen günlük programlarını al<satmadı. Yine sporunu yapıyor, okuyor, yazıyor ve hapishane kurallannın gerekleı;ini yerine getiriyordu. Konuşup dertleşebilecegi kişi­ lerin azalması, okumaya ve yazmaya daha fazla vakit ayır­ masına -sebep oldu. Tek tesellisi, anne, baba ve kardeşlerinin düzenli olarak görüşlere gelmeleri idi. Birleşmiş Milletler temsilcilerinin, "Size yapılan hak­ sızlıklan biliyoruz. Her şeyi rapor ettik. Yakında özgürlügü­ nüze kavuşmanız için elimizden geleni yapacağız" diyerek gitmelerinden buyana neredeyse üç yıl geçmişti ama ufukta hiçbir ümit ışığı görünmüyordu. Onlar, Sadun'u kasıtlı ola­ rak atıldığı katillerin, hırsızların arasından kurtarıp yeniden hapishanenin Siyasi Suçlular Bölümü'ne aldırmışlardı, o ka­ dar! Bu bölüm, nispeten uluslar arası gözlemcilerin deneti­ mine tabi olduğu için mahkumlar biraz daha rahat edebili­ yorlardı. Gerçi, bunun diyetini çeşitli vesilelerle Sadun'a ·ödetiyorlardı ama olsun; O yine de haline şükrediyordu. ·

1995 yılında yine bir gece herkes uyumuş, Emniyet su­

baylan -biri hariç- kapılan kilideyip çıkmışlardı. Sadun, sa� at 02' de, taburesinin altına sakladıgı kitaplardan birini çıka­ rıp okumaya başladı. Bir süre sonra, daha önce de bu konu-

230


da kendisini sorguya çeken Emniyet Subayı, özellikle gizlen­ diği yerden çıkarak ayaklarının ucwıa basa basa gelip Sa­ dun'un arkasında durdu. Ne okuduğunu anlamaya çalışıyor­ du. Birkaç sayfa daha okuduktan sonra Sadun O'nu fark etti ama yapacak bir şey yoktu; görmezliğe gelerek okumasını sürdürdü:

". . . O zaman Tekfur k ükredi: 'Yürüyün, deredeler!.. Türkleri derede kıstırıp yok edelim, bitsin bu iş' deyip buyur­ du. Hemen atına binip sürdü. Şöyle bir ok atımı ya gitti ya gitmedi; arkadan Akçakoca Bey, sağ yandan Köse Mihal, ge­ risin geriye dönen Orhan Bey de önden bir vurmaya başladı­ lar ki Tekfur pamuğa döndü; her bir parçası ayrı atıldı. Kara Çepiş Orhan 'ın oldu; ardından Kara Tekin Orhan'ın oldu. Akça Koca Akyazıya, !zmit taraflarına uçtu. Bir yandan lz­ nik Hisan sarıldı bir daha, kıskaca alındı her kapısından . . . Işte durum bu minvaZ üzerinedir. Ben yola çıktığımda Os­ man Bey'le oğlu Orhan Bursa'yı kuşattılardı. Daha önceden kaplıca tarafından bir küçük hisarcık yapılmış, içine gazi� lerle Akdem ir konulmuştu; sağdan gelen yola da bir hisarcı k yapıldıydı . . . Bursa'nın içinde de bizim adamiarım ız zenaat yapıyor gözükmekteydi.. Şu sıra Bursa bizim oldu mu bile­ mem. . olmadıysa bile eli kulağındadır. "

Adı, U day el- Delimi olan subay daha fazla sabredeme­ yerek kitabı çekip aldı ve, - Gecenin bu saatinde ne okuyorsun, dedi. Niye uyu­ muyorsun? - Bir roman! Uykum yok da . . . Subay, kitabı evirip çeviriyor, dilini anlamaya çalışı­ yordu. Dudak büktükten sonra sordu: - Almanca mı bu? 231


- Evet! Oysa, Mustafa Necati Sepetçioglu'nun "Çatı" isimli ro­ manını okuyordu. Sepetçioglu'nun; "Kilit", "Anahtar", "Ko­ nak", "Çatı" diye akıp giden dizi romanlarının ilk üçünü yi­ ne böyle koğuşlarda kazasız belasız okumuş, iş "Çatı"ya ge­ lince yakayı ele vermişti. Subayın "Almanca mı bu?" demesi işine geldi. 'Türkçe olmadığı için üzerinde durmaz!" düşün­ cesiyle "Evet!" deyiverdi. Yalnız, devamlı takipte olan Uday el-Delimi sesini yükseltti: - Burada yalnızca Arapça kitap okuyabilirsin! - Bunu, dışanda spor yaparken bulmuştum. Merak ettim de! - Sen Almanca biliyordun, değil mi? - Biraz! - Söyle öyleyse, ne arıtatıyor bu roman? - Bir aşk hikayesi! "Aşk hikayesi" ifadesi Emniyet Subayı'nın ruhunu ok­ şamıştı. Kitabı alıp götürecekken vazgeçerek, - Tamam, dedi. Bu defalık affediyorum. Yalnız, bu aşk hikayesini bana da anlatacaksını Sadun'un yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. An­ laşıları aklına bir muziplik gelmişti: - Tamam, dedi. Kitabı birkaç gün içinde bitirir, ne za­ man isterseniz anlatınm! Peki, ne anlatacaktı? "- Bu kolay, dedi kendi kendine . . . Gerekirse Leyla ile Mecnun Hikayesi'ni "Helga ile Hans Hikayesi" gibi anlatı­ rım; olur, biter!" Yalnız, her ihtimale karşı kitabı bir an önce elden çı232


karması gerektiğini biliyordu. O yüzden sabah sponı yapma­ dı ve yoklama saatine kadar okudu da okudu . . . . Türklüğün ta Malazgirt'ten Kurtuluş Savaşı'na kadarki serüvenini anlatan bu dizi Sadun'u iyice sarmış, davasına daha sıkı sarılmasın­ da etkili olmuştu. Öğle yoklamasında Oday el-Delimi Sadun'a ilk defa te­ bessüm etti. Göz ve yüz ifadeleri, "Şu romanı bir an önce bi­ tir de anlat! " der gibiydi. Sadun da, "Tamam, her şey yolun­ da" dereesine gülümsedi. Bu arada, kafasında da anlatacağı "Helga ile Hans" hikayesini oluşturmaya çalışıyordu: " - Bir varmış, bir yokmuş . . . " Birden durdu ve gütmeye başladı. Öyle ya, "masal" de­ ğil, hikaye anlatacaktı, hikaye! Bir an susup düşünmeye baş­ ladı. Aklına yine muzip bir şeyler geldiği belli idi. Mırıldandı: " - Tamam, bu daha iyi . . . Türk masallarındaki tekerle­ meleri söyleyerek işe başlarsam mutlaka U day'ın hoşuna gi­ der. Anlatacaklarım da uydurolmuş bir masal olacak nasıl olsa! " Yeniden gütmeye başladı. Kendini tutmak istese de başaramıyor, durmaksızın gülüyor da gülüyordu . . . Herkesin dikkati kendisine kayınca, koğuştan çıkmak üzere olan U day el- Delimi de koşarak yanına geldi. Oldukça öfkeliydi: - Ne oluyor? Sadun cevap verecek durumda değildi, yanındakiler­ den biri - Hastalandı galiba, dedi. Gülme krizine tutuldu!

U day, kendisine güldüğünü sanmıştı. Sadun'a kuvvet­ li bir tokat vurunca O, sustu. Kendini topartamaya çalışır­ ken,

233


- Hikaye, dedi, aşk hikayesi! U day el-Delimi birden yumuşayıverdi:

- Hadi gel benimle, dedi. Gel de anlat şunu! Sadun, henüz ne anlatacağını toparlayamamıştı. Onun için çekinerek gitti. U day el-Delim}, Emniyet Subayı Odası'na vannca Sa­

dun'a yer gösterip oturmasını söyledi ve büro tipi buzdala­ hım açıp meyve suyu ikram etti. Bir bardak da kendisi alıp koltuğuna otururken eliyle işaret ederek anlatmasını istedi. Sadun, tam başlayacağı sırada koğuştaki durumunu hatırladı. Yine gülmeye başlamak üzereyken dudaklarını ısırdı, kendini bir hayli zorlayıp söze başladı: - Bir varmış, bir yokmuş; evet zaman içinde, kalbur sa­ man içinde, develer tellal iken, pireler berber iken . . . Dikkatle Sadun'u dinleyen Emniyet Subayı da sözün burasında gülmeye başladı. Katıla katıla gülüyor, işaret ede­ rek güçlükle konuşuyordu: - Sen . . . Yani şey . . . Ne idi? "Pireler berber iken . . . " Ne demek berber? - Hallak, hallakl - E,

sonra?

Sadun biraz baştan alarak devam etti: - Develer tellal iken, pireler berber iken, ben·annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Almanya denen ülkede Hel­ ga adında güzeller güzeli bir kızla Hans adında çirkin mi çir­ kin bir genç varmış . . . Uday'ın ilgisi artmıştı ve sabırsızlanıyordu: 234


- Helga . . . Güzel isim, güzel. . . Sonra? - Goethe Enstitüsü'ne kaydolan bu iki genç daha ilk görüşte birbirlerine aşık olmasınlar mı? - Ya sonra? Sınıfta birlikte oturuyor, okulun bahçesinde, kantİnin­ de hep birlikte oluyor ve ders çıkışlannda da birahanelere gidip saatlerce oturuyor, içtikçe içip kendilerinden geçiyor­ larmışı . Emniyet Subayı Uday el-Delimi heyecanlanaİak ye­ rinden kalkıp Sadun'un yanına geldi. Merakla yüzüne bakı­ yordu. Sadun devam etti: - Kızındaki değişiklikleri fark eden Ursula Hanım, O 'nu hep mutlu gördüğü için önceleri pek üzerinde durma­ mış ama her gün sarhoş geldiği için takip etmeye karar ver­ miş. Ertesi gün okul çıkışı bakmış ki, yarıında çirkin mi çir­ kin, o güzeller güzeli kızına hiç mi hiç uygun düşmeyen bir genç! öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki, düşüp barumış! - Sonra, sonra? - Helga ile Hans ondan habersiz sarmaş dolaş giderlerken, oradan geçmekte olan Türk komşuları Zeynep Ha­ nım, Ursula'yı fark ederek elinden tutmuş; çantasından ko­ lonya çıkararak koklatıp ayıltmış. U day'ın aklı Helga'da idi: - Sen onu boş ver; Helga'yı anlat, Helga'yı! - Anlatacagtm da, sırası var. . . Zeynep Hanım Ursula'ya, "Biz Türkler' de, 'Kızını serbest bırakırsan ya davutcu­ ya ya zumacıya vanr' diye bir atasözü vardır, demiş. Güzel Helga da gitmiş, öyle bir çirkine kapılmış demek. . . Yazık, çok yazık!" - Ya Helga ne olmuş? 235


Bu arada kapı açıldı ve Genel Muhaberat'tan üst rüt­ beli bir subay içeri girdi. U day ei-Delimi ne yapacağını şaşır­ mış, Sadun da öylece bakakalmıştı. Meğer Genel Muhaberat Subayı kapı aralığından konuşulanları dinlemişmiş. Sordu: - Helga da kim? Sadun Uday'a, O da Sadun'a bakıyordu. Sadun şaşkın­ lığını atıp nihayet ayağa kalktı. Genel Muhaberat Subayı, U day' a dönerek: - Demek, devletimizin düşmanlan ile oturup muhab­ bet edersin, öyle mi? Uday el-Delimi tir tir titriyordu: · - Şey, dedi. Almanca bir kitap okuduğunu söyledi de, doğru mu, değil mi diye . . . - Sus! Bunun cezasını çekeceksin! Açık duran kapının dışında bekleyen görevlilere işaret edince, içeri girdiler ve emir verdi: - Götürün bunu koğuşuna! Sonra da Sadun'un boğazından tutarak, - Suç Emniyet Subayı'nda. Öyle olmasaydı seni şura­ cıkta kurşuna dizerdim. Ama bir daha herhangi bir subay ya da bekçi · ile samimi olduğunu görürsem, gözünün yaşına bakmam. Hadi, çık git buradan! Görevliler Sadun'u alıp koğuşuna götürürlerken, Mu­ haberat Subayı, alaycı bir gülümseme ile Uday el-Delimi'ye bakıyordu. Onlar uzaklaşınca konuştu: - Uday, Uday! Devletimizin düşmanlanyla muhabbet edilmeyeceğini daha öğrenemedin mi? Uday'ın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Heyecan ve korku içinde titreyerek, 236


- Biliyorum, dedi. Yaptığım suç . . . Anlattığı hikaye . . . Muhaberat Subayı, Uday'ın üzerine doğru gidip böğ­ rüne sert bir dirsek darbesi vurduktan sonra: - Yazık sana, yazık, dedi. "Özrü kababatinden büyük" diye işte buna derler. Çocuk senin saf ve cahil olduğunu keş­ fetmiş de masal anlatıyor, masal! Bir Alman anne, kızına böyle bir şey söyleyip özel hayatına karışabilir mi hiç? Onlar­ da böyle bir ahlak anlayışı yok. Ecnebilerin cinsellik anlayışı aynı sokak hayvanlannınki gibidir, bilmez misin? U day el-Delimi cevap verecek halde degildi. Muhabe­ rat Subayı gülümseyip sesini yumuşatarak, - Bugün iyilik melekleri yanımda dotanıyor galiba. O devlet düşmanını cezalandırmadığım gibi senin hakkında da rapor tutmayacağım. Ardından bir kahkaba attıktıan sonra ekledi: - Zaten bu ders de sana yeter, öyle değil mi? Uday rahatladı, yüzünde bir gülümseme belirdi. Mu­ haberat Subayı'na teşekkür etmeye hazırlamyordu ki O, bu­ ·na fırsat vermeden çıkıp gitti. Odasında dişlerini ve yumruklarını sıkarak sert adım­ larla bir süre dolaşan Uday el-Delimi, yerine onırurken bir taraftan masayı yumrukluyor, bir taraftan da söyleniyordu: "- Demek benimle dalga geçtin! Bunun cezasını çeke­ ceksin Sadun Köprülü, bunun cezasını çekeceksin!. . " Biraz öylece kaldıktan sonra b u defa gülmeye başladı. Rahatlamıştı. Bu olaydan bir süre sonra, 1 995 yılı Aralık ayının ilk gecesi saat 02 sıralarında uyuyan Sadun bir rüya gördü. Ker­ kük'te caddeler, sokaklar alevler içinde yanıyordu. Silah ses­ leri geliyor, aralannda Sadun'un da bulunduğU insanlar kur237


şun yağmuru altında oradan oraya kaçışıyor, çoğu da düşüp ölüyordu. Bir süre sonra silah sesleri kesildi, Saddam'ın as­ kerleri duruma hakim olarak herkesi turuidamaya başladı­ lar. Ardından, Sadun dışında herkes serbest bırakıldı. Sadun bunun sebebini sorduğunda oradaki Subay şu cevabı verdi: "- Sen bize karşı geldin ve memleketi yaktın. Onun için tutuklu kalacaksın!" Sadun kara kara düşünürken yanına ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar gelerek tebessümlü bir yüz ifadesiyle omzu­ na vurarak, ·.,

.. ._ Oğlum, dedi; üzülme. Arkadaşlannın hepsi serbest bırakıldı. Sen iki ay daha sabret, sabrın sonu selamettir!"

Sabah saat 05'te uyandığında bu rüyanın etkisi altın­ daydı; yüzünde beliren ümit ışıkları yanıp sönüp duruyordu. Birden, o gün görüş olduğunu hatırladı. "Hayırdır İnşallah" diyerek kalktı, abdest alıp namazını kıldıktan sonra kahve­ rengi cezaevi kıyafetlerini giyip beklerneye başladı. Saat 07.30 sıralarında görüşmeye gelenlerin sesleri du­ yulunca da görüş mahalline doğru yürüdü. İki aydan beri ai­ lesiyle görüşemediği için heyecanlıydı. Buna bir de gördüğü rüyanın etkisi eklenince heyecanı bir kat daha artıyordu. Her zaman olduğu gibi annesi ile babası gelmişlerdi. Kardeş­ leri de tam takım orada idiler. Hasretle kucaklaştılar, yiyip içtiler. Bugünün konusu rüya idi. Annesi, babası ve Şengül de benzer rüyalar görmüşlerdi. Bunu hayra yordular ve her zamankinden daha neşeli olarak birbirlerinden ayrıldılar. Sadun'un moralini yerinde bulan koğuş arkadaşları bunun sebebini sorunca kendi rüyasını ve aile fertlerinin gördüğü rüyalan anlattı. Kimi buna inanıp Sadun adına sevi­ nirken kimi de şaka yollu takıldı: - İnşallah rüyan çıkar kardeşim. Sen bunu hak ediyorsun! 238


- Işimiz rüyalara kaldıysa yandık! - Yo, öyle demeyin! Burada ancak rüyalarla gönül avutabiliriz. Bırakın da Sadun kardeşimiz iki ay bu rüyanın ver­ diği moralle yaşasın! Sadun ise her zamankinden daha ümitli idi. Arkadaş­ larına, - Tamam, dedi. Bu tarihi bir kenara yazın: ı Aralık 1 995! Kısmet olursa yeni yılın ilk aylannda bana hatırlatırsı­ nız! Aynı koğuşta değillerdi ama, dava arkadaşları Yaşar Cengiz, İzzettin Tuzlu ve Münir Kafili ile çeşitli yollardan ha­ berleşiyorlar, hatta yasak olmasına rağmen bazen birlikte ye­ mek yapıp yiyorlardı. Sadun'un rüyasından ve koğuş arkadaş­ ları iJ.e olan şakalaşmalarından onların da haberleri olmuştu. Yasaklan delerek birlikte yedikleri bir yemek sırasında Sa­ dun'a, "Hayırlı olsun, çıkıyormuşsun!" diyerek takıldılar. Günler böylece akıp giderken Sadun, ertesi günkü gö­ rüşü düşünerek yatnğı 28 Şubat 1 996 gecesi bir rüya daha gördü. Kedisini bir anda bin bir renkli çiçeklerle bezenmiş güzel bir bahçe içinde buldu. Annesi, babası ve kardeşleri de hep yanında olduğu için sevinçli idi ama çok geçmeden ken­ dini kapalı bir hapishanenin o sıkıcı odalanndan birinde buldu. İçi karardı, üzülmeye başladı; derken kapı açıldı ve ak sakallı, nur yüzlü bir adam girdi. Kapıyı pencereyi açıp oda­ yı havalandırdı. Sadun dikkatle O'na baktıktan sonra için­ den, "Ben bu adamı tanıyorum da, kirndi acaba?" diye geçi­ riyordu ki, adam ellerini uzatarak, "- Haydi oğlum Sadun, dedi; ellerini ver bana. Bugün seni buradan çıkaracağım, ailene kavuşacaksın!" Sadun'un karamsarlığı devam ediyor, ökgürlüğe kavu­ şacağına inanamıyordu. Onun için ellerini de uzatmayıp, "- Bırak efendim beni, dedi. Bu iş öyJe kolay değil!" 239


Adam, ellerini uzatmaya devam ederek, "- Kolay oğlum, kolay, dedi. Bugün özgür olacaksın. Hem, herkes seni bekliyor, acele et!" lster istemez ellerini uzatınca o nur yüzlü adam Sa­ dun'u tuttu ve dışarıya doğru çekip götürdü. Şimdi, az önce gördüğü o güzeller güzeli bahçeye gelmişlerdi ve aile fertleri orada, kendisine el edip duruyorlardı. Gülümsedi, tam onla­ ra doğru yönelmişken uyanıverdi. Yataktan fırlayarak kalktı, ter içindeydi. Uykulu gözlerle etrafa bakınca, koğuştaki ha­ pishane arkadaşlarını gördü. Yalnızca, "Rüya imiş!" diyebil­ di. Kalktı, abdest aldı, arkadaşlarıyla birlikte Sabah Nama­ zı'nı kıldı. Sonra da herkes gibi O da görüş için hazırlığa baş­ ladı. Sadun, görüş mahallinde bir sürprizle karşılaştı. Çok­ tan beri kardeşi Ümid'in evlenmesi için ısrar edip duruyor­ du. Ümit, Coşkun isimli kızla evlenmiş, öteki aile fertleri ve Güler Teyzeleri ile birlikte O ' nu da alıp getirmişti. Sadun bu­ na çok sevindi ve onları tebrik etti. Her zamanki kavuşma manzaraları ve birlikte yiyip içmekten sonra konu daha çok Ümit ve Coşkun üzerinde dolaşırken Şeker Hanım gözyaşla­ rı dökerek "Sadun 'un da bir an önce kurtulup evlenmesi için" Allah'a dua etti. Bu duaya hepsi birlikte "Amin" dediler ama buruktular. Sadun o burukluk içinde gece gördüğü rü­ yayı söylemeyi bile unuttu. Ziyaret saati bittikten sonra ko­ ğuşta namaz kılan arkadaşlarıyla birlikte öğle namazını kıldı­ lar. Kendisini çok yorgun hissediyordu, hemen yattı. Sonra­ sını, hatıralarında şöyle anlatacaktı:

"Ögle uykusunu uyuyordum. Sanki bir sarsıntı, dep­ rem oldu ve ardından, 'Af var, af!' diye sesler yükseldi. Dogru­ lup kalktıgımda herkes gülüyordu, mutlu idi. Yerimden kal­ karak kaldıgım bölümün odalarının ortasındaki büyük alanda tüm hapisler toplanmış, konuşmaktaydılar. Söyle240


diklerine göre biraz önce af kararı ulaşmış olup saat tam 1 4.30'da üç kişi serbest olacakmış. Emniyet ve Saddam'ın Irak Gizli Servis'inde çalışan bir hapis, bu üç kişiden ikisinin kim olduklarını söyledi: 1 -Necat Mehmet 2- Müzhir Mahmut Sarnaraif Oçüncünün kim olduğunu kimse bilmiyordu. Su­ baylar gelerek gerçekten de o iki kişiyi alıp götürdüler. Tam 20 dakika sonra kapılar açıldı, birkaç emniyet mensubu ve Saddam 'ın muhafız guçleri gelip ellerindeki defteri açarak, 'Sadun Osman Hurşit!' diye çağırdılar. Duyar duymaz, bu defa idam edecekler diye çok korktum. Aklıma, babama ver­ miş olduğum yazılar, kitap ve gazeteler gelmişti. Arama sıra­ sında onları bulduklarını düşünüyordum. Eğer öyle olsaydı, tüm aitemi benimle birlikte idam eder/erdi. Inşallah öyle ol­ maz; bana ne olursa olsun onlara hiçbir şey olmasın. Bir de baktım, subayların arasında Uday el-Delimf de var. O za­ man, anlattığım uydurma Helga ve Hans Hikayesi'nden son­ ra bana diş bileyip duran bu adam işte şimdi öcünü alacak diye iyice korktum . . . "

Gerçekten de o olaydan sonra Uday el-Delimi, her karşılaşmalarında Sadun'a karşı işaret parmağını oynatıyor, dişlerini sıkıp gıcırdatarak geçip gidiyor, sonra da kendi ken­ dine gülüyordu. Sadun, Uday'ın güldüğünü görmediği için de korkuyordu. Öteki subaylar geride kalıp dosyalara bir şeyler yazar­ larken Uday el-Delimi Sadun'un yanına geldi. O'nun kork­ tuğunu hissetmişti. Hemen konuya girdi: - Sana bir müjdem var; bana ne alacağını bildirirsen söylerim! - Hiçbir şey vermeyeceğim. Uzun yıllardan beri hapis­ hanedeyim ve bu tür haberlerden bıktım. - Lakin ben ciddiyim! 241


- Sen bir Emniyet Subayı, ben ise siyasi bir mahkCı.­ mum. Defalarca bana işkence ettin, yerimi yatağıını aradın. Bir şey bulamadınız ama yine de işkence etmeye devam edi­ yorsunuz! - Haklısın . . . Yalnız, öyle yapmasaydım, 'hain' diye be­ ni de hapse atacaklardı. Biz yine buradayız ama sen bugün kurtulup ailenin yanına gideceksin! - Inanmıyorum. 1986 yılında da serbest bırakınışiardı ama tam arabaya binip gideceğim sırada tutup geri getirmiş­ lerdi. Öteki subaylar da yanianna gelince sustular. İçlerin­ den biri, " Hadi, yallah!" deyince Sadun'u alıp H apishane Genel Müdürü'nün odasına doğru yürüdüler. Odada, Emniyet Genel Müdürü, af kararlarını uygula­ yan Genel Af Başkanı, Istihbarat Subayı, Gizli Servis Subayı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Heyeti ve birkaç kişi daha vardı. Heyet Başkanı, "Sadun Köprülü'nün şimdiye kadar çoktan serbest bırakılması gerekirdi" deyince Genel Müdür, " 1 99 1 yılında Kürtler için çıkarılan genel affa Sadun'u da da­ hil etmek istediğini, O'nun bunu kabul etmediğini" söyle­ mekten çekinmedi. Önce buna pek anlam vererneyen heyet sorumlusu, sebebini öğrenince kızarak, - Yani siz, dedi; bizim raporlarımızı, tekliflerimizi dik­ kate almıyorsunuz da Türk malıkuma Kürt etiketi vurup .. hani ne dersiniz, takiyye m i yapmak istiyorsunuz?" Genel Müdür'ün yüzü kızarmıştı. Bir şeyler söylemek istediği belli idi. Etrafına bakındıktan sonra vazgeçti. Birleş­ miş Milletler İnsan Hakları Heyeti Başkanı odada bulunan­ lara göz gezdirdikten sonra, - Ya açık olursunuz ya da ülke olarak bazı yaptınm­ lara katlanmak zorunda kalırsınız, dedi. Şimdi hemen iş242


lemleri başlatın ve biz burada iken Sadun Köprülü serbest bırakılsın. Cezaevi Genel Müdürü ve öteki görevliler köşeye sıkış­ mışlardı. Adalet Bakanlığı, daha önce "Birleşmiş Millet­ ler' den gelen heyetiere yardımcı olunması" konusunda uyarıda bulunduğu için Genel Muhaberat'a ve Bakanlığa bil­ gi vermeye gerek görmeden Sadunla ilgili işlemleri hızlan­ dırdılar. Orada olup bitenlerden henüz haberdar olmayan Sadun, görevli subaylarla birlikte Genel Müdür'ün odasına doğru yürürken, "Bu işin içinde yine bir başka iş vardır ya, hayırlısı!" diye düşünüyor, bir taraftan da seviniyordu. Se­ vinmesinin sebebi, koğuştan çıkarken, Birleşmiş Milletler Heyeti'nin orada olmasını öğrenmesi idi. Yoksa, Uday el-De­ limi'ye de söylediği gibi, daha önce "affedildin" denilerek imzalar attırılıp parmak izleri alındıktan sonra serbest bıra­ kılıp cezaevi kapısının dışına kadar gidişini ve tam taksiye bineceği sırada derdest edilip tekrar içeri atılışını hiç unuta­ mıyor, öyle bir duruma düşmüş olmayı bir türlü gururuna yediremiyordu. ·

Genel Müdür O ' nu ayakta karşıladı. Artık her şeye şüphe ile bakan Sadun'un gözü ise odadaki heyette idi. On­ lar da ayağa kalkıp elini sıktılar. Genel Müdür, - Muh�eremler, B irleşmiş Milletler İnsan Hakları De­ partmanı'ndan, dedi. Af karannı Devlet Başkanımız Saddam Hüseyin imzaladı. Şimdi Cumhurbaşkanı Saddam Hüse­ yin'e dua et. O sana acıdı ve serbest bıraktı. Hadi, gözün ay­ dın; seni serbest bırakıyoruz! Genel Müdür, " Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin'e dua et. O sana acıdı ve serbest bıraktı. " Deyince, Uday el­ Delimi gülmüş, Sadun da bunu fark etmişti. İçinde yeniden bir şüphe uyandı ama, teşekkür etmekten başka yapacak bir şeyi, söyleyecek sözü yoktu: - Teşekkür ederim! 243


Heyet temsilcisi içeride kalırken ötekiler çıktılar. Sa­ dun'un gözü Uday el-Delimi'de idi. O da zaten Sadun'un hemen yanında yürüyordu. Koridorlardan yürürken kendini tutarnayıp sordu: - Armağan olarak her ne istersen vereceğim. Yalnız, Genel Müdür, "Saddam Hüseyin' e dua et� O size acıdı ve ser­ best bıraktı. " deyince niye güldüğünü söyle! Uday el-Delimi arkadaşlarına baktı, herkes kendi ale­ mindeydi. Sadun'a doğru eğiterek, - Bak, dedi. Saddam'ı biz de sevmiyoruz ama O'ndan korkuyoruz. Aslında sizi Saddam serbest bırakmadı. Birleş­ miş Milletler İnsan Hakları Heyeti'nin zoruyla affetti. Genel Müdür öyle konuşunca ben de ister istemez güldüm! Sadun bu defa inanmıştı. Bakışlarıyla bunu hissetti­ rince Uday, - Sana tavsiyem, buralarda durma. Bir sebep yaratırlar ve seni yeniden tutuklarlar. Hem bu defa yargılama, sorgu­ lama da olmaz. Mutlaka idam edilirsin. Çünkü, Berzan el­ Tikriti, senin dosyana, "Ölene kadar buradarı çıkmayadık! " diye not düşmüş! Irak'tan kaç git, anlıyor musun, kaç git! Öteki görevliler ayrıldı ve Sadun, Uday el-Delimi ile birlikte yeniden koğ\ışu'na geldi. Koğuş arkadaşları kendileri affedilmişlercesine sevinmişlerdi. Sadun'u ayrı ayrı tebrik ettiler ve U day el-Delimi buna müsaade etti. Sadun bu arada o meşhur rüyasını hatırlamıştı. Notu­ nu çıkararak arkadaşlarına, "Burada görmüş olduğunuz ı Aralık 1995 tarihi size neyi hatırlatıyor?" diye sordu. Birkaç kişi daha o tarihi not etmişti. Onlar da hatırlayıp notlarını çı­ kardılar ve arkadaşlarını alkışiayıp tebrik ettiler. Gerçekten de rüyadarı iki ay sonra Sadun tahliye oluyordu. Uday el-Delimi ne olup bittiğini arılayamamıştı. Ha­ run, kısaca gördüğü rüyayı anlattı ve bu konuda arkadaşla244


rıyla bir bakıma iddiaya girmiş olduklarını söyledi. Uday da gülüp Sadun'u tebrik etti. Sadun, eşyalarını toplarken, yakın arkadaşı Yaşar Cen­ giz kendisine yardımcı oluyordu. Yatağının arasındaki küçük kulaklıklı radyosunu el çabukluğu ile O'na verdikten sonra öteki eşyalarını da koğuş arkadaşlarına dağıttı. 1 996 Şubatı'nın son günüydü ve Genel Müdür'ün oda­ sına götürülüşünden yaklaşık iki saat sonra her şey tamam­ dı. Affa uğrayan öteki iki mahkO.mla birlikte çıkış kapısına doğru yürüdüler. Bu sırada saat 17'ye geliyordu. Kapıda gö­ revli olan subay, "Mesai saati bitti. Ancak yarın çıkabilirsi­ niz!" deyince Sadun nerede ise düşüp bayılacaktı. "İşte kork­ tuğum başıma geldi" diye düşünüyordu. Etrafa bakınıp Uday el-Delimi'yi aradı, yoktu. Çünkü O'nunla koğuştan çık­ tıktan sonra vedalaşmışlardı. Çaresiz, kapıdaki görevli suba­ ya yalvardı: - Bakın, ben 1 7 seneden beri hapis hayatı yaşıyorum. Bir türlü serbest kalamadım. 1 986 yılında yine böyle kapıdan dönmüştüm. Yarına kalırsak her şey değişebilir. Siz bilirsi­ niz, bize yardım edin! Subay etkilenmişti: - Tamam, dedi. Cezalandırılmam pahasına da olsa iş­

leminizi yapacağım! Gerçekten de söylediğini yaptı ve az sonra kapılar açıl­ dı, çıktılar. Ötekiler bir anda ortalıktan kaybolurİarken Sadun mutluluktan uçacak gibiydi. Bağdat caddelerinde özgürce dolaşıp hürriyetin tadını çıkardı. Durup durup nefes alıyor, doya doya içine çekiyordu. Gelip geçenlerden utanmasa haykıracak, bağıracak, aklına ne gelirse söyleyecekti. Kendi­ ni zor tuttu. 245


Ayakları O 'nu bir yerlere götürüyorrlu ya, bakalım ne­ rede duracaktı! Neden sonra bir baktı ki, lmam-ı Azam Ebu Hanife CAzamiye) Camii'nin önünde. Hemen avlu kapısın­ dan girdi, şadırvandan abdesr alarak içeri girdi. Şükür nama­ zı kıldıktan sonra ettiği duayı şu cümlelerle bitirdi: "Allahım, sana şükürler olsun. Şimdi anamdan yeni doğmuş gibi hür ve diriyim. Yolumu açık et Rabbim!" Hiç vakit kaybetmeden -ve arkasındarı kendisini takip eden gölgeyi fark etmeden-Bağdat Garajına doğru yürümeye başladı. Canındarı çok sevdiği, uğruna binlerce defa ölmeye razı olduğu canı, ciğeri, sevgilisi Kerkük' e bir an önce varmak için adımlarını hızlandınrken içinden neler geçiyordu neler: "Geliyorum Kerkük'üm geliyorum. . . Annem, babam kardeş­ lerim, teyzem, akrabalarım, tarıışlanm ve kan kardeşlerim, dostlarım; geliyorum sizlere kavuşmaya. . . "

Derken; sıcak, sıcacık, tanıdık bir ses duydu: - Sadun, yavrum! Bir an öylece kalakaldı. Bu, Güler Teyzesi'nin sesiydi de, bu saatte burada ne yapıyordu? Öğleyin görüş saatinden sonra Kerkük' e gitmiş olması gerekmiyor muydu? Sesin geldiği tarafa bakınca, o akşam karanlığında tey­ zesi ile burun buruna geldi. Kucaklaşıp ağlaştılar. Sadun'un sormasına fırsat vermeden Güler Hanım, - Biliyordum . . . Bugün çıkacağını sana, bana, sevdikle­ rimize benzer rüyalar gösteren Rabbimin b.ugün bizleri se­ vindireceğini biliyordum. Onun için, ananı, babanı ve kar­ deşlerini yola saldıktan sonra Ebu Garib'in çıkış kapısının karşısında durup bekledim. - Peki ya sonra? Şimdiye kadar nerede idin? - Seni bir süre kendi haline b ırakmak istedim. B irden heyecana kapılman iyi olmaz diye düşündüm ve peşini bı246


rakmadım. En iyisini yaptın yeğenim; camiye gidip namaz kıldın, Allah'ımıza dualar, şükürler ettin. - Sağ ol teyzem benim, sağ ol! Bu saatlerde Kerkük'e otobüs var mıdır? - Hiç zannetmem; hepsi güneye çalışıyor. Bizim aralar iyice gözden düştü. En iyisi taksiye binmek! - Yine de şansımizı deneyelirol Birlikte Bağdat Garajı'na vardılar. Harıgi firmaya lerse kar etmedi. Kerkük' e otobüs yoktu!

gitti­

Sadun, "Bari telefon edelim" dedi ve kabinden evleri­ ni aradı: - Alo! Şengül, nasılsın? Şengül, alıizenin öbür ucunda şaşıp kalmıştı ve konuşurken dili dolaşıyordu: - Sadun Ağabey! - Evet kardeşim, güzelim, benim, ben! - Hapishanede telefon . . . Yoksa sen? - Evet, evet, affedildim, Garajdayız şimdi! Karşı taraftarı telefonu bir arınesi bir babası alıyor, Al­ lah, Allah! Nidalan yükseliyor, Sadun ağlıyordu. Daha fazla konuşamadı. Güler Teyzesi ahizeyi elinden alarak karşı tara­ fa durumu anlatıp telefonu kapattı. Bu arada, hemen kabinin yanında sohbet etmekte olan iki kişiden biri Sadun'un durumundarı etleilenmiş ve il­ gilenmek istemişti. Belli ki o da Türk' tü. Sadun'un macerası­ nı öğrenip Kerkük' e otobüs bulamadıklarını öğrenince, - Tamam kardaş, dedi. Gelin peşimden, ben sizi ara­ barola Kerkük' e götüreteğim! 247


Sadun, Teyzesi ile göz göze geldikten sonra: - Parasını veririz! - Paranın sözü mü olurmuş? Hadi, bir an önce ailene kavuşturayım seni! Garajdaki park yerinde duran oto mo bile binip hareket ettiler. İki saat kadar sonra bir konaklama yerinde durdular ve bu iyi yürekli insan onlara yemek ikram etti. Otobüsle 4,5 - 5 saat süren yolu yine de 3,5 saatte almışlardı. Kerkük Ga­ rajında inip vedalaştılar. Adam, bütün ısrarlarına rağmen para almadan geri döndü. Sadun, ailesinin oturduğu yeni evi bilmiyordu ama ya­ nında teyzesi olduğu için rahattı. Taksilerin bulunduğu tara­ fa yürüderken şoförlerden biri yanlarına gelerek Sadun'a, - Ben, dedi, seni birisine benzetiyorum! - Yok kardeşim; tam 1 7 sene oldu, buralarda yoktum! - Hayır, hayır! Bir dostumuzun evinde resmini görmüştüm. Sen Sadun Köprülü değil misin? - Evet! - Demek çıktın, Allah kurtardı seni! Hadi, evinize ben götüreyim! Allah işlerini rast getiriyordu. Taksiye binip Musalla Mahallesi'ne vardıklarında da ortalığın bayram yerine dön­ düğünü gördüler. Sadun Köprülü, o geceyi şöyle anlattı:

"Herkes mahallede beni bekliyordu. Işıklar yakılmış, her yer süs içinde. Mahallemizin hemen bütün evlerinden türküler, şarkılar yükseliyordu. Arkadaşlar, dostlar, kardeş­ ler, tanışlar, akrabalar kadınlar, kızlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar tüm mahalle halkı ve bize yakınlık duyanlar kimi evimizde kimi evimizin önünde, sokakta bekliyorlar. Gözler 248


beni görür görmez bağırmalar, çağırmalar Allah adıyla baş­ ladı. "Hoş geldin, hoş geldin! Allah saklasın, Allah korusun!" sesleri ortalığı inletiyordu. Annem koşarak geldi; kucak/aşa­ rak, ağlayarak, öperek uzun süre beni bırakmadı. Ardından babam hüngür hüngür ağlayarak sarıldı; bir türlü bırakmı­ yordu. Ardından kardeşlerim ve tüm mahalle halkı, akraba­ lar, tanışlar kucaklaşarak öptüler. Evimizin büyük alanına, odalara, bahçeye oturuldu. O gece sabaha kadar çok sayıda insan evimize geldi. Bir eğlence, toy düğün gününü yaşıyor­ duk. Herkes sevinçli, neşeli mutluydu. Yıllar boyu hasret kal­ dığım, 1 7 yıl boyunca teyplerden, radyolardan korku içinde, gizlice battaniye altlarında dinlemeye çalıştığım türküleri ilk defa özgürcesine dinliyordum. Bu yüzden defalarca işkence görmüştüm. Yürekleri Türklükle, gönülleri Türk aşkıyla co­ şan insanlar bizleri gecenin son saatlerine kadar yalnız bı­ rakmadılar, çoğu evimizde uyudu/ar. Birkaç gün boyunca evimiz kalabalık idi. Saddam'ın Gizli Servis'i ve Emniyet de bizi, evimizi gözetim altına almıştı. Tekrar beni tutuklama­ sıhlar, hapishaneye götürmesinler diye başka evlerde, arka­ daşlarımın ve tanışiarın yanlannda uyumaya başladım. Ba­ zen de köylere gidip kalıyordum. Bir gün, Hacı Osman Cami­ si'nde büyük bir mevlit yaptık. Kerkük'ün önde gelen din adamları, çok sayıda ses sanatkan ve insanlar katıldılar. Tö­ ren, akşam namazından gece saat bire kadar sürdü. Büyük ses sanatkarları Abdulvahit Kuzeci, Ekrem Tuzlu, Mehmet Rauf, Seyit Enver Terzi, Kerim Osman, lbrahim Terzi, Mulla Esvet, Mulla Hişam ve başkaları mevlitten bölümler, gazel­ ler, kasideler okudu/ar. Ayrıca Erşet Muhtaroğlu ve başkala­ rı şiirler okudu/ar, çok sayıda insan mevlide katıldı. Ondan sonra her gün bir evde yemek verildi. Doğmuş olduğum Al­ tunköprü ilçesi ve köyleri tarafından da ağırlandım. . . "

Hasret dinmiş, bayram günleri gelmişti ama herkes adeta diken üstünde idi. Çünkü, Irak Yönetimi'nin sağı solu belli olmaz, Birleşmiş Milletler Heyeti ülkeden ayrılır ayrıl249


maz Sadun'u yeniden tutuklayabilirlerdi. Onun için, bir ta­ raftan da hareket tarzı belirlemek için acele. ediyorlardı. Çünkü, yönetime göre, böyle hiçbir organize olmadan ken­ diliğinden oluşuveren "hoş geldin" ziyaretleri bile "suç" sa­ yılabilirdi. Bunun önüne geçebilmek için aile ve yakın arka. daşları arasında şöyle bir karar aldılar: Sadun'un mastır ve ardından da doktora yapacağı, bu arada evleneceği haberi yayılacak, böylece artık siyaseti bıraktığı kanaatİ uyandırıl­ maya çalışılacaktı. Buna rağmen Emniyet ve Gizli Servis pe­ şini bırakmıyordu. Nitekim, birkaç gün sonra Emniyet tarafından Sa­ dun' a göl].derilen yazıda şu ifadeler yer alıyordu:

"Oniversite'yi bitirmen ve dolayısıyla tayin işlemlerin­ le ilgili olarak bu yazıyı aldıktan sonra 48 saat içerisinde Bağ­ dat'ta, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne başvurman gerekmek­ tedir." "- Anlaşıldı, dedi Sadun: Bana, bu topraklarda kalıp rahat yüzü görmek haram!.." Babası da aynı kanaatte idi. Göz göze gelip anlaştılar. Kerkük'ü terk edeceklerdi. Sabah, ne kadar isabetli bir karar aldıklarını anladılar. Çünkü, gelen yeni bir tebligatta, "Os­ man Hurşid ailesinin Irak'ın güneyinde bulunan Nasıriye Şehri'nde mecburi ikamete tabi tutulduklan" bildiriliyordu. Hemen hazırlanarak komşulanna bile haber vermeden gece vakti Altunköprü üzerinden, Çekiç Güç kontrolündeki Er­ bil'e geçtiler. Güler Hanım da onlarla birlikte idi. Şeker Ha­ mm, çocuklar hep ağlıyorlardı-ama başka çareleri yoktu. Sa­ dun' un bir daha tutuklanması demek artık ölmesi demekti. Yalnız o kaçsa, ailesine akıl almaz işkenceler yaparlar ve hapse atarlar, hatta kurşuna dizerlerdi. Onun için birlikte hareket ettiler. Erbil'de sürekli kalmaları mümkün değildi. Yapılacak en doğru hareket bir an önce Irak sınırlanndan dışarı çık250


maktı. Erbil'deki dostlan Türkiye'ye geçişlerini saglayabile­ ceklerini söylediler. Köprülü ailesinin erkek çocuklarından Abdürrezzak daha önce bir vesile ile İstanbul' a gidip yerleş­ mişti. Onun için, orada sığınacak bir kapıları vardı. Ayrıca, Türkiye'de nasıl olsa kendilerine kucak açan birileri bulu­ nurdu. tık olarak, ailenin Osman Hurşit, Sadun, Yaşar ve Gü­ ler Hanım dışındaki fertleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına Irak'ın kuzeyinde görev yapan Özel Tim elemarıları­ nın yardım ve destegi ile Türkiye'ye geçerek lstanbul'a ulaş­ tılar. Sadun'un, Birinci Körfez Savaşı'ndan beri artık Sad­ dam'ın kontrolünde olmayan bu şehirde kalması gerekiyor­ du. Çünkü, Irak Türkmen Cephesi, 24 Nisan 1 995 tarihinde orada kurulmuş, aynca Türkmeneli Radyo ve Televizyonu ile Türkmeneli Gazetesi de yayınlarına başlamıştı. Sadun, bir süre bu yayın organlarında çalışıp progr_amlar yapacaktı. AlJah'tan, Sadun'un yıllardan beri yazdıklarının önemli bir bölümünü annesi saklamıştı. Bunlara tutukluluk süresinde olup bitenler ve hapishane notlan da eklenince oldukça zengin bir arşivi vardı. Yola çıkarken bunları da ya­ nına alacaktı ama yol boyunca kim bilir kaç defa peşmerge kontrolünden geçeceklerini de biliyorlardı. Neyse ki babası­ nın buldugu metot işe yaramıştı. O, güya kuruyemiş ticareti için Erbil'e gidiyordu . . . Çekirdek, leblebi, kavurga doldur­ duğu kapiann tabarıımi Sadun'un notlarını, bazı kitap ve dergileri özenle yerleştirdi. Kontroller sırasında da peşmer­ gelere bol keseden kuruyemiş dagttınca mesele halloldu. İş­ te bu notlar, Sadun'un Erbil'deki görevleri sırasında işe yara­ dı. Ayrıca, gelecekte de işe yarayacak ve tarihe ışık tutacaktı. Sadun, Erbil'deki faaliyetleri ile ilgili olarak şu notu düştü: "/lk işim; Enformasyon Başkan Yardımcısı olarak Türkçe'den Arapça'ya, Arapça'dan Türkçe'ye haber çevir­ menliği oldu. Bir iki ay sonra Irak Türkmen Cephesi'nde En­ formasyon Genel Müdürü ve Türkmeneli Gazetesi'nin Başya251


zarz olarak eski Türkçe ve Arapça yayın yapan gazeteyi ilk de­ fa olarak Yeni Türkçe ve Arapça olarak ikiye ayırdım. Böyle­ ce gazete ilk defa olarak Türkiye Türkçe'siyle Erbil Şehri'nde yayın hayatına başlayarak günümüze kadar geldi. Bu gazete şimdi Kerkük Şehri'nde yayınlanmaktadır. Siyasi yazılarımı da yayınladıgım gazetenin Arapça bölümünde benimle Şehit Aydın Şakır Iraklı, Ümit Bahçeci, Nihat llhanlı, lhsan Terzi, Isem Terzibaşı ve başkaları da çalışıyorlardı. Ayrıca her gün siyasi programlar hazırlamaktaydım ve Türkmeneli Televiz­ yonu'nda görüşmelere katılmaktaydım. Türkmeneli Gazete­ si'ni tek başıma yayınlıyordum. Bilgisayar alanındaki yazıla­ rı Isem Terzibaşı yazıyordu. Ayrıca Erbil'de yayınlanan baş­ ka edebiyat, gençlik gazete ve dergilerinde yazılar yazmak­ taydım. Akşam saat 1 7'den gece 23'e kadar da, çok önemli yazıları ilgili Türk makamları için Arapça'dan Türkçe'ye ter­ cüme ederek yazmaktaydım. Erbil'de, benimle hapishanede yaşayan önde gelen Kürt siyasiler vardı. Celal Talabani'nin bakanı Cebbar Fer­ man ve öteki Kürt partilerden insanları orada gördüm. Ayrı­ ca Araplar da vardı. Kürt partilerinin büyükleri, "Bizimle ça­ lışırsan sana her türlü destek olup yardım eder; ev, yer, taz­ minat vererek hapishanede kaldıgın 1 7 senenin hakkını öde­ riz" dediler. Ben "Çalışmak istemiyorum ve hiçbir yardıma ihtiyacım yoktur" diyerek bu teklifleri kabul etmedim. Işte ondan sonra Kürtler ve PKK teröristleri tarafindan her türlü saldırıya ugradım. Evime, iş yerime patlayıcı maddeler atıl­ dı, defalarca ölümden döndüm; Allah'a şükür olsun. Erbil'de bir evde Mikdaı Kifirli ve Aydın Iraklı ile birlik­ te kalıyorduk. Kerkük'te kısmet olmayan evliligim 28 Mart 1 996 tarihinde Erbil Şehri'nde gerçekleşti. Çok sayıda teklif vardı ama karar veremiyordum. Evlenecegim kızda esas ara­ dıgım, benim gibi Türkçü, milliyetçi olmasıydı. Bir gün, ara­ dıgım kızı buldugumu sanmıştım. Bir vesileyle tanıştıgımız arkadaştan hoş/anmıştım ve evlerine gidip ailesiyle tanışma252


ya karar vermiştim ki o da ne? Evlerinin önüne vardığımda pencerelerden dışarı taşan Kürtçe şarkıyı duyar duymaz geri döndüm. Kendi kendime, "Demek bunlar Türkmen değil­ miş!" diye düşünmüştüm. Artık evlenmekten vazgeçiyordum ki, artık Istanbul'da olan annemin Erbil'de oturan halası be­ ni iftara davet etti. Eve girerken kulağıma fisıldananlardan, bunun yalnızca bir iftar daveti olmadığını öğrendim. Me­ ğer, akrabalarından bir kızı bana münasip görerek görmem i sağlamak için evlerine davet etmişler. Adının Ayşan oldugu­ nu öğrendiğim kızın bundan haberi yokmuş. O, yalnızca ev işlerine yardım maksadıyla geldiğini sanzyormuş. Akşam ezanı olçundu, namazlarımızı kıldık. lftar sofrası da hazırdı. Herkes sofraya oturduğu halde Ayşan Hanım u tanıyor ve gel­ miyordu. Nihayet halamız O'nu razı etti ve sofraya geldi. Şu işe bak; yüzünü görür görmez beğendim. Yemekten sonra eve giderken ve sabaha kadar O'nu düşündüm. Sabah ilk iş ola­ rak da halayı arayıp durumu bildirdim. Babam, teyzem ve halamız kız evine gittiler, onlar da beğenip istediler. Ailesi hikiiyemi biliyorlarmış. Hiç tereddüt etmeden razı oldular. Erbil'de tay, düğün Kürtçe şarkı ve halaylarla oluyordu. Ağırlığımı koyarak, 'Bu düğün yalnız Türkçe türkü ve şarkı­ larta olacak' dedim ve peşmergelerin baskısına rağmen öyle oldu, Türk halayları çekildi. Erbil Türkmen Ses Sanatkarları Yaşar Mişko, Salim Fatah, Abdın Köprülü, Alvan Köprülü, Yunus Hattat, Mehmet Ahmet ve başkaları şarkılar, türküler söylediler. Dügüne Irak Türkmen Cephesi yetkilileri ve çok sayıda Türkmen politikacıları katıldı. Evlendiğim zaman yanımda Babam, Teyzem ve kardeşim Yaşar vardı. Ailemin öteki fertlerinin Istanbul'dan gelip katılmaları mümkün ol­ madı. Bir ev kiralayarak eşim/e yaşamaya başladık. Onun ailesi de Erbil'de yaşıyordu. Çok geçmeden, beni çok seven eşimin annesi kanser hastalığından dolayı öldü. Her gün Irak Türkmen Cephesi'ne bağlı olan iş yerime gidiyordum. Sabah özel araba alıyordu. Bir gün, ilk olarak evlenmeye niyetlendiğim kıza rastladım. Yanıma gelerek, 253


"- Sen benimle evlenmek istiyordun, sonra vazgeçip başkasıyla evlendin, dedi. Niye böyle yaptın?" Durumu açıkça anlattım . . . Kız, sebebini öğrenince çok üzüldü ve ağlayarak, "- Nasıl olur, dedi. Biz Türküz. O gün bir Kürt misafiri­ miz vardı. Radyoyu karıştırırken çok sevdiği bir şarkıya rast­ Iadı ue sesini de sonuna kadar açtı. Ben kapatmak istediysem de. . : "

Kız, sözünün sonunu getiremedi ve ağlayarak uzaklaş­ tı. Ben evliligimden çok mutluydum ama kızı o halde görün­ ce de üzüldüm. Bir daha da O'na rastlamadım. 4 Nisan 1 996 tarihinde, beni getirip götüren şoförün işi çıktığı için saat dokuzda gelmediği için işe on dakika geç kalmıştım. Türkmeneli Gazetesi'nin bulunduğu apartman­ daki odama bir roket atıltJrak her şeyi yok etmiş. On dakika geç kalmış olmasaydım o gün ölüp giderdim. Allah'a şükür kurtardım. Yazılarım Türkiye, Kerkük Irak Türkleri, Dünya Türkleri ile ilgili olduğundan dolayı her gün telefonla, oda- · ma atılan mektuplarla tehdit ediliyordum. l l Nisan günü ikinci defa ölümden kurtuldum. Bir gün önce gece evin ışıklarını açık koyarak eskiden tanıdığım ue defalarca Kerkük'e gelip evimizde kalan Aydın Aziz Neftçi­ zade, evlendigirniz için bizi davet etmişti. Gece orada kaldık. Sabah erkenden babamla teyzemi ve eşimi eve götürmek için araç geldi. Daha sokağa ulaşmadan her yer kalabalıktı ve evimizin önünde yangını gördük. Bir saat önce evimizin bahçesine bomba yerleştirmişlermiş. Bomba patladığında bizler daha misafir olduğumuz konakta idik. Artık gönlüm Türkiye'ye gitmek istiyordu. Son günler­ de çok üzgün ve dertliydim. Son olaylar ve patlayan bomba­ lardan dolayı eşimin babası da gitmemizi istiyordu. Eşimle Erbil Şehri'nden ayrılmaya karar verdik ve uygun zamanı kollamaya başladık. Babam, kardeşim Yaşar ve teyzem de bizden sonra geleceklerdi. " 254


Sadun, tam da bu sıralarda İstanbul'dan bit mektup aldı. Küçük kardeşi Şengül şunları yazıyordu:

"Yeter! Saddam idam edemedi Allah kurtardı seni. Şimdi de PKK, Kürtler öldürecekler. Gel yanımıza, sensiz ede­ miyoruz. Aklımız fikrimiz sende. Biz sana ne yaptık da bizle­ ri yalnız bırakıp Irak Erbil'de yaşıyorsun? Annem gelmen i is­ tiyor, seni görmek istiyoruz. Seni tam 1 7 yıl hapishanede yal­ nız bırakmadık; sen niye bizden ayn kalıyorsun? Biz sana ne yaptık?" Yoğun iş trafigine rağmen; tabir yerinde ise, Sadun'un aklının bir köşesi de onlarda idi. Şengül'ün mektubu bütün bu olup bitenlere tuz - biber ekti. Artık Sadun ya gidecek, ya gidecekti! Bu durumu gören dostları Sadun' u da Türkiye'ye gön­ dermenin yolunu buldular. 15 Ağustos 1 996 günü Zaho üze­ rinden Habur' a gelen bir araçta bulunan dört kişiden ikisi Sadun Köprülü ile hanımı Ayşan'dı. Yol arkadaşları, bölge­ de özel görevler ifa eden "Özel Tim" mensuplan olduğu için sınırı rahatlıkla geçip Türk bölgesine girdiler. Özel Tim'de görevli Yusuf Bey onlara yardımcı oluyordu. Bundan sonra­ sını Sadun Köprülü'nün daha sonra kaleme aldığı hatırata­ rından okuyalıın:

"Çok sevinçli ve mutluydum. Sanki rüya dlemindey­ dim. Ay-yıldız/ı bayrağı görünce çok ağ/adım. Bindiğimiz aracın durmasını beklemeden, kendimi arabanın dışına at­ tım. Türkiye topraklarında olduğuma inanamıyordum. Bir iki ah çekerek gözyaşiarına boğuldum. Boynurnda olan vasi­ yeti ve şehit Enver Neftçi Bey'i hatırlamıştım. Ilk önce onu ye­ rine getirmeliydim. Çılgınca Türk toprağını koklamağa ve 255


öpmeğe başladım, al bayrağa sarı/dım. Içim yanıyar ve kal­ him Türk/ük, Turancılık duygusu ile hızla çarpıyordu. Sonra ayağa kalktım. Çevremde beni seyreden insanlar -mutlaka­ delirdiğimi, çıldırdığımı zannediyorlardı. Doğrusu Türkiye ve Türklük için bu toprak ve bu bayrak için çıldırmıştım; bunların delisi olmuştum. Her şeyi aniatmağa başladım . . . Şehit Enver Neftçi'nin vasiyetini ve başka şehitlerimizle Ker­ kük, Irak Türklerini anlatınca beni seyredenler de ağlamağa başladılar. Türk kardeşlerim, orada bulunan görevliler, po­ lisler, kahraman yiğit Mehmetçikler duygulanarak beni ku­ caklayıp öptüler. . . Bir Türk subayı koşarak geldi, beni kucak­ /ayıp bağrına bastıktan sonra göğsüme bir ay-yıldız taktı, elime bir Türk Bayrağı verdi. Ben, dünyanın en mutlu insa­ nıydım artık ve inanın benden mutlu kimse olamazdı. Işte bütün emellerim, arzularım gerçekleşmişti. Ne yapacağımı, ne diyeceğim i bilemedim. Etrafımda toplanan kalabalığı bi­ le göremiyor, hissedemiyordum. Bu topraklar üstünde ve bu al bayrak altında yalnızca ben yaşıyor gibiydim. Elime veri­ len bayrağı dalgalandırarak Büyük Türkiye Cumhuriyeti topraklarında muzaffer bir komutan gibi yürüdüm. Ne mut­ lu bana, ne mutlu Türk'üm diyene ve ne mutlu bu bayrak için, bu topraklar için ölene!" Sadun, yıllar önce 15 yaşında bir gençken Habur'a ya­ kın sayılacak bir yerden "kaç ak" olarak Türkiye'ye girdiğinde de benzer duygulan yaşamış, sınırı geçtikten sonra yine Türk askerlerinin yardım ve desteği ile rahat edip kendisine verilen görevi yerine getirdikten sonra geri dönmüştü. Ama bu defa geri dönüşü olmayan bir yola girmiş gibiydi. Çektiği bunca çile ve işkenceden sonra Türk topraklan, Türk bayra­ ğı O 'nu belki daha çok heyecanlandırıyordu. Bunda elbette, ailesinin -bir bölümünün- artık Türkiye'de yaşıyor olması­ nın rolü de vardı. Ama gerçek olan bir şey daha vardı: Gitme­ se de, görmese de, Kerkük gönlünün baş köşesine kurul256


muştu ve hiçbir kuvvet oradan çekip alamazdı. Sınınn bu yakasında da olsa öteki yakasında da olsa Kerkük için yaşa­ yacak, ö rnrünün sonuna kadar mücadele edecekti. Ayşan Hanım'la birlikte Habur'dan taksi ile Nusay­ bin'e, oradan da otobüsle lstanbul'a geçtiler. Ayrılıp kavuş­ mak, hasretle kucaklaşmak bu ailenin kaderiydi. 1967 yılın­ dan beri oğullan Sadun'la Şeker Hanım ve Osman Hurşit Bey'in bu kaçıncı ayrılışlan ve kaçıncı kucaklaşmalanydı Ya Rabbi? Kardeşi Abdürrezzak Fatih'te, Akdeniz Caddesi üze­ rindeki bir evde oturuyor, daha önce Türkiye'ye gelen kar­ deşleriyle annesi de orada kalıyordu. Hemen Fatih' e geçerek adresi arayıp buldular. Kapıyı Gülşen açmıştı; hasretle ku­ caklaşıp ağlaştılar. Ardından Şeker Hanım geldi. Gelinini ilk defa görüyordu ama kırk yıldır hasretmiş gibi kucaklayıp baguna bastı, ağlaştılar. Sonra Sadun annesiyle, Gülşen de adaşı olan yengesiyle kucaklaştı. Öteki kardeşlerin hepsi de çalıştıklan için onlarla ancak akşam geç vakit görüşebilecek­ lerdi. Ümit Ortadoğu Gazetesi'nde görevliydi. Ötekiler de özel işyerlerinde çalışarak ya da seyyar satıcılık yaparak ge­ çimlerini sağlama gayretinde idiler. Sadun yine yeniden doğmuş gibi oldu, annesi de oğlu­ na yeniden kavuşmanın sevincini bir daha, bir daha yaşadı. lşte şimdi, Kerkük'te o çileli, ıstıraptı yıllan yaşarlarken en çok güvendikleri, ümit besleyip bel bağladıkları "Büyük Tür­ kiye Devleti" nde ve bu büyük devletin bir zamanlar üç kıta­ ya hükmettiği büyük İstanbul Şehri'nde idiler. Bu dünyada onlardan daha mutlu kim olabilirdi ki? Birkaç gün hiç ayrılmadan bir arada kaldılar. Sadun ls­ tanbul'u ilk defa 15 yaşında iken görmüş, sonra birkaç defa daha gelmişti ama koca şehir iyice büyümüş, yere göğe sığ­ maz olmuştu. Yalnız, bu koca şehirde kardeşi ümit artık ken­ disinden daha kıdemli idi ve ağabeyini gezdirecekti. 257


Sadun ve Ümit gibi dava adamlarının gezmeleri elbet­ te zevk için olacak değildi. Sadun'un, öncelikle vefa borcunu ödeyip teşekkürlerini sunmak istediği biri vardı: Ahmet Ka­ baklı . . . Çünkü, Bağdat'taki Türk Kültür Merkezi'nde iken ta­ nıdığı Türk Edebiyatı Dergisi daha sonra her ne şart altında olursa olsun kendisine ulaştırıl mış ve bu dergiden çok şey öğrenmişti. Kabaklİ Hoca'ya mutlaka şükran borcunu öde­ meliydi. Ümit, ağabeyini alarak, Sultanahmet'teki Türk Ede­ biyatı Vakfı'na götürdü. Vakıf Müdürü Gazi Altun Bey'le ar­ kadaşları onları hasretlc kucaklayıp bağırlarına bastıktan sonra Kabaklı Hoca'ya takdim ettiler. O duygulu insan onla­ rı ayakta karşılayıp gözlerinden öptü ve verdikleri mücadele, gösterdikleri yiğitlik için teşekkür etti. Hoca'nın gözleri yaşa­ rınca Sadun, Ümit, Gazi Bey .. hepsi de ağladılar. Yapılan ik­ ramlardan sonra Hoca, "Derginin artık Sadun'un İstan­ bul ' daki adresine gönderilmesi" için talimat verdi ve ayrıldı­ lar. Her zaman buraya gelecekler, bir ihtiyaçları olduğunda çekinmeden söyleyeceklerdi. Ancak, bu yere göğe sığmayan; şairlerin, "Bir taşına bü­ tün acem mülkü fedadır" diye şiirler yazdıkları, her ırktan, her dinden "72,5 milleti" barındıran koca şehir Şeker Ha­ nım'la çocuklarını sırtından atmaya çalışıyordu. Son olarak aldıkları üç aylık oturma izinleri bitmiş, ısrarlarına, yalvar­ malarına rağmen uzattıramamışlardı. Sadun bu haberi du­ yunca çok üzüldü. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne giderek kendini tanıttı, başından geçenleri anlatıp ailesinin duru­ munu söyledi fakat, "Üzgünüz ama mevzuat böyle" cevabı­ nı alıp geri döndü. Geriye bir tek çare kalıyordu: Tanıdığı, bildiği milliyet­ çilerin adreslerini, telefonlarını araştıracak, irtibat kurarak durumu anlatıp çözüm bulmaya çalışacaktı. İlk aklına gelen, Milliyetçi Hareket Partisi Genel başkanı Alparslan Türkeş ol­ du. O'nunla yıllar önce Türkiye'ye gelişinde tanışmış, hapis­ haneden Türkiye'ye yazdıkları mektuplara da tek ilgi göste258


ren O olmuştu. Yazdığı mektubu cebine koyup Fatih'te dola­ şırken Azerbaycan Kitabevi'nin önünde durakladı. Vitrinde­ ki kitap isimlerini bir bir okuyordu. Derken, gözü vitrinin bir köşesinde duran içi toprak dolu şişelere kayınca neredeyse heyecandan bayılacaktı. Çünkü, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhu­ riyeti toprağı", "Azerbaycan toprağı", "Özbekistan toprağı" , Kırgızistan toprağı", " Kazakistan toprağı", "Türkmenistan toprağı" derken "Kerkük toprağı" yazısını görünce önce bir titreme geldi, sonra da gözyaşları akınaya başladı. O 'nun bu hali kitapevinin sahibi Emekli Albay Ekmen Mütevellioğ­ lu'nun dikkatini çekmişti. Hemen dışarı çıkıp elini omzuna koyarak, - Gel yavrum, gel bakalım, dedi. Nerelisin sen? Sadun, gözyaşlarını silip kendini toparladıktan sonra kısaca hikayesini anlatınca, Ekmen Bey'in de gözleri buğu­ landı, Sadun'u kucaklayıp bağrına bastı. Sadun, cebindeki mektubu yerine nasıl ulaştıracağını sorunca da bu işi üzeri­ ne aldı. Ekmen Bey bununla da kalmayıp Sadun'u yanına alarak Emniyet' e götürdü. Sadun'a daha önce verilen cevap­ ların dışında bir şey yoktu. Ekmen Bey kızdı, köpürdü ama çare yoktu. Sadun, Ekmen Bey'i hemen her gün ziyaret edi­ yor, oradaki konuşmaları dinliyor, tartışmalara katılıyordu. Bu ziyaretlerinden birinde, Faruk Çam isimli bir iş adamıyla tanıştı. Makine Sanayi dalında çalışan Faruk Bey Sadun'a iş verecekti ama O'nun için öncelikli olan kendisine oturma iz­ ni alıp ailesininkini de uzatmaktı. Bunun için gayretlerini sürdüren Sadun; bir gün, Azerbaycan Kitapevi'nden ayrılıp Türk Ocaklan İstanbul Şu­ besi Başkanı Dr. Cezmi Bayram'ı ziyaret etti. Kerkük Türkle­ rinin liderlerinden şehit Necdet Koçak'ın Türkiye' deki yakın arkadaşlarından biri olan Cezmi Bayram Sadun'u gıyaben tanıyordu. Hemen durumuyla ilgilenerek Emniyet Genel Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'nu aradı. Yazıcıoğlu da Kerkük Türklerinin dramını bilen bir bürokrattı. Yapılan görüşme259


lerden sonra Sadun'a, Faruk Çam Ağır Makine Sanayi üze­ rinden, l l Eylül 1 996 tarihinden başlayarak iki yıl süre ile "Istisnai oturma izni" verildi. Sadun biraz olsun rahatlamıştı ve ailesinin durumu ile daha rahat ilgilenebilecekti. AbO. Garip'te iken yaptığı gibi şimdi artık Cumhurbaşkanı olan- Süleyman Demirel'e bir mektup daha yazarak durumlarını anlatıp yardım istedi:

Tarih 27 Aralık 1 996 İstanbul:

Sayın Başkan Süleyman DEMiREL Selam Sevgiler. "Ben Kerküklü Sadun Köprülü . . . Belki beni hatırlar­ sın; 22 Ekim 1 967 tarihinde, Kerkük Türk Şehri'ni ziyaret et­ tiniz. Sizleri bir kalabalık içinde, benimle Annem Şeker Köp­ rülü ve iki yaşında annemin kucağında küçük kardeşim/e birlikte karşıladık. "Ağam Süleyman paşam Süleyman" diye­ rek ve annem de kendi yavrusunu sana ve Türkiye'ye kurban diye vermeye çalıştı, siz onu yatıştırdınız. Bir ağızia "Yaşasın Türklük, Türkiye!" diye bağırdı k ve pankart açtık. Sen gittik­ ten sonra 1 O yaşında olarak, beni yakaladılar ve 8 ay hapis­ hanede kaldım. Hukuk fakültesini bitirmekle Avukat oldum, bir hafta sonra 1979 yılında tutuklanarak, iki seneye yakın, günde dört defa işkence ve her türlü zulüm gördüm, tımaklarım sö­ küldü. Beni Türkiye'den, Türklükten, Kerkük, Musul'u Tür­ kiye'ye katmakla cezalandırdılar. Bir de 1 967 yılında 8 ay siz­ den dolayı, hapiste kaldığım için, sizinle ilgili ve sizi karşıla­ marndan dolayı, bu defa 1 7 sene Abu Garip siyasi hapishane­ sinde yattım. 1 996 yılında, BM !nsan Hakları aracılığıyla serbest, .özgür kaldık. Sonra da, Saddam rejimi bizleri tekrar yakalamasın diye ailem/e 15 kişi Türkiye'ye yerleştik. 260


Şimdi bizi sınır dışı yapmak istiyorlar. Sınır dışı olur­ sak, Saddam tarafından idam oluruz. Ne olur yaşlı anne ba­ bama ve çocukların hallerine acıyın, bizlere yardım eyleyin, oturma hakkı verin! Ne olur Kerkük'te o eski durumu, anne­ min size kurban vermek istediği yavrusunu ve milli Türkmen kıyafetiyle, sizi karşılayan 1 0 yaşındaki Sadun Köprülü'yü, "Ağam Süleyman" türküsünü söyleyeni hatırlayın; Başka­ mm, bize yardımcı olun!" Gönderen. Sadun KÖPROLO Istanbul/ Türkiye Bu arada, Enver Neftçi'nin İstanbul'da bulunan eşi, kızı Mehtap ve oğlu Aras'ı arayıp bularak hapishanedeki du­ rumlarıyla babalarının vasiyetini anlattı. Aras Bey'in geniş bir çevresi vardı. Sadun'u onlarla tariıştırdı. Bu kişilerden Dr. Hasan Hüseyin Şener Bey, Şeker Hanım'ın sağlık duru­ mu ile yakından ilgilendi ve ailenin özel doktoru gibi dav­ randı. Aras Bey, Sadun'u bir gün de Türkiye Gazetesi'nden Engin Şenol'la tanıştırdı. Sultanahmet'teki Türkistan tokan­ tası'nda yenilen tanışma yemeğinden sonra 19 Ocak 1997 tarihli gazetede Sadun'la ve Irak Türklerinin durumu ile ilgi­ li belgelere dayanan haber çıkınca Irak Genel Muhaberat'ı harekete geçti. Koca İstanbul'da otun;lukları evi bile tespit etmişlerdi. Dairelerinin posta kutusuna, "Yakında sen öle­ ceksin!" " Bir daha gazetelere, televizyonlara çıkarsan ölür­ sün!" gibi Arapça tehdit cümleleri atılmaya başlandı. Aynı şekilde, haberi yapan Engin Şenol da tehdit ediliyordu. Hat­ ta, arabasının camları kırılarak içinde bulunan evrak didik didik aranmış, ilgili haberle ilgili dokümanlar ortadan kaldı­ rılmıştı. Aile, oturma izni meselesini bile unutup yeniden Sadun'un derdine düştü. Şeker Hanım, oğlunun evden aynl261


masını istemiyordu ama evden ayrılmadan da bu işe bir çö­ züm bulmak mümkün değildi. Gazeteci Şenol Bey durumu Birleşmiş Milletler Türki­ ye Temsilciliği'ne bildirince, onların randevu vermesiyle Sa­ dun, Faruk Çam Bey'den izin alarak 15 Kasım 1 996 gecesi hanımı ile birlikte Ankara'ya hareket etti. 16 Kasım günü ak­ şam saatlerine kadar süren görüşmelerden sonra aynı gün Sadun'a maaş bağlandı ve tercih edeceği üç ülkeden birine gönderilebileceği söylendi. Sadun, annesiyle kardeşlerinin durumuna çözüm bulması gerektiğini anlatıp gitmek için süre isteyerek lstanbul'a döndü. İstanbul'da ise O ' nu kötü bir sürpriz bekliyordu. O, Ankara' da Birleşmiş Milletler Temsilciliği'nde görüşmeler yaparken, emniyetten ailesine gelen son tebligatta, "Hemen Türkiye'yi terk etmeleri, aksi taktirde zorla sınır dışı edile­ cekleri" bildiriliyordu. Uykusuz ve yorgun olan Sadun, Ankara'da ne yaptık­ larını bile anlatamadan yollara düştü. Ö nce Ekmen Bey'e, sonra da Kurultay Gazetesi'nde Necdet Sevinç'e uğradı. Sa­ dun'u hasretle kucaklayıp gözyaşı döken Necdet Bey, aile­ siyle ilgili durumu öğrenince küplere bindi. Hırsından yerin­ de duramıyor, "Olacak iş değil, olacak iş değil!" diye söyleni­ yordu. Biraz sakinleştikten sonra telefonun başına geçti ve görüştüğü kişiye durumu anlattıktan sonra, - Üzülme, dedi. Bir şey yapamazlar. Ailen bizim bir parçamızdır ve burada kalacaktır! Sadun ümitlenmişti ama ne olup bittiğini anlayamadı­ ğından merak içindeydi. Necdet Bey'in de bir haber bekledi­ ği belli idi. Yarım kalan yazısını da bırakmış, gözü Sadun' da, kulağı telefonda bekliyordu. On dakika kadar sonra beklediği telefon geldi. Konu­ şurken yüzü gillüyordu. Ahizeyi kapatırken, 262


- Ailenle ilgili mesele şimdilik tamam Sadun, dedi. On­ ları kimse sınır dışı edemez. Hadi gidiyoruz; seni Yakan Cu­ malıoğlu ile tanıştıracağım! Sadun, bu ismi ilk defa duyuyordu. Çıktılar . . . ı963 yılından beri Türk Milleti'nin Kıbrıs davasuiın yılmaz bir savunucusu olan Yakan Cumalıoğlu, Kıbrıs Türk Milli Komitesi Başkanı idi. Bürosuna gelen misafirlerini bü­ yük bir sevgi ve saygı ile karşıladıktan sonra Sadun'u bağrına bastı. Necdet Sevinç Sadun'un durumunu bir de yüz yüze anlatınca yeniden telefona sarılarak bazı kişi ve kuruluşları aradı. Sadun, bu konuşmalardan, ailesinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlığına geçirileceğini anlamıştı. İçinden, "Neden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olamıyo­ ruz?" diye geçirdi ama, "Bu da bir çözümdür" diyerek rahat­ tadı. Bu girişim, hiç değilse onlara zaman kazandıracak, aile­ si sınır dışı edilmekten kurtulacaktı. . Yakan Bey onlara yemek ısmarladı, bir süre daha soh- . bet ettiler ve kendisine teşekkür ederek ayrıldılar. Gerekli formlar doldurulacak, müracaatlar yapılacaktı ama bu işe köklü bir çözüm bulmak gerekiyordu. Daha çok, zaman ka­ zanmak amacıyla yapılan bu formalite işler sürerken Necdet Sevinç, ı ı Haziran ı997 tarihli Günaydın Gazetesi'nde za­ manın İçişleri Bakanı Meral Akşener'e bir "Açık Mektup" ya­ zıp Sadun ve ailesinin durumunu anlatarak oturma izni me­ selelerinin halledilmesini, yoksa lrak'a gönderilince idam edileceklerini bildirdi. Sadun da, tıpkı Abu Garip'te iken yaptığı gibi bütün siyasi parti Genel Başkanlarına, Başba­ kan'a, İçişleri ve Dışişleri Bakanları'na, Emniyet Genel Mü­ dürlüğü'ne mektuplar yazarak durumlarını anlattı. Yayınlar ve mektuplar ses getirmişti. Sadun ve aile fertlerini İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi'ne çağırdılar. Sadun, ı 3 Temmuz 1997 günü annesi Şeker Hanım, kardeşleri Gül­ şen, Şengül ve Ziyad'ı yanına alarak davete icabet etti. Ya­ bancılar Şube Müdürü Yakup Kızılkaya Sadun'u ilgi ve sevgi 263


ile karşıladı. Sadun hazırlıklı gelmişti. Dosyalar halinde sun­ du�u belgeleri inceleyen Kızılkaya zaman zaman dudakları­ nı ısınyor, ellerini masaya vuruyordu. Bu arada 7 yaşlarında bir çocuk elinde salladığı bozkurdu kolyesi ile içeri girince Sadun heyecanlandı, ayağa kalkarak onu kucakladı. Dosya­ dan başını kaldıran Müdür Bey de oğlunu Sadun'un kucağın­ da görünce şaşırmıştı. Sadun, - Sayın Müdürüm, dedi. İşte işin özeti bu kolyedeki Bozkurt. Ben ve ailem Türkiye'yi, Türklüğü sevdiğimiz için başımıza gelmeyen kalmadı. 1 7 sene hapishanede yattım,

akıl almaz işkenceler gördüm. O turma izinlerimiz verilmez­ se çok sevdiğimiz, uğruna ölmeye hazır olduğumuz Türkiye Devleti bizi ateşe atacak; siz bilirsiniz! Zaten incelediği dosya muhteviyatından etkitenmiş olan Yakup Bey iyice duygulandı, gözlerinden yaşlar damla­ dı. Ayağa kalkarak Sadun'u kucaklayıp öperek, - Üzülme kardeşim, dedi. Sizi hiçbir güç sınır dışı ede-

mez! Sonra annesiyle kardeşlerini de içeri aldırarak çay ik­ ram etti ve "Bundan sonra kendilerini kimsenin rahatsız et­ meyeceğini" bildirdi. Ailesini yolcu eden Sadun, Müdür Bey­ le daha bir süre konuşup dertleşti. Yakup Bey sözürıde durdu ve Sadun'un ailesine bir yıl

süreli oturma izni verildi. Sadun'un da zaten iki yıllık otur­

ma izni vardı. Ancak; Birleşmiş Milletler haber göndererek yurt dışına çıkması gerektiğini bildiriyordu. Sadun ise baba­ sı ve kardeşi Yaşar ha.la Erbil'de -olduğu için buna karar vere­ miyor, ailesini böyle bırakıp gitmek istemiyordu. Bu arada, babası ve kardeşi ile birlikte Erbil'de kalan çok sevdiği teyze­ si Güler'in ölüm haberini aldılar. Cenazesini gizlice Kerkük' e götürüp defnetmişlerdi. Sadun buna çok üzüldü. Çünkü, O'nun hayatında Güler Teyzesi'nin bambaşka bir yeri vardı. Abu Garip günlerinde O 'nun büyük bir cesaretle içeri soktu264


ğu pilli radyolar, kitaplar, dergiler çok işine yararnış, ülkenin değişik yerlerinde oturan mahkum ailelerine O'nun vasıta­ sıyla mesajlar göndermişti. Abu Garip'ten tahliye olduğunda da Güler Teyzesi hemen yanında bitivermiş ve Kerkük' e ka­ dar kendisine yoldaş olmuştu. Ne çare ki, ölenle ölünmüyor­ du. "Hiç değilse Kerkük' e defnedilmiş ya" diyerek teselli bul­ du. Şimdi bütün arzusu yaşlı babasının ve kardeşi Yaşar'ın da Türkiye'ye gelmesi idi. Bu arada O'nu sevindiren bir olay daha gerçekleşti. Zaho'da görev yapan ve kendisiyle ailesinin Türkiye'ye ge­ çişlerinde önemli rol oynayan Özel Tim görevlisi Yusuf Bey ziyaretine gelmişti. Bu ziyaret Sadun'u çok heyecanlandırdı ve sevindirdi.. - Sağ olun Yusuf Bey, sağ olun . . . Siz olmasaydınız biz ne yapardık? - O ne demek Sadun kardeşim? Keşke daha fazlasını yapabilseydik! Yusuf Bey, Sadun'un babası Osman Hurşit Bey ve kar­ deşi Yaşar'ın Erbil'den gelmeleri için de yardımcı olabilece­ ğini söyledi. Ümit bu arada Birleşmiş Milletler aracılığı ile Finlandiya'ya gitti. Aynlıp kavuşmak, hasretle kucaklaşmak gerçekten de bu ailenin kaderiydi. Bir aynlık daha vuku buldu. Yapılan tehditler ve Birleşmiş Milletler'in ısrarı üzerine Sadun, erte­ leyip durduğu Amerika'ya gitme işini gerçekleştinneye karar verdi. Yine ağlaşarak, dertli dertli söyleşerek ayrıldılar. Şeker Hanım, - Bize burada, Türkiye' de de mi rahat yok, diyordu. Ümit yok, Yaşar yok, babamız yok; Sadun niye gidiyor, biz ne yapacağız? Şeker Hanım bu soruyu sormakta haklı idi de çaresi yoktu. . . Bin .bir güçlükle ailesine oturma izni alan Sadun 265


Amerika'ya giderken hüzünlüydü de, belli etmemeye çalışı­ yordu: - Anacığım, bir süre izimi kaybettirmem gerekiyor. Çok sürmeyecek, göreceksin. Döneceğim ve hep birlikte ola­ cağız. Şeker Hanım ne diyebilirdi ki? Derdini -yine- içine at­ tı ve Sadun, eşi Ayşan Hanım'ı da yanına alarak 21 Ekim 1997 günü Amerika'ya gidip Memphis Şehri'ne yerleşti. Bu şehrin nüfusu bir milyonun altındaydı ve dünyanın her ya­ nından gelen insanları b arındırıyordu. Memphis ' te Müslü­ manların oranı da oldukça yüksekti ve dört cami bulunu­ yordu. Sadun, özellikle Cuma namazlarını kaçırmadan bu camileri dolaşıyor, yeni arkadaşlıklar ve dostluklar kazanı­ yordu. Bu ayrılık ailesine olduğu gibi Sadun'a da zor geldi. . . . Düşünebiliyor musunuz? Vuslata erebilmek için çöllerdeki Mecnun misali çile çektiğiniz sevgilinize tam ulaşıyorsunuz; sonra yeni bir ayrılık başlıyor ve bu hep böyle devam ediyor. Sadun, bu uğurda çektiği bunca sıkıntı, gördüğü bin bir türlü işkence ve yıllar boyu süren hapis hayatından sonra gelen "sürgün" e katlanamıyordu. Hanımı yanındaydı, bir de araba aldıkları için Amerika'nın pek çok yerini geziyorlardı. Eşiyle birlikte, Birleşmiş Milletler'in belirlediği okula devam edip İngilizce eğitim alıyorlardı. İngilizce'yi iyice kavradı, maaşı vardı, rahatı iyi idi. Oturdukları evin her yanını Türk b ayrak­ larıyla donatmış, Atatürk resimleriyle süslemişti, ailesinin güvende olduğunu biliyordu. Üstüne üstlük; Gülesen ve Aşan isimli iki de kız çocukları olmuştu. Kısacası, Ameri­ ka'ya tutunmak ve orada mutlu olmak için her şeyleri vardı ama sevgili Türkiyeleri çok uzaklarda kalmıştı. Kısacası, "Amerika Birleşik Devletleri" denen günümüzün o modern görünüşlü korsan devleti içinde adeta "bir eli yağda bir eli balda" olsalar da mutlu değillerdi. 266


Bir gün postadan gelen paketi açtı, Türk Edebiyatı Dergisi! Nasıl sevindi, nasıl! "- Ho cam, Kabaklı Ho cam, dedi. Beni Amerika' da da yalnız bırakmadın, sağ ol. Demek, kardaşım Ümit'ten adre­ simi almışlar! .." Ahmet Kabaklı Hoca böylesine vefalı bir insandı. Sa­ dun nereye giderse Türk Edebiyatı Dergisi de adresine gön­ deriliyordu ve O'nun hatırasına da gönderilmeye devam edecekti. Sadun, ı Ocak 2000 tarihinde ailesini ziyaret etmek için üç aylığına Türkiye 'ye döndüğünde babası ve kardeşi Ya­ şar da artık Erbil'den gelmişler, Gülşen'le Şengül evlenmiş­ lerdi. Yaşar ve kızlar dışındaki çocukların hepsi de yurt dışı­ na gitmiş olmasına rağmen aile küçülmemiş, aksine büyü­ müştü. Hasret giderip konuştular, konuştular. Gülesen'le Aşan aileye ayrı bir mutluluk katmıştı. Şeker Hanım'la Os­ man Hurşit Bey torunlarını bir türlü bırakmıyor, çocuklar kucaktan kucağa dolaşıyorlardı. Birbirlerine anlatacak o ka­ dar çok şeyleri vardı ki! Birkaç gün adeta evden hiç çıkma­ dan oturup konuştular. Sadun, dışarıya çıkma fırsatı bulduğunda, ilk işlerin­ den biri olarak Ahmet Kabakh'yı, o vefatı insanı ziyaret et­ mek istedi ama Hoca Hakkın rahmetine kavuşmuştu; çok üzüldü. Türk Edebiyatı Vakfı'nda Gazi Altun Bey'le görüşüp başsağlığı diledi ve adresine sürekli dergi gönderdikleri için teşekkür etti. Daha sonra, ailesine ve kendisine yardımcı olan Cezmi Bayram'ı, Ekmen Bey'i, Necdet Sevinç'i ve Ya­ kan Cumalıoğlu'nu ayrı ayrı ziyaret edip teşekkür etti. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı'na giderek Prof. Turan Yazgan Hoca ile tanıştı ve O'na da teşekkür etti. Çünkü, Turan Hoca Sadun'un adresine, vakıf adına yayınlanan Türk Tarihi Der­ gisi'ni göndertiyordu. Üç ay sanki üç gün gibi gelip geçti ve Sadun, Ayşan Ha­ nım'la birlikte yine Amerika'ya döndü. Kitaplar, dergiler gö267


türdü. Abu Garib 'ten sonra artık istediği kitabı alıp okuyabili­ yordu ama bazen de kendi kendine sormadan edemiyordu: "Ben o şartlar altında daha mı çok kitap okuyordum, ne?" Bu soruyu sorduktan sonra da gülüyor, gülüyordu . . . Hürdü ama bir bakıma eli - kolu bağlı idi. Adı B irleşmiş Mil­ letler de olsa birilerinin himmetiyle yaşamak, çoğu kimsenin görebilmek, kalabilmek; birtakım şımarık zenginlerin, sos­ yete bozuntularının çocuklarını dağurabilmek için can attık­ lan Amerika, o koca, zengin, teknoloji harikası ülke Sadun' u sıkıyordu. Gördüğü her şeyden rahatsız oluyor, hiçbir şey O'nu heyecanlandırmıyordu.

Manevi işkenceler altındaydı

ve adeta ikinci bir Abu Garib vakası yaşıyordu.

l l Eylül 200 ı ' de Amerika'daki ikiz kulelere yapılan ve ha.Ia kararılık noktalan bulunan "saldırı" dan sonra o ülkede­ ki pek çok Müslüman gibi Sadun da zor günler yaşadı. "ABD" denen ve kendisini dünyanın tek hakimi olarak gö. rüp her işe maydanoz olan bu ülke, büyük ölçüde "tezgah" kokan l l Eylül olaylarını menfaatleri doğrultusunda kullan­

maktan geri kalmadı. Dünya hakimiyeti için önce Afganis­ tan'a, ardından da Irak'a saldırdı. 20 Mart 2003 tarihinde Amerikan ve İngiliz kuwederi Irak' a girdiklerinde Sadun da heyecanlanmıştı. Ne de olsa Amerika, can düşmanlan Sad­ dam'a karşı bir harekat yapıyordu ve eninde sonunda bu sa­ dist ortadan kalkacaktı. Ancak, "Irak' a demokrasi getirmek" gerekçesiyle ülkeyi işgal ederılerin niyetleri hiç de öyle değil­ di. Irak kısa bir süre içinde bir uçtan bir uca kan gölüne dön­ dü, mezhep kavgaları körüklendi ve Türkmenler eziHrken peşmergeler baş tacı edildi. Kerkük'te, Birinci Körfez Sava­ şı'nın sanianna doğru prova ederek nüfus ve tapu kayıtlanın tammar eden Kürtler, bu defa ABD'nin açık desteği ile daha büyük tahribat yaptılar ve bindirilmiş kıtalar getirerek bu Türk şehrini işgal ettiler. Her Türk gibi Sadun'un içi de kan ağlıyordu. Ameri­ ka'da zaten mutlu değildi ve şimdi iyiden iyiye huzursuz ol268


maya başlamıştı. 1,5 yılı ağır işkenceler altında geçen 17 yıl­ lık hapis hayatının üstüne 7 yıl da bu zulme katlandıktan sonra 22 Ekim 2003 tarihinde yeniden Türkiye'ye döndü. Türkiye'ye dönmeden yaklaşık bir ay kadar önce "Sevinen" isimli üçüncü kızı doğmuştu. Dolayısıyla, iki kişi gittikleri Amerika'dan beş kişi olarak döndüler. Burada kendisine ih­ tiyaç vardı. Ankara' da, Irak Türkmen Cephesi "Basın - Yayın ve Enformasyon Müdürlüğü'ne getirildi. Şimdi, dünyaya ge­ leliden beri çilesini çektiği, uğruna her zora katlanıp dağlar tepeler aştığı, mahpus damlarında yattığı Türklük ve candan öte sevdiği Kerkük için aktif bir görevde çalışacaktı. ·

Irak'ta Türkmenlerin duruİilları iyiye gitmiyor, Türki­ ye Cumhuriyeti Devleti'nin "kırmızı çizgileri" birer birer morarıyordu! Bu sebepledir ki, 22 Temmuz 2003'te Sad­ dam'ın oğulları Uday ve Kusay'ın öldürülmeleri, 13 Aralık 2003'te o sadist, despot diktatörün doğum yeri Tilait' te se­ fıl bir halde yakalanması ve nihayet kendisine en ağır işken­ celeri yapan, yaptıran üvey kardeşi Berzan el-Tikriti ile bir­ likte 5 Kasım 2006 tarihinde idama mahkum edilmesi Sa­ dun'un yorgun, çileli ruhunda yalnızca buruk sevinç dalga­ ları yaratabildL Saddam'ın 30 Aralık 2006 günü idam edilir­ ken çekilen ve çarşaf çarşaf yayınlanan resimlerine bile bakmadı, bakamadı. Yalnızca içinden, "Şeytan görsün yü­ zünü" diyebildi. Böyle durumlarda hep hapishane arkadaşı, can dostu, ağabeyi Enver Neftçi'yi hatırlıyordu. Hani o, Sadun'un elleri­ ni tutup söylediği sözlerini ve ille de o birkaç cümleyi: " - Dünyada en güzel nesne, Türk olmaktır. Yarın bu Saddam gider, yeni Saddamlar gelir. Siz, onlara da inanma­ yın. Hiçbir çalışma örgütsüz başanya ulaşamaz. Birbirinizi sevin, birlikte çalışın, başaracaksınız . . . "

"- Meğer, dedi Sadun; Enver Ağabey ne kadar da doğru söylemişmiş! Biz, Saddam gidince her şeyin daha güzel ola269


cağını sanıyorduk. Şimdi Saddamlar çoğaldı. . . Talabani, Bar­ zani, yüzlerce, binlerce peşmerge bozuntusu ve hepsinin üs­ tünde de Bush!" Durdu, düşündü ve Enver Bey'in yine elleri ellerinde, siması karşısında imişçesine tebessüm ederek seslendi: "- Kerkük gönlümde aşk, yüreğimde sızıdır. . . Çalışaca­ ğız ve başaracağız Enver Ağabey!" Sonra kalktı, pencereyi açtı ve uzak ufuklara doğru se­ lendi: "- Ata Hayrullah, Dr. Rıza Demirci, Adil Şerif, Albay Abdurrahman Abdullah, Necdet Koçak ve yüzlerce, binler­ ce şehidimiz, müsterili olun; çalışacağız ve başaracağız!.." B u arada güzel şeyler d e oluyordu. Sadun Köprülü ile Ayşan Köprülü'nün 22 Temmuz 2007 günü Ankara' da, dör­ düncü kızlan " Mutluan" dünyaya geldi. Kızlannın isimleri de sanki Sadun'un ser'encamının açıklaması gibiydi: Güle­ sen, Aşan, Sevinen, Mutluan . . . ***

Çalışmasının sonuna gelen Cemal Bey, Atatürk'ün şu sözünü bir daha hatırladı:

" - Milli sınırımız, lskenderun'un güneyinden geçer, do­ guya doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü içi­ ne alır. !şte milli sınırımız budur!"

.

Sonra, Türkiye'yi milli sınırlarına kavuşturmak için 1933 yılında Amerikalı General Mac. Arthur' a söylediklerini:

"Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacagım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türki­ ye hudutları içine katacagım. " Bunları not ettikten sonra parmakları bilgisayarının tuşlarına doğru hamle üstüne hamle yapıyor ama bir türlü ba270


sıp yazmıyorlardı. Beyni ile parmakları arasındaki iletişim kopmuş gibiydi; ya da beyni hangi cümlelere korout edeceği­ ne bir türlü karar veremiyordu. Birden kafasında şimşekler çaktı, kitaplığına göz attı. Dostu, ağabeyi İbrahim Metin'in ta 1969'larda yayınlamaya başladığı haftalık Devlet Gazetesi'nde yayınlanan eski bir yazıyı hatırlamıştı. Daha sonra kendisinin de çalıştığı bu gazetede, Kerküklü Acar Okan'ın "Kerkük Me­ selesi ve Geleceği" başlığını taşıyan uzunca bir yazısı yayınlan­ mıştı. Kalktı, kitaplık raflarına sığmadığı için kapalı bölmeye koyduğu Devlet'in ikinci cildini buldu ve karıştırmaya başladı. Az sonra aradığını bulmuştu. Devlet'in, 8 Şubat 1 971 tarihini taşıyan 97. sayısında yayınlanan bu yazıya hızla göz attı, acı tebessümlerle bazı paragrafların altını çizdi:

". . . Irak ve bilhassa Kerkük-Musul bölgesi üzerinde bü­ yük devletlerce oynanan oyuna şöyle bir göz atıp Kerkük Türkleri meselesini bugünlerde (1 9 70'/er) tekrar aleviendiren gelişmelere geçebiliriz. Bilindiği gibi, Irak'ın kuzeyindeki dağlık bölgede isyan ederek, uzun mücadelelerden sonra istiklale yakın fiili hak­ lara sahip olan Barzanf kuvvetleri, Ortadoğu 'da çıkarları olan büyük devletlerin de desteği ile, hukukf ve siyasf bakım­ dan adeta bağımsız hale gelmek üzeredir. Irak Devleti yetki­ lileri, bunun her ne kadar sadece idarf bir muhtariyet oldu­ ğunu sık sık belirtiyor/arsa da, herkesçe malumdur ki; Orta­ doğu'da yeni bir Kürt Devleti doğmuştur. Artık yapılacak çe­ kişmeler, sadece hudutları tayin bakımından olactıktzr. Nite­ kim geçenlerde, Irak'ın Türklerle meskun bölgelerinde yapıl­ maya kalkışılan (ve) bir nevi plebisit niteliği taşıyan sayım, bu hudut çekişmesinin en taze misalidir. Ve tabii, her zaman olduğu gibi, dış Türkler'in müşterek kader çizgisinin zerrece dışına çıkmaksızın burada da pazarlık, başkalarz (Araplarla Barzanf) arasında; fakat bizim menfaatlerimiz üzerinde ce­ reyan etmektedir. 271


Telafer'den Mendeli'ye kadar bir şerit şeklinde uzanan ve Musul, Erbil, Kerkük, Tuzhurmatı, Kifri, Hanekin gibi önemli Türk merkezlerini üzerinde bulunduran bu bölge, Kürt ve Arap nüfuz sahaları arasında bir tampon vazifesi görmektedir. Iki taraf için de son derece stratejik öneme sa­ hiptir. Ayrıca, zengin petrol yataklarının da bu bölgede ol­ ması işin cazibesini arttırmakta, petrolde çıkarı olan büyük devletlerin müdahalesini davet etmektedir.

Işte, Irak'ın kuzeyinde yeni bir Kürt Devleti'nin kurul­ ması ve bilhassa bu kuruluşun, Irak Devleti'ni mümkün ol­ duğu kadar yıpratacak mücadele safhalarından geçmesi ve nihayet, sınırların ileride daima problem olmaya namzet bir şekilde tespit edilmesi, bugünkü Ingiliz politikasının temel ilkeleridir: Bazı Arap ve Türk köyleri Kürt bölgesinde, buna mukabil bazı Kürt köyleri de Arap bölgesinde bırakılmalıdır ki, bu karışıklık ve azgınlıklar problemi her üç tarafı da uzun yıllar meşgul edebilsin, sulh hiçbir zaman avdet etmesin . . . "

Yazı daha uzayıp gidiyordu. Cemal Bey başını kaldırdı, cildi kapatırken, "- Şu işe bak, dedi. Bu yazı günümüzden tam 3 6 yıl önce yayınlanmış ve bir bakıma bugünü anlatıyor. 1 970 yı­ lında Saddam Hüseyin, Kürtlere muhtariyet vermişti ve söz konusu yazıda, buna bağlı olarak gelecekte neler olabi­ leceği işleniyordu. Gerçi Saddam daha sonra Kürtlere ver­ diği bu hakları kaldırmıştı ama; yaiıda belirtildiği gibi, " Or­ tadoğu 'da çıkarları olan büyük devletlerin de desteği ile" şimdi -resmen ilan edilmese bile- sözde Kürt D evleti'nin sınırlan çizildi, parası basıldı, bayrağı dalgalanıyor. Çizilen haritalara göre Türkiye'ınizin neredeyse doğu ve güneydo ­ ğ u bölgeleri elden çıkıyor. Türk milliyetçilerinin 36 yıl, kırk yıl, belki de elli yıl önce fark edip haber verdiklerini devle272


ti yönetenler görüp ona göre politika üretemediler. " Dış

Türkler" diye bir meseleleri zaten olmadı; biliyorum da, ya şu NATO toplantılannda AmerikaWann çıkardı.klan, Yuna­

nistan'daki bir uluslararası toplantıda sergilenen, Barza­

ni'nin, Talabani'nin karargahlarında asılı duran haritalar için neden bir çift söz söylemiyorlar? Bugün " şaka" gibi gö­ rülenler yarın çocuklarımızın, torunlarımızın karşısına bi­

rer gerçek olarak çıkarsa ne olacak? "Benden sonra tufan" nu diyeceğiz?

Bütün bunlar, ABD Başkanı Bush oğlu Bush'un "Bü­

yük Ortadoğu Projesi"ni ilan ederken "Tanrı beni bir ilahi

misyonla görevlendirdi. Bu bir Haçlı Seferi'dir. Ya benimle­

siniz ya da karşımda!. . " diyerek dünyaya meydan okumasın­

dan sonra hız kazandı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin

Başbakanı da Bush'un çıktığı bu "Haçlı Seferi"nde BOP'un "Eş Başkanı" ilan edild_i. Hay Allah müstahakkınızı. . . "

Sözlerinin sonunu getirmedi, sustU. Sessizlik olunca,

dışandan sabah ezanı sesinin geldiğini duyup dikkat kesildi.

Perdeyi araladı, caını açıp derin bir nefes aldı. Sanki ezanı dinlemiyar da içine çekiyordu:

·

"Hayyaalessalalı, hayyaalesssalah

Hayyaalelfelah, hayyaalelfelah Essalatü hayrumminennevm, Essalatü hayrumminennevin

Allahuekber, Allahuekber Lailahe illallah!"

Ezan bitince pencereyi ve perdeyi kapadı. Huzurlu bir

hali vardı. Çalışmanın daha başlannda iken Mehmet'in ken­

disine sorduğu sorulan hatırlaınışn birden. Oğlunun, Meral Hanım'la birlikte kapı aralığından tebessürnlü yüz ifadele­

riyle kendisini seyrettiğinden habersiz, bilgisayann başına

geçerek o sonılan peş peşe sıraladı:

"- Babacığırn, Kerkük nerede?" 273


"- Babacığım, Kerkük ne?'' "- Baba, Kerkük kimin?" "- Baba, gücümüzün farkında olsaydık ne yapardık?" Mehmet'in o saf, çocuksu hallerini gö�lerinin önüne getirip gülümsedi. . . Derken, çektiği bunca çileye rağmen hala ayakta olan ve davası için yılınadan çalışmaya devam eden Sadun'u ha­ tırladı. Önce, şimdiki haliyle ve SO yaşın olgunluğuyla gözle­ rinde canlanan Sadun zaman tünelinde geriye doğru yolcu­ luk yapıyordu artık: Türkiye'ye girişi, Ebu Garip'ten tahliye oluşu, lmam-ı Azam Eb O. Hanife (Azamiye) Camii'nde kıldı­ ğı şükür namazı ve duası, Ebu Garip günleri, gizli gizli oku­ duğu kitaplar, radyo dinlemeleri, tutukluluk aylannda gör­ düğü işkenceler .. kareler halinde geldi, geçti. . . Derken, 1967 yılında henüz l O yaşında iken Sadun'un arkadaşlanyla birlikte Kerkük'te Başbakan Süleyman Demi­ rel'in önünde okuduğu türküleri hatırlayıp duygulandı: "Kerkük'ün bu sarayı Ağam Süleyman, Acep noksandı neyi Gözüm Süleyman Asılınıştı bayrağı Omrüm Süleyman, Ham be yıldızı, ayı Paşam Süleyman? Ağam Süleyman, Paşam Süleyman, Men sana hayran . . . 274

"


İçinden geçenler belli idi: "Kerküklüler ta o zamanlar bayrağı çekmişlerdi ve Türkiye'den gelecek ay-yıldızı bekli­ yorlardı, gelmedi. Onlar bize hayrandılar ama biz onlara kurban olamadık. Yazık, çok yazık!. . " Cemal Bey tam bu düşünceler içindeyken Kerküklü şairlerden Reşit Hastancı'nın bir hoyratı geldi aklına: "Suçludur; Bizden ırak suçlu dur! Kerkük gitse tarihe Yaz, Ankara suçludur." Dudaklarını ısırıp başını saHarken bu defa şair Ali Ya­ şar'ın Irak Türkleri'nin feryatlarını ve Türkiye'ye çağrılarını dile getiren "Irak Çok mu Irak?" isimli uzunca şiirinin son mısralarını seslendirdi: "Di gah gel. . . D i gel ölem di gel . . . Adına gurban olam di gel. . . Alnına kanım çalarn di gel. . . Bayrağım göğün mavi gülü, ay yıldızım sen . . . Yurdum Türkmen eli, can özüm sen . . . So yum so pum Türkağiu, yüzüm sürdüğüm izim sen . . . Oy men ölmüşem gavim gardaş, nerdesen?. . " Aklına gelen şiirlerin, feryatlann, söylenişlerin ardı ar­ kası kesilecek gibi değildi. Türk Milleti'ne güveniyordu da; baştakilere güveni sarsılmıştı bir kere. Onun içindir ki, gelip geçen bütün yöneticilere sitemlerini gönderdi: "- Ha Arap Hasan ha Kara Hasan misali ha Süleyman ha Recep; ha Gül ha Lale, Kerkük elden gidiyor; ne çare?" Bu söylenişin ardından yeniden düşüncelere dalıp es­ nek bilgisayar kahuğunda bir öne bir arkaya gidip gelirken ağzından şu kelimeler döküldü: 275


" - Tıpkı Sadun'un dediği gibi; Kerkük gönlümde aşk, yüreğimde sızıdır!" Ayaklanyla yere basıp koltuğu frenledi, kalkarken ta yürekten gelen sesiyle haykırdı: " - Kerkük, aah Kerkük! " Sonra yürüdü, yeniden perdeyi aralayıp pencereyi aç­ tı

ve -belki muhataplannı uyandınr düşüncesiyle- ortaya bir

soru atıverdi: "- S ahi; Kerkük sizin için ne ifade ediyor? ..

"

Bağlum /Ankara, 8 Ekim 2007

276


Eser ve TĂźrk KerkĂźk'le ilgili Resimler, Belgeler . . .



Dahuk'ta Osmanlı Köprüsü ve Sadun Köprülü (Üstte)

Sadun, Türk Dünyası Ar.Vakfi Başkanı Prof. Dr. Turan Yaz­

gan'la birlikte. 279


I N T E R NATIONAL O R G A N ! ZA T I O N F Q : , � l l [ D E F E N C E O F I ' 'J M /\ N R I G •-n s

Uluslararası Al ÖrgUIUne

BM Insan Hakları l(omisyonluguna ( Cenevre )

- Ortadoğu insan H akl arını Denelleyen ÖrqUic ( Washington )

- llM HCR ( Ankara )

- DUnyadaki tünı inaan ha k larıyla ilgilenen örgutlcrc

Konu _, Teyit Fotoğralı yu lo:arı d a yapıştırılan Sad u rı Osman Köprlılü 1957 Kerkük _ d�ğ �mlu Ilahiyat Fakültesi mezunudur. Irak'ta Milli ve Siyası : goruşl cr 1 nden do ayı bulundu(� u hepisanede çe, i tl i psikolojik ve fiz iki

l

••nceleı'e maruz kalmışlır. 29.0 1 . 't981 tarihinden b u ya na ITak çaüvenlik guçleri tarafından tutuklanarak KerkUk .ve BaQdal qüve rllik dai�elerind­ is lilıbarat ve glivenlik güçlerınce lr ısan haklarına aykın çeşllli

Işken cel e re maruz k almıştı r. sonra insan haklarına karşı olan ihl4111criyle

tanımın bizzat cani ( Berzan Tikriti ) tarafından kendisine soru�lurma yapıln1ışh. SadurtOsman h.irll bu işkencelerden sonra ad alet dışı bir şekilde yargılanarak müabb�l ceLasına çaı plınlnuştı. 1998 yılına kadar hapi sanede

kalmasaıla

ra�ımcn Irak

rejiminın

ç ı k a rttığı

bir

kararlanndan yok su n kalan Sadun Osman en sonunda B

M

di7i

AF

ve insa ıl baskısı i.Jzeıine 1996 y l ı nda serbesi kalmıştır. 197 2 yılında da ay nı t<orkük Gi,venlik MiidlırlüQü tarafından ispatlanmamış suçlardan dol.ıyı ı ut � �k Ç aodiST'lhij3"il1llelere ın;ı�ruz kalan söz J".j . ' �'y ı .ı �t,. ... ı_.ıı.t�ıı

Hakları Örqiihinün

ı

ı

1'

"J

�: :::::� ..

..

ı ı -.ı

•H. • u . 'OJ

· ·�

. ... , •. � ..

l

i

ı

.... , . � . • • • 1 u \ tı .ı . . .. . ..ı. · .. .

konusu ki:einln T� ugrund• muc•d•l• vordiOI Için w• r.-Mioainin Türlliye"dekl MiNy.tçı H.,..k el P•rtisine b•OI• oldıJ(Iurwlan doi•VJ ,. h...u.b Ir� rwjlıni loilriii•Kian t•lııip edilen Köprülünün hayldı tll'hlikeda olduQunu gOz Onüne «�•rak bütün i,lortnl kolarl•tlıracak hor türlü yaninnda bulunmıoını" M'7 ederln1. Bunu d� •öyl•m.k I•Uyonu: ki Sadun ()Anan KöprüU.i'd.n lru.. rojlnlino •lt tı.pl••nulorde •i.lrdürUien lılSGı\ Haklan ihlall•rini açıkl�an hlr ı.nıı. ohııruk rararlanabtlk'tlhll•. SavAılarırnı.da

Ulusı•rtaraeı Insan Hllklan Orgotı.i Erli il

280


I RAK TÜUMEN CiııtfEii l llJAid<li TEMSiıC� RENESENYA.TIGN eF ...... f �� r�ONT IN lt...m: � v

Si\ Y I : 04.01 . 20 Cı - 0 ) KO� l j : ikanıcı Hk.

MART 2005

Ol

iLGiLi

MAKAM"A

Irak uyruklu Türk asıllı 1957 Kerkük doğu ml u SADOUN OSMAN KHORSI ll D Kerkük'le Türkmen mücadelesinde on al t ı yıl hapis yaıııkdan sonra 1 995 yıl ı nda serbesi bırakılarak A.B.D.'ye iltica cımck zorunda kalmışıır. Ancak Milli davaya yakından hizıncı etme hissi içerisinde çağnmı:ı üzerine Türkiye'ye dönerek Temsilciliğimizde Enrormasyon ve 1 !alkla İlişkiler Sorumluluğunu üsılenmiştir. Şahsın aşağıda adı geçen <'Şi ve çocuklannın i kamet sürelerine bakılmaksızın harçsız u7.a lılması hususunda;

Geretini

�il cilerinize arL coılerim.

� . V.l.ıA&İI:I .M!L_ soYAI>I ı- NANA M. SULEYMAN(F�;I KEIUC:UK . ı910 2- ASAN SADOUN KilOKSH ID (IC.ı"')

)- ASHAN SAOOUN J<.HORSHID (K.ıza) 4- sı:ViN�N SADOUN KHORSIIID (Kı")

ABD ABD

T.C

Saygıl,a nmla,

- 200()" • 200)

ABU GAAIB HAPiSHANESi iLE iLGiLi

BELGE

/,/ / le ,1

- ım

1

Ahmet

, ._ , ,

\��� -:-�:.....(;:ıııo..:.!•;,�-·- -

\..1_\...:· . • \: -:-;_...,.

-... 1 ..ı ��·""

, -,-_.1 ,....

1 (

1

..

MURA TU

I · " , L·.J . · ' ·' '

_.:.. , ;

\":._; ,

ı·--. ' r ....J

-��

:_-·

- -'

_.. ,.

1

.;L.

,··

(.�_

'

-' �

.1

.• ı\

.•.,,; ' • .-. ı

. \�" ,

• ;...

., /

. ,- ' / ' '

.

Temsilci

1•1 ,. - -·

1

, ,

_;..;:"·/" . /i,.- � /

t- :·11 _..,._ı :· , L .,

281


·Ag�u n �üky m:ın Pa;iaın S üleyma n . . .

) ••-.. ..... ��· �-"' ·-4 � · , .......... --.-. :ı-�=-'� ..,.. .,._,... -,:.. .... �.-.. ;,. ��!;;.. �7:�-;:�-:: -. l 9 S7��..; :r.��:::!?�·�� E:? Jl!!:.......�.. ;-:.:.: :..��&, '*'· ... '": � � : t: .� r;J� 1 � �· � .·:· t·_. _;::· h_c:;' :�.ı:-'i"".t ����;.:. ; • ıolı •.ı. • .ı•. ""'-· ... .... ;...._ ,.. u..- � �-· .. ..... . lo •.i ffl>ıl- .._ , u- ""'1 4!�� -ut•� .. � •Ir d,- _,_ ....,.,� � --� ; . ....- .'\. -c ıu "'• .:.;·:-:. �� : .:"--� ı.!.': ::r:=���-..,;;,";"; �:;:.. �...-k·� ol' · -Jo. ·"ii ... .. � ıuıı....- .wr . ,.,..._, . r�--�/, ';'..� ���;'O ;.�· ... .. ı-ı-� """

'

'

...

.. .,....

.,

.. ... .... ...... ... ..

.. .. .. .. ... .. ...

....

..

..

-:�t�c;;���r� :�;���!��

... ..... u... ....... . .. . ,... �:ı.o.rı. .o. J.J >. ,...._:. ,,

--·- lloıılt;ılıoW >ıoı.-­ . ı.ı.......ı, w t.....-:. .

.... . .. . ..

:'::�.�-;�'= ��:t

���- �:�:�.:7.::.� ./ıt->•• • f'""''� V

· �=�/?�� .. � �: in"r�;� i::"- �� "'""!'�p ��::� ::��-�.�:7: �� -�ii�:;:.y2 .. ,...:: ..o.ı.._... �

..

... � · · · -· -

...

� .. .....__ ....., <Q• � ·.ı ı..- -..

.... �....·.,. ı --.....r·

� T,. \ , ,_. , · "''- '� --.,,

-

-

') .... , ..... .. ,.. •• •i ,., ..... ..ı. tt·.r-•·ı .... , ''"'"'/

� ;�,�;.;ri��ft�Jf2 :�.�·�:�i:·�� �f��:';!..: �: ı,7'�':"..:�.7;'t�ı

ı.

--�

• ... .... � ·"« ... ..�

..

.

. ..... ..� � � ... ..... ,1 ... .. �-··ı �.... .� .. .....

� ..

·· ...... . --.--� "''"'' ....--- ·-· ....... h·� ..... �d. ...... "\tntllll -•oıı<-""" _ ...._.. j� ·- ..--t.. --�·-ı.. ........ ;t"........... ... -.a:·-ı ,.,;. - --�"- -' ..... ..oı_, ...

-.. '1:r:::.!ı:..":�� itt. ...,;:, ,M ...-ı..... .- . ... ....._

=-=-�·ı.: ... ... ':/hı• , -� .... " . ·� .... .... '"

.... ., ""'';.

�-��€7.�-�:ih:�......

Z

� ......�..""'"" �b.-

·1 nl

.........

.....

...

·

.

.

.

f'.c i�-':'::.:;_:•.!"'!";..J• � " a...:.a. ·>_,. ,..,., ""

SH•

.. 1\ır • � F<'�

- ----

f

l tıri..mcıı Jtdcıit;ri ıı.1Sıl itl.:.tnı t'\tikU!

Y z.... � � � �· .

.... . . .

'· ..... .

t�ra�.:���-'�

-. � ·ı.-.,_ � .. ı..

;";'�"'·7.... -=!':".:,.� J.-· �-r ;rı.. .ftı\

· -�::-�.r:r: .� t::ı.:: .ıı � - � o.--..t .· - ; .� ::.:- ı:�"::.�. . �;-:.· r::·: ,._ �•.ı ..

... ..

. .. ... . ..........

. . ..

�- ..... to< ............_, . ,.,. ; ·ı . ...., _ ..,... � .... ••• u .

� !.-��� �: �r.. .. -.• "f'..,""r �ı...; � ..

._._ � 1·....,_,. w• ...._ ...._. ._, ..._ .... .,.,.,. .. ..,r _. ._ _•. -- .. .-.,..... ·4.• ·r• •• . .,., ...,

Avrup.ı'nın �<�tll otı,.ıenndekl TUrl<men demeldennin OT'.al< gayesi cl.lva!arını dOnyaya ıiuyumıal<. Bunu yaparke<ı, TOrl<lye'nin ıaıııtımırıa da eUeriııdeıı gcldiSinc.e katkıda bulunmayı Ihmal ermiyortar -=·�,��-·. ii)'lftuıptı çii•-;J .,t!�-'!!�;..;. A;.� ,=1 :1 .,,,:ı�•..-.flrl't��-:� ���1� ..ı.::.., :;:-;;7��J7.�� � ��lı ·�"'·-�� .W !r. :.-•�4, ,, , ,,( 1_.. ı.ı. \�.TC ::"'....�t" :· ;:::;:.r;. ıC:� ';;l ''J )����;.�"'!!""" � ��-'"'-'' J/w.-{.r �':,!! r�� J;�.ft!::..,� '-::·�;;_;;:�r.�, :,.._ı,�� r.�=..::::�r � d �\ ,..;�J�:���tu ,;./::;;;;�:�;:�:?:.:.:

:'·-t;:�:f•.:\�4 \,n� ....

..

...

...ı fl'! uır "l-r '>liıl:�'ft.�1rw:.W...n....,_.·�

c.:nı tMlren ıl·a rıMfw.

..!···L. S·,�.��f.:,�-�··•.r· oJ � -�;��::.ı-•u ��l:tt� . -·��f��� . . . :. �...... , ... ..

..r••t"rı

"...

�;��Jı� ��';'."���:�.... J�;��, ... �·�:te

.

.

.

B:���;a�:. �M I�Joı-col'4't.jo •

-· ·

ı,!

:-�-.'!�!.. �� . ,,,..._ı::ı. t,ıı· .....t._o:.. . . ....... ...

... ;'*:ıl"ı':�"' ı.

•1 •--tl..u •. l ·.•.-fl ·�- 1

\..t

C\J co C\J


283


284



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.