Remzi Oğuz Arık - Türk İnkilabı ve Milliyetçiliğimiz

Page 1


ooGUMUNUN

ıoo.

YILINDA ATATÜRK YAYINLARI:

34

TÜRK İNKILABI VE MİLLIYETÇİLİGİMİZ

Prof.

REMZİ oGUZ ARIK

KÜLTÜR BAKANLIGI

-

Ankara

-

1981


KÜLTÜR BAKANLIGI YAYINLARI

ERoGLU MATPAACILIK SANAYİİ A N K A R A -1 9 8 1

:

426


Kültür Bakanlığı, buyuk Atatürk'ümüzün doğumunun 1 OO'ncü yıldönümü münase­ betiyle ülkemizde yayınlanmış, ve bir ev­ velki nesiller tarafından sevgi ve merak ile okunarak tüketilmiş olan çok değerli eserler yanında, yayın hayatımıza ilk de­ fa katılan eserleri Türk milletiyle onun yetişen evlatlarına sunmak istemektedir. Elinizde tuttuğunuz bu kitap onlardan biridir. Değerli bir yazarımızın anlattıgı gibi Atatürk kendisine yaklaşıldıkça gözlerde büyüyen bir zirve gibidir. Bu kitap ve bu seride çıkan kitaplar o zirveye yak­ laşmak isteyenlere birer basamak olacak ve okuyucu, Türk Vatanını kurtarmış olan bu büyük insana bu basamakları çıkarak hayranlık ve sevgiyle kavuşmanın mutlu­ luğunu duyacaktır

Cihad BABAN Kültür Bakanı



TÜRK İNKILABI VE GEÇMİŞ İDEOLOJİLERİMİZ

İnk ttap diye,

birtakım yeni, alışılmamış kıymetleri

millet hayatına maletmek teşebbüslerine diyoruz. Bu an­ layışla ele aldığımız «Türk İnkılabunı incelemek ister�

sek, onu millet hayatımızdan ayırmamak zorundayız. Bir milletin kaderini, tarihin seyri içinde· şu veya bu yöne çevirmek kudretinde olan

insan�ann

böyle

yeni,

alışıl­

mamış kıymetleri maletmek istedikleri hayat bir mille­ tin hayatıdır. Bu yeni ve alışılmamış kıymetlerin, bu mil1etin dünya görünüşündeki yerini, o milletin hayat ide­ olojisine yaptığı tesiri ölçebilmek için, milletin bizzat bu yeni kıymetlerden önceki dünya görüşünün, hayatı pa­ hasına

benimsediği

ideolojinin

bilinmesine,

mümkünse

merhalelerinin incelenmesine şiddetle ihtiyaç vardır. Bu itibarladır ki Türk millerinin geçmişteki dünya görüşlerine, ideal veya ideolojilerine göz gezdirmek gere� kiyor.

O

halde, ilkin bu ideolojilerin ne olduğunu, ne gi bi

merhalelerden geçtiğini belirteceğim.

Sonra bizzat inkı­

lap dediğimiz kıymetlere geçeceğim. Hayatın insanlara yüklettiği

imtihanların sonu gel­

miyor. Hele yaşadığınız devirde, milletler de sonu gelmez imtihanlar geçiriyorlar.

(�)

28 Nisan 1951 tarihli birinci radyo konuşması.

5


Bu imtihanların - ki bunlara savaşlar da diyoruz konusu geçen devirlerde başkaydı. Devrimizde bu konu­ yu ideolojiler meydana getiriyor. Bizzat iktisat ve men­ faat, bu ideolojilerin emrinde akan kaynaklar vazifesini görmekte... İkinci Cihan Harbi denen cehennemi ateşli� yen, ideolojilerdi. Ve o savaş, tam bir ideolojiler sava­ şı oldu.

Bundan tiksinmek neye yarar? Realite budur İşte! Yalnız, gördük ki, bu çarpışmalarda milletlerin tekniği kadar ideolojileri de büyük bir zafer veya yenilme fak­ törüdür. Türkiye dediğimiz içtimai varlığın ne için yaşadığını. gerekirse ne için ölüme atılabileceğini soranlar, en sonun­ da, görüyor ve biliyor ki; bu sorgunun cevabı: «Milliyetıı tir. Hürriyet, adalet ve bunlara dayanan demokrasi, hep millet ve milliyet davasına bağlanan değerlerdir. Fakat dün?... Geçmişteki Türkiye'nin ideolojisi ne idi? Devletler kurarak yaşıyan Türklüğün 2600 yıldır, müslüman devletlerinin de 900 yıldır varolduğu kabul edilmektedir. Bu 2600 yıllık devrede Türklük için çalışan lar, onun yükselmesine emek ve ömür verenler olmuş, fa­ kat bunlar milliyetlerini duymamış, milliyetçi olmamış, Türk milliyetçiliğini uyandırmamışlardır. Japon deniziyle Endülüs tarihlerinden elimizde kalan; şu Türkiye'dir, der­ sek mübalağa olmaz. Bugünkü Türkiye'de de Türk mil­ liyetçiliğinin şimdiki anlamda belirmesi bir ideal olma­ sı, bir ideal kuvvetiyle Türklüğe dayanak olması çok ye­ nidir. Fakat, dediğim gibi, Türklük en az 900 yıldır toplu·-· luğu belli· adı belli bir kütledir.

O halde, şimdi bir kolay iş, bir vakıa olan milliyetçi­ liğimizin dayanağı olan bu Türk kütlesi bu kadar zaman 6


ayakta kalmak için hangi ideale sahiptir? Yani, milliyet­ çiliğe dayanmadan önce iç dünyamız neye dayanıyor? Ne türlü düşünsem görüyorum ki, bir idealin başı ıs­ tıraba dayanıyor. Bir kütlenin kaderi önünde durup düşün­ miycn, acı duymıyan insanın ideali anlamasına da, ona kavuşmasına da

imkin

görmüyorum. Amma ıstıraptan

idealin doğması, ıstırabın şuuruna varmakla mümkündür. Istırabını ferdinin destanı haline koyan insan belki sanat­ :drrdır, ama idealist değildir. Çektiğinden habersiz bir küt­ le de idealsizdir. Bizim kütlemizin şu 900 yıllık geçmişinde şuuruna vardığı bir mukaddes ıstırabı var mıdır? Tarihimizin şahitliğine bakarak anlıyoruz ki, bilhas­ sa

1070 den beri Önasya'nın kaderini ellerinde tutan

Türklerin, o zamanki mukaddes endişesi, ıstırabı din ol­ muştur. Bir Tuğrul Bey, hapishaneden çıkardığı halifenin atını din adına yedmişti. Anadolu'yu çiğnemek isteyen « Haçlılarıı'a,

Moğollara göğüs geren Türkler, bu müthiş

fedakarlığı, müslüman oldukları için, müslüman kalmak için yapmışlardı. Bugünkü vatanımızın üstünde kurulan Türk devleti­ nin ikinci bir ideali daha olmuştur : Osmanlılık. Bu devleti bir imparatorluk haline yükselten son ce­ hitler, Osmanoğullarından gelmiş ve Osmanlılık şu 600 yılın ayrılmaz damgası olmuştur. Ama Osmanlılığın bir siyasi hareketin şuurlu ba5ı olması, bir ideoloji haline yükselmesi cTanzimah'la başlatılabilir. Osmanlılık idealinin şuuruna varılmasının ve Tanzi­ mat denen hareketin sebepleri vardır: Dünya iktisadının mihverini değiştirmesi yüzünden bizde refah kaynaklan tıkanır, eski ticaret yollarının üstündeki mamurelerimiz

7


ören haline girerken; batı dünyasında başka bir insanlık yükseliyordu.

Rönesans'm yıktığı

değerler ile perişan

olan katolik filemi, parça parça olmaktan çıkmış;,, vatandaş terbiyesi alan, vatandaş şahsiyeti ve benliği olan in­ sanların müstakil vatanları haline doğru gelişmeye başlamıştı.

Türlü sebeplerle

Avrupa dışına akan

bu batı

insanlığı, kendi üstünlüğüne inanmak için birkaç zafer bekliyordu, denebilir. Bizim son

200

yılımız Avrupa'ya,

bu beklediği zaferi veren bir düşkünlük devridir. Avrupa, dörtyüz yıldır her alanda savaş halindeydi. Oradaki küt­ leler

kfilı birbiriyle

çarpışıyor,

yahut birbiriyle

bir­

leşerek bizimle savaşıyor, Asya'ya, Afrika'ya, Amerika'­ ya saldırıyordu. Bu çarpışmalar

onlau bilemiş, uyandır­

m.L5, her şeyi başarma emniyetini, hırsını vermişti. Dün-

yayı alsalar doymayacak bir hırsla koşan bu Avrupa ale­ minin dörtyol ağzında ilk karşılaştığı biz olmuştuk. Bizi yendikçe hakkımızdaki imrenmesi istila hırsına çevrilen bu Avrupa dünyası, birtakım samimi idealistlere sahipti. Bu samimi idealistler, aynı zamanda eski Yunan­ Roma kültürüne aşık hümanistlerdi. Ve bu sıfat· bütün Yunan- Roma dünyasının topraklarını elinde bulunduran Osmanlı Devletine düşman olmalarına, hasetle bakmaları­ na başka bir sebep oluyordu. Bu Avrupada herkes idealist ve hümanist değildir. Amerika'yı zaptedenler, Avrupa'nın ıdealistleri olmadığı gibi; Osmanlı İmparatorluğuna da düşmanlık yalnız fikir, din işi olmamıştır. İmparatorluğumuzu refah ve hırsları­ nın önünde bir set gibi bulan bu obur insanlık bizi de yemek istemiştir. Tarih gösteriyor

ki,

doğuya akanlar, bu

yolda binbir konbinezona, tecavüze baş vurmaktan üzüntü duymamışlardır.

8


Osmanlı devletinin içindeki azınlıklar davasını, böyle� fikri, dini sebepler kadar siyasi ve iktisadi bir oburlu­ ğun iştihasına bağlamak tamamiyle doğrudur.

ce,

Bu dış atem tarafından, bizi içimizden vurmak ıçın kullanılan azınlıklar meselesini çözebilmek için, Osmanlı Devletinin inanarak ele aldığı Tanzima!; bize, yam impa­ ratorluğu kuran, ayakta tutan kütleye yeni bir dünya gö­ rüşü aşılamak i�temiştir. Ama, bu dünya görüşü sayesin­ de, sadece müslüman olmıyan azınlık.lar, siyasi vakıalar halinde aramızda büyümüşlerdir. Büyüdükçe de bir İs� tam devleti olan İmparatorluğumuza, Avrupa'daki karışık imparatorlukların çehresini· daha doğrusu mesuliyctini, derdini yükletmişlerdir. Tanzimat, bizim bu mesuliyeti resmen benimsediğimizin ilamdır. ·

İsHim bcynclmilelciliğinin varolduğu bir zamanda Önasya'ya inen Türkler nasıl rnüslümanlığa hiyanet etme­ miş, kendilerini o yolda feda etmişlerse; Osmanlılık ide­ olojisinin kurucusu olarak da ona büyük bir vefa ile sarıl­ mışlardır. Müslüman olmıyan azınlıkların, Osmanlı Dev­ letinin düşmanı olan ateme dayanarak, İmparatorluğu parçalama, ondan ayrılma hareketlerine karşı gelmek zo­ runda olan Türkler; Osmanlılık ideali için büyük fedakar­ lıklar yapmışlardır. Bugün bize garip gelen bu fedakarlıkları o devrin Türkleri inanarak yapblar. Yoluna, bütün bir Türk tari­ hini yarattığımız imparatorluğu eliyle yıkacak bir Türk'ü o zaman aramak, Kanuni devrinde Türklük için Balkan­ lardan vazgeçmeyi istemekten de beter bir şey olurdu. imparatorluklarda adet olduğu üzere, bir sömürge halkı gibi görülmesi gereken azınlıkları, kurulmuş bir dev­ letin sahipleri arasında göstermek XIX uncu yüzyılın ro­ mantik, başıboş faktörlerine karşı, birçok zorluklar per9


delcdiği için, devlet adamlarına aynca cazip gelmiştir, de­ nebilir. •Osmanlılık» ideolojisinin, Birinci Cihan Harbi'ne kadar - hatta •Yeni OsmanWan diye, zaman zaman tazelenerek - sürüp geldiğini görüyoruz. Akruraoğlu'nun broşür halinde basılan cÜç tarz-ı siyasetB adı yazılarında esaslı noktalarına isaret ve itiraz edilen Osmanlılık ideolojisine; 1 908 Meşrutiyeti ilan edildiği sırada· büyük bir aydınlar kütlemizin nasıl sımsıkı sarıldığını hatırlıyoruz. Bu ideolojiyi bizzat kendi milletinden olanların canına kıyacak bir şiddetle benimsediklerini gördüğümüz bu Türk aydınları, Osmanlılık uğrunda fedakarlık yapanların sembolüdürler. .

'

Fakat 1 9 1 2 deki Balkan Harbi, Osmanlılık ideali­ ilk kesin darbeyi vuran korkunç bir imtihan oldu. Son iki yüz yılda, Türklük aleyhine gelişen; yerli, fakat Türk olmıyanların, ecnebi kuvvetlerle açıktan açığa clcle ver­ meleri demek olan Balkan Harbi, denebilir ki, bizim gö­ zümüzü açmak için deprem vazifesini gördü. Gökalp'in o sırada çıkan bir manzumesinde: . . .

ne

Durma düşman durma, gücünü artır, Türklüğün başına hareket yağdır. Uyuyan. bir kavme bu zillet azdır. Vur eski kölesi, utandır onu. Bırakma uyusun, uyandır onu! diye sızlanması; bu deprem.in bir yankısıdır. Bu deprem, imparatorluğun ideali olan Osmanlılığın da çürüklüğünü göstermiştir. O zaman; şu dünyada müs­ takil devlet ve cemiyet olarak tutunduğumuz son daya­ nağı da yitirmiş, hayret ve dehşet içinde kalmıştık. İşte bu hayret ve dehşet içinde kaldığımız andadır ki, Türkçülük ideali siyasi bir kuvvet haline yükselmeye baş10


lıyor. Onun bir kuvvet olarak belirdiği bu anda İslamcılık idealinin de yenileştirilerek bize sunulduğunu görmekte­ yiz. Balkan savaşının bir haçlılar seferine pek benziyen karakteri, dünya

müslümanlığının gözünden kaçmamış­

tır. Müslümanlığı, yeni bir ideal cazibesine kavuşturmak istiycnler, Türk soyundan olan kütlelerin arasında büyük alakayla karşılanıyordu. Bütün bu müslüman dünyasının

başında bulunan

devletlerin Hıristiyan oluşu; müslümanlığı bir siyasi hare­ ket olarak benimseyenlere• benimsememek isteyenlere hak verdiriyordu. Bizde ve dünyada bu harketi birleştirmek istiyen bütün idealistler, halifenin bulunduğu yere dönü­ yorlar; tek müstakil Türk - İslam devleti olan bizimle ruh­ larını birleştirmek istiyorlardı. Halbuki; Balkan Harbi'ndeki yaman yenilgi; bizim aramızdaki müslüman, fakat Türk olmıyan kütlelerde de ayrı güç olmak, müstakil olmak hevesini, hırsını körük­ lemişti. Birinci Cihan Harbinde bu Türk düşmanlığının en son noktasına vardığını, kardeş dediğimiz kütlelerin de bi­ zi bu yaman dünya imtihanında arkadarı vurduklarını g� rüyoruz. Bütün bu hadiseler, müslümanlık idealini sunanları takviye

etmekten uzaktı.

Sonra

İslamcılık

realitelere,

ınüslümanlığın bütün Türk - İslam dünyasını birleştirerek bağ olmasını istiycnlcrin hallerine de uymuyordu. Gerçek­ ten de, bu Müslüman dünyasında bulunanlar, siyasi ve iktisat bakımından csirdirler. Zaten bir kısmı da bizim imparatorluğumuzdan ayrılmayı ideal edinmiştiler. Bu itibarla, müslümanlığı siyasi ideal payesine yük­ seltmek isteyenler muvaffak

olamadılar. Ve realitelerin

zoru ile yerlerini •Türkçülerıı'e bıraktılar. 11


RUHUMUZDAKİ GURBETfEN MİLLİYETÇİLİGİMİZİN DoGUŞU

Milliyetçiliğim.izin siyasi bir şuurla doğması işte bu devreye, -yani Balkan Harbi sıralarına - rastlar, müs­ lüman ve hıristiyan olsun,

Türk

olmıyan bütün vatandaş�

lar, bütün kütleler tarafından arkadan vurulan ve bırakı­ lan Türkler; yani bu vatanı kuranlar ve ayak_ta tutanlar, işte bu devrededir ki, yapayalnız kaldıklarını farkettiler. Tutunacak bir manevi destek aradıkları vakit· bizzat ken­ dilerinin varlığından başka bir kuvvetin kalmadığını anladılar. Bir Ali Canib'in •Kaval» manzumesi bu devirde, Türk ruhlarını hangi gurbetin doldurduğunu göstermeye yeter. Ruhumuzdaki bu gurbet, bütün Türk illerinin başına gelen fel5.ketin bizim de başımıza gelmek üze�e oldu� ğunu anlatıyor kendimizin, tarihimizin, Türk soydaşları­ mızın ıstıraplarını yüreğimize çöreklendiriyordu. Türkçülük, işte bu ıstıraplarla şuuruna varmış, siyasi bir hareket haline yükselmiştir. Siyaset... Siyaset! Onu · ötekinin berikinin ayağı altına karpuz kabuğu koymak zannedenler ne kadar aldanıyorlar! Siyaset, bir toplulu­ ğun kaderi üstünde durmak, ona müsbet yönler vermek, hizmet etmek, o topluluğun kaderini mes'ut bir neticeye ulaştırmak endişesi ile harekette bulunmaktır. Türkçülük

(*)

12

1951 tarihli ikinci radyo konuşması,


de işte bu devredeki endişenin şuuru ile siyasi bir hare­ ket seviyesine yükselmiştir .. Bugünkü bilgilerimizin Balkan

ışığı altında görüyoruz

Savaşları sırasında,

Türkçülük

halinde

ki,

fışkıran

belirmenin sebepleri üstünde durmak, çimiğimiz merhale, milliyetçilik ideolojisi, ta Tanzimat'ta belirmiştir. Bu

XIX. yüzyıl

ve onun ortası, romantizmin galabe

ettiği bir çağdır. Daha önce• 1793 Fransız İhtilfili ve 'İn­ san Hakları Beyannamesi», Napolyon Harbleri ile sarsı­ lan Avrupa, hatta Amerika sanatta da, edebiyatta

da

egzotizm hareketi ile coşmakta, başka ülkelere, yeni ufuk­ lara açılmaktadır. Bu yüzden Türklerle

ecnebiler sık sık temastadır.

Gazeteler, kitaplar, batının bütün hareketini bize

akset­

tirmektedir. Demokrasi, milliyetçilik, ilim, fen ... yeni ce­ reyanlar halinde bize de akıp gelmektedir. Bu cereyanlardan Türk aydınlarının müteessir

ol­

maması imkansızdı. Bütün azınlıkların, bizim i.mparatoI'­ luğumuzda soy ve millet şuuruna ererek aleyhimize yürü­ dükleri bu anlarda, o zamana kadar e:fena fil islam» olan Türklerin de kendi kendilerine yönelmesi tabii görülmeli­ dir. Bu anlarda, bütün bu dış ve iç filemlerin uyanıklığı arasında, kendi yalnızlığımızın farkına varmış gibiyiz. Bu yalnızlık içinde,

benliğimizi

bir mukaddes ıstırabın kavra­

�ış olmasını tabii buluyoruz. Bu devirde Avnıpa'ya yolladığımız insanların her biri, her yönden örnek insanlar halinde dönmüşlerse• se­ bebi içlerinde başkaldıran ıstıraptır. Mensup oldukları devletin Avrupalılardan_ daha geri, kuvvetsiz bir hale düştüğünü görmekten doğan bir ıstırap

13


yeni bir şuuru müjdelemektedir. Bu şuur, •Yeni Osmanlı­ lar» dediğimiz kütlenin bir kısmında Türk kelimesini be­ nimsemekten korkmayan vatanperverliğin belirmesi ile ay­ rıca karakterlenir. Biraz daha önce olmakla beraber, mesela bir

il.

Mahmut, ordusunu düzeltmek isteyince, Mısır'daki Meh­ met Ali'den, ilkin ahalis Türk uşağu hocalar sormaktadır. Avrupa'ya gidenler arasında bir Ali Suavi'yi hayret ve hü rmetle anmamız lazım. · XIX. asrın ortasında kendine gelen bu yaman, Çankırılı Türk, Türk'lüğünü ilk defa ve en

mü k emm el şekilde duyan, müdafaa eden, yayan insan

oldu.

Arşivlerimizden yeni gelen aydınlıkl a görebildiğimiz

hu yeni adların yanında şüphesiz başkaları da var. O za­ man anlıyoruz ki, bütün bu hasretler, aramalar kendimi­ zedir ve Türklüğümüzü bulmak içmdir. Devrin icabı, Os­ manlılık ve İslfunlık arasında bir türlü benliğimizi açıkça yakalayamamakta,

söyliyememekteyiz. Bir modern şairi­

mizin eski eda ile dediği gibi, bütün Türk aydınlarının o

devirde· "

Türklük için

söylemeleri

kabul olunabilir:

!\fon ta senin yanında dahi hasretem sana! ». Tanzimatta t?eliren Türk milliyetçıliğinin bu mcrha­

lesindeki karakterlerine gelince: Bir kere, milliyetçilik şuuru, bizim azınlıkları da aya­ ğa kaldıran - daha önce söylediğim

batı romantizmin­

den ilham almaktadır. Hürriyet, terakki hatta Cumhuriyet gibi kelimelerin cazibesi aydınlarımızı �armıştır. Ama on­ lar, ·--bütün terakkiyi, bütün

inandıkları·-

refahı,

saadeti getirdiğine

bu mefhumları münakaşası veya savunması

dışında, batı anlamında milliyetçiliğe heniız yanaşmamış­ lardır, batının - hemen tamamiyle yekpare milletler ha­

lindeki devletleri içinde yerleşmeye başlıyan -: demokrasi prensibini. bizim birçok azınlıklarla kaplı irnparaporluğu-

14


muzda aynen benimsemiş, savurun� görünüyorlar; hal­ buki, batıda bu prensibin ilkin milliye tler meselesini çöz­ mekle işe başladığından habersiz kalmışlardır. Bu itiba rla dır ki, milliyetçilik tam bir siyasi hareket

değil, hatta Türk adına dayanan bir şuur bil e d eğildir . Bu devrenin -- Ali Suavi bir yana kalırsa - biitün aydınla� rı h en üz istedikleri şeyi tam bilmezler. Bir Abdiilhak Ha­ mit, Tarık'ı, Nesteren'i, Libertyi vesaireyi yazar, ama ancak «Tayıflar Geçidiıı'ndedir ki, şöyle ha ykırabi lir : Sen Türk adını anı yorken biraz eğil,

Türk'ün sebeb sukutuna Türk olması değil! ... Yani, henüz bir uyanış olan bu milliyetçilik merhale­ simle bu d ava yı güden insanlarım�, bütün A vrupa 'da son meydan muharebesini veren demokrasinin ilşıkıdırl ar. Bundan başka; bu insanlar ileri tekniğin, ileri ilmin propagandacısı ve dostu olarak karşım!za çıkmaktadırlar. Belki Fatih'tcn beri zaman zaman belirer bu noktaya ay­ rıca döneceğiz.

Huli'i.sa bu devirde milliyetçilik he11üz adını alamıyan bi r hisse halindedir. Bu yüzden de Türklük realitesi bir ya ­ na bırakıİmış; «unsurların birliğia, 11azınlıkların birliği ıı vehimesine öm ür verilmiş tir. Bu yüzden de, bütün impa� ratorluğu ayakta tutan, ona adını, hakikatini veren bir anavatan, halkıylc birlikte ıı söm ürge 11 kertesi ne düşürül­ m üştür. Bu bakımdan Tanzimat, Türklerden ba..�ka herkesin

işine yarann,hr, diyebiliriz. Türkler bu fermanla resmen inkar edilmiş; kendini unutmaya mahkum edilmiştir. Var­ hklannı varlığımızdan koparmaya koşan kütleler için asil unsur.

15


İmpa ra tor luğun ayakta durması ıçin

katlandığımız

bu inkardan, elimize ne geçmiştir? Gelişen ve kendilerini idare

eder durumda gördükleri azınlıklar ! .

Türkleri düşman bilen

İmparatorluğun düşmanları ile işbirliği yapan bu azınlıkların asıl tehlikesi; soylarının, S<'Y tarihlerinin şuu­ runa vannalan; Türkler için ise bu şuurun bir vatan hainliği sayılmasaydı. Bütün insanlığın, adeta elele ve­ rerek, azınlıklar için tanıdığı bu haktan Türkler menedil� mişlerdir. Türklerin kendi soyl an, adları, tarihleri üstü­ ne eğilmesi bir dağıtıcı, günah tefrikac;lık sayılıyordu. Bu hususta Rus Sefiri İğnatiyef ile Sadrazam Mahmut Nedim, Şeyhülislam'la Fener ve Ermeni Patriği, Sarayın Hadım­ ağası ile Hassa Alayı kumandanı aynı düşünmekte idi! Türk soyunun realitesi ecnebi bilginlerin inceleme hatta derinleşme konusu olurken bizim kendi kendimizi tanı­ maktan adeta menedilmemiz, tarihin yaman bir cilvesidir! Milliyetçiliğimizin ikinci merhalisini, 1908 Meşruti­ ile başlatmak:, Anadolu Kurtuluş Savaşları ile bitir� mek gerekir.

yet'i

Gerçi Mehme t Emin : •Ben bir Türküm ! dinim, cinsim uludur!, diye haykırdığı zaman yıl 1897 dir, ama bu haykırışın bir topluluğu ilgilendiren prensip olabilmesi, 1908 Meşruti­ yet'i ile başlar. Osmanlı

İmparatorluğunda

bi\tüo

unsurlara eşit

idaresi altında Ali Suavi ile Mehmet Emin'in veya Müftüoğlu Ahmet Hikmet'in arası boş kalmaktadır. İnsan, Ali. Suavi'den sonra, milliyet hislerinin, bir crüsumat müdürüınde, bir konsolosta neden böyle birdenbire fu;kırdığmı anlıyamı­ yor. muamele yapmayı vazife bilen Sultanların

16


Bizim incelemelerimize göre aradaki boşluğu doldu­ ran ve Türkiye'deki aydınların milliyet şuurlarını bes­ liyen faktör: Rusya'daki Müslüman

Türkler olmuştw.

Bütün zulümlerine rağmen şimdi anlıyoruz ki, Çarların devri, Rusya halkı için bir hürriyet ve saadet devri imiş!

Bu devirde müslüman Türkler - kısmen bizdeki azın­ lıklar gibi.... - memleketin idaresine, siyasetine, fikir hayatına katılmamak şartiyle, iktisat (Ticaret ve endüst­ ri) hayatında - nisbeten - çok rahat bir gelişmeye ka­ vuşmuşlardır. Gene bizdeki azınlıklar gibi, burjuva taba­ kasının içinde onlar başka yeri tutuyordu. Avnıpa'yı ge­ ziyor, görüyor, yabancı dil biliyor, 1789 Fransız İnkıJa­ l;>ının. Avrupa milletleri içine ektiği hürriyet, istiklal, tarih görüşü, milliyet ve vatan mefhumları J:ıakkında. bilgi edi­ niyor, bu ihtilfıl havasına alışıyorlardı. Bu sıralarda bütün Rusya'da azınlıkların nasıl bir ihtilat, tarih ve milliyet şuuru ile tutuştuktan gözönüne getirilirse; burjuva müslü­ man Türklerin de bu atmosferi koklaması, netice olarak hürriyet, istikli.l, tarih, milliyet şuuruna ermelerini ta­ bii bulmak lAzım ! Ancak; bu şuurwı tabii neticesi olan ihtilfıl ve bu­ nun neticesi olan istiklat meselesi, Türkler için Rusya'­

da gerçekleştirilebilecelc olan şeylerden değildi. Bu itibarla da, Rusya'daki idealist Türk aydınları için, yegane -müstakil Türk devleti olan Osmanlı İmpara�

torluğu'na yüz göz çevirmek tabii

idi. Bu suretle, (Halife

sıfatını taşıması yüzünden bütün müslümanların. tabii bir­ lik mihrakı saydıkları

Osmanlı

İmparatorluğundaki)

Türk'lerde uyanacak olan hürriyet, tarih, milliyet şuu­

runun ; bir gün bütün Türk'leri ve müslümanları uyan­ dırıp kurtaracak bir ihtilfıl haline gelmesi pek mümkündü.

ği

Şimdi adlarını hemen bütün Türk aydınlarının bildi­ Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Gaspıralı İsmail Bey, Akçur-

17


oğlu Yusuf Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey... Rusya'daki hare� ket ve şuuru Türkiye'ye nakletmeye koşan milliyetçi Türk ' lerden birkaç seçme simadır ve bunlar, bizim müca­ hitlerimiz olarak yaşamış ve can vermişlerdir.· İşte Rusya'dan gelen bu müslüman Türk aydınları; Ali Suavi'den sonraki Türk nesilleri acasında milliyetçi­ liğin şuurunu beslemiş, geliştirmiştir. Bu zatların, daha sonra, «Türk Ocağu denen milli kulüpte, Mehmet Emin'­ ler, Ziya Gökalp'lerle olan dostluklarını bir tesadüf, bir arıza gibi almamak 13zımdır. Bu merhalede, Türk milliyetçiliğinin ilk karakteri, Japon denizi ile Endülüs yaylaları arasında, geniş bir Türk'lük alemini kucaklamak istemesidir. Buradaki genişlik, hem vatana verilen manadan, hem de milliyetçiliğin taraftarlarında bu hissin geniş bir soy anlamı halinde görünmesinden doğuyor. Ve daha ön­ ceki safhanın hediyesidir. Ali Suavi, Türk soyunun üze­ rinde durmakta idi. Ona bu hususta ışık veren kitaplar, tetkikler ise, bu soyun hemen bütün dünyaya yayılan macerasını anlatıyordu. Namık Kemal'de vatanı, müslü� man yaptığımız bütün diyarlar olarak düşünüyordu. İkinci karakteri; içeriye ve dışarıya karşı kendimizin bir savunma, bir müdafaa cihazı olarak ele alınmasıdır. İlk Cihan Harbi içinde, Sankamış'ta doğranan 90.000 şe­ hit bile bir tecavüzün değil, bir müdafaanın kurbanları­ dır.

Üçüncü karakteri: Kitap milliyetçiliği olması, yam bu yolun yolcularının yerli ve ecnebi kitaplar sayesinde bu hislerini besliyebilmeleridir. Bir Leon Cahun'un, bir Deguines'in bu merhaledeki fikir adamlarımıza yaptığı tesiri bir düşününüz. 18


Dördüncü karakteri : Bu Türk'çülüğün Jütlcrden kurtulamamış, sentezi formüllere day anmış

olmasıdır.

henüz tered­

tamamiyle yapılmıyan Gökalp

gibi

en büyük

idealist dahi, bu idealin adını düpedüz koyamamıştır. Bu yüzden milliyetçiliğimiz, bu merhalede de ithamdan, mu­ vazaadan sıyrılmamıştır;

•İttihat

ve Terakki Cemiyeti•

gibi, idealist denecek insan:1arla dolu bir partide bile, bu yüzden Türklük ilk gaye değildir. Hala Osmanlılık

ve

müslümanlık idealleri yolu kapamakta, önde gelmektedir.

B eşi nci karakteri : bu merhalede milliyetçilik ideali­ nin ağırlık merkezinin, Anavatan dışında oluşudur . Tıp­ kı İslamlık, Osmanlılık ideallerinde olduğu gibi , bu de­ virdeki Türkçülüğü ilk düşünenler imparatorluğun dışın­

dadır

ve terennüm edilen •Kızılelma», hayal aleminde ve

·şimdiki yurdun ötesindedir.

Bu sebeple, düşünce, duygu, gaye merkezi dışarıya kaymaktadır. Öte yandan; siyasi mertebededir ki,

acemiliğimiz öyle

hir

uaderni merkeziyet» sistemine bile ta­

hammül edilememektedir. Ama, anavatan, bütün

halkiyle

birlikte müstemleke muamelesi görmekte, hatta gerekirse bütün imparatorluk müstemlekeler, yahut uzak ve mu­ :hayycl tarih

hatıraları

için

«kumara

basılmaktaıı'dır.

19


TÖllK MİLLİYETÇİLİGINİN ÜÇÜNCÜ

MERHALESİ

Alışılmamış, yeni birtakım kıymetlerin millet haya­

tımıza maledilmesi manasına

İnkı15bınr geçmişte benimsediği durmayı zaruri bulmuştum .. aldığımız Türk

izah edebilmek için, milletimizin ideal veya ideolojiler üstünde

Her ideal ve ideoloji, bir cemiyetin toptan benimse­ ana kıymetler demek olduğu için, geçmişte milletimi­ ze malolan bu ana kıymetleri tanımak; yeni maledilcrı kıymetlerin yerini, önemini anlamak için çaresizdi. diği

İki konuşmamda, cemiyetimizin ciayanak olarak il­

tanzimattan itibaren de Os­ benimsediğini gösterdim. Aynı zamanda, Balkan Harbinden ve Birincı Cihan Harbinden sonra, bu iki ideolojinin de nasıl iflas ettiğini, ikisinin

kin Müslümanlık idealini; manlılık ideolojisini nasıl

yerini Türkçülük şeklindeki milliyetçiliğin nasıl aldığını belirttim.

Tanzimat devrinde bulabildiğimiz bu iki merhalesine ait kıµakterler üstünde de durdum. Türklerin, bu yeni ideolojiyi henüz ithamdan, tereddütten kurtulmamış şekliyle, Adeta korkarak, hattfl: devlete malolmuş şekliyle nasıl benimsediklerini bu ara­ da ortaya koydum. Belirtilerini

milliyetçiliğin

(*) 20

IO Mayıs

1951 tarihli

üçüncü rad}·o konuşması.


Bugün, Türk

milliyetiçliğinin

üçüncü merhalesini

�çıklıyacağım;

yıkıldığı. sırada, yini Anadolu Kur� Türk aydınlarının devraldığı. manzarası şudur; Yakıcı, kahredici bi r

İmparatorluğun

tuluş Savaşlarının eşiğinde, ideoloji mirasının

tczad ! Bir yanda, cemaat teşkilatının çok ötesinde gizli ce­ miyetler kurup tedariklerde bulunan vatandaşlar kütlesi; öte yanda, bunlardan habersiz kalmaya, bu tedariklerden bahsetmemeye, bu vatandaş zümrelerinin yoluna ölmeye

mecbur olan Türkler vardır. Bir yanda Rus Çan ile Al­ man İmparatorunun Renalda verdikleri (toprağımv..ı bö­ lüşmek) kararını kolaylaştıran, hatta gerçekleştiren, im­

paratorluğu arkadan vuran kütleler; beri yanda, bütün bunları görmesi, adlandırması, bunlara kaf\11 şuurunun gerektirdiği tedbirleri alması suç sayılan, nifak sayılan Türk unsuru görülmektedir. Bir yanda imparatorluğun .çoğaltıp geliştirdiği birtakım kütlelerin kurduğu gizli v� ya açık:, aynca, ırkçı, cemiyetler· çalışırken; öte yandan

Türklerin •Türk Ocağı.ı adı il e milli bir kulüp açmalarııu devlete hıyanet sayan bir

garip zihniyet hükiim

sürmek­

tedir. O derecede ki; Birinci Cihan Harbinin sonunda im­ paratorluk yıkıldığı. sırada, devleti ele geçiren

Türk ve

Miislümanlar bile, Türklük şuurunu açığa vuran kardeş­ lerini yani Türk Milliyetçilerini kovuşturmuş, hatta ipe çekmekten çekinmemiştir. Halbuki aynı zamanda, müta­

reke devri diye Türk Tarihinde, Türk Edebiyapnda, unu­ tulmaz bir cehennem

gal edenlerle birlikte

olan devri, vatanı yıkan, vatanı iş­ yaratanlar işte bu cellatlardı.

Hulasa, milli şahsiyetimizi yoluna gömdüğümüz im­

yok.olmuştur. Ve Türkler, binbir derdi, eksiği olan, pıı.ram parç a bir vatanla, kfilnatının düşman kesil­ .dili b ir milletle başbaşa bırakılmaktadır. ,paratorluk

21


Yani,

Türklerin, yüz yıldır, imparatorluk, yani omt

meydana getiren öteki kütlelerle

anlaşmaya çabalamast

boşa gitmiştir. Bu kütleler, biz ne türlü hareket edersek edelim, bizi vurmakta, bizim zararımıza hareket etınektt! tereddüt etmemişlerdir. Bu devirde

varolan imparator­ · luklardan hiç birisinin kapılmadığı bu ganet, �izim impa­

raporluğumuzu yıkan, fakat bir yandan da bize, tek kur­ tuluş çaresinin kendi kendimizde olduğunu telkin edenı faktördür. Bu felaketli imparatorluk realitesinin zemini üzerin� de gelişmeye çalışan Türk Milliyetçiliği ; bütün bir Türk' lük alemini kucaklamakta ; ölçü olarak da ırk esasını ka­ bul eder görünmektedir. Bu anlayış için bünyesindeki· << dalaylama» milletimizdendir ; İ rkutsk vadisindeki süvari• milletimizdendir ; dendir ;

Tac-Mahal'de

Urallar'da çarpışanlar,

milletimizdendir. Trablusta

konuşanlar milletimiz­ Kafırnslar'da yaşıyanlar·

döğüşenler milletimizdcndir;

Sudan'a giden, yolumuzda eza çekenler miletimizdendir ! Şimdi ; bir bu kadar geniş yerlerdeki etnolojik ger­ çekleri göz önüne getiriniz; •milletimizdendir» dediğimiz· bu kavimlerin, bu kütlelerin Balkan Harbinde, Birinci Ci� han Harbinde bize karşı gösterdiği muameleleri düşünü­ nüz ; bir de imparatorluğun çarkına kıstırılmış Türk var­ lığının durumunu gözönüne getiriniz. Görülecek ki ; Osmanlı İmparatorluğunu ayakta tu­ tarı çimento vazifesini görmek için, sınırlara kan selleri halinde boşalan bu Türk v arlığı ; Türklüğünden önce Os­ manlılığını ve İ sl3.mlığını düşünmeye mecbur tutulmakta­ dır! Büyük ve idealist Gökalp'ın Türkçülüğündc

bize

sunduğu nazariyenin müphemliğini, tereddüdünü işte bu. durumumuzda aramak laum!

22


Türklüğün şuuruna ermiş nesillerin daima örnek in� san sayacakları büyük Gökalp'in •İslam ümmetindenim! Garp medeniyetindenim ! Türk milletindenim ! 11 şeklinde topladığı üçüzlü formülde bu tereddüdü, bu compromis'yi

açıkça

görebiliriz. Bu formülde her prensip müstakil bir,

çehre ile yer almakta, her birine ayrı imtiyaz verilmek­ !edir. Bu compromis, bu tereddüt, daha sonra, yam milli­

yetçiliğimizin

üçüncü safhasında,

inkılapların yapıldığı

anlarda, kıymetlerin yerlerini takdir etmek meselesinde, Türk aydınlarının hemen hemen

yüz

yıldır tuttukları yan­

lış ölçülerin hüküm sürmesine yol açacaktır! Anadolu Kurtuluş Savaşları gibi ateşten gömleği gi­ yen, «Kuva-i MilliyeD'ciler; ağır imtihanlardan, korkunç realitelerden sonra; imparatorluktan devraldıkları bu id� oloji mirasının manzarasını kökünden değiştirmişlerdir. Bu üçüncü merhalede, milliyetçiliğimizin başlıca ka­ rakterleri şunlardır : Bir kere şu acı hakikat meydana gelmiştir: Millet şahsiyetimizi yoluna yüzyıllardır

gömdüğümüz impara­

torluk, yokolınuştur ve Türkler, binbir derci:, eksiği olan, paramparça bir vatanla, kainatın düşman kesildiği bir milletle başbaşa bırakılmışlardır. Artık; vatan, Türk vatanı; millet, Türk milleti; dev­ let, Türk devletidir. Bu çok basit görünen gerçekleri içimizde açıkça duy­ mak, herhangi bir korkuya, compromis'ya yer bırakmadan dilimizle söyliyebilmek

için 900 yıl

beklemiş bulunduğu­

muzu düşününüz: O zaman bu çok basit gerçeklerin ne büyük nimetler olduğu anlaşılır. 23.


Sonra, şimdiye kadar başka kütlelerin, başka zümre­

lerin, şahsi heveslerin ve hırsların bir harç, bir malzeme gibi kullandığı {Türk halkı), bugünkü milliyetçiliğin bir gayes i değerine yükselmiştir'. Sonra; Türk soyunun gerçeğine ve bu gerçeğin tarih boyunca yarattığı kültürün benimscnme!iinc dayanan bir ideoloji gibi insanlığa sunulabilmesi; bu milliyetçiliğin başka bir karakteridir. Bugünkü millete «Türk Milleti» deyişimiz, bir soy aslını hepimizin kabul ettiğini göster­ mektedir. Fakat, bu milliyetçilik, tarih içinde bu soyun, kendisine katılanlarla birlikte yarattığı kültürü, şimdiki varlığının büyük dayanağı biliyor. Bu iti barla da şimdiki milliyetçiliğimiz, kendimize mallettiğimiz ve bizim kalan insanları, bizim saymakta tereddüt etmiyen bir karakter taşımaktadır. İnsanların bir tebea değil, Arap milletlerin­ de olduğu gibi vatandaş varlığı k azandığı bu Türkiye'de, bu i deoloji ye artık Türkçülük değil, milliyetçilik denebi­ lir. Daha sonra; bu gelişme merhale;;sinde milliyetçiliği­ miz, bütiin açıklığı ile ana vatana, Tüıkiye'ye yönelmiş­ tir. B üyük Gökalp'in dediği gibi: •Damarlarımızda vuran duyguların• tarihi sesine saclı.kız. Yani, insanlığın temiz ve büyük bir gerçeği olan bütün Türk kütlelerinin tarihi­ ni, kültürünü yabancı telakki etmiyoruz. Onların ıstıra­ bına gülen gözlerin kör olmasını elbette istiyoruz. Fakat, siyasi hareketlerimizin çerçevesi olarak Tür­ k.iye'yi kabul ediyoruz. Bugünkü ceuıiy etimizi yükselt­ mek için milliyetçiliğimiz bir manivel a ise, onu dayıya­ bileceğimiz tek mukaddes gerçek, Türkiye'dir! Bu itibarla da bütün emeklerin döküleceği yer burasıdır!

Bundan başka; bugünkü milliyetçiliğimiz sevgi işe başlamaktadır. Vatanını, tarihini, milletini, (işçisi,

24

ile çift-


çisi, askeri, aydını, tüccarı ite) bütün halkını sevmek; milliyetçiliğimizin hareket noktası budur. Ancak, sevdi� ği bu gerçeklere

tecavüz, bu varlıkl ara düşmanlıktır ki, zorlar.

bizi mukabil hareketlere

Bu itibarla şimdiki milliyetçiliğimiz baştanbaşa bir savunma cihazıdır. Ve insanları birbirine düşman bezir­

ganların hırsı, rekabeti, nefreti ile karşı karşıya getiren.

intikama, tecavüze dayanamaz. Bugünkü Türk milletinin

ideolojisi iistünde

hangi

türlü durursak duralım, onun başka milletlerin haklarımı riayet eden bir milliyetçilik olduğu nu deıhal görürüz. Yal­ nız Anayasasına geçen milliyetçilik prensibine değil; yal­ nız Büyük Millet Mcclisi'ndeki «Egemenlik Milletindir! 11

bütün kdia rında , idaresinde, siyasetinde, hukukunda da beliren ideoloji, milliyetçilik tir . prensibinde değil; hayatın

Milliyetçiliğimizin

bugünkü gelişmesinin dış münase­ betlerimiz bakımından yarattığı imkanlar büyüktür. Bu açıklıkta, bu anlamda bir milliyetçilik bize, bütün insan­ lıkla açık görüşmek,

anlaşmak

Nefretle,

sevgiyle

kinle

deği l,

kudretini vermektedir.

hareket ettiğimiz içindir

ki aynı suretle ken di yurduna, tarihine, hayat şartlarına bağlanan milletlerle sevi.,."!Jlek, anlaşmak

mümkün görü�

nüyor.

ilu görmekteyiz ki, i�sanlık bir gün ge­ bir hakiki birlik gerçekleşecekse, buna iikin milli yetçilik lerin kurulınasiyle gidilecektir. Birbirini vahşi hayvanlar gibi yiyen bu müthiş insan zekfiları, milliyetçiliğin anlamına riayet etmedikçe milletler, yani bir şahsiye tler doğmıya­ caktır. Milletler doğup yaşamadıkça, Milletlerarası biı: hayattan, bir anlayıştan bahsetmenin boşluğunu görüyo­ ruz. Nasıl ki, bir toplulukta şahsiyetler olmadıkça, orada Bu gelişme

niş bir aile halinde toplanacaksa, ya-..ıi milletlerarası

25


sadece tek adamın , müstebidin emrine

boyun eğmiş sürü­

ler vardır; mi llet değil! ... Bugünkü m illiyetçiliğimizin üstünde durulacak en önemli karakteri belki Ortaçağ'dan beri ilk defa. batı me­ deniyeti ile m uvazaasız bir anlaşma yapm asıdır. Belki Fatih'ten beri Türk aydınlarının hasretini çektiği ilerlt'­ mc ve yenileşme hamleleri; ancak bu devrede her türlü compromis'den, korkudan kurtulmuş c•larak bat ıya yönel­ m iştir Bu suretle, Türk İnkilabı dediğimiz kesin safha medeniyet tarihimizde gerçekleşmiş tir .

.

Fakat; Türk milliyetçiliğinin bugünkü gelişmesine ait bu belirttiğimiz karakterlere, bu karakterlerden yapılan insanca sevgiye bakıp, bizim vatanı savunmak için tek damar halinde cephelere boşalrnıyacağımızı zannetmek büyük hatadır. Ne Tanzimatın, ne de Kurtuluş Savaşla­ rına kadar süren devrin hudut bilmiyen vatan anlayışı ile ilgili olmıyan bugünkü vatan, millet gerçeğine ermek için 900 yıl bekliyen bu nesiller ; çevrelerine iyi bakmak­ tadırlar. Onlar, Türkiye'yi çepeçevre kuşatan ve dünyayı ye seler doymıyacak oburlukta olan düşman alemleri fark ediyorlar Bize saldırmak için san iyeyi kaçırrn ıyacak olan bu obur alemlerin karşısında Türk milliyetperverleri, bir­ .

birine daha sıkı, daha candan sanlmayı ömürlerinin ilk

şartı biliyorlar. Türklüğün son umudunu ve son kurtul ma manivelasını el lerinde tutan bu mi lliyetçiler ; bütün insanlığın karşısına işte bu büyük milli mesuliyetin şu­ uri yle çıkmaktadırlar. Bu yurtta, bu millete tecavüz nere­ den gelirse gelsin, onlar k ainat a bu birlikleriyle, bu uh­ del eriyle çıkacaklardır!

:!6


MİLLETİMİZİ SEVMEK

Umumiyetle inkılap meselesini ve bilhassa Türk in­ kılabını medeniyet

tarihimizdeki

yerine

yerleştirebilmek

için, «milliyetçilik» dediğimiz ideolojiyi ele almak lazım­ dır. Yani Türk milliyetçiliğinin merhaleleri, karakterleri üzerinde durduktan; bu milliyetçiliğin tarihi kaderimizle gelişmemizin bir sonucu olduğunu gördükten sonra; şim­ di bizzat bu milliyetçilik denen prensibin veya prensip­ ler topluluğunun üstünde durmak gerekmektedir. Şurası meydandadır

bugün

ki,

milletlerin gördüğü

saygı, saygılarına verilen değer, devletler ve milletler ara·­ sında birbirinin değeri

için

kullanılan ölçü; her milletin

dayanma kudreti'dir. Bir millet içeride ve dışarıda, kendi varlığına yöneltilen

darbelere,

ta arruzlara, entrikalara,

rekabetlere, propagandalara... ne derece dayanırsa; mil­ letler ve devletlerarası göreceği itibar o nisbette büyük olur. Yine şurasını iyi biliyoruz ki, en eski devirlerden be­ ri, bir millet ortadan kalktığı zaman onda eksik olan zen­ ginlik, zeka, incelik, sanat, bilgi değil; yukarıda söyledi­ ğim dayanma kudreti olmuştur. Eski Yunan'da öyle ol­ muştu, Bizans 'ta öyle olmuştu; türlü İslam hükumetleri­ nin yıkılışları böyle olmuştur.

(")

19 Mayıs 1951 tarihli dördüncü radyo konuşması.

27


Bu itibarladır ki, bir milleti - yani.; ilkin tesadüfle r, -sonra itimatlar, belli bağlar, menfaatler ile bir araya ge ­ len kütleleri ... - her türlü hücumlara, rekabetlere karşı koruyacak bu dayanma imkaruarına büyük ehemmiyet ve­ rilmektedir. Bu dayanma varolunca

o

millette ilmin de,

sanatın da, zenginliğin de, gelişmesi mümkün, . hem ko­ l:ıydır. Osmanlı İmparatorluğ u için böyle idi, İngiliz İm­ paratorluğu için böyle idi; Amerika için mesele aynı ol­ muştur. Yani istiklilini

kurtardıktan,

yani birinci

sınıf

bir dayanma örneği verdikten sonradır ki bugünün ileri Anıerika'sı doğabilmiştir . Türklerin geçmişte iç dünyalarını, bütün kainata kar­ �· hangi idealin, hangi ideolojinin cilıazlandığını gördük.

Bugün, ·fürk milletinin dayanma ve yaşama kudrc:­ retini Türk milliyetçiliğinde bulduğunu görüyoruz.

Şurasını hemen işaret edeyim ki, Türk varlığına bir dayanma ve yaşama mekanizması gibi verilmiş bulunan milliyetçilik, zaman zaman ve yer yer bir çekişme, bir ay­ rılma faktörü haline getirilmektedir. Bunun türlü sebepleri vardır. Bir kere; memleket aydınlarından bir kısmı, milliyet­ çiliğin artık üstünde durulacak bir kon � bile olmadığı ka­ naatindedir. Hatta onlara göre milliyetçi lik , bugünkü in·­

sanlığın ayrıca bir belasıdır! Hfübuki, bilhassa son Cihan Harbind en

beri önü­

müzc!c geçit resmi yapan, olup bitenlere bakınca, bu görü­ şün gerçeğe uymadığını

çabucak anlıyoruz. Şu meydana

çıkmış bulunmaktadır ki, bugün , hangi millet kendi milli­ yetçiliğinde n vazgeçiyorsa, karşısındakinin milliyetçiliğini

azdırıyor. İnsanlığımızı şimdi, milliy et çi olma değil, mil­

liyetsizliklcr öldürüyor!

28


Şu veya bu soyun, şu veya bu milletin üstünlüğüne dayanan, üstünlüğünü hedef bilen bir megalomanidir k i milliyetçiliği insanlığın başına bela eder ! Halbuki Türk milliyetçiliği -- bilhassa bu son mer­ halesinde - hareket noktası olarak, gördük ki, sevgiyi ve milletlerarası eşitliği seçmiş bulunmaktadır. Bu itibarla memleket çocuklarının bu hususta müs­

terih olmaları lazımdır. Milliyetçiliği bir gelişme faktörü hfiline sokan başka ve büyük bir sebep de ; Millet tarifindeki görüş ayrılığı­ dır. Bu ayrılık milleti tarif ederken, yalnız soyu yahut kültürü esas almaktan doğuyor. Yalnız soyu esas alanl�r, milleti tamamiyle muayycni­ yete ( = belliliğe) bağladıklarına inanmaktadırlar. Halbu­ ki dikkat edilirse bu belliliğin menşei tesadüften başka bir şey değildir. Çünkü hiç kimse içinden yetişeceği soyu ; do­ ğacağı anayı, babayı seçmekte serbest olmamıştır. O hal­ de, bu türlü teklerden meydana gelen ırkların başı tesa·­ düfc dayanır. Fakat bir soy meydana 'geldikten sonra, artık bellidir, belli bir içtimai hlldisedir. Ve bir muayye­ niyet meydana getirir. Bu itibarl a ; milleti yalnız soy esasının üstüne kurdu­ ğumuz vakit, menşei tesadüf olan bir belliliğe yer vermek­ teyiz, demektir. Böyle bir belliliğin cazip tarafı : Milleti, soy gibi, te­ şekkül etmiş, tamamiyle bilinen, iç ve dış şartlan mey­ danda olan bir köke, bir asıla dayamış görünmesidir. Halbuki soylar, dünyanın binler ve binlerce yıllık ge­ lişmesi sırasında büyük katışıklık, büyük değişiklik gös­ termişlerdir. Bu itibarla, bir imtiyaz olan bellili.k:leri su Vt:.

SÖZ götürür haldedir.

29


Millet meselesi bakımından soy vakıasının asıl teh­ likesi şudur : Milleti yalnız soya dayamak, o soydan ol­ mıyanlara, o milletten olmayı yasak ve haram etmek de­ mektir. Devlet olarak eski Isparta'lıların, dini cemiyet. ola­ rak eski Hintlilerin millet anlayışından farksız olan böy� le bir anlayışın, bugünkü insanlığın içınde bir kütleyi, bir cemiyeti ne hale getireceğini düşünmek zor olmaz sanı­ rım. M i lleti yalnız kültür vakıasına dayıyanlar, ancak ferdin iradesine ve menşei belli bir soyun emeği, iradeSı mahsulü olan müesseselere bağlıyorlar. Kültür hakındaki düşünce ve tarifimiz şudur : Kül­ tür, bir milletin duygularını, inançlarını, hükümlerini tem­ sil eden müeseselerle, geçmişteki duygu ve inançlarını ko­ ruyan, nakleden, aksettiren müesseselerden ibaretti r M� scıa : Dil, sanat, din, hukuk, ahlak, milletin duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Tarih ve vatan ise geç­ mişteki duyguların, inançların korunup nesiller boyu nca insanlığımıza geçmesini, aksetmesini sağlar. .

Bu türlü anladığımız kültürü meydana getiren mü� cseselerin hepsi başlangıçta, belli bir soyun emeği ve iradesiyle yaratılmıştır. Bu itibarla, • kültürün başı bellili­ ğc ; tesadüfe değil, iradeye, şuurlu emeğe dayanır ! » derim . Ama, kültür dediğimiz bu belli, manevi vakıayı k�­ ran soya mensup olmamakla beraber ona katılacak, onu bcnimsiyeeek insanların ; aslında ayn kültür, ayrı ayrı soylardan geldiğini unutmamak lazım. Bu itibarladır ki kültürü benimseyecek olanlar ba­ k ımından, yani ayrı ayn soylara mensup olan yeni tekler veya zümreler bakımından ortada bir belirsizliğin bulun­ duğunu kabul etmek zorundayız.

30


Bir kültüre yeni katılacaklar bakımından, bu belli­ sizliğin cazip olan tarafı şudur ; Millet realitesi!J.i ırkın dar çerçevesinden çıkarıp, insanlığın türlü türlü iınkanlarıy­ lc, cihazlanmış unsurlarını açmakta, böylece milleti, ye­ ni ve daima yenileşen imkanlara, kaynaklara kavuştur� maktayız. Tehlikeli tarafı ise

meydandadır ; Ayn ayrı soylar­

dan, ayrı kültürlerin içinden gelen teklerin veya zümrele­ rin, yeni kültürü ne dereceye kadar benimsiyeceği belli olmaz ! Onların yeni kültüre, yeni kültürün h�yatına uy­

maları büyük ve meçhul bir meseledir. Hele bir millet en gelişmiş, en ileride çağını yaşamıyorsa ; yeni katılan­ ların onun kültürünü benimsemesi, o kültür hayatına uy­ ması derecesiz çetin, mücadeleli olur. Böyle _bir çetinlik ve mücadele ise ; hem o kültürün gelişmesini güçleştirir, hatta durdurur ; hem de o miletin varlığı için bir tehli­ ke yaratır. O halde, milleti yalnızca kültür birliğine dayamak, ve

katılmak

istediğimiz esası hesaba katmamak millet

realitesini tesadüfler üstüne kurmak demek olur. Milletin bu iki mühim varlık unsuı undan her birini yalnız başına mil etin tarifine esas alanlar; şu anda kıya� sıya çarpışmaktadır. Müşterek millet hayatını bize haram kılma tehlikesine doğru yürütmektedirler. Bizim görüşümüz ise, bu inhisarcı görüşlerden uzak bir uzlaşmaya dayanır. Bugünün millet realitesini ince­ leyince görmekteyiz ki, milletler bir soy aslına dayanma­ makla beraber ; onların kültürlerini benimsemiş, onların yaşamalarını benimsemiş, onların kaderine katılmış olan­ lardan da meydana geliyor. Kendi milletimizi incelediği­ miz vak it de bunu açıkça görüyoruz. Bir Sokullu Mehmet

31


Paşa'yı

bugün miletimizin

varlığından

ayırtmıyan,

bu

açıkça gördüğümüz vfilna değil midir ?

O halde biz diyoruz ki, millet : soy aslın a dayanan . kültür birliğini benimsemiş, bu soyun yarattığı kültürü benimsemiş, bu kültür hayatını benimsemiş, bu kadere katılmayı benimsemiş olanlardan meydana gelir. Soyu Türk olmakla beraber Türk kültürünü benim­ siyen, Türk kaderine kapılan, bu husustaki iradesini kara günlerde belirtip işleten, yani Türk kalan insanları hiz bugün milletimizin öz rocuğu bilmekteyiz. aydınlarımız arasında

Milliyetçilik gibi bir disiplini

bir kargaşalık konusu haline sokar görüııen başka bir se­

bep daha var. Bu sebep, milliyetçilik tarihinin bugüne ka­ dar, pek de esaslı ve gerçeklere uyar şekilde yapdamama­

sıdır. Milliyetçiliği biz kısaca şöyle anlıyoruz, Milletini sev­ mek ve onun önıek millet haline yükselmesini istemek bu yolda elinden gelen bütün hizmetleri esirgememek .

Bu basit tarifin içinde iki bölümün bulunduğu görül­ mcktl!dir ; --- Milletini sevmek,

2

-

Milletini yükseltmek,

İlk bakışta herkesin milletini sevmesi kolay, tabii gi­ bi gelir. Ama iş öyle değildir. Bir kere tek kelime ola­

rak söy� ediğimiz millet ;

hepimizin

bildiği,

isinde yaşa­

dığı bir topluluktur. Fakat yakından bakılınca bu toplu­ luk ne kadar karmakarışık:, anonim bir şeydir. Bu ano­ nim topluluğu sevmek dediğimiz zaman belirsiz, sürek­ siz bir

sevgiden

bahsedilmiş olur. Bu anoniriı milyonla­

rın içinde sizin zalim,

32

vicdansız

dediğiniz benim �uur-


hayasız dediğim ; ötekinin hain, hırsız kaatil, şahsi­ yetsiz, cahil dediği insanlar vardır. Bütün bunları sevmek veya bütün bunları ayıklıyarak geriye kalanı sevmek bir­ birinden zor, yapılması hemen hemen imkansız şeylerdir. O zaman, milletini sevmek deyince gözüken kolaylığın, , tabiiliğin ne kadar geçici olduğu meydana çıkar.

�uz,

Ama iş bu kadarla bitmez ki. .. Bugünün adamını türlü işler, türlü türlü tesirler birbirinden ayırmak� tadır. Şu bilim adamına bakınız ; Mesleğinin içinde bir ipekböceği gibi sarılmış, kaybolmuştur. Bir mikrobun, bir molekülün peşinden koşan 13.boratuvarda mikrosko­ bik, tüplerin başında bu ipekböceği tabiatli iq�an, günle­ rin d eğ i l ayların, yılların geçtiğini faıketmez. Nasıl is­ tersiniz ki, bu insan çevresindekileri, şu anonim mityon­ hırı kendiliğinden düşünsün !

türlü

,

Şu hekime bakınız ; hastalarının getirdiği meseleler­ veya hastalarının getirdiği, getire ce ği imkanlara aklını kaptıran bu insan kolay kolay baş� kalariylc u ğraşabilir mutlak bir sevgiyi aklına getirebilir le

didişen, ça rpışan

­

,

..' nı. ?.

Şu san'atçıya bakınız ; San'atının içinde, onun getir­ meseleler, onun getireceği şerefler ve şöhretle rle sar­ hoş olan bu san'atkar, çevresini kolayca düşün-eb ilir seve bilir mi ? diği

,

-

Sokaktaki şu insana bakınız ; Sokak süpüren, kuru ekmeği bulmak için sekiz saat çapa, kazma, kürek �al­ lıyan, üstü başı pırtıklar içinde bulunan bu işçi, bundan farksız ol�n çiftçi . Kendinden farklı yaşıyanların filcmi­ ni kolayca sever, benimser mi ? .

.

Kazancının hırs veya korkusu içinde kendini kaybe­ den tüccar, çevresindekinin derdini kolayca_ kendiliğin­ den düşünebilir mi ? Çevresini kolayca sevebilir mi ? 33


Bunlardan başka ; bugünün insanı başka milletlerin üstünlüğüne de çabucak kapılabilir. Parası, kazancı, ra­ hatı, mamurluğu ilerde olan milletlerin haline imrenme, onun gibi olmaya özenme de, insanları kendi milletlerin­ den, vatanlarından soğutabilir. Hele o üstün rahat millet­ ler ; bu geri kalmış, devlet düşkünü milletlerin insanını yurtlarından, milletlerinden soğutmak, kendilerine m.alet­ mek için ince tertiplerle propaganda yaparlarsa, bu in­ sanların milletlerini sevmesi çok zorlaşır. Kah radyo, kah roman, kfilı gazete, kfilı konuşma, kah piyeslerle yapılan bu propagandalar, görüyoruz ki, millet teklerini başka cephelere kaydırabiliyor ! Vatanlarının zararına olan işle­ ri yapmalarına sebep olabiliyor ! Sözün kısası ; zamanımızda insanın kendi milletini, sevmesi kendi kendine güç olabiliyor. Kendi kendine ol­ masa bile, kendi kendine devam edemiyor ! Bu itibarla da milletini sevme işinin nesiler içinde sistemle yapılması ve yayılması gerekiyor. Bu işi bir ha­ variler, bir terbiyeciler işi gibi bilmek ; bu yolda hususi· olarak kurulmuş derneklerle çalışmak şart gözüküyor.

Şu nokta pek mühimdir ; Bu türlü dernekler ve ha­ variler, memleketin çocuklarına neyi sevdireceklerdir ? Fani tekleri mi sevdireceklerdir? Ölümlerinden sonra hazan en yakınlarının bile hatıralarım didik didiklediği bu fani insanlar, çok kere ve bütün iyiliklerine rağmen milletleri arasında çatışmalara, dedikodulara, hatta sev­ gisizliklere, çarpışmalara · sebep olmuyorlar mı ? Yoksa bu türlü dernekler ve havariler, bir cemiyetin günlük hayatı­ nı, varlığını sağlamak, korumak için, yahut milletler­ arası münasebetleri sağlamak için kurulan geçici sistem­ leri mi sevdireceklerdir ? 34


Bize öyle geliyor ki, millet çocuklarına sevdirilmesi gcrekeı.;ı şey başkadır. Bu şey, yukarda söylediğim anoninı kütlenin, içinde her türlü insanın bulunduğu anonim mil­ yonların ; istiyerek veya istemiyerek, bılerek veya bilmi­ ycrek hep birden emeklerini üstün topladığı gerçekler ve kıymetlerdir ? Gerçekten de, millet dediğinıiz bu ano­ nim kütlelerin, yaratılmasında birleştikleri, tarih boyun­ ca devam ettirdikleri müesseseler, gerçekler, kıymetler vardır. Üstlerinde daha sonra duracağım bu müesseseleri, kıymetleri sevmek suretiyledir ki milletler, edebi dene­ cek bağlar ile bağlanır, şahsiyetlerini, birliklerini koruya­ bu

bilirler.

35


MİLLETİMİZİ YÜKSELTMEK Milliyetçiliğin, milletini yükseltme formülü ile ifade olunabilen ikinci bölümü, başka birtakım kıymetler saha­ sı meydana getirir. Dikkat edilecek olursa, bir milleti yükseltmek de­ mek, çok kere (o milletin tabiatı zabt ve idare etmesi ; ta­ biata hak.im olması ; insanları cemiyet olarak, tek olarak idare etmesi , onları huzura, saadete eriştirmesi) imkan­ lariyle hulasa olunabilir. Gene dikkat olunursa, bu formül, bütün müsbet bi­ l imlerle teknolojinin sahasını, konularını meydana get i­

rir. Gerçekten de ; bir milletin tabiattaki kör kuvvetten doğacak olan bellardan_ kendini koruması, onu zabt ve idare etmesi müsbet ilimsiz, tekniksiz olamaz. Bunun gi­ bi, tek ols u n, zümre olsun, büyük kütleler hfilinde bugünün insanlarını idare etmek, onları

olsun, huzura, saade­

te eriştirmek de ; müsbet ilimden, müsbet ilim metodun� dan ve zihniyetinden habersiz olanların başaracağı şey değildir. İnsanı, Kuran'da tekrim edilen ve bugünkü me­ deni milletler tarafından bir büyük gaye olarak ele alı­ nıp

(hür, efendi vatandaş) şahsiyetinde belirtilen insan

olarak idare etmek ; onu bizzat insana ve tabiata karşı ko(") 26 Mayıs 1951 tarihli beşinci radyo konuşması. 36


rumak, sonra da saadete eriştirmek ; bilgisiz, tekniksiz olabilir mi ? Müsbet ilim zihniyeti, bu zihniyetin verdiği mübarek tesamüh (yani tolerans, hoşgörürlük) olmadık­ ça yukarıdaki gaye gerçekleşemez. Ziraati, ticareti, ulaştırma, endüstrisi, hatta maliye· siyle iktisat ; bu ilmin dış belirtileri gibi yükselen tekno­ loji ; şehircilik, siyaset, idare ve sosyoloji ; bütün bunlar arasında bir bağlantı gibi işliyen hukuk. ; bunların hepsi­ nin güyesi olan insan sağlığını, cemiyet demoğrafyasını ayakta tutan tıp . . . olmadıkça, medeni insanın idaresi, ko­ runması ve huzura kavuşturulması bugün mümkün mü­ dür ? Müsbet ilim, onun metodu, zihniyeti ve teknoloji ol­ madıkça, fizik ve maddi sahada cemiyetler ve siyaset dün­ yasında kalkınmanın imkansızlığını anlamak için şu mi� sallerc bakmanızı rica edeceğim : Bir millette, vergisi, geliri, gideri, bütçesiyle maliye­ yi kurtarmak mı istiyorsunuz ? Müsbet ilmin zihniyeti, metoduyla işe sarılmaya mecbursunuz. Karada, denizde, havada. . . bir milleti savunmak mı istiyorsunuz ? Müsbet ilme, onun muhteşem belirtileri olan teknolojiye koşmaya mecbursunuz. Bir milleti şu dünyada, içerde ve dışarda nefes almak imkanına kavuşturan iktisadı mı yoluna koymak istiyor­ sunuz ? Hayvancılığı, ormancılığı, bitkisiyle ziraatin, ti­ caretin, ulaştırmanın, endüstrinin, teknoloji�n sırlarını bildiren müsbet ilimlere baş vurmayı, onların tavsiyesini imanla, dikkatle yerine getirmeye mecbursunuz ! Bir miletin dış ve iç münasebetlerini, yani siyaseti­ ni, bugünün ihtiyaçlarına uygun, şerefli bir se".iyede yü­ rütmek mi istiyorsunuz? Milletlerin iktisadını, tarihini, 37


coğrafyasını, savunma kaynaklarını ve kabiliyetlerini bil­ meye dayanan bir müsbet ilim metodu ve zihniyetiyle hareket etmeye mecbursunuz! Bir millet nüfusunun sağlam ve şu dünya nimetlerin­ den faydalanacak, şu dünyadaki vazifelerine layık

bir

ömür sürecek kalitede olmasını mı istiyorsunuz ? Tıp de­ nen müsbet ilmin bü t ün emirlerine saygı göstermeye mec­ bursunuz ! Bütün şu kainatın gayesi, temeli olan insanı, bu in­ sanın en masum ve vaadli hülasası olan çocuğu, genci, in­ san şerefine layık bir halde yetiştirmek için varolan ma­

arifi yükseltmek mi istiyorsunuz ? Müsbet ilmin metodu­ na, zihniyetine uyarak (bu müsbet ilini ve millet kültürü­ nü koruyan, öğreten, ilerleten ve yayan) bir maarif anlayı­ şı üstünde durmaya mecbursunuz!

Umumiyetle

fani yani

geçici alan, bu itibarla da vak­

ti az olan ömrü . . . kendiniz, aileni'l, milletiniz insanlık için en verimli hfile getirmek mi istiyorsunuz ? Müsbet ilimlerin metodu, sistemi, zihniyetiyle harekete mecbur­ sunuz ! Şurası meydandadır ki, bu müsbct itim, bu ilmin me­ todu, bu ilmin zihniyeti, bu teknoloji. . . bugün (( Avrupa veya Batı medeniyeti ı dediğimiz üst1iP wçeğin kaynağı dır. Bugünkü

medeniyet

dünyasında,

nerede müsbet

ilimden ve teknolojiden bahsedilirse, orada Avrupa veya Batı medeniyetinin akla gelmemesi imkansızdır. Bir yandan tabiatı zabt ve idare etmemize, öte yan­ dan insanı tek olarak, cemiyet olarak koruyup idare et­ memize yarıyan bu müsbet ilim müessc,seleri, bu teknolo­ ji ; bir millet dinamizmini veren kıymetlerdir. Bunlar bir

38


milletin hayatında (dinamik kıymetleı) diye de yer al­ maktadır. Milletleri ilerlemeye, yenileı;;meye koşturıın ;

millet­

ler arasında ya5ama ve hizaya gelme birliğini teşvik eden ;

bir mileti ileri ve medeni seviyelere ulaştıran şey ; Müs­ bet ilim ve teknoloji dediğimiz bir sıra araştırmanın, ke­

şif ve icadctmenin konularıdır. Daha önce tablosunu çizmeye çalıştığım milliyetçili­ .ğimizin

merhalelerini

yaratan

bütün

şahsiyetler,

bütün

"Vatan çocukları ; müsbet ilimlerin harika mahlUku

olan

'" Avrupa medeniyeti » 'nin üstünde dumıu.5lar, ona yönel­ mişlerdir. Şurasını yanılma korkusu olmadan söyliyebili­

·riz ki : Medeniyet tarihimizin bilhassa son iki yüz yılın­ da, bu milleti yükseltmek, düştüğü gerilik uçurumundan

1k urtarmak için ne zaman bir hareket belirmişse, yani ne ..zaman yenileı;;me ve ilerleme hamlesi görülmüşse ;

ora­

.da Türk milliyetçiliği. belirmi�tir. Ve nerede Türk milli� yctçiliği belirmişse ; müsbet ilme,

Avrupa medeniyetine

·yönelme belirmiştir. Türk milliyetçiliğinin bütün merhale1erinde müşterek bir karakter olarak ortaya çıkan yenile­ me

hamleleri,

milletlerarası

hareketlere

katılma

şevki,

aslına bakarsanız, Avrupa medeniyetindeki değer hüküm­

lerini benimsemekten başka nedir ? M isal olarak siyaset müessesesi üstünde duralım : Bu -�ahada şimdi ne kadar ileri, hatta mukaddes kavramlar varsa, hepsi Avrupa medeniyetinindir ve bunları biz, mil­ liyetçiliğimizin bu son merhalesinde tamamiyle benimse­

miş bulunuyoruz. Meseıa, siyasi hürriyet, siyasi haklarda eşitlik, millet işlerini murakabe kudreti, kuvvetler muvazenesi . . .

batı

.medeniyetinde siyasi anlayışın belirtileridir. Biz bu anla-

39


yışı şimdi gerçekl�tirmeye çalışmıyor muyuz ? Bu anla­ yışı millet hayatımızın en mukaddes vazifesi

bilmiyor

muyuz ? Sonra şimdiki siyasi hayatımızın sembolü olan dı.:­ mokrasiyi alalım. Demokrasi, hürriyetin, eşitliğin üstüne.: dayanır. Bunlar ise Avrupa medeniyetine temel olan si­ yasi kıymetlerdir. Hürriyet bugünkü insanlık: için ilmin de, ahlakın da, sanatın da en büyük şartıdır. Hürriyet ol­ madıkça bugünkü medeniyette hayranı olduğumuz ilim de, ahlak da, sanat da ya yoktur, ya neticesizdir, verim­ sizdir, yapmadır ve kopyadır. Bunları düşünür ve bizim demokrasiye, millet hayatımız bakımından nasıl sarıldı­ ğımızı göz önüne getirirseniz bu siyasi kuvvetler yoluyla Avrupa medeniyetini ne türlü benimsediğimizi kolayca anlarsınız. Bu dinamik: kıymetlerin en kuvvetli karakteri ;

za�

mana, ihtiyaca uyabilmeleri, bu hususta aklın, zekanın bütün imkaruarını pervasızca kullanabilmeleridir. Bu se­ bepledir ki yenileşme, ilerleme yeni yeni keşifler, icatlar mümkün olmakta ; bütün bunları milletlerin çekinmeden almasına, kullanmasına, öğrenmesine,

onları ilerletmesi­

ne, yani bu kıymetlerin milletlerarası değerler vasfını ta­ şımasına itiraz olunmaktadır. İnsanlığın bugün hakim medeniyetiyle münasebetle­ rimizi düzcnliyen, bu milletlerle aynı hizaya gelmemize yarıyan, yani yükselmemizi sağlıyan işte bu dinamik kıy­ metlerin konusu olan ilimdir. İlim zihniyetidir, yani Av� rupa medeniyetidir. Zihniyet, metod, müessese bakımla­ rından örnek aldığımız kıymetler de bunlardır. Bugün bizler ; batı

medeniyetinin, eski Yunan'dan

Thales'den beri tecrübeden geçmiş, yakın şarktaki ve Ak­ deniz çevrelerindeki bütün

40

medeniyetlerin gelip dökül-


düğü pota olduğunu bilmekteyiz. Şarkta ve hatta dünya­ da (bizza t Thales devrinden sonra . . . ) ilk rönesans sayıl­ ması gereken 9.

10.

asrın Müslüman - Türk medeniye­

tindeki yerimizi, emeğimizi

düşünür ve bu medeniyetin

şimdi bau medeniyeti denilen kıymetlerin doğmasındaki rolünü göz önüne getirirseniz bu medeniyetin bize ya­ bancı olamıyacağını da kabul eylersiniz ! Bu itibarla da, dinamik kıymetlerin yekunu olan bu ortak medeniyette kim ilerideyse geri kalanların ondan faydalanması, onun görüşünden, tecrübesinden, metodun­ dan, müesseselerinden örnek alması pek tabiidir. Yine bu itibarladır ki, milliyetçiliği ağzına alanları geriliğin,

dargörüşlerin,

bugünkü

medeniyet

hayatının

zıddı gibi düşünüp görenlere hayret ve şüpheyle bakmak gerekir. İşte bunun içindir ki Türk milliyetçiliğini güdenler, ilerleme ve yenileşme hamlelerini,

Avrupa medeniyeti,

Avrupa'nın veya batının müsbet ilim zihniyeti formülii­ nü başa almayı . . . inançlarının ilk şartl biliyorlar. Bugünkü Türk nesillerinin bu dinamik kıymetlerin kaynağı olan batı medeniyeti veya müsbet i limler karşı­ ı:undaki düşünceleri şöyle ifade edilebilir : Medeni bir millet için, batı

medeniyetinin temeli

olan müsbet ilimlerden faydalanmak bir vazifedir. Hem de ölüm kalım meselesidir. Bu hususta ayıp olan, bu me­ deniyetin esaslarını anlamamak ve ona bir şey katama­ maktır !

41


YENİLEŞME

VE

İLERLEME HAREKETLERİMİZ

Bir milletin yükseltilmesinde baş vurulan yollardan belki en ehemmiyetlisi, inkılaplardır. Bir milletin yaşa­ dığı

olağanüstü şartların, o millet hayatını

çevreliyen

tehlikelerin mahiyeti, şiddeti . . . çok kere, onun kaderi üs-­ tüne eğilmiş bulıınan çocuklarına acele etmek, kurtarma veya yükseltme tedbirlerinde sür'at gösterme,!<: vazifesini yiikletir. Şu dünyada sorumlu dediğimiz insanlar o sorumlulu­ ğu duyanlardır. Cemiyetin ve vicdanın önünde utanma, azap çekme denen nimetlerden mahrum kalmış yaratık­ lara, hangi kanun veya mahkeme, sorumluluk denen bü­ yük imtihanın manasını anlatabilmiştir

ki ?

İşte tarihlerinin, kültürlerinin önünde bu türlü utan­ ma ve ıstırap duyma seviyesini yitirmemiş vatan evladı ; milletlerinin geri kalmış bulunmasını kolayca hazmede­ mezler.

Kendi değerlerine,

göre harekete

yetişmelerine, mesleklerine

geçerler. Milletlerin hayatına yeni, alışıl­

mamış birtakım kıymetler yerleştirmek, böylece milletle­ rinde yeni bir dinamizm, bir hayat ve ilerleme hamlesi yaratmak isterler. Bu yeni kıymetler, hazan milletlerin kültürlerine

ait

istikrarlı kıymetler dışından olur ve çok kere, o milletin

(") 2

42

Haziran

1951 tarihli altıncı radyo lı;onuşması.


başına bela olmuş, üstün milletlerin kültürlerinClen alın­ mıştır. O zaman bu yeni değerlerin millet hayatına yer­ leşmesi , zahmetli, üzüntülü, zor olur : Çok kere, bu yer­ leşme işi için teklif, ikna, izah ve alıştırma yolu değil, cebir ve tehdit yolu bile tutulmak gerekir. Bu yolu tutan memleket aydınlarının, milletleri tarafından verilme, ina·­ nılma derecesine göre neticeler belli olur. Yani, ya mem­ lekette sonsuz bir huzursuz!

�,

küskünlük ve reaksiyon

sürer gider ; yahut yeni kıymetler, reaksiyonsuz yerleşir.

O zaman, memlekette morfoloji (yani dış gorunu­

şü) bakımından birlik

doğmakla beraber iç dünyasında

ikilik kalmamasına dikkat etmek gerekir. Bunun için ise,

ya müstemlekeci devletler metodunu, yahut ikl}a ve

izah

metodunu seçmek l izımdır. Birinci metod Deli Pctro'nun milletine ve onun akıbetlerine, yahut Amerika'da, Afri­ ka'da, Asya'da görülen mahvolmuş, yokolmuş kavimlerin akıbetine varır dayanır. Teklif, izah, ikna v_e alıştırma metodu ise - inkılapların ilk zaruretleri, ilk şiddetleri peşinden ele alınmak suretiyle - vatan

bütünlüğünü,

milletin tabii gelişmesini sağlayan büyük faktör olur. Cumhuriyet devrinden önceki ri

yenileşme teşebbüsle­

bir tenakuzlar silsilesidir. Çünkü, yenilcş�e teşebbü�

süylc bu dünyada, bu dünyanın şartlarına uygun bir ce­ miyet bünyesi kazanmak amacı güdülmektedir. Halbuki, Cumhuriyetten önce nerede ve ne zaman yenileşme te­ şebbüsü olmuşsa, bu

teşebbüse esas olan

l!_ıİf eketlerin,

müeseselerin, yani yeni kıymetlerin gerekçesi hep Kur-an' da, dinde aranmıştır. Matbaa açmak hareketi, elbette bir yenileşme teşebbüsünün ta kendisidir. Ama bunun için Müteferrika İbrahim Efendi'nin c Vcsile't-üt Tab'aı adlı gerekçe ile, bu hareketin dine, Kur�an'a uygun olduğunu

isbat etmesi şiddetle lazun olmuştur. 43


Askerliğirnizde

değişiklik

yapmak istediğimiz vakit

de aynı yolu tutmuşuzdur. Şeyhülislimdan fetva alarak bu değişikliğin dine, Kur'an'a aykırı olmadığını açıkla­ mayı ilk şart bilmişizdir. Görülüyor ki cumhuriyete kadar devletimiz dini bir devlettir. Bütün teşebbüslerini, işlerini, hareketlerini hep dinin karşısında, onunla yanyana muhakeme eder. Böy­ lece, dünya işleri, din ile içiçedir, denebilir. Din adamı­ nın -mesela bir Şeyhülislfunın . . . - olmaz dediği

şey,

haramdır. Yapılırsa bile kaçak yapılır. Bu yüzden de te­ şebbüsün bütün neticelerine varılamaz. Yan yolda bıra·­ kılır. Bırakılmazsa din büyüğü, din adamları, yeniçeriyle, askerle birleşerek o teştobbüsü kökünden yoketmenin yo­

lunu bulurlar. Mese l a Genç Osmart için böyle olmuştu ; 1 1 1 . Ahmet devrinde böyle olmuştu ;

111. Selim ve Alem­

dar böyle yokedilmiştir ; 11. Sultan Mahmud'u ilk ağızda kımıldatmıyan onlar olmuştur. Halbuki, din adamlarının, dünyadaki gelişmeleri bü­ tün inceliğiyle takip edip anlamaları ne kadar imkansız­ sa ; dini, her gün gelişen müsbet bilgilerin gereğine göre, kaide, çehre, hüküm değiştiren bir kıymet gibi alm ak

,

o

kadar yersizdir. Bütün bi r astronomi ilmini mutlaka Kur'­ an'dan ıçkaracağım diye uğraşanların, esasen neyi hallet� tiklerini anlamak güç olduğu gibi ; bugünün bütün bir tıp,

mfiliye, iktisad ilmini Hazreti Muham.med'in sözlerinde izah edilmiş bulmak isteyen dostların da dinimize hizmet ettiklerine inanmak güçtür. Yenileşme ve ilerleme hareketlerimizin başında, ilk zamanlar padişahlar, devlet adamları gelir. Halbuki padi� şah, dinin en büyük mümessilidir de.

O,

halifedir. Pey­

gamberin vekilidir. Bu itibarla yenileşme hareket ve ham­ lelerinin, dinin çerçevesi, buyruğu içinde olmasını tabii

44


gömıek gerekir. Ama sonralan, halkı gaye bilen ideoloji­ lerle teşebbüs halka veya halkın mümessillerine geçmiş­ tir. Belki Fatih devrinde bile izlerini bulacağımız yeni­

leşme hareketlerinin XVIII.

asırdan itibaren bir nevi mec­

buriyet h fil ine girdiği görülmektedir. Zaten milletlerara­ sı münasebetler neticesinde edinilecek birçok yeni kıy­ metlerin böyle zaruretler neticesi,

bir millet hay-.ıtında

yerleştirilmesidir ki, kültür değişmeleri davasında yer alır . Bizim 18 inci asırdan bu yana kendilerinden yıldığımız, çekindiğimiz veya kendilerine imrendiğimiz Avrupa mil­ letlerinden almaya çalıştığımız kıymetlerin hikayesi, in­ kıtaplarımızın başını en az iki asır önceye kadar götürür. Cumhuriyetten önceki ink ıl aplar , Lfile devrinde,

il

III.

1 inci Abdülmecit zamanında ve nihayet 1908 Meşrutiyeti ile IJ nci Abd ii lh amid zamanında kendilerini gösterirler.

Selim

zamanında,

nci

Mahmut

z amanında,

Enteresan olan taraf şudur ki, Cumhuriyetten önceki yenileşme hamlelerinde de müsbet ilimler memleketimize girebilmiştir.

Fakat

zihniyeti

girmemiştir.

ilim zihniyetinin girmemesi yüzünden de,

Bu

müsbet

bir kül olan

müsbet ilimler ; itibarlı, itibarsız gibi sınıflara bölünmüş­ tür. Yani bir kısım ilim, Avrupa usulüne, metoduna uyu­ larak öğrenildiği halde ;

bir kısmı ya hiç öğrenilmemiş,

yahut çok iptidai bir halde bırakılmıştır. (*) Mesela 111. Selim zamanında, mekanik ve riyaziyenin Avrupai anla­ mına mukabil tıp teşhissiz, tatbikatsız, hastane.siz okutul­ muştur. İnkılilplar yapılırken şuna dikkat olunmak gerekir : Bir milletin dinamik kıymetleri arasında tasfiyeler yap-

(*J

Turhan, Mümt.'ız; Kültür Değişmeleri,

S. 1 83

e

bakınız.

45


mak, onların yerine başkalarını koymak kolay olmasa bi­ le tehlikesizdir. Mesela, iktisat alanında devletçiyken bu­ gün liberal olunabilir. Siyaset alanında, dün mutlakiyetle, sultanla idare edilirken bugün meşriltiyetlc, cumhuriyetle

idare cdil �bilir. Maliye sisteminde, 3.şar yerine vergi ko-­

nulabilir. Maarif sahasında medreselerin yerini

mektep­

ler alabilir. Bu sahada müşkülat, müesseselerin kurulmasından zi yade

zihniyetin

yerleştirilmesindedir.

Fakat,

milletlerin

kültür müesseseleriyle, manevi kıymetler üzerinde yapı­ lacak tasfiye teşebüsleri cidden büyük dikkat ister. Arkasinı büyük, şerefli tarihe, tarihe malolacak aza­ metli başarılara

dayaınıyanlar,

milletleri

sevgi, saygı yaratmamış olanlar ;

arasında

inan,

Kültür müesseseleriyle

manevi değerler üstüne tasfiye hareketine kalkışmamalı­ dırlar.

Kalkışırlarsa, müstemlekeci metoda, yani

tehdide, tasfiyeler

tasfiyeye ise,

başvurmaya

ekseriya,

mecburdurlar.

yerleştirmek

cebre,

Bu

türlü

istediğimiz

yeni

kıymetlerin aleyhinde olmaktadrr. Çünkü zorlanan şuurlar, vicdanlar -kökünden yok edilmedikçe- bu yeni kıy­ metler düşman kesilmekte ; bu yeni kıymetleri yerleştir­ mek istiyenleri düşman bilmektedir. Böyle bir ruh duru­ mundan ise asıl inkılap ve inkılapçılar zarar görmektedir. Bu hususta, yakın tarihimizden alınmış bir misfil ve­ relim : Yeniçeriliğin bu memlekete XVII. asır sonundan beri ne büyük kötülük, zarar getirdiği bilinmektedir. Fa­ kat bu zararı önlemeye ve bu ocağı düzeltmeye hangi pa­ dişah, hangi devlet adamı çalışmışsa ya başaramamış, ya mahvedilrniştir. Bu ocakda şu veya bu din ulusunun ne­ fesi, hatırası var zannedenler daima ıslah teşebbüsleri n i kanla önlemişlerdir. Ama hayret veren bir hadisedir ki,

il. Mahmut zamanında yeniçeriler kaldırılmıştır. O vak-

46


te kadar ulamayı, halkı kendi taraflarında bulunduran bu ıncl'unlaşmış kuvvet ; bu devrede, bilhassa Yunan isyanı­ nı bastıramamıştı. Sayıca daha az olan Mısır askerlerinin

bu bastırma işini başarması üzerine halk ve ulema yeni­ çerilerin zararı, faydasızlığı üzerinde, yenileşme taraftar­ lariyle, padişahla birleşmiştir. İşte o vakit olmaz, yapıla­ maz denen şey gerçekleşmiş, yeniçeriler yok edilmiştir.

İnsan ; bu hadisede, inandırma yoluyla bir müesseseyi halkın eliyle tasfiye ve yerine başka bir müesseseyi yer­ leştirmenin ne kadar mümkün olduğunun açık misalini görebiliyor. Cumhuriyetten

sonraki inkılaplarda

da Atatürk'ün _

ilkin milleti ikna yoluna baş vurduğunu biliyoruz ; uzun seyahatler, hazırlıklar, izahlar, konuşmalar, hitaplar ya·­ par ve mutlaka teklif etmek istediği yeni değerlerin an­ laşılmasını sağlamaya çabalardı. Bu itibarladır ki Türkiye'de inkılaplar kansız, şid­ detsiz olmuştur, denebilir. İnkılaplar bahsinde dikkat edi­ lecek asıl taraf : yerleştirilmek istenen müesseseleri veya değerleri, bir şahsın, bir zümrenin arzusu, cebri, sembolü haline sokmamaktadır. Cumhuriyet devri inkılaplarıyla daha öncekilerin açık farkı şudur : Daha önce yapılanlar, garbın büyük ve teh­ likeli devletlerine karşı yapılmış bir fedakarlık, bir conccs� sion'dur. Devlet bunları yapmakla, ya tahtını, ya bahtını kurtarmak sevdasında veya oyunundadır. Halbuki Cumhuriyet devrinde, inkılap denen teşeb­ büsler, ancak ve sadece milleti yükseltmek emeliyle ya­ pılmıştır. Yerleştirilmek isterien kıymetlere (kıymet hük­ mü halinde veya şeniyet hükmü halinde olsun), bizatihi inanılmaktadır.

47


İnkılap dediiimiz yeni teşebbüslerin daha öncekiler­ den asıl farkı ; istiklal zemini üzerine kurulmalarıdır. Os­ manlı İmparatorluğundan Türkiye devleti hfilindc beliren devletimiz dış dünyaya, yani batı, yani Avrupa dünyası� na karşı müthiş bir zafer kazanarak tam hürriyetini ka­ zanmıştır. Kapitülasyonlar, uDüyilnu Umumiye • gibi bü­ tün köstekleri koparmıştır. Ondan sonradır ki, o fileınler­ den vatanına alınmasını lüzumlu gördüğü şeyleri toptan almaktan çekinmemiştir. Cumhuriyet devrindeki inkılapların başka bir fari­ kası : bir sıraya konmuş olmasıdır. İlkin, inkılap denen yenileşme zihniyetiyle tezat teşkil eden müesseseler or­ tadan kaldırılmıştır. Mesela Hlikliği kurmak için, onunla nt dü..5en halifelik müessesesinin kaldınlması ön plana alınmıştır. Müsbet ilmin, metodunun ele alınması da ancak bu laiklik prensibinin yerleşmesiyle mümkün olabilirdi. Üni­ \'crsitclerin kurulması da ancak müsbet ilmin ve metodu­ nun kayıtsız şartsız hürmet görebildiği bir laik cemiyet­ te mümkündür. Bugünkü nesillerin, inkılap mes'elesinde düşüncele­ şöyle ifade etmek mümkündür : Türk �illiyetçiliği­ nin ideali, geri dönmek ve yeniden uçuruma sürüklenmek değildir. Ama Türk milliyetçileri, hayatı sonu gelmez in­ kılfıplardan da ibaret bilmemektedirler. Onlara göre, el� deki inkılapların durultulması, sindirilmesi, alınacak en iyi neticenin alınması şimdiki neslin galiba baş vazifesidir. rını

Bununla beraber, kültür müesseselerim�i başkaları­ na muhtaç olmayacak hfile getirmek, bu nesilerin idealin­ de ilk hamleyi meydana getirmektedir.

48


VATANIMIZ

Daha

önceki

yazılarımda,

milletlerin

ilerleme

yenileşme ideallerini gerçekleştirmeye yarıya_!l, letin milletlerarası münasebetlerini düzenlemeye,

ve

bir

mil­

o

mil­

leti, ileri milletlerin hizasına yükselmeye imkan kazan­ dıran dinamik değerlerden bahsetmiştim. Bunlar, aynı

za�

manda, batı medeniyetıni yaratan müsbet ilimlerin de ko­ nusu bir sıra çalışma sabalan idi. Gördük tirmek

ki, bu değerleri millet ihtiyacına göre değiş­

böylece milletin

refahını,

ilerlemesini

sağlamak

hem mümkündür, hem lazımdır. Yine belirtmiştim ki, bir millet, bu dinamik değerleri bahsinde hangi millet ilerde ise ona baş vurmak ; onun metodundan, müesseselerinden faydalanmakla ödevlidir.

Bu

ödev,

milliyetçiliğin,

yani

milletini sevmek ve onu yükseltmek ideolojisinin de ilk şartıdır. Türk milliyetçiliği de

ne zaman belirmişse ora­

da ve o zaman, garba yönelmek yani müsbet ilimleri bu memlekete yerleştirmek, böylece yurdumuzu örnek bir vatan haline yükseltmek heyecanı da birlikte doğmuştur. Öyle ki ; milliyetçiliğimizin tarihi ile yenileşme ve ilerle­ me tarihimizi birlikte mütalaa etmek, onları anlamamız için, bir zarurettir. Bundan başka gördük ki bir milletin ilerlemesinde son derece mühim rolü olan inkılapların, müsbet ilmin, ya-

(•)

9 Haziran 19Sl tarihli yedinci radyo konuşması.

49


ni

dinamik değerlerin

yardımından faydalanması

kesin

bir şarttır. Hele inkılapların bu dinamik değerler alanına

giren kısımlarda yapılması, çok kolay olmasa bile, millet hayatında, nisbeten tepkisiz ve zararsızdır.

Fakat ; bir milletin yalnız ferah ve ilerleme ideali ile yürüyerek kendini boyuna değiştirmesi, onu başka mil lctlerin manevi sömürgesi haline sokmaktadır. Şahsiyet­ siz teklerin aile ve cemiyet yanındaki durumları, aileye ve

cemiyete

zararları

ne ise,

şahsiyetsiz yani

sömürge

kütlelerin insanlığa zararı odur. Şimdi anlaşılmaktadır ki, insanlık, bir şahsiyet olarak kendine katılan

ve

milletler­

arası nizamda, sevgide rolleri olan kütlelerden fayda göre­ bilmektedir, kütle veya sömürge kütlelerden değil ! Bundan başka ; bu dinamik değerlere miliyetçilik ide­ olojisinde

ön

safta

yer verirken

unutulmaması

gerekli

noktalar vardır. Milletler bu dinamik kıymetlerin konu­ su olan münasebetleri alırken o sahalarda kendilerinden üstün

görünen milletlere hayranlık

duyarak

kendilerini

yitirebiliyorlar. Bugünkü Batı medeniyetinde bütün me­ deni insanlığın perde perde emeği olduğunu unutup, OC... nek aldıkları milletin veya milletlerin tabii, kopyacısı ha­ line dönüşebiliyorlar. İşte o zaman ; o millet için çökme, da­ ğılma, milletlere yem olma, manevi, hatta maddi sömür­ ge olma felaketi beliriyor. Bu itibarladır ki, bir millette ilerlemeyi, gelişmeyi, dinamizmi

sağlayan bu türlü değerlerin

müesseselerin

karşısına ; o millete istikrarını veren değerleri, müessese­ leri de koymak lazımdır. Bu türlü kıymetlerin müşterek vasıfları : Bütün bir milletin

çocukları

tarafından,

tarih

boyunca

yaratılmış

olmalarıdır. Milletin en silik, en huysuz ferdinden en yi-

50


·ğit, en idealist ferdine kadar, bütün çocukl�l"_!nm yarat� makla el birliği ettiği bu değerler ; ağır ağır kurulur, yer­ leşir, gelişirler. Yerleşmeleri ve gelişmeleri için bir tarih uzunluğu gereken bu değerler ; artık ra.-:tgele fertlerin ar­ zusuna, keyfine bırakılamaz, değiştirilemezler.

Böylece

rastgele heveslerle yıkılıp

bir milletin

istikrarını

sağla­

makta büyük bir faktör olurlar. Bunlara milletlerin « ebc­

<fi değerleri » adını vermek yanlış olmaz. Bir milleti sevmek, sevdirmek istiyen idealistlerin ; o milletin çocuklarına işte bu ebedi değerleri tanıtması Hl­ zımdır.

O

zaman ; geçici değerler üstünde dağılacağı yer­

de, sevgi, tarih boyunca yaratılan ebedi değe�er ü�tünde toplanır. Millet dediğimiz büyük, anonim kütlenin yarat� tığı ve üstünde birleştiği bu değerler, bu gerçekler, bu müesseseler. . .

milletlere

öz damgasını

vurur.

Buqların

hepsini veya hepsine yakın çokluğunu benimsemedikçe, milliyet denen imtiyaz, edinilemez. Bu müşterek, bu ebedi değerlerin başında vatan gelir. Bu milletin çocuklarına göstermek gerektir ki, millet denen canlı varlık, havada ve hulyada değil, vatan de­ nen coğrafya üstünde yaşar. B i r memleketin coğrafyası, ilk bakışta, ne kadar aşa­ ğı, ne kadar zavallıdır ! Bu coğrafya, ister es!arlı dağlar, ister yalçın kayalar, ister cennet gibi ovalar, ister kuş uçup kervan geçmez bozkırlar olsun : İnsanın, hayvanın çiğnediği bir ölü filemdir . . . Kahramanın çizmesi , atının nalı, çobanın kayıtsız ayağı onun yüzüne, gözüne aynı kayıtsızlıkla basar. Katilin haksız yere döktüğü kan bu vücutta yayılır ; her şeyden habersiz çoluk çocuğun tek­ meleri onun bağrını tepele r ; dost çiğner, düşman çiğner . . .

51


Aslanla sırtlan, bülbülle karga, kurtla kuzu, atla1 eşek, tıpkı hamle sadık ve tıpkı adille zalim gibi bu gövde· üstündedir. Bu birbirini inkar eden, birbirinden tiksinen varlıkların altında coğrafya hep bir ve deği�mez boyu� eğmesiyle görünür. Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıt­ sızlıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır. İyinin, kötünün,. dostun, düşmanın, insanın, hayvanın ayağı altında boyun, eğen bu gövde, silkinir ; uçurum uçurum deri!1lcşir, zirve.· zirve heybetle dikelir. Sıtma renkli bozkırın, bitkin, tes­ lim olmuş yüzünde bütün damarlar gerilir ; toprak, yarık yarık, obruk obruk bir ejderha ağzı gibi açılır. Her elin uzanıp devşirdiği meyvalariyle herkesin olan bir güzelin' zavallılığını hatırlatan gümrah ovalar, bir kasırga sahne­ sine döner. Her dal bir k argı, her tane bir kurşun, her· ince su kanlı bir batak olur. Hulasa, bu cansız coğrafya bütün varlığiyle şahlanır, geçilmez uçurum, aşılmaz sınır durwnuna girer. İnsan, o vakit güzel olarak, büyük olarak kimi varsa ve insan topluluğu iyi olarak sevgili olarak neyi yetiştirmişse bu uçurumların başına, aşılmaz sınır-­ lara yollar. « Boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür», diye· horladığı kayıtsrn:a çiğnediği bu toprakların her adımına, anaların illerin özene özene hazırladığı zek alarını, yiğit­ lerini hesap aramadan kurban verir. Çiğnenen şey, baş tacı olmuştur ; cansız ve tarafsız coğrafya vatan olmuştur. Ortada bir mucize vardır : Bu­ nu kim yapmıştır, nasıl yapmıştır ? Vatanların ilk doğuşu ne kadar bulutlu.�:lur ! Hangi­ kütle vatanını seçmekte serbest olmuştur ? Yer yer akan sel sularına, kaynak sularına benziyen insanlanil yer yer toplanıp coğrafyanı n yatağına, kabına göre Mçim alma­ sında tesadüfün oyunları ne kadar büyüktür ! Türkmen52


iicr Hazt:r'in şimalinden geçselerdi, şimdi kimbilir ha ngi­

·sinde, hangi

yerde idik ? . . . Birleşik Amerika)ı kuranla­

rın çıktığı yerlerin değişikliğini, çıkışlarında hakim olan :sebepleri düşününüz : Hangisi bugünün Amcrikasını, dev­

:ktini

kurmak emelini taşıyordu ? Tesadüfün rehberliği ile çiğnenen otluklara, dağlara,

-clökülen bu ilk emekler ne olursa olsun ; vatanların baş­

l angıcı

irMe dışı tesirlere dayanır.

Ana ve babasını seçmekte,

doğacağı yeri istemekte

serbest olm.ıyan çocuğun, iradesini kazanıncaya kadar ge­ çirdiği müphem karanlık, hatta adsız devre pek benziyen :bu coğrafya ve cemaat adsızlığı, yavaş yavaş silinir. Ne­

siller

orada

yaşama ve mes'ut olma şartlarını parça parça

·yaratır ve sonra kütle adı alır, ayrı bir karakter kazanır. Artık' bu kütle doğuşun, karanlığını yırtmış ; insan topra­

ğın

ve toprak insanın adını almı�tır.

İn.san kütlelerinin bu adsız coğrafya üstünde yaşama

ve mes'ut olma şartlannı yaratırken birleşmeleri, birle­ şik kütlelerin zaman içinde müşterek hareketleri " millet »

·olmanın

iki büyük şartını yaratır. Bu şart, müşterek

ta­

rih'tir. Bu andan başlıyarak kütle de coğrafya damga­ sını vurm uştur. Hücum ederken, hücum edilirken artık ortada • muayyen • bir cemiyet ve onun yurdu vardır. Va­

tan

doğmuştur. Bu doğan vatanın tamamlanması için in­

san kütlelerinin din, fille , ahlak, irfan, dil ve edebiyat, sanat, hukuk, devlet, iktisat gibi. . . müesseseler meydana getirmesi ; gaye birliğine, aynı adete, an'aneye, öffe sahip •olması 13.zun gelmiştir. Bu müesseselerden

her birinin

ne kadar ağır fedakarlıklara malolduğunu anlamak için :

Dağınık hurafelerin. mazbut bir millet dinine dönebilme­ -sindeki eziyetleri ; kör ihtiyaçlar yığınının millet iktisadı lhaline erişebilmesindeki sonsuz kahırları ; her biri bir par-

53


ça toprakta, başka bir ağızla derd� anlatan aşi!ctlerin tek dille anlaşabilmesine gerekli cehitleri . . . örnek olarak düşünelim ! Vatanlardan sonra vatandaşların da doğuşunda, « ta­ imkan », « tarihi zaruret» diyebileceğimiz faktörleri hesaba katmamız lazımdır. Biz İrlanda' da doğabilirdik ; Truman Türkistan'da dünyaya gelebilirdi . Ama, işte böy­ le olmamıştır. Realite şudur ki biz bu toprakl�rda doğmu­ şuz, Truman da Amerika'da ! . . . Soyları.mızın geçirdiği ilk yerleşme maceraları, bittikten, vatan kurulduktan, soyu� muz ve vatanımız adını ; damgasını aldıktan sonra doğu­ şumuz, yaşamamız, adımız, sanımız, artık muayyen bir kader çerçevesine girmiştir. Milletimizi değiştirmedikçe, yahut vatansız kalmadıkça bu kader çerçevesini, kolayca,. istiyerek değiştirmemiz imkansızdır. Çünkü saadet, fela­ ket, iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, doğruluk, eğrilik anlay•şıniız hep bu çerçeveye göre ayarlanmıştır. Bun­ dan şikayet edenlere sadece şaşarız ! Çünkü her millet böyle bir çerçeve içinde, bu türlü imkanlara, zaruretlere göre kurulmuştur. Kendi vatanımızın çerçev�sinden, ta­ rihi zaruretlerinden kurtulmak istesek, vaziyet ne olur ki ? « Kader birliği » , 11 Tarih birliği » ve daha başka mües­ seselerin birliği ile, şu topraklar üzerinde gerçekleştirebil� diğimiz anlaşma, başarma, sevme, sevilme, duyma, bil­ me . . . gibi her şeyden uzak kalmış ; bizimle hiç münase­ betli olmıyan diğer tarihi imkanlar ve zaruretlerin çer­ çevesi içinde kaybolmuş oluruz. « Gurbet » denen motifi bu kadar iyi anlıyan Türkler, bu kaybolmanın ne idiğini bütün insanlardan iyi bilirler ! Bu bakımdan bizim için, vatansızlık feiaketiyle karşılaştırılacak bir felaket akla getirilemez ! Atina veya Isparta beldderinde de en büyük ceza, sürgün değil miydi ? Vatansızlığın insan benliğinde meydana getirdiği korkunç eksikleri bilmek için, yabanrihi

54


cı bi r memlekete giden veya bir memlekete yeni mal olanların nelere cür'et ettiklerini ölçü gibi almak yanlış olmaz. cc Sergüzeşt anyan» diye tanıdığımız bedbahtların, bütün zekfılariyle, cesurlukları ile birlikte insanlığa ge­ tirdiği zorlukların sebebini, en sonunda, vatansızlıkta bul� muyor muyuz ?

Coğrafyadan vatana yükselişin kaç milyon faciaya, kaç milyar hadiseye, kaç milyar acıya malolduğunu an­ lamak için doğuran bir ananın yanında bulunmak, onun çektiğini uyanık bir yürekle görmek lazımdır. Karnına düşmeden bir zerre, çok bayağı bir kimya z�rresi olan ; hatta karnına düştükten sonra, dokuz aylık bir !llihnet, çile devri içinde bile her şeyi bilinmez bir adsız « yük » olan çocuk . . . doğarken anasını kaç kere öldürür, diril­ tir ! p oğmadan bir yabancı olan ve çok kere ölümüne ağ­ lanmıyan bu adsız et parçası için ana, ilkin canında da ileri tazeliğini, insanlığın övünme mevzuu olan güzelli­ ğini vermiştir. Yıpranmış, hazan sakat kalmış, mahrumi­ yetler yüzünden manası yitirilmiş bir bedenden sonra bütün arzuların gömülmesi gelmiş, bunlara katılmıştır. Adsız, şekilsiz bir zerreden adlı, sanlı bir ş�siyet haline getirdiği yavruyu ya « el almış gitmiş, ya sel almış git� miŞD , yahut da cansız coğrafyayı ebedi vatan yapmak için sınıra gömmek icabetmiştir. Şu üstünde bulunduğumuz toprakta dokuz yüz yıldan beri doğanların, ölüp bu top­ rağa gömülenlerin sayısını kim bilir ? Bir arşınlık yerini sulayan yiğit kanının, göz yaşının, alın terinin, göz nuru­ nun, zekfı nurunun hesabını kim yapabilir ? Yüzlerce yıl­ dan beri toprak olan Türklerin ayıkladığı pürüzün, dol� durduğu uçurumun akıl almaz büyüklüğünü, bunların şimdiki nesillere sağladığı nimetleri anlamak için -ta­ mamlıklarını kazanmak yolunda-- bugün milletlerin kat­ landığı korkunç fedakarlığı, ölçü gibi kullanmak yeter. 55


İşte böylece ; Türk annesinin özünden gözünden kıs­ kandığt sevgilisini, sevgilisinden sevgili evlatların milyon­

lar ve milyonlarcas1D1 kurban vermek ; milyonlar ve mil­ yonlarca çiftçinin, işçinin el emeğini ; alın terini bu coğ­ rafyaya dökmek ; milyonlar ve milyonlarca bilgin, sanat­ kar ve fikir adamının zekasım,

zevkini,

düşüncesini bu

coğrafyaya akıtmak suretiyle bu vatan kurulmuştur.

O

zaman, bu vatana bağlanmanın hikmeti ne giizel

anlaştlır ! Vatana bu bağlanmanın, yal teknesine sadık ka­ lan bir köpeğin bağlılığına benzemediğini anlamak için şu

hayfili

göz önüne getiriniz : Amerika'nm, İngiltere'nin,

Türldye'den ileride, mamur ve zengin olduğunu kim bil­ mez ? Fakat memleketin çocuklarını toptan bu ileri, zen­

gin ve

mamur illere göçürmeyi akla getiren bulunur mu ?

Yerin, göğün, hul asa : Kaza ve kaderin yazısiyle baş­ lıyan vatan meselesinin bugünkü haline bakınız : Millet

adına 13.yık hiç bir cemiyet, yurdunu gönül nı.:asiyle bı­ rakmamıştır, bırakamaz !

56


TARİHİMİZ

Tarafsız coğrafyanın vatan haline gelm.esi için har­ emeklerin bir aynası, bir haznesi, bir haf!Zllsı var­ dır : Tarihimiz!

canan

Üstünde bugün sereserpc gezdiğimiz bu top­ raklar, vatanımız olabilmek için Türkmen, yetiştir­ diği en seçme yiğitleri, en sevdiği, üstünde titre­ diği zekfiları, dokuz yüz yıldır buralarda eritmiş, bura­ lara akıtmış bulunuyor. Türk illeri dört yandan, ille Bizans, Adalar, Ermenistan, Gürcistan yanından düşman illeri ile çevrilmL5ti. Buralarda kılıca kılıçla, baskına bas­ kınla, akına akınla karşı koymak gerekiyordu ; her an tetik davranmak, tedbirli olmak, yiğit kalmak şart olu­ yordu. Bundan ötürü hayat çetin, ateşli, fakat kahraman­ ca kurulup gidiyordu. Şüphe yok : karşılarındaki düşman da böyle idi, böyle yetişiyordu. O da yeni hıristiyan ol­ muş, o da dininin emrini her buyruktan üstün görmek­ teydi. Bu itibarla �ürkmenlerin durumu çok zordu ; her iin geldikleri yere atılabilirlerdi. Ama hiç de öyle olma­ dı ; en çetin şartlan bile yenebildik: ve bu toprakları yekpare bir vatan hfiline getirdik. Demek ; Oğuz boylarının, yaru bu vatanı kurup, onu birleştirip, beylikler, imparatorluklar halinde yaşatanla­ rın, Önasya'da, hele Anadolu'da uğradığı türlü suikast57


lcre rağmen ayakta kaldığı, erimediği ; tarihimizin öğ­ rettiği ikinci hakikattir. Bu suikast şebekeleri yalnız in­ sanlar, hükumetler tarafından ve silahla olmamıştır ; ta­ biat, kaza ve kader, kültürler ve medeniyetler. . . Hepsi de Türkmen'in bu vatanı kurmasına yahut eriyip gitme­ sine elbirliğiyle çabalamıştır. Bir yanda eski Yunan kültürüne dayanan, nüfuz­ lü, eritici, Bizans İmparatorluğu ; bir yanda dört yüz mil­ yonluk kitlesiyle bir ahtapot olan Çin ; bir yanda kesil­ dikçe üreyen mahşer : Islavlar, bir yanda İ�<!,'dan önce 3000 yıldan beri Önasya'yı haraca kesen Samilerin yep­ yeni bir fışkırması ; bir yandan barbarlıklarını pek silkip atamamış Latinlerin, Cermenlerin, Anglo - Saksonların elinde yaman bir taassup ve istila yatağına kesilen Hıris­ tiyanlık ; bir yanda bu Hıristiyanlığa karşı canını kurtar­ maya çabalıyan Müslümanlık . . . ; nihayet, Gürcüier, Erme­ niler, « Cincvizlerıı , Sırplar, Arnavutlar, Bulgarlar, Ru­ menler, Yunanlılar gibi düzinelerle külahlı, 2}1 Satlı, yarı barbar, yarı mutaassıp, kah dindar, kah çapulcu ; ticare­ ti, ilmi, hatta sanatı haraca kesen kümeler . . . Türkmen, işte bu ihtiraslar, bu birbirini tamamlıyan. suikastlcr ve türlü sebeplerle bilenmiş bu silahlar ara­ sında, Önasya' daki tarihini, vatanını yarattı. Yarattı ve yaşattı. Bu hakikat ; Türkmen denen, Oğuz boylan de­ nen, Garp Türkleri denen, kah Selçuklular, kah Osman­ lılar heyetinde görülen realitenin canlılığını gösteren ateşten oktur : Zamanla, bütün o düşman, o bize karşı birleşik varlıklar, ya başka kanallara akıtılmış, ya Türk� men'in iş ortağı hfiline sokulmuş, ya kötül� yapamaz­ hfile getirilmişlerdir. Tarihimizin öğrettiği üçüncü büyük hakikat : Oğuz Boylarının Önasya'yı ele alması ; şarkı, hele İslam dün-

58


yasını

kurtaran eşsiz bir

müdahale

olduğudur.

İsa'dan

sonra tek istila gösterilemez ki neticesi bakımından Türk­ menlerinki kadar büyük, hayırlı olsun. <<Tabiatla müca­ dele ede ede pişmiş, tabiat kanunlarını kavramış ; reali­ teye, müsbet düşünüp görmeye alışmış, m anen de mez­ hep mücadelesiyle yıpranmamıp bu yeni faktörün Ö nas·­ ya' da işe başlaması insanlık için tam bir nimet olmuştur. Bu müdahale ilkin düşünce hürriyetinin, vicdan hürriye­ tinin Ö nasya'da, Akdeniz'de kurtarılması için bir nimet olmuştur. Şarka yönelen ilk rönesans olan eski Yunan mede­ niyeti, İskender'in ululuk hastalığına, m acera düşkünlü­ ğüne kurban gidip yıkılınca ikiye ayrılmıştı. Birisi Garp­ ta Roma'nın, sonra kiliselerin mirası oldu. Klasik Avrupa Rönesansı'nı

XVJ.

asırda doğuran §.miller içinde bu mi­

rasın da yeri, var, ama o vakte kadar Garbın iskoJastik tarz elinde sürünmesini önliyememiştir.

Bu rönesansa

kadar

cihandaki düşünüşün, bilginin asıl nazımı Şarkt_adır. Eski Yunan medeniyetinin Doğudaki varisleri : İsken� deriye, Antakya, Silifke, Bergama . . . Hep Helenistik Ça­ ğın imparatorluklarına merkez olmuştur. Bunlar, Bizans mirası olduktan sonra

tamamiyle

müslümanların

eline

geçmiştir. Emevilere, hatta sadece Abbasilere kalsa, He­ lenizm mirasından istifadeye imkan kalmazdı. Gerçekten de, Helenizmin, ille neo - platonisme'in metinleri, İbra­ nicçye çevrildiği o sıralarda gerek İslam,

gerek Bizans

füeminde, korkunç din kavgaları olmakta idi. Yunan fel­ sefesine sadık kalanlarla Bizantinizm arasında kanlı çar� pışmalar sürüp gitmekteydi. Bu yüzden medeniyet eser­ leri yıkılıyor, yıkılıyor, mahvoluyordu. İş böyle gitseydi, Bizanslıların ve Arap Ortodokslarının elinde o eski me­ deniyetin zerresi kalınıyabilirdi. . .

59


Türkmenlerin Önasya'da, İslam dünyasında yerleri­ ni alması, işte bu devreye rastlar. İster Abbasiler adına,

ister müstakil devletler halinde iş görsünler ; eski klasik metinlerin Arapçaya çevrilmesi, aklın nakle Üstün görül ­ mesi, vicdan serbestliğinin riayet gönnesi onların karak­ teristliğini teşkil etmiştir. Şarkın ilk rönesansı da bu sa� yede, Doğu'da İslam Türk dünyasında doğmu�t11r. Yakın Şark ı gerçek bir inhitattan kurtaran bu Türk­ men müdahalesi, bu ilk Şark rönesansı ; daha sonraki Arap halifclerle onlardan kuvvet alanl arın elinde bo­ ğulmak üzereydi ki Anadolu'da Yakın Şark'ta yerleşen Selçuklu Türkmenleri vatanlarını bu rönesansın mirası­ na bir bahçe gibi açtılar. Başka illerde barınamıyan bir Şems-i Tcbrizi, bir Mevlana, bir Sultan Velet, bir Mu­ hiddini Arabi. . . ancak bizim illerimiz.de vicdanına, dü·­ şüncesine hürriyet buldu, yerleşti. Tcsamüh { = toleren­ ce) o devirde Anadolu'yu bütün seçkin insanlığın buluş­ ma yeri yapmıştı . Sonra ; güzel sanatların, plastiğin - heykelin, kabart­ manın, - - minyatürün ; güzelliğine doyum olm ıyan çini­ lerim.izc işlenen insan şekillerinin . . . , bugün bilebildiğimiz kadarı ; heykelin, resmin mahkum edildiği o anda, Sel­ çuklu Türkmenlerinin güzel sanatta, vicdan, düşünce, serbestliğinde nerelere kadar ilerlediğini gösteren başka bir misaJ.dir. Önasya'ya Oğuz boylarının yerleşmesinden doğan i kinci nimet, şu çok ünlü Roma ıı sulhu ünden beri bu aleme tattırdığımız sükftndur, em.niyettir. Her şeyi soyu­ muzun aleyhine yoranların iftiralarına rağmen, insanlık bu nimeti de gün geçtikçe • diliyle ikrar, kalbiyle tasdik » etmektedir. Bizans'ın din kavgalarıyle birer çöl manzarası alan geniş bir kıt'ada Selç ukluların yaptığı yollan, o kuş

60


uçmaz, kervan geçmez

isteplerde sultan hanları şeklinde zekayı , zevki, medeni ve sosyal anlayışı bir göz önüne getiriniz ! Buralardan insanlar, zenginlikler aktı. Bunlarııı akması için sulh ve emniyet denen bugünün varlığı şarttı. Büyük ticaret yollan Yakın Doğu'daki dev­ letlerimizden geçiyor veya oraya dökülüyor, yahut or':l­ lardaıı başlıyordu. Refah seviyesi durmadan artıyor ; Ana­ akıttıkları

dolu Türk kütleleriyle doluyordu. Bizanslıların ne onla­

rın peyki olanların zaafı, taassubu yüzünden Yakınşark ı parçalıyan anarşi devri , böylece bitmiş ; h erke si malından, canından emin bırakan büyük bir devlet sistemiyle a Türk sulhü ıı doğmuştu . Bundan başka olan, ırk,

mezhep

Türkmenler ;

bi rbirini boğmak üzere

kütleleri arasında devlet nüfuzları, ruh­

larındaki tesamühle yeniden umumi bir

disiplin.

doğruluk

Adalet,

getirdiler.

öye bir tesir

yaptılar ki insanlığa

sükun

ile

doğruluk . . .

birlikte

adalet,

Bu prensipler,

ereceği nimetlerdir. Ve ins an , ancak hay­ yendikten sonra bu nimete erebi­ prensipler, Romalının « Hak, zorundur ! » formülü­

ancak insanın

vanlığını, barbarlığını

lir.

Bu

ne ne k adar aykırıdır ! Bütün dünya hukuku bugün bile bu formülün damgasını taşımaktadır. Bu damgayla yüzü,

özü

kapkara bir ateme Türkler, adfileti, doğruluğu, an­

laşma

zihniyetini

yalnız tavsiye etmemiş ;

onu

tahakkuk

asırlarca muamelelerimizi, hatta .�apitü­ l asyonları bu zihniyetimizin delili alırsam şaşmayınız. « Yaşamak için kavga ıı formülünün medeni fakat Tfük ol­ rnıyan yerlerde İncil olduğunu görüp bizim imparatorluk­ larımızın adfilet, doğruluk, anlaşma zihniyetine • siyaset aptallığı » diye nle rle bir düşünmüyorum. Azlıklara veri­ d a ettirmişlerdir. Azlıklara verdiğimiz hakları,

işgal ettiğimiz

yerlerdeki

len haklar, imtiyazlar, kapitülasyonlar bizim en zorlu, en teşkilatlı

devrimizde

verildiği

için

dünyaya

hangi gözle

61


baktığımızı, bu Şarlken, bu Birinci Fransuva, Bu Borji­ ya'lar dünyasına ne getirdiğimizi mükemmel gösterir sa­ nıyorum. Bütün bunlar doğrudur. Fakat - o kadar büyük baş­ lıyan - Selçuk İmparatorluğunun daha XIII. asır sonunda çöktüğü de bir korkunç realitedir. Bu, yalnız bir siyasi idarenin çökmesi olmamış ; bütün dünya görüşünün de­ ğişmesi ; Türklerin ,garptaki bütün hareketlere uzak kal­ ması neticesini de vermiştir. Dünya ölçüsünde, dünya için acı olan bu çöküntünün Uç sebebi vardır :

Birincisi ;

taze

Selçuk İmparatorluğunun

« haçlılar »

suikastına uğramasıdır : Yeni beldelerimiz, yeni yollarımız üstünden, bu milyonlarca barbar mutaassıp taze bir bah­ çeyi ezen korkunç bir silindir gibi geçti. Haçlılar hücumu yalnız yıkmakla, örene çevirmekle, bütün bir medeniyeti, - insanlığa vadettiği leri

geciktirmekle

kalmamış ;

şarkın

-·-

garba karşı

meyve­ önüne

geçilmez bir şüphe, endişe beslemesine de sebep olmuş­ tur. Bu hücum, Selçukluların ünivcrscl görüşünü yıkmış, dünyayı iki düşman mezhep kütlesine ayırmıştır. İ kincisi : Haçlılardan daha kötü neticeler veren Mo­ ğol istiJası, Moğol akınlarıdır. Haçlılardan kurtulabilen her şeyi Moğollar yoketmişlerdir. Selçuk alemini içinden vur­ makla şarkın en büyük medeniyet amilini ortadan kalk­ maya zorlamıştır. Anadolu'nun Moğol istilasiyle perişan olması ; bir yandan siyasette ahlak bozukluğuna, şahsiye­ tin erimesine ; öte yandan ayyaşların, mutaassıpların or­ talığı basmasına imkan vermek suretiyle de pek şeametli olmuştur.

62


Üçüncüsü ; bu iki amilin tesirleri altında, tertemiz bir Türkmen kütlesinin, disiplini, sıra ve saygıyı yitirmesidir. Sıra ve saygı, mezhep ayrılıkları ile sarsılmamış olmak . . . Selçukluları dünya tarihinin, Orta Çağ'da, kahramanı yap­ mıştı. Bunlardan mahrumluk onları tarümar etti. Şurasını hemen kaydetmeliyim ki dünyada hiç bir ce­ miyet her biri teker teker bir soyu yoketmeye yeten bu üç korkunç suikastin müşterek hücumuna dayanamazdı. Türkmenlerin buna dayanması, hatta daha büyük, daha mükemmel teşkitath bir yeni imparatorluk kurarak ka­ dere meydan okuması. . . Türklüğün nasıl tükenmez bir enerji kaynağı olduğunu ispat eder. Büyük Türkmen küt­ le>si, soylarının hediyesi olan bu enerjiye ; kaynaklarından getirdikleri idare kabiliyetine ; dinlerini n yekpare tutan tesirine, realist görüş ve hamlelere dayanarak bütün bu suikastlcrden daima daha taze çıkabilmiştir. Selçuklu faciasının hemen ardından , Osmanlı İmpa­ ratorluğunu kuranlar, dünya tarihinin daima hayretle, hürmetle göreceği, büyük simalardır. Bu imparatorluğun da bugün çöktüğü bir vakıadır. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir dinamik kudretin de çökmesini tabii bulmak ta­ zımdır. Mesele onun çökmesinde değil, bu çöküntünün şartlarındadır. İnsanlığın tanıdığı en uzun ömürlü imparatorluk olan Osmanlı idaresinin de inhitat sebeplerini - Selçu�lula­ nn ki gibi, - soyumuza, kültürümüze, (yani dinimize, dilimize, musikimize,) dünyaya gelirken seçtiğimiz coğ­ rafya yoluna verenler aldanıyorlar. Bizim anlayışımıza gö­ re Osmanlı İmparatorluğunun inhitatını - binbir amil arasında - dört büyük sebebe bağlıyabiliriz : Birinci sebep : Dünya ticaret yollarının değişmesi, Türk vatanının iktisat bakımından esaslı darbeler yiyerek sarsılmasıdır. 63


İkinci sebep : Haçlıların Türkmen vatanına eksilmi­ .yen bir kinle, şiddetle, boyun a suikastte bulunması ; bu yüzden şarka çöken nefret, öç hislen dolayısiyl e Garp­ Şark münasebetinin dar çerçevede kalmasıdır. Üçüncü sebep : Biz bu haldeyken Avrupa'nın sü r' at­ le kendine geimesi ; büyük devletler hfilinde çevremizi kuşatması ; Ruslar, Avusturyalılar gibi iki zorlu düşmanı - Avrupa siyaset muvazenesini ele alan - korkunç amiller haline yükselmesi ; böylece bizim yapayalnız, tec­ rid edilmiş kalmamız ve üstüste mağlup oluşumuzdur. Dördüncü ve en tehlikeli sebep : Osl!'anlı İmparator­ luğunu ilk kuranların uyanık h areket lcr:i y k yekpareliğini kazanan ve metropol payesini yitirrn...- y en ana vatanın ; sonraki nesiller elinde müstemleken in •.ığrayacağı ihmale. kayıtsızlığa. hatta daha beter zulme u ğ ram ası, har­ canması ; böylece imparatorluğun d av a n ağın ı kaybetme­ sidir. $ema h alinde vcrdi�im bu scbcpkrlc uğradığımız bü­ bu mağlupluk, inhitat silsilesind,:n her kes cenazemi­ ziıı çı k acağını bekleyip miras pay•nd 1..:ık tık lan bir anda ! li r k l c r gene yekpare bir millet tıfıl ı:ıde yani aslın a bakarsarıız, daha zorlu bir halde . . ayaktadırl ar . Bu vakıa ; tarihimizin aksettirdiği eneriı, caıılılık lcvhasmm yanlış olmadığını bir kere daha göste rir_ tün

·---

Dünyada mahşerlcrin kaynaştığı bi r anda, tarihimi­ zın üstüne eğilmek gösteriyor ki, bu vatanı l afla almadık. Buradaki büyük, ebedi Türk şahsiyetini lfıfla kurmadık. Buraları, birbirinden ağır tarih h adiseleri yaratarak « bi­ zim • yaptık. Yendiğimiz düşman kütlelerin meydana ge­ tirdikleri eserleri, yıkmadığµnıza, koruduğumuza üzülen­ ler, kızanlar vardır. Biz o düşman milletlerin yapıp bı­ raktıkl arı eserleri o kadar geçtik ki ; bu memlekete dam-

64


·

�amızı öyle eşsiz iki hayat tnüyle ; zekayla, kanla bas� tık ki buraların artık b aşkalarına ait olması ihtimali kal­ mamıştır. Karşımızdakilerin hayatiyeti yanında bizimki­ nin ne kadar üstün olduğunu bu da gösterir.

Sonra ; buraları yalnız almadık, muhafaza ettik. Hem de bütü n dünyaya karşı ! Bu da bizim kanımızın kuruyup kurumadığını

-

ilkin kendimize, sonra bütilJ! cihana

-

gösterir sanırım.

Bu vatan ; ancak biz tarihi vazifemizi anlamaktan, bu

wazifcyc layık olmaktan çıkarsak düşmanların olabilir.

65


COGRAFYADAN VATANA

Bir memleketin coğrafyası, ilk bakışta, ne kadar aşa� ğı, ne kadar zavallıdır ! Bu coğrafya, ister esrarlı dağlar; ister yalçın kayalar, ister cennet gibi ovalar, ister kuş uçup kervan geçmez bozkırlar olsun : İnsanın, hayvanını çiğRediği bir ölü

filemidir. Kahramanın çizmesi,

atının.

nalı, çobanın kayıtsız ayağı onun yüzüne, gözüne basar. Katilin haksız yere döktüğü kan bu vücutta yayılır ; her şeyden habersiz çoluk çocuğun tekmeleri onun bağrını tekmeler ; dost çiğner, düşman çiğner. . . Aslanla sırtlan, bülbülle karga, kurtla kuzu, atla eşek· tıpkı hainle sadık ve tıpkı adille zalim gibi bu gövde üs­ tündedir. Bu birbirini inkar eden, birbirinden tiksinen· varlıkların altında coğrafya hep bir ve değişmez boyun eğmesiyle görünür. Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsız­ lıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır. iyinin ve kötünün, dostun ve düşmanın, insan ve hayvanın ayağı altında bo­ yun eğen bu gövde, silkinir ; uçurum uçurum derinleşir, . zirve zirve heybetle dikelir. Sıtma renkli bozkırın bitkin, teslim olmuş yüzünde bütün damarlar gerilir ve topnık, yarık yarık, obruk obruk bir ejderha ağzı gibi açılır. Her elin uzanıp devşirdiği meyvalariyle, ekinleriyle herkesin olan bir güzelin zavallılığını hatırlatan gümrah bir kasır­ ga sahnesine döner. Her dal bir kargı, her tane bir kurşun, her ince su kanlı bir bataklıktır. Hülasa bu cansız coğraf-

66


ya bütün varlığıyle şahlanır, geçilmez uçurum,

aşılmaz

sınır olur. İnsan· o vakit, güzel olarak, böyle olarak kimi varsa ve insan topluluğu iyi olarak, sevgili olarak neyi yetiştirmişse bu uçurumların başına, aşılmaz sınırlara yol� lar. (( Boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür » diye horladığı, kayıtsız çiğnediği bu toprakların her adımına, anaların ve illerin özene özene hazırladığı zekfilarını, yiğitlerini hesap aramadan kurban verir. Çiğnenen şey, baş tacı olmuştur ; cansız ve tarafsız coğrafya vatan olmuştur. Ortada bir mücize vardır : Bunu kim yapmıştır, nasıl yapmıştır ? Vatanların ilk doğuşu ne kadar bulutludur ! Hangi kütle vatanları seçmekle serbest olmuştur ? Yer yer akan sel sularına, kaynak sularına benzeyen insanların, yer yer toplanıp coğrafyanın yatağına, kabına göre biçim alma­ sın:;ı tesadüfün oyunları ne kadar büyüktür ! Türkmenler Hazer'in şimfilinden geçselerdi şimdi kim bilir hangi din­ de, hangi yerde idik ? Birleşik Amerika'yı kuranların çık­ tığı yerlerin değişikliğini, çıkışlarında hak.im olan sebep­ leri düşününüz : Hangisi bugünün vatanını, devletini kur­ mak emelini taşıyordu ? Tesadüfün rehberliği ile çıgnenen otluklarda·

dağ�

! arda dökülen bu ilk emekler ne olursa olsun ; vatanların başlangıcı irade dışı tesirlere dayanıyor. Bu devirlerin ka­ ranlık, çok kere adsız, vatan maksadından uzak oluşu de­ ğil midir ki adını bildiğiniz insan kütlelerinin yanında bilmediklerimizin. sayısı

derecesiz

artıyor.

İrade

dışı

sebeplerle dünyanın bir köşesine akan veya sığınan insan­ l arın ne idiğini kim bilecek ? Onların sığındığı yer, karar­ sız bir toprak parçasıdır. Bu kararsız parça ile kim uğra­ şacak ?

67


Ana ve babasım seçmekte, doğacağı yeri istemekte serbest olmayan çocuğun, iradesini kazanıncaya kadar ge­ çirdiği müphem, karanlık, hatta adsız devre pek benzi.yen bu coğrafya

ve cemaat adsızlığı yavaş yavaş

siller orada yaşe.m.a ve

mesut

silinir. Ne­

olma şartlannı parça parça

yaratır ve sonra kütle ad alır, ayn bir karakter kazanır. Coğrafya da ad alır. İnsan kütlesinin bu adsız coğrafya üstünde yaşama ve mesut

olma

şartlarım

yaratırken

kütlelerin zaman içinde müşterek

birleşmeleri·

birleşik

hareketleri,

milletin,

ilk büyük şartını meydana getirir. Bu şart, müşterek tarih-

tir. Bu andan başlayarak kütle de coğrafyaya damgasını vurmuştur. Artık bu kütle, doğuşun karanlığını yırtmış ; insan, toprağın ve toprak, insanın adını almıştır. Hücum ederken, hücum edilirken

artık

ortada c muayyen n bir ce­

miyet ve onun yurdu vardır. Vatan dogmuştur. Bir vatanı kurarken her kütleye ilk rehberliği yapan sebep ayn ayrı olabilir.

a Birleşik Amerika »yı kurduran

sebep, sürgün, ekmek ve altın aravıc•lıktı. Türkmenlerin Anadolu'yu fethetmesine sebep din oldu. Bu ihtiyaçların, bu itikadın yurt kurmakta büyük ehemmiyeti vardır. Fakat ; kör ihtiyaçların, itikadın rehberliği ile doğan vata­ na tamamlanması için, en aşağı - Rönesans devletlerinin tabii sınırlar dediği -- bütünlüğe ermesi gerektir. Yalnız bu bütünlük içinde bile insan kütlelerinin din, fille, ahlak, irfan, dil ve edebiyat, sanat, hukuk, d:-vlet, iktisat gibi. . . müesseseler meydana getirmesi ; gaye birliğine ve bir ör� nek adete, an'aneye, örfe sahip olması !Azım gelmiştir. Bu müesseselerden herbirinin ne kadar ağır fedakarlıklara mal olduğunu anlamak için,

dağınık hw·afelerin mazbut bir

millet dinine dönebilmesindeki eziyetleri ; kör ihtiyaçlar yığınının millet

68

iktisadı haline erişebilmesindeki

sonsuz


kahırları ; herbiri bir parça toprakta ; başka bir ağızda der­ dini anlatan aşiretlerin tek dillo anlaşabilmesindeki ön­ lenmez ayrılıkları .. örnek olarak düşünelim ! Müşterek ta­ rihi yarattıran işlerin, felaketlerin ve saadetlerin potasın­ de eriyip coğrafyaya dökülerek onu vatanlaştıran top­ luluk ; akıcı olmaktan, muayyeniyetsizliğe her an namzet kütleler olmaktan çıkar, MİLLET olur. Ve artık ne­ siller, tarihi boyunca şu vatandan ve şu millettendir. Fertlerin hayatı için muayyeniyetsizlik burada bitmiş, mu­ ayyeniyet başlamıştır. Bu bakımdan milliyet fikrinin esası da vatanla, vatanın doğuşu ile başlar. Vatanların varlığı, vatan felsefesi . . . başlangıçla değil ; bu muayyeniyetle ve bu anda kazandıkları şahsiyetle başlar. Tarihi imkan, tarihi zaruret denen ve ferdin olduğu kadar kütlenin de yaşamasında hükmünü yürüten mües­ sirler de işte bu anda son ehemmiyetlerine yükselmiş olur. Biz, İrlanda'ya erişen kabilel�rin soyundan doğa­ bilirdik. Reis Ruzvelt Doğu Türkistan'da yerleşen bir oy­ maktan çıkabilirdi. Ama bunlar hep ihtimallerdir, fara­ ziyelerdir. Hakikat şu ki, biz Türk soyundan gelmiş ve Anadolu'da doğmuşuz. Soyumuzun geçirdiği ilk yerleş­ me macerası bittikten, vatan kurulduktan, soyumuz ve vatanımız adını, damgasını aldıktan sonra doğuşumuz, yaşamamız, adımız, sanımız artık muayyen bir kader çerçevesine girmiştir. Milletimiz için tarihi imkanın çiz­ diği mahreki değiştirmemiz imkansızdır. Çünkü saadet ve felaket, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğ­ ruluk ve eğrilik anlayışımız hep bu mahreke göre ayar­ lanmıştır. Bundan şikayet edenlere sadece şaşarız ; çün­ kü bütün insanlık bu türlü imk3.nlara, :zaruretlere göre kurulmuştur. Kendi vatanımızın, milletimizin tarihi za.rU­ rctlerinden kurtulmak istesek, vaziyet ne olur ki ? «Kader birliği », «tarih birliği» ve öteki müesseselerin birliği ile 69


şu filcm içinde

imkan

altına sokabildiğimiz anlaşma, ba­

şarma, sevme, sevilme, duyma, bilme. . . gibi her şeyden uzak kalmış ; bizimle hiç münasebeti olmayan diğer tarihi imkanlar ve zarôretler içinde kaybolmuş oluruz. Gurbet gibi bir motifi ya.ratan Türkler, bu kaybolmanın ne idiği­ ni bütün insanlardan: iyi anlarlar !

Bu bakımdan bizim

için , vatansızlığı.o sebep olacağı felaketlerle karşılaştırıla­ cak bir felaket akla getirilemez, Atina ve Isparta belde­ lerinde en büyük ceza sürgündü ! Bir müstebidin bir insa­ na ölümden beter diyerek yüklettiği işkence sürgündür ! Vatansızlığın insan benliğinde meydana getirdiği korkunç eksiklikleri bilmek için, yabancı bir memlekete giden veya bir memlekete yeni mfil olanların cüret ettiği hayasızlıkları ölçü olarak almak yanlış olmaz. »

Scı�iizeşt arayan ıı di­

ye tanıdığımız küstahların, bütün zekatarıyle, cesurlukla­ nyle birlikte insanlığa getirdiği mel'unlukların sebebini bütün en

tecavüz ve hareket kaabiliyetleri

sonunda vatansızlık ta

sanıldığı

gibi

bulmuyor muyuz? Bunların

yalnız zekalarından değil, köksüz olmalarındandır. Bir vatanın doğuşunda çekilen mihnetler, hazan asıl vatan fikrinin doğuşundaki zorluğun yanında ufalır gibi­

dir. Bizim asıl vatanımızın varlığını, manasını anlamamız için geçirdiğimiz asırları, kaybettiğimiz babayiğitleri bir dü.5ününüz ! İlkin vatanı, « İslam beynelmileliyeti » nin zar� fı gibi gördük : « Hakiki müslim için vatan, bütün İslam diyarı idi. Onun dışındaki topraklar diirülcihaddı. ıı Sonra, Osmanl ı İmparatorluğu nizfurunda vatan fikrimiz müstem­ leke ve anavatan k aydı gözetmeksizin hükmümüzün geç­ tiği her yeri alıyordu. Bununla beraber anavatanımız, hiç

bir zaman, Türk­

lerin elindeki yekpareliği bulmamıştı. Bizans, Roma, Yu­ nanistan, İran, Asur .. hatta Hititler . . . Anadolu'yu sadece işlerine

70

gelecek biçimde işletmiş

(exploiter),

müstemle--


'keleştirmiştir. Bizzat Anadolu'lu olan Lidyalılar, Karyalı­ lar, Likyalılar .. gibi kavimler de, bu kıt'ayı benimsemek şöyle dursun, dağınık kalmaktan başka şey yapamamışlar-: ·dır. Ana<lolu'yu adım adım ve büyük bir takip iradesi ile benimseyerek onun tarihi kaderini sırasına göre yaratan, sırasına göre değiştiren insan kütlesi, Türkmenler olmuş­ tur. Oğuz boylan• yabancı ne varsa asırlarca bir sel hü­ cumu ile yıkmış, süpürmüş ; sonra bu örenler üstünde ya­ vaş yavaş, kendilerinin beldelerini, idaresini, sanatını ya­ ratarak anavatanını kurmuştur. Bunun şuuruna ancak bu­ gün vannakla beraber, İmparatorluğumuzun böyle kurul­ .duğunu biliyoruz. o İsl:lm beynelmileliyeti» ve « Osmanlı İmparatorluğu • gibi iki çeşit vatan fikrinin içinde kendimizi nasıl yitir­ diğimizi düşünelim. Eğer bu kendimizden geçmemize rağ­ men imparatorluğumuz yüzlerce yıl sürmüşse bunda ana­ vatanın - bizlere damgasını vuran - vaziyeti baş sebep­ tir. Coğrafyamız, her yandan o kadar çok düşmanla, ra­ kiple sarılmıştır ki, felaketler arasında durmadan bilendik. Bir milletin böyle endişelerle keskinleşmesi ; onun bir mi­ rasyedi kaygısızlığıyla emin bulunmasından bin kere faz­ la yükselme funilidir. Yalnız, o milletin, coğrafyasındaki bu büyük telkini işitmesi, bu telkine uygun yaşaması şartır.

Alelade bir şirketin, bir firmanın kurucularına, insan­ lığın tanıdığı hakları düşününüz! . O zaman ; bir vatanı kuranların, millete kendi şah­ siyetini vermesine hak verecek ; millete gaye çizmesini doğru bulacak ; bu vatana yeniden gelecekler ve bu mille­ te katılacaklar için gerekli gördüğü şartları koşmasına min­ .nctle boyun eğeceksiniz.

71


Coğrafyadan vatana yükselişin h:aç milyon faciayc.,, kaç milyar hadiseye, kaç milyar acıya mal olduğunu anla­ mak için doğuran bir ananın yanında bulunmak ; onun'.• çektiğini uyanık yürekle görmek lazundır. Kamına düş­ meden bir zerre çok bayağı bir kimya zerresi olan ;

hatta.­

kamına düştükten sonra, dokuz aylık mihnet, çile devri içinde bile her şeyi bilinmez bir adsız

• yüb

olan çocuk ..

doğarken anasını kaç kere öldürür, diriltir ! Doğmadan bir yabancı olan, ve çok kere ölümüne ağlanmayan

bu

adsız

et parçası için ana, ilkin canından da ileri gelen tazeliğini, insanlığın övünme mevzuu olan güzelliğini vermiştir. Yıp­ ranmış, bazen sakat kalmış, mahrtlmiyetler yüzünden ma- ­ nası yitirilmiş bir bedenden sonra, bütün arzuların gömül­ mesi gelmiş, bunlara katılmışhr. Adsız, şekilsiz bir zerre­ den adlı, sanlı bir şehsiyet haline getirdiği yavruyu << ya el alır gider, ya sel alır giden, ylhut cansız coğrafyayı ebedi vatan yapmak için sınıra gömmek icabeder.

bulunduğumuz

Şu üstünde

toprakta dokuzyüz yıldan beri doğanların

ölüp bu toprağa gömülenlerin sayısını kim bilebilir ? Bir arşınlık yerini sulayan yiğit kanının,· göz yaşının, alın te­ rinin· göz nurunun, zeka nurunun hesabını kim yapabilir ?' Yüzlerce yıldanberi toprak olan Türklerin ayıkladığı pü­ rüzün, doldurduğu uçurumun akıl almaz büyüklüğünü ve bu büyüklüğün nimetlerini anlamak için, tamamlıkların ı · kazanmak yolunda bugün

döğüşen milletlerden

birinin

katlandığı korkunç fedakarlığı ölçü gibi kullanmak yeter.

O

zaman, bir vatana bağlanmanın hikmeti ne güzel '

sadık

ka­

lan köpeğin bağlılığına benzemediğini anlamak için

şu

anlaşılır ! Vatana bu bağlanmanın, yal teknesine hayali göz önüne getiriniz : Anadolu'dan ileride,

mamur

Almanya'nın,

İngilterc'nin .

ve zengin olduğunu kim bil- ­

mez ? Fakat memJeketin çocuklarını toptan bu ileri, zen­ gin ve mamur illere göçürmeyi akla getiren bulunur

72

mu ?"'


Yerin, göğün, hülasa : kaza ve kaderin yazısiyle baş­ lıyan vatan meselesinin bugünkü haline bakınız : Millet adına layık hiç bir cemiyet, yurdunu gönül rızasiyle bırak­ mamıştır, bırakamaz ! Vatan b u derecede milletle bera­ berdir.

73


VATANLARA DAİR

Namık Kemalimizin vatan için yazdıklarından bu ka­ dar yıl sonra bu konuya dönmekliğimize sebepler çoktur. Yurdun ve dünyanın yüzüne dikkatle bakanlar bu sebep­ leri anlamakta güçlük çekmezler. Bir milletin vatanında kalacağından emin olması için

ne gerekiyor ? İnsanlığın ilk devirlerinde, antik devirlerde, h atta Or­ taçağda bir topluluk eğer komşularından daha zorlu ise bu emniyet gerçekleşebiliyordu. Sanat, kültür, siyaset ve .. herşey, topluluğurı daha zorlu olmasını sağlarsa o insanlar kendi topraklarında kalabilmişlcdir. Y L•ksa köle olmuş­

lar• kütle kütle sürülmüşler ve sürüldükleri yerde yok edilmişlerdir.

Topluluklar,

dinamizmlerinin

kör

i�ahı

önünde tek engel görmüşlerdir : Zor ! Tekamül nazariyesini hayvanda, bitkide kolayca ta� kip edebiliyoruz. Yeni buluntulara dayanan şimdiki tarih,

insanlık için sürüp giden tekamülü artık kabul etmiyor. Bunda haklıdır da. Zordan başka engel bilmeyen iştahla­ rın önünde herşey boştur, süreksizdir. İnsanlık boyuna kuracak, boyuna yıkacak ve boyuna işe yeniden başlaya­ caktır. Bu bakımdan milletlerin zordan başka bir hakka dayanması ancak yeni zamanların ortaya attığı bir temel­ dir. Boyuna daha güçlü, daha zorlu olmak. Bu çaresizlik insanlığı ilerleten, insanlığı yeni keşiflere götüren büyük faktör olmuştur, bunu inkar etmek imkansızdır. Amma

74


boyuna öldürme, yıkma ve bunlardan koru�a çarelerini arayan insanlığın kaybettiği şeyler o kadar büyüktür ki yarınından emin olmıyan, içtimai emniyet tanımayan tek lerin ömrünü bir gözönüne getiriniz. Bu didişmeye mah­ kum insan yaratabilir mi ? Şiiheser,, deha eseri verebilir mi ? Çevresinde hep zora dayanan iştahların cenderesini auyan millet de bu zor sistemini artırmaktan başka ne verebilir ? Böyle bir sistem içinde insanlığın devamlı teka­ mülü düşünülebilir mi ? Bunun içindir ki insanlık modern devirlerde, vatan­ ların çerçevesini emniyet altına almak istemiş, bu emni­ yeti zordan başka haklar üzerine yerleştirmeye çabalamış­ tır. Bu başlayış insanlığın en büyük öğünme vesilesi ol­ malıdır. Bu hakların başında bir vatan içinde, millet ola­ rak yaşamak gelir. Bir milletin vatanını hangi andan başlatmalıdır ? Bir yer, bir insan kütlesine ne zaman yurt, vatan olur? Bili­ yoruz ki « neolitik » çağdaki yerleşmeler jeolojinin müsaa­ desi ölçüsündedir. İnsan nerede yaşayabileceği yer ve oraya doğru bir yarık, bir yol bulabilmişse oraya dökülmüş, ora­

Yani, yurtların ilk manzarası baştan aşa­ ğıya tcsadüfledir. Höyü_!lerin _ ilk kurulduğu yerlere bakı­ ya yerleşmiştir.'

yoruz : Su kuyuları, pınar

yanları ve tümeltilerdir. İnsan

buralara topluca gelmiş, belli ki dili, kanı nisbetcn insi­ camlı olarak tabiatın bu müsaadeli köşesini seçmiş. Am­ ma başka bir köşeyi de seçebilirdi. Bakır devri insanlığı­ nın bile -hatta yalnız Önasyada- nekadar geniş yer­ lere yayıldığını, nekadar dağınık yerlerde yurt tuttuğunu düşününüz! Buralar, jeolojinin şartlarından başka sebep, faktör bilmiyen

tesadüflerden başka ne ile tutulmuştur.

Bu ilk insanlıkların yazı denen nimetten uzak kalması te­ sadüflerle kurulan bu

yurdun

arkeoloji vesikalarından

başka şeylerle devam etmemesine sebep olmuştur.

Bu

75


yurtlarda gelenek, hatıra devam etmemiştir. Höyüklerde görüyoruz ki yangında biten bir kühür katından sonra ge­ len katın medeniyetinde çehre, esaslı olarak değişmiştir. Daha önceki katın b3zı teknik şeylerinden hatıralar, izler var. Fakat işte o kadar ! Evlerin istikameti, şekli, katı, bü� yüklti&.U, kapkacak rengi ve biçimi kökün.den değişmekte­ dir. Bazan insanların bile. kökü kazınmakta, - antropo­ lojinin vesikalarına göre- tamamiyle yeni bir soy tü­ remiş bulunmaktadır. Böylece, tesadüfle kurulan şehirler, yeni tesadüfle - ya zelzele, ya yangın, ya istila ile, hazan da tôfan ile yok olmaktadır. Prehistoryanın, protohistoryanın yerleşmiş insanı, toprağına tesadüfün eliyle geldi, yerleşti. Buna şüphe yok. Onu toprağına bağlayan ilkin midesi idi. Buna da şüp­ he yok. Bu insanların - mideleriyle bağlandıkları - bu toprak için döğüş ettiklerini de biliyoruz. Fakat bunlar vatanın doğuşunu göstermez. Ne zaman ki bu insanlar, bu toprak üstünde sağladık.lan menfaate eş, hatta iistün men­ faatleri kendilerine vaadeden, temin eden yurtlara, kendi toprakların ı tercih edecek bir an1"'rtşa kavuşurlar, işte va� tan o zaman doğuyor demektir . . _ ndimize madde ola­ rak menfaat temin etmediği zaman bile yoluna can ve­ rilebilecek toprak ; işte vatan budur! Pekiyi ; İnsanlara fayda temin etmediği zaman bile, yoluna ölebilmelcri için bu toprakta ne gibi unsurlar yara­ tılmıştır ? Yani, menfaatlerin üstünde insanlara kendi yo­ lunda canverdiren bu unsur nelerdir?

Benim anladığıma göre ; hatıralardır. İnsana yaşa­ manın değerini, tadını, manasını, gayesini çizen hatıralar. Bu hatıralar olmadıkça insanın, toprağı vatan edinmesi im�

76


kansızdır. Onun yoluna - kendi gönlü imkansızdır.

i!e

-

canvermesi

Bu hatıraların doğması, insanın o toprakta yaşama­ sı iledir. Amma sönmemesi, kaybol.maması, insan nesille­ rine taze bir güç olarak geçebilmesi ; tarih ile mümkün­ dür. Hatıraların yumağı ; Buna tarih

diyoruz. Yaşayan

nesiller bu yumağı çözerler, çözerler şuurlarının gergefin­ de işlerler ; vatan denen büyük gerçek böyle doğar. (( Toplulukların hafızası ıı dediğimiz tarih, yazı olma­ saydı, bu kerteye yükselebilir miydi ? Masalın, efsanenin eksikliği tarihin önünde siliniyor ve tarih bu iki kaynağın içinden - deniz köpüğünden doğan Afrodit'in gerçekliği ve ayrılığı ile - fışkırıyor. Bunun büyük faktörü yazıdrr. Vatanların kuruluşunu yazının bulunmasına bağlamak tamamiyle yerindedir. Yazı, toprakla insanın münasebet­ lerini, başka bir vesikaya nasip olmayan kuvvetle sürüp götürdüğü, yaşattığı için herhangi bir felaketle yıkılan bel­ delerin, insan beyninden, insan gönlünden hemen uçup gitmesini önlemiştir. Böylece o beldeler, o topluluğun ge­ ride kalanları için ölmemiş, yaşamaya devam etmiştir. O­ raları ele geçirenler bile, yazı sebebiyle, yıktıkları yerle­ rin kendilerinden başkalarına yurtluk yaptığını h..-ırlama­ ya mecbur kalmışlardır. Ellerine düşen insanlara - hatta menfi muameleleriyle -- bu hatırladıklarını belli etmeye, bu yüzden de onların gönlünde eski yurtlarını yaşatmağa sebep olmuşlardır. Yazıdan önce de insanlar toplu yaşadılar. Toprağı ek­ tiler, biçtiler ve çiftçilik denen zahmetli, mukaddes mes­ leğin temellerine dayanarak köklü bir alem kurdular. Ya­ zıdan önce insanların madenlerden faydalanmayı ne yük-

77


sek derecede bildiğini şimdi mükemmel öğrenmiş bulunu­ yoruz. El zanaatlarını birer güzel sanat kolu derecesine yük­ seltmişlerdir. Yazıdan önce muharebeler vardı. İnsanlar şe­ hi'rleri almayı, yıkmayı mükemmel biliyorlardı.

Elimize

geçen şehirler gösteriyor ki o devirlerde surlar, kaleler vardı. Harb vasıtaları vardı. Aileler vardı. Evlerinin bü­ yüklüğünü, küçüklüğünü görerek bu ailelerin ne türlü sos­ yal hayatları olduğunu da biliyoruz. Bu devirdeki idollcr, mühürler, ocaklar, mezarlar gösteriyor ki din de vardı, mül­ kiyet de vardı, din merasimi de vardı. Fakat bütün bunlar, yok oluyor, yenilen �eya ezilı;:n nesillerin ardından gelenler, bunlardan habersiz kalıyor­ du. Böylece yurt herhangi bir zorlunun elinde, onun diledi­ ği biçimi, rengi, cinsi alan akıcı, kararsız bir tabiat parça­ sından farksız oluyordu. Bir memleket, hatta hiç yıkılma­ sa, başkalarının eline geçmese de ; yaşayan ve boyuna ye­ nilenen nesiller için gene tabiat parçasından farksızdı. Ya­ şadığı evin ne zahmetle yapılıp devam ettiğini, onun böyle ayakta kalabilmesi için daha öncekilerin canlarını, canla­ rından da sevgili birçok şeylerini verdiğini nereden bilecekler? Bu yaşadıkları istepin tabiat elinden alınıp insan yatağı, insan barınağı olabilmesi için ne zekalar erimiş­ tir, ne gençlikler erimiştir, nasıl bilinir ? Şu su içtiği pına­ rın başında neler olmuştur, şu nöbet beklediği surların yolunda ne canlar toprak olup gitmiştir, insan hatırlıyabi­ lir mi ? Fakat, tarih araya girince işin rengi değişmiştir. Olup bitenler, yayılanlar adım, adım, köşe, köşe, parça, parça hatırlanma imkanı bulundukça nesillerin h afızası, yaşanı­ lan toprağı, şöyle böyle bir tabiat parçası halinden çıkar-

78


ınış, yaşamanın bütün manasını bize veren tek imkan ker­ tesine yükseltmiştir. Bu hatıraları çekecek, alıkoyacak nelerdir? İlkin yaşa­ dığımız yerin kendisi, asıl çoğrafyadır. Onun dağları, ova­ ları, suları, gökleri, hayvanı ve bitkisi ile asıl çehresidir. İnsanoğluna gurbette, hasta döşeğinde, yahut son nefesin­ de gelip beliren bu çehre, her yerde bir olması gereken ta­ biata, ayrı bir çeşni verir ve yurdu, eşsiz zannettirir. Sonra ; bu coğrafyayı gören, yer yer değiştiren fakat her zaman onun canım meydana getiren insandır, nüfusu­ dur. Çocuklukta, gençlikte, ihtiyarlıkta, bekarlıkta, evlilik­ te ayn ayrı yaşayan insan ! Bu yaşayışı ile bu çoğrafyayı __

dolduran insan !

Ah

bu insan ! Keder, sevinç, kin, şefkat,

zor, bitkinlik anlarında, Aşık iken, sevilirken, aldatılırken, beğenilirken, alay edilirken .. ayrı ayrı bu coğrafyaya dök­ tüğü kanlar, yaşlar, emekler, zekalarla vatanı nasıl mey­ dana getirmiştir ! Sonra ; bu h atıraları çeken, toplayan başka röper nok­ taları var. Bütün anıtlar : Şu mabetler, saraylar, evler, yollar,

köprüler,

kervansaraylar,

suyolları,

hamamlar,

çeşmeler, teker teker milyonlarca voltluk für kudretle in­ san h atırasını çeken ve mıhlayan varlıklar değil midir ? Sonra yazı, tarihin dayandığı büyük dayanak) dil dediği­ miz muhteşem anlaşma vasıtalarını güzel sanatların

en

tatlısı olan edebiyat h alinde, nesilden nesile alıp getir­ miştir. Edebiyat.. Hatıraları bir eleğimsema, bir ebemk u­ şağı tazeliğiyle insanların gönlünde tutan h atıraları teker teker, biz yaşamışız, biz yapmışız

gibi

dile getiren ve

silinmekten koruyan canlı tutan edebiyat ! Yazı ile, güzel sanatların yüreğe en derin işleyeni olan musiki göklerden yere inmiş, insan hatırasının baş­ ka bir bekçisi kesilmiştir.

79


Hauraları rengin büyüsü ile gıiz�lleştirip

nesillere

devreden resim nasıl unutulur ? Serbest, gafil, israfçı ta­ bi atı

�öyle bir

yana

çekip insanın her türlü imUnlarını

ve imkansızlıklarını h erşeyden mükemmel olarak akset

­

tiren mezarl ar akıldan çıkar mı ? Bütün bunlar tarihi yaratırlar. Tarihe ölmez çehres i ni ver i rl er

.

Ve vatanların

doğu şun u müjd elerler

.

­

Bütün

bunlar, hem kuru tabiatı yer yer bizim zaptettiğim izi gös­ terir ; hem her biri, insan hafızasına geçen nesilleri ade

ta

­

çiviler. Bunlarla insan - tesadüfün, kör i ştahl ar dina­

mizminin

geti rdiği

sürükleyip

--

t op rağın

üstünde yer­

leşmiş, hak gibi, adalet gibi, tad alma gibi, yalnız in san ı n gerçekleştirebileceği n imetlerle, yani medeniyetlerle, k ül­ t ü rle, tarafsız coğrafyayı vatan yapmıştır.

hi,

Tarih, tekleri hatıralar yoluyl a toprağa bağlad ığı gi­

k i:itlelerin öteki kü tl eler önünde vatanlariy_le nisbetini

de aydınlatmaktadır.

Bu

kütlenin toprak üstünde yarattı ğ ı

şeyle r onun, bütün dünya karşısında vatanı ü stü ndeki hakkını

-

ateşten oklar gibi - göze sokan gerçeklerd ir .

Kütlenin yaratığı bu şeyler onun medeniyetidir, k ültürü-­ dür. Bunların her zerresini yaratmak için ; toprağı yal n ız haşka k ütlel erde n almak değil, tabiatın elinden de zaptef­ mek içi n t oplulu

ğu n

k atl an dığı sayısız minnetleri - ve

on u n dayanakları olan yazı, güzel sanatlar, anıtlar, tek­ nik ---- bütün inc eli k leriyle da biz, bir toplulu

ğun

aksettirir. Bu aksin sayfaların­ vatanı üstündeki haklarını okuruz.

Tarihin aksettirdiği emek, zeka, sanat, zevk ve minnetler ; bir vatanı yaratan kütlenin oradan atılmaması için yeter bir sebeptir. B i r evi kuran ailenin basına gelen herhangi h ir feHiket, daha ge�ç, daha dinç ola yabancılara o evi

gasbctmek

hakkını nasıl vermiyorsa, milletlerin hatası,

uğradıkları felaketler, hayatlarının bir anında gö sterdikle

­

ri herh angi düşkünlük de onların vatanını başk a l a r ının

80


zaptetmesine hak veremez. Zorun karşısına insanlık, yaşa­ makta devam eden tarihin hakkını koymak suretiyle bar� barlık devrini kapatabilir.

İtiraf etmeli ki, bazan bir vatan üzerinde türlü ta­ rihler katışmış olur. Bunların birbiriyle çarpıştığı da olur. O bir çok medeniyetler, milletler gelmiş, iz bırakmış,

git­

miştir. Bunlar, tarihin, • vatanlara tanıklık eden temeb olma imtiyazını kan.şıklığa uğratmamalıdır. Dikkat edilir­ se görülür ki, bu tarihlerden bir kısmının dayandıkları belgeler şimdi arkeolojik değerden başka şey değildirler. Bunlar ancak arkeolojinin konusu olabilirler, I!_l.illetin, mil­ letlerin değil ! Sonra, çatışan veya çarp1şan tarihlerden en üstünü, en canlısı bu toprak üstündeki milletin vatan da­ vasına temel olabilir. Geriye kalanlar olsa olsa bu feyizli tarih için tanıklık eden belgelerdir. Nihayet ; yaşayan bir

tarihi yaratanların ; yerine geçtikleri tarihin sahiplerinden daha üstün, daha olgun, daha

uzun

ve sürekli medeniyet,

kültür hayatı meydana getirip getirmecii.1.<leri gözönünde bulundurulmalıdır. Bu türlü ölçüler kullanılmadan, aklına esen kavim artıklarının şurada buradaki arkeoloji hatıra� !arını ele alarak milletlerin barışını, emniyetini bozması ; tarihe saygı değil, tarihi yalan şahit gibi zulmün, gasbın Uleti yapmaktır. Buraya gelince ; bir vatanın haklarını korumakta, va­

tan

olarak kalmasında, milletlerarası hukukUJ!._ yerine ve

ödevlerini belirtmek şarttır. Haklan unutan, haklan yan­ lış esaslara dayanan, bir kainatın karşısında en zorlu, en muhteşem vatanlar da dayanamaz. Milletlerarası hukukun, yaşamakta devam eden tarih üzerinde

kuracağı

vatan

haklan ; karşılıklı emniyet için en esaslı temel olacaktır. Çünkü bu temel, milletler gelişiminin g�rçeklerini içine almaktadır. Bu temel, bir milleti insanlığın ailesi içinde yer aldığına inandıran havayı, iç alemini yaratır. Bu hava

81


ve iç filemi, kütleleri muvazene içinde ileriye çloğru alıp __

götüren, insanlığa karşı emniyetlerle hareket · ettiren im­ kandır. Yazı, hiltıralar, tarih, milletlerarası hukuk ... Evet, hep

bunlara inanıyorum. Bunlara inanılmazsa insan, canavar­ lar gibi biribirini yemekte devam edecek. Bütün bunlar doğru. Amma şu dünyada doğan ve yok olan, vaktiyle yaratılan, şimdi ise ancak dünya tarihinin bir hatırası ka­ lan ne kadar vatan var !

İlk

çağlardan, hatta bugüne ka�

dar, vatanlar yok edilebiliyor. Bizden önceki Mem, sayı­ sız örneklerle dolu. Kfilı kıtlığın, depremlerin, kuraklığın ; kfilı dinin ; kfilı kinlerin, iştahlarını sürüklediği kütleler ; bir vatanı yok etmeğe yetmiştir. Bu faktörlerin akıtıp ge­ tirdiği kütlelerin, ya kalabalığı, ya teknik üstünlüğü, ya­ hut. _ . yahut. . . bir vatan çocuklarının yurtlarını koruma­ ması, yoluna ölememesi ; bir vatanın yok olmasını hazırla­

mıştır. Arkada hatırlayacak kimse kalmadığı zaman - tıp­ kı hatırlanacak şey olmadığı zamanki gibi - artık vatan yoktur ! Bütün dünyanın hatırlaması, bir toprağı, bir coğ­ rafyayı belli bir vatan hfilinde ihya etmeye yetmemiştir, yetmez ! Hitit medeniyetini, sanatını, tarihini artık bütün in­ sanlık biliyor ve hatırlıyor. Amma bir Hitit vatanı artık yoktur ! Asur İmparatorluğu, Assyrioloji gibi bir bilim ya� ratarak bütün insanlığın hafızasındadır. Amm a bir Asur vatanı artık yoktur, olamayacaktır ! Bu itibarladır ki, bir milletin vatanında kalacağından emin oln1a5ı için, her şeyin üstünde ; O vatanı tanıyan, se­ ven kütlelerin kalmış olması şarttır. Ve galiba Mithat

Ce­

mal, yerden göğe kadar haklıdır : " Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır ! ı

82


TARİHİMİZİN öGRETTİKLERİ Türklerin tarihi bir denizdir. Orada kaybolmak iste­ : mi yenlerin mevzuunu sınırlandırması ş?-rttır. ıı TarihimiZD kelimesi ile benim kasdettiğim, Oğuz Boylarının Önasya'­ da yaratığı zamandır, işlerdir. Bizimle uğraşanlar, hakkımızda türlü hüküm verir' ler Bir Abdullah Cevdet için Türkler ecnebi damızlığa · muhtaç olacak kadar pörsümüştür. İslam filemindeki aşa� ğılığın tek sebebi Gazneli Mahmut'tur. Müslüman oluşumuzu, Hazer'in cenubundan geçip bu yerleri vatan yapmamızı felaketlerin kaynağı sayan okur yazarlarımız bugün de boldur. Türkçe konuşmamızı

bir

eksik bilen, başka bir ecnebi dili, anadilin yerine yerleştir­ meyi teklif edenlerimiz de vardır. Bizim birçok işleri ya­ pamıyacağımıza yabancı kudretinin bir Allah vergisi ol­ duğuna itikad, henüz silinmemiştir. Ecnebi gözüyle Türklerin muhakemesi de boy boydur : Bizi bir zaman 11Allahın belasu deye mektep ki­ taplarına geçirenler, bütün Avrupalılar, Amerikalılardır. Biz ; Önasya cennetini altüst edip külünü savuranlar diye gösterildik. Bir Arap tarihçisi, Ahmet Zeki (Paşa) için İslam alemindeki düşüklükten Türkler mesuldür. i9 1 8

Umumi Harbinden

sonra,

kendi

1914

milletlerinden

·Uinut kesip şarka yönelen Avrupalı mütefekkirler bizim

83


üstümüzde durmazlar. Onlara göre Türkler, vereceğini ver­ miş olan, eskimiş bir kütledir ; dünyaya yeniliği, kurtuluşu Islavlar getirecektir. İçli dışlı, hakkımızda ileri sürülen bu görüşlerin biz­ deki menfi tesirlerini görmemek için kör olm ak gerekir. 1928 de Münih'te gördüğüm bir mimar namzedi, bizim dünyaya çapuldan başka şey getirmediğimizi söyleyerek hepimize dehşetten, tiksintiden dilimizi yutturmuştu. Çok iyi bir enstitü müdürü tanırım ki kötü, aşağılık şeyleri ifade için cı Osmanlı» kelimesini kullanmayı adet edinmiş­ tir. Dünya kurulalıdanberi gelip geçenleri Türk saymak modadır. Bunu ispata çalışmak ilimdir ; amma tarihimi­ zin kurucularını hakaretlere boğmak yeniliktir, hatta va­ tanseverliktir. Galiba bunun içindir ki Antakya gibi bir beldemizin kenarında kurduğumuz yüzlerce yıllık «Demir Köprüıı'yü, Arapçanın a Cisri Hadit» yapmasına kızınca onu aHitit Köprüsü » yapar, fakat buralarda nekadar sanat abidemiz varsa hepsini söker atarız. Yahut ahır yaparız. Demek, bizim asd tarihimizi hor görmek ; bizim iktisatça sefaletimiz, teknikçe geriliğimiz karşısında kendimizi 11 dc­ jeneresansa ıı uğramış bulmak . . . daha sökülüp atılama­ mıştır. Tarihimizin öğrettiği ilk hakikat, bu vatanı kurmanın kolay olmamış bulunduğudur. Üstünde bugün selescrpe gezdiğimiz bu topraklar, « Vatanımız ıı olabilmek için Türkmen, yetiştirdiği en seçme yiğitleri, en sevdiği, üs­ tüne titrediği zekaları, dokuzyüz yıldır buralarda eritmiş, buralara akıtmış bulunuyor. Türk illeri dört yandan, ille Bizans, Adalar, Ermcnistan, Gürcistan yanından düşman illerin içine girmişti. Buralarda kılıca kılıçla, baskına bas­ kınla, akına akınla karşıkoymak gerekiyordu ; her an tetik davranmak, tedbirli olmak, yiğit kalmak şart olu­ yordu. Hayat, bundan ötürü çetin, ateşli, fakat kahra84


manc a kurulup gidiyordu. Şüphe yok : karşılarındaki dü�­ man da böyle idi, böyle yetişiyordu. O da yeni lhristiyan olmuş, o da dinin emrini her buyruktan yukarı görmekte idi. Birbirlerine karşı bile gaddar, zfilim olmak vasıfları da üste kalıyordu. Bu itibarla Türkmenlerin durumu çok zor­ du ; her an geldikleri yere atılabilirlerdi. Ama işte öyle olmadı ; en çetin şartları bile yenebildik ve bu toprakları, yekpare bir vatan hfiline soktuk. Demek ; Oğuz Boylarının, yam bu vatanı.kurup onu Beylikler, İmparatorluklar hfilinde yaşatanların, Önasya'­ da, hele Anadolu'da uğradığı türlü suikastlara rağmen ayakta kaldığı, erimediği ; tarihimizin öğrettiği ikinci haki­ kattir. Bu suikast şebekeleri yalnız insanlar, hükumetler tarafından ve silahla olmam.ıştır ; tabiat, kaza ve keder, insan ve hükumetler, kültürler ve medeniyetler . . . Hepsi de Türkmen'in bu vatanı kurmamasına yahut eriyip git­ mesine elbirliğiyle çabalamıştır. Bir yanda eski Yunan kültürüne dayanan, nüfuzlu eritici Bizans İmparatorluğu ; bir yanda dörtyüz milyonluk kütlesiyle Türkler için bir ahtapot olan Çin ; bir yanda ke­ sildikçe üreyen mahşer: Islavlar ; bir yanda İsa'dan önce 3000 yıldanberi Önasya'yı haraca kesen Samilerin yepyeni bi r fışkırması ; bir yanda barbarlıklarını pek silkip atama­ mL5 Latinlerin, Cermenlerin, Anglo-Saksonların elinde ya­ man bir taassup, zulüm, istila yatağanı kesilen Hıristiyanlık ; bir yanda bu Hıristiyanlığa karşı canını kurtarmaya çabalıyan Müslümanlık . . . ; nihayet, Gürcüler, Ermeniler, « Genevizlen , Sırplar, Arnavutlar, Bulgarlar, Romanyalı­ lar gibi düzünelerce külahlı, pusatlı, yan barbar, yarı mu� taassıp,

kfilı dindar, kah çapulcu ;

ticareti,

ilmi,

hatta

sanatı haraca kesen kömeler. . .

85


Türkmen, işte bu ihtiraslar, bu birbirini tamamlıyan: suikastlar, türlü sebeplerle bilenmiş bu silfilılar arasında Önasya' daki tarihini, vatanını yarattı. Yarattı ve yaşattı. Bu hakikat ; Türkmen denen, Oğuz Boyları denen, Garp Türkleri denen, kah Selçuklular, kfilı Osmanlılar heyetin­ de görülen eşsiz realitenin canlılığını gösteren ateşten ok­ tur : Zamanla, bütün o düşman, o müttefik varlıklar ya başka kanallara akıtılmış, ya Türkmen'in iş ortağı hfiline sokulmuş, ya kötülük yapamaz bale getirilmiştir. Tarihimizin öğrettiği üçüncü büyük hakikat :

Oğuz

Boylarının Önasya'yı ele alması ; şarkı, hele İslam dünya­ sını kurtaran eşsiz bir müdahale olduğudur. İsa'dan sonra tek istila gösterilemez ki neticesi bakımından Türkmen- . lerinki kadar büyük, hayırlı olsun. Prof. Şemseddin Günal­ tay'ın da dediği gibi, « tabiatla mücadele ede ede pişmiş, tabiat kanunlarını kavramış ;

realiteye, müsbct düşünüp

görmeye alışmış ; manen de mezhep mücadeleleriyle yıp­ ranmamıp bu yeni faktörün Önasya'da i�c başlaması in� sanlık için tam bir nimet olmuştur. Bu müdahale ilkin· düşünce hürriyetinin, vicdan hürriyetinin Önasya'da, Ak· deniz'de kurulması için bir nimet olmuştur. Eski Yunan medeniyeti - ki bizzat kendisi şarka yö­ nelen ilk Röncsansdır - Makedonyalı İskender'in ululuk hastalığına, macera düşkünlüğüne kurban gidip yıkılınca ikiye ayrılmıştı. Birisi Garpta Roma'nın, sonra kilisenin , mirası oldu. Ktasik Avrupa Rönesansını XVI. asırda do­ ğuran amiller içinde bu mirasın da yeri var, amma o vak­ te kadar Garbın iskolastik tarz elinde sürünmesini önleye� memiştir. Bu Rönesansa kadar cihandaki düşünüşün, bil- . ginin asıl nazımı Şark'tadır. Eski Yunan Medeniyetinin şarktaki varisleri : İskcn­ deriye, Antakya, Silifke, Bergama . . . hep Helenistik Çağın :

86


imparatorluklarına merkez olmuştu. Bunlar, Bizans'ın mi­ rası olduktan sonra tamamiyle Müslümanların eline geç­ miştir. Emevilere, hatta sadece Abbasilere kalsa, Helenizm mirasından istifadeye imkan kalmazdı. Gerçekten de, He­ lenizmin, ille neo-platonisme'in nimetleri, İbraniceye çev­ rildiği o sıralarda gerek İslam, gerek Bizans fileminde, kili­ selerde korkunç din kavgaları ol.makta ; Yunan felsefesine sadık kalanlarla Bizantinizm arasında kanlı çarpışmalar sürüp

&itmekte ;

medeniyet eserleri yıkılıp, mahvolmakta

idi. Bizans'ın medeniyete vurduğu darbeyi, bu bakımdan, dünya durdukça lanetle anmak lazım. İş böyle gitseydi, Bizanslıların ve Arap Ortodokslarının elinde kadim me­ deniyetin zerresi kalmayabilirdi. Türkmenlerin, Önasya'da, İslam dünyasında yerlerini alması, işte bu devreye rastlar. İster Abbasiler adına, ister müstakil devletler hfilinde iş görsünler ; kadim metinlerin Arap halifelerle onlardan kuvvet alan Ha. Aşari ve Gazfili serbestliğinin riayet görmesi onların karakteristiğini teş­ kil etmiştir. Şarkın ilk Rönesansı da bu sayede doğmuştu. Yakın Şarkı gerçek bir inhitattan kurtaran bu Türk­ men müdahalesi, bu ilk Şark Rönesansı ; daha �onraki Arap halifelerle onlardan kuvvet alan Ha. Eşari ve Gazali' elinde boğulmak üzere idi ki Anadolu'da, Yakın Şark'ta yerleşen Selçuklu Türkmenleri vatanlarını bu Rönesansın mirasına bir bahçe gibi açtılar. Başka illerde barınamı­ yan bir Şcmsi-Tebrizi, bir Mevlana, bir Sultan Veled, bir Muhittin-i-Arabi. . . ancak bizim illerimizde vicdanına, dü­ şüncesine hürriyet buldu, yerleşti. Tesamuh ( = toleren­ ce) o devirde de Anadolu'yu bütün seçkin insanlığın bu­ luşma yeri yapmıştı Sonra ;

güzel sanatların, plastiğin - heykelin, ka�

bartmanın - minyatürün ; güzelliğine doyum olmayan çi­ nilerimize işlenen insan şekillerinin . . . bugün bilebildiğimiz

87


kadarı da - Aşari ve Gazfili dünyasında heykelin, re.smin mahkum edildiği o anda - Selçuklu Türkmenlerinin gü­ zel sanatta, vicdan, düşünce serbestliğindo nerelere ka­ dar ilerlediğini gösteren başka bir misaldir. Önasya'da

Oğuz boylannın

yerleşmesinden

doğan

ikinci nimet, şu çok ünlü « Roma sulhu ı'ndan. beri bu ale­ me tattırdığımız sükUn.dur, emniyettir. Herşeyi soyumu­ zun aleyhine yoran • Ehli salip , döküntülerinin iftiraları­ na rağmen, insanlık bu nimeti de gün geçtikçe c diliyle ik­ rar, kalbiyle tasdikli etmektedir. Kilisenin, Bizansın din kavgalariyle birer çöl manzarası alan geniş bir kıt'ada Sel­

çukluların yaptığı yollan, o kuş uçmaz, kervan geçmez beyabanlarda Sultan Hanları şeklinde akıttıkları zekayı,

medeni anlayışı bir gözönüne getiriniz. Buralardan insan­ lar, zenginlikler ııktı. Bunların akması için sulh ve emni­ yet denen bugünün varlığı şarttır. Büyük ticaret yolları Anadolu'dan geçiyor. Anadolu'ya dökillüyor. Anadolu'­ dan başlıyordu. Refah seviyesi, yaşama seviyesi durma­ dan artıyor ; Anadolu Türk kütleleri ile doluyordu. Bi­ zanslıların, Ermenilerin, Gürcülerin zaafı, taassübü yüzün­ den Yakın Şarkı paraçlayan anarşi devri, böylece bitmiş ; herkesi malından, canından emin bırakan büyük bir dev­ let sistemi ile « Türkmen sulhu girmişti. Bundan başka Türkmenler ; birbirini boğmak üzere olan ırk, mezhep kütleleri arasında devlet nüfusları, ruh­ larındaki tesamuhla öyle bir tesir yaptılar ki insanlığa ye­ niden umı1mi bir disiplin, sükU.n ile birlikte adalet, doğru­ luk getirdiler. Adalet, doğruluk prensipleri ancak insanın ereceği nimetlerdir. Ve insan, ancak hayvanlığını, barbar­ lığını yendikten sonra bu nimete erebilir. Bu prensipler, Romalının cı Hak, zorundur ! ı formülüne, vahşiliğine neka­ dar aykırıdır ! B&.lün dünya hukuku bugün bile bu Romalı formülünün ağır, barbar damgasını taşımaktadır. Bu dam-

88


ga ile yüzü, özü kapkara ile fileme Türkler, adaleti doğru­ luğu anlaşma zihniyetini yalnız tavsiye etmemiş ; onu ta­ hakkuk da ettirmişlerdir, Azınlıklara verdiğimiz haklan asır­ larca işgal ettiğimiz yerlerdeki muamelelerimizi, hatta ka­ pitülcisyonları bu zihniyetimizin delili alırsam şaşmayı­ nız. " Yaşamak için kavga- formülünün medeni Avrupa'ya, Aıncrika'ya İncil olduğunu görüp bizim imparatorlukları­ mızın adfilet, doğruluk, anlaşma zihniyetine g siyaset ap­ tallığı » deneylerle bir düşünmüyorum. Azınlıklara verilen haklar, imtiyazlar, kapitülasyonlar bizim en zorlu , en şuur­ lu devrimizde verildiği için dünyaya hangi gözle baktığı­

mızı bu Şarlken, bu Birinci Fransuva, bu Botiivalar dün­ yasına ne getirdiğimizi mükemmel gösterir sanıyorum. Bütün bunlar doğrudur. Fakat

---

o kadar büyük baş­

lıyan - Selçuk İmparatorluğunun daha

XIIJ. asır sonun­

da çöktüğü de bir korkunç realitedir. Bu, yalnız bir siya­ si idarenin çökmesi olmamış ; bütün dünya görüşünün de­ ğişmesi ; Türklerin garptaki bütün hareketlere uzak kal� ınası neticesini de vermiştir. Dünya ölçüsünde, dünya için acı olan bu çöküntünün üç sebebi vardır :

1 . Taze Selçuk İmparatorluğunun " haçlılar» suikastı­ na uğraması, yeni beldelerimiz, yeni yollarımız üstünden, bu milyonlarca barbar mutaassıp, taze bir bahçeyi ezen korkunç bir silindir gibi geçti. Haçlılar hücumu yalnız yıkmakla, örene çevirmekle, bütün

medeniyeti -- insanlığa vadettiği - bütün mey­

veleri vermekte geciktirmekle ; bu ıµedcniyetin haml<.'sİ­ ni geri durdurmakla kalmamış ; şarkın garbe karşı önüne geçilmez bir şüphe, endişe, tiksinme beslemesini, böylece hümanist düşüncelerin, cereyanların bir daha doğmama­ sına sebep olmuştur. Bu hücum, Selçukluların üniversel

89


görüşünü yıkmış, dünyayı iki düşman mezhep kütlesine ayırmıştır.

2.

Haçlılardan daha mcşum neticeler veren Moğol

istilası, Moğol akınları. Haçlılard� kurtulabilen her şeyi Moğollar yoketmiş ; ille Selçuk filemini içinden vurmakla şarkın en büyük medeniyet amilini ortadan kalkmağa zor� lamıştır. Anadolu'nun Moğol istilasiyle perişan olması ; bir yandan siyasette ahlak bozukluğuna, şahsiyetin erime­ sine ; öte yandan ayyarların, dervişlerin, mutaassıpların ortalığı basmasına imkan vermek suretiyle de pek şeamet­ li olmuştur.

3 . Bu iki amilin teşirleri altında, tertemiz bir Türk­ men kütlesinin, disiplini, sıra ve saygıyı yitirmesi, sıra ve saygı , mezhep ayrılıklariyle sarsılmamış olmak . . . Sel­ çukluları dünya tarihinin, orta çağda, kahramanı yapmış­ tır. Bunlardan mahrumluk onları tarumar etti. Şurasını hemen kaydetmeliyim ki dünyada hiçbir c� miyet herbiri teker teker bir soyu yoketmeye yeten bu ilç korkunç suikastın müşterek hücumuna dayanmazdı. Türkmenlerin buna dayanması, hatta daha büyük, daha zorlu, daha mükemmel teşkilatlı, daha medeni bir yeni imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğunu kurarak kadere meydan okuması .. bu büyük soyun ne arı bir kantaşıdığı­ nı, bu kanın nasıl tükenmez bir enerji kaynağı olduğunu ispat eder. Büyük Türkmen kütlesi, soylarının hediyesi olan kanlarına ; kaynaklarından getirdikleri idare kabili­ }etine ; dinlerinin yekpare tutan te'sirine dayanarak bütün bu suikastlardan daima daha taze çıkabilmiştir. Selçuklu faciasının hemen ardından Osmanlı İmpara­ torluğunu kuranlar dünya tarihinin daima hayretle, hür­ metle göreceği, büyük simalardır. Bu imparatorluğun da bugün göçtüğü bir vakıadır. Şu dünyada canh olan her

90


şeye göçmek mukadder olduğuna göre, Osmanlı İmpara­

torluğu gibi bir dinamik kudretin de çökmesini tabii bul� mak lazımdır. Mesele onun çökmesinde değil, bu çöküntü­ nün şartlarındadır. İnsanlığın tanıdığı en uzun ömürlü imparatorluk olan Osmanlı idaresinin de inhitat sebeplerini - Selçukluların­ ki gibi - soyumuza kültürümüze

t<linimize, dilimize,

musikimize), dünyaya gelirken seçtikleri coğrafya yoluna verenler aldanıyorlar.

Soyumuzun, bu inhitat işlerinde

ilişiği olmadığını yetesi kadar anlattım sanıyorum. Kül­ türümüzün de bu inhitatlarla ilişiği olmadığını tekrar et­ risini : dini seçiyorum. Diğer bütün tarihi meseleler gibi din meselesini de artık dikkatle, cesaretle bilgimizin o� jektifi önüne koyacak seviyedeyiz. Önasya'ya, hele Anadolu'ya yerleşmeden, birçok din­ lere girip çıkan Türkler, itiraf edelim ki boyuna eri­ mişlerdir. Çin'de eriyenlerden başka Bizans hizmetine ge­ çen asılzadeleri bu devlette büyük yerlere erişen Türk so-­ yunun bölükleri baştan başa kaybolduğu gibi : başka dine giren Bulgarlar da - bizzat Türk düşmanlığının Islavhk heykeli gibi, !ürk soyundan çıkıp gitmişlerdir. Türklerin din işinde ancak Müslümanlıkla bir karar görebiliyoruz. Bu istikrarla birlikte Türkmen kütlesi de duruluyor. Kendilerinin bu dine yaptığı milyonlarla hiz­ mete karşı bu din de onların erimesini önlemiştir. Sonra bu din, onların vaktiyle en büyük medeniyeti kunnasına ; hele rasyonalizmi, aklı her şeyin _�stünde tu·­ tan düşünme tarzını baş tacı yapmalarına da engel ol­ mam.ıştır.

Bundan başk a ; öteki

dinler, mesela Hıristiyanhk

vaktiyle başka milletlerin bize yenİL'nesini önleyemediği

91


gibi bizim en parlak beldelerde, refahla, çok medeni bir seviyede yaşarken, o milletlerin kulübelerde, bataklarda, bin türlü hastalıklarla, pislikten, bakımsızlıktan kırılmala­ rına da çare bulamamıştı. Bizim Müslüman iken yaptığı­ mız tıbbiyeler, binıarhfuıelcr, büyük medreseler karşısında başka dinde olan miletlerin hasret, imrenme içinde ya­ şadıklarını artık biliyoruz. Halis müslüman olan impa­ ratorlarımız, bir taraftan Türkçe, Farsça şiirler söyler� ken öte taraftan portrelerini İtalyan ressamfıinna yap­ tırıyor, fakat bir yandan da Bizansı yıkan topların pla­ ııını çizebiliyordu . İdarede, askerlikte deha değil dehfilar vermiş olan bu milletin son çeyrek asra kadar ideali bile Müslümanlıktan başka ne idi? Maksadım XX . asırda Müslüm anlığın apolojisini yap­ mak değil ; inhitatlanmızın sebebini soyumuzda olduğu kadar kültürümüze ve yükletmenin doğru olmadığını gös­ termektir. Bizim anladığımıza göre Osmanlı ..İmparator­ luğunun inhitatını - binbir fun.il arasmda - dört b,üyük sebepte toplayabiliriz. Birinci sebep : Dünya ticaret yollarının değişmesi, Türk vatanının iktisat bakımından esaslı darbeler yiye� rek sarsılmasıdır. Bu sarsılmalara karşı tedbir almak için dış münasebetlerimizi, Türkmenlerin üniversel görü­ şü içinde geliştiremedik ise sebep yine Haçlılardır. İkinci sebep : Haçlıların Türkmen vatanına eksilme­ yen bir kinle, şiddetle, boyuna suikastta bulunması ; bu yüzden Şark'a çöken nefret, öç hisleri dolayısiyle Garp Şark münasebetinin dar çerçevede kalmasıdır. Bu sebeple­ dir ki biz garpta olup biteni takip edemedik, tedbir ala­ madık.

Üçüncü sebep : Biz bu halde iken Avrupa'nın süratlc kendine gelmesi ; büyi.ik devlet halinde çevremizi kuşat� 92


ması ;

Ruslar,

Avusturyalılar

gibi

iki

zorlu

düşmanın

- Avrupa siyaset müvazenesini ele alan -- korkunç amil­ ler hfiline yükselmesi, böylece bizim yapayalnız, tecrid �dilmiş kalmamız ve üst üste mağlup oluşumu7.dur. Dördüncü ve en tehlikeli sebep : Osmanlı İmparator­ luğunu ilk kuranların uyanık karakt�rleri ile yekpare_li­ ğini kazanan ve metropol payesini yitirmiyen Anadolu'­

nun ; sonraki nesiller eline müstemlekenin ihmfile, kayıt­

sızlığa,

hatta daha beter zulme

uğraması,

harcanması ;

böylece İmparatorluğun istinatgfilıını kaybetmesidir.

Şema hfilindc verdiğimiz bu sebeplerle uğradığımız bütün bu mağlı1pluk, inhitat silsilesinden herkes cenaze­ mizin çıkacağını bekleyip miras payına çıktıkları bir an­ da Türkmenler gene yekpare bir millet hfilinde - yani aslına bakarsanız, daha zorlu bir halde. . . - ayaktadırlar. Bu vakıa ; tarihimizin aksettirdiği enerji, canlılık levha­ sının yan lış olmadığını bir kere daha gösterdi. Fas, Su­ riye, Mısır, Irak, Hint, Çin, Almanya da, ayni zamanda bizim teşebüsümüzü yapmıştılar. Almanya ve kısmen Çin bir yana bırakılırsa, ötekiler. Türklerin vardığı neticeye ulaşamadılar. Bu da, milyonluk kütlelerle TÜrkmen ara­ sındaki farkı gösterir. Dünyada

mahşcrlerin

kaynaştığı

bir

anda,

tarihi­

mizin üstüne eğilmek gösteıiyor ki bu vatanı lfill a al­ madık. Buradaki büyük, ebedi Türk şalısiyetini lfilla kur­ madık. Buraları, birbirinden ağır tarih Md�scleri yara­ tarak

<c bizim ıı

yaptık.

Yendiğimiz

düşman

kütlelerin

meydana getirdikleri eserleri, Bizans'a yakışır, Haçlılara

yakışır surette

yıkmadığımıza,

koruduğumuza,

bugünün

nesilleri üzülüyor, kızıyor. Biz o düşman mille.tlerin yapıp

bıraktığını o kadar geçtik ki ; bu memlekete damgamızı öyle eşsiz iki hayat özü ile : zeka ile, kanla bastık ki bu-

93


ralann artık başkalarına ait olması ihtimfili kalmamış­

tır. Karşunızdakilerin hayatiyeti yanında bizimkinin kadar üstün olduğunu bu gösterir.

ne

Sonra ; buraları yalnız almadık, muhafaza ettik. bütün dünyaya karşı. Bu da bizim kanımızın ku­ ruyup kurumadığını ilkin kendimize sonra bütün ci�

Hem de

-

,

hana -- gösterir sanırım.

Bu vatan ; ancak biz tarihi vazifemizi anlamaktan, bu vazifeye layık olmaktan çıkarsak düşmanların olabilir.

94


REJİYONALİST KİMDİR İki türlü rejiyonalist insan) vardır. imparatorluklar

( = mahalli hemşerilik güd�n

Birisi siyaset yapar. Bu birinci örneğe ; zamanında,

müstemlekeleri

olan

idare­

lerde, aile ve hanedan evlenmeleri vesilesiyle, bir devletten öbürüne katılan mıntıkalarda rastlıyoruz. Avrupa'nın si­ yasi, mülki tarihinde XVI. asırdanberi bilhassa gördüğü­ müz bu türlü rejiyonalist'in menşe'ini derebeyliklere, Or� taçağa dayamak 13.zımdır. Avrupa'dakı derebeylikle do­ ğuşunu -- Fustel de

Coulanges"in aks;ne . . .- Cermen

istilasının, Cermen ailelerinin, yam dışarıdan gelen bir kütlenin tesirine derebeyini dürtüklemiş, onu bu ilhak� lar karşısında gerilemeye, kandırılmaya, Ortaçağ yerleş­ meleri, o devrin vatan kurma sistemine bağlanmasını ka­ bul ediyorum. Kendi şatosu, kendi surları içinde soyunun dininin icaplarına riayetle beraber - hatta başıboş hat­ ta fizyolojik u imk3.nlar = contingenceu 'a tabi - bir is­ tiklil.l ile yaşayan bu küçük

c belde

- devlet = cite - etah

ler ; büyük merkezi�etçi devletler kurulmağa başlayıp bu beylikler lar.

onların çerçevesi içine sokuldukça ayaklandı­

İnsan tabiatından tutunuz da cemiyetin, coğrafya­

nın zaruretlerine kadar bütün 3.miller, derebeyini dürtük­ lemiş, onu bu ilhaklar karşısında gerilemeye, kandırılma­ ya teşvik etmiş gibidir. Gözümüzün önünde Ortaçağ'ın son safhalariyle klasik Avrupa Rönesans'ın ilk safhaların­ daki Fransa, İngiltere geliyor. Bir Franche - Comte'nin, bir İskoçya, bir İrlanda'nın sürüp götürdüğü kin, müca-

95


dele, ihtilal,

isyan , zamanımıza kadar uzayıp gelmiş reji­ hareketleri değil midir ? Hollanda - Korsika mü­ cadelelerini merkeziyetçi büyük devletlere karşı güdülmüş rejiyonalist hareketler gibi alacağız. Bugünün Fransa'sına karşı Bretonların, Alzas ve Loren'li lcr i n güttüğü ayrılık politikasını, İspany a 'ya karşı Catalon'ların yaktığı istiklfil ateşini de siyasi rejiyonalizmin örneği diye vereceğiz. Rus­ ya, Avusturyo, Osmanlı İmparatorluklarına karşı yer yer, zaman zaman fışkıran isyanlar, ayrılma arzuları siyaset yapan rejiyonalistlerin en unutulmaz örneklerini vermiş­ tir. Hepsinin de aslını ; Ortaçağda kurulan veya kurulma­ ya başlayan siyasi teşekküllerin ilhakı meydana getirmek­ tedir. yonalist

Görülüyor ki siyaset yapan rejiyonalist tarihin sey­ kurulan vatanları, kendi beldesi, kendi dar mm� tıkası hesabına parçalayan bir amildir. İnsanlık bu amil­ lerin karşısında aym hükmü vermemiştir. Merkeziyetçi, büyük ve yekpare vatanların parçalanmasına sebep olan (( ayrılıkçı = separatiste ıı hareketleri c isyan » diye dam­ galamış, kanunsuz bulmuş ; fakat imparatorlukları yı­ kan dağılma cereyanlarını •milliyetperverlik» d iye an­ mış, hoşgörmüş , teşvik etmiştir. Alzas - Loren'linin Fran­ sa'dan ayrılma hareketleri isyan diye, kötü gözle görül­ müş. Fas'ın kıyamı ise meşru hak gibi karşılanmıştır. ri içinde

İkinci rejiyonalist örneği çok farklıdır. Bu örneğin aslını hislerimiz, bu hislerin en iptidai si, fakat en köklü­ sü olan doğduğumuz, büyüdüğümüz yerlere karşı duy­ duğumuz tabii sevgiye bağlamak gerekiyor. Bu sevginin unsurlarını fikir, siyaset ve hele edebiyat adamları çok didiklemiştir. İçtimai insanın karakterini yoğuran coğraf­ ya ; onun bütün beşeri temayüllerine oluk ve havuz işi gören cemiyet muhitleri ; insam hayvandan en çok ayıran ruh hadisesi ; hatıralar, bu hatıralara maya vazifesi gö-

96


ren sevgiler. kinler. korkular. . . doğup büyüdüğümüz yere karşı bağlılığımızın örgüleridir. ömrömUzde. hiçbir za­ man hür olamadığımız bu cemiyet hayatının çenberinden kurtulamayıp çevremi7.e - ancak içtimai insanın duya­ cağı - derin bir meli! ile bakındığunıula ; muhayyele­ mizin bizi alıp götürdüğü tek teselli iklimi olan çocuk­ luk hatıraları . . . bu bağlılığın örgülerindeki sım, metafi­ ziği anlatmağa yeter. Bu türlü rejiyonalist, belki ilk site ile beraber doğ­ muştur. Ama asıl babası Yunan tarihçisi Pausaniasdır diyebiliriz. Romalıların elinde erinıeğe başlayan Yunan­ lılığa karşı duyduğu hasret, ona en güzel rehber kitap­ larını yazdırmıştır. Fakat ; bu örneğin ilim, siyaset, edebiyat mevzuu olması ancak muasır Avrupa'da ortaya çıkmıştır. Fransız­ ların Mistral'ini, hatti Alpbonse Daudet'sini düşününüz. Mistralin edebi rejiyonalizmi, hakiki Fransız vatanper­ verleri tarafından da hürmetle anıldıiına göre bu örne­ ği n ; siyaset yapan vatan parçalayan rejiyonalistten farklı olduğunu açıkça görebiliriz. Bu edebi rejiyonalizmin Av­ rupa'da, Amerika'da başka iki menşe'i daha vardır. Birisi : Bugünün aşırı ycnilcşmeciliğinden_, buna des­ tek olan tekniğinden, modasından, bunların neticesi olan yeknesaklıktan bıkan, edebiyat adamlarının mahalli hu­ susiyetlere sığınmak isteyen ruh hfiletleridir. Her türlü konfora alışkın Anglo-Saksonların bile İrlanda göllerine, Fransız Bretanyasındaki son derece pis, fakat Ortaçağ hüviyetini yitirmemiş köşelere koşuşması ; roman yaz­ mak için bütün dünyanın Avrupalı ayağı az değmiş yer­ lerine uzanan, yeni görülmedik, işitilmedik mevzu ara­ yan son zaman ediplerini ancak bu ruh haletiyle izah edebiliriz. 97


İkincisi : Bugünün büyük şehirlerinde boğulan, ma­ k ınalaşan fikir adamiarının dinlenme, düşünme için; ta� rihin bir nevi istatistildeştiği köşelere bir çeşit vurgunluk duymalarıdır. Bu vurgunluk, o mıntıkanın folklorundan, etnoğrafyasından tutunuz da coğrafyasının her zerresine kadar hayranlık, kıskançlık, muhafazakarlık doğuruyor. Bir milletin tariiıi, şahsiyeti bakımından bu hislerin ehem­ miyeti meydandadır. Dikkat edilirse;

edebi

diyeceğimiz

bu

rejiyonali st

- örneği, iç ve dış turizmin doğmasında başlıbaşına amil

olan en müsbet, en modem hadiselerden biri olmuştur. Türkiye'nin bu iki türlü rejiyonalizmi tanımamasına. imkan var mıdır ? İmparatorluk olarak, yeryer ayrılış ha­ reketlerinin bütün kanlı safhalarına 3.şina olan Türkiye

siyaset yapan rcjiyonalistin hertürlü fesasına, suikastına uğramıştır. Romanya,

Macaristan, Sırbistan, Bulgaris­

tan, Yunanistan'dan tutunuz da ; Mısır'ın, Arnavutluk'un,

lrakın, Suriycnin, Arabistanın İm para tor lukt a n ayrıl­ mak için giriştiği h ertü rl ü düşm anlık ; metropol çocuklarına neye mal olmuştur, biliyoruz ! Ana vatanın müs tem

­

lekeler yoluna eriti lip mahvedilmesine varıp d ayana n bu

korkunç devirlerin rejiyonalisti, hemen daima soyumu­ zun, devletimizin aman bilmez düşmanı olmuştur. 1 908 den az önce Bükreşte toplanan i l B ask ım Kongresine verilmek

üzere bir Arnavutluk

tarihi yazan

ve

orada

Türkler için -- o vakte kadar kimsenin ağıza alamadığı ağır hakaretleri savuran Şemsettin

-

Sami Fraşeri ; Türk

soyuna karşı düşmanlığında herhangi bir müşteşriki nasıl

fersah fersah geçmiş ise ; bir Arap tarihçisi Zeki Paşa, aynı düşmanlıkta bütün seleflerini, herhangi bir Avrupa­ lıyı çoktan geçmişti ! Bunların hepsi de siyaset yapan. rejiyon alistlerdi !

98


yekpareliğine kavuşan rejiyonalistler görünmemiş değildir.

Bugünkü Türkiye halinde, anavatanımızda

da

·

Ermenilerin, Kurtlerin hareketleriyle ; Pontoscu'ların ha­

reketini ve daha buna benzer bir iki teşebbüsü, siyaset yapan rejiyonalistlerin körüklediğini biliyoruz. Bunların

kökü daima dışarıda, ecnebi memlekctler� edir ve h epsi de ; tarihin azametli nehirler halinde akıp gelerek dökül� düğü bu yekpAre vatanı parçalanıayt ; bütün Türklüğün bütün Türklük tarihinin tek mümessili kalan Türkiye'yi ortadan kaldırmayı l!edef bilen ecnebi devletlerin emeli­ ne, planına göre yürümüştür.

Bununla beraber Türkiye'de, edebi rejiyonalizm ha­ reketlerine bağlanabilecek hadisel erin ön safına « mahal­

li

hemşerilikleu

dediğimiz ve benim ,

«

Yokolası Ayrı­

lık» yazısıyla ortaya koyduğum, hadiseyi almak lazım�

dır. Edebi rejiyonalist örneğini de Türkiye'de belki en iyi temsil eden haddi zatında bu gayreti dir

c mahallJ

hemşerilik D

.

Aslına bakarsanız ; bu gayret, bizim Ortaçağ'ımızın tabii bir neticesidir. Bizim

Ortaçai'ımız başlıca büyük

!erinin, hanedanlarının Anadolu'da kurduğu beylikler, bu

beyliklerin kısmen yıkılma sı ve Anadolu Sel çuk luları nın

hakimiyeti,

bu Selçuk Devletinin de yıkılması ile Oğuz

beylerinin Anadoluda yeniden beylikler kurması, nihayet Osmanlı İmparatorluğunun bütün bu dağınık !l em y erine yekpare, uzun ömürlü, teşkilatı daha zorlu bir devlet ha­ linde yükselme S'i . . . ile karakterlenir.

Bilhassa bu beylikler ; Anadoluda bugün basit şe­ hi rler, kasabalar halinde yükselen yerleri, bir devlet öl­ çüsünde ele almış bir devlet kadrosuyla doldurmuş, bir devlete yakışır şekilde imar etm iş ; yine bir devletin ya� yapa bi leceği hars ve itim mü e ssesel e riyle ön saf'ageçir-

99


meğe çahşmıştı. Her beyliğin merbzi, L:-alesi, suru ile çev­ resine kafa tutan taştan bir şövalyelik abidesi, kendi hal­ kını, aşiretinin lehçesi, göreneği ile besleyen bir hars merkezi ; kendi hWıedan ve devletin.in, insanlığa katmak istediği ilim eserlerini boyuna yaratan müstakil, muaz­ zam, bir beyin ; kendi hayatını, inanını sonuna kadar ko­ ruyan işlek bir kılıç, bir hatıra, bir tarih meşheri idi. İmparatorluğumuz, bütün bu beylikleri yıkıp yerine yekpare bir siyaset makinasını kurduğu zaman bile bu beyliklerin merkezinde yer yer devlet düşkünü ailelerin, süla.J.elerin hıncı devam etti. Bilhassa imparatorluk dev­ let müessesesinde olduğu kadar hars müesseselerinde, ille dil müessesesinde ; Oğuz boylannın sürüp getirdiğinden ' farklı veya tamamiyle ayn bir an ane, bir müesese ku­ runca ; tamamiyle Oğuz töresine, Türkmen harsına bağlı kalan beyliklerin !talla, kendini her itibarla imparator­ luktan ayn görmeğe başladı. Folklorumuzla, halk şüri­ mizde btı görüşün yankılarını bol bol görebiliriz. Denilebi­ lir ki her beyliğe karşı bugün Anadolu'da ayn bir ağız, ayrı bir folklor, ayn bir etnoğrafya vard ır.

Mahalli hemşehriliklerin, asıl sebebini bizim bu bün­ yemizde aramalıyız. Bu itibarladır ki dilde birliğe vara­ bilmek için, Anadolu 'daki ağızları, folklor, halk musiki ­ si ve halk şiirindeki farkları tesbite şiddetle muhtacız . Nasıl Anadolu beyliklerinin o ademi merkeziyetçi cehit­ leri üzerine imparatorluklarımızın ağır cihazı oturmuş, asırlar boyunca sürüp gidebilmişse ; yekpare millet ola­ rak bugün dilimizin, kültürümüzün büyük yekpareliğine kavuşmak için de, eski metropolün ve bugünkü Türki­ ye'nin bütün edebi harsi hususiyetlerini. . . ele almak, kıymetlendirmek mecburiyetindeyiz. yalnız kültür sahasında bu mecburiyet, bu var. Her mıntıkamızın ağzını, folklorunu kıy-

Ama, ihtiyaç

100


metlendirmemiz ancak harsım.ızın yekpireliğini sur'atle ve şaheserler verecek şekilde kurmak ; bu killtUr yekpa­ reliğini, devletimizin siyasi yekpireliğine muvAzi bir hale getirmek içindir ki ; mahalli bemşehrilikleri bir yokolası ayrılık, br piçleşmiş rejiyonalizm saymaktayız. Her kö­ şemizin ayrı bir husU.Siyeti, ayn bir güzelliği vardır ve

orada doğup bUyiiyenin bu hususiyeti, bu gUzelliği anma­ sını, sevmesini, hele Türkiye ölçüsünde değerlendirme­ sini harsımız için

kaz.anç,

- hususi idareleri şiddetle

alıkoyan - devletimiz için kazanç biliriz. Amma, bu gay­ reti, bir mıntıka vatanperverliği şekline sokanlarla banş­ mamıza imkan yoktur. Bu vatanı bu gözle gören, bu vatanı bu yekpareliği

ile ruhuna yerleştiren bizler ; Millet'in çalışmalarını dai­ ma Türkiye'nin hayati

ihtiyaçları bakımından düzene

koyduk. Osmanlı imparatorluğunu kurarken metropolü­ müz, anavatanımız olan Anadolu ; bugünkü Türkiye'nin

ta kendisidir. Meriç"ten Ağrı dağına kadar, bu yekpare vatana kah Türkiye, kah Anadolu diyoruz. Bunu derken, böyle hareket ederken, Türkiye Cumhuriyeti'yle, tam mu­ tabakat halindeyiz. Bunun içindir ki •Anadoluı kelimesini ağzımıza aldı­

ğımız için bize rcjiyonalist adını verenler gafil, yahut cl­ hil değilseler, mutlaka suikastçı elemanlardan ibarettir.

101


MiLLİYETÇİLİ�İMİZ

Asıl Türk milliyetçiliğinin doğuşunu • Kuvayı Milli­ ye Mücadeleleri • ile başlatanlar aldanmıyorlar. Bu kor­ kunç zelzele ile sarsılan anavatan ; kendini bulmak, ken� di özüne inmek için lrull anacaığ asıl yolu, asıl medeni­ yeti, asıl tekniği ancak

cİstik.li.l

Mücadelesi l 'nden sonra

seçmiştir. Karamanoğlu muhterem Mehmet Bey'in mil­ liyetçiliği gibi, Tanzim.attan beri arasıra ışıldayan millide <1), Meşrutiyetten sonra • compromis • ler halinde fışkıran milliyetçilik de ; İslim beynelmilelciliği­ yetçilik

etkisi ile olagelen va&anseverlikten ileri gitmemiş­ tir. İlle Tanzim.attan beri ; denilebilir ki, Türkler hep öteki nin

kavimlerin

milliyetçiliğini

uyandırmak için kahrolmuş,

sabretmiş, fedakarlık: yapmışlardır. Bütün bu son devirlerin ibretle, hayretle görülecek vasfı : idealin de, ideolojinin de alırlık: merkezini tan

cı anava�

metropob'den başka yerlerin meydana getirmiş ol­ masıdır. İmparatorluğum.uzda Müslümanlık bir ideal ol­ =

duğu zamanlar ağırlık merkezi cı Makamat-ı mübareke » idi ; aslında müstemleke olan yerler, idealin bizzat vata­

hfiline girmişti. Osmanlılık bir idecloji yapılmak isten­

diği sıralarda gayenin ağırlık merkezi anavatandan gayri� (1) Abdülhak Hamid'in şu mısraı gibi : uSen Türk nB.mını anıyorken birez efil• cTürk'ün sebep sükutuna Türk olması deAil! . . . •

102


yerler olmuştu. " Turancılık » 'l a ifade edeceğimiz ilk mil­ liyetçi şuur devrinde de ideolojiiıin ağırlık merkezi ana­ vatan dışında kurulmuş ; emellerimiz başka yerlere çev­ rilmişti. Anavatan'ı müste�ekeleri yoluna, inanılmaz bir gafletle yahut, - başında bizzat müstemleke çocukları, dönmeler hüküm sürdüğü zaman, - şuur parçalayıcı bir hiyanetlc harcamak ; bizim imparatorluğu başka impara­ torluklardan ayıran en mel'un vasıf olmuştur. İmparator­ luğumuzun bütün felaketlerini bu esasa bağlamakta tercd� düt etmiyoruz.

1 9 14 deki Cihan Harbi İslamcılığın (dikkat ediniz : müslümanlığın demiyorum), Osmanlır.ılığın belini büken büyük bir ameliyattır. Anadolu'daki c İsti.klfil Mücadele­ leri n , Turancılık şeklinde ve

• compromis ıı 'lerle

bağlanmış

ilk milliyetçiliğin hak ve mukadder yolu bulması için geçmemiz gerekli, bir sırat köprüsü oldu. Dünyada de­ vamlı, büyük, müstakil biricik Türk devletini kurmuş olan Oğuz Boyları'nın kendi gerçeklerine ermesi için, • İstiklfil Harpleri ıı

gibi

bir ceberınemden

geçmesi

lazundı.

Bu

harplerin yangınında, Türk realitesine aykırı ne varsa kül olmuştur. Öteyandan ; bütün dünya Türklerinin kur­ tulması, yaşaması için Anadolu denen mücahitler yuva­ sının müstakil, kuvvetli, büyük: kalması şartolduğu mey­ dana çıkmıştır. Bugün, dünya Türkleri içinde milliyetçi ve samimi tek insan yoktur ki herşeyin üstünde ilkin, « İstiklal Harplerirı 'nin kazandırdığı büyük

neticeyi ko·­

rumak hedefine saygı göstermemiş olsun ! Denebilir ki Anadolu, yalnız bütün tarihi içinde de­ ğil ; Türkmenlerin fethinden beri de ilk defa sınırları için­ de « bütün . haline girmiş bir yurdun şuuriyle çerçevelen­ miştir. Türkiye dediğimiz bu çevre bugün bütün imkan­ ların karşısına işte bu bütünüyle dikilmiş bulunuyor. Mo­ ğol akınları,

« Ehli�salip ıı

tahribi gıbi suikastlar yüzünden

1 03


geri kalmı' büyük ımision ı'unu başarması, bugünün mil­ liyetçilik ideolojisine bir zemin olmuştur. •Müteferrika İbrahim• denberi hiç olmazsa on nesil, bu işin başarıl­ masına çabalıyor, bu yolda can veriyor. Geçen nesillerin varmağa çabaladığı bütünlük, birlik i.mkinlanna bizim neslin kavuşmuş olması bilyllk mazhariyetimiz ; olan ve olacak olan şeylerin fuuruna varmak, bunları korumak büyük mesuliyetimizclir. Bu mazhariyette bu mesuliyet, şimdiki ideolojimizin dayanağıdır Malazgirt'te ; Kılıças­ lan'la Eskişehir ve Konya ovalarında ; Sırpsındığı'nda ; Niğbolu'da ; Belgrat'ta; Otlukbeli'nde ; Çaldıran'da ; Mercidabık'da; Mohaç'ta ; Viyana önlerinde ; Rodçs'ta ; Prut kıyılarında ; Bağdat'ta Kanije'de şehit olanlar ; yahut dön­ me Kuyucu Murat'ın zulmü ile gömülenler ; Simav'lı Bed­ rettin ile birlikte ölenler ; nihayet, Çanakkale'de, Sarıka­ mışta, Süveyş'te, Gazze'de, Toroslar'da, Ermenistan cep­ hesinde, İnönünde, Sakarya'da, Dumlupınar'da . . . •bu toprak için toprağa düşenlera şimdi sıg olsaydı, bugünün milliyetçiliğini ı kendine gelme, kendine doğru toplanma. bulduğu yeri doldurma, bu yerleri ebediyetlere kadar Türk olarak koruma ! ı dan başka ne ile karakterlendirirdi ? Bu itibarladır ki bugünün ileri cemiyetleri arasında yer almaya çağrılan büyük, köklü Türkiye'nin dünya öl­ çüsündeki ideolojisi ; bu kadar ağır imtihanlardan sonra erişilen fmilliyetçilib 'ten başka şey olamazdı. Gene bu­ nun içindir ki bu milliyetçiliğin ilk faslı : topluluğumuzun toprağımızın, tarihimizin gerçeklerine uyan bir realistlik. Bu realizm yüzündendir ki bizim milliyetçiliğimiz ne yalnız başına his, ne yalnız başına kan, ne yalnız ba­ şına toprak birliğine dayanmaz. Yukarıda söylediğimiz gibi, bu ideoloji, bir sıra realitelere dayanır. Bu sayede de Hint'deki bir kast'm insanları - ölümlere kadar ko­ valayan, ayıran - zinciri ol.maktan çıkar. 104


Bu realitelerin başında : Türkiye'ye adını veren, kiye'nin dünyada

Tür­

hiçbir değerle ölçemeyeceli Tilrk kit­

lesi vardır : Bütün milletlerin kurulma devrinde yaşadığı tesadüfler safhasını yenip, iki milyara yakın insanlığın kaderi arasında kendine mahsus bir kader, bir yaşama düşünme, zevk alma iCkli yaratan Türkmen kütlesi ! Bu esas kütle, bu asıl nüfus manzarası bu memleketin dil, nüfus, toprak, sınır, siyaset,

maarif, iktisat, sağlık

gibi

bütün devlet çalışmalarının belkcmiğini meydana getirir. Bu çalışmaların kim için, kimin adına, kimin müsaade-­ siyle yapılması gerektiğini ve mümkün olduğunu gösterir. Vatanımız için dünle yarının, yerle göği!n, bilinenle bilinmeyenin arasında köprü ve çimento vazifesi gören Türkmen

kütlesi

miras olarak

yanında,

Türkiye'nin

imparatorluktan

aldığı bir nüfus alacalığı bulunmaktadır.

Devletin esas kütle ile olan münasebet;nden hiçbir şey de­ ğiştirmek şöyle dursun, bu nüfus alacalığı ; devlet çalış­ malarının keskin, aksamaz bir şiddetle, bir temerkü:Zle işlemesini emreder. Bu alacalık, bugün insanlığın özlediği birliğin, saadetin dayanağı olan tecanüsü yoketmektedir. Bu birliği, bu tecanüsü soy aslına dayanan kültür birliği kurabilir. Bu kültür esas kütlenin beslediğinden, büyüt­ tüğünden başka olabilir mi ? Devletim.izin bu çalışmaları, bu yerine miletimizin tecanüsünü benliğini

yıkmadan,

onun

nüfus alacalığının

getirmeyi ;

hiçbir

ana

hakkını

kütlenir.

yoketmeden

milletimizin kaderine yürekten katılmış olanlara bu mem­ leketi cennet bir vatan yapmayı hedef bilir. İmparatorluğumuz dünyanın en iyi temsil eden cı­

hazı olmuştu. Ve şüphesiz bu yurt, öz kütlesine katılan kütleleri en çok bahtiyar eden vatan olarak tanındı. An­ cak, bu insanca, bu demokrat adını almadan dcrnokrat105


ca iyilikler ; hemen daima öz kütlenin; yan� bu · vatanı milyonlarca seçkinini feda ederek kuran,

ayakta tutan

Türk topluluğunun zararına olmuştur. u Kuvayı Milliye » çarpışmaları, bütün bir geçmişi, - iyiliii ve kötülüğüy­ le - tasfiye ederken, cihanda pek az rastlanan bu " ano­ mali'yi = uygunsuzluğu »

da silip yok etmeyi

gaye olarak

belirtmişti. Biz devletçiliği de daima bu ana düşüncelerle millet hayatımızda benimsenecek bir merhale sayıyoruz. Yekpare milletin çabucak doğması, ancak:

c Kuvayı

Milliye » ruhunun çarpışmalanndaki ideale sadık kalmak­ la mümkün olur. Herşey, her çalışma ; tarihi v� vatanı ya­ ratan, yaşatan kütlenin bodurlaşması yo�unda yapılma� dıkça, İmparatorluğumuzun çökme devirlerinde gördüğü­ müz manzara - yam büyük çoğunluğun müphem siyaset muvazeneleri, birlikleri, yoluna harcanması - meydana gelir. Bu da, değil milliyetçilikle devrimizin hiç bir, ama hiç bir ideolojisi ile uzlaşamaz. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik gibi prensiplerin bu­ günkü realist milliyetçi yanındaki değeri, bu nüfus alaca­ l ığına ve esas kütlenin - bir takım zaruretler, hiyanetler­ lc

-

perişan kalmasına baktıkça kuvvetlenmektc ; ideolo­

jimizi çatlaksız bir organizmanın ahengine k�vuşturmak� tadır. Her bakımdan tecanüsüne ka'rnşması bir ideoloji zemini olan vatanımızda, bütün bu prensipler ; bizi, i nan­ dan, siyasetten, milletlerarası münasebetlerden doğan bin türlü zorluğu yenmeğe götüren imkanlardır. Bununla beraber devletçilik, laiklik, inkılapçılık gibi prensiplere birer ideal kutsiliği vermekten uzağız. Mese­ la demokrasiyi kayıtsız şartsız başköşeye geçirdiğimiz sa­ nılmasın. Vaktiyle Çığır'da yazıldtğı gibi (2), tecanüsünü

(2) Çığır, 83 - 85 sayılar Samet �aoğlu'nun yazıları .

106


tam bulmamış, çokluğu her bakımdan önsafta yürümek­ ten kalmış cemiyetlerde demokrasi, ancak millet bütün­ lüğünü parçalar, bu parçalamaya önayak olan azınlıkları körükler. Bunu anlamak için Osmanlı İmparatorluğunun, ve bugünkü İmparatorlukların, hatta bugiın.k:ü bazı milletle­

rin macerasını gözönüne getirnıek yeter. Bu itibarla da biz halkçı olma tabirini demokt.!1t olma tabirine tercih edi­ yoruz. Sonra lfıikliği, bugün dünden ziyade cemiyetimizde bir muvazene faktörii olarak alıyoruz. Onun sebep olduğu muvazene, cemiyette bütün ihtilfillere, muharebelere rağ­ men istikrarın yitmemesini, sonra, cemiyetin dünya şart­ ları, hayatın binbir · ihtimalleri karşısında kıvraklığını (souplesse) korunmasını mümkün kılıyor. Bu istikrar ve elastikiyet sayesindedir ki cemiyetler, vakit vakit « refor­ meıı'ler yapabiliyor, yam içtimai kuvvet grupları arasın­ da zamanla doğması çaresizleşen münasebetlerde değişik­ liği idare edebiliyor ; bu değişikliğe - yıkılmadan - uya­ biliyor. Bundan başka; biz, bu büyük müvazene faktö­ rünü de miletimizin bütün tarihi boyunca ün veren tesa­ muh (tolerance) göreneğine dayayabiliyoruz. Dernek bu prensi p, bizim milletimiz için bir ideal değil, bütün tarihi boyunca tahakkuk ettirdiği tesfunuhun bir varış noktası­ dır. Milliyetçi olmayı bu anlattığım gibi kavrayan aydının devletçi de, inkılapçı da, Cumhuriyetçi de, laik de, halkçı da olması normaldir. Toprak Kanununu çıkarmak için elimizdeki memleketin istiklfili kadar halkının da efendi kalmasını, birbirine düşman olmayan hemşehrilerden mey­ daha gelmiş kalmasını isteyecek kadar milliyetçi olmak yeter, ardıp.dan a reforme ı korkusu silinip gidecektir. 1 07


Topraklarımız

üstünde, geçmişten miras

hatırlamak ve bu in...anlık devrinde, olan bu kütlelerle yaşamaya mecbur

kalan azmlıkları

ayn ayrı dinden

olan

çoğunluğun yal­

nız kendi dinini devletin resmi

dini yapama�cağını, ya­

parsa milletine büyük zararlar

geleceğini düşünecek ka­

dar milliyetçi olmak yeter:

ardından lfilklik gelecektir.

Bugünün insanlığı arasında ayakta kalabilmek için, bir avuç aydının ardından

yürümek yetmiyeceğini, bütün

kütlenin, teker teker bu toprağın, bu milletin kaderini be­ nimseyip onun faktörü olabilmesi gerektiğini anlayacak kadar milletini seven bir milliyetçi olmak yeter : halkçılık da, cumhuriyetçilik de ardından gelecektir.

Oturulacak

belde olmaktan çıkmış kasaba ve şehirlerimizi yekindir­ mek ; yurdumuza Ortaçağ'ın beylikleri kadar ayn, dağı­ nık bir görünüş veren, iktisadımızı felce uğratan yolsuz­ luğu gidermek ; fabrikalarımızı , demiryollarımızı yapmak için ; bu milletin ihtiyaçlarını düşünecek: kadar milliyet­ çi olmak yeter: devletçilik ardından gelecektir. Biz bu halkçı, bu devletçi olan milliyetçiliğin adına - Necmet­ tin Sadak'ın yazdığı gibi - • sosyalizm • denmesine veya denmemesine üzüleceklerden değiliz. Yeter ki bu türlü bir milliyetçilik, bütün

temizliği

·

ile

içimizi

kaplamış ol­

sun. Bizim gibi, tarihinden gelen çaresizliklerle alacaklı kalmış cemiyetlerde, tarihi ve vatanı kurmuş olan asıJ kütlenin,

çoğunluğun

siyasetçe,

iktis:ıtça,

kültürce

ön

safta bulunması, o topluluğu yıkacak olan şeydir. Bir milleti kuranlar, o millete katılanlar arasınd a geri, örnek

arayan h3.le düşerse, düşürülürse ; o miletten gelen ve onu idare edenlerin ilk

ifi, bu uygunsuzluğu gidermek, o

çoğunluğu ön safa çıkarmak olmaı;ı çaresizdir. İşte bu ça­ resizlik, milliyetçilerin ileri ve yeni bir yaşamanın, büyük hamlelerin, başarıların, tarafını tutmasını izah. eder. Türk

1 08


milliyetçiliğinin müjdecileri ve bütün fedaileri aynı

za­

manda düşünme yollan yaşayışları, hasretleri bakımından cemiyetimizin

daiına en ileri gidenleri, cemiyeti en ileri

götürmek isteyenleri oldu. Bugün de gerçek milliyetçiler insanlığın eriştiği, erişmeyi hedef bildiği en ileri tekni­ ği, en ileri yaşamayı memlekette yerleştirmeyi, memleke­ ti iktisatça, teknikçe tek parça haline getirmeyi temsil etmiyor mu ? Bu

bakımdan milliyetçiliğimizin müsbet vasfı : ileri­

liğin, yeniliğin işıkı olmasıdır. Bizim ideolojimizi dayadığımız realitelerin başlıcası

toprağımızdır. Bu kitabın başında etraflıca anlattığımız üzere, tarihi akışımızın gelip döküldüğü bu A.Ôavatan bi­ zim milliyetçiliğimizin baş realitelerinden ve asıl hedefle­ rinden biridir. Başkasının vatanında gözümüz yoktur ; fa­ kat bu topraktan da bir zerresini fe<la edemeyiz. kuma� ra basar gibi sergüzeştlerde harcayamayız. Emeğimizin, ordumuzun, mihveri ;

maliyemizin,

i.ktisadımızın,

siyasetiınizin

basit bir coğrafya iken vatao haline getirdiğimiz

bu topraklardır.

vatanında gözümüzün olmamast, bizim de " irredentisme " miz bulunmadığını göstermez. Fakat bir Kimsenin

Hatay, bir Boğazlar (Montrü) anlaşması, bizim, bizden koparılmış

vatan parçalarını hangi zihniyetler, hangi yol­ kanaat verir : Bizim mil­

larla istediğiıniz hakkında yetesi

liyetçiliğiıniz, milletlere bela olan cinsten değildir.

milliyetçiliklerinden, hatta beynelmi­ rejimlerinden titriyoruz. Bunlar kinin, yer­ siz kibirlerin kokuttuğu bir şiddet alemi yaşıyorlar. Bu şiddet milletleri kıyasıya rakip bezirganlar gibi birbiri­ Bugünün öteki

lelci tanınmış

nin karşısına dikmiş bulunuyor. Bu rakip, bezirganların insanlığı nereye getirdiğini hepimiz görmekteyiz.

1 09


Türk milliyetçiliği kimseye yurdundan bir karış ver­ memeye ahteden, kimsenin vatanına göroikmeyen özel­ liği ile, bütün bu düşman filemlerin ortasında tarihin dik­ tiği bir muvazene anıtıdır. Bu hususiyetin dayandığı te­ mel :

Türk milliyetçisinin herşeyden önce, h�rşeyin üs­

t ünde yurdunu, milletini sevmesidir. Biz, kimseden, kim­ senin milletinden, yurdundan nefret

etmiyoruz.

Sadece

kendi yurdumuzu, kendi miletimizi sevmekle işe başlı­ yoruz. Bir madalyonun ters yüzü gibi, nefretimiz ancak, herşeyden üstün tuttuğumuzu sevmeyeni, teh likeye düşü­ reni vuracaktır ve bu, bizim milliyetçiliğimizin belki en keskin vasfıdır.

1 10


MİLLİYETÇİLİGİMİZİN MERHALELERİ Türklüğün 2600 yıldır, bir Türk cfuniası!lın 900 yıl­ dır varolduğu kabul edilebilir. Buna rağmen, bu.günkü an­ lamıyla bir Türk milliyetçiliğinin varlığı nisbeten kısa bir zaman işidir. Bu 2600 yılık devrede Türklük için çalışan­ kat bunlar milliyetlerini duymamış, milliyetçi olmamış, kat bunlar milliyetlerini duymamış, miıliyetçi olmamış, Türk milliyetçiliğini uyandırmamışlardır. Japon deniziy­ le Endülüs yaylaları arasındaki sonsuz gibi uzanan filemi dolduran Türklük tarihinden elimizde kalan ; şu Türkiye'­ dir dersek mübalağa olmaz. Bugünkü Türkiye'de de Türk milliyetçiliğinin şimdiki anlamda belirmesi bir ideal ol­ ması bir ideal kuvvetiyle Türklüğe dayanak olması çok yenidir. Fakat dediğimiz gibi, Tii.rklük en az 900 yıldır topluluğu belli, adı belli bir kütledir. O halde, şimdi bir kolay iş, bir vakıa olan milliyetçi­ liğimizin dayanağı olan bu Türklük, bu kadar zaman ayakta kalmak için hangi ideale sahipti ? Yani milliyetçi­ liğe dayanmadan önce iç dünyamız neye dayanıyordu ?

Ne türlü düşünsem görüyorum ki bir idealin başı ız­ tıraba dayanıyor. Bir kütlenin kaderi öu.ünde durup dü­ şünmeyen acı duymayan insanın ideali anlamasına da, ona kavuşmasına da imkan görmüyorum. Ama ıztıraptan idealin doğması, onun şuuruna varmakla mümkündür. Iztırabını ferdinin destanı haline koyan insan belki sa­ natkardır, ama mutlaka egoisttir. Çektiğinden habersiz bir 111


kütle de idealsizdir. Bizim kütlemizin şu 900 yıllık geçmi­ şinde şuuruna vardığı mukaddes bir ıztırabı var mıdır ? Tarihimizin şahitliğine bakarak anlıyoruz ki 1 070'

-

denbcri Önasya'nın kaderini ellerinde tutan Türklerin, o zamanki mukaddes endişesi, ıztırabı din olmuştur. Bir Tuğrul Bey, hapishaneden çıkardığı ha1ifenin atını, bu din adına yedmişti. Anadolu'yu çiğnemek isteyen Haçlı­ lara göğüs geren Türkler, bu müthiş fedekArlığı, müslü­ man oldukları için, müslüman kalmak için yapmışlardı. Bugünkü vatanımızın üstünde kurulan Türk devleti� nin ikinci bir ideali dah a olmuştur. Osmanlılık. Bu devleti bir imparatorluk haline yükselten son ce­ hitler, Osmanoğullarından gelmiş ve Osmanlılık şu

600

yılın ayrılmaz damgası olmuştur. Ama Osmanlılığın şuur­ la bir siyasi hareketin başı olması, bir ideal ha1ine yük­ selmesi Tanzimatla başlatılabilinir. Bu idealin şuuruna

varılmasının sebepleri vardır.

Dünya iktisadının mihverini değiştirmesi yüzünden bizde refah kaynakları tıkanır, eski ticaret

yollarının

üstün­

deki memurelerimiz ören haline girerken, Batı dünyasın­ da başka bir insanlık yükseliyordu. Rönesansın yıktığı değerlerle perişan olan katolik filemi, parça parça olmak� tan çıkmış ;

vatandaş terbiyesi

alan,

vatandaş şahsiyeti

ve bilgisi olan insanların müstakil vatanları haline doğru gelişmeye başlamıştı. Türlü

sebeplerle Avrupa dışına

akan bu Batı insanlığı, kendi üstünlüğüne inanmak için birkaç zafer bekliyordu, denebilir. Bizim son 200 yılımız Avrupa'ya, bu beklediği zaferleri veren bir düşkünlük devridir. Avrupa, 400 yıldır her alanda savaş halindeydi. Oradaki kütleler kah birbirleriyle çarpışıyor, yahut bir­ birleriyle birleşerek bizimle savaşıyor, Asya'ya, Afrika'­ ya, Arnerika'ya saldırıyordu. Bu çarpışmalar onları bile-

1 12


miş, uyandırmış, herşeyi başarına emniyetini, hırsını ver­ mişti. Dünyayı alsalar doymayacak bir hırsla kosan bu

Ş

Avrupa fileminin dörtyol ağzında ilk karşıia tığı

biz

ol­

muştuk. Avrupa dünyası kendisini hazırlarken, bilerken yık­ tığı teokrasileri bizde bulmaları onların samimi idealist­ lerini bize düşman etmişti. Bu samimi idealistler, aynı zamanda eski Yunan - Roma kültürünü de benimseyen Romanistlerdi. Ve bu sıfat, bütün Roman - Yunar.. dünya­ sının topraklarını elinde bulundurnn Osmanlı dc\'l�tine düşman olmalarına başka bir seb�p oluyordu. Halbuki, yine bu Avrupada ht!rkes idealist ve Roma­ nist değildi . Amerika'yı zaptcdenler, Avrupa'nın idealist­ leri olmadığı gibi, Osmanlı İmparatorluğuna düşmanlık da yalnız fikif ve din işi olmuştur. Bizi, refah ve hı rsla­ rının önünde bir set gibi bulan bu obur insanlık bizi de y-::­ mek istemiştir. Osmanlı devletinin içindeki azınlıklar davasını böylece fikri dini sebepler kadar siyasi ve iktisadi bir oburluğun iştahına bağlamak da hata olmasa gerektir. Bizi içimizden vuran azınlıklar meselesini çözebilmek için, Osmanlı devletinin inanarak ele aldığı Tanzimat, bize, yani imparatorluğu kuran, ayakta tutan kütleye ye­ ni bir dünya görüşü sayesinde müslüman olmayan azınlık­ lar, siyasi vak'alar halinde aramızda büyümüşler, bir İs­ lam devleti olan imparatorluğumuza Avrupa'daki karışık imparatorlukların çehresini, daha

doğrusu mes'uliyetini,

derdini yüklemişti. Tanzimat, bizim bu mes'uliyeti resmen bahsettiğimizin ilanıdır. İsliim beynelmilliyetlerini n var oldt:Jğu bir zamanda Önasya'ya inen Türkler, nasıl müslümanlığa hizmet etmiş, .

1 13


kendilerini o yolda feda etmişlerse ; Osmanlı!ık idealinin kurucusu olarak ona

büyük bir vefa ile sarılmışlardır.

Müslüman olmıyan azınlıkların, Osmanlı devleti dışındaki bütün düşlllJUl elemanlara dayanarak, imparatorluğu par­ çalama, ondan ayrılma hareketlerine karşı gelmek zorun­ da olan Türkler ; OsmanWık ideali için büyük fedakarlık­ lar yapmışlardır. Doğduğum Çukurova'da, küçüklüğümde Ermenicenin devlet mekteplerinde okutulduğunu, adliye mekanizmasında belli başlı yerlerin Ermenileı:..� verildiği­ ni, Ermeni kilisesinin bir devlet merkezi gibi olduğunu hatırlıyorum. Bize bugün garip gelen bu fedakarlıkları o devrin Türkleri inanarak yaptılar. Yoluna, bütün bir Türk tari­ hini yarattığımız İmparatorluğu eliyle yıkacak l:lir Türk'ü o zaman aramak, Kanuni devrinde Türklük i_çin Balkan larda vazgeçmeyi istemekten de beter birşey olurdu. Aslında bir müstemleke halkı olanları, kurulmuş bir devletin sahipleri arasında göstermek

XIX.

yüzyılın ro­

mantik, başıboş faktörlerine karşı bir çok zorluklar per­ delediği için devlet adamlarına da aynca cazip . gelmiştir. « Osmanlılık » idealinin, Birinci Cihan Harbine - hat­ ta 11 Yeni Osmanlılar » diye, zaman zaman tazelenerek sü­ rüp geldiğini görüyoruz.

1 908 Meşrutiyeti ilan edildiği sırada büyük bir Türk aydınlar kütlesinin bu Osmanlılık idealine nasıl sımsıkı sarıldığını gördük. Bu ideali bizzat kendi milletinden olan­ ların canına kıyacak bir şiddetle benimsediklerini gör­ düğümüz bu Türk aydınları, Osmanlılık ideali uğrunda fe­ dakarlılık yapanların sembolüdürler. Kanun y�panların bile onu bozmaya koşması da gös­ teriyor ki kanunlarımızda asıl eksik olan değer, imkan,

1 14


doğruluk değildir. Eksik olan : O kanunu yerine getire� ccklcrdeki ıı ahlaki maksah'ın yokluğudur. Kanuna yalnız ceza ceza korkusu ile baş eğenler, şu veya bu vasıta ile işini halledince, kanuna itaat meselesi de kalmıyor. Bu itibarladır ki, kanunun buyurduklarına aykırı işlerin yani suçların çoğaldığı devirde ahlaklılığın, ahlaki maksadın zebunlaştığını, kuruduğunu kabul etmek çare­ sizdir. Kanunun bütün cemiyetin reyini kazaıııp kazan­ madığı, bu yüzden de o cemiyetin yapısına, göreneğine, geleneğine uyup uymadığı meselesini bir yana bıraktığım, bunları halledilmiş gibi kabul ettiğim anlaşılıyor, umu­ dundayım. Kanunun bu çaresizliğini vaktiyle, din önleyebiliyor­ Ahlaklılığı koruyan üçüncü amil dindir. Din, aklımı­ zı, arzumuzu hesaba katmaz ve emrini, nehyini insanın cemiyetine göre, hususiyetine göre düşünüp vermez. Onun emirleri, nehiyleri herkes içindir, her yer ve her zaman içindir. Müeyyidesi de ; esrarlı ve esrara dayanan imanımızın kendisindedir. Esrar yırtılmadıkça esrar nü� füzunu muhafaza ettikçe . . . dindarın ahlaklı kalması müm­ kündür. Dindar, dinin kontrolunu benliğinin el değmez, göz görmez yerlerinde buldukça ahlakı ayaktadır. du.

Fakat, X:X. asır, bu nişter, bu teşrih ve teleskop asrı, din çevresinde, dindarın iman şartları arasında öyle ge­ dikler açmıştır ki bugün din, ahlakımızın müeyyidesi ol­ maktan çıkmış bulunuyor. Bunun karşısında derin şaşkın­ lığa teessüfe, ye'se düşmek neye yarar ? Hangi peygamber bir Ebucehil'i (Ebu-Cehil), Ebukheb'i (Ebu�Leheb) di­ ne sokabildi ? XX. asır adamı ise baştan başa bir Ebucehil değil midir ? • İmanın, İslamın şartlarını herkesin yıktığı bir vakıa iken dini - Ömer zamanındaki gibi - yaratan, yaşatan 115


ve ıçimızi ayakta tutan müeyyide olarak. ek almak müm-­ kün mü ? Bugünün cemiyetlerini, seni, beni . . :....J arm veya şimdi silah başına toplıyacak buyruk ; cihat yapan diniff emri mi, yoh3 "atanın, milletin miim���ili olanların sesi midir ? Bu hükmü verirken ;

daima mün�vver kütleyi göz­

önünde tuttuğumu bilhassa kaydetmeğc ihtiyaç duymakta­ yım. Halkın yani münevverlerimizlc arasında zaten uçu­ rumlar bulunan öz kütlenin işini nasıl hallettiğini henüz tam bilmiyoruz, bu hususta esaslı istatistik ve ,:ınkct yok­ tur. Bu itibarladır ki bu günün insanlığında,

kanunun

ve artık dinin göremediği (içimizin miirakıbı, ahlakımı­ zın müeyyidesi olmak) işini, yeni bir şartlar sistemine vermek zorundayız. Bizim insanımızı çevresinde toplıyacalı:: , onun benli­ ğini bugün devamlı kontrol altında bulundurup iradeyi kul­ landırarak,

hareketleri tekrar ettirerek

ihtiyatlar mey­

dana getirecek mihver ne olabilir? Ancak böyle bir mih­ ver sayesinde ferdi istenen, muayyen tarzd a hareketler­ le işleterek, çalıştırarak ahlakın müeyyidesini de yaratmak mümkün olacaktır. Fakat

1 9 1 2 Balkan Harbi, Osmanlılık idealine ilk

kesin darbeyi vuran korkunç bir imtihan oldu. Son ikiyüz yılda, Türklük aleyhine gelişen yerli fakat Türk olmıyan'­ larm, ecnebi kuvvetlerle

le

-

-

seyrek görülür bir namertlik­

elelc vermeleri demek olan Balkan Harbi denebilir

ki bizim gözümüzü açmak için bir zelzele vazifesİ gördür Gökalp'ın o sıralarda çıkan bir manzumesinde : Durma düşman durma, gücünü artır

Türklüğün başına hareket y ağd ır 116

.


Uyuyan bir kavme bu felaket azdır, Vur eski

kölesi, utandır onu,

Bırakma uyusun, uyandır onu ! .diye

sızl a

nması, bu zelzelenin bir yankısıdır.

Bu zelze le İmparatorluğun ideali olan Osmanlılığın da iflasını göstermiştir. O zaman, şu dünyada müstakil .devlet ve cemiyet tinni�, hayret

olarak tuttuğumuz son dayanağı da yi­ ve dehşet içinde kalmıştık.

İşte bu dehşet içinde kaldığımız anlardadır ki Türk­ . çülük ideali

siyasi bir kuvvet halinde belirmiş bulunuyor. -Onun bir kuvvet olarak belirdiği bu anda başka bir idealin de ycnileştirilerek bize sunulduğunu görmekteyiz. Müslü� man !ık . Gerçekten de, bir haçlılar seferine pek benziyen Balkan Harbi, dünya müslümanlığının ,

gözünden kaçma­ Müslümanlığı yeni bir ideal cazibesine kavu.ştur­ .mak isteyenler, Türk soyundan olan kütlelerin arasında büyük aliikayla karşılanıyordu. Bu kütleler, bilhassa Rus­ mıştır.

·ya'daydı.

Rusya'nın bütün imparatorluk politikası Müslüman kütlelerini vatanlarını yoketmeye yöneldiği için bu­ ralarda, müslümanlık hemen bir si yas i hareket haline ge­ lebiliyordu. Afri ka'd a, Asya'da müstemleke haline düşü-

Türk

rülmiiş müslüman kütlelerin de başın�a, hıristiyan devlet bulunmaktaydı. Bizans imparatorlarından gaddar olan, çarlar kadar olmasa da, bütün bu müslüman dünyasının · başında bulunan

devletlerin hıristiyan oluşu ; mUslümanlı­ ğı bir siyasi hareket olarak benimsiyenlere, benimsetmek istiycnlere hak veriyordu. Bütün bu h areketi birleştirmek isti yen idealistler halifenin bulunduğu yere .dönüyorlar ; arada tek müstakil Türk devleti olatı bizimie nıhl armı

;birleşti rmek istiyorlardı.

1 17


Halbuki ; Balkan Harbindeki

yaman yenilgi, bizim

aramızdaki müslüman fakat Türk olmayan kütlelerin de ay� rı olmak, müstakil olmak hevesini, hırsını körüklemişti .. Bütün bu azlıklarm, korkunç bir Türk düşmanlığiyle harekete geçtikleri görüldü. Bizler, bu düşmanlığı İmpara­ torluğun dört köşesinde, zehir gibi içcnlerdcniz. Birinci Cihan Harbinde bu Türk düşmanlığının

en

son noktasına vardığını, kardeşlerimiz dediğimiz bu küt­ lelerin bizi bu yaman dünya imtihanında arkadan vurduk­ larını görüyoruz. Bütün bu hadiseler, müslümanlık idealini sunanları takviye etmekten uzaktı. Çünkü realiteler, müslümanlığın bütün müslüman dünyasını tutacak bağ olmasını isteyen­ lerin hallerine uymuyordu. Bu müslüman dünyasında bu­ hınanlar siyaset ve iktisat bakımından esirdirler. Bir kısmı da bizim imparatorluğumuzdan aynlrnayı ideal edinmiş­ lerdi. Bu itibarla müslümanlığı siyasi ideal payesine yük­ seltmek isteyenler muvaffak olamadılar. Milliyetçiliğimizin siyasi bir şuurla doğması işte bu· devreye raslar. Müslüman ve hıristiyan olsun, Türk olma� yan bütün vatandaşlar, bütün kütleler tarafından hiya­ net gören, arkadan vurulan, bırakılan Türkler ; yani bu vatanı kuranlar... İşte bu devrededir ki yapayalnız k aldıklarını farkettiler. Tutunacak bir manevi destek aradıkları, bizzat kendilerinin varlığından başka bir kuvvetin kalma­ dığını anladılar. Ruhuzumdaki gurbet bütün _'J:'ürk illeri­ nin başına gelen felaketin bizim de başımıza gelmek üze-. re olduğunu anlatıyor, kendim.izin, tarihimizin, bütün soy­ daşlaruruzın, ıstıraplarını yüreğimizde çörcklendiriyordu..

1 18


Türkçülük, işte bu ıstıraplarla şuuruna varmış, siya� s1 bir hareket haline yükselmiştir. Siyaset. . : siyaset ! . . . Onu ötekinin berikinin ayağına karpuz kabuğu koymak zannedenler ne kadar aldanıyorlar ! Siyaset, bir topluluğun kaderi üstünde durmak, ona müsbet yönler v�rmek, hiz­ met etmek, o topluluğun kaderini mes'ut bir neticeye ulaştırmak endişesidir. Türkçülük işte bu devredeki endi­

�enin şuuru ile siyasi bir hareket seviyesine yükselmiştir. Türkçülüğün

ilk safhasını

Tanzipıatla

başlatmak

mümkündür. Bütün azlıkların soy ve millet şuuruna ere­ rek aleyhimize yürüdükleri bu anlarda ; o zamanlara ka­ dar Fena-fil-islfun olan bizim de kendimize yönelmemiz, tabii görülmelidir. Bu anlard a ilkin kendi yalnızlığımızın, sonra kendi varlığımızın farkına varmış gibiyiz. Bu

XIX.

asır ve onun ortası, romantizmin galebe ettiği bir çağdır.

1 773 ve • İnsan Hakları Beyannamesi » , Napolyon harple­ ri, bütün dünyayı sarmıştı. Bütün Avrupa, hatta Amerika bir egzotizm hareketleriyle coşmakta, başka ülkelere, yeni ufuklara açılmaktadır. Bu yüzden Türklerle ecnebiler çok sık temastadır. Gazeteler, kitaplar Batının bütün hare­ ketlerini bize aksettirmektedirler. Demokrasi, milliyetçi­

lik:, fen, ilim . . . yeni cereyanlar halinde bize de akıp gelmektedirler. Bu cereyanlardan Türk aydınlarının mü­ teessir olmaması imkansızdır. Bu devirde Avrupa'ya yol­ ladığımız insanların herbiri ; her yönde ôrnek insanlar ha­ linde dönmüşlerse,

sebebi, içlerinde baş kaldıran

ıstı­

raptır. Bu ıstırap yeni bir şuuru müjdelemektedir. « Yeni Osmanlılar» dediğimiz kütlenin büyük kısmı, Türk keli­ mesini benimsemekten korkmayan vatanperverlerdir. Bir il. Mahmut ordusunu düzeltmek isteyince, Mısır­ daki Mehmet Ali'den ilkin c halis Türk uşağu h'ocalar sor­ maktadır. Avrupa'ya gidenler arasında bir Ali Süavi'yi hayret ve hürmetle anmamız lazım.

XIX.

asır ortasında

1 19


kendisine gelen bu yaman, Çankırılı Türk, Türklüğünü ilk defa en mükemmel şekilde duyan, müdafaa eden, yayan insan oldu. Arşivlerimizden yeni gelen aydınlıkla görebil­ diğimiz bu yeni adların yanında şüphesiz başkaları d a var. O zaman anlıyoruz ki bütün bu hasretler, aramalar kendi­

mizedir

ve Türklüğümüzü bulmak içindir. Devrin icabı,

Osmanlılık ve İslamiık arasınd a bir tiirlü bu benliğimizi açıkça tutamamakta, söyleyememekteyiz. Erzurum'lu Aa­ bia Hatun gibi, bütün Türk aydınlarının o devirde, Türk­ lük

için

şöyle

söylemeleri

kabul

olunabilir :

11 Ben

ta

senin yanında da hasretim sana ! 11 Türk milliyetçiliğinin bu ilk merhalt!sinde, bazı ka­ rektcrlcri vardır. Bir kere, mill iyetçilik şuuru, bizim az� lıkları ayağa kaldıran, Batı romantizminden ilham almak­ tadır. Fransızların 1 793 ihtilali, Napolyon harpleri ve ye­ nileşme teşebbüsleri, Avrupa'ya talebe yollamamız ; Batı­ daki demokrasi cereyanından

müteessir olmanuzı tabii

hale getirmiştir. Bu itibarladır ki milliyetçilik tam bir si­ yasi hareket değil, hatta Türk adın a dayanan bir şuur bile deği l ! Bu devrenin Ali Süavi bir yana kalırsa - - bü­ tün aydınlan, henüz istedikleri şeyi tam bilmezler. Bir Abdülhak Hamit Tank'ı, Nesteren'i, Liberte'yi ve saireyi yazar. Ancak Tasonra henüz uyanış olan bu milliyetçi� lik merhalesinde bu davayı güden insanlarımız, hürriyetin, ada.Jetin yani demokrasinin a.5ıkıdırlar. Bundan başka, bu insanlar ileri tekniğin, ileri ilmin propagandacısı ve dostu olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hülasa, bu devirde milliyetçilik henüz adını alamıyan bir his halindedir. Bu yüzden de Türklük realitesi bir ya­ na bırakılmış ;

artık (utopie

=

hülya) denebilecek

olan

unsurların birliği azlıkların birliği vabimesin� ömür ve­ rilmiştir. Bu yüzden de bütün imparatorluğu ayakta tutan,

120


ona adını, hakikatını veren bir anavatan, halkiyle birlikte (müstemleke

=

kertesine

sömürge)

düşürülmüştür.

Türk

varlığı bir yana bırakılmış, yapma bir topluluğun varlığı peşine düşülmüştür. Milliyetçiliğin ti'ylc

başlatmak,

ikinci

merhalesini,

Anadolu Kurtuluş

1 908 Meşrutiye­

Savaşı'ylc

bitirmek

gerekir. Gerçi Mehmet Emin : " Ben bir Türk'üm ! Din.im, cinsim uludur ! » Diye haykırdığı zaman yıl

1 897 dir, ama bu haykırı­

şın bir topluluğu ilgilendiren prensip olabilmesi, Meşruti­ yetle başlayan devreye raslar. Bu merhalede, Türk milli� yetçiliğinin ilk karakteri, Japon Deniziyle Endülüs yayla­ ları arasında, geniş bir Türklük filemini kucaklamak iste­ mesidir. İkinci karekteri : İçeriye ve dışarıya karşı kendimizi bir savunma, bir müdafaa cihazı olarak ele alınmasıdır. Sa­ rıkamış'ta doğranan

90.000 şehit bile bir tecavüzün değil ,

bir müdafaanın kurbanlarıdır. '' Sen Türk namını anıyorken biraz eğil ! • Üçüncü karakteri :

Kitap milliyetçiliği olması, yani

bu yolun yolcularının, yerli ve ecnebi kitaplar sayesinde bu hislerini besleyebilmeleridir. Bir Lcon Cahun'un bir Deguines'nin bu merhaledeki fikir

adamlarımıza yaptığı

tesiri bir düşününüz ! Dördüncü karakteri : Bu milliyetçiliğin de henüz te­ ıcddütlerden kurtulamamış, müvizaalar, tenakuzlarla do­ lu formüllere dayanmış

olmasıdır. Gökalp. gibi en büyük

idealisti dahi, bu idealin adını düpedüz koyamamıştır. Bu

121


· yüzden de milliyetçiliğimiz bu merhalede de müvazaadan sıyrılamamıştır. « İttihat ve Terakki Cemiyeti » gibi, idea­ list

denebilecek in.sanlarla

yüzden, Türklük

dolu bir partide

bile, bu

ilk gaye değildir. Hata Osmanlılık

Müslümanlık idealleri yolu kapamakm, önde

ve

gelmekte­

dir. Beşinci karakteri : Bu merhalede milliyetçilik ideali­ nin ağırlık merkezinin, Anavatan dışında oluşudur. Tıpkı İslamlık, Osmanlılık ideallerinde olduğu, bu ikinci devir­ de ki Türkçülüğün de düşünce, duygu, gaye merkezi dışa­ rıdadır. Bu « ademi merkeziyet » sistemine bile tahammül edilememekte ; Anavatan bütün halkıyla birlikte müstem­ leke muamelesi görmekte, gerekirse bütün İmparatorluk, bütün müstemlekeler, yahut uzak ve muhayyel tarih ha­ tıraları için « kum:ıra basılmaktaıı 'dır. Türk milliyetçiliğinin

üçüncü ve son merhalesini

Anadolu Kurtuluş Savaşı'yle başlamak doğrudur. Anadolu Kurtuluş Savaşı'ndan önce geniş bir Türk� itik

filemini kucaklamak

isteyen

milliyetçiliğimizin,

ağır

imtihanlar, acı gerçeklerden mürekkep kurtuluş savaşları­ mızla şimdiki merhalesine varmış bulunuyor. Bu merhalede, milliyetçiliğimızin başlıca karakterleri şunlardır : Bir kere vatan Türk vatanı, devlet .Türk devleti, mil­ let Türk milletidir. Bu basit gi9i görünen gerçekleri içi­ mizde duymak, dilimizle söylemek için 900 yıl beklediği­ mizi düşününüz : O zaman bu basit gerçeklerin ne kadar büyük nimetler olduğunu anlarsınız. Sonra ;

şimdiye kadar kütlelerin, başka zümrelerin,

şahsi heves ve hırslarının bir harç, bir malzeme gibi kul­ landığı Türk halkı, bugünkü milliyet-;:liğimizin bir gaye­ si haline gelmiştir.

1 22


Sonra bu milliyetçiliğin, Türk soyunun gcrçegıne ve bu gerçeğin tarih içinde yarattığı kültürün çevre8inde dü­ şündüğümüz birliğine dayanan bir ideoloji gibi insanlı­ ğa sunulabilmesidir. Bu itibarla da şimdiki milliyetçiliği­ miz, kendimize mal ettiğimiz, bizim kalan insanları, bizim saymakta tereddüt etmiyen bir karakterle de ayrılmaktadır. Daha sonra ; bu merhalede miilıyetçiliğiıniz bütün açıklığiyle Anavatana yönelmiştir. İnsaniığın temiz ve bü­ yük bir gerçeği olan Türk kütlelerinin tarihini, kültürünü benimsiyoruz. Onların kahroluşuna ağlamayan gözlerin kör olmasını haykırıyoruz. Fakat, siyasi hareketlerimizin çerçevesi olarak Türkiye'yi kabul ediyoruz. Bütün emek­ lerin döküleceği yer burasıdır. Bundan başk a ; bugünkü milliyetçiliğimiz sevgi ile başlamaktadır. Vatanını, tarihini, milletini (işçisi, çiftçi­ si, askeri ve tüccarı ile) bütün halkını sevmek, milliyet­ çiliğimizin hareket noktası budur. Ancak bu gerçeklere tecavüz, bu varlıklara düşman­ lıktır ki bizi mukabil hareketlere zorlar. Bu itibarla şimdiki milliyetçiliğimiz de baştanbaşa bir savunma cihazıdır. Ve bizim milliyetçiliğimiz ; insan­ ları birbirine düşman bezirganıarın hırsı, rekabeti, nefreti ile karşı karşıya getiren kine, intikama, tecavüze dayan­ maz. Zaten millctlerarası işlerde ne türlü hareket ettiği­ mize bakılırsa, bunu anlamak kolaydır. Fakat, Türk milliyetçiliğinin bugiinkü merhalesine ait bu karakterler ; bizim vatanı savunmak için tek damar ha­ linde cephelere boşalmıyacağımız demek değildir. Bugün­ kü vatan, millet gerçeğine ermek için 900 yıl bekleyen bu nesiller çevrelerine iyi bakmaktadırlar. Onlar. Türkiye'yi çepeçevre kuşatan ve dünyayı ye'se doymayacak oburlukta 123


olan düşman filcmlcri farkediyorlar. Bize saldırmak için s an iyey i kaçırm.ıyacak olan bu obur a:ı�mlerin karşısında

Türk milliyetperverleri birbirine daha sıkı, daha candan sarılmayı ömürlerinin ilk şartı biliyorlar. Türklüğün son ümidini ve son kurtulma manivelasını ellerind_e_ tutan bu milliyetçiler ; bütün insanlığın karşısına işte bu_ büyük mil­ li mes'uliyetin şuuriyle çıkmaktadırlar. Bu yurda, bu mil­ lete tecavüz nereden gelirse gelsin, onlar kainata bu birlik­ leriyle, bu ah itleriyle çıkacaklard ır !

1 24


TÜRKİYE'NİN YÜKSELJ İLMESİ

Bir korunma, bir müdafaa ideolojisi olan bugünkü milliyetçiliğimiz herşeyden önce

Türkiye'yi yükseltmeye

yönelmekte ; çok ileri olan milletler ailesi içine şerefle girebilmeyi, eşit haklarla yaşamayı hedef bilmektedir. Türkiyc'nin yükseltilmesini herşeyden önce : Hakka, insanlığa ve cemiyetlerin şahsiyet hiı.line gelmesi demek olan millet varlığına saygı gösterir bir dünyanın doğma­ sına bağlı buluyorum. Böyle bir dünyayı yaratmak iddia­ sında bulunanlar, bu endişeler ve bu çalı�malarla dolup boı;ıalmadıkça, Türkiye'nin de - başka birçok insan küt­ lesinin başına gelecekten - kurtulması zordur. Bununla beraber ; insanın, hiç ölmeyecek gibi çalışma­ sı nasıl esas karakteri icabı ise ; m illetlerin, dış aiemde hiç birşey yokmuş gibi kendi hususi şartlarını düşünmesi, ona göre programım çizmesi tabii birşey. İşte bu tabii şe­ ye dayanarak diyebilirim ki, bizim yükselme meselemiz ; elimizde en büyük sermaye ve kuvvet olan « İnsammız » 'ı çoğaltmaya, keyfiyetçe birinci sınıf insan hfiline getirme­

ye : bu insanları örnek bir insicamla birleştirmeye, bir kalmalarını temine bağlı. Hemen ilave edeyim ; insanımızı çoğaltmak meselesinin (dökme su ile değirm�n döndür­ mek) sayılacak, daml a damla veya kütle kütle insan geti­ rip katmakla, mümkün olacağını bir ilırlü aklım almıyor. Çokluk meselesini de kayıtsız şartsız bir rakam meselesi gibi almadığım kolayca �örülmektedir

1 25


Yükselme işine nereden bakarsanız bakınız, mesele­ nin hareket noktası ve başarılması varıp örnek insana da­ yanıyor. Bu insanın meydana gelmesi mutlak olarak ör­ nek insanların kütleleşmesine bağlı. Dikkat ediniz ; yalnız varlığına değil, kütleleşmesine diyorum ! . Manivelayı oynatacak olan bu örnek insanların nasıl meydana geleceğini, cemiyetin mi bu insanlarr, bu insan­ ların mı cemiyeti yaratacağını münakaşa etmiyor, bugün� kü topluluğumuz arasında onları var biliyorum. Herhangi demagojiye yer vermeden diyebilirim ki bu türlü insan, bizim cemiyetimizde de her zaman buluna gelmiştir. Ör­

nek insan mese\esinde asıl mühim bulduğum .Qokta ; de­ ğerler bakında hiyerarşik bir hükümler manzumesinin ilk

şart olarak tesbitidir. Yani, örnek insanı tanıyabilmemiz,

onun heder olmasını önlememiz için ona ait değerleri sı­ raya koymamız, böylece örnek insanlarımızın derecesini de bütün cemiyete aşılamamız 13zımdır. Örnek olma şartlarının birincisi, örnek dediğimiz in­

sanın, Türkiyemizin Türk Çocuğu oiması teşkil edecektir.

F:ıkat, hiçbir zaman, sadece Türkiyeli olmak, Türkiye ka­ derine hakim olmak için, örnek insaııımız sayılmak için yetmez ; Türkiye'ye l ayık olmak ela lazımdır. Bu (( Tür kiye'ye lfıyık olmakı> şartını ateşten damga� !arla kafamıza kazdığımız zaman ; birinci sınıf « bilgi ada­ mı ıı olmak, birinci sınıf • sanat adamı» Jlmak, hülasa ken­ di

insanlığımıza birinci derecede hi'lmet edebilen isan­

lar haline yükselmek gerektiğini şart koşmuş bulunuyo­

ruz. Bir milletin yükselmesine temel olan örnek insanlar için böyle bir şartı öne almakla, en ileri, en yüksek sevi­ yeyi de başa· geçirmiş bulunuyoruz. Örnek insanlara ait şartlar sırasında, «bir mesleğin adamı olmak ıı , bu meslekte sayılır bir insan olmak baş�

1 26


ka bir gerekli şarttır. Mesleksiz insan, cemiyet mekaniz­ masında parazit olup kalabilir.

İş ahlakı edinmesi zor­ şeref, izzetinefs gibi

dur. Böyle insanlarda ise, umumıyetle

- fertleri ayakta tutan - dayanaklar

güç bulunabilir.

Meslek edinebilme, bir meslekte tanınmış olma ; kafamızın metotla, disiplinle anlaşması demektir. Metotsuz, disiplin­ siz zekfilardan neler çektiğimizi düşünürsek, meslek yo­ luyla insanımızın edineceği bu nimetlerin değerini kolayca ön safa alırız. Bununla beraber, bir milletin birinci sınıf millet ha­ line yükselmesine temel olacakların, yalnız bu şartlarla yetinmesine imkan yoktur. Örnek insanın « bir dava ada­ mı olması n da şarttır. Dava adamı tabiri ile, dışarıdan hiç­ bir tc'sir olmadan, kendi kendine, bu milletin kaderi üs­ tüne sorgular soran, bunların karşılığını arayan insanı kas­ tediyorum . Bu insanın gerek meslek, gerek insanlık me­ ziyetlerini bu milletin hizmetine vermiş olması, böyle bir dava adamı olmasının şahididir. Ancak Türkiye'ye Hlyık olan, meslek sahibi olan ve

bu mesleğe hizmet etmiş

bulunan, davası olan örnek

adam şartlarının üstüne şunu da koymamız lilzım : Bu in­ sanın, davasını ortaya koymuş, onun hakikat haline gel­ mesine çalışmaya başlamış, bu hususta eserler vermiş ol­ ması şarttır. İnsanımızın keyfiyet bakımından . yükselmesinde des­ tek olacağına inandığım « Örnek insan ıı bu söylenen şartla­ rı değerlendirmek, işletebilmek

için lıazırlıklı olmalıdır.

Bu hazırlık ; nefsini yenebilmek, feragat gösterebilmek, ge­ rekirse fedakarlıkta bulunmak, içindt:. yaşadığı topluluğu tiksindirmeyen bir münasebetler sistemi kurmak demek­ tir.

Şu

dünyada

aldanmanın, inişle yokuşun

kaderimiz

olduğunu bilenler ; bir cemiyete örnek olacak insanda bu

1 27


hazırlığın olmasını normal bulacaklardır. Sonra, kendini feda etmesini bilmeyenin, fedakarlık beklemesi de yersiz­ dir. Davalar şu dünyada sonsuzdur. Örnek insanın büyük vasfı dava sahibi olmasıdır. dediğim zaman, büyük bir (( d ava dampingi » ile karşıiaşmak tehlikesini görenler ola­ bilir. Bu itibarla şu noktayı açıkça söyliyeyim ; bahsetti­ ğim dava bize ait olandır.

·

Bu davayı gökte aramayınız. O, yerdedir �e karşımız-· dadır. Yamalı bohçaya benzeyen, verimsizleşen büyük bir yurdun sahibi olan bizler ; ona gözdiken bir çok komşu milletlerden geri ve azlık bir duruma düşmüşüz. Ya, şu doymayan toprak ve mal hırsı dlbyasmda mahvolacağız ; yahut bize gözdikenleri geçeceğiz. İşte dava, buraya kadar, bu eserde, doğuşunu, gelişmesini, içtimai zaruretini an­ latmaya çalıştığımız : Milliyetçilik'tir. Bu davanın mahiyeti üzerinde de duralım. Bu yurdu sevmek gibi, temelini sevgiye dayadığımız bu milliyetçi­ lik anlayışında birliğiz sanıyorum ; Bu milletin dili, birin­ ci sınıf modern bir dil olmak için, nasıl tasarruflarına sa­ rılmaya borçlu ise ; bugünün büyük milleti de, öz küt­ lesinin bütün temsillerine, tasarruflarına bağlı kalmaya borçludur. Dilimize giren, . bizim olan, bizim dil kaidcle­ rimize uyan tek kelimeyi -- anlaşmamızı tehlikeye koy­ madan - atmayı nasıl düşünmüyorsak ; millet örgümüzc malolan tek insanı kaybetmeyi öyle istemiyoruz. Bizim kalan ve vatana liiyık olan insan, Türklüğün ta kalbinde­ dir. Milliyetçilik davasına gönül verenlerin, kayıtsız şart­ sız bir cc Garp çömezliği ıı'ne alayla baktık ; Tenkitsiz her taklit gibi yüzelli yıldır çömez bıraktığı için ! Ama a Garp medeniyeti yok oluyor ! » diyenlere de katılmıyoruz. Bu

128


medeniyet korkunç bir imtihan geçırıyor. Sevki tabiilerin önlenmez bir şiddetle kükrediği bu buhran devri ; Avru­ pa'yı ycryer yıkabilir. Fakat, Avrupa'yı Avrupa eden fikir ve mana, geriye kalan milyarlık bir insan kütlesiyle sü� rüp gidecek, hatta .. daha mükemmel olacaktır. Bu sürüp gidecek ve bizim keşiflerimiz, bizim katacağımız kıymet1crle bizim de olacak olan Garp medeniyeti karşısında Ti.irkiye ne yapacaktır ? Bu hususta milliyetçilik davasının prensipleri kurulmuş, yol açılmış bulunuyor. Bu prensip­ lerin ruhunda şunları buluyoruz ; Milliyetçilik, şu dünyamızdaki insanın, bu dünya üs­ tiinde, bu dünya için düşünülmesidir. İnsanı hayvandan

ayıran u adfilct» , hürriyetsiz gerçekleşemez ; işte bu yurtta

<ı hürriyet » , ancak bir millet kalmamızla mümkündür. Bu topluluğun saadetine kefil olan manevi fikri bütün kuv­ vetlerimizin denk kalması, millet

kalarak mümkündür ;

milliyetçi insanımız bu muvazeneyi bozmayandır. Serma­ yeyi tanrılaştıran

memleketleri, buhrandan buhrana gö­

.t ürrnüş bir sermaye tahakkümüne izin vermemek, milliyetçil iğimizin ruhundadır U). Sermaye tahakkümüne, yani : sermayenin mille�teki başka kudretler, başka müesseseler zaranna zalim ve şuursuz bir üstünlük olmasına, milletin bütün manasını, bütün zek�sını, bütün sanat miraslarını, sanat imkanlarını ezmesine izin vermeyen milliyetçili� ! Bir vatand a yaşamanın tatlı, hatta mukaddes birşey

'Olduğunu sağlayan « İçtimai emniyet » 'i Türkiye'de hakim bırakmak milliyetçiliğimizin işidir. Nihayet, insanı bütün bunlara kavuşturacak tek şart olan « müstakil bir Türkiye » realitesini herşeyin temeli bilmek bu ınilliye�çiliğin hik­ metidir. Milliyetçiliğimizin ruhunda buldugumuz bu mana ; bi­

zim Garp medeniyeti içinde yaratıcı olabilmemizin teme129


lidir. Afrika'nın, Asya'nın kopyacı kütleleri yerine, Garp medeniyetini kendinin öz malı yapan Türk milleti, ancak böyle kemalini bulur sanıyoruz. Bunları söylerken, ne tekniği, ne parayı, ne maarifi, ne ziraati unutuyoruz. Ama ziraat da, maarif de, para da, teknik de bunlara benzeyen öteki im.kanlar da . . . insan un­ suruna · bağlıdır ve tabidir. Bu itibarla, onları insanın çev­ resinde topluyoruz.

Yakın

zamanlarda ; yukarıdaki imkan

Jardan mahrum bırakılan, hatta mahvolmuş telakki edilen kütleler, işte bu büyük u insan meselesi » 'ni halletmek sure­ tiyle yeniden, birinci sınıf milletler haline yükselmişler­ dir. O kütleler, aralarındaki örnek insanları tanıtan kıy� metler sırasını bi lecek ve o örnek insanların heder olma­ masını sağlayacak kadar uyanık idiler. Uğrad�ları feia­ ket, o kütleleri bu uyanıklığa tezce

kavuşmaya zorladı.

Zaten, dörtyüz yıldır Avrupa'nın her alanda yapt ığı savaş bu kütleleri bilemiş durmuştu. Aynı kıt'a üzerindeki küt­

lelerin, kah birleşerek, kah ayrılarak sonsuz çarpışmalarda birbirine geçmesi ; bu toplulukların çarpışma ve başarma

ihtirasını kamçılamış durmuştur. Bunun içi ndir ki, bütün dünyayı yutsalar doymayacak hırsta olan topluluklar, fe­ laketlerin en büyüğü içinde bile fütur getirmemiş ; örnek insanlarını tanımış, heder

etmemiş, çarçabuk yekinmiştir.

Türkiye'mizin - Ortaçağ'da Haçlılar akımından be­

ri - bu türlü inan, düşcnce çarpışmalarına yeni katıldığı nı unutmamak lazım. Son 11 İstikl3.l Savaşları» bir yana durursa, Türkiye, uzun asırl ar bir dava için harbe girme.­ miştir denebilir.

Yahut

bu dava - Lehistan, Macaristan

meselelerinde olduğu gibi - şövalyece bir kahramanlık davasını pek geçmemiştir. Öteki harpler, boyuna bize açı­ lan , ustaca, şeytanca bize yükletilen harpler olmuştur. O harplerin hiçbirinden zaferle çıkmadığımızın sebebini, on­ ların bu

1 30

cmenfi.a vasfında aramak yersiz olmıyacaktır.


dstiklfil Savaşlaru Türkiye'yi dava için çarpışmış modem toplulukların arasına katan büyük, mukaddes dönüm nok­ tasıdır. Milliyetçiliği dava olarak ele alan bu n<!sillcr, prog­ ramlarının ana çizgilerini de çizmiş bulunuyorlar. Herşe­ ye, hertürlü ayrılığa, farka rağmen bu nesillerimizin yürüt­ meğe çabaladığı ;

Genç Osman'dan,

a Müteferrika İbra­

him n denberi gerçekleşmesi yoluna çok şeyler verdiği b� program için düşündüğümüz şudur : İnsanımızı çoğaltma işini (dökme su ile değirmen döndürmek) denecek bir iş sanmadığımı tekrar söylemeli­ yim. Örnek insanlar olan dava adamlarımız ; insanımızın çoğalma meselesinde,

yurdumuzdaki kütleleri,

toprak,

sağlık, tecanüs, kültür birliği bakımından ve şehir, kasaba, köy bilimi yolu ile ilk hamlede ele alıp işlemeyi program bilmelidir. Bu itibarladır ki çocuk meselesini ; bir vecize­ ler, bir tezfilıiirler, bir öğünmeler, irat ve akar sahibi ol­ malar halinden çıkarıp devletimizin davası haline getir­ mek, dava adamının programındaki ana prensip olacaktır. Bu memleketin herşeyini insan sermayemizin korunma­ sına, ilerlemesine yarayacak şekilde ayarlamak, her va­ zifenin başında gelmelidir. Bunun için, Türkiye'nin örnek dava adamı ; insan emeğini mutlaka h�r yerde değerlen­ dirmek, her emeği saygıya kavuşturmak işini programı­ nın, ahlakının belkemiği yapacaktır.

gi,

Nihayet ; bugün, yüzler ve yüzlerce neslin zeka, sev­ hasret ve can vererek bize hazır

bizim insanımızın

bıraktığı bu

VATAN'ı

yetişmesi, birinci sınıf millet haline

gelmesi içi.6 işlemek ve korumak dava adamın ın progra­ mında bir kilit taşı olmalıdır.

Bu

itibarladır ki, bize ka­

ğıt, rnürekep, bez satan sözde devletçilik yerine ; şehirle­ ri, kasabaları kalkındıran, Türkiycmizde sosyal emniyeti mutlaka yerleştiren yeni, öz bir devletçiliğin dostuyuz.

131


Bütün dedikodulara rağmen goruyoruz ki durulma­ mış çağlarda ya lnız kendi m aksatlarına yönelip kalmış özel menfaat ne vatan tanıyor, ne vefa ! Hukuk gibi, ada­ let gibi müesseseleriyle cemiyete sözünü geçiren bir ta­ rafsızl ı ğın yaratıcısı devletin, iş alanında da araya girme­ sini aykırı bulamıyoruz. Ancak, bu devletçiliği, bugünkü anlamından ve işleyişinden kurtarmak �arttır. Görüyor, seziyor ve duyuyoruz ki ; Türkiye'nin ço­ cukları ; yurtlarını yükseltmek için, gerçekten eşsiz zorluk­ larla dolu bir zaman ve mekan mirasına konmuşlardır. Bu çetin devir, bu sonsuz zorluklar, h ele geçiş devirlerin­ de sık ras tl anan nankörlükler, a n laşılamamalar . . insanı yıl­ d ı rabil ir

.

Fakat şunu unutmayınız ; dünyada _esaslı, qrijinal şey vermemeye mahkum olan nesil: herşeyi hazır bulan, ha­

zıra konan nesildir. Türkiye'mizin asıl dava adamları, te­

şekkür etmelidir ki böyle çetin bir zamanda, böyle eşsiz

zorlukların mirasına konmuşlardır.

1 32


AHLAKIN ÇERÇEVESİ

Hotbin kimdir ? Düşüncesinin, endişesinin mihverini kendisi teşkil eden, değil mi ? Aslında, bir hayvanı tanıma­ ya yarayan bu tarifin pertavsızı ile bugünün işlerine in­ sanlarına baktığınız zaman ; bir dava adamını ıstırap ve şiddetle konuşturan man7.a.fayı ne mükemmel anlarsınız. Önümüze gelenlerden yüzde doksanının konuşması­ na, tenkit değil dedikodu çeşnisi veren hareket noktaları­ nın hep kendileri oluşu değil midir ? Zaten, cemiyetin içinde olup bitenlerden, gazete say­ falarına aksedebilenleri gözden geçirince ; yalnız kendisini düşünmenin, yani hayvanlaşmanın korkunç bir blançosu­ nu yakalamış olursunuz. Bu sayfalarda gün geçmiyor ki insan sapkınlıklarının her türlüsüne rastlanmamış olsun : Bir baba kızım alkole alıştırıyor v� gebe bırakıyor. Bir kız Yorgi adlı bir erkeğin ırzına geçiyor. Bir tahsildar topladığı paralarla birlikte kaçıyor. Birkaç emniyet memuru, kendi masalarına ait devlet işinin aleyhine, bir yığın para ile ortadan kayboluyor, yakalanıyor, muhakeme olunurken kaçıyorlar. Büyük bir maarif cemiyetini idare edenler ağır suçlarla itham olunuyor, mahkemeye veriliyorlar. Kızı­ lay gibi mukaddes bir kurumun içinde en ağır

({ sui-isti­

mah oluyor ve mahkeme işe elkoyuyor Devletin ve mil­ letin, elele verio hazırladığı uçak bedellerini, bu işi yürüt­ mesi istenenler mahvediyor ve mahkemeye _Y:eriliyorlar.

1 33


Odacı ve ufak memurlardan, kendilerine emanet edilen işi, parayı alıp adliyeye verilenler bir silsile yapıyor. Adi cürümler yekUn.unun sayısından ve mahiyetinden tamamiyle farklı olan bu günlük vak'alara, başka sınıf te-­ zfilı.ürleri katmak lazım : hastahane cinsinden müessesele­ rimizde ; nakil vasıtaları gibi amme hizmetlerinde görülen gevşeme, kayıtsızlık ; umumi yerlerde rastladığımız birbi­ rinin sırasına ve hakkına riayetsizlik ; küçüklerin büyükle­ re saygısının ancak menfaat karşılığı olarak yapılır hile gelmesi ; büyüklerden küçüklere şefkatin azalması ; en son­ ra, bu olağanüstü zamanlarda korkunç bir ölçüde kayna­ şan ihtikar hadiseleriyle halkın, cemiyet.in varlığına adeta suikast olarak kötü mal, yanlış mal satma hadiseleri. . . bunlar arasındadır. Bir terbiyecinin yazdığı «Niçin sınıfta ve ikmale ·ka­ lıyorlar ? » kitabının bir öğrenme buhranını açığa vurduğu meydandadır. Bu buhranın gazete sütunların� . geçen an­ zalanm bugünkü ıstıraplarımız arasında saymamız şart­ tır.

Aynca, bir öğretenler buhranını da gösteren alamet-

leri göstermek çok mümkündür. Fakat bunlardan hiçbiri ; cem.iyetlerimizin bünyesini yiyen hareketsizlik, işsizlik, onlara gösterilen rağbetsizlik, hayır cemiyetlerimizin fa­ kirliği, aczi kadar bizi sarsmasa yeri vardır. Bütün bunlar, cemiyetim.izin ağır bir devre geçirdi­ ğini bize göstermektedir. Ağır bir devre, ahlakın eşsiz bir sarsıntı ile kökünden sarsıldığı bir devre! B11 meseleyi, ancak duyan ve duyduiu için mesul olan insanlarla halletmek mümkündür. Bu in.sanların kar­ şısında, tıpkı muharebedeki düşmanın kurduğu gibi, cep­ he kurulmuş demektir. Bu cepheyi ııahlaks�» diye ad­ landırabiliriz. 1 34


Bu memlekette ahlaksızlığı gören, ondan tiksinen, hatta onunla çarpışmak istiyenler çoktur. Fakat, dünyada bu tiirlü insanların bulunması, ahlaksızlığı önlememiştir. Ahlaksızlığı, ahlaklı olanların ve ahlaklı kalabilenlerin sa�

yısın ı çoğaltmakla yenebiliriz. Ahlfıkltları çoğaltmak ve bilhassa ahlaklı bırakmak !

İşte büyük dava budur. Çünkü ben ahlaklılığın ne demek olduğunu münakaşa etmiyorum. Ahlaklılık nedir, ahlaklı kime derler, bunu cemiyetin içinde hem tahakkuk etmiş, hem yerleşmiş diye peşinen kabul eylıyor, şimdi yalnız bu ahlakWığı korumanın prensiplerini arıyorum. Bu korumanın ilk prensibi irade ve hürriyettir. Çünkü ahlaklılık ahlaksızlık ; ancak hareket halinde

meydana çıkan sıfatlardır. Hareket etmek için insanın iradesi ve hürriyeti bulun­ malıdır. Ben bir şeyi isterim, istemem diyebilmek ; bir şe­ yi yapıp yapmamak . . . ve böylece hareketin olup olmama� sı. . . ancak irade ve hürriyetle mümkün olur. Delide, has­ tada, esir ve kölede, hayvanda ve hele hayvanlaşanda ah­ lak aranmaz. Çünkü bunlarda irade ve hürriyet aramak

imkansızdır. Gene bunun için hareketinin sahibi olmıyan kütlede ahlak yoktur. İşte bu sebepten ahlak, ayni cinsten ve ayni hakka sahip insanlar arasında, hürriyet temeli üstün� kurulacak tır. Hürriyet olmadıkça ahlakın varolup olmadığını anla­ tan ölçü de yoktur. Ferdin ahl3.klı kalmasını kontrol eden, temine çalışan ilk amil ve ilk müeyyide : Kanundur. Yapacağım şeyler­ le yapmıyacağım şeyleri, bunların hududunu, bilançosunu bize ilkin kanun verir.

135


Kanun, insanın hususiyetlerini (soyunu, cmsını, ce­ miyetini, yaşını, niyetini . . . ) itibara alır ;

emrini, nehyi�

ni belli meseleler, belli yerler, belli zamanlar, belli insan­ lar için yapar. Bu bakımdan, ahlfila.n bu müeyyidesi ka­ dar ahlakın içtimai olduğunu hiç bir şey göstermez. Kanun, insanı hareket halinde ele alan, insanın iç;.. timai mesuliyetleri tanıyabildiği çağda ve. halde ona karı­ şan

hareket

hfiline

göre

insanın

iradesindeki

herhangi

mağhibiyeti unutmayan amildir. Emrini, nehyini bu gö­ rüşle ferdin üzerinde bir ihtar, bir emniyet zili gibi dolaş­ tırır. iradeyi - her an uyanık tutmak dilediği - şuurun projektörü altında bırakmaya çalışır. Böylece, insanı iki esaslı yerinden yaklamış olur : Korku ve menfaat ! .. Elin-­ deki iki silahı hemen kullanır : Ceza, mükafat ! . Kanun insanı hareket ederken ele alır mevzu yapar demek, kanun insanın ancak mahdut bir zamanına ha­ kim olabilir demektir. İnsanın ahlaklı, ahlaksız sayılması yalnız kanun ölçüsü ile, belli zamanlarda, mahdut sa­ halara münhasır kalır. Halbuki insanın sonsuz ruh halet­ leri,

hareket halleri vardır ve bunların, bu zamanların

hepsinde şuur uyanık olmayabilir, bir nevi, başıboşluk içinde bulunabilir. Dinlerin bile güç sokulabilaiği bu kö­ şeler - hele dinler zayıflayıp yerini tutan kudret de ol­ mayınca - çoğalır, genişler, irade işleyemez. Ve ruh ha­ letlerinin önünde bükülür. Bu zaman kanuna karşı sayısız aksaklığın, ihmalin görüldüğü bir devirdir ; ceza da, mükafat da - gemi azıya alan - insan arzusu ve insiyakları önünde hiç kalır.

Böyle zamanlarda devletler, durmaksızın kanun çı­ karır. Şiddetli emirler, nehiyler birbirini kovalar ve dehşct­ lcnir. Kanun ferdi her yandan sarmak derdine düşer. Hal­ buki kanun' dehşetlenip şiddetlendikçe arzular, insiyaklar

1 36


k amçılanmış,

uyandırılmış olur ve korkunç

bir

yılan

mahşeri gibi kanunun ağlarını geçer durur. O derecede

ki ; emirler, nehiyler bizzat onları koyanlar, çıkaranlar t arafından tanınmamaya, parçalanmaya başlar. Kanun yapanların bile onu bozmaya koşması da gös­ teriyor ki kanunlarımızda asıl eskis olan değer, imkan , doğruluk değildir. Eksik olan : O kanunu yerine getire­ ceklerdeki • ahlaki maksat • ın yokluğudur. Kanuna yalnız ceza korkusu ile baş eğenler, şu veya bu vasıta ile ceza işini halledince, kanuna itaat meselesi de kalmıyor. Bu

itibarladır

ki,

kanunun

buyurduklarına

aykırı

işlerin yani suçların oçğaldığı devirde ahlaklılığın, ahlaki maksadın zebunlaştığını, kuruduğunu kabul etmek çare­ sizdir. Kanunun bütün cemiyetin reyini kazanıp kazan­ madığı, bu yüzden de o cemiyetin yapısına, göreneğine, geleneğine uyup uymadığı meselesini bir yana bıraktığım, bunları halledilmiş gibi kabul ettiğim anlaşılıyor, umu­ dundayım. Kanunun bu çaresizliğini vaktiyle, din, önleyebiliyor­ du. Ahlaklılığı koruyan üçüncü amil dindir. Din, aklımı­ zı, arzumuzu hesaba katmaz ve emrini, nehyini insanın cemiyetine göre, hususiyetine göre düşünüp vermez. O­ nun emirleri, nehiyleri herkes içindir, her yer ve her za� man içindir. Müeyyidesi de ; esrarlı ve esrara dayanan imanımızın kendisindedir. Esrar yırtılmadıkça esarar nüfU­ zunu muhafaza ettikçe . . . dindarın ahlaklı kalması müm­ kündür. Dindar, dinin kontrolunu benliğinin el değmez, göz görmez yerlerinde buldukça ahlakı ayaktadır. Fakat,

XX. asır, bu nişter, bu teşrih ve teleskop asrı,

din çevresinde, dindarın iman şartları arasında öyle ge­ dikler açmıştır k i bugün din, ahlakımızın müeyyidesi ol­ maktan çıkmış bulunuyor. Bunun karşısında derin şaşkın-

1 37


lığa teessüfe, ye'se düşmek neye yarar? Hangi peygamber bir Ebucehil'i (Ebu�Cehil), Ebuleheb'i (Ebti-Leheb) dine sokabildi ? XX. asır adamı ise baştan başa bir Ebucehil de­ ğil midir? İmanın, İslfuıı'ın şartlarını herkesin yıktığı bir vakıa iken dini - Ömer zamanmdaki gibi - yaratan, yaşatan ve içimizi ayakta tutan müeyyide olarak ele almak müm­ kün mü ? Bugünün cemiyetlerini, seni, beni . . . yarın veya şimdi silfilı ba.5ına toplıyacak buyruk ; cihat yapan dinin emri mi, yoksa vatanın, milletin mümessili olanların sesi midir ? Bu hükmü verirken ; dfilma münevver kütleyi gozo­ niinde tuttuğumu bilhassa kaydetmeğe ihtiyaç duymakta­ yım. Halkın, yani münevverlerimizle arasında zaten uçu� rumlar bulunan öz kütlenin işini nasıl hallettiğin i henüz tam bilmiyoruz, bu hususta esaslı istatistik ve anket yok­

tur. Bu i ti bar lad ır

ki, bu günün insanlığında, kanunun ve artık dinin göremediği (içimizin mürakıbı, ahlakımı­ zın müeyyidesi olmak) işini, yeni bir şartlar sistemine vermek zorund ayız . Bizim insanımızı çevresinde toplıyaeak, onun benliği . ni bugün devamlı kontrol altında bulundurup iradeyi kul­ landırarak, hareketleri tekrar , etirerek itiyatlar mey� dana getirecek mihver ne olabilir ? Ancak böyle bir mih­ ver sayesinde ferdi istenen, muayyen tarzda hareketler­ le işleterek, açlıştırarak ahl3.kın müeyyidesini de yarat­ mak mümkün olacaktır. Kanunun hükmedemediği yerde " ahl3.k efkar-ı umu­ miyeleri » imdadımıza koşacaktır. Bu u efkar-ı umumiye »'­ ler ; hürriyetleri eşit, çünkü duymaları birbirine eşit ve

138


netice olarak mesuliyet duyguları eşit, gü çleri yam kö­ tülüğe karşı dayanma im.kantarı eşit, ve bu kuvvet yü­ zünden hür olan insanlardan meydana gelecektir.

An­

cak böyle bir « efkar-ı umUmiye ı , kanunların söz geçireme­ diği, el eriştiremediği, dil uzatamadığı mevzı1lan : şerirleri, inlerinden dışarı uğratacak, bu cemiyet içinde onlara ne­ fes alına hakmı haram edecektir. Bu « efkar�ı umumiye » müeyyidesi ; yukarıda, dinin kudretini gözden geçirdiğiniz sırada beliren şu gerçeğe dayanıyor : İnanılan, bağlanılan bir fikrin yahut bir fikir­ ler manzıimesinin çevresinde itibarladır ki, her efkar-ı

ahlfiklılık tutmuyor.

�umj.yenin

Bu

bir ana fikre da­

yanması onun insicamı, te'siri için şarttır. Biz, şimdi efkar-ı umumiyenin hangi prensipler çev­ resinde toplanıp devam ettiğini görelim.

1 39


EFKAR'I UMUMİYE

İnsanların tarih boyunca, küçük ve büyük kütleler halinde (imparatorlukla, krallıklar, beylikler veya sadece cemiyetler, şirketler hfılinde . . . ) bir arada tutmaya yarayan mihverleri üçe ayırabiliriz :

1

----

Korku ,

2

-

Menfaat,

3

--

Fikir ve his birliği.

Bunları tahlil edelim.

1 Korku : Bir zorlamadır, tabiata karşı gelen bir zorlama. Sadece bu « tabiata karşı gelme » vasfı bile -

onun uzun sürüp gitmemesi gerektiğini gösterir. Korku, bir baskının, insan hürlüğüne, insan şahsiyetine vurulmuş bir zencirin neticesidir. Ahlaklı insanın e-sası, temeli olan irade, ihtiyar yani yapılacak ve yapılmayacağı seçme hür­ lüğünü ortadan kaldıran, böylece kanunların �a yerine ge­ tirilmesinin kefili olan şahsiyeti yıkan korkudur. Korku faktörü, iradeyi ve iradenin hertürlü belirtisini lüzumsuz, faydasız hale sokar. Kökleşen, faydasızlığına inanılan ira­ denin yerini yalan ve riya tutar. İradesini yitiren topluluk­ larda. yalan ve riya o kadar kökleşir ki, bu iki zehirden onu ayırınca topluluğun - adeta - müdafaasız kaldığını gö­ rürsünüz. Korku faktörünün, ahlak alanında yaptığı meş um te'sir bilhassa bu türlü zehirleri topluluğa mal etme­ sindendir.

İnsanlar üzerinde korkunun

tesirini kim

in­

kar eder ? Fakat, bu te'sir devam ederse ; insanı şahsiyet

mertebesine yükselten hürriyet derecelerinin hepsini, biz-

1 40


zat hürriyet ihtiyacını öldürerek inanılmaz bir ahlak sızlık ye şer kaynağı olur. Bütün tarih boyunca alınacak misallerle goruyoruz ki korku, her zaman hiyanete ağan, kum yığınına pek benzeyen tekleri, köksüz kütleleri toplayabilmiş, bu tür­ lü kütleler meydana getirmiştir. Bu kütlelerin sürüp gide­ bilmesi bir tesadüf işidir. Bunun seoebi şudur : irade, şöyle toptan hareketlerimizin bir ifadesidir. Demek, inan­ dığımız, benimsediğimiz fikirlere bağlıdır ; ölçüsü de iş te bu fikirlerdir. Bu fikirler yok mudur ; irade, netice ola­ rak da ahlfiklılık yoktur. O zaman, cemiyetlerin surup gitmesi de tesadüf işi­ dir. Sonra, asıl ahlaklı insan, şahsiyeti ulandır. Şahsiye­ ti zorlu insanın ise iradesine güvenebilirsiniz. Bu hare­ ket noktası da bizi gene inanılan, benimsenen fikirlere ve iradeye götürür. O fikirler ve irade yok mu ; cemiyet­ ler için devam, tesadüf işi olup kalır. Zulmeden ve kor­ kutan kıralların, beylerin insanların hemen hepsi, bir arada tutmaya çalıştıklarının eliyle yok etmişler ; çevre­ lerinde toplananların dağıldığını, başka amillerin cazi­ besine kapılıp gittiğini görmüşlerdir. Asya'nın, Afrika'­ nın, Avrupa'nın tarihi bu hususta bitmez tüKenmez ör­ neklerle doludur. Korku amilinin, yalnız başına ne bir topluluğu yaşattığı, ne medeniyet kurduğu ne de insan­ lar arasında temiz bir anlaşmaya zemin hazırladığı gö­ rülmüştü r. Kötü müstebit aşağılık ve za.Jim diktatör : İş­ te korkunun - daima düşmeye mahkum -- meyvası ! 2 Menfaat : İlk bakışta, en devamlı, en düzenli iş-· leyip giden cemiyet, menfaata dayanır. Ticaret şirket­ leri, eşkıya kütleleri, hırsız çeteleri, tarihin Kartaca, Ve nedik gibi bazı devlet tipleri, hatta bütün insan toplu­ lukları . . . birbirine menfaatle kem�tlenmiş teklerin toplu--

i41


luğunu verir. Bütün bu topluluklarda ne disiplin, ne ka nun, ne sıra, ne saygı eksiktir. Fakat şu da, bir realitedir: Dünya g�ya olalı -- menfaat faktörünü en son mertebesinde temsil eden eşkıya kütlesi de, hırsız çetesi de devamlı bir hayata, bü­ tün tarihe malolmuş, bir tarih yaratmış prensiplere sahip olamamıştır. Eşkıya ister dağda, ister şehirde türesin ; ne­ tice birdir ; şef, elebaşı yokoldu mu, kütle de yoktur. Bundan başka ; bütün bir milleti ardından sürükle­ yen, bütün bir cemiyetin benliğine yerleşen �;ınlı, mak­ hemen bul unsurların bu kütlelerde hiç görülmemesi ; daima türedikleri insanlığın zararına yaşamak, onların başlıca vasfı oluşu yüzünden ; yalnız başına bezirganla­ rın, hele eşkıyanın, hırsızların medeniyet kurduğunu da bilmiyoruz. Ticaret şirketleri, bu türlü şirketlere dayanan top­ luluklar gerçi eşkıya ve hırsızlar gibi değildir ; bulunduk­ ları cemiyetin işlerine karışmadan, o işlere yenisini kat­ madan, tufeyli olarak ve mutlaka bu cemiyetin zararına olarak yaşamazlar. Cemiyetlerin makbul gör�üğü bir ka­ zanç yolunda, kanuna, kaideye dayanan bir menfaat ağı kurarak kendi mensuplarını onun çevresinde toplarlar. Rekabet, dolandırma, iflas vesaire gibi. . . beHilar bir yana bırakılırsa bu topluluklar oldukça devamlı bir hayat sürer­ ler. Fakat bu toplulukların çürük yeri meydandadır. İn­ sanların · menfaatı hiç bir zaman tek sahada tecelli etme­ miştir. Denebilir ki ne kadar insan varsa o kadar men­ faat şekli vardır. Sonra ; menfaat amiline temeJ mertebesi­ ni verdiniz mi, içinizde pusu kurmuş olan meşhur ve kor­ kunç düşmana ; arzu'ya, sonsuz bir müsaade vermişsiniz demektir. Böyle bir müsaade, böyle bir düşmanın elinde insanı, insanları belki kayıtsız şartsız bir terakkiye götü142


rür. Fakat böyle bir terakkinin , topluluklar için birleştiri­ ci olmaktan ziyade dağıtıcı, yaşatıcı olmaktan çok öldürü­ cü olduğunu küçük bir müşfilıade fırsatı bulanlar bile he­ men anlayacaktır. Kendisini birlik mihveri yapmak istediğimiz esas bizi ebedi olarak ayn tutacak bir gayrılık, bir çeşitlilik göste­ rirse onu insanlar, hele topluluklar için devamlı bir ya­ şama faktörü olarak almamıza imkan kalır mı ? Ger­ çekten de; menfaat yalnız başına, ne insanlığı uzun müddet birarada tutabilmiş, ne medeniyet kurulmasına temel olabilmiştir. Kartaca'nın, Fenike'nin akıbetleri Venedik'teki bezirgan devletinin sonu ; menfaatın -hat­ ta korku ile birleştiği zaman bile- insan kütlelerine uzun gelecekler sağlıyamadığını gösteren çok belli bir iki misaldir. Yalnız ticaret ve menfaat faktörünün Hindis­ tana sürüklediği Fransa'dan orada ne kalmıştır ? İngil­ tere'yi yalnız (Hint Ticaret Şirketleri) ve benzerleri ida­ re etseydi ; insanlığın tanıdığı İngiltere meydana gelebi­ lir miydi ? Almanya'yı yalnız büyük sanayi şirketleri­ nin bugünkü büyük Almanya yaptığını iddiaya kimin dili varabilir ? Hatta cemiyet ölçüsünde bile olsa, tek faktör ve tek gaye haline düşen menfaat'ın meyvasll!ı 1939 dan beri . toplayan Avrupa insanlığına bakınız ! Büyük bilim ve çalışma dehasını kimbilir nekadar uğraştırıp dl.ıra­ cak; haraplığa gömülüp gitmiştir. Bu görünüş, menfaat faktörüne verilecek yeri, hükmü belirtmeye yeter sanırım. Menfaat amilini topluluklara esas vermek, cemiyet­ lere kayıtsız, şartsız refahı ve saadeti gaye göstermek ne­ ticesini doğuracaktır. Bu neticenin ne kadar meş'un im­ kanlara yolaçtığını görmek için müstemlekeleri düşünü­ nüz. Bir müstemlekede noksan olan refah, kazanç, teknik midir ? Bununla beraber, insanın ve insanların benliği için eri ağır zindan gene müstemlekedir. Bundan başka ; 1 43


« ne pahasına olursa olsun refah ve saadet» formülü ıs­ tırabı, hatta en ufak zahmeti mahklımeden, yaman bir hotbinliğin ı< licences müsaadeler » ine varıp dayana­ caktır. Böyle bir müsaadeler alemi bana hep Konrat Wayt'ın temsil ettiği, ruhunu iblise satan " Prag Üniver­ sitelisi ııni hatırlatır. =

Jstı�ap sözümüz yanlış anlaşılmasırı , ı stırap elbette bir gaye değil. Istırabı tavsiye etmek biie aklımızdan geç­ mez. lztırabın ömrümüze mihver olmasını tavsiye etmek, yaşamanın manasıyla tezada düşmek olur. Ancak . . . kendimizi, bazan, kendimizden de üstün tuttuğumuz aileyi, mileti, mesleği, ideoloj iyi veya ideali . . . mükemmel, yüksek, başarılı görmek için çekilen her ıs­ tırabı mukaddes bilmek : insanlığı yükselişlere, ilerleme­ ye, birliğe götürenlerin vazgeçemiyeceği, küçük göreme­ yeceği büyük amildir. - En geri bir cemiyet arasında, bir toprak üstünde . bu mükemmel örnek haline gelmek, kahrolmak demek­ t i r . Fakat bu örnek meydana gelmedikçe teklerimiz için de, topluluğumuz için de asıl ilerleme, . gelişme haram oluyor. Bu akıbete uğramamak için : örneklerin yetişme­ si, ı;mla rı çoğaltmak ve yaymak v::ı.zifesi, ıstırabsız olmu­ yor. işte bu manada ıstırap mukaddestir diyorum. Menfaat faktöründe yanlış anlaşılmayı önleyelim. Derler ki in�mn, daha yaradılışta, kendi faydasını düşü­ nen, eziyetten çok zevki, neşeyi arayan temayüllerle dop­ doludur. Yani insanın ömründe menfaat, daha yaradılış­ ta başköşededir. Doğru .. doğru ! . İnsanın ömründe kendinin faydasını arama başta gelmiştir. Amma, ademoğlunun ömrü baş1 44


langıcında neler vardır, ne

temayüller,

ne insiyakler, ne

!htiraslar vardır ki insan, -toplu yaşamak için, cemiyet hayatı uğruna- binler ve binlerce sene uğraşarak söküp atmıştır. Menfaat düşüncesi, ömrümüzün korunmasına, . devamına ; neslimizin ayakta kalmasına yarayan tedbir­ ler h alinde kaldıkça, hele, topluluğun öteki .teklerine bela olmayan, başka hayatlara el uzatmayan, diş geçirme­ yen m ahiyeti yitirmedikçe.. insanoğlunun bir yardımcı­ sıdır. Fakat, bütün dünyayı tek adamın : kendimizin, menfaatı içinde gören bir hfile düştük mü, menfaat filc­ ri topluluğu yıkan afet olmuştur. Artık, vergi

yoktur,

askerlik yoktur, kanun yoktur, disiplin yoktur, hizmet� ler ve emekler hiyerarşisi yoktur, sıra ve saygı yoktur. Ancak ve ancak -vahşilik çağlarının prensibi olan : zorlunun hakkı vardır. Yani duraksız, bitip tükenm �z ihti­ lal vardır. Binlerce ği

kontrolsuz

yıl,

insanoğlunun çarpışarak yendi­

temayüller ;

fikir

hayatımızın

gelişmesi,

elkoyması ve önlediği fizyolojik arzular ; yalnız tek ada­ mın : kendimizin fayda ve menfaat filcri hükmünü yürü­ tünce, ömrümüz

anarşiden

kurtulabilir

mi ? Hatta,

şu

dünyada herşeyi yalnız bizim yaptığımız, bizim yarattığı­ mız vehmi gibi, yalnız bizim yapıp yaratmamız gerektiği ihtirası gibi - bir bakıma, ic aıemirnize ait görünen-

-

in­

hi sarlar bile, tek insanın fayda ve menfaat .�ikri çerçe­ vesini aşamayan afetler gibi alınabiliı. Mi lyonlar içinde

bir tek' in -Narsis gibi- - yalnız kendini görmesi mesele değildir. Asıl dert, m ilyonları meydana getiren teklerde, ayrı ayrı, bu menfaat fikrinin herşeyden üstün ve aşırı bir hükme varmasıdır : Memleketimizde henüz roman, umumiyetle san'at, bu menfaat fikri'nin koşturduğu in­ sanı yaşatmamıştır. Fakat, zavallı Makyavel'in -idare edileni değil, yalnız idare edeni düşünerek -bize övdüğü

tip ;

Zolanın

«

L'argent

=

Para '' adlı romanındaki

tipler ; 145


Hugo'nun << Zavallılar = Muserables»ındaki Tönardiyeler ;: Marcel Pagnol'un uTopaz»ındaki belediye reis ve azası ; topluluğu zebuneden bu menfaat fikri'ni, hareket halin-· de ve neticeleriyle gösteren vesikalardır. Sözün kısası ; korku'ya ve menfaat fikri'ne dayanan ahlak, hayvanın yam zordan, hileden başka hayat ve­ topluluk mihveri bilmeyen mahlı1kun hayatından, şuurlu yani adaleti ancak kendisi bilip tahakkuk ettiren insanın hayatına doğu gelişmenin bir durağı saydığım çocuk­ luğun karakteridir. Bu bakımdan, geri veya -istibdatlar,. baskılar, şiddetler altında bırakılıp -gcrileşen cemiyet­ lerde, ister istemez bu çocuklaşmaya, çocuklaşmanın ne­ ticesi korkunun ve menfaat fikri'nin ön safa geçmesine­ rastlanır. Bir toplulukta, yaşama mihverinin yalnız bu : korkuya ve menfaat fikri'ne dayanması, orada riyanın yalanın, hilenin bir ayıp olmaktan çıkmış : -Fikret'in dediği gibi- « midelerin zehr-i takaazası, önünde », « İki büklüm bir inkıyad-ı sabfır » ile sürülen teklerin, kütlele­ rin bir yaşama imkanı olmuştur. Yukarıda söyledik : menfaatın bir sırrı vardır ki onı.ı haritamızda silemeyiz. Fakat menfaatın, yalnız başına topluluğa hayat mihveri gibi verilişi affedilmez bir dar­ lık, gerilik olur. Aileye, zümreye, cemiyete, millete yöne­ len menfaat fikrinin, derece, derece, insanları yükselte­ bilmesi ; derece derece bu toplulukların kaderine ömür veren, umut bağlayan bir fikir ve his birliğine yol açıl­ masıyla izah edilmelidir. 3 Fikir ve his birliği : İnsanlara hükmeden, insan­ ları birbirine yaklaştıran kuvvetler hep maddeden, yalnız mcnfaatın, korkunun, zevkin pınarlarından akıp gelmi­ yor. Hatta, tam aksine olarak, insan topluluğunu yara­ tan, devam ettiren, bu topluluğun tarih ve medeniyet -

1 46


meydana getirmesine sebep olan asıl faktörler gönüldc·­ dir, gönülc hükmeden fikirler ve hislerin birleşmesinde­ dir. iman mertebesine varmış fikir ve his birliğinin in­ san topluluklarına temel oluşunun en eski, en canlı, en değer

dikkate

misallerini

dinler

tarihinde

buluyoruz .

«Er-tarih » in, « Ön tarih » in sitelerinden, büyük imparator­

luklara kadar hemen bütün siyaset ve cemiyet teşekkül­ lerinin

sebebi d.ine bağlanmaktadır.

Bugün kaidelerine

tatlı güldüğümüz putperestlikten tutu�uz da tek tanrıya tapan dinlere kadar.. , hepsinde en kuvvetli, en

tatlı

güzel taraf ; ortaya koydukları hakikatın ebediliği, pren­ siplerinin

şaşmazlığı

değildi.

Onlarin

üstün

tarafları :

insanları -faniliklerinin üstünde, dışında, ebedi görünen gerçekler çerçevesinde- bir araya toplamaları, bu toplu, luğu devam ettirmeleri, bu yüzden in sanlığın medeniyet kurmasına, kültürlerin beslenmesine yani içtimai adamın doğmasına _imkan vermeleriydi. Gene d.inler t arihi gös­ teriyor ki her din ; insanları bir araya toplamak, bilhassa

iyi-kötü, doğru-e ğri hükümlerini vermek suretiyle

insa­

nın yaptığı işler üzerinde fevkalade büyük ve devamlı bir mur3.kaba kurmakta ; böylece ahlakın düzenini kendi ni­ zamına göre sağlayacak bir disiplin, bir muhit, bir u ef­ k iir-ı umumiye» yaratmaktadır. Eskiden hep din esasına dayanan

Türk

cemiyetin

yaşayışı ;

iradenin

beslenişi,

nefsin terbiyesi ve ahlak u efkar-ı umumiyesi ıı nin, di­ siplin doğuşu hususunda birçok misaller almaya müsa­ ittir : Vaktiyle mahallelerimizde içki, zina vak'aları ol­ maz değildi. Fakat yolunu şaşırmışların alabildiğine ço­ ğalıp cemiyetin nizamını parçalayacak tehlikeyi hazırla­ mamaları için mahallenin

<<

efk ar ı umumiye »sini uyanık -

tutmak yetiyordu. Böylesi vak'alarda, bu « efkar-ı umu­ m i ye ıı

şiddetle

harekete

geçiyor,

yolunu

şaşırmışlara

147


---kanunun üstünde- verdiği derslerle nefsi yenmeR ,.. iradeyi beslemek disiplini yerleştiriyordu. Gençlerin veya çocukların içki, cıgara gibi şcyl_eri kullanmaması da gene böyle bir • efkar-ı umumiye • nin işe karışması ile geniş ölçüde emniyet altına alınmıştı. Mahallenin, hatta kasabanın, şehrin büyükleri, hemen hemen kayıtsız şartsız, bu türlü hadiselere karışır, önler,. gerekirse zor bile kullanılırdı. Bu türlü karışmaları cemi­ yetin vicdanı, peşine benimsenmiş olduğundan, genç neslin .üzerindeki terbiyeci tesir de çok büyüktü. Türk cemiyetinin yapısı, kendi gücünü ve dayanağım koruduğu müddetçe, daha bunlara benzer birçok örnek­ ler, .ı efkar-ı umumiye »lerin iyi-kötü, doğru - eğri mesele­ lerinde nasıl yetiştirici bir murılkabe kurduğunu bize gös­ teriyor. Din tarihinin, Türk hayatı için verdiği misalleri ele alışımız ; fikir ve his birliğinin tekler, topluluklar ara­ sındaki anlaşmayı, disiplini nasıl yaratığını, en eski ve bize en yakın örneklere dayanarak canlandırmak istcyi şimizdcndir. Bu misaller insanların ortak olduğu fikir ve his yoluna, asıl benliklerini yitirmeden bir orkestranın sanatkfırları gibi , nasıl bazı fcdak:lrlıklan yapabildiğini' bu sfıyede kurulan disiplinin ahlak « cfkar-ı uınfımiye»si yaratmak için nekadar esaslı bir hizmet gördüğünü an­ latacak aydınlıktadır. Bu • efkar-ı nmlımiye»lerin tesi­ riyle, bir ahlak disiplini alan teklerin, cemiyı;:t içinde ne türlü göründüğünü öğrenmek için de eski devirlerde mesela Yunanistan'daki esrar dinlerine girenlerin- sada­ katını ; eski Türk hayatında tekkeler, tarikatlar mensu­ bunun « ser verip sır vermeyen ıı sclil.betlerini hatırlamak faydasız olmayacaktır. Böylece ; « efkfır-ı umumiyelcr ıı tekleri yetiştirirken bu yetişmiş teklerin de, topluluk. ­

-- ­

1 48


« efkar-ı umumıye ıı lerin doğup ya.5amasına nasıl tesi r .ettiğini görebiliyoruz. Bugün ; hususi cemiyetlerin, fikir ve his cemiyetleri­ n i n ----bizim memlekete göre- fevkfilide çok yaşadığı Avrupa, Amerika memleketlerindeki misaller daha az , değerli değildir. Anarşist telkinlerle bozulmamış demok­ rasi memleketlerinde bile her türlü topluluk ve • kIOp » hayatı ; teklerin işlerinde ne mükemmel bir düzen devam ettirmektedir ! Kanunun, hatta dinin. giremediği, iz ya­ pamadığı bu topluluklarda sözünü tutmak, şerefe, hakka, . çalışmaya, düşünmeye riayet etmek, �eıısup olduğu cemiyetin iyi veya kötü, doğru veya eğri diye bellediği değerleri saymak . . . 11 Klı1pıı veya cemiyetler • efkar-ı u­ :mı1miyesi ıınin kurduğu disiplinle temin edilmiştir. Öte­ yandan ; bu disiplinlerle yetişen tekler, o türlü ı kIUp , lcrin, toplulukların yin.i • efkar-ı umilmiye ıı !erin yaşa­ masını emniyet altına alabiliyorlar. Bunun içindir ki -harp devirlerini bir yana bırakır­ sakbu memleketlerde insan hayatı, her alanda, her · yerde emniyet, huzftr, vuzuh içindedir. Bizde, ancak dev­ letin zoruyla kurulabilen pazarlıksız satış, iyi veya kötü malı belli ederek satış, başkasının sırasına, hakkına say­ gı, teklerin yapabileceği veya yapamayacağını açıkça ön­ ceden bildirmesi gibi -bir topluluk içinde yaşamayı ni­ met haline yükselten -ahlak tezahürleri, ahlak « efkar-ı umıımiycıılerin tesirini yitirmediği o memleketlerde müm­ ,k ündür, tabiidir. Dikkat edilirse, bu memleketlerJe de cı efkar-ı umu­ miyeler » din esaslarının değerlerinden ziyade, milletlerin yeni yapılarından doğan değerlerin çevresinde kurul­ muş bulunuyor. Şahsiyetler artık kiliseden değil ıdaik ıı k ü t lenin içinden, bu kütlenin yeni bir fikir ve his çevre-

149


sinde temerküz ettirdiği cereyandan, sistemden meyda­ na gelmiş mekteplerden doğuyor. (1) Sonra ; bugünün bir kısım milletleri -ilk Cihan Har­ binin

neticesi-

uğradıkları

felaketten

kurtulmak

için

yepyeni nazariyelere dayandılar. Bunların kiliseyle ala­ kası yoktu ve birçok bakımdan tenkide uğraıı_ıışlardı. Fa­ kat yarattıkları cı efkar-ı umfuniyeıı ve disiplin bütün dağı­ nık, harap umutsuz alemlerini Avrupa'nın büyük millet­ leri haline yükseltmeye yetti. Bizzat Anadolu'nun, istik­ ıaı bayrağını taşıdığı yeni bir fikir ve his birliğine : Tür­ kiye milliyetçiliğine dayanmamış mıydı ? Duyan, duyduğu için kendini geçmişe, geleceğe karşı mes'ul bilen · seçme insanlarımızdan meydana gelen « ef­ kar-ı

·

umumiye » ler yaratmak zorwıdayız. Bunlar, belki

bütün mileti, tek tek, ele alıp hedef edinemeyecekler. Onların ilk ve asıl ödevi : her yerde, her zaman gö,rdüğü­ müz seçme ve aydın zümreyi, müeyyidelerin baskısı altı­ na almak olacaktır. Büyük kütleye, ancak bu yolda giri­ lebilir. Yukarılarda gördük ki bu seçme ve aydın zümrenin iç alemini -o filemi yıkmadan, korku ve menfaat unsur;_ lan ile değiştirip bozmadan -ele almaya, yürütmeye ; kanunlar ve o kanunlara dayanan, o kanunlara dayanak olan resmi kudretler yetmiyor. Bu hususta en canlı misfili « Türk OcaklarI » verir. Hemen tek reısmi sıfatı yokken, hatta ilk doğuşunda, resmi makamların kötü gördüğü seç­ kin, aydın zümrenin sığınağı iken ; memleketin yaşamasını kökünden değiştirici bir faktör, bir cı efkar-ı umumiye »

(1)

Din ve kanun işindeki mütalaalarımız bugün olanın,

vakıanın müşahadesidir, tespitidir. Bu mütalaalar ne bir arzuyu, ne bir reddi kat'iyyen aksettirmez.

1 50


:gücünü

kazanmıştı.

Sonra resmileşti, resmi kudretlerin

düşüncelerini yerine geti�e alanı oldu. O vakit, memle­ 'ketin içindeki eşsiz etkisi artacağı yerde eridi, sonunda kapandı gitti. Demek bu u efkar-ı unıılmiye »ler halkımızın içinden yetiştiği

seçkin,

-yanacaktır.

aydın

insanlarımızın şahsiyetlerine da­

Kanunun bu

cı efkarı umumiye »

nin

gerek

doğmasını, gerek işlemesini tam bir serbestlikle koruya­ ·cak ; onların başarısına filet olmamakla beraber, durupdu­ rurken yok olmalarına kumetler, bu türlü kolaylaştıracağını

da vesileler aramıyacaktır.

« efkarı umfımiye »lerin,

unutmayacak

seviyeye

Hü­

kendi işini

yükselebilmeli­

·dir. Anlamalıdırlar ki, milletleri çürüten hürriyet değil hürriyetsizliktir. Nerede her türlü hükümet baskısı, vic­ danlara serbestçe engel oluyorsa, o topluluğun idaresin­ ·de, yaşamasında bir aykırılık var demektir. Ve bu aykı­

rılık, er veya geç, hem o topluluğu şahsiyet yani müs­ takil millet halinden çıkarıp müstemleke yapacak ; hem ·o hükumeti bizzat kendi miletinin yok olmasına filet ede­ cektir. Bu itibarladır ki, kanunun ve onun dayanağı

fan kudretler ; halkın içinden doğan seçkin aydın « efkar-ı •umumiye »lerini, her türlü vicdan anarşisini önleyen fak­ tör gibi alacak ; onlara, kendinin dediğini, yapmak iste­ -diği hayırlı şeyleri, kütlelerin en iyi anlayıp yapmasına imkan hazırlayan durultucu kuvvetler gözüyle bakacak­

tır. Amerika'da, Avrupa'da : kaderlerinin en tehlikeli dev­ resinde bile yılmayan, kaderi yenen miletler : işte bu « ef­ kar-ı umumiye »leri yok etmek yerine besledikleri, başta­ cı yaptıkları için muvaffak oldular. Kanun, 'Ve

bu efkar-ı umfımiye » lerin

ecnebi

tesirine

ecnebi hakimiyetine alet veya alan olmamasına ; niha­

yet, bir topluluk için Goethe'nin zulümden daha korkunç 'rhulduğu, anarşi vasıtası olmamasına dikkat edecektir.

151


Bu « efkar-ı umumiye elerin işlemesine gelince ; her şeyden önce, buralar, şu dünyada arzu edilecek şeylerin sınırını çizecek ;

asıl istenecek şeyle istenmeyecek şeyin

ne olduğunu öğretecektir. Bu muhitlerde, herkesin kendi kendini mür5.kabe, muhakeme edecek seviyeye erişme­ si için iyi-kötü, doğru-eğri hakkında -bu memleketin soyuna,

tarihine,

örfüne,

müesseselerine

·

uygun -değer hükümleri yer bulacaktır.

ve

kültürüne

Bu muhitler,

ilkin kendilerini kuranlar, sonra bütün yurt içinde ; her­ kesin sahiden bir işi olmasına dikkat edecek ; bu işten hesap soracak, iş sfilıibine netice aldıracak, dalına reyini kullanmasını temin ederek kendi kendine yeter şahsiyetlerin üremesine ; bu iş kontrol sistemiyle, mensuplarının iradesini

boyuna bileyerek, işleterek normal

çatılarının

çökmemesine en büyük önemi verecektir. Bu

muhitler ;

memleketimizin

örnek

diye

aldığı,

memleketimize öme� diye verilen insanların ; iradelerini en iyi kullanan, nefislerini yenmesini bilen, hareket nok­ taları ise kendi keyifleri, rahatlan olmayan erlerden ol­ masını inan mertebesine yükseltecektir. Bu erler ; millet vicdanının reddettiği, işi, kişiyi bu miletin başına yük­ letmeyen, cı efk:ar-ı umftmiye ıı nin hükmüne hürmet eden örnekler olacak : bu muhitler buna bir din ehemmiyeti ve­ recektir. Bu muhitler ; milletimizin, memleketimizin uğrunda canını veren, zekasını kullanan, her işi ve her sözü ile yaratıcı olduğunu gösteren insanımıza

« sabotajcu mua-

melesi gösterilmesinden tiksinecek ; bu inı;anlarımıza en büyük saygıyı gösterecek ; fakat, şahıslara tapmayı, tek- . lere kul, uşak olmayı bütün işlerinden ebedi olarak si­ lip atacaktır.

152


Bu muhitlerin,

u efkar-ı

umumiye 11 'lerin çalışmasında

yerine göre ışı k , yerine göre kamçı, yerine göre kenet ödevini görecek bir ana

kanun bulunması

çaresizdir.

Bütün millet ve memleketi içine alması şart olan, bu mu­ hitlere d ayan ak gibi vereceğimiz bu ana kanun, hangi duygu, hangi dü şünce , hangi prensiplerdir ? Bu ana ka­

nun hangi prensiplere göre hüküm verecek ? Yani, bu u efkar-ı umfimiye a'lcrin yaşatacağı inanlar ne olacaktır ?

Söz buraya gelince, yani prensipleri

arama ya

ba5-

f ayınca, ideolojileri incelemek zorunda kalacağız.

1 53


İDEAL VE İDEOLOJİ

İlim nasıl ilk şüpheden doğdu ise, bir topluluğun ka­ deri önünde fışkıran ilk ıstıraptan da ideal doğmuştur. O kaderin önünde kendisini unutan ; kendi kaderini, top­ luluğun kaderine katan, karıştıran insanın, uidealizm » 'i, gözlerini açmış demektir. Toplulukların kaderi ayrı ayrı köşelerden, ayrı ayrı ruh halctlcriylc mütalaa olunabilir. Bir paganist hakim Allah'ın birliğine inanmış bir mü'min, bir komünist, bir materyalist, bir milliyetçi toplulukların kaderi önünde aynı görüş zaviyesinden, aynı ruh haleti ile bakmaz. Cemiyetlerin kaderi önünde, şuuruna varılan ıstırap­ ları,. bu ıstırapların doğurduğu soruları, karşılıkları ifa­ de için kullanılan ideal kelimesi, şöyle onbcş - yirmi yıl var ki, ideoloji kelimesini kendisine rakip çıkmış buluyor. Gerçekten de ; dikkat edilirse, topluluğun önünde ıs­ tırap çeken, sonra, karşılık bulan, çare arayan bir kısım insan için (l compromis ıı denen şey yoktur ve ideal u compromis ıı denen fedakarlığı tanımaz. Bir paganist hakinı gibi bir mü'min için de, şartlara bağlı iman yoktur. Bir Sokrat'ın, bir Epiktetos'un felsefesi (compromis) ta­ nınmamıştır. Bir St. Pierre, bir Hz. Muhammed için

iman pazarlık götürmez. İdealist bütün hareketlerini, inandığı şeye uydurur. Onun işiyle içi arasında ayrılık, 154


aykırılık bulunmaz. İdeale bu bütünlüğü veren şey ; onda­ ki metafizik taraftır. İdeolojide metafizik yoktur. Zamanımızda, hiçbir yerde ideal türemiyor. Cemiye·­ tin çimentosu işini görmüş olan idealler ortadan kalk­ mış bulunuyor. Epiktetos gibi bir esiri, bir Roma İmpa­ ratorundan büyük kılan ; yahut Markus Aurelyus gibi bir Roma İmparatorunu, kendi gönlüyle bir esirin haline inecek kadar ulvileştiren felsefe ideallerine artık yol ka­ palıdır. İnsanı ; her şeye kadir ve ebedi bir Allaha, onun Peygamberine, onların dünya yüzünde gölgesi, vekili olan h ükümdara bağlayan din ideal i ; Musa ile, Sokrat ile, Plotin ile duyulup ilk çerçevesine girmiş ; İsa ile, Hz. Mu­ hammed ile son şeklini bulmuş ve şimdi yok olmuştur. Hükümdarlarda başlayıp tanrıya giden din bağı, bü­ tün insanlara yöneliyordu, bütün insanlara aitti. Bu bağ, bütün insanlar için müşterek olan şu müthiş suallere ce­ vap bulmaktaydı : Nereden geliyorum ? Nereye gidiyo­ rum ? Neden halk oldum ? Ne olacağım ? Hayat nedir? Ölüm nedir ? Dinin bunlara verdiği cevap, biliyorsunuz ki insanları asırlar ve asırlarca teselliye, tatmine kavuş­ turdu. Bu yüzden de büyük beynelmileliyctlcrin doğması­ na sebep oldu : Hıristİ.yan beynelmileliyeti, İslam beynel­ mileliyeti, bir bakımdan B udizm böyledir. Bu beynelmi­ leliycllerin, yukarıdaki insan sorgularına verdiği cevap­ lar ; onların metafiziğini, mistiğini meydana getiriyor, bu mistik ve metafizik de dinlerin keskin kuvveti oulyordu , Bu mistiğin insana, mü'müne vadettiği şey ; bu dünyada çekilenlerin hepsini ödeyen, hepsini unuttu ran bir ebc­ diyetti . Allah'la bir olacağı o gün için insanın · katlanamı­ yacağı şey yoktu. Zaten bu şey, mutlaka geçici idi. XIX. ve XX. asır, insanlığm bütün sor_gularına bu dünyada cevap vermek iddiasıyle ortaya atılınca, hep

1 55


.öbür dünyanın ebediyetine cevap arayanlar sarsıldı. Müs­ bct

ilim

ilerleyip kainatın

sırlarını

birer birer çözme­

ye başlayınca bu sarsılma manevi bozgun halini aldı. Bü­

tün içtimai ve ahlfıki meseleler :

fcı din

cemiyetle,

ce­

miyetin hükümdarla, cemiyetin cemiyetle, hükümdarların hükümdarlarla münasebetleri, az veya çok, hep öbür diinyanın

vaadedilen ebediyeti

üzerine kurulmuştu.

Müs­

bet ilmin getirdiği bozgun üzerine bütün bu münasebetler altüst oldu.

Artık

ne u citeıı'nin

kanununa aykırı düş­

memek için kaçmayı reddederek zehiri içen Sokrat ; ne dinin manasına hürmet ettiği için

Muaviye'ye yenilen

Ali, ne Halifenin atını yeden bir büyük Tuğrul yoktur. Materyalist tarihçi için, bugün ; cemiyetleri yerinden oy­ .natan o büyük manalı amillerin anlaşılması bile imkan­ sızlaşmıştır. Zamanımızda. bütün insanlığın malı olan, bütün in­ sanlığa hitap eden, sesini de

duyuran idealleri, bu iti­

barla, artık bulmuyoruz. Bütün insanlığa hitap eder gö­ rünen günümüzün en yeni

" beynelmilelciliği " • buradaki

gcçiınlerimiz zorluklarını bile yenemiycn bir iktisat gö­

rüşü

ve

bir (sınıflar düşmanlığı)

Devrimiz

idealist

sınırını aşamıyor.

yetiştirmiyor,

ideal

yaşatmıyor.

Bu devirde ancak ideolojilerden bahsetmek mümkündür. Her yeni harp, insanlığı daha küçük bölümlere ayırıyor ;

tekler daha hotbin oluyor, ve bütün dünya çerçevesine giren ıstıraplar siliniyor. Bazen, cı compromisıı tanımadan bir cemiyetin saadeti yoluna kendini veren tekler görüyonız.

Onları bu

yanlış olur. Dünya

bakımdan

idealist olarak

anmamak

durdukça, c compromis u tanımayan

böyle idealistler varola geleceklerdir de. Benim söyledi­ ğim ; bütün bir kütleyi, bütün dünya ölçüsünde ayağa kal­ dıran bir idealin ıstırabı, bunun yokluğudur.

156


İdeolojilerin kuvveti nereden gcliyoı. Bu kuvv'et : on­ ların realitelerden doğup realitelere dayanmasından ; her yerin, her topluluğun realitesine uymasından böylece, ha­ kikat haJine sokacakları fikirlerin muvaffak olmasını bu dü nyada görmek imkanından, kısaca : cennetlerinin, ce­ hennemlerinin bu dünyada görülebilir olması�dan doğu­ yor. Bu imkan, ideolojisi bulunan topluluğun arasındaki bağı, çimentoyu meydana

getirmektedir. Bir cemiyetin

olmasının sebebi de işle onun bir a ressort

=

meti görmesindenqir.

yay 11 hiz-

Gerçekten de ; bir ideolojinin değeri, ehemmiyeti, ken­ disinin bizzat barındırdığı

fikirler manzumesinden ileri

gelmiyor. Bu fikirler manzumesi reddedilmez, fena bul­ maz, yanılmaz hakikatlar

saklamayabilir . . Bir

nin değeri kütleleri sürükleme kütlenin vicdanını

ideoloji­

kudretinde, imkanında,

coşturmasında,

kütlenin geleceğini,

talihini lideta tayin etmesindedir. Zaten : ideolojinin bu kudreti, bu imkanları olmasa, o külle, geçici menfaatla­ rın esiri olan muvakkat birikintilerden başka şey olmaz. İster demokrasiyi, ister terakkiye imanı, ilme ima­ nı,

ister geniş mezhepliliği, ister bütün insanların kar­

deş

olduğuna dayanan

ği . . .

ele alınız. Bütün bunlar ; fert egoizminin , iktisadın

ve maddeciliğin ;

insaniyetçiliği,

cemiyet içinde

ister milliyetçili­

sürekli anarşi, artsız

arasız hınç, kin yaratmasını önlemektedir. Çünkü bizzat bu dağıtıcı faktörleri, o ideolojiler, herkese ait bir mana ile kaplayarak birleştirici temeller haline getimıekte, tek­ leri birbirine bağlayıcı faktör olmaktadırlar. An'anelerin yıkıldığı, politik ve sosyal temayüllerin birbirini tutmadığı menfaatların o kadar amansız, o kadar şiddetle çarpıştığı bu içtimai depremler devrinde, ideolo-

1 57


jilcrin göçmesi büyük tehlikele� yaratabilir. Bu tehlike­ lerden sıyrılmak için değil midir ki mılletler bazen mil­ yonlarca insanı, milyonlarca serveti vermek zorunda ka­ lıyor. Gerçi şimdi - hiç olmazsa dört ayrı devirde, dört ay­ rı idare altında yaşamış ve bahtiyar olmuş - öyle hinoğ­ luhin insanlar bulursunuz ki ideoloji ile alay eder, « ide­ olob diye dudak kıvırır. Bu alay etme, bu dudak kıvır­ ma, o dört ayrı devrin tadını çıkaran bu karışık adamla­ rın idealist olduğunu göstermediği gibi ; bug:!in, idealler yerine ideolojilerin hüküm sürdüğünü de redd�tmeye yet­ mez. İdeolojilerin şimdi ideallerin yerini h,ıttuğuna kızmak neye yarar ? Bunu tarafsız bir laboratuvar adamı gibi . görüp ona göre içimizi dışımıza ayarlamak daha uygun olmaz m ı ? Hele, zamanımıza hükmeden ideolojileri, hiç olmazsa onlardan birkaçını, mümkün olduğu kadar iyi bir tahlilden geçirmek, mensup bulunduğumuz cemiyetin m::: na alemini durulmaya yarayan başlıca h izmetlerdcn _ sa:,'ılmaz mı ? Bu itibarladır ki, bu ideolojilerden ilimci­ liği, demokrasiyi, milliyetçiliği ele almak istiyoruz.

158


İLİMCİLİK

Geçenlerde, galiba Dr. Sadi Irmak : « Bugün sınırlar­ da ilimler çarpışıyor ! » diyordu. Gerçekten de bilim, ya­ sayışımızda şimdiki kadar hiçbir zaman ha.kip. olmamış­ tır. Her yerde, her ağızda onu dinliyoruz.

« Ülkü »'de

Bed­

ri Tahir Şaman üstüste iki yazısını ilme ayırdı. Sadi Ir­ mak, gün geçmez ki akıcı üsl4bu ile, ondan bahsetmesin. Fethi Çelikbaş ıı Millet» 'de bunu ele aldı. Türkiye'nin her yanında muarız arıyan marksist bir mecmua ; bir Fran­ sızca öğreteni ve bir psikoloji mensubu ile « İlim ! . . . ilim ! humanizma !

humanizma

humanizma . . . !

diye haykır­

makta ! . . . Henri Poincare'nin « İlim Değeri » adlı kitabı, bir önceki neslin, « İlimlerin Bölünmesi ıı adlı Spcncer'in eserciği, daha önceki neslin bu türlü bir zaruretle kıvran­ dığını gösteriyor. A. Comte, daha önce aynı ihtiyaçla po­ zitivizmi, devrin son felsefe sözü gibi ortaya koymuştu. Erasmus'un devrinde de durum daha farklı olmayacak ki 11 Deliliğe Medhiye »'yi yazarak bilginle bilgin geçinmek

istiyen arasına - haklı olarak - bir sınır çekmeğe ça­ balamıştı. Ama hiçbir devirde bilimi şimdiki kadar zorlu, hük­ münü geçirir bulmuyoruz.

İdeallerin ortadan kalktığı

ideolojilerin ortalığı bastığı şu yüzyıllarda bilim, mutlak kudretine inanılan bir ideoloji

mertebesindedir. Devri­

mizin ıı efkar-ı umfımiye» 'sini idare eden kuvvetlerin ba­ şına bugün ilmi koyanlar ne azdır ne de değersizdir.

1 59


«

Efkar-ı umıimiye ıı 'yi idare eden bu büyük kuvvet,

gerçekten de insanı büyüleyen parlaklıkta, hatta berrak­ l ıktadır. İhtiraslar, hisler ilme

karışamaz gibi geliyor.

Çünkü karışmalarının, asıl kendisi zorlu ihtiras isteyen ilme bir tesiri olmadığı sanılıyor. Bunun için insan küt� lelerini kavramak, kavrayarak * birbirine yaklaştırarak

idare etmek yolunda ilim, en büyük umudu beslemeğe e l

­

verişli görünmektedir. Sonra, ilmin, metod ve _netice ba­ kınıından bütün insanlığa

ait

oluşu ona eski büyük ideal­

lerin genişliğini vermekte ve galiba onu bir nevi

« mı s ­

tib'c erdirmektedir. Bugünün

medeniyetine

en

temin ettiği şüphesizdir. Onun

büyük

üstünlüğü

insanlığımıza

ilmin

getirdiği

birçok yenilikleri unutmaya imkan var mıdır ? Teknik adı altında toplayabileceğimiz, ilmin tatbik yerleri o ka­ dar çeşitli, insan ömrüne, insan sağlığına kattığı kolaylık, tad, çabukluk o kadar boldur ki bunlardan uzak düşen medeninin vay haline ! İnsan denen şu minicik mahluk cüssesiyle ölçülmesi imkansız büyük işler görüyor, yere, göğe hükmediyorsa ilmin sayesindedir. İlmin cemiyet seviyesini değiştirmekteki tesiri akla durgunluk verecek

lslavlarını,

Çekleri,

kadardır. Finleri,

Japonları bugünün Rusya İsveçlileri, hele Birleşik

Amerika'yı düşünmek bu hükmü kabul etmek için yete­ bilir. Bir kısmı tarihin, bir kısmı coğrafyanın ortasında kenetlenen bu yığınlar üstünde bugünkü ilmin tesiri, mu­ cize gibi büyüleyici olmuştur. İlmin mutlak olarak bir

metoda dayanma, rii'.iyet

gösterme zarfuetinin kafalard a duruluk ve nizam

kur­

ması, fertlerdeki - demesi caizse - zeka disiplininin ana­

sıdır.

Böyle disiplinli kafaların bulunduğu cemiyetlerde,

medeniyet ve ahlak seviyesinin yüksek olması daha çok

1 60


yalnız tabiatı değil cemiyeti de, hatta tekler daha ıı doiarken varolan = inne ıı kültür değerlerini, kültür müesseselerini de en iyi tanıtan vası­ tadır. Bu itibarla da şahsiyetimizin vazgeçilmez bir ku�

'mümkündür. Bugünün ilmi ,

ruluş, bir başarı faktörü olmuştur.

yolunda ne XIX. ve XX.

Bütün bunlar gözönünde tutulunca, ilim harcansa, ne yapılsa azdır. Bunun içindir ki

yüzyıl, bütün gelenekleri Çiğnedikten, eski idealleri boğ­ dul<:tan sonra ilmi, ideoloji hatta bir din payesine yükselt· miş bulunmaktadır. Yalnız ; öyle görünüyor ki ilimden, veremiyeceği şey­ ler de istenmiştir. İ stenmesi de sürüp geliyor ! İnsan sıh­

kudreti, hatta insan şahsiyeti için veren, hazırlayan ilim, cemiyetle­ rin bağı işini görecek bir din, hatta biı ideoloji olmak� tan - - maalesef - çok uzaktır. Bunu, her şeyden önce il­ min bir imtiyaz olan - ara�tırıcılık mahiyeti önlemek­ İ tedir. ster laboratuvarda, ister enstitülerde, ister hafri­ yat sahalarında, ister fakültelerde olsun, ilim boyuna bi zi kendi bilgi şubelerimize çevrilmeğe, kendi bilgi kolları­ mızda derinleşmeğe zorluyor. Bu zorlayış ile münevver

hatı, insan refahı, insan cidden büyük imkanlar

k ütley i ,

iş bölümündeki gelişme ölçüsünde,

birbirinden

ayırıyor, uzaklaştınyor, ilimde kudretimiz arttıkça bilgin tabakasına mensup olmanın kibri, hırsı yakamıza yapışı­ yor ; bizi cemiyetimizin içinden çekip sonu gelmez ihü­ rasların hotbinliklerine gömüyor, köle ediyor.

·den,

Sonra ; bilim, ona gerçekten hükmetmek istiyenler­ büyük ihtiras beklemektedir. İlim hayatının, tam

başarı için, çok şiddetli ihtiras istemesi, ihtirassız ilim hayatının gelişmemesi, örnek olmak hbiliyetindeki tek­

..eri kendi dünyalarına hapsedip herkesi, bütün topluluğu :hemen mevzu almalarını önlüyor. Bilgin ararken çok ke161


re, kendinden başkasını düşünemiyor ve insanlık, aranan bulunduktan sonra, netice olarak bilgin için bir c sömür­ İnc » konusu olarak araya girebiliyor. İlimde derinleşirken insan, sarından başka meslek

filim tabakasının inhi­

hırslarının, meslek sınıflarının

doğmasını ve cemiyetteki bağların biraz dahiL kopması­ nı da görmektedir. Teknoloji ve laboratuvar bilimleri ala� nında - bilim kollarının çokluğu yüzünden - bu kopma­ yı daha çok görüyoruz. Bundan başka her derinleşme « eruditon » - tıpkı konfor düşkünlüğünün yarattığı. gi­ bi -, menfaatlarımıza köle olma tehlikesini de peşimize takıyor. Az çalışıp çok kazanm a zihniyeti; bilimin ilerle­ yişi nisbetinde kuvvet bulup genişleyen bir zihniyet de­ ğil midir ? Bu kadar ileri bir medeniyet kurulmasına rağ­ men işçilik seviyesinin, hatta en disiplinli, ileri milletler� de, şöyle ortalam a eski elişleri derecesine erişmekten bu­ kadar uzak kaldığı ; ilmin - kendi başına - terbiyevi bir mahiyeti bile olmadığını göstermez mi ? Bir insan, iyi bir filim olur da mükemmel bir hayvan kalır ; mük�m­ mel bir vicdansız olur. Her milletin içinde d�laşınız, çev­ renize bakınız ; bilgin diye ünalan hangi insan - yalnız bu bilim sayesinde - en küçük bir insiyakı önliyebilmiş­ tir? İlmin araştırmaları, cins, soy, cemiyet ayrılığı. tanı­ madığından, bazan bu türlü ayırmalara dayanan insan ve cemiyet disiplinin çökmesini bile hazırlar. L Blum gibi büyük bir milet adamının, kızkardeşle evlenmede bir za� rar görmemesi, onun ilme, kızkardeşle zevceyi ayırmayan fizyolojiye dayanmasından ileri geldiği şüphesizdir. Ama fizyoloji bakımından zararsız olan bu görüş cemiyet ve tek bakımından ne derece canavarcadır, çökerticidir ! İn­ sanlığın bahtsızlığını, zaafını en yakından bilen, incele­ yen mesleklerin bugün, en maddeci, ençok rahata, israfa düşkün, cemiyet bağlarından ençok tiksinen, ençok mev-

1 62


ki budalası « opportuniste = fırsat düşkünü ı yetiştirdiğini kim inkar edebilir ? Yukarıda dediğimiz gibi ; olanlara bakmak, bize ilmin kendisinde terbiyeci, birleştirici bir kudret görmenin yan­ lış olduğunu telkin ediyor. Cemiyet içindeki tecanüsü, yar­ dımı, dayanışmayı, ahlak. örneklerini.. bilgin taba.kasının yaratmadığını, en büyük karakteri bilgin. olanların verme� diğini hatırlatmak mecburiyetindeyiz. Çok kere ; şu veya bu ecnebi ordusunun zaferleriyle bayram yapan, fakat bunu yaparken öz milletinin kaderini bir damla bile dü­ şünmeyen gazino ve sokak münakaşacısı ; elinde kocaman diplomalar taşıyan, şu veya bu bilim şubesinde dahi ge­ çinen çıkmıyor mu ? ,Bundan başka ; ilmin imtiyazı olan araştırma, hemen daima teklerin işidir. Böylece bilim, insanı tekliğe, tek kalma psikolojisine en çok alıştırıyor. Araştırma - neti­ cesi çok kere belli olmadığından ve daima tenkide mevzu, hedef olduğundan - oynak, kararsız bir zemin mey­ dana getirir ki milletlerin birliğini bu zemine dayamak, o birlik için bir tehlikedir.

Yukarıda söylediğimiz insan zeKasını disipline sok� ması da bilimin başlıbaşına kendi kendine bir terbiye fak­ törü, birleştirici faktör olmaktan çok, zemin, imkan ha­ zırlayan bir yardımcı olduğunu açıklar. Nihayet ; göre,

bilimden

şu dünyada, herkes bilgin olmayacağına nasibi olmayanların, bilim yaratacağını

sandığımız bağlardan, birleştirici etkiderı (tesirden) uzak kalması çaresiz olmaz mı ? O zaman, topluluğu, tekleri, bütün şu yaşama dedikodularının ayırıcı, çökertici, bozu­ cu tepkilerinden korumak için başka çareler, başka yol­ lar, başka imkanlar aramak gerekir.

1 63


Bu sebeple değil midir ki, cemiyetler bugün toplayı­ cı teşkilata, toplayıcı fikir organlarına oüyük yer vermek­ te, buna büyük ihtiyaç duymaktadır. Medeniyeti , bu me­ deniyetin dayanağı olan bilimi ileri oıan cemiyetlerde ; bu toplayıcı teşekküllerin çokluğunu, bilhassa bu ihtiyaç­ la izah etmek doğru olmaz mı ? Boyuna çıkıp batan, bo­ yuna çıkan mecmualarının bolluğu, bir cemiyete, bu top­ layıcı organlara duyulan ihtiyacın şiddetini, bu organları arayanların ve bulamıyanların faciasını anlatmıyor mu ? İlmin, millet hayatındaki büyük, doldurulmaz yerini en saygılı bir şuurla tekrar edelim. Teklerin şahsiyet ( 1 ) , topluluğun millet oluşunda bilimin bugün eşsiz bir vazife gördü�ıünü hepimiz içimize kazalım. Fakat şu teşkilatlı, hedefleri belli dünya içinde bilimi, kütleleri birbirine bağlayan, kütleleri ayakta tutan, kütlelerin muvaffak ol­ masına yarayan disiplin gibi almaktan çek inelim. İlim­ den - kendi başına - cemiyetleri sürükliyen bir ideoloji olmasını istem ek, ona bir din payesini vermek, yani ilim­ cilik yapmak, galiba bugün her zamandan çok bir gaf­ lettir.

( 1 ) Bu hususta Dr. Mümtaz Turhan'ın yazısını görü­ nüz:

(Millet,

şünceler-.

1 64

ı. Sayı Mayıs

-

1942) cŞahiiyet Üzerine Dü­


DEMOKRASİ İdeolojiler gözden geçirilirken demokrasiyi unutma­ ya imkan yoktur. Gerçekte de ; bugünün insanlığını aya­ ğa kaldıran anlamlardan belki en kudretlisi demokrasi­ dir. Çevremizde yıllarca kaynaşan mahşerler arasına atıl� dığ:nı gördüğümüz milyonların büyük kısmı, demokrasi bayrağını taşıyordu. Bu bakımdan dr.mokrasi, büyük bir ideoloji manzarası gösteriyor. Demokrasi bu manzarayı gösteriyor, yoksa kendi kendine bir ideoloji oi: · -.Jrtan uzaktır. Her ideolojide onu idrak eden ferdin bir ka .at görüşü var. Ama bir de, bu kainatın, onun içindeki halkın bu ideoloji ile teklerini birbirine yaklaşmış ve bağlamış görmek zarureti var. Yani ideoloji, ideoloji olabilmek için tekleri birbirine bağ­ layan toplayıcı amil olacaktır. Bu toplayıcı cazibesi bu­ lunmayan görüş ve fikirler topluma ideoloji olamaz. .....

Demokrasiye ideoloji manzarası veren şey : demok­

rasiyi bayrak gibi kullanan kütlelerin, kendilerine mah­ sus milliyetçilik ideolojisine demokrasinin kattığı çeşni­ dir. Bu bakımdan biz ; demokrasiyi doğuran unsurlara, faktörlere dokunup hemen ideoloji olmaması sebeplerini kaydetmek ; aynı zamanda milliyetçilik ideolojisiyle karı� şıp anlaştığı noktaları belirtmek istiyoruz. Çünkü görüyo­ ruz ki demokrasi şimdi sonsuz bir hürriyet mnaasına alın­ makta ve asıl garibi ; milliyetçilikle taban tabana zıt sa­ yılmaktadır. 1 65


Modem veya muasır demokrasilerin doğuşu dikkate değer. Gücünü yfilıut hükmetme hakkını dinden, nesepten alan idare sistemi ; XV. ve XVI. yüzyıl Rönesansı'ndan sonra ; zekayı, parayı, zevki, güzelliği, bilgiyi, emeği elin­ de tutanların üstünlüğüne boyun eğiyor. Böylece ; toplu­ lukların idaresinde, devlet ve hükümet kurmalarında, din� den, hanedandan başka faktörlerin üstünlüğü yerleşiyor. Bu faktörler hemen hemen elbirliğiyle, insanlar arasın­ daki doğum ve din farkını kaldırmak, yerini teşebbüse düşünmeye, çalışmaya dayanan

u eşitlik »

mek istemiştir. Böylece ve zamanla ;

hakkına ver­

eskiden hükümet,

devlet işinde sözü geçmeyen yeni bir kuvvet : halk, insan­ lığın talihini ele almıştır. Gene o zaman bu halkın -pek kolay olmayan- kendi şuuruna ermesi, çektiği sonsuz ıstıraplar, yaptığı

ihtilallerle,

eski

YuPan

dünyasından

beri adı kaybolan demokrasi, muasır dünyada doğmuş ; gücünü o yeni faktörlere (zekaya, paraya, zevke, güzelli­ ğe, bilgiye, emeğe) dayamıştır. Kimin tarafından ve hangi türlü tarif edilirse edil­ sin, demokrasi neticede : • bir milletin kendini kendisi ile ve kendisi için idaresi»,

11

daha doğarken bazı insanlarda

var sanılan ve alınan imtiyazları reddeden,

�erkese

ka­

biliyetine, layık olduğuna göre yükselme imkanını veren rejim » olmaya varıyor. Burada daima kuilanılan halk ye­ rine ıc millet » tabirini koyuşumuz bir tesadüf değildir. De­ mokrasinin · ancak millet haline yükselmiş halklara nasib olduğu aşağıda görülecektir. Demokrasinin üstün tarafı : herşeyden önce insanın, ferdin benliğine yönelmesi, o benliğin her şeyden üstün · olduğun a inanışıdır. Bu inan ferdi, kainatın merkezi, kai­ natın varlığına sebep kendisi olduğuna kandırır. Bu kan-

1 66


ma yüzünden fert kendini her türlü mecburiyetten kur­ tulmuş bilmeğe çalışır ve tek başına, kendi arzulan, ken­ di insiyakları içinde ; o arzuları ve insiyakları karşılamayı kaldırmayan ( = hazmedemeyen) bir gelşimeye kışkırtıl­ mış olur. Halbuki benliğimizin, arzularımızın, (az çabala­ ma ve rahat yaşama) gibi insiyaklanmızın ve bunların ar­ dından gelen (sevgi, nefret, gurur gibi) hislerimizle ihtiyaçlarımızın her türlü le.ülfetten kurtarılması esası ; demokrasiyi -yalnız başına kalınca- cemiyetleri tena­ küza sürükleyen faktör haline sokar ; devrimizde mukad­ des bir mana alan, korkunç ve büyük bir sembol seviy� sine yükselen devletin nüfusu ile tenakuz ; Bizim gibi tari­ hi eski ve büyük olan milletlerde, çoğunluk vakıası ve fikri ile tenakuz ! Demokrasinin asıl büyük yardımcısı olan tenkitci rasyonalizm ile tenakuz ! Bu tenakuzdan kurtulmak için demokrasi, dayanak aramak zorundadır. Hemen hemen yüzelli yıldanberi de­ mokrasi bu dayanağı kfilı insaniyetçilikte, kfilı devletçilik­ te, kfilı milliyetçilikte aramış, bunların ardında bocalamış ise sebep tenakuzdan kurtulmak isteğidir- İster milliyet­ çiliğe ister devletçiliğe dayansın ; demokrasi, bu yanı ile, asıl ideolojinin içinde bir unsur olup kalacaktır. Öteyandan ; demokrasinin -tarifine uygun kalmak için- alabildiğine serbest bırakmak diler göründüğü fert insiyakları, arzulan öyle faktörlerdir ki onları organize etmek imkansızdır. Onlar ancak kanalize edilir. Onları kanalize etmek ise ilkin bir ideale veya ideolojiye bağlan­ ma, sonra cemiyette bir terbiye ve maarif işidir. Demok­ rasinin, aydınlar (elites) ve onların eliyle gerçekleştire­ ceği terbiye meselesine verdiği büyük, hayati önemin sır­ rı buradadır. Halbuki terbiye kendi prensiplerini, o terbiyeyi idare eden, telkin eden aydınlar kendi nüfuslarını ferdin - ala1 67


bildiğine serbest bırakan- insiyaklarmdan,

hislerinden

aldıkça demokrasinin, bir kütleyi birbirine bağlayan ideo­ loji

kudretini hazırlaması imkansızchr.

Prensipleri

hal�

kın büyük nizam müessesesi olan devletin selametiyle an­ kın büyük nizam müessesesi olan devletin selametile an­ laşılmalıdır ki terbiyeye, aydın kütleye dayanan demok­ rasi, cemiyete bağ ve destek olabilsin. Bu itibarladır k i , demokrasi mahvolmamak içiu - halkın tarihi oluşunu, kendi devletinin selametini hesaba katan- milliyetçiliğe dayanmak zorundadır. Ve bu onun milliyetçilikle anlaştı -_ ğı ilk ana noktadır. Demokrasinin ana prensibi : eşitliktir. Teklerin hür­ riyetlerinden, teklerin kardeşliğinden önce eşitlik ! İcifırc. başına gelmekte eşitlik,

kudrette eşillik,

zahmette

eşit�

lik, devlet işinde, kanun önünde eşitlik ! . Ancak ; mutlak ad Mete o kadar imkan verir görünen· bu eşitlik prensibini demokrasinin ger�kleştirdiğini ka­ bul ettiğimiz vakit cemiyette bütün kabiliyetleri en alt­ takinin kertesine indiren bir tavsiyenin meydana gelmesi çaresizdir. Her alanda, topluluğun en aşağı örneğine göre gerçekleşecek olan böyle bir tesviye, insanoğlunu bir bo­ dıırlaşmaya götürecektir.

İlk

bakışta bütün geçimsizlikle­

rin kaynağı olan imrenmeyi, kıskanmayı rekabeti önler

ve topluluğu sükuna kavuşturur görünen bu bodurlaşma ; demokrasilerin hem hürriyet prensibi, hem terakki ideali

ile taban tabana zıttır. Eşitlik prensibi kadar zorlu olan ve ferdin yaşama­ sında esas sayılan hürriyet prensibiyle bu

geçimsizlik :

ferdi, ihtirasları ve arzuları ile kendi başına bırakıp ge­ liştiren demokrasi için bir tenakuz doğurmuş olacaktır. Ama şurasını nasıl inkar edebiliriz ki milletlerin kara günlerinde, 'iI!ltihan

1 68

dcmokı at:

devirlerinde,

ccıru,..


yettcki bütün kudretleri yanyana getirebilmelerini sağ­ layan işte bu tenfil<uzlu eşitlik prensibidir. Zamanımız­ daki harplerin milletler harbi haline gelmesinde, demok­ rasinin bu eşitlik prensibinin büyük rolü vardır : Vatan hizmetinde herkesi bir tutan milliyetçilikle demokrasinin anlaştığı noktalardan birisi de buradadır. Başka bir gedik daha var, hem bütün demokra­ siler bir cemiyetin, hatta bütün bir insanlığın fertlerini birbirine yaklaştırmak bağlamak kaygısını gütmüşler, bu emelle ortaya atılmışlardır. Ama gene hepsi, doğuş� Iarında bir isyanla bir ihtilfille ve şüphesiz bir kütleyi ötekine karşı kışkırtarak hareket etmişlerdir. Bu itibarla da ; demokrasiler bütün bir cemiyeti, biı devleti bir ara­ da tutan bağları koparmak ihtirasını kışkırtmışlar ; çev­ relerini yakıp yıkmışlardır. Böylece ilk karakteristikleri yapmaktan çok yıkmak olmuştur. Şimdi demokrasinin bütün bir cemiyeti bütün bir insanlığı tutan bağ gibi or­ taya atılması başka bir tenakuz meydana getirmektedir. Görülüyor ki ; demokrasinin mistiğini yaratmış ve yaratabi!ccek olan eşitlik prensibinin, ideoloji bakımın­ dan, pek de nüflizu kalmıyor. Halk kütlelerini, yalnız bu prensibe dayanan demokrasinin aynı inanla, aynı heye­ canla coşturması da, mümkün olamaz. Demokrasiye bir ideoloji, hatta bazıları için din man­ zarası veren başka bir ana prensip : hürriyettir. Gördük ki demokrasi halkı, kütleyi amaç bildiği halde kendi ken� dine ferde varıp dayanıyor : gaye olarak ferdin dinini, vatanını, devletini, siyaset yolunu ve mezhebini, yaşa­ ma biçimini, kendini temsil edecek olanları seçmekte serbest oluşunu sağlamak davasındadır. Ferdin hürriyeti, demokrasinin şimdiki insanlığa vadettiği büyük nimettir. Açık ve sert bir monarşiye, yahut ecnebi bir istitaya 1 69


karşı gelmek , ihtilat yapmak ile doğan demokrasiler hep bu mistiğe dayandı, dayanıyor. İhtil31 yapan k�tleler, fer­ din hürlüğü mistiğine dayanarak yürüdüler, hareketlerini yaşattılar, siyaset kudretlerini ayakta tuttular. Halbuki bu prensip, daha ilk anda eşitlik prensibine çarpıyor. Bir yanda ferdin, bir kütlenin içinde kudrette, vazifede, nimette, zahmette eşitliği ; öte yanda : ferdin, kudrette, vazifede, nimette, zahmette istediğini dileme serbestliği görülüyor ki en zorlu iki prensibi hele hürri­ yet mistiği demokrasiyi tenakuza düşürmektedi r. Bu tena­ kuz ya demokrasileri göçürür ; ya demokrasiler bu mistiği asıl ölçüsüne, asıl dozuna ve sırrına .indireceklerdir. Ger­ çekten de ; demokrasi , bizzat kendisini inkar eden, kendi� ni yıkmak istiycnlere de tolerans gösteren, göstemıeğe mecbur olan bir yoldur. Halbuki dünyamız da, demokrasi ile, onun ana prensi pleriyle alay eden, onun tenakuzlarla dolu bir efsane olduğuna inanıp ortadan kalkmasına ça­ lışan yollar da vardır. (Geçirdiğimız İkinci Cihan Harbi,

bu iki yolun çarpışması olmamış mıdır?). Demokrasi, mua­ rızlarına yaşama hakkı vermeğe borçludur ve o zaman, mezarını eliyle kazmaktadır. Yahut muarızlarına yaşama hakkı vermez, o zaman da kendi kendisiyle tenakuza düşer, yok olur. Yalnız bu manzara bile demokrasiyi ideoloji olmak­ tan alıkoyacak bir zaaftır. Bundan başka ferdin tam hür­ lüğe dayanan bir siyaset Meminde o ferdin devlet denen kaideler, disiplinler, emirler ve nehiylerle bağlanmasını ka­ bul etmek ve bunu insanın en tabii hakkı olan yaşama, seçme hürriyetiyle uzlaştırmağa çabalamak oluyor. Bu itibarla da demokrasi, günümüzün en zorlu realitesi olan

devletle adım başında bir çatışan h3le giriyor. Bu çatışma, onun ideoloji olmasına yeni bir engel doğurmaktadır. 170


Başka bir gedik daha var : Demokrasi, _bir taraftan eşitlik hakkın a riayet etmeğe ; öteyandan hürriyete riayet etmeğe borçludur. Hürriyete riayet yüzünden de sayısız azlıkların yani eşitsizliklerin

doğmasını kolaylaştırın.ağa

mecburdur. Böylece prensip

olarak çoğunluklar, hemen

daima azlıkların karşısında yerinde saymağa, inandıkların­ dan fedakarlık yapmağa zorlanmaktadır. Bu zorlanışla de­ mokrasinin baş tacı olan terakki idealini yanyana getir­ mek, birincisiyle ikincisini

gerçekleştirmek imkansızlaşı­

yor. Gerçekten de ; ideoloji gibi alınan demokraside, insan ­ lığın sürekli, duraksız ilerleyişin e, geli şm esi n e ( =

tek a­

mülüne) körükörüne bir inanış vardır. Bu inan şöyle der :

el koymayın. Bu işler zaruretle gelişmeğe gidiyor. Bu geliş­

isanlığın işlerini zorlamayın, ona tarihten gelen bir

meye elkoymak insanlığı manasız sarsıntılara uğratır ve ona zarar verir. Halbuki demokrasiler isyanla, ihtilfille - yani insanla­ rı n kaderine el koymalarla- doğduklarına göre, insan

el koymayı istememek onları doğuşlariyle tena­ düşürüyor. Zaten arkeolojinin, etnoğrafyanın önü­ müze serdiği realiteler bütün aleme birden yayılan bir sürekli terakkiye, tekamüle İnanmayı çok zorlaştırıyor. Yaşamasına el koymamak şartı : « İçtimai emniyet D gibi, modem toplulukların şerefi olan devlet tedbirleri ile de çarpışmak zorundadır. Nasıl ki aynı şart cemiyeti de, fer­ di de « temizleme, seçiline -ıstıfa- » denen kör kuvve­ kaderine kuza

' tin elinde bırakacaktır. Bunların sebep olacağı eziyetlere�

yok olmalar ve yoketmeler ;

tarihi milletleri

her zaman

düşündürmüştür. İnsanlığın bu tekamülüne inanış demokrasinin başka bir mistiğini meydana getiriyordu. Hayatın ve siyasetin duraksız el koymalariyle bu inanış yıkılınca, mistik de� yani ideolojiye

ideallerin kudretini veren

unsur d a yok o l-

171


maktadır. İlk Cihan Harbi'nden sonra, demokrasilerin baş­ ka ideolojiler karşısındaki çekilişleri tıundan ileri gelme­ miş midir ? Bereket versin ki demokratların en zorlu sığı­ nağı olan yerlerde , demokrasinin hayatın ta kendisi olan - bu tenakuzlu vakıalardan başka şey olmadığı gö­ rülmüş ve terakki - mesela bir Amerika'da - gerçekle­ şebilmiştir. -·

En sonra ; dikkat edersek görürüz ki demokrasi an­ cak müsbet ilmin, aklın en yüksek seviyeye vardığı cemi­ yetlerde öne sürülüyor, tesirini de asıl bu türlü ileri top­ luluklarda gösteriyor . İlim ve akıl her şeyden önce ras­ yonalizmle anlaşır. Rasyonel tenkit, müsbet ilmin, aklın silahıdır. Halbuki her ideolojide bulunması gereken mis­ tik tarafın barışmadığı, kaynaşmadığı şey ; rasyonel , ten­ kittir. H a ngi fizyol oji ilmi, erkek arzusu karşısında hem­ �ire ile zevcenin ayrı olduğunu ve hangi mi stik, müsbet ilmin önünde bu iki kadının aynı cinsten olmadığını isbat edebilir ? Hangi müsbet ilim aç kalmış adama hırsızlığı n1enettirebilir ve hangi zevceye -- dişi olarak- gönlünün çektiği ile yatmayı kötü gösterebilir ? Halbuki ideoloji için bu iki kadın tipini şiddetle ayıran bir ahlaklılık ve bu ah­ l aklılığın dayandığı bir mistik, bir gelenek vardır. Nasıl ki bütün topluluğun olan malı, canı korumak, yerliyerine harcamak için de her ideoloji, hem ahlfık, hı:m kanun vasıtası ile vicdanları uyanık tutar. Bu itibarladır ki demokrasi, aklın, müsbet ilmin üs­ tünlüğüne inanan ideoloji sıfatı ile, mutlak olarak, mistik­ ten çekinecektir. O zaman da, ideolojilerin gücünü ; yani mistiği yitirmiştir.

Bu arada, şu müşahadeyi de belirtmek faydasız olma­ yacaktır. Demokrasiyi ne liberalizmin, ne sosyalizmin te­ nakuzdan kurtararak gerçekleştirmesi mümkündür. Bugün

172


hiçbir yerde tam olarak hüküm yürütmeyen liberalizm, demokrasinin eşitlik prensibi ile anlaşamaz. Ama hürlük prensibi ile çok dosttur. Sosyalizm ise demokrasinin eşitlik prensibini besler, ama hürriyet prensibine aykırı neleri barındırmağa mec­ burdur ! Mesela iktisat bakımından eşitlik ancak sosya­ lizmle gerçekleşebilir ; liberalizmin böyle bir gerçekleşmc­ ğc nekadar muarız olduğunu biliyoruz. Bu yüzdendir ki demokrasi bir ideoloji olarak değil, başka ve esaslı bir ideolojinin idare ve siyaset prensibi olarak ayakta durabilir. Onun bütün tenakuzları, bir ide­ oloji olmak bakımından vakıadır. Ama, onun dört elle sarıldığı eşitlik ve hürlük prensipleri ; yüzelli yıl önceki medeni insanlığı nasıl coşturmuş ise, bugün de, yollarına ö l iincbilccck nimetler olarak ayaktadır. Ve bir medeni­ yet k aldıkça onlar, yollarına ölünecek nimet ve değer olmak imtiyazını yitimıiyeceklerdir. Evet, doğrudur ; ferdin kendi başına kainatın merkezi, varlığı sebebi gibi tanınmasına, ferdin kendi insi­ yakları içinde gelişmesine müsaade etmesi, bir ideoloji olarak onun zayıf noktalandır. Ama, ferde bu saygı, in­ san asilliğinin tanınmasına esas olan ahlakı yaratır ki topluluğun ilerisi bakımından bu ahlakın nasıl biiyük ve t.:: siri geniş, umut verici bir faktör olduğu meydanda­ dır. Bu saygıya dayanan ahlak sayesindedir ki ferdin -ge­ ne içtimai bir ünite ve realite olan öteki fertlerinkiyle sı­ nırlanan hiirlüğü ve cemiyetin ıslahı mümkün olacak­ tır. kainatın

Evet doğrudur ; demokrasi ferde o kadar geniş hak ve hürriyet tanıyor ki demokrasi muarızları çok kere bu ferdi « mevhum hayati» diye alayla karşılamışlardır. Fa­ kat milletler için mesala bizim gibi tarihi bir millet için 173


bu u nayali » denecek kadar önem verilen fert, sonsuz bir değer ve ehemmiyet kazanmıştır. Dinin. imparatorluğun her türlü « içe büzülmeler = ihtibaslar 1> le boğulmuş, dü­ şünme ve yaratma serbestliğini unutmuş bütün şahsi te­ şebbüs iştahına yitirmiş ; sürüden ve köşesinden ayrılma­ yan ferdi yerine, devrimizin u şahsiyet » olan ferdini koy­ mak bizim için ölüm kalım meselesidir. Bu bakımdan fer­ de ne versek şimdi bize az geliyor. Yüksek millet aşağı millet tabirleri artık, fertleri şahsiyet olmuş veya olma­ mış toplulukların alınyazısıdır. Bütün milletlerin yüksek milet derecesini bulmasını gaye bilen milliyetçilik, a fert ıı dostluğuna sonsuz yakınlık gösterir. Böylece dt'._mokrasi ile yeni bir anlaşma zemini bulmuş olur. « Milletler olmadık­ ça beynelmileliyct olmaz ! » sözünü biz hep böyle anladık . Evet doğrudur ; demokrasi, toplulukları hedef bildiği halde, ferde varıp dayanıyor ve böylece - nazariye ola­ rak coğrafyanın, tarihin, kültürün, soyun yoğurduğu topluluğun yani milletin doğmasını önler görünüyor. Fa­ kat, şimdi herkes anlıyor ki ferdin hürriy et içinde ve hür­ riyet eşitliği ile yetişmesi onun coğrafyasına, tarihine, kültürüne, soyuna ait şuuru kazanması için en tesirli yol­ dur. Sözgelimi ; kendini Türk bilmek bir milliyet ölçüsü­ dür ama yetmez. Hem Türk olmak, hem Türk olmayı, hem Türk kalmayı istemek. de gerekdir. Bu _istemek an­ cak isteyecek iradesi, isteyecek şuuru olanın yapabileceği şeydir. Bu şuur, bu irade ; teklerin serbestliğine, şahsiyet olmasına bağlı. Gördük ki bu serbestlik, bu şahsiyet olma, demokrasinin gayesi halindedir. O zaman milliyetçilikle demokrasinin en iyi anlaştığı noktalardan birini daha gör­ müş oluruz. Biz her zaman şu neticeye vardık ; milliyetçilik halkçı­ dır. O kadar ki, milliyetçilik prensibi varken ayrıca bir bu psikoloji gereğince hem eşitliğe, hem hürriyete te-1 74


mel gibi riayet eder. Riayet etmeyince ortada milliyetçilik halkçılık prensibi lüzumsuzdur. Halkçı olan milliyetçilik, yoktur, onun adına oynanan milliyetçilik komedyası, bir zümre istibdadını kapatmaya yarayan bir düzenbazlık var­ dır. Demokrasinin ise

hürriyet ve eşitliği benimsediği

- hiç olmazsa millet olarak. yaşayan büyük demokrasi­ lerde - bir vakıadır. Bunun içindir ki, gerçek bir milli� yetçilikle gerçek bir demokrasiyi birbirinden ayıramıyo­ ruz. Bu itibarla da hürriyete, eşitliğe demokrasinin ver­

diği büyük yeri, milliyetçilik ideolojisi bakımından yolu­ na ölünecek prensipler

gibi

görüyor, bir milliyetçiliğin

şerefli ve sürekli olarak ancak demokrasi ile yaşayabile­ ce ği n e

inanıyoruz.

Mutlak alındığı zaman demokrasileri tenakuzdan te­ nakuza sürükleyen, onlar için bir zaaf olan hürriyet ve eşitlik ; milliyetçilik ideolojisi içinde bir kuvvet ve saadet

kaynağı olmaktadır. Bir Hollanda'yı, bir Belçika'yı, bir İngiltere'yi demokrat imparatorluk olarak ele alanlar on�

!arın metropolü ile metropol

olmayan topraklarındaki

hürriyet ve eşitlik farklarından dehşete düşerler, demokra­

sinin tenakuı;larını ve iflasını

haykırırlar. Halbuki bu

farklar sadece, demokrasinin ideoloji olamıyacağını gös­

terir. O milletlerin metropolünde, milliyetçilik ideolojisi hüküm sürmekte ve ideolojiye dayanak olarak da esaslı bir

tecanüs bulunmaktadır.

Demokrasi sistemini doğurmuş

olan Atinada bile siyaset, iktisat alaı:ilarındaki korkunç eşitsizliğin zulme, istibdada kadar vardıgını gözönüne geti­ rirseniz, gerçek demokrasiyi ancak -ya soyca, ya kültürce, ya inan bakımından- tecanüse kavuşmu� kütlelerin, mil­ liyetçilik unsuru gibi tatbik edebileceğini kab�l eylersiniz. Zamanımızda letlerdir.

Bu

bu

tecanüsü en iyi gerçekleştirenler, mil­

tecanüse dayanarak hürriyet, eşitlik prensi�

!erini yaşatacak, cemiyet ahlakının belkemiğini yaratacak

175


olan Atina'da bile siyaset, iktisat alanlarındaki korkunç

yan- milliyetçiliktir. yaratma

imkanını

gibi,

Yukarıda söylediğim

ye'de yüzyılların hapsetiği

teşebbüs

ateşlemek,

Türki­

ruhunu, �üşünme ve

insanı

herkesin

peşinden

her yola sürüklenen sürü olmaktan çıkarmak, şahsiyetler kaynağı yapabilmek için demokrasi unsurunu

en

saygıların

içten geleni ile benimseyeceğiz.

bi ;

Eski z am an kavimlerine Kendikendinden habersiz,

millet denemediğinin sebe­ kendi varlığını anlamayan,

a lınıp, satılan, istendiği vakit parçalanan, verilen alınan,

kendi kaderine hakim olmayan kütlelere millet denemiye­

ccği<lir. Şimdi anlaşılı yor ki millet kendi kaderini kendi çizmek h ü rriyeti ni elde bulunduran ccmiyettii. Demokra­ sinin [erde verdiği büyük önem, ister istemez cemiyetin, " kendi k ad erini kendisi çizmek » hürriyetini ön safa geçir� me kted i r Böylece milliyetçiliğin kaderi bir kere daha de­ mokrasi temeline d ayanmak zorunda kalıyor Tecanüsünü bulamamış, çoğunluğu muasır m ille tlerce henüz ön p13.n d a görü le mem iş kü tlekr de dem okrasi el­ bette azl ık l arın menfaat, kibir, ayrılma, hıyanet temayül­ lerini ve emellerini azdırır. Osmanlı İmparatorluğunun .

.

,

sonları, Türklere bu çeşit binbir acıyı, inkisarı tattırmış­ tır. Bu bakımdan bir milletin kurucusu olan, o millete

adını çehresini veren kütlenin siyasetçe kültürce en mede­ ni seviyeye varmak zarureti meydandadır. Milliyetçilerin terakki idealine, yeniliğe olan vurguuluklarının sebebi budur. Terakki ise müsbet ilim anlamından ayrılmaz. Yu�

kar ıd a demokrasinin terakki ve rnüsbet ilim için neler düşündüğünü söyledik. O halde milliyetçilikle ,demokrasi bu iki u nsu r ile de birbirine yaklaşmış bulunmaktadır; Os­ manlı İmparatorluğunun sonlarında vatanı kuran kütle­ nin aleyhinde olan demokrasi, elbette ideoloji gibi alın­ mazdı. Ama k u r tul uş savaşlarımızdan sonra gerçek te1 76


:dnüsüne yaklaşan milletimiz için hürriyet ve �itlik pren­ sipleri , demokrasiyi millet siyasetimizin, siyasi terbiyemi­ . zin , hem mihveri, hem kefili derecesine yükseltmektedir. Böylece ; hangi yönden baksak demokrasi bir ideoloji ·-olamıyor. Ama onun benimsediği iki ana prensip hür­ ·riyetle eşitlik, devrimizin en zorlu

ideolojisini boyuna

!besliyor ve demokrasiyle milliyetçiliği ayrılmaz hfile sok­

tuğu gibi, millet hfiline gelmeyen, gelmelerine engel olu­ nan cemiyetlere demokrasinin boş laftan ibaret kaldığını .anlatıyor. Bu bakımdan ise milliyetçilik - tıpkı demokra­ si gibi -- cemiyetler için esirliği değil hürlüğü, istiklfili benimser. Bu bahiste bütün zorluklar siyasette eşitlikle hürlü­

.ğün ne ile korunacağıdır. Milliyetçilik gerçekte hüküm sür­ mek şartiyle, bu hususta şu esasın değişmez kanun hfili­ ne konması farz gözüküyor ; ecnebi devlet ve kuvvetlerle anlaşmayan, onlara hizmet etmek lekesi olmayan, içerde kimsenin canına kıymak maksadı bulunmayan, vatandaş denıneğe Iayık olan ve vatandaş kalan her millet mensu­

bunun mutlak olarak cemiyet kurması içtimai ve siyasi teşebbüslerde bulunması icAbında - kanunun ispat kay­ ·dı ile bağlı olmak üzere - her türlü neşriyat yapması. . serbest olacaktır. Çünkü bu serbestlik, bir vatanı onun öz çocukları

için

vatan olmaktan çıkarmayan asgari i mkan ­

ulır.

1 77


MİLLİYET

IDEOLOJİSi

Medeniyet dünyasındaki ideolojilerin bugün en kud­ retlisi milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin en keskin • fikir man­ zumesi • olduğunu göstermek için büyük levhalar çiz�eğe lüzum yoktur. Bugün birbirinin boğazına atılmış milyonla­ rı koşturan, ayakta tutan bütün faktörleri gözönüne ge­ tirince onları milliyetçilikte

toplamak

mümkündür.

Bu

hülasa, milliyetçiliğin cihan ölçüsündeki yerini de göster­ miş oluyor. Milliyetçiliğin bu eşsiz kudreti nereden geliyor ? Zamanımızda bir cemiyetin dünya öh;üsünde ehemmi­ yet alıp değer kazanması ; o cemiyetin kütlesinden ve ka­ biliyetinden önce, kütleyi hareket ettiren, o kabiliyetleri şu veya bu yana çeviren ideolojiye bağlıdır. Bazı m iletlcr için « keyfiyet » ile ifade olunan üstünlüğün kaynağı da hu değil midir ? Bugünkü bilimin, tekniğin ve tenkidin gevşetip yık­ tığı idealler, disiplinler ortasında ayakta duran tek ideo­ loji ; milliyetçiliktir. Milliyetçilik ideolojisinde asıl vasıf : demokrasinin, bilimin tanımak geleneklerin,

inanların,

hislerin,

istemediği hatta yıktığı mukaddes

ihtirasların

(p assions) dökülüp sığındığı bir iç yapıya dayanmaktır. Bugünkü tenkitçiliğin içlerimize hapsetiği bu iç yapı ; mil­ liyetçiliğe • mystique JJ vermektedir. Bu itibarla m illiyet­ çilik, maddeciliğin teselli 1 78

edemediği kütleler arasında,


kaybolan dinlerin yerini tutmaktadır. Onun ayakta ka­ _ lan tek ahlak olınası bakımından kazandığı nüfuzun art­ masını,

milliyetçiliğin

bugün

bir zarftret ha.tine

gelmiş

bulunmasını, her şeyden önce bu vasıfda aramalıdır. Bir ideoloji gibi alınan demokrasinin, bilimciliğin ter� sine milliyetçilik,

toplayıcı

müsbet

bir ahlakla,

üstelik

fethetmek ve kökleşmek ihtid.siyle ikinci vasfını alır. Bu bakımdan da dini bir kudreti vardır. Gerçekten de ; mil­ liyetçiliğin göründüğü yerde ilerlemenin, büyük hareket­ lerin, geniş ve metotlu çalışmaların da göriindüğünü tes­ bit ediyoruz. İ sa'dan önce VI. yüzyıldaki Yunan aıeminde gördüğü­ müz pan-hellenik (bütün Yunanlılıkla ilgili) rönesans ; o devrin büyük bir terakkiyi tanıması ile birlikte görünmek­ tedir. Klasik Avrupa Rönesansı'nın bugünkü devletleri ku­ ran büyük umuhit = milieu »'i hazırladığını biliyoruz. Dar­ madağınık İtalyan prensliklerinden büyük İtalya'yı meydana getirmek gayesinin o zamanda başladığını ve bizzat Rönesans'ın doğuşuna tesir etiğini kaydeyleyelim. Fran� sa'nın asıl klasik büyük devrini - benliğini en iyi şekilde XVII. yüzyılda bulması rastgele bir iş midir ?

duyduğu

-

Balkan

milletlerinde

milliyetçiliğin,

o

barbar

ve

tcb'a

kütlelerine ne şaşılacak hamleler yaptırdığını kaydetme­ miz lazımdır. Bundan başk a milliyetçilik ; birçok meml� ketlerde gerek coğrafya, gerek iktisat bakımından büyük genişleme ihtirasları yaratmıştır. Büyük müstemleke, bü­ yük sanayi memleketlerinin - ille Avrupa'da - milliyet­ çilik cereyfuunın hakim bulunduğu devreye rastlaması bir tesadüf işi değildir. Bütün bunlar ; milliyetiçliğin cemiyetleri t<?playıcı, ku­ rucu, müsbct bir ahlakla cihazladığını göstermektedir.

179


Şahsiyetin bir cemiyet içinde ne dt;mek olduğunu bi­ lenler için, cihan ölçüsünde bir şahsiyet, bir bütün demek olan millet, bugünün büyük hedefi olacaktır. Büyük mil­ let nasıl şahsiyeti bol olan cemiyetse ;

• şahsiyetler nasıl

millet kıvamına gelmiş, yükselmiş cemiyetlerde türeyebili­ yorsa ıı ; asıl insanlık, asıl beynelmilellik de millet haline yükselmiş topluluklarl a mümkün olacaktır. Büyük Fransız Maurras'ın dediği gibi ; « milletler olmadan beynelmilellik

olmaz ! » O

halde, milliyetçilik, bir topluluğu bir cihan öl­

çüsünde şahsiyet olmaya eriştiren yoldur ve bu bakımdan milliyetçilik, dünya ölçüsünde ideoloji olmanın başka bir mystique'ini, insanlığı asıl birliğinin • mystique •'ini de bir­ likte taşıyor demektir. Gene dikkate değer

ki, milliyetçiliğin demokrasi ile

kaynaştığı sahalardan biri ; teklerin şahsiyete erişmesidir. milliyetçiliğin ihtiras hllinde benimsediği gaye ; sürü ce­ miyet değil, herbiri şahsiyet biline yiikselmiş şuurlu tek­ lerden doğan mllettir. Teklerin ne olduklarını, hangi mis­ yon'u yerine getirmek için şu

dünyada bulunduklarını

bilmedikleri yerlerde milliyetçilikten bahsolunması sadece taklittir, politika oyunudur. Eşitlik prensibine çok üstün yer veren demokrasi de, ancak mütecAnis ve haysiyet kazan­ mış teklerle mümkün olabilir. Ancak şahsiyet olmuş, mü­ tecanis teklerdir ki cemaata borçlarının ve ondan alacak­ larının sınırını arayabilir. Milliyetçinin ferde şahsiyet ve­ rilmesi bahsinde demokrasi ile anlaştığı meydandadır. Yal­ nız ; milliyetçi demokratın değer vermeği aklına getirme­ diği ; a homogene » hile getirmek için mütecAnis olmakla işe başlamak

gerektiği,

tarihin,

soyun

emrini ön

safa

alacak bir kıskançlık gösterir ki millet olmak için bu me� tot daha üstündür. İnsanları -yalnız biraraya getiren değil- bir arada tutan gaye meselesinde, bilim ve demokrasi kadar korku-

1 80


nun da, menfaatın da, maddenin de devamlı bir imkan ol­ madığını gördük. Menfaat için ve korku sayesinde bir­ leşen toplulukların örneğini -daha önce de belirttiğimiz üzere- ticaret mensupları ve şirketleriyle eşkıya kütle­ sinde görmek mümkündür. Ama, insanlık var olduğun­ danbcri, ne eşkıyadan, ne de para bezirganlarından ibaret bir devlet, bir millet görülmemiştir. Buna karşı milliyetçilik ; her içine aldığı _hisler ve fi� kirler manzumesi,

yani bu

hislerin, fikirlerin mevzuu

olan millet realitesi bakımından ; hem bu mevzuun büyük� l üğü, saadeti için yarattığı dinamizm bakımından ; kütlele­ re

eşsiz bir hareket, ihtiras, bilhassa yardımlaşma ( = so­

l idarite) kaynağı olmaktadır. Milliyetçiliğin yarattığı ıı yar­ dımlaşma hisleri » bazan aklın alamıyacağı kadar büyük fedakarlıkları yaptıran birliğin,

disiplinin

anası bulunu­

yor. Milliyetçilik ; kısa ömürlü, cıvık tekin hayatını. men� faatını değil, bütün bir cemiyetin hayatını,

menfaatını,

hedef alır. Ve böylece, dünyada erişebilecek, erişilmesi bizlere verilmiş olan ebediliği gaye edinmiş demektir. Küt­ leleri, bugün, birarada tutan imkan : Yani bir nevi a mys­ tique » de ancak böylelikle doğmuş olmaz

mı ?

Milliyetçili­

ğin demokrasi ile anlaştığı, ona kendi genişliği içinde yer­ verdiği başka bir taraf işte buradadır :

« Demos

=

halk »

demokrasinin olduğıı kadar, hattA ondan önce milliyetçi­ nin hedef aldığı baş realitedir. Diyebiliriz ki milliyetçiliği� ğin asıl u mystique •'ini, mukades unsurunu halk meydana getirmektedir. Gene bu bakımdandır ki bizim fl halkçılığı­ mız ıı 'ı başka filemlerin • demokrasi ı'sine üstün ve daha realist, daha bizim buluyoruz. Her milliyetçilikte istatik ve dinamik unsurlar var­ dır. Toprak, dil, din, tarih, soy gibi unsurlar milliyetçili-

181


ğin bu istatik tarafını teşkil eder. Boyun a değişen fikirler Alem.inde millete ve milliyetçiye istikrarı, devamı kazandı­ ran bu unsurlardır. Dinamik unsurlar milliyetçinin ta­ hakkuk ettirmek istediği birliklerden doğar. Mıntıka ağız­ larının üstünde bir Türk dili; yama!ı bohçaya benzeyen bir demoğrafyanın üstünde bir Türklük ; birbirinden ayrı mıntıkaların esiri olan iktisadın üstünde bir iktisat bir­ liği, hala son göçettiği, kopup geldiği yerin hasretini çe­ ken, oranın berbat yabancı dilini veya lehçesini konuşan, yahut Orta Çağ yerleşmesinin neticesi mahalli hemşeri­ liklerle didiklenen a yokolası ayrılık a'lann üstünde bir gönül birliği ; tarih kaderinin eliyle çizilen sınırların ko­ runması bahsindeki görüş birliği . . . ve bütün bu birliklerin yaratacağı büyük, mütecanis millet manzarası, bu dinamik unsurlara birer misfil verir. Millete ve milliyetçiye birinci kısım nasıl istikrar veriyorsa ; bu ikinci kısım unsurlar da onun ilerleme imkanlarını öylece temin ediyor. Milliyet� çinin aynı zamanda terakkici, ilime�, güzel sanatlar 3şıkı olarak karşımıza çıkması bundandır. Milliyetçinin her memleketteki zihniyete, ihtiyaçlara, o memleketin tarih misyonuna uymuş bulunmasının sebebi de bu istatik ve dinamik unsurlardır. Gene bu unsurlar, her milliyetçili­ ğe, o milletin politikada ve sosyal meselelerde bir istika­ met, bir kadro, bir disiplin, realist bir görüş tarzına sa.bip olmasını emreder. Bugünün cemiyetleri arasında da bun­ larsız y�amağa imkan kalmamıştır. -

Bütün bu sebeplerledir ki, milliyetçilik ideolojisi üze­ rine kurulu duran devletlerden hangisi milliyetçiliği red ve inkar etmişse, ederse ; karşısındaki milliyetçiliği coş­ turmuş ; kendi intiharını hazırlamıştır.

1 82


MİLLİYETÇİLİ�lMIZE

DAİR

Hayatı, düşünce alemini ellerinde tutan milletlerin birbirini yoketmeğe çalıştığı bir andayız Zafer hangi taraf­ ta kalırsa kalsın, insanlık --tıpkı g�çen Umumi Harpte olduğu gibi-- birçok hükümlerin, telfilckilerin değiştiğini görecek. Böyle bir değişiklik arefesinde, fikir manzOmele-­ ri üstünde durmanın tarihi bir manası var. Bugünkü korkunç çarpışmanın başlıca kahramanı oıan büyük millet­ lerin, medeni dünyada en milliyetperver cemiyetler olma­ sı, milliyet bahsinde söylenecek sözlere. nenüz başlangıç­ larında imiş gibi müstesna bir cazibe vermektedir Lucien Romier'in bir sözü var ( 1 ) ff Tebaayı hükümdara bağlıyan sadakat adlı tabii dev­ fet perçini ortadan kalkınca, millet kendi şuurunu işletip vecde getirmek, kaderini aydınlatmak için .. ideolojiye sa� rıldı. n

Fransız mütefekkiri haklıdır : Tek: adama, tek haneda­ na bağlanıp kul olmakla meydana gelen topluluklar ve onları tutan nizam yıkılalı, her milletin niçin yaşadığını. niçin ölebileceğini izah eden bir fikirler manzumesi edin­ mesi şart olmuş gibidir. İster açık ve heyecanla, ister ka­ palı ve yavaş tezahür eylesin, ideoloji dediğimiz bu fikir� ler manzumesi olmadıkça cemıyet, menfaatlerin kölesi ( 1 ) Explication de Notre Temps

( 1925).

P.

153. 1 83


olan geçici bir toplantıdan, bir yığından başka şey değil� dir : Bir eşkıya cemiyeti gibi ! . Tek adamın, tek hanedanın emsalsiz nüfus ve tahakkü� münü besleyen büyük amil ; bir zamanlar dindi. Bilhassa tek Tann'ya inandıran dinlerin,

cemiyetlerin muayyen·

bir merkez, bir düşünce, bir cihet üstünde toplayabilme­ leri . . . büyük hamlelerin ve onlarla muvazi olarak büyük medeniyetlerin kurulmasını im.kan altına almıştı. Bu im­ kan, insan zekasının fışkırıp taşan hürriyeti ve eski kıy­ metler karşısında şüpheye düşerek eski kıymet

hüküm�

!erini birer birer eleyip taramasiyle yavaş yavaş silind i . Tabiata hakim olmanın zaruretiyle kıvranırken zekasiyle o h akimiyete ermenin gururunu, refahını tadan insan . . . akla, herşeyin üstünde yer verdi. Ondanberi teokrasi gibi otokrasi de insan

cemiyetlerini yalnı2 başına toplayıp

ayakta tutan amil olmaktan çıktı. Tek Tanrı'ya inandıran dinlerin --insana, cemiyete· nisbet edildiklerinde- en kuvvetli vasfı : Bütün insanlığa hitap cdişleridir. Bugün bütün fileme birden hitap eden­ lerin dinlenmesi için bazı suallere cevap vermeleri, o sual:.. !erin .içinde titreyen korkuyu, yahut hançerleşen şüpheyi · dindirmeleri lazımdır. Mesela ; Kayıtsız ve pervasız zekanın, ihtirasın elinde dahaı çoğa, daha ileriye, daha başkaya koşmak mı, yahut ; sert­ bir iradenin, sabrın, kontrolun elinde en aza, en kolaya, en gürültüsüze doğru

inmek mi tercih olunmalıdır. Endi­

şesi henüz susturulmamıştır. 11 Hayat nedir ? Ölüm nedir ? » · diye soranları da kandırmak bugün mümkün olmamakta­ dır. Bu yüzden de, şimdilik, bütün insanlığa ait hitapların• devamlı ümme t bulması zordur. Her dinde mistik bir unsur vardır. Metafizi ğe ait mis­ tik unsur ise isbata dudak büker veya

1 84

isbata

düşmandır;_


Mistiğin mümeyyiz vasfı elle tutulur isbatlara arka çevir­ medir. Bu sebeple olacaktır ki mistik unsur her yerde ilim ve terakki unsurlariyle çarpışıyor. Ve bu itibarla da, böyle mistik herşey bu devrin insanını gocunduruyor. Denebilir ki bugünün insanı, daima �i.ıphe unsuruna ben­ zeyen mistik yerine, aklının cevap bulduğu müsbeti koy­ mayı tercih etmektedir. Bütün insanlığ<ı. hitap eden mez­ heplerin, ideolojilerin tutunamaması, buhran geçirmesi, galiba onların dinlere benzeyen taraflarıı�dan ileri geli­ yor. Bütün bu zorluklarla, bu imkansızlıklarla, bütün alemi içine alan hakikatların varlığından bu şüphelerle insan ---söylemek caizse- hakikatı parça parça elde etmeye çabalıyor. Mesela bu memleket musikisinin, edebiyatının şahaserini vermesi için bugün nasıl dört bucağımızdaki folklor ve halk müziği üstüne eğilmek, onları söyletmek gerekiyorsa ; bütün dünyaya ait hakikatların zafer bulma­ sı için cemiyetler de, yerli gerçeklerin çevresinde top­ lanmayı, düşünüp uğraşmayı tercih etmiş görünüyorlar. Bugünün milliyetçiliğindeki felsefi mekanizma, gali­ ba, buradadır. Aklın, şüphenin, makinanın yakıp attığı bü·­ tün metafizik inanların yerini toprak, insan, tarih, devlet, iktisat, kültür gibi realitelerin birleşmesinden doğan sen­ tezle doldurabilmek ; zamanımız insanının vurulduğu bir ihtiyaçtır. Gerçekten de ; bu realitelerden herbiri aklı her an kandıracak bünyede olduktan başka, onların sentezin­ den ibaret olan ıı millet » de, bünyesinde bir nevi metafizik mistiği barındırabiliyor. Cemiyetleri yer yer, zaman zaman birleştirip hamle­ ler yaptıran ideolojilerin yanında milliyetçilik bugün üs­ tün gelmiş bulunmaktadır. Rusyanın son yaptığı tecrübe de bu zaferi teyit eyliyor. Buna biz şaşmıyoruz. Zamanımı1 85


zın yaman bir akıl ve mantık atleti olan Ch. Maurras'ın

« Beynelmilellik olmak için ilkin milletler olmalıdır ! ı de•

mesinde, eşsiz bir haki.katın parladığını kabul eyliyoruz. Böylece bugünün cemiyetlerini nizamlandıran ideolo­ jinin milliyetçilik olduğunu teyit edebiliriz. Müstakil bir şahsiyetle beliren bugünün her cemiyeti, milliyet esasiy­ le çerçevelenmiş bulunuyor. Bir dünyalık dine benzetmek ya nlı ş olmıyan bu ideoloji, kolay kolay ortadan kalkaca­ ğa da benzemiyor. İnsan kütlelerire temi n ettiği, maddi manevi istikrar bütün mezheplerin vadinden, imkanından kıymetli gözüküyor. Milliyetçilik ideolojisinde başlıca iki unsur vardır. İstatik diyebileceğimiz birinci unsur, insanı ; yurdu, cemiyeti ile muvazene halinde tutan bütün bağlardır. Top­

r ak tan , tarihten uzanan bu bağlar, insanın atem içinde is­ tikrarını temin eder. İleriye

bakmak ve hele ileriyi iyi

görmek için ayakta sağlamca durmanın şart olduğunu bi· tenler insanı, alem arasında yerliliğe kavuşturan şartların değerini iyi anlarlar ! Fert bu bağlan, bu şartları olduğu gibi bulur ve benimser, Doğarken, çevremizde bir vatan, bir millet, bir aile, bir tarih, bir iktisat sistemi, bir dil, bir

ahlak, bir terbiye tarzı buluruz ki, hemen % 99, bu bul­ duğumuz şeyleri, bütün ömrümüzce benimser, korur, te­ sirini duyarız. Göç etmek bile bizden bu şartları silemez.

Bunlar milliyetçiliğin, denmesi caizse, vakıa kısmıdır. Tek­ lerin şahsiyetini ören asıl değerler bu istatistik unsurdan alınır. Teklerin manevi çatısını bu değerler kurar. Dinamik diyeceğimiz ikinci unsur milliyetçinin mil­ leti adına gerçekleştirmek istediği ş artlardır

.

Daha doğarken bulduğumuz yurdu, siyasi bütünlük bakrinından en ileri hfile götürmek ; gözümüzü i çinde açtı­ ğımız coğrafyayı örnek bir vııı<ın haline sokmak, bulduğu·

1 86


muz dili en ileri bir vasıta derecesine yükseltmek, bizi saran iktisat sistemini keneli topluluğumuz ve insanlık için en faydalı, en hayırlı bir işleyişe kavuşturmak, ter­ biye yolumuzu bizi şu dünyada yük ve parazit değil ya­ ratıcı ve verici olgunluğuna eriştirmek, ailemizi en uygun millet, medeniyet şartlariyle cihazlamak ; tarihim.izi hem örnek surette yazmak, hem onun gidişinden millet haya­ tımız, siyasetimiz için en elverişli dersleri, sonuçlan çı­ karmak .. gibi bütün istekler, emeller, hamleler ; milliyetçi­ lik ideolojisindeki dinamik dediğimiz unsurun örgüsüdür. Bundan başka, bazan bir millet, kaderinin ağır bir toka� dını yemiş ; ya siyasi tamlığını, ya toprağının öz parçala­ rını, ya dilinin tam üstünlüğünü, ya iktisadının hürriye­

tini elden çıkarmıştır.

O

zaman yukarıda söylediğim ham­

lelerin yerini ; bu yitirilen nimetlerin hasreti, onların ye­ niden elegeçirilmesini sağlayacak çalışmalar, davranışlar tutar.

O

hamleler olsun, bu çalışmalar, bu davranışlar ol­

sun.. milliyetçiliğin dinamik unsurunu meydana getirir. Milliyetçi için hayat, bu hasretlerin, bu isteklerin, bu g� rüşlcrin gerçekleşmesinden ibaret kalır.

Kütlenin bütün

kaynakları, bütün enerjisi bu ihtiyaçlara, bu hasretlere göre seferber edilir, biriktirilir ve harcanır.

O

zaman mil­

letin -hiç olmazsa- çoğunluğunu tek hedef, tek yol üzerinde ; eşit duygular, birbirine benzer düşünceler, kay­ gılar ve sevinçler içinde yürütmek mümkün olur. Galiba, bu türlü bir yaşama, çalışma ; insanlar için istenecek en iyi hayatı yaratır. Şüphe yoktur ki, milliyetçiliğin ilerle­ me, gelişme, en güzele, en iyiye, en mükemmele ulaşma unsurlarını da gene bu dinamizme dayamak gerekir. Bu bakımdan milliyetçilik insanlığın en hayırlı, en müsbet, bilhassa en büyük cehillerin anasıdır, kaynağıdır. Milli­ yetçinin aynı zamanda ileriliği sever, bilimci, güzel sanat­ lar aşıkı olarak vasıflanması bundandır. Dinamik unsur, milliyetçinin bütün insanlıkla temasını, onun milletlerara�

1 87


sı aleme katışmasını temin eden değerJeri meydana geti­

rir

ve böylece ; milletlerin tam olarak doğmasından sonra,

milletlerarası alemi hazırlar. . Gene bu dinamik unsurJardır ki, milliyetçinin ideolo­

jisi , bir nevi hülya (utopie) olmaktan çıkarak bu gerçekleşen işlerin realizmini aksettirir.

dünyarta

Hiçbir m i lletin doğuşu öbürünkine benzemez. Her millet kendine mahsus şartlar içinde, ayn bir zamanda k u ıuldu ; ku ruluyor. Yukarıda söylediğimiz dinamik un­ surlar yüzünden, bi rçok milletlerin bulunduğu şu dünya­ da, tek « millet » tarifi olabilirse de ((tek milliyetçilik » yok­ tur. Ne kadar millet varsa o kadar milliyetçılık vardır, di­ yebiliriz. Bu itibarl adır ki her millet m illiyetçiliğinin , içtima\ müesseselere karşı aldığı vaziyet , onlar hakkında besledi� ği hisler değişiktir. Bi zi m m illi yetçi liğim izin durumu baş­ kalarınınkine benzemeyebilir ve bu bizim, millet şuuruna erme şartlarımızın ayrılığından, bu şartların zaman içinde geçirdiği imtihanlardan i leri gelir. Bu hususta Türk m illiyetçiliğin in din müessesesine, demokrasiye , azlıklar anlamına karşı \ aziyetin i misal o­ larak alabiliriz. Dinciler için (dindarlar için demiyorum ..) hemevi tekamül, dinin yard ım ı ile, dinde - dinin aslına doğru ıslfıhat yaparak mümkündür. Cemiyeti, ne i diği, ne olduğu bakımından, olduğu gibi muhafaza etmek isteyen dinci

için asıl kurtarıcı amil kaidelerden ve amellerden ibaret

olan dinin

merasim kısmına riayettir.

Onlar mensup oldukları milletin başlangıcını, meyda­ na gelmesini, yükselmesini hep din çerçevesinde bilen ve-

1 88


ya görenlerdir. Bu kısım, doğru ve tarihi bir hakikat. Fa­ kat onların kabul edemediği, anlamakta zorluk çektiği şudur : Bugünün cemiyetlerini artık dinden başka faktör­ ler, dinden gayrı emeller, dinle hiç ilgisi olmayan kuvvet­ lerle korumak,

birliklerini ayakta tutmak,

yükseltmek

mümkündür. Seni, beni yarın veya bu dakika silah altına toplayacak emir, cihat yapan dinin emri midir, yoksa biz­ zat o dinin de bir cüz'ü haline girdiği büyük bir realite­ nin milletin emri midir ? Cemiyetlerin hayatını, birliğini, yükselmesini hep din unsurunda bulan, din unsurunu tarihi yerinde bırak:mıya­ rak bütün düşüncelerinin, hareketlerınin vesilesi, sebebi, gayesi haline getiren dincilere milliyetçinin şu noktada yaklaşması mümkündür : Düşünce ve hareketlerinin sebe bi ne olursa olsun dincilerin maksadı, cemiy�tin hemen bütün müesseseleriyle korunmasıdır.

Milliyetçinin tesa­

muhunuak i , Iaisizmindeki büyük « esbab-ı mucibe ııyi işte burada, dincilerin cemiyete ait bu toptan fakat otomatik hüsnüniyetlerinde aramalıdır. Fakat milliyetçi, emri ve nehyi maveradan, metafizik­ ten değil, günün ihtiyaçlarına, milletin imkanlarına uy­ gun olması kabul edilen dünyevi kanundan alır. Cemiye­ tin korunmasını, müesseselerin selametini ilerleme anla­ mına bağlar. Böylece gelişme, yenileme onun şiarıdır. Mil­ let müesseselerini hatta ölü halde de korumak isteyen dinciye bu esaslar üzerinde müsamahada bulunması im­ kansızdır. " Hanedan ve hükümdarı milletle bir bilen fikirde doğru olan cihet, milletlerin temayüllerini, arzu ve iştiyak­ larını bir şahısta veya timsalde toplanmaya istidatlarıdır. ıı C 1) diyerek - ancak - bir safhayı tesbit edenlerin bize

düşündürdükleri vardır :

1 89


Tarihin seyri içinde insan kendini temsil hakkını, ken­ di iradesi dışında işe başlayan hanedan ve hükümdara değil, kendi seçtiğine yam bizzat kendine vermeyi emel edinince demokrasi doğmuş demektir. Böyle bir emelin ise aklın, zekanın metafizik naslara (doğma'lara) galebe et­ mesinden önce doğabilmesi imkansızdı. Hükümdar ve hanedana körü körüne inaruna, itaat et­ me duygularının çürüyüşü neticesi yayılıp gücü artan mil­ liyetiçlik ile demokrasi, bu bakımdan ikiz kardeşlere ben­ zer. Bu ikiz kardeşin anlaşmasını hazırlayan asıl nokta milliyetiçliğin demokrasiyi hedeflerinden biri bilmesidir. Demokrasinin esasını teşkil eden 11 halk = demos ıı , milliyetçinin her zaman dayanağı olmasa da daima hedef bildiği baş realitedir. Ve denebilir ki milliyetçiliğin mistik unsurunu, mukaddes unsurunu tarihten önce, halk mey­ dana getirir. Bu ikiz kardeşin birleştiği öteki ana nokta : ikisinin de teklere şahsiyet vermesi veya tekin şahsiyete ermesiyle hakikat olabilmesidir. Gerçekten de ; ferdin, ne olduğunu, hangi misyonu yerine getirmek için şu dünyada bulundu­ ğunu bilmediği yerde milliyetçilikten bahsolunması sade­ ce bir taklit, bir politika oyunudur. Bunun gibi, fertleri şahsiyet kazanmamış olan cemiyetlerde de demokrasi tam olarak gerçekleşmez. Ancak şahsiyet olmuş fertlerdir ki cemaata olan borçlarını ve ondan alacaklarının sınırını ayı­ rabilir. Bunun içindir ki tekleri şahsiyet haline sokan de­ mokrasi milliyetçinin ideoloji.sinde başlıca yeri tutar. Her tek, cemiyetiyle münasebetini, şuurunu-o billurun­ dan geçirince şu üç halden birini görecektir :

(1)

Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat.

1 920, 26 - 27 -s.

190


1 Mensup olduğu cemiyet ve netice olarak bizzat kendisi, tek insanın elinde bir 11şeyıdir, bir • nesneıdir. -

2 Yahut. bu cemiyet ve netice olarak fert, yabancı bir hakimiyetin altınd a bir w şey ııdir, bir a nesne • dir. -

3 Veyahut bu cemiyet ; düşünmek, inanmak, be­ ğenip seçmekte, çal ışmakta serbest bir hemşeriler kütlesi, bir şahsiyetler kütlesidir. -

XVIII. asrın sonuna doğru cemiyetlerin en çoğu birin­ ci ve ikinci safhayı bilirlerdi. Yamalı bohçaya benzeyen imparatorlukları ve onların metropollerle hiç de uzlaşma­ mış müstemlekeleri gözönüne getirilsin : Milliyetçiliğin hemen her yerde bir h ürriyet aşkı, saltanatlara isyan, ya­ bancı kuvvetlere karşı ihtilfil . . . ile başlaması kolayca an­ laşılır. Siyasi evlenmelerin, paranın, silahın, keyfin, mi� rasın .. hediyesi olan haritalar, işkenceden ve netice olarak ihtilalden başka ne verebilirdi ki ? Milliyetçiliğin demokrasiye fışık olarak belirmesi bu­ nunla da izah edilebildiği gibi onun, çok kere, sönmez bir kin, bir düşmanlık gibi fışkırması, devam etmiş ol­ ması, diktatörlükler gibi geçici esirlikler meydana getirme tenakuzu, bu yüzdendir. Çünkü demokrasi de ayni suret­ te doğmuş, ayni tenakuzlara başvurmuştur. Milliyetiçlikle vatanperverliği bir tutan görüşün haki­ kate yakın yerleri ne kadar çoktur. Dağınık tesbihlere benzeyen beşeriyet yer yer topla­ nıp coğrafyanın kalıbına göre biçim, renk alırken, onun birliğinde baş iş, tesadüfündü : Hiçbir millet vatanını seç­ mekte serbest olmamıştır. Ana ve babasını seçmekte ser� best olmayan çocuk gibi, vatanların ilk safhası ne kadar bulutludur ! Tesadüfün rehberliğiyle çiğnenen bir otluk, bu tesadüfün yaratığı sığınak, ilkin kararsız bir toprak1 91


ıır.

Fakat nesiller orada, kat'i yerleşme, hayat ve saa­

det şartlarını kısım

kısım yarattılar.

Vatanın müşterek

tarih i demek ; işte bu yerleşme, hayat, saadet şartlarının yaratılmasında ; kütlelerin zaman ve mekan içindeki ha­ reketleri demektir. Kütlelere (gaye birliği) ni de veren bu müşterek tanlı ilk nesillere, yani tarihi kuranlara( bir mermer insicamı verir. Coğrafyanın gayri muayyeni­ yeti

=

belirsizliği)

böyle

(muayyeniyete

=

belirliliğe)

döner ; kararsız toprak vatan olur ; akıcı ve gayrı muayyen olmaya her an namzet kütleler, millet olur. Sadece bir şirketin, bir fırkanın müessislerine insan­ lığın tanıdığı, hakları düşününüz ! .. Bir vatanı kuranların, zaman içinde, millete adlarını vermek, millete gayesini çiz­ mek, mi llete şahsiyetini vermek ve yeniden bu vatana ge­ lip bu millete katılacaklar için iradesine riayeti şart koş­

mak hakkına, minnetle boyun eğersiniz : Bir yaylanın «va­ tan » h aline girmesi için ne kadar amiler lazım geldi ! .. Bir tek evi, bir tek yuvayı kurmak için, bir tek çocuğun hem­ �eri lıfüine gelmesi için katlanılan zorlukları, fedakarlıkları düşününüz ! O zaman «Vatan ım kurulması için insanlı­ ğın verdiği kurbanlardan, nesillerden çektiği azap, verdiği emek yekunundan donarsınız. Bundan bin sene, beşyüz sene, ikiyüz sene önce Anadolu'da yaşayanlardan kim kal­ mıştır ? Bütün o öloo milyonlarca insanı tanımıyan bizler, onlarıh adına, sanına, mesuliyetine, şerefine, yurduna .. va­ ris ve bağlı bulunuyoruz ! Bu bağlanma yal teknesine sadık

kalan

köpeğin,

arpa

teknesinden

ayrılmayan atın bağlılığına benzer m i ? Almanya'nın, Fransa'nın. İngilte­ rc" n i ıı şu Türkiyc'den refahlı olduğunu kim bilmez ? Fa­ kat bu memleketin çocuklarını toptan Almanya ve Fran­ sa'ya nakletmeyi, yahut Almanya, Fransa, h akimiyetini

bu topraklara getirmeyi bir teklif ediniz bakayım ? 1 92


Yerin, göğün, hülas a kaza ve kaderin yazısiyle başla­ yan meselenin bugünkü haline bakınız : Hiçbir millet yur­ .dunu gönül rızasiyle bırakmamıştır, bırakamaz ! Bu noktaya gelince, milliyetçi vatanperverle aynı in­ san haline girmiştir. Kimse anasını babasını seçmekte serbest olmamış, do­ ğacağı yeri seçememiştir, dedik. Bu itibarladır ki, mil­ liyetçi, bir kimseyi kendi soyundan, kendi milletinden gayrı olarak doğduğu için suçlandıramaz. Milliyetçi kendinin yarattiğı

vatan

içindeki

azlığı,

bu

itibarla,

muhakeme

eder : Onu Türk doğmadığı için değil, henüz Türk olmadığı için itham eder. Babanızdan kalmış ve sizin elinizde konforlu, emin bir hfüe girmiş evinize, dostunuz olarak gelen, sizin kur­ <luğunuz hayat imkanından sonuna kadar istifade ederek gelişen, şişmanlayan ve para artıran birini tasavvur edi­ niz. Evinizin uğradığı şu veya bu tecavuzd a ya habersiz kaçmış, ya sizin malınıza korunak için sizi arkadan vurmuş, yahut şu veya bu hesapla düşmanlarınızla birleşmiş­

tir, bu « sözde dost » a insanlık, kanun ne isim verir ? Bir şirket kurdunuz. Muayyen para yatırdınız. Büyük işler yapacaksınız. Ortağınızın size haber vermeden, hatta yalnız kendi hissesini alıp çekildiğini düşününüz. Bu fira­

ri ortağa vereceğiniz en basit isim nedir ? Pckeyi.. Kurdunuz ve asırlar boyu verdiğiniz mil­ yon ve milyonlarca kurbanla toprağını suladığınız vata­ nınızın içinde « sizdenim » diyen ve böylece sizin hakkınıza kavuşup sizin gibi, hatta . . . hatta. . . sizden rahat yaşa­ yan insan kütleciğine, tarihinizin bir dönüm yerinde sizi yarı yolda bırakıp gidince ne isim verirsiniz ? Yukarıdaki _

193


« sözde dost »a veya

a firari

ortak »a vereceğiniz addan daha

hafifini mi ? Sonra, bir türlü size benzemek istemeyen bu kütlecik­ ler karşısında, Lenin'in söylediği şu sözü nasıl hatırlamaz­ sınız ? « Kim ki bizimle birlik değildir, biliniz ki bize kar­ şıdır. » Azlıklara, bu azlık şuurunu taşımakta ısrar eden azlık­ lara bakınız.

Dünyanın hiçbir yerinde

bunlardan

deha

çıkmaz, ancak komitacı çıkar ! Halbuki bir fert gibi, bir cemiyetteki ahenk de dehalar için ilk imkandır. Bir vatanı yaratmış olan ekseriyetin benliğine uymadıkça, onu benimsemedikçe azlıkların ne dil, ne din, ne sanat, ne siyaset aleminde deha yaratmasına ve böylece, beşeriye­ tin çalışmalarına, yaratışlarına katılmasına imkan yoktur. Asıl vatanı kuran çokluğu bu azlıklara benzetmek arzusunu güdelim. Bundan daha acayip bir adaletsizlik, bundan imkansız bir teşebbüs, umumi ahenk için bundan bayağı bir tecavuz olabilir mi ? Azlıkların, azlık şuurunu beslemekte ısrar ettiği hiçbir yerde cemiyetler ilerleme­ miştir. Milliyetçiliğin baş hedeflerinden biri olan demokra­ sideki u ekseriyetin reyine uymak » zarureti, bu sebepledir ki milliyetçi için umOmi saadete keffilet eden bir şart pi� ycsine yükselir. Netice olarak şunu kaydetmekte tarihi bir zevk bu­ luyoruz : « millet = nation ıı , insan topluluklarının bulduğu en son (içtimai tekamül) tabiridir. Çünkü millet deyince mütecfınis bir insanlığın - bu kaydın üstünde ehemmi­ yetle duruyoruz gelir!

1 94

-

en son, ileri c toplu yaşama . şekli akla


Türk milliyetiçliği ise : faniliğini milyara

unutmayan ve iki yakın beşeriyet içinde ; kendine en yakın olan 20

veya, 30-50 milyonu, tahakkuk ettirebileceği şeyler için en verimli bilerek onun yoluna zekasını, sıhhatını, para­ sını, sevgisini işleten vatan lece ; insanlığın büyük bir

çocuğunun itikadıdır. Böy­ parçasını, şimdiki bulunduğu

seviyeden daha yükseklere götürme gibi reel bir iş, müs­ bet bir açlışma çerçevesinde tekleri seferber etmek ; tekle­ rin

hayvanca bir_ çarpışma

hayatı

yerine

neşeli,

hatta

ebedilik vadeden yaratma hayatını koymak mümkün olur. Bu suretle bizler ; kin ve tecavüz yerine milliyetçiliğin

esası

olarak

sonsuz

bir aşkı temel yapan tek milletiz !

19S


TARİH GÖRÜŞÜ

İngiliz Kültür Heyetinin Halkcvınde açtığı bir mi­ marlık sergisindeyiz. Asistan

dostlarımla

birlikte her parçayı dikkatle in­

celiyoruz. Türk sanatiyle yakından ilgili mimar-arkelog dostum,

XIII üncü yüzyıldanberi yapılan bu anıtları uzun

uzun süzdü de : c Şu kadere ne demeli bilmiyorum ? » dedi.

cBunlar da işe bizimle birlikte başlamışlar. Şu anıtlar­ dan herbirinin eşini, daha güzelini bizde de buluyoruz. Neticede onlar bugürıkü İngiltere olmuş, biz de şimdiki yerimi�e düşmüşüz. Sebep ne ? » Ona sordum : " Peki, sebep ne ? • Dostum biraz kıvrandı v e sonra kızararak : « Galiba İslamiyet ! ıı dedi . İtiraf edeyim ki

şaşırdım.

Bu mimar-ar­

keleog dostum olgun bir insandı. Kültürsüz değildi . Bu itibarla konuşmayı cevap vermeyi gerekli buldum : «

Bizde

--

İngiltere' de bu

anıtları

yaptıran Hıristiyanlıktı.

bizdeki benzerlerini yapbran Müslümanlıktı. O · anıtları yapan Hıristiyan İngiltere o anda ürbanizm ba­

de

kımından, sağlık

bakımından,

kötü durumdaydı. Büyük

Elizabeth'in Londra'sıyla Kanuni'nin İstanbul'unu karşı­ laştırmak yeter. Bugünkü dev Londra o vakit huğlar, ka­ mış ve çamur sıvalı evlerle, cüzzamla kaplı bir ufak şe­ hirdi. Daha beş yüzyıl önce Bizanslılardan 80

bir belde gibi aldığımız İstanbul

196

bin

nüfuslu

yarım milyona varan


halkıyle, tertemiz ve bol sularıyle, hamamlarıyle, hekim­ leri ve isporlarıyle medeni dünyanın yarısına merkez ol­ muştu . Kıraliçe Elizabeth'in elçileri ticaretimizi sağlamak için en seçilmiş hediyeler ve en güzel sözlerle padişahın yanında ricalarda bulunmakta idiler. devirde,

dünyada

müslümanlığı

temsil

Biz

o muhteşem

etmekteydik.

O

müslümanlık, bizim, medeni dünyanın en ileri cemiyeti olmamıza engel olmuyordu. Nasıl ki Hıristiyanlık o devir İngiltcre'sinin geri ve beşinci derecede bir devlet kalması­ nı önlüyemiyordu. Bunlara bakınca, düşünüyorum ki din yalnız başına bir milctin ne kurucusudur, ne batırıcısı ! Bizim bugünkü yerimize düşmemizin sebebi, hele tek sebebi olarak Müslümanlığımızı görmek ne insafa, ne ilme yakı�ır. Zaten tarihi dikkatle gözden geçirenler için böyle bir hükmü ver­ mek yüzkarası olur. Buna benzer herhangi bir tartışmada, her buhran devrinde kültürümüzün bir parçasına yükletilmek iste­ nen suçları, tarihin aynasına bakıp reddettikçe bize kızanlar var. Tarih sözünü her ağıza aldıkça nerede ise mürteci diyeceklere rastlıyoruz. Milletleri birbirine düşman ede­ nin tarih olduğunu söyleyenler yok m u ? Bunlar koca bir memleket müessesesi içinde açıkdan açığa tarih düşman­ lığı yapmıyorlar mıydı ? Halbuki bizim geçmişe sık sık ba­ kışımız, geçmiş üzerinde dikkatle,

sevgiyle dunışumuz ;

istatik bir hayatı, hele gerileyen veya geride kalan bir hayatı

ah-u vahla geri çevirmek tekrar yaşamak

için

değildir. Bu hareketimizde ; bir metod hakimdir. Bu metod bugünkü düşkün halimizde, sürüklenmemiz çok mümkün olan kötümserliğin, bu kötümserliğin piçleri olan kendi

197


aslını, kendi varlığını küçük ve aşağı görmenin

önüne

geçmek isteyen tarih görüşüdür. Tarih görüşü ; bizim gibi insanlığa seyrek doğan mil­ letlerin bütün yaptığını inkar etmeye izin vermeyen yol­ Bir tek

dur.

insan

bile,

adının kötü anılması,

adının

sanının unutulmaması için neler yapıyor ! Bir iyi aile ço­

cuğu ;

babasının, anasının ardından söğdürmemek için ne­

lere katlanıyor ! Acaba, bir milletin varisleri, teklerin bu kaygısından kendilerini azad edilmiş görebilir mi ? Azad edilmiş göremeyen bu nesiller, bu varisler elbette geçmi­ şin üstüne sık sık eğilecektir. Bundan başka ; geçmişin üstüne bu eğiliş, çok az in­ celenmiş bir tarihin aydınlanması, pek horlanmış yanlış anlaşılmış

bir büyük milletin

asıl varlığını

göstermeyi

sağlıyacaktır. Bu eğiliş halkımızın, milletimizin geçmişte, yolunun ve toprağının üzerinde neler olduğunu, bulduk­ larına karşı hangi tavrı takındığını ; bu mirasa neler kat­ tığını, neler terkip etiğini öğretecektir. Bizim bu görüşümüz, bir mazi hayranlığı da değildir. Bilindiği üzere hayranlık, bütün teknık imkaruarını kilit­ ler. Biz geçmişimizi, tıpkı bugünümüz gibi, bir bütün bi­ liyoruz. Bu bütünü, keyfi olarak parçalamak ; onu inkar kadar bize ağır geliyor işte o kadar ! Yoksa ; milliyetçinin, ideolojisini, bu dünya üzerine ve bu dünya ile kurduğunu, bu yüzden de

dev

gibi çalışmayı

en ileri hayatı hedef bildiğini, en az, tarihten nefret eden­ ler kadar bilmekteyiz. Sonra ;

tarihi,

insanlığımızın

varlığını

izahta

şahit

gibi kullanan milliyetçi ; ne çevresine, ne kfilnata, ne öte­ ki topluluklara « düşman olmak » prensibinden yurumez.

O,

seven ve çevresine severek bakan insandır. Geçmişte

198


olup bitenler ne kadar acı, yırtıcı olursa olsun, o devri

tekrar etmeyi, o devirde olup bitenleri tekrar yaşayıp yaşatmayı hazırlamaz. Tarihin aynasında bütün bir in­ sanlığın gelişmesini tllibedenler, bu gelişmenin ne kadar

zor, ne kadar çileli olduğunu görürler. Bu itibarla da milletlerinin kazancı bütün filemin zararına olsun iste­ mezler. Çağımızın felaketlerini iki sebepte toplamak isterdik . Birincisi ; seviyeleri ve hürriyetleri birbirine denk olma­ yan miletlerin bulunuşu. İkincisi : bu milletler arasında insanlık tarihini ciddiyetle

bilenlerin

çok az oluşu ve bu

az olanların da seslerini dinletemeyişi ! Tarih görüşü olan­

lar insanlık kaderini ellerinde tutsaydı ; çevrelerine ibret� le bakabilenler, dünün düşman görünenlerinin bugün dost

dünün dost görünenlerinin bugün düşman olduğunu gö­ recekler işe ha.kim olacaktı. Hiçbir mevkiin, orada bulu­ nana temelli kalmadığı, hiçbir u mahkemenin kadıya mülk olınadığıru ıı ; hiçbir cinayetin cezasız kalmadığını anlayan­ lar, insan kaderini elinde tutacak ve bunlar, . çevrelerine

hayatın insanlığı

sırrını öğrenen hakimin olgunluğu felakete

ile bakarak

götürmekten çekineceklerdi.

Şu

dün­

yada aydın insanı kendi benzeriyle geçindiren büyük mu­

cize : tesamuh (tolerance), ancak tarih görüşü, tarih kül� (ürü edinmiş fanide bulunabiliyor. Bu itibarla da insanlığın saadeti tarihi bilen ve se­ vene bağlanıyor, reddedene tiksinene değil.

199


ÇAGIMIZ

Çağımız sür'at çağıdır. Çağımız uçak çağıdır. Çağı- ­ mız atom çağıdır. Çağımız makina çağıdır. Evet, öyle : çağımız, varlığın, varolmanın esrarını in­ sanın parça parça etmek, tabiata dizgin vurmak istemesi çağıdır. Bu istek bugün sınır tanımamakta, insanla mad­ de ve tabiat arasındaki çarpışma sonsuz bir. şiddet ka­ zanmış

bulunmaktadır.

İnsan,

bu

çarpışmada

duraksız

olarak üstün geliyor. Zaman, mesafe onun elinde ve em� rindedir. Koca, sonsuz kainat, şimdi ademoğlu'nun avucu. , içine girmiştir. Bu üstün gelmenin insana verdiği gurur sonsuzdur. Ne yazık ki hukuk, ahlak , ekonomi , psikoloji, sosyoloji . . çağımıza damgasını vuran tekniğin hızında gidememekte­ dir. En son model taksiyi , en son hızla işleten , bozan, ya­ pan insanda ; ne hak, ne ekonomi, ne psikoloji, ne sosyo­ loji bakımından ayni yapıcılığı,

ayni kudreti beklemek

bile boştur. Bizzat bu çağın ahlakı, hukuku, ekonomisi, . sosyolojisi, psikolojisi b u taksinin, b u uçağın, b u atomun hızını kovalayamıyor. Şu

uçankalelere,

şu füzelere,

şu

tanklara, şu televizyona, şu radyoya ve radara h akim olan· cemiyetlere bakınız : Tek olarak, devlet olarak hangisi tek­ nikteki bu zaferi yukard a saydığım

öteki

mlisseselerde

·

devletlerin ve kütlelerin henüz, teknik alanlardaki zaferi ; hukuk, sosyoloji, ekonomi alanlarında gerçekleştirememi�· olmasından ileri gelmiyor mu ?

200


Çağımız teknik ile hukukun, ahlak ile ekonominin an� (aşamadığı, ahenk . ve müvazene meydana getiremediği sosyoloji ve psikolojinin ise bu ilerlemelere yetişemediği , bu ahenksizlikleri, sebeplerini bir türlü meydana çıkara­ cak, onlara çare bulacak hale gelmediği çağdır. Şimdi iyi görülüyor : İnsanlığımızın hastalığı buradadır. Georges Duharnel'in bu son Cihan Harbinden önce, « Keşifleri dur­ durunuz ! » başlıklı yazısının içinde gizlenen ıztırap ta bu­ dur. Göçen milletlere bakınız teknik geriliğind_en dolayı yok edilenlerin sayısı ; teknikte ileri olarak çökenlerin sa­ yısından çok değildir. Hele bu iki tipten, birinci cemiyet­ teki ınes'utların ahlakının ; hak bilirin sayısı ikinci tip ccmiyettekindcn daha az değildir. Eşsiz bir imtihan olan İkinci Dünya Harbinin sonun� da anlaşılan hazin vakıa şudur : Yukarıdaki derde çare bulacak ve teknik ile hukuk, ahlak, ekonomi arasındaki bu ahenksizliği kaldıracak olanlar, mutlak surette, tek­ nikte, sermayede en ileri olanlar değildir. Harp gibi arıza­ ları, hastalıkları ölçü olarak alıp insanlığın derdine ça­ reyi, elinde en ileri harp vasıtası bulunandan beklemek yanlıştır. Bize öyle geliyor ki, cemiyetlerin bu türlü türlü mü-� esscsesi arasında sürüp giren müvazenesizliği ; işe yeni ko­ yulan, taze milletler halledecek . Çevremizdeki bütün irili, ufaklı .milletlere bakıyoruz : İdeolojileri yüzünden, çeyrek yüzyıldır yüklendikleri tec­ rübelerin günahı yüzünden onları, böyle bir insani cı missi­ on »a elverişsiz buluyoruz. Gözümüzü bu yurdun vatanseverleriiıe çeviriyoruz. Ancak Türkiye'de, insanlığın h ayrına olacak bu büyük tecrübeyi yapacak bakir • eldokunulmamış • bir cemiyet var. Bu cemiyetin öyle bir tarihi var ki onu hala şövalye 201


ruhlu bırakabiliyor. Bu tarih, bu cemiyetin, vaktiyle bir Fransa için, bir Polonya için, bir Macaristan için harbe girdiğini gösteriyor. • Abnegatih olmak, başkalarının hay� rını,

saadetini

istemek

milletimizin

geleneğinde

vardır.

Bugünkü nesiller için, bütün insanlığın iyiliğini, saadeti­ ni istemek bilinmez, yapılmaz birşey değildir. Sonra, bu cemiyetin öyle bir coğrafyası var ki onu, bir yandan, müdafaaların en çetin ve en incesine sürük­ l üyor ; öte yandan ise bütün insanlık arasında hakka, şe­ refe, adalete dayanan gerçek bir anlaşmanın bulunması­ ııı özleyiş haline yükseltiyor. Bunun içindir ki ; bu cemiyeti, onun hakkını yaşama� sını -

fakat şerefle, hür olarak yaşamasını - istemek olan

mill iyetçilik, işte bu tarihin, bu coğrafyanın yarattığı « baş­ k alarını sevm e » de Türk vatanım koruma imanına daya­ nıyor. Tecavüz ruhundan uzak olan Türk milliyetçiliği ; bir yandan büyük ilerleme hamlelerine ; öteyandan şu in­ sanlık

için gerçek

hakkın,

saadetin doğmasına

dosttur.

Tiirk milliyetçisi isterse ve onun ayağına zencir vunnaz,

tarsa, bu çağın gerçek şövalyesi olabilir. Hem yalnız

o

olabilir. Türk milliyetçilerinin asıl ideali, Türkiye'mizde,

yeni hedefleriyle gül ümsemektedir.

202


İÇİNDEKİLE R Sahife

ÖN SÖZ

3

Türk İnkılabı ve Geçmiş İdeolojilerimiz

5

Ruhumuzdaki Gurbetten Milliyetçiliğimizin Do-

ğuşu

. . ... ... ... ... ... ... ... ... ... .

12

Türk Milliyetçiliğinin Üçüncü Merhalesi

20

Milletimizi Sevmek

27

Milletimizi Yükseltmek

36

Yenileşme ve İ lerleme Hareketlerimiz . . .

42

Vatanımız

49

. . ·.

57

Tarihimiz -Coğrafyadan Vatanlara

Vatana

Dair

66 74

Tarihimizin Öğrettikleri

83

Rejiyonalist Kimdir

95

Milliyetçiliğimiz

1 02

Milliyetçiliğimizin Merhaleleri

111

Türkiye'nin Yükseltilmesi

1 25

Ahlakın Çerçevesi

1 33

Efkar'ı Umumiye

1 40

İdeal ve İdeoloji

1 54

İ limcilik

1 59


... ...

1 65

İdeolojisi

1 78

Demokrasi Milliyet

Milliyetçiliğimize

Dair

1 83

Tarih Görüşü

196

Çağunız

200



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.