Türk Kültürü - Sayı 317

Page 1



..

TURK KÜLTÜRÜ

Yayın Ta.: Kasım/1962 Yayınlayan : TÜRK K'OLTORUNU

.ARA.ŞTmMA

ENSTlTUSU Kuruıuıı Ta.: Ekim 1961

*

lm.Uyaz Sahlbl Prol. Dr.

Ştlkril ELÇİN *

Yazı lıılerl Müdürü Prol.Dr, Ahmet B.

EBOİLASUN *

Fiyatı : 1500,- TL. Yıllık Aboneal. ( 1989 yılı lçiD) -İndirimsiz 18000.- TL -İndirimli 14400. - TL Yurtdış ı : - $. 20.- Dlıl. 36.Aboae bedel!, 171.379 numaralı posta çeki

hesabına yatınlablllr.

Ödemeli

gönderllmez,

*

Dergiye gönderllen yazılar basılsın, basılmasın la.de edilmez. Dergideki yazılar kaynak gösteri­ lerek alınablllr. Makale­ lerdeki ftklrler lmzl 11a­ hlplerlne A1ttlr.

*

İdare ve yazışma adresl : BAHÇEL!EVLER SONDURAK, 17. SOKAK NU, 38 06490 ANKARA Tel 213 41 35 Tel : 213 31 00

*

Dlzl.lip Basıldığı yer : Ayyıldız Matbaası A . Ş. Ankara Tel : 213 19 62 222 69 40 - 222 69 41

İÇİNDEKİLER

Yabancı Dille Öğretim Namık Kemal Abdurrahman Siler

Karşısında 513

Çin Seyahati Notlan Şükrü ElçiD . .

518

Pakistan'da Afganistan Türkleri : Gezi Günlüğü Doç, Dr. Orhan Kavuncu .

527

1988 Doğu Türkistan Seyahatı Hatice Oraltay .

534

Sosyal Adalet (Hikaye) )luhtar Tevfikoğlu

544

.

.Malta'da Türk İzleri; Malta Folk­ lorundan örnekler : Kadın ve Evlenme Micbellne Galley (Terctime: Süleyman Kazmaz) . Batı Trakya Türk Edebiyatı'ndan Atatürkçü Bir Şair : Alinza Saraçoğlu Feyyaz Sağlam . . . , . . , Türklerde Kalın Adeti A. Rıza Gönüllü

ö65

BİBLİYOGRAFYA :

Ferhat Tamir, Baköl'den Kazak Türkçesi Metinleri, Gramer - Met\n Sözlük, Ankara 1989, X 170 s. Yard. Doç, Dr. Leyli. Karahan

568

Azerbaycan İlim Neşriyatının Yılında Yayımladığı Eserler İsmet Cemiloğlu . . .

570

-

1989 .

.

.

Sayın Olmyucula.nıııızuı Ensti.tümttze gön­ denllklerl lst.ek yazılarında adresleri ile blrllkte posta kod nmuara.laruıı da bildir­ meleri rica olunur.


T"ÜRK KULTÜ"RÜNÜ ARAŞTIRMA. ENSTtTtiSU

KÜLTÜRÜ YIL XXVII

SA . YI 317

EYLÜL 1989

YABANCI DİLLE öGRETtM KARŞISINDA NAMIK KEMAL Abtlurrahman

S1LER

XIX. yüzyıl Osmanlı tarihinin, belgelere dayalı olarak ve çok yönlü .bir bakış tarzıyla ele alınıp tam anlamıyla incelendiği ve anlaşılabildiği söylenemez., Halbuki bu yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti'nin ve Osmanlı Türk toplumunun karşılaştığı iç ve dış problemlerin, günümüz Tfu'kiye'si için de oldukça önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bugün, ·'eğitim ve öğretim hayatımızda hala tartışılmakta olup, he­ nüz kesin bir çözüme kavuşturulamadığı gözlenen önemli konulardan biri de "yabancı dille öğretim"dir. Ancak bu, yeni bir mesele değildir. Yabancı dille öğretimin Türkiye'nin gündemine girmesi bir buçuk asır öncesine dayiınmaktadır.

. n. Mahmut devrinin sonlarında, 14 Mayıs 1839'da kurulan Osmanlı Tıp Fakültesi (Mekteb-i Tıbbiye-i Ad.liye-i Şahane), 18'43'te 67 kişilik ilk .

mezunlarını vermişti. Fakülteyi birincilikle bitiren Hekimbaşı Salih Efen­ di, bu ilk mezunlardan biriydi. 1865'te Tıbbiye'nin "n8.zır"lığına

ikinci

defa getirilen Hekimbaşı, çok iyi derecede Fransızca biliyordu. Fakat bu görevinde iken, Tıp Fakültesi'nde derslerin yabancı dille öğretilmesine karşı çıkmıştır. O'na göre, yabancı profesörlerin yanına, dersleri Türk­ çey� çevirip anlatacak Türk öğretmenler tayin edilmeliydi. Bir ihtisas18.şma yeri olarak görülmesi gereken fakültelerde yabancı dille öğretim­ den sakmılmalıydı. Bu görüşlerinin uygulanmasını da sağlayan Salih Efendi, Türkçe tıp öğretiminin mümkün olduğunu ispatlamıştır. Her gün­ kü d,ersi bir kere de Türkçe "takrir" etmek üzere her yabancı hocanın r,�faluı.ti.ne bir yardımcı öğretmen atanmasını sağlamıştır. Hekimbaşı Sa­ lih :Efeıidi'ı:ıi� bu çabaları gerçekten de hayırlı sonuçlar vermiştir. Bir yandan

Tıbbiye'ye

giren Türk öğrenciler artarken, öbür yandan yavaş

yavaş fakültede dersleri Türkçe okutabilecek tıp hocaları yetişmeye baş­ lamış, ordumuza ve ülkemize birçok doktor kazandırılmıştır(')

.

. (lt Fethi İsfencliyıµ-oğlu, �alatıı.sar . e.y Taribl, Doğan Karde§ yayını, İstanbul, . İı, 864. (l)

1952,

513


SAYI 317

TÜ R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

NAMIK KEMAL YABANCI DiLLE öGRETtHE KARŞI ÇIKIYOR 1860'lı yıllardan itibaren Türk fikir hayatında gücünü göstermeye başlayan Namık Kemal, birçok konular yanında, yabancı dille öğretim meselesi ile de ilgilenmiştir. Şinasi'nin 1865'te Paris'e gitmesi üzerine, Tasvir-i Efkar gazetesinin yayınını devam ettirmeyi üstlenen Namık Ke­ mal, gazetesinde yazdığı bir yazı ile, Tıp Fakültesi'nde derslerin Fransızca okutulmasına karşı çıkarak, Hekimbaşı Salih Efendi'nin uygulamalarını savunmuş ve övmüştür. Tıbbiye'de derslerin Fransızca okutulması tartışılmaya başlaymca, Beyoğlu'nda yayınlanan Fransızca gazeteler de Fransızca öğretimi savun­ maya koyulmuşlardı. Namık Kemal bu yayınlarla mücadeleye girişmiş ve tartışmalardan muzaffer olarak çıkmıştır(2). Namık Kemi! bu husus­ taki mücadelesiyle daha o zamanlar aydınların dikkatini çekiyor ve on­ ları kendisine bağlıyordu (3). Namık Kemal, Tasvir-i Efkar'da imzasız olarak yayınlanan söz ko­ nusu yazısında özet olarak şu görüşlere yer veriyordu : Askeri Tıbbiye henüz Avrupalılar derecesinde iyi doktor yetiştireme­ mektedir. Bunun asıl sebebi. ne insanımızın yeteneksizliği, ne fakültenin bina durumu ve araç-gereç yetersizliği, ne de Avrupalılardan fazla farklı olmayan eğitim metotlarımızdır. Tıbbiye'de derslerin Fransızca. okutul­ ması, geriliğin gerçek sebebi olarak görülmelidir. Bundan şüphe' edile­ mez. Çünkü tıp öğretimi birçok hazırlık derslerine ve yardımcı bilim dal­ larına ihtiyaç duyar. Gereği gibi bilinmeyen bir dilde öğrenilen bilgilerin aslı zayıf kalmaya mahkumdur. Avrupa ülkelerinin konu ile ilgili tecrübeleri ortadadır. Avrupa'da önceleri tıp öğretimi Latince olduğu halde, sonralan her millet kendi di­ linde öğretim yapmaya başladı. O halde bizde de tıp dersleri Türkçe oku­ tulmalıdır. Gerçi ders kitaplarının kıtlığı ve bazı tıp terimlerinin eksikliği gibi problemler yok değildir. Ama bunlar sadece aşılması gereken güç­ lüklerden ibarettir. ·Tıbbiye nazırı Salih Efendi'nin uygulamaları çok yararlı olup, bu­ nun, derslerin tamamen Türkçe okutulmasıyla sonuçlanması umulur. Tıp kitaplarının Türkçeye çevrilmesi için bir "Tercüme Cemiyeti" kurulma­ lıdır. Türkçe tıp kitaplarının kaleme alınması da bir ihtiyaçtır. istanbul'da Fransızca yayınlanan Tıp gazetesinin görüşleri hiç biır (2) Nihat Sami Banarlı,

Resiılııi Türk Edebiyatı Tarihi, Milli E�tim B asımevi, İstanbul, 1977, s . 881. (3) Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 ncu A!<.ır Tlirk Edebiyatı. T&ribl, 5. baskı, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982, s. 348.

514

(2)


SAYI 317

A.

SİLER

YIL XXVII

!-- ------- ------- ·---- ------

haklı esasa dayanmamaktadır. Bir kere Türkçe'de tıp terimlerinin yeteri kadar bulwımaması bir eksiklik değildir. Bu terimler, gerekirse yabancı dillerden alınabilir. Avrupalılar da tıp terimlerini Latince'den ve Rum­ ca'dan almışlardır. İkinci olarak Osmanlı medreselerinde dini derslerin Arapça olarak okutulması, tıpta da Fransızca'nın normal karşılanmasını gerektirmez. Bu ayrı bir konudur. Kaldı ki, bir yolsUZluğun, başka bir yolsuzluğa dayandırılarak meşru gösterilmesi doğru olmaz. Son olarak, Fransızca'nın öğretilmesinin yolu, derslerin Fransızca okutulması değil­ dir. Bunun yolu, derslerin Türkçe okutulması ile sağlanan boş zamanları Fransızca'nın daha iyi öğretilmesine ayırmaktır ( 4 ) Aslında Namık Kemal ve Hekimbaşı Salih Efendi bu mücadelede yalnız değildiler. Osmanlı Askeri Tıbbiyesi'nde derslerin Türkçe veya Fransızca okultulması hususunun, Tıbbiye'nin yabancı hocaları ile Türk öğrencileri ve aydınları arasında bir mücadeleye sebep olduğu anlaşılı­ yor. Tıbbiye'nin ileri gelen vatansever Türk öğrencileri, 1866'da "Cemi­ yet-i Tıbbiye-i Osmaniye"yi kurmuşlardı. Bu cemiyetin çalışmaları ve Tıbbiye Nazırı Salih Efendi'nin önemli desteği sonucunda, hem 1867'de Askeri Tıbbiye binası içinde tamamen Türkçe öğretim yapan "Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye" açılmış, hem de birçok imkansızlıklar içerisinde ve yıpratıcı çalışmalarla bir Türk Tıp Lfıgatı hazırlanmıştır. Tıbbiye-i Mül­ kiye'de bir tek yabancı hoca yoktu (5). Bununla kalınmamış; asıl söz ko­ nusu olan Askeri Tıbbiye'de de derslerin tamamen Türkçe okutulmasına, 08.r-ı Şura-yı Askeri'nin 16 Eylül 1286 (1870) tarihli mazbatasıyla karaır verilmesi sağlanmıştır. Bu uygulamanın gerçekleşmesi Türk bilim ve tıp tarihinde önemli bir olaydır(6). Askeri Tıbbiye'nin kurulduğu ilk yıllarda, fakülteye öğrenci bulmak bile zor bir mesele idi. Bunun en önemli sebebi, Fransızca okutulan tıp derslerinin herkesi yıldırması idi. Halbuki Türkçe öğretim başlatılınca, Rüştiye mezunlarının çoğu Tıbbiye'ye girmek arzusunu göstermeye baş­ ladılar. Bu arada tıp öğreniminin geliştirilmesi ama�ıyla Avrupa'ya öğ­ renci gönderilmesi oldukça yararlı oldu. Avrupa'da tıp öğrenimi görüp geri dönen yetenekli Türk oğrenciler, Tıbbiye'deki yabancı hocaların ye­ tersiz.liklerini hayretle gördüler. Bu durum ise, Türkçe tıp öğretiminin da­ ha da gelişmesine sebep oldu (7) . •

(4) Bkz. Tıp öğretimi ve yabancı dille öğretim konusunda NA.mık zasız

KemiU'in im­

bir makalesi, Tuvir.l E:fkA.r, No: 437-438, 12, 16 Recep 1283.

(5) Osman Şevki Uludağ", "Tanzimat ve Hekimllk", Tanzimat I, (1940), s. 973-974 .

(6) Osınan Ergin, Türkiye Maarif Tuihl, C. il, Eser Kültür yayını, lstanbul, 1977, s. 348. (7) O. Ş. Uludağ, a.ır.m., s. 969, 976.

(3)

515


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVll

Namık Kemal'in, sadece Tıbbiye'de değil, 1868'de açılan Galatasaray ·Lisesi'nde de derslerin Fransızca okutulmasına karşı olduğu anlaşılıyor. Ziya Paşa ile beraber Londra'da çıkardıkları Hürriyet gazetesinde ya­ yınlanan bir yazısında, - Mekteb-i Sultani' (Galatasaray Lisesi)'nin zaten Fransa elçisi Mösyö Boure'nin gönlünü hoş etmek için kurulduğunu öne süren Namık Kemal, Fransızlar öyle istiyor diye bu okulda "lisan-ı res­ mi yerine dersleri Fransızca ta'lim ettirmenin" kabul edilemiyeceğini belirtiyordı(8). NAMIK KEMAL YABANCI DİL öGRETİMiNE KARŞI

Mii>�?

Açıkça anlaşılan odur ki, Namık Kemal yabancı dil öğretimine değil, yabancı dille öğretime karşı .. idi. O'na göre bir bilimin ele aldığı konulan iyice kavrayabilmek, ancak herkesin· kendi ana dilinde müm­ kün olabilir. Bu yüzden okullarımızda dersler Türkçe okutulmalıdır. Avrupa'da da böyle olmuştur. Derslerin Latince okutulmasına son veri­ linceye kadar, Avrupa'da ilmi ilerlemeler mümkün olamam.ıştır. Yine Namık Kemal'e göre, Türkçe'de yeni ve ön:emli ilmi bilgilerle. ilgili kitapların yok denecek kadar az oluşu doğru idi. Ancak bunun da çaresi vardı: Her bir büyük memur, bir yabancı dili iyice öğrenmeliydi. Böylece bü)ii.k memurlardan her biri, kendi işiyle ilgili yabancı dilde yazılmış ki­ taplardan y ararlanma im.kanma kavuşurdu. Askeri mekteplerle mülkiye mekteplerinde öğretilecek yabancı dillerin seçiminde ·ise şu metot izlene­ bilirdi : Hangi alanda hangi yabancı dilde fazla eser verilmişse, .o yabancı dili ilgili alanda ve okulda öğretmek(9).

NAMIK KEMAL'tN MEKTUPLARINDA YABANCI DİLLE öGR.E'ttM

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı felaketinin, Namık Kemaı üzerinde sarsıcı bir. etki yaptığı söylenebilir. 1878 yılında Midilli adasında sür­ günde bulunan Namık Kemal'in, yakınlarına gönderdiği mektuplarını.İl bir çoğunda bu psikolojik sarsıntıyı görmek mümkün. Namık Keinil'in 18'70'li yılların sonlarmda, ...:._herhalde adı geçen in.illi felaketin etkisiyle olacak- yabancı dille öğretim konusunda bocalamaya başladığı anlagıh� yor. Mesela 19.X.1878 tarihinde damadı Menemenli Rıfat Bey'e yazdığı bir mektubunda bu konuya temas ediyor. Meğer o sıralarda Ahniet Mithat ve bazı arkadaşları Fransızca tıp öğretimine taraftar olmuşlar. Namık Kemal bu durumu yadırgamıyor. Ancak bu adamların, sırf Frenk (8) Bkz. Hürriyet, No : 56, 19 Temmuz 1869'dan naklen, İh�an Sungu, "Tanzimat ve Yeni Osmanlılar'', Tanzimat 1, ( 1940) , s. 841-842. (9) Namık Kemal, "Me'mfır", lbret, No: 34, 12 Şaban -1289._ ,

516


A. SİLER

SAYI 317

YIL XXVII

(Batıcılık) modasına uyma endişesiyle bu fikirleri öne sürdüklerini, bu tartışmayı yapanların bir kör döğüşünden fazla bk şey yapmadıklarını yazıyor(10). Tıp Fakültesinde Türkçe tıp öğretimi İstanbul gazetelerinde tekrar taırtışma konusu olunca, bu hususta Namık Kemal ile İstanbul'daki damadı arasında mektuplaşmaların devam ettiği görülüyor. Namık Kemal, dama­ dına Midilli'den gönderdiği 1.XI.1878 tarihli mektubunda, duygusallığa kaçan bir üslupla, yabancı dille öğretim konusunu yeniden ele almıştır. Tıp öğretiminin Türkçe veya başka bir dilde yapılmasının artık ikinci planda kadığını, önemli olan noktanın, askere doktor yetiştirmek olduğunu belirten Naİriık Kemal; Naarif N'ezareti'nin tip bilimini Türkçe'ye kazan­ dınİıak için dernekler kurup okullar yapmasını, bunlar için gelir ve gi­ derleri düzenlemeyi sağlamasını tavsiye etmiş ve bunları gerçekleştirme­ niiı büyük hizmet sayılabileceğini de eklemiştir(ı1). Namık Kemfil'in bu iki mektubuna bakarak, O'nuri yabancı dille öğ­ retim konusunda kanaat değiştirdiği sonucuna varmak, herhalde yanlış ve

yanıltıcı ollir..

SONUÇ Tanzimat devri reformlarının, genellikle Av:rı.ıpa devletlerinin etki­ leriyle yapıldığı ve bunun normal sonucu olarak Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun ekonomi�, siyasi ve kültürel alanlarda Avrupa'ya bağımlı hale gelmey� başl�dığı. bilinmektedir. Bütün bu bağımlılıklara .karşı çıkan · Tanzimat devri aydınlarının başında gelen Namık Kemal, Tıp Fakülte­ si'ncle ye Galatasaray Lisesi'nde derslerin yabancı dille okutulmasına karşı fikri bir mücadele vermiş ve bu mücadelede başarılı. olmuştur. 1870'li yılların sonlarında, Osmanlı-Rus Savaşı felaketinin sarsıcı etkisi altında yazmış olduğu iki mektup, O'nun yabancı dille öğretim konusunda kanaat değiştirdiğini göstermez. Zaten dikkat edilirse, Namık Kemal bu mektuplarda bile tıp biliminin Türkçe'ye kazandırılması gibi bazı konu­ lardan da söz etmektedir. Yabancı dil öğretimini zaruret olarak gördüğü anlişılan N8.ınık Kemfil'in amacının, Tfi,rk okullarında derslerin Türkçe okutulması ve Türkçe'nin bir bilim dili haline . getirilmesi olduğu söyle­ nebilir. konusu mektubun günümüz harfleriyle· yayını için bkz. Fevziye Abdullah Tansel, NA.mık KemAl'in Mektupları, C. II, Türl� Tarih Kurumu yayını, An­

( 10) Söz

kara, 1969, s. 289-290. (-11) Söz

konusu mektubun günümüz harfleriyle yayını için bkz. a.g.e., C. .

il,

s.

304-305.

(5)

517


ÇİN SEYAHATi NO'l1ARI ŞUkrli ELÇiN

Kültür ve Turizm Bakanlığımızın tzmir'de düzenlediği Milletlerarası Türk

Folklor Kongresine Çin'den bir hey'et katılmıştı. Mukabil di.vet

üzerinde adı geçen Bakanlığın Milli Folklor Dairesi Başkanı K�il Toygar, yardımcısı Hayreddin ivgin ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Ku­ rumu adına ben 25 Ekim - 13 Kasım

1986 günleri arasında çok rahat

hava şartlan içinde seyahatimizi gerçekleştirdik.

26 Ekim 19� sabahı 3.30'da tstanbul'dan bindiğimiz 350 kişilik Pa­ 6.5 saatte kat'ederek Kara­

kistan uçağı ile 2643 kilometrelik mesafeyi

çi'ye vardık. lstanbul'la Karaçi 3 saat fark etmişti. Hava alanına indi­ ğimiz zaman Urfa ve Diyarbakır yazları tesirini hissettiren 36-40 dere­ cedeki kavurucu ve yakıcı bir sıcaklıkla karşılaştık. Pakistanlıların ince entarilerle dolaşmalarının bir sebebi de bu olsa gerek. Baş Konsoloslu­ ğumuz elemanlarının yardımı ile Pakistan Hava Yolları ve (Klam)nin birlikte yaptırdıkları çok mükemmel otelde bir gece kaldıktan sonra saatte Pekine ulaştık. Karaçi'ye üç, tstanbul'a göre

(8.5)

(6) saat fark gö­

rüldü. Hava alanında Çin Halk Edebiyatı Cemiyeti Başkan Yardımcısı Lui Xicheng ve arkadaşları bizi hararetle karşıladılar. Otelimizde akşam yemeğini yedikten sonra ziyaret programı üzerinde konuşulup mutaba­ kata varıldı. Bay Lui Xicheng, başka bir şehirdeki toplantıya on gün müddetle katılacağı için yerine veka.Ieten folklorcu Bay Hi, arkadaşları ve tercü­ manımız (tilmaç) Şirin (bizim verdiğimiz ad) seyahatimiz boyunca refa­ kat ettiler. Dilmacımız Şirin, üniversite mezunu,

5-6 ay Türkiye'de bulun­

muş bir hanımdır. Babası Uygur dilcisi Mir Sultan, annesi uygurist çinli doçent Veysiyü hanımdır. Mihmandarımız Bay Hi'nin

eşi doçent Çinli

Lang Ying, Manas dest anımızla Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilik'i üze­ rinde araştırmalar yapan kişidir. 27 Ekim

1986 günü program gereğince Pekin'e 60-70 kilometre uzak­

lıkta, bir kısmı restore edilip yerli ve yabancı turistlere açılmış Çin sed-

518

(6)


SAYI

317

YIL XXVII

Ş. ELÇİN

dine gittik. Hun ve Moğol akınlarına karşı yapılan kilometrelerce uzun­ luktaki .seddin birinci kulesine kadar yürüyebildik. Çinliler dik Sedde çıkış yeri olan bu bölgede turistik eşya ve yiyecek satan küçük dükkanlar açmışlar. Dönüşte 13 krala 8.it ve ancak 1959'da biri ortaya çıkarılan beş kat yerin dibindeki mezarı gördük. Giriş kısmındaki havuzun suyuna yerli ve yabancı turistlerin tali' için madeni paralar attıklarını gördük.. Kanaatime göre bu hadise veya davranış komünist rejimin insan ruhun­ daki inanç ve hurafeleri silemediğini göstermektedir. Aynı gün Türk Büyük Elçisini ziyaret ettik. Kendilerinden büyük ilgi gördük. Elçilik binası ile mensuplannın lojmanları bir bütün teşkil eden rahat ve emin bir yerdedir.

Akşam üstü Çin'e dahil milletlerin muhtelif musiki ve opera göste­ risine götürdüler. Her milletin (kavim) hayatları ile efsane ve masal motiflerini konu edinmiş opera, bale parçalarını ve çok mükemmel yetiş­ tirilmiş tenorlarını seyr ettik ve dinledik. Bir iki Batı enstrümanı dışında milli sazlarla meydana getirilen bu müzik faaliyetinin Türkiye Türkleri müzikçileri tarafından incelenmesinde büyük fayda görmekteyim. Gece Lui Xicheng'in heyetimiz şerefine verdiği yemeğe katıldık. 28 Ekim 1986 salı sabahı Türkoloji ve Folklor uzmanları ile muhtelif konularda görüşmeler yaptık. Türkiye'deki çalışmalar hakkında bir çok

sualler sordular. öğleden sonra döviz getiren büyük satış yerlerine gö­ türdüler. 29 Ekim günü Pekin saatine

göre

10.30'da Elçiliğimizde Cumhu­

riyet Bayramımızı kutlama merasiminde bulunduktan sonra 13.30'da Sin­ kiyan Uygur Muhtar Bölgesi'nin merkezi Urumçi şehrine uçakla iki saat 45 dakikada vardık. Uygur Muhtar Bölgesi hakkındaki intibalarımı zikretmeden önce Pekin ve dolayısiyle Çin ve Çinlilere dair bazı bilgiler vermek istiyorum. Pekin: 13 milyon nüfuslu, çok geniş yolları, dev apartman ve otelleri ile bi­ zim kolay sevemiyeceğimiz ordu-şehir manzarasında düz ovada kurul­ muş bir yerdir. Şehrin insanları orta boylu, siyah saçlı, beyaz dişli, er­ kekleri köse, sakin ve terbiyeli insanlardır. Tek katlı eski evlerde veya apartman dairelerinde nüfus sayısına göre verilen yerlerde, sade, müte­ vazı giyinişleri içinde yaşamaktadırlar. Yüksek memur, subay veya üni­

versite. elemanlarına birer-ikişer fazla oda verildiğini söylediler. Pekin'de dilenci görmedik. Çinde erkek-kadın her türlü işte haftada elli saat ça-

(7 )

519


SAYI 317

T ÜR K KOLTORO

lışmaktadır. Herkes işine bisikletle gitmektedir.

YIL XXVII

Mübalağasız Pekin'de

8-10 milyon bisiklet vardır. Bu bisikletliler koca şehirde karıncalar gibi birbirlerine çarpmadan sabah 5 ile gece 12'lere kadar gidip gelmektedir� ler. Kazançlarının fazla olmadığı anlaşılıyor. ·

Çinde özel vasıta yoktur. Devletin kurduğu taksi şirketleri var<;lır� Kiralanan taksileri devletin şoförleri idare etmektedir. Çinde gece seya" bati yasaktır. Turistlerle diğer yolcuların otellerde beklemeleri icap ede.r.

Uçak veya tren yolcuları önceden kiraladıkları taksilerle hava alanlarına veya istasyonlara götürlilmektedirler.

Çin'de tek çocuk yapma işi ciddiyetle yürümekt'edir. Aile hayatıİıd�

kız kendi, erkek kendi soyadım devam ettirmektedir. Nikah, belediye­ lerde kıyılmaktadır. Bekaret yoktur. Emeklilik yaşı kadınlarda (55), er­ keklerde (60) tır. Üniver&ite hocaları için emeklilik yaşı yoktur; Çinde askerlik mecburi değildir. Kara askeri 2, deniz ve havacılar 3-4 yıl vazife görmektedirler. Kadınlar da geri hizmetlerde bulunmaktadırlar. Çin'de

dükkanlar her gün açıktıır. Resmi tatil bir gündür ve pazar günüdür. Pekin televizyonu dört kanaldır. Köylerin ·% 20'sinde, şehirlerin % 30'­ unda televizyon vardır. Telefon ise çok nadirdir. Türk parası il.e bazı

maddelerin fiatlan şunlardır : Un'un kilosu (80) ; şekerin (360) ; domu­

zun (1000) ; koyunun (800) ; kaliteli çayın (20003) ; Türkiye'de 30000 liraya alman orta kalitede bir fincan takımı (6500) ; yine ülkemizde. 25

bin liraya satılan erkek ayakkabısı 6000-7000 lira; otel fiatlan 600-1100 lira arasında, Urumçi'de satılan günlük Uygur gazetesinin fiyatı · (10) liradır. Çin'de Mao'nun ölümünden sonra işbaşına gelen

Dörtlü

Çete berta­

raf edildikten sonra Yugoslavya biçimi bir idareye doğru açılma başla: mıştır. Mao'nun karısı ve üç arkadaşı göz altında ve hapistedirler. Halk

onların devrilmesinden memnundur. Atık duvar gazeteleri kaldınlmış ve

eski yazılar boyalarla çizilmiştir. Şehirlerde, muhtelif mıntıkalarda bir takım basit Mahmutpaşa tipi, hatta ondan daha insicamsız satış yerle­

rinin açılması, pazarların kurulması dikkate değer. Mülkiyeti devlete ait bu satış yerlerinden pek az vergi alınmaktadır.

Çin'de 1978 reformundan sonra ibadet serbest bırakılmıştır. Kilise ve c8.miler ibadete açılmıştır. Nikah belediyelerde yapılmaktadır. Müslü­

manlar ayrıca evlerinde dini nikah ta kıydırabilmektedirler.

Çin'de ziyaretler parti faaliyetlerini düzenlemek için yapılmış büyük

otellerde olmaktadır. Ev ziyareti yabancılar için olsa gerek,

Bizi evine götürmek isteyen bir çinli doçent izin alamamıştır. 520

yasaktır.

(8)


SAYİ:·317

Ş. ELÇİN

YIL XXVII

· Çin, kapılarını turizme agmağa başlamıştır. Bütün ülke turistlere açık değildir. Belli şehirlerde kurulan büyük mağaza ve otellerde tarihi kül­ türlerine dayalı halk sanatları mamulleri ile ipekli eşyalarını ve yemek­ lerini döviz kaynağı haline getirmişlerdir. Bu maddi kazanç ve sanat hareketi dolayısı ile halkın milli tarih ve efsanelerine bağlandıkları gö­ rülmektedir. Müzeler bu fikre göre tanzim edilmeğe başlanmıştır. İç turizm Pekin'e büyük kazanç sağlamaktadır. Çin seddi gezileri, Ming saray ve mezarları ile park seyirleri, çarşılar, opera ve baleler, sirkler· dolup taşmakta, halkın manevi kıymetlere ve tarihe bakışını de· ğiştirmektedir. Çin'de küçük uçak sanayii (Harbin) de, kimya endüstrisi Kirin şeh­ riııdedir: Petrol araştırmaları Urumçı ile Turfan arasındaki Türk böl­ g.esinde yapılıyor. Şanghay çevresinde de büyük çarta santrallar kuru­ luyormuş: Tanrı dağlarına giden yolda Urumç;i'dcn takiben 50-60 km. uzaklıkta petrol rafineleri vardır. Çin'de 3-4 yabancı iktisadi güç yarış halindedir. Yoll;:-xda her çeşit Japon arabaları görülüyor. Orta boy uçaklar Rusya'dan, büyük olanları İngiltere'den satın alınmaktadır. Amerikan sermayesi de büyük otel ve tesisie�e el atmağa başlamıştır. Sahil şehirlerinde yabancı sermayenin çalışmasına imkan sağlanmıştır. Irkdaşlarımızdan öğrendiğimize göre bizim Bulgaristan meselemiz radyo, televizyon ve gazetelerde şimdiye kadar ele alınmamıştır. Nihayet öğrendiğime göre Pekin radyosuna Türkiye'den "Cumhuriyet" gazetesinin gönderildiği bize söylendi.

yalnız

Sinkiyan Muhtar Uygur Bölgesi Çince "yeni", "kazanılmış" veya "kurtarılmış" manalarına gelen Sinkiyan, umumiyetle Türklerin yaşadıkları, bizim Doğu Türkistan ola­ rak bildiğimiz bir milyon altıyüz kilometre karelik bir ülkedir. Rusya, Mogolistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistanla sınırdaştır. Burada muhtelif dinlere mensup kavimler yaşamaktadır. Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatarlar dışında Türk boylarının en kalabalık kısmını 7 milyon nüfu­ füyla eski medeniyetimizin varisi Uygurlar teşkil etmektedir. Araların­ da 5,5 milyon çinli de yaşamaktadır. Hava alanında bizi Folklor Cemiyeti başkanı Kazak Türklerinden Abdürreşid Baypolat ve arkadaşları karşıladı. Biyografilerimiz öneeden kendilerine bildirildiği için bizi tanımakta zahmet çekmediler. O dakika(9)

521


SAYI 317

TÜ R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVll

dan itibaren Urumçililerin misafiri olduk. Bizi Kunlun adlı otele götür­ düler. Pekin'de olduğu gibi bu otel de faydacı bir görüşle büyük tutul­ muş. Otel Ankiıra'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi cesametinde idi .

f:inkiyan Muhtar Bölgesinin başbakanı Timur Devamet adında bir şahıstır. Halk meclisinin seçtiği 15 kişilik divanın başkanıdır. 1978-1379

inkılabı Türkler için fay<lalı olmuştur. Camiler ibadete açılmıştır. Bölgede 12 bin cami ve mcscid olduğunu ifade ettiler. Türkler, Çin'de olduğu gibi her işte çalışmaktadırlar. Ancak hal­ kın büyük kısmı verimsiz topraklarcta çiftçilik etmektedirler. Ananevi aile hayatlarını sürdürmektedirler. Bekaret düşüncesi vardır. Çocuklar sünnet edilmektedir. Türk kızları çinlilerle evlenmemektedirler. Belediye nikahından sonra isteyenler evlerinde dini nikah kıydırmaktadırlar. Türk bölgesinde kadın isimleri dikkate değer : Hankız, Amangül, Gülnur, Çe­ mengül, Tursungül, Ağlaınagül, Ayşem Yasin, Turankız, Goncegül, Hav­ vahan, Dilber, Hatem gibi. 1978-1979 inkılabı Türklerin yönetimde yer almalarına imkan ver­ miştir. Halen içlerinde milletvekili, vali. yüksek memur ve üniversite hocaları vardır. Bir çok şairler, yazarlar, dil bilginleri, tarihçiler, tiyatro ve opera sanat<;:ıları parti hizmetinde maaşlı olarak çalışmaktadırlar. 31 Ekim 1986 günü ikamet ettiğimiz otelde 50-60 kadar Türkolog ve Folklorcuyla bir toplantı yaptık. Toplantıya katılanların bir çoğu orta öğretimden sonra parti okullarında terbiye görmüşlerdir. Bu zih­ niyet içinde samimi veya gayri samimi eser ve faaliyet\erini yürütmek­ tedirler. Toplantıya katılanlardan şair Tayyip Can Yugoslavya'da çıkan "Çevren" adlı sanat dergisinde Nazım Hikmet'in en büyük Türk şairi olduğu ifade ediliyor, bu hususta benim fikrimin ne olduğunu sordu. Ben, "Nazım Hikmet, Türk dilini ustaca kullanan sanatkarlardan biridir. An­ cak sanatını siyasi, geçici fikirlere alet etmiştir. Edebiyatta kalıcı olan aşk, gurbet ve ölüm gibi temlerdir. Nazım'ın za'fı buradan geliyor. Çin'de de kabul edilebileceği gibi 1978 reformundan önceki ed ebi mahsuller bu gün artık değerini bir hayli kaybetmiştir" deyince kıs-kıs gülmeğe baş­ ladılar; birbirlerinin dirseklerine vurduklarını gördüm ve yirminci asırda yaşamış üç büyük Türk şairinin Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın isimlerini verdim.

Urumçi, Pekin'in kü�ük modeli. sıra sıra kavak ağaçları ile süslü bir şehirdir. Türklerin en canlı kültür merkezidir. Azınlık milletleri adlı müzelerinde bütün Türk boylarının etnografik v e canlı hayatlarını gös522

(10)


SAYI 317

Ş. ELÇİN

YIL XXVII

teren teşhir salonları vardır. Bilhassa ananevi Türk çadır hayatı pek güzel düzenlenmiştir. Müzenin müdürü Sabit Bey değerli bir arkeolog­ dur. Turfan çevresinden elde edilen, 3-8. inci asırlara ait 20000 parça yazı ve eserin ele geçtiğini, bunların ancak, şimdiye kadar 2000'inin okuna­ bildiğini ifade etti. Bahse konu eşya ve yazılar deşifre edildiği takdirde tslam öncesi tarihi bilgilerimizden bazılarının değişeceği anlaşılıyor. Urumçi'de Arap harfleri ile günlük gazeteler ve aylık dergiler yayın­ lanmaktadır. Uygurca ve Kazakça gazeteler günlüktür. Aylık Dünya Edebiyatı dergisi Uygurca, "Kökciyek" adlı Kazakça dergi üç ayda bir çıkarılmaktadır. 1960 yılına kadar Arap alfabesini kullanmış olan Türk­ ler 1960-1978 yılları arasında Latin alfebesine geçmişler, 1978'den sonra tekrar Arap alfabesine dönmüşlerdir. tık görüşmelerimizde işin aceleye geldiğini, Latin alfabesinin daha çok yer kapladığı gibi mahzur­ larını sıraladılar ise de bu değiştirmenin, çinlilerin Suudi Arabistan'a ve diğer İslam devletlerine siyasi ve iktisadi sebepler yüzünden şirin gö­ rünmek davasından kaynaklandığını öğrendim. Türkiye'yc hareketimiz­ den bir hafta önce dilci, tarihçi ve şairlerin yeniden alfabe, imla ve gra­ mer konularını ele aldıklarını da öğrendim. Pekin'den üç saat 45 dakikada geldiğimiz Urumçi'den 1 Kasım 1986 günü K8.şgar'a yine uçakla hareket ettik. Urumçi'den itibaren Kaşgar ve sonra Turfan ve Karahoçu seyahatimizde Abdürreşid Bey bizimle bera­ berdi. Mihınanhaneye yerleştik. K8.şgar da Urumçi gibi, hususiyle kavak ağaçları ile süslü bir şehirdir. Kaşgar'a geldiğimiz akşam vali muavini İsa Şakir Bey bir ziyafet verdi. Yemekte 54 yaşındaki Uygur Vali de bulundu. Bize birer K8.şgar �çağı ile Dobba adı verilen başlık-takke hediye etti. 2 Kasım günü K8.şgarlı Mahınud'un şehre 52 kilometre uzakta, Opal adlı köydeki mezar ve külliyesini · ziyaret ettik. 300 bin yen sarfı ile vücuda getirilen eser Uygur mimarisindedir. Hediye ettiğimiz Kur'an, köylüleri memnun etti. Kaşgar'da ikinci bir kültür abidesi de Yusuf Has Hacib için hazırlanmaktadır. Aynı Türk mimar tarafından projesi gerçekleştirilen ve birbuçuk yılda tamamlanacak eser için devlet bizim para ile 600 milyon lira sarf edecektir. K8.şgar pazarı pazar günleri kurulmaktadır. Küçük eşek arabaları ile 70-80 kilometre uzaktan yetiştirdikleri mahsulleri getiren köylülerin bü­ yük bir fukaralık, görgüsüzlük ve hatta iptidailik içinde olduklannı yü­ reğimiz parçalanarak seyrettik. ·

(11)

523


SAYI. 317

TÜ R K KÜ L TÜRÜ

YIL XXVII

Bizim eski alışkanlıklarımızla "Kaşgar" olarak yazıp telaffuz etti­ ğimiz kelimeyi bugünkü Uygurlar "Kaşkaır" olarak yazmakta ve telaf­ fuz· etmektedirler. Kaşkar camilerini gördük. Bir sabah müezzin Hasan Ahun'un okuduğu sabah ezanının Kaşkar semalarında dalgalanışının uyan­ dırdığı teskle de komünizme rağmen İslam dininin en bü:Yük kuvvet olduğu düşüncesine vardım. 3 Kasım'da Urumçi'ye döndük. 4 Kasım günü 202 kilometre uzak­ lıktaki tarihi Turfan şehrine otomobille gittik. Üzüm ve kavunu ile meş­ hur bu şehirde 17 nci asırda mücahit Emin Hoca tarafından başlatıla,n ve oğlu Süleyman'ın tamamladığı Süleymaniye Camiini gördük. 37 metre yiikseklikteki minaresi hususi bir Uygur üslubundadır. Turfan dönüşü tarihi Karahoçu harabelerindeki freskleri gördük. Ayrıca Uygurlara da merkezlik etmiş Yargul harabelerini dolaştıktan sonra Urumçi'ye döndük,

Çinliler, en güzel şehirlerinin güneyde olduklarını söylemişlerdi. Programa Şanghay ve Hançu'yu da almışlar. 6 Kasım 1986 günü Şang­ hay'a; 8 Kasım'da ise Budist mabetlerinin bulunduğu, içindeki gölü ile pok çok turist çeken Hançu'ya trenle gittik. 10 Kasım'da uçakla Urum­ çi'ye döndük. 11 Kasım'da 7000 metre yükseklikteki Tanrı dağlarının 3000 metresindeki Tanrı gölü, halkın Bogdaköl ve Manas destanı­ mızda Asmanköl adı ile geçen kısmına otomobille çıktık. Yol üzerinde sürü besleyen Kazak türklerini ve çadırlarını gördük. Kazaklara suru besleme serbestisi verilmiş. Hayatlarından memnun görünüyorlardı. Aynı gün Pekin'e döndük ve gece Türkiye'ye hareket ettik. Not: Muhtar Uygur Bölgesinde yukarıda arz edildiği gibi imkan­ ların elverdiği ölçüde bir fikk ve sanat hayatı vardır. Üniversite dışında Edebiyat, Sanat ve Folklor Cemiyeti, Pekin'den küçük şehirlere doğru organik bi:r bağlantı halindedir. Tesbit edebildiğim bazı isimler aşağıda sı,ralanınıştır. Dilciler

3)

İbrahim Muti (Uygur) Abdüsselam Abbas (Uygur) Abdüsselam Toktı (Uygur)

4)

Abdülaziz Yakup

5)

Ganizade Gayyurani

1) 2)

6)

Amine Galbar

7)

Mir Sultan

524

(Uygur) (Uygur) aynı zamanda şair

(Uygur) kadm

(Uygur)

(12)


SAYI 317

8) 9) 10) 11) 12) 13) 14) 15) 16)

17)

18) 19)

Ş. ELÇİN

YIL XXVII

Ali Abid (Uygur) Nasrullah Yolboldı (Uygur) Hamid Temir (Uygur) (Pekin Milli Azınlıklar Enstitüsünde) Nimetullah Mincani (Kazak); aynı zamanda tarihçi Mukaş (Kazak) Kadırkan (Kazak) Sabi Gazi (Kazak) Abbas (Kazak) Şükur Yalkan (Özbek) Veysiyü: Çinli kadın. Pekin'de Uygurca uzmanı Gunşimin : Çinli, Uygurca uzmanı. Kutadku Bilik'i çinceye çevir­ miştir Lang Ying (Çinli do�ent, kadın, Manas destanı ve Kutadgu Bilik üzerinde çalışıyor. Folklorcu ( Hi) 'nin karısı.) Akınlar (destan şairleri)

1)

2) 3) 4)

Bozdak (Kazak) Devlethan (Kazak) Hızır (Kazak) Devlet (Kazak) Meşhur Atışma Akınları

1)

2) 3)

4) 5)

6)

Kurınanbek (erkek) Camalkan (kadın) Bubi Mari (kadın) Kalen (kadın) Musliınbek (erkek) Mehmedhan (erkek)

Gamtıeciler 1) 2) 3) 4) 5)

Hayrullah (Kazak) Abdullah (Kazak) Gani Tarjan ·(Kazak) Saken ömer (Kırgız) Tursun Mirza (Kırgız) Tarihçiler

1) 2) 3)

(13)

Niğmet Mincanoğlu (Kazak) Ca.kıb Mırzahan (Kazak) Asgar Tatanay (Kazak)

525


SAYI

T Ü R K KÜ L T Ü R Ü

317

YIL XXVII

Romancılar 1) :l)

3) 4) 5)

6)

7,\

Turdi Samsak (Uygur) : Kılmıs (cinayet) adlı 3 ciltlik bir romanı vardır. Hacı Omar (Kazak) Galım Kanapya (Kazak) . tki romanı var. Tursun Ali (Kazak) . 2 romanı var. Orazkan (Kazak) . İki cilt uzun hikayeleri var. Cahsılık (Kazak) . Bir cilt uzun hikayeler yayınlamıştır. Cumabay (Kazak) . Bir romanı v euzun hikayesi basılmıştır. Tiyatro Yazarları

1) 2)

Zünnun Kadi-r (Uygur) , aynı zamanda romancı Şekur Yalkunı (Özbek) Edebiyat Tenkidçlsi

Mırzahan

526

(Kazak)

(14)


PAIUSTAN'DA AFGANtSTAN TÜRKLERİ: GEZt GtJNLüGü Doç. Dr. Orhan KAVUNCU

8 OCAK 1989 PAZAR

Azadbeg'in "defter"ine akşam geldik. Burada soydaşlarımız yazıhane yerine "defter" diyorlar. Geldikten birkaç saat sonra mütevazi bir me­ rasimle getirdiğimiz hediyeleri ve -30.0� Doları Azadbeg'e teslim editı, yattık. Perşembe günü Ankara'dan trene binerkenki duygularımla hala do­ luyum. Şu anda Türkiye'den gelip Azadbeg'in kampında hizmet veren Türk gençlerle ve Dost Muhammed, Murat Argun ve muallim Abdülhay gibi Afganistanlı Ti.irk dostlarla beraberiz. Azadbeg, Medine'den gelecek olan Abdülhakim Kari'yi karşılamak üzere tslamabad'a gitti. Yarım saate kadar burada olmalarını bekliyoruz. Ben bunları yazdığım sırada aslen Doğu Türkistan'dan olan üç arkadaş geldi. Biri İslamabad'da okuyor, di­ ğerleri de tertemiz Türkler. Okuyan 4 sene önce Doğu Türkistan'dan gelmiş... Bugün sabah saat 10.00 civarında Azadbeg'in yeni yaptırmakta ol­ duğu merkeze gittik. Bu muhterem insanın Uluğ Türkistan davası için yaptıklarını ve gayretlerini gördükr;e onun gibi insanların sayısının Türk dünyasında çok çok artması için Allah'a dua ediyorum. Kaldığımız def­ terden başka yakında bir defter daha var. İnşa edilen merkezden sonra bu ikinci defteri ziyaret ediyoruz. Burada Samangan vilayetinden gelen soydaşlarımız kalıyor. Samangan ismi 25-30 sene önce verilmiş, asıl adı "Aybeg" diyorlar. Aybeg'den dolayı bu isimle anıla geldiğini, ancak Af­ ganistan rejiminin ismi, Samangan ola·rak değiştirdiğini anlattılar. Bu arada defterin önündeki çadırlarda kalan soydaşlarımızda selamlaşıyo­ ' ruz. Bunlarla anlaşmakta güçlük çektiğimi gören diğerleri gelip ' bunlar Farsça konuşur, Türkçe bilmez"diyorlar; Aybeg ismini unutmamaların­ dan dolayı duyduğum sevinç hüzünle karışıyor, garipleşiyorum. öğleden sönra· Sawabi mülteci kampındaki Türkmenleri görmek üzere yola çıkıyoruz. Sawabi, Peşaver'in kuzeyinde Mardan şehrine 1 saat ka(15)

527


SAYI 317

T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

dar mesafede kurulmuş bir mülteci

YIL XXVII

kampı. .. Mardan'da 1 saat kadar

oyalandık. Oğuz, Türkmen Çocuklarına götürmek üzere Türkiye'de tem­ bih ettiğim halde almayı unuttukları defter v.s. almak için ısrar etti, ben

d� onun ısrarına uydum; yabancı bir yerde 100 tane defter almak için çok oyal�dık. Mehmet ŞAHlNGöZ döndüğümüzde gecikmemiz yüzünden

çok fena bozuk attı. Mardan macerasını saymazsak Peşaver'den Sawabi kampı· 3 saat kadar sürdü. Sawabi kampı düz ve geniş bir alanda kurul­ muş, çadır ve kerpiç evlerle dolu bir yer... Nüfusunu sormadım ama yüz­ binlerce insan yaşıyor olsa gerek... Türkmenler ayrı bir mahalle oluştur­ muşlar; toplam 6000 aile olduğunu söylediler. Liderlerinden Rahnıan'm evine indik. Onların ve bizim duygularımızı kelimelerle ifade etmek im­ kansız... Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Sanki yüzlerce yıldır gurbette olan yakınlarına kavuşmanın sevincini yaşıyorlar. Yüzyıllar� hasreti birkaç saatte giderilebilir mi hiç... Yirmi sene önce anlatılsa bir rüya gibi gelirdi; bir büyük ülküyü gerçekleştirmiş gibi... 15-20 dakika oturduktan sonra sofra serildi, ibrik ve leğen dolaştır­ dılar, ellerimizi yıkadık. Pilav ve şiş ikram ettiler, sonra çay içtik. Ye­ mekten sonra kısa bir konuşma faslı geçti. Ahad, bizleri tanıttıktan ·son­ ra, ezcümle şunları söyledi : "Türkiye'den sizlerin mücadelenize destek olmak üzere geldik. Bu desteğe inşallah devam edeceğiz. Sizleri tnuğ Türkistan'm bir unsuru olarak görüyoruz. Türkmen'i, özbek'i ayıtmiyo­ ruz. Türk olduğunuz için Türkiye size yakın davranıyor. Türklük davası dışında Türkmenlik, özbeklik davası güderseniz bu yakınlığı ne bizden ne de bütün Tü·rkiye'den görebilirsiniz. Sizlere bu mukaddes güreşiriizde Allah'm yardımlarını diliyoruz". Rahman yaptığı cevabi konuşmada ken­ dil�rinden beklenen şuurda olduklarını ispatladı. "Kendilerinin Türkiye'ye gelmek istediklerini" söyledi, "bunun mümkün olup olmadığını" sordu. Ahad; "önemli olan kendi yurdunuzda insanca yaşamanız, Afgai:ıistan'­ dan müstevlileri kovmanız, Türk olarak yaşamaya devam etmeniz için gerekli tabii hakları elde etmenizdir. Onun için öncelikle bunu sağlamaya çalışmalıyız. Ancak, bu olmadığı takdirde, sizlerin Türkiye'ye gelmeniz için elden gelen gayret gösterilir" dedi. öğretmenlik yapan genç bir insan vardı; O'nun da iştirakiyle soh­ bet tahsilin önemi üzerine yoğunlaştı. Rahman ve diğer ileri gelenler, toplumun en tabii insani haklarını elde etmesi için okumuş insan�ara sa­ hip olması gerektiğini biliyorlar. Çocuklara defter verdik, sakız dağıttık. Çocuk her yerde çocuk, sa­ kızı farkettikleri anda üzerimize çullandılar. Çok sevimliydiler... 528

Kalk-

(�6)


SAYI

317

O. KAVUNCU

YIL XXVII

lık; avluda fotoğraflar çekileli. Türkiye'de yakını olanlar vardı, onlann istekleri yazıldı, adresler teati edileli. Sonra çıktık dük.kanlan dolaştık, çay içtik, alış veriş yaptık... Biz onlarda paramız kalsın istiyorduk. Yani :bizim için aslında gerçek bir alış veriş değildi. Ancak satıcılar için, yok­ luğun sıkıntının bir göstergesi olarak, olay tam bir alış veriş oldu.

Peşaver'e deftere döndüğümüzde saat 8'e yaklaşmıştı. Birkaç saat sonra Azadbeg Sa.udi Arabistan'dan gelen Türkistanlı misafirlerle Ra­ valpindi'den geleli. �bdulhakim Kari ile karşılaşmamız tam bir şenlikti. Namangan-Mergılan rekabeti dostluğumuzu pekiştiriyor ... Deftere, trfan isimli gazeteci bir arkadaş, Kabil'i kuşatan Bilal'in basin sözcüsünü getirmişti. Tertemiz bir insan... Azadbeg'in Tiil'k olsun Peştun olsun mücahidlere kapısını açması, hepsiyle diyalog içinde ola­ bilmesi beni çok memnun etti. İrfan, gazeteci iki arkadaşımızın diğer parti liderleriyle görüşmek istediğini söyledi. Basın sözcüsü de ırandevu .almak için çalışacağını belirtti. Gece Abdülcabbar'ın şehir merkezindeki evinde misafir olduk. 9 OCAK 1989 PAZAR�t

Sabahleyin kalktık. Akşamleyin yerli kıyafetler için ölçülerimiz alın­ mıştı. Elbiselerimiz hazır; birer tane giydik. Bu elbise, Pakistan'da ve ·sanırım. Afganistan'ın belirli bölgelerinde yaygın olarak giyiliyor. Dizlere kadar uzun ve iki yandan yırtmaçlı, yakalı bir gömlekle, şalvardan oluşan rahat bir kıyafet; Pakül denilen başlık, külah şeklinde,. ancak kenarları dürülerek giyilen bir turnasız kasketi andırıyor. Gömleğin üzerine as­ keri bir çuha giyiyoruz. Alman yardımı imiş... Türkiye'nin şu kadarını bile yapmamış, yapamamış olmasına kahroluyorum. Yerli kıyafetlerle fotoğraf çektirmeye gidiyoruz. Bu fotoğraflar dü­ zenlenecek olan mücahid kimliğimize yapıştıırılacak. Bütün bu hazırlık­ lar, kimlik kartı ve yerli kıyafetler, Peşaver'in güneyinde Pakistan'm "gayri alaka" ilan ettiği bölgede bulunan Miranşah'a gitmek için lAzı.m. öğle namazını mütaakip yola çıkıyoruz. Türkiye'den 7, Suudi Arabistan'­ dan '4 ve tslamabad'da okuyan Doğu Türkistanlı 1 genç olmak üzere biz 12 misafir mücahidlerin arasında kamufle oluyoruz ve kamyonlara da­ ğılıyoruz. trfan'dan haber geliyor; Sıbgatullahi Mücedclidi'den salı gü­ nü saat 10 için randevu almış... Ancak Mi·ranşah'tan o saatte dönecek miyiz belli değil... Yolculuğun ilk 1, 5-2 saati beş altı yerde polis kontrolünden geçerek devam ediyor. Pakistan polisi mücahidlere sıcak bir şekilde ayrıcalıklı

.(17)

529


SAYI 317

T ÜR K K Ü L T Ü R Ü

davrandığını hemen l:!elli ediyor. Ancak iki yerde

YIL XXVII

polis,

anlayamadığım

bir sebeple para istiyor, bizimkiler de veriyor. Bir kontrolde bakıyorum, görevliler sivil kıyafetli. Soruyorum, "gayri alaka mıntıka" başlamış; o yüzden... Bunlar bölgeye hakim yerli aşiretin görevlisi imiş; onlar da sık sık kontrol noktaları kurmuşlar, mücahidler iki yerde de bunlara para vermek zorunda kalıyor. Yol boyunca şehirlerden geçiyoruz; iki yanda dükkanlar sıralanmış, mihmandarımız Molla Melik anlatıyor : "Buralarda her çeşit kaçak eşya satılıyor. Bazı dükkanların önünde asılı koywı post­ larını görüyor musunuz? Onlar o dükkanlarda uyuşturucu satıldığının ala­ metidir. Bu bölgelerde insanlar soyulur, öldürülür. Yerli halkın iki iyi tarafı vardır : Birincisi beş vakit namazlarını kılarlar, ikincisi kadına tecavüz etmezler. Hollandalı genç güzel bir gazeteci bayan geçen sene bir yıl kadar ellerinde kalmış, kendilerine dokunulmadığını anlatmış... Dağ­ lara kadınları çıkar; bir erkeğin dağa doğru yöneldiğini görseler, niyet­ lerinin kadına dokunmak olduğunu düşünüp hemen öldürürler... " Yolda iki· defa durulup namazlar eda ediliyor. Suudi Arabistanlı misafirlerden Hoca Mergilani bizim arabada ve mücahidlerin dindarlığından pek hoş'

nud...

Miranşah'a vardığımızda hava kararmıştı. Burada bütün mücabid par­ tilerinin karargahları var. Hikınetyar'ınki Azadbeg'inki ile bitişik. . Sınır .

boyunca daha birkaç yerde böyle

karargahlarının oldu

gunu

anlatıyor

Azadbeg... Yemekten sonra hafif silahlardan bazı örnekler odaya geli­ yor. Yatana kadar bunları inceleyip, hatıra fotoğrafları çektirip, sohbet ediyoruz.

10 OCAK 1989 SALI Sabah kalktığımda hemen herkes uyuyordu. Kahvaltıdan sonra ata bindik, silahları gezdik. Harun çok güzel biniyor ata. Şahingöz de fena değil. Sonra bir tören yapıldı. Bu, Azadbeg'in Kıt'a teftişi gibi

oldlL

Molla Melik takdimcilik yaptı. Hoca Mergilini Kur'an okudu ve güzel bir dua yaptı. Molla Alim mücahidler, AM.d, ben ve Kiri de misafirler adına konuştuk; Molla Alim "yahşi gaplar ayıttı". Cumartesi, Azadbeg'e getir­ diğimiz parayı, kitapları ve hediyeleri verirken söylediklerim geldi aklı­ ma... Molla Alim'in söylediği her cümle sanki benim düşüncelerimin doğ­ ruluğunu ispatlıyordu. Evet "Türk denizinin çekilmesi

uzun sürmüş, ama

artık yükselme çağı gelmişti. Bu günler denizimizin kabarmaya döndüğü mukaddes günler olsa gerek... " Afgan ordusundan kaçan gencecik bir mücahid ile hatıra fotoğrafı çektiriyorum. Cepheye

cihada gitmek için

sabırsızlanıyor.

530

(18)


SAYI 317

!---

O.

KAVUNCU

YIL XXVII

------

Merasimden sonra iki gaz.eteci arkadaş ve Uğur uzunca bir süre kayboldular ; sonradan öğrendim yakındaki bir Afganistan şehrini kuşa­ tan mücahidlere bir ziyarette bulunmuşlar. öğle yemeğinde Kari huysuzlandı. Azadbeg öğleden sonra bu geç vakitte geceye sarkacak bir yolculuğun tehlikeli olacağını, onun için dö­ nüşü ertesi güne bırakmamızın iyi olacağını düşünüyor. Kari ise, ertesi

gün

Peşaver'de yapılacak şölenin ertelenmemesi gerektiğini düşünerek

söyleniyor. Azadbeg'i bir kere daha takdir ediyorum. Kısa bir tartışma­ dan sonra misafirine hak veriyor ve karar belirleniyor : geri dönüş bu­

gün

yapılacak ... Dönüşte kamyonun birisi yok. . . Bu yüzden ben tek kamyonun üstüne

çıktım. Molla Melik ile sohbet ediyoruz. Türk tarihini çok sevdiğini söy­ lüyor Melik... "Türh tarihinden ne biliyorsun ?" diye soruyorum. "Sultan Mehmed Fatih'i bilir misin ?". "Tabi bilirim Fatih tstanbul'u fetheden pa­ dişah. " "İşte o kuşatmada on

gün,

onbeş

gün

geçmiş . . İstanbul bir türlü

düşmüyor. Padişah, neferlerin içinde hepsinin yahşi olmadığına, yaman kişilerin de olabileceğine bağlıyor. Bunlan bulabilmek için önce birine "canım elma istiyor, getirin" diyor, bu biraz sonra gelip "elma sahip­ lerini bulamadık" diyor. Armut istediği aynı cevapla geliyor.

Sonunda

üzüm istediği birisi üzüm getiriyor, "işte buldum" diyor. Fatih "sahi­ binin haberi olmadan _ gelen bu

üzüm haramdır, neferimin arasında böy­

lesi olduğu için bu tstanbul'u alamıyoruz, asın bunu" ... Nefer diyor ki "Padişahın beni astırma, bu üzüm haram değil ; çünkü kopardığım her salkımın yerine bir altın bıraktım .. " Padişah da bunun üzerine neferi affediyor ve "ancak bunu neferlikten çıkardım, çünkü sahibinden ha­ bersiz üzüm, parası bırakılsa da tize hayır getirmez diyor" diye anlatı­ yor Melik. Bunları hangi kitaptan okuduğunu soruyorum, ismini hatırla­ yamıyor. Tahsilini soruyorum, olmadığını söylüyor, "bir buçuk sene oldu cihaddan buraya geleli, bu zamanda medresedeki kitaplıkta kendi ken­ dime mütalaa kıldım". Daha sohbet ediyoruz. "Buri'yi bilir misin" diye soruyor. Anlayamıyorum "çakal var hani, kimse korkmaz, Buri'den her­ korkuyor". Anladım : "Bozkurt" diyorum. Devam ediyor : "Dün­

kes

yanın yedi harikasından biıi Türklere karşı yapılmış ; Çin Seddi

km. boyunda 13

km. eninde... Başka ıtarallara

7000

karşı yapmamış bize

karşı yapmışlar. Hiç Çakal'la Buri bir olur mu ?" İki gün sonra bir ar­ . kadaş "börü" deyince anlıyorum. "Böri" eski yazıda yazıldığı

zaman

"buri" okunur. Melik anlatmaya devam ediyor : Cihangirler hep bizden çıkmış Atilla, Cengiz, Timur, Babürşah ... " Bu ara bakıyorum gazeteci ar­ kadaşımız Emin fotoğraflanmızı çekiyor. Orjinalliğimiz

(19)

: sağ tarafıma 531


SAYI 317

T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

YIL :XXVII

bir mücahidin yaslanmış uyuyor olması. . . Daha iyi görünmesi için hafif çekiliyorum, o anda doğruluyor uyuklayan mücahid, bakıyorum : bizim Oğuz. Yolda kamyonun üstünden, Azadbeg'in sürdüğü jipe terfi ediyo­ rum. Peşaver'e geldiğimizde vakit hayli geç . .

11 OCAK 1989 ÇARŞAMBA Dr. Abdülcabbar öğleden önce bizi Peşaver'e çarşıya götürüyor. Mak­ sadımız alış veriş yapmak. Bir §apan alıyorum. 180 rupiye, bitişik dükkan

600 rupi istiyor. Yılan derisi tavsiye etmişti bölüm başkanım Ayhan Hoca ... Dr. Cabbar "vardır" diyor ama, bulmaya vakit kalmıyor. Çünkü, öğleye medresede olmamız lazım. Melik'in bir buçuk yıl "kendi kendine mütalaa kıldığı" medrese. Afganistan'daki savaş,Peşaver çarşısına yan­ sımış. Mücahidlerin "ganimet"leri dükkanlarda antik bir değerle satılıyor; Bir Türkistan'lıya uğruyoruz; Ahad bey istanbul'dan getirdiği bir mektubu veriyor soydaşımıza. Mektubu gönderen kişi 3-4 yıl önce

bu

soydaşımıza 250 dolar ve beşbin TL. bırakmış ... Emanet aldığı banknot­ ları saklamış ki, soydaşımız ; içeriden aldığı zaman nasıl sarmaladıysa öylece kaldığı belli para yumağını getirdi. Medrese, Mı.irat Argun'un kaldığı ve nezaret ettiği defter.. Kitaplıkta,

Türkiye'den gelmiş, Pakistan ve Afganistan'dan alınmış birçok kitap var. Dersler yapılıyormuş, ancak şimdi son vermişler. Avluda, yerlere .se­ rilmiş kilimler üzerine oturmuş mücahidler bizleri bekliyor. Azadbeg ve Suudi Arabistan'lı misafirler geliyor. Şair Nefir, Bize "hoş geldiniz" şiiri okuyor. Ahad, ben ve Abdülhakim Kari konuşuyoruz. Bu tip toplantı­ larda konuşmalarda alkış adeti yok ... Heyecan halinde "Nara-yı Tekbir" diye birisi sesleniyor ve topluluk hep birlikte "Allahüekber ! " diyor. Merasimden sonra bütün topluluk birlikte pilav yiyoruz. Şimdiye kadar bütün yemeklerde çatal, kaşık kullanmıştık ; ilk defa elle pilav yiyoruz. Yemekten sonra Türkiye'ye okumaya gelmesi muhtemel gençlerle konu­ şuyor Ahad bey. Türkiye'den gelmiş arkadaşlarla bazı problemleri var mı diye konuşuyoruz. Daha sonra bir odada Mehmet bey, Murat Argun'­ dan Parti'nin tarihçesi, yapısı ve faaliyetleri hakkında bilgi alırken ben de öbür odada Şair Nefir ile sohbet ediyorum. Şair Nefir çok bilge bir kişi. Şu anda merhum Sadri Maksudi'nin "Milliyet duygusunun sosyolo­ jik esesları"nı okuyor. . . Dilaver CEBECi'nin şiir kitabını İstan bul'dan getirmiş. Gün çabucak . geçti. Peşaver'de son gecemizde yatmak üz.ereyiz. Ka­ lan bir miktar parayı ve bazı arkadaşlarımızın zekatlarını da verip Azad-

532

(20)


SAYI 317

O.

KAVUNCU

YIL XXVII

beg'den bütün bu paraları teslim aldığına dair bir belge düzenleyip im­ zalamasını istiyorum. Aniden tabancasını çekiyor ve "ne parası ?" diye bana doğrultuyor. Ben de "sana verdiğim 3,5 Milyon Dolar vardı ya di­ yorum". Gülüşüyoruz. Belgeyi İngilizce yazdırıyor. Hakim medeniyet, İn­ giliz kültürünün eseri, yani Anglo-Sakson medeniyeti...

12 OCAK 1989

PERŞEMBE

Yola çıkışımız hayli hüzünlü bir vedalaşmadan sonra oluyor. İ sla­ mabat yolwıda Kabil ve İ nduz nehirlerinin kaynaştığı muazzam bir su çatını görmek üzere 5-10 dakika duruyoruz. İslamabad'da büyük elçi­ liğimizi ve Afgan Mültecileri Pakistan Yüksek Komiserliği Başkan Yar­ dımcısını ziyaret, yaptığımız ilk ve önemli işler... Suudi Arabistan'lı soy­ daşımız Pulat Eke hava alanına bırakılıyor. Kral Faysal Camiini ziya­ ret ... Cami bir mabet ama bir İslam mabedi olduğunu vurgulayamayan bir modern düşünce mimarisine hakim... Yine de Vedat DOLAKAY'a minnet ve takdir duyuyorum. Azadbeg'in Çin Lokantasnda

bizler için

verdiği mükemmel ziyafetten sonra küçük bir alış veriş ve Azadbeg'in babası Varis Kerimi'nin evine gidiş günümüzü dolduruyor. Bir büyük in­ sanı ve ailesin i tanımış olmanın heyecanı ile doluyuz. Saat gece Ol.30'da hava alanındayız. Vedalaşma esnasında kendine hakim olabilen kimse herhalde yok... 15 senedir tanıdığım Mehmet ŞAHtNGöZ'ü ilk defa ağ­ lar görüyorum. Dr. Cabbar'ın narası Mehmed'i içten vurmuş : "Kaysı vakitte yardım edeceksin ey Türkiye ! .. " Azadbeg en son ben kapıdan girene kadar el sallıyor. Ey büyük Allah'ım sen bilirsin ! ..

(21)

533


1988

DOGU TVRKİSTAN SEYAHATi

Hatice ORALTAY

Aslında, benim Doğu Türkistaıı' a ııeyahatim daha

evvelden

b3.1Jlamıg

sayılır.

Hükmü okuyuculann vermesi için kısa açıklamada bulunmayı uY'gun gördüm. Ben

de,

Türkiye'ye dışarıdan gelen

"Dış Türklerdenim".

Şimdi

Bulgarın zul­

mü altında olan, Bulgaristan'daki Kırcalı'nın Mestanlı kazasının Ye.kup Hoca.oğlu köyündeki "Halil PaşaA>ğullan" lakabiyle

tanınan ailedenim.

Biz

Türkiye'ye Ocak

1950'de geldik . Evvela !zmit'e sonra, Denizli'ye iskan edildik. Daha

sonra ailemiz,

Salihli'nin Kurtuluş Mahallesine yerleşti. Sadece göçmenler için kurulan "Kurtulug Mahallesine" 1954 senesinde, Doğu Türkistanlı Kazak Türkleri de _iskii.n edildi. He­ nüz onbir yagında olan ben, Kazak Türklerini ilk defa o zam.an gördüm. 1963 senesinin ilkbaharında bir gün, öğretmenlik yaptığım

okuldan

Oturay'la

eve dönüyordum. Oturaydan inince, yağmura tutuldum. O zaman, Kurtuluş Mahal­ lesindeki iki katlı tek ev olan Hacı Alibeg Hakim'in evine doğru kogtum. Yağmur­ dan konınm.an için, evin kapısının saçaklarının altına sığındım . Tam o sırada kapı açıldı . tçerden orta Y8.1Jlı, sakallı , nur yüzlü bir adam çıktı . . - "Kızım ıslanmıgsın gel içeri gir. Kurulan" diye içeriye davet etti . Salihli'de herkes, "Türkistanlıların Alibek Hakim diye bir lideri varmış" diye konuşurdu. Fa­ kat, ben kendisiyle hiç kargılagmamıştım. Meğer beni içeri davet eden Alibeg Ha­ kim'miı;. İçeri girdim . Kurulandım. Merhum Alibeg Hakim şöyle bir bana baktık­ tan sonra : - "Kızım sen benim gelinim ol" dedi. Ben de gaka kabul ederek : - "Olayını, oğlunuzu göreyim" dedim. Nasip imiş. Daha sonra, yağmurdan sığındığım eve gelin oldum. Alibeg Hakim'in büyük oğlu Haııan

ORALTAY'la evlendim. öylece, Prof, Dr. Orlıan Türkdoğan'ın ,

"SALİHLİ'DE TüRKİSTAN GÖÇMENLERİNİN YERLEŞMELERİ" adiyle 1969 se. nesinde ATATüRK üNtvERSİTESt tiırafınclan yayınlanan kitabındaki konulardan biri de oldum. Hasaıı Oraltay'la

evlenerek Doğu

Türkistan

Kazak

Türklerinin

liderlerinden

Alibeg Hakim'in gelini olduktan sonra, tam bir Kazak Türkü gelini olmaya gayret ettim. Bazı dostlanmızın iltifat olarak "TURAN PALAS" dediği

evimizde, TüRK

Mtt..LtYETÇİLERtNİN ileri gelenlerinin bazılannı ağırlama gerefine nail oldum. Mesela,

bizim "TURAN PALAS"da Z.V . Togan, Abdulkadir tnan, Nihal Atsız,

Hamza Sadi Özbek, Kemal Fedai Coşkuner, İlhan Darendelioğlu, Mehmet Eröz gibi Allahın rahmetine kavu§muş Türk Milliyetçilerine hizmet etmek nasip oldu . Aynı zamanda da, "TURAN PALASIMIZDA", yani gerçek Kazak Türkü gelini olmaya

534

(22)


SAYI 317

H. ORALTAY

YIL XXVll

çalıgtığımız evimizde ; Orhan Şaik Gökyay'lar, Alparslan Türkeş'ler, Reha Oğuz Türkkan'lar, Orhan Türkdoğan'lar. Turan Yazgan'lar, Halük Karamağaralı'lar, ı:-ıec­ meddin Hacıeminoğlu'lar, İsmail Hakkı Gökhun'lar, Mustafa Kafalı'lar, Ahmet Bi­ can Ercilasun'lar, Veli Soysaldı, Galip Erdem, Mehmet Yılmaz Arıyörük, Faruk Sü­ · mer, Mustafa Erkal, Nejat Diyarbekirli, coşkun Duygu ve daha niceleri gibi çok 11aygıdeğer konuklarımız oldu. Evimizde, hemen hemen her gün konu olan Türkis­ tan meselesi, adı geçen saygıdeğer konuklarımızın teşrifleri sırasında da, daima tek­ rarlanırdı. Dolayı.siyle, Hasan Oraltay'la evlendiğim 1964 senesinden itibaren ken­ dimi hep Doğu Türkistan'da hissediyordum ve Doğu Türkistan'ı görmeyi arzuluyor­ dum. O arzum, 1988 senesinde gerçekleşti. 1988 Doğu Türkistan seyahatine Hasan ve küçük oğlumuz Bögenbay'la birlikte çıktık. 21 seneden beri oturduğumuz Batı Almanya'nın Münih şehrinden Doğu Türkistana doğru 10. 08.1988 günü hareket ettik . Lufthansa uçağiyle tstanbul'a geldik. 11.08.1988 günü akşam saat sekizde Çin Hava Yolları uçağiyle Doğu Tür­ kistan'a doğru yola çıktık. Gece yarısında Birleşik Arap Krallığının Sarca şehrine indik. Bir saat moladan sonra gene havalandık. 12.08.1988 günü Urumçi saatiyle 12.00'de Doğu Türkistan'ın başkenti Urum çi'ye vardık. , _ U rumçi hava alanındaki, Çinli, Uygur ve Kazak gümriik memurları, bizim "ka­ raborsa ticaretle meşgul olan kimseler olmadığımızı" anlayınca, herhangi bir zorluk çıkarmadı. Hava alanından biz, doğruca "Xlnjia.ng Ymgbmg Guest House" resmi ko­ nuk evine gittik. Urumçi şehrinin kenarında yeşillik ağaçlıkların arasında gayet lüks ve küçük villa tipindeki 10 ayrı konuk evinde, bize denildiğine göre, daha ev­ vel, Batı Almanyanın Başbakanı Helmuth Schmidt, Türkiye'den de Halil Şıvgın gibi misafirler kalmış. ilç kişi

Konuk evine vardıktan sonra, hemen oturma odasının salonundaki masanın üzeri Kavun-karpuz, elma-üzüm gibi meyvalarla dolduruldu . Bir müddet dinlendikten sonra, davet üzerine aşağı kattaki yemek salonuna indik. Sofra, çeşit.çeşit Çin yemeğiyle doldurulmuştu. Mihmandarımız ve Uygtll' olan garson kız , yemekte "domuz karışımı" olmadığını bilhassa belirttiler. 13.08.1988, Urumçiye vardığımızın ikinci günü , özel bir arabayla, §ehrin mer­ kezine gittik. (Taksi, şahıslara ait olan araba görmedik) . Kaldığımız Otelin §ehrin merkezinden hayli uzak olduğunu fark ettil{ . Postahaneye uğradık. Bankada para bozöurduk . Bazı mağzalara gittik. Biz, bankada para bozdururken, bankanın içinde duran iki Uygur, "hey al{­ çanızı ona vermeyin, biz bir yuan fazlaya tozamız" diye seslendi. Bizim mihman­ dar onu duydu . Ama, hiç karışmadı. Daha sonra, biz aynı kişilere para bozdurduk. Hakikaten bir yuan fazla verdiler. Mesela, bankada bir Batı Almanya markına 1 . 94 yuan veriyorlardı. Karaborsalar ise üç yuan veriyordu. 13 . 08.1988 Cumartesi günü resmi olarak verilen "hoş geldiniz" yemeğinden sonra, Prof. Nimet Mınjanulı'nın evine gittik. Kendisi, 1986 senesinde TÜRKELİ Komitesinin davetlisi olarak Almanya'ya gelmiş ve konferanslar vermişti. Daha sonra Türkiye'ye de uğramıştı. Eşimin ailesiyle çok eskiden de tanıdık oluyordu. Biz oradayken, tesadüfen Millethan Alenulı geldi . Millethan � eğ, Cengizhan'ın 23 . torunu oluyormuş, Hasan'ın ve tarihçi olan Nimet Mınjanulı'nın dediğine göre , Mil­ lethan beğin babası ve dedeleri Kazakların Hanı olmuşlar. Kazak Türkleri onlara

(23)

535


SAYI 317

T Ü R K KÜ L T Ü R Ü

YIL XXVII

"töreler" derlermiş. Onlar, "aksüyek - beyaz kemik" yani aristokrat - asilzade . sayıl­ dıklan için son zamanlara kadar "töre" olmayanlarla evlenmiyorlarmış. Millethan· beğin babası Alen, Altay'daki Kazak Türklerinin Hanı olmuş, Amcası Şerifhan da, Doğu Türkistan Kazak Türklerinin en ileri gelenlerindenmiş, 1938'de tevkif edil­ miş. Daha sonra öldürülmüş ( ! ) . Millethan beğin annesi Hadıvan Hanım, Doğu -Tür­ kistan'ın başkenti Urumçi'nin ilk ve son Hanım Valisi olmuŞ, Millethan beğ, şimdi Çinceden Kazak Türkçesine kitaplar tercüme eden idarede çalışıyormuş. Biz, Prof. Nimet Mınjanulı'nın evindeyken, Nimet Mınjanulı'nın 1987 senesinde yayınlanan "Ka.za.klaruı KıslM!a Ta.rlhl." adlı kitabı konu edildi. Bu arada, Doğu Tür­ kistan'a gitmiş olan Türk Kültiirlinü Araştırma Enstitüsünün Başkanı Prof. Şükrü Elçin'in de kulağı çınlatıldı. Niğmet Mınjanulı, Şükrü Elçin'in, Tanrı Dağının te­ pesindeki, "Tanrı Gölü,. denilen ve Ergenekon Destanındaki Bozkurtun dağı dele­ rek çıktığı yer olduğu söylenen civara vardığı zaman ''ben hacı oldum" dediğini an­ lattı. Prof. Şükrü Elçin'e, Prof. Turan Yazgan'a. Prof. Ahmet B . Ercilasun'a ile­ tilmesi ricasiyle imzalı üç adet "Kazak'ın Kısaca Tarihi" kitabını verdi. Daha sonra başkasından duyduğumuza göre, Prof. Nimet Mınjanulı'nın adı geçen kitabı bazı sansürlere uğramış. Ama, bize verilen nüshalar onlardan değilmiş. 14.08.1988 günü kahvaltıdan ·.-ıonra iki arabayla Prof. Nimet Mınjanulı'nın da refakatinde "Biyango Sarqıraması - Biyango Çağlayanına" gittik. Urumçi'nin gü­ neyindeki KARATAV yani Karadağın yamaçlarından akan Taşınku ırmağı dere­ siyle gidilen çağlayanda yerli halktan fazla Çinli vardı. \

Taşınku ırmağının bu bölgesinde, 1948 senesinin kış aylannda Alibeg Hakim'ler bir müddet bulunmuş. O sıralarda 15 yaşında olan Hasan, bazı olayları tepeleri de göstererek anlattı. Aynı Taşınku ırmağının aşağı vadisinin batı yakasına yakın KOŞTI ovasında, 1949 senesinin Ükbaharında olan gizli toplantıya (2) Prof. Nimet Minjanulı da katılmış. Oralardan geçerken Hasan hayli heyecanlanıyordu. Biyango çağlayanında bir hayli Kazak Türkünü gördük. Eskiden buralarda hiç Çinli yokmuş . Ama şimdi yerli halktan çok Çinli göze çarpıyordu. Çağlayana varan

Japon, Hongkonglu turistler ile Çinlileri ata bindirerek para kazanmaya çalışan ufak kazak çocuklan da çoktu . Bir tanesi azgın bir aygırla dola§lyoordu ve ufa­ cıktı. Merak ettik yaşını ·.-ıorduk. Yaşı altıymış . Belki yanlıştır diye başkalarından da sorduk. Gerçekten öyleymiş. Onun atına binmeye hiç kim.se cesaret edemiyordu. Küçük yaşta öyle azgın aygırla dolaşması hoşumuza gittiği için kendisine para vermek istedik. "Atıma binmedin ki paranı ne diye alayım" diye kabul etmedi. Onun öyle davranmasını Hasan "işte gerçek Türk, hak etmediği parayı almıyor" diye yorumladı. nk olarak Biyango çağlayanında ve daha sonra karşılaştığımız Kazak ve Uy­ gur Türkleri, yanlarına biz yaklaşmazsak, kendileri pek sokulmuyordu. Hasan, imkanı olduğu kadar gittiğimiz ve durakladığımız her yerde gördüğü Kazak ve Uygur Türklerine yaklaşarak selam veriyordu. Kılık kıyafeti oranın insanına ben­ zemeyen, takım elbiseli, kravatlı, elinde foto-kamerası olan birisinin ·.-ıelam vererek kendilerine yaklaşması hemen dikkatlerini çekiyordu . Ama soru soran, nerelisiniz ( 1 ) H. Oraltay, Kazak Türkleri, (2) A.G.E., sh. 185. 536

2.

Baskı, sh. 60 ve 103-105.

(24)


SAYI 317

H. ORALTAY

YIL XXVII

diyen çok nadir oluyordu. Bizim de sohbet ederek uzunca konuşmaya vaktimiz ol­ muyordu . Mihmandarlar veya şoförler gitmemiz gerektiğini tavırlarıyla belli edi­ yorlardı . İşte onun için Hasan, selam verdikten sonra, hemen "Türklye'den geldik. Ben, vaktiyle burıİdan giden Alibeg Haklm'in oğluyum" diye kendisini tanıştırırdı . . Yaşı kırkdan yukarı olan Kazak Tilrlclerinin, bazılarının hemen ağladıklarına şa­ hit olauk. Ama, yanımızdaki yerli kıyafette olanlara baktıMan rnnra bize tekrar bakarak çekindiklerini belli edenler de gözümüzden · kaçmıyordu. Onlara, yanımız­ dakinin birinin Prof. Nimet Mınjanulı, diğerlerinin de mihmandarlar olduğunu be­ lirterek konuşmamızı devam ettiriyorduk. Biyango_ Çağlayanında, elli yaşlarında bir Kazak Türkü merhum kayınpederim Alibeg Hakim'in adını duyunca, doğru mu der gibi Nimet Mınjanulına baktı. Nimet beğ, kendisini tanıtınca, sizi tanıdım . Ama bu kişi hakikaten "Alibeg'in oğlu mu ?" diye sordu. Nimet beğ "evet" deyince, hemen Hasan'ın eline sarıldı ve "mübarek babanızı vaktiyle bir defa görmüştüm" diye ağladı . Ve sonra "vefat etmiş diye duydum. Allah rahmet eylesin" dedi. Gittiğimiz her yerde, merhum ıkayınpcderim Alibeg Ha kim'in ad ı ve benim Türkiye Türkü olmam hep dikkati çeken başlıca faktör oldu. Ha:;an 'ı babasının adiyle tanıyanlar hemen bana bakıyorlar. Nimet beğ veya mihmandarımız, " 'Hatice, Hasan'ın hanımıdır. Türkiye Türküdür" deyince, hemen "Türk eken, Türk eken. Tür­ kiyadan kelipti" diye bütün dikkatler bana çevriliyordu. Ben de, Kazak Türkü ade­ tine uygun olarak, Kazak Türkü lehçesinde hal-hatır soruyoıdum . Merak büs-bütün artıyordu. Sonra, oğlumuza bakıyorlardı . Oğlumdur adı Bögenba y deyince merhum kayınpederimi tanıyanlar "atasının adını" koymuş diyorlardı. Biyango Çağlayanına giden derede çok Kazak Türkü yurdu gördük, Bir tanesine götürdüler . Herhalde daha evvelce hazırlanmış gibiydi. İçindeki eşyaları ter-temizdi . Bol kımızı vardı . Yemekleri de hazırdı. Nurfatima adlı genç bir Kazak hanımı vardı. Çok iyi ağırladılar. Orada, merhum Hamza Uçar'ın akrabası olan Jantas Kabiken'i de gördük. Ağabeyiainin bir kaç sene evvel davet üzerine Türkiye'deki akrabalarına gidip geldiğini anlattı. 15.08.1988 günü gene iki arabayla otelden hareket ettik. Prof. Nimet Mınjanulı ve torunlariyle eşinin de refakatinde Tanrı Dağının "Boğda Dağı" denilen tepe­ sinin üstündeki "Tanrı Gölü" denilen göle vardık. Turf.an ile Urumçi arasmdaki bu dağın Turfan tarafı sanki yanmış gibidir. Hiç bitki yok, simsiyah taş. Bazı yer­ leri de ateş koru gibi kırmızımtırak. Urumç:i tarafı ise yemyeşil ormanlarla kaplı. Efsaneye göre, Tanrı Dağının bu mıntıkası "Bozkurtun yol göstermesiyle dağı eri­ terek çıkılan yerdir". Biz Tanrı dağının tepesinde sabahtan akşama kadar kaldık. Gemiyle gölü dolaştık. Bol resim çektik. Oralardaki Kazak ve Uygur Türkleriyle konuştuk. Turfan'a yakın "Pişen" kazasından gelen bir grup Uygur Türküyle kar­ şılaştık. Evlenecek gençleri dolaştırıyorlarmış. ;Bizden resim çekmemizi, çekilen rı:s­ mi kendilerine göndermemizi rica ettiler. Biz de yerine getirdik.

Tanrı Dağının tepesinde de, yabancıları ata bindirerek para kazanmaya çalışan Kazak Türkü çocuklarını gördük. Orada bilhassa dikkatimizi çeken bir husus, bir Kazak Türkünün atıyle yabancılara ait olan torbaları getirdikten sonra beklemesi oldu. Hasan hemen, selam vererek yaklaştı. Kendini tanıttı . Babasının adını söy­ ledi. Adam hemen yerinden fırladı "carıktıktı - mübarek şahsı duydum" dedi. Son­ ra, kendisinin ne diye burada beklediğini sorduk. "Bir rusu bekliyorum" dedi. Ne

(25)

537


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

rusu, nereden gelmiş diye sorduk. "Bilmiyorum nereden geldiğini. Saçı ııarı gözü gök rus işte" dedi. Sonra anlaşıldı rus dediği Australyalı bir ingilizmig. Biz onunla da konuştuk . Orada, hükümete ait olan bir otel var. Otelde bir akgam yatmak için 30 yuan vermek gerekiyor. Ucuzluk peşinde olan turistleri oralardaki Kazak Türk­ leri hemen evlerine götürüyormuş. Kahvaltısı dahil, akşam konaklamaya 10 yuan alıyormuş. 16. 08.1988 Pazartesi günü Urumçi'den Turfan'a doğru yola çıktık. Yola "Da­ vanşın" geçidinden geçtik. Bu geçitte vaktiyle çok savaşlar olmug . O sa.vqlar sı­ rasında şehit olanları hatırladık . Ruhlarına fatiha okuduk. Turfan'da "Mıng Üy" de denilen tarihi mağaralara gittik. "İdikut", "Karakoca.", "Ya.rgol-Cargol" gibi Türk tarihinde önemli yeri olan tarihi hatıraları gezdik. "Üzüm Sergisini" ve Özel Şa­ hıslara ait olan dük:ıcanıar bulunan çarşıyı gezdik. Akşam üstü de Uygur gençlerinin folklor gösterisi yaptığı konsere gittik. 17.08.1988 günü Urumçiye döndük. Sabah Turfan'dan hareket etmeden evvel, Turfan'ın yer altından su çıkarma usulü olan "karizleri de" gördük; 17.08.1988 günü Turfan'dan tekrar Urumçi'ye geldik. Otele giderken kımız al­ mak üzere, Urumçi'deki "Kazak Lise:ıine" gittik. Fakat, artık orada kımız satıl­ mıyormuş. Okul tatil olduğundan öğretmenler dağılmış. Kımız "garaj yakınında bir yerde satılıyor" dediler. Oraya .gittik. Kımız içmekte olan bir. hayli Kazak Türkü gençle karşılaştık . Mihmandarımız "kımızı alalım. Otele gidelim orada rahat içer­ siniz" dedi . Hasan kabul etmedi. Hemen kımız içmekte olan Kazak gençlerinin ya­ nına gitti. Adeti olduğu gibi selam verdi ve "T!irkiye'den geliyoruz. Ben 1949 sen e­ sinde buradan kaçan Alibeg Hakim'in oğluyum" dedi. Gençlerin bazıları pek ilgi duymadı. İki üç tanesi yerlerinden kalktı. Sonra anladık, ilgi duymayan gençler maalesef Kazakça bilmiyormuş. Konuşurken, gençlerin ba2alarınm· babalannın, vak­ tiyle merhum kayımbabamla beraber kaçan ve yolda kalmış olan kimseler olduğu anlaşıldı. Gençler, bize, "sizde de buradaki gibi mecburi doğum kontrolü var mı ?" diye sordular. Sonra, Çinlileri işaret ederek, "sizde karınca gibi gelmekte olan bun­ lar yoktur" , dediler. Diğer bir genç de, mihmandarımız olanlardan birisini işaret ederek, "bunun sizin yanınızda ne işi var ? " dedi . Orada oturan orta yaşlı bir Kazak Türkü ona müdahale etti . "Dikkatli öl" dedi. Biz, Kazak gençlerle beraber kımız içerek üç saat oturduk. Gençler benimle konuşarak Türkiye Türkçesinin Kazak Türkçesiyle farkını bilmek istediler. Bu arada bizim Bögenbay'la da konugtular. Bö­ genbay'ın Kazakça anladığını ve Türkiye Türkçesince cevap verdiğini görünce, yan ­ larındaki susan gençlere döndüler. "Bunlar, on yaşındaki dıganda doğan Bögenbay kardeşimiz kadar da Kazakça bilmiyor. Ama kabahat bunlarda değil ki" dediler. Dediklerine göre, Kazakça bilmeyen gençlerin bulunduğu yerlerde, Kazak ve Uy­ gurlar azmış. Hep Çinli doluşmuş. 18.08 . 1988 Perşembe günü otelde dinlendik. Urumçi'deki bazı dostların, tanıdık­ ların ve akrabaların evine gittik. Çarşıya çıktık. 19.08 . 1988 Cuma günü Urumçi'den iki arabayla dokuz kişi Altay ve Ta.rbaga.tay tarafına yola çıktık. Hasan, ben ve Bögenbay üçümüz misafirdik, Prof. Nimet Mmjanulı ve torunu Devren de bize refakat ettiler. İki mihmandarımız ve iki ara­ banın şoförleri olarak kafilemiz dokuz kişi idi. Urumçi'den çıktıktan 32 km. sonra SANCI denilen kazaya geldik . Buranın yerli halkının çoğu "Tüngen" denilen Çinli müslümanlarmış, Kaza merkezinln dışında Kazaklar da var. Burada. 1949'dan sonra Sıdık Batır adlı bir Kazak TürkOnün

538

(26 )


SAYI 317

H. ORALTAY .

YIL XXVIl

önderliğinde büyük sava.şiar olmuş. Kazak Türkleri mağlQp olmuş. Sıdık Batır ve arkadaşları kur§Ulla dizilmiş . Sancı kazasına §imdi "Tüngen Avtonom oblısı" da deniyormuş. Urumçi'den 75 km sonra da KUTUBİY denilen kazanın merkezine geldik. Bu kazanın yerli halkı eskiden sadece Kazak-Uygur ve Tüngenlermiş. Şimdi ise, Çin­ liler çoğunluk olmuş. Bu kazada da, 1949'dan sonra millt ayaklanma olmuş. Orazbay Alioğlu denilen Kazak Türkünün önderliğindeki ;ıava.ş da be.atırılmış, Ve pek çok .kişi kurşuna dizihniş. Urumçi'den 135 km sonra da Manas kazasına geldik. l\lanas nehrinin doğu tarafında. Burası,

1944'de

kazası, Manas

kurulan "Şarki Türkistan Cumhuriyeti"

hükümeti ile Çin'in hududu olı;nuş. 1945 sensinde "Şarki Türkistan Cumhuriyeti" ordusu Manas nehrinin batı tarafına geldiği zaman Çinliler köprüyü yılmuşlar. Da­ ha sonra, sulh konuşmaları başlamış. Fakat durum değişmemiş. 1949 senesinin 'i!O­ nuna kadar Manas nehri hudut olarak kalmış. Şimdi bile Manas nehri bir nevi hudut ;ıayılıyor. Mesela, Manas nehrinin batı tarafında, Çince ve Kazakça yazılar göze çarpıyor. Oysa, nehrin doğu tarafında Çince veya Uygurca yazılar haJd.ın. Daha açıkçası, Manas nehrinin batı tarafı, ne, Altay ve Tarbagatay vilayetleriıı1 içine alan "Kazak Avt-0nom Manas kazası çevresi , dığı ve Doğu Tilrkistan'ın

Bölgesine" dahil.

merhum

kayınbabam

milli istiklal

Alibeg Hakim'in

hareketine

vaktiyle yaşa­

büyük katkılarda bulunduğu

bölgedir. Bu hu;ıusta Hasan'ın kitaplannda ve bazı yabancıların eserlerinde etraf­ lıca bilgi verilmiştir ( 3) . Manas nehrini hemen geçtikten sonra, 1945 senesinde adı "Galaba - Zafer" ola­ rak değiştirilen

nahiyenin

yerine, eski Çince

adiyle

büyük

bir

şehir kurulmuş.

"Şıybanzı" denilen yeni yerleşim merkezinde 500.000 ( y,anm milyon) Çinli olduğu söyleniyor. Çinlilerin çokluğu dolayısiyle, yerli halk oraya "Şav-Şanhay" yani "kü­ çük-Şanhay" diyorlarmış. Urumçi'den 180 km sonra SAVAN kazasının merkezine geldik. Buranın eski adı ''Sa.ndıkozı" imiş, Kazanın eski merkezi olan ve 1945 senesinde adı "Oyba.zar" olarak değiştirilen, merhum Alibeg Hakim'in kaymakamlık ettiği

"Köhne Savan"

daha aşağıda kalıyordu. Manas-Savan civarı Ha·;ıan'ın onbeş yaşına kadar ya.gadığı yerdi. Dolayısiyle, onun gördüğü her Kazak ve Uygurla konuşması daha heyecanlı oluyordu. Savan'ın kaza merkezinden batıya doğru biraz yürüyünce, eskiden Or­ manbak denilen, Anjıkay'a geldik. Korkıs nehrinden geçtik. Bu köprü ve Anjıkay bölgesi 1945'de şiddetli savaşlara sahne olmuş. Daha sonra, Şlyhu-Maytav şehirlerine yakla.gtık. Bu iki şehir, 1945 senesinde "Şarki Türkistan Cumhuriyeti" askerleriyle Çinli askerlerin en şiddetli savaşlar yaptığı bölge imiş, Ama, şimdi halkın yüzde yetmişi Çinli olmuş. Urumçi'den 262 km sonra da KÜYTÜN denilen

şehre geldik. Burası e·;ıkiden

boş ova imiş. Tamamen yeni yerleşim merkezi kurulmuş, Burası, 1949'dan sonra, bir müddet "Kazak Avtonom Bölgesinin" başkenti olmuş. Şimdi pek çok fabrikalar varmış. Kazakça basım evlerinin bazıları da burada imiş. Hallonın yüzde doksanı (3) Alibeg Hakim'in

MANAS-SAVAN

bölgesindeki Milli

Mücadeleleri

hakkında

Hasan Oraıtay tarafından· yazılan : KAZAK TÜRKLERİ, 2. Baskı, 1976 İstan­ bul ve ALAŞ, 1973 İstanbul adlı kitaplarda, aynca lngillz yazan, Godfrey LİAS'in Türkçeye "GÖÇ" olarak tercüme edilen kitabında geniş bilgi vardır.

( 27)

539


SAYI 317

T Ü R K

K "G L T Ü R Ü

Çinli. Buraııı, Maytav (Maydağ-Yağdağ) ve denizi" addedilen yeıin arasındadır.

Karamay

YIL XXVII (Karayağ)

denilen

"petrol

Ondan sonra, CAMANOBA, ARKAKUM denilen, yerlerden gtçerek, talihi CUN­ GARYA ovasına girmiş olduk. Bir tarafımız CAYIR dağının etekleri, ikinci tara­ fımız da KUBININ KUMU idi. Bu aralığa BA YKONIR bölgesi de deniyor. Bölge, tarthde pek çok göçlere sahne olmuştur. Bulunduğumuz mıntıka, Tanrı Dağı ile Tarbagatay Dağınııı arası ve aynı zamanda da Altay dağına doğru kıvınlacak yerdi. Onun için de tarihte buralardan pek çok göçler ve ordular geçmiş. Urumçi'den 416 km sonra KARAMA y · ( karayağ ) şehrine geldik. Buranın bir tarafı da "Şav-Şanhay" idi. Yani "küçük-Şanhay" . Değişen isimleri Çinli zevkle anlatırken biz içimizden kan ağlıyorduk . Karamay şehri 1953'de kurulmuş. Eski­ den burada kendi kendine akmakta olan "kara yağı" çobanlar hayvanların yara düşmüş yerlerine ·s ürmekten başka bir şeye kullanmıyormuş. Karamay şehrine ak­ şam üstü vardık. Orada otelde kaldık. Dit;·er şehirlere göre temizdi, nüfusu da azdı. Sabahleyin hareket ederken etrafımızın ve

yolun iki tarafının

onlarca petrol

kuyusuyla dolu olduğunu gördük. Hepsi de harıl.harıl çalışıyordu . Hür memleketten gelen, oraların Türklerin memleketi olduğunu ve aynı zamanda da petrolun kıy­ metini bilen oğlumuz Bögenbay, onlarca, hatta yüzlerce denilebilecek petrol kuyula­ rını görünce ve Prof. Nimet Mınjanulından bulunduğumuz yelin Cengizhan ile Nay­ ınanlann askerlerinin bir zamanlar savaş meydıanı olduğunu duyunca, Almanlar gibi kafasını vurarak "bunların hepsini kendi aralarında savaşarak kaybetmişler" dedi . Onu gören ve tercümesini de duyan mihmandarımız "on yaşında bir çocuğun kafasına sığmayacak kadar büyük meseleyi biliyor" diye kendine göre yorum yaptı. 20.081988 Cumartesi günü, gene iki arabalı dokuz kişili kafilemizle yola düştük. Hedefimiz, Altay Vilayetinin eskiden "Sarsünbe" denilen şimdiki Altay şehri. Git­ tiğimiz yolun iki tarafı çoğunlukla kumsal . Çeşitli ve bizim Anadoluda görmediği­ miz bitkiler var. Bazılarının Kazakça adları şöyle : Tora.nğı, Alabota, lyzen, cuv­ san, Küyrevik, Kangbak, ltkonal<, Karkı:r.., Oşağan, Sarbalak, Seksevil, Cıngıl, Te­ risken, Bayanış, ltsiygen. Karamay şehrinden biraz sonra ORKI nehrinin kıyısındaki ORKI kasaba.3ına geldik . Burası da petrol kuyulartyle dolu idi. ORKI şehrinin karşısında küçük kızıl dağ var. Tarihçi Prof. Nimet Mınjanulı'nın dediğine göre, o dağın adı "Cengizhan'ın Kızıl Dağı" yani "ŞINGIZHANNING QIZIL ŞOQISI" imiş. Yerli halk hala öyle dermiş. Bir savaştan sonra Cengiz Han o dağda bir müddet bulunmuş. Bütün bu­ raları Cungarya vadisi . Yola biraz devam ettikten sonra "KOBIK-SAVIR" bölge­ sine geldiğimiz bildirildi. Bu bölge, "Moğolların Avtonom Bölgesi" imiş. KOBIK­ SAVIR Tarbagatay vilayetinin sınırlarında sayılırmış . Yolda KÖNÜR KENT denilen ufak bir yerleşim merkezinden de geçtik. Sağ tarafımızda SALBIRTI dağları, sol ' ta­ rafımızda SA VIR dağları vardı. Biz Kobık-Savır ovasında Altay'a doğru gidiyor­ duk. Yolun iki tarafında, toplu olarak otlayan develer ve yılkılar (atlar) vardı. Kobık-Savır bölgesi, 1946 senedinden sonra Şarki Türkistan Cumhuriyeti ordusunun "2 . Alayının karargahı" olmuş. Altay'a doğru yolumuza devam ederek Vlingür Gölü denilen göle vardık. Eski­ den o göle mahalli Kazaklar "Kızılbaş Gölü" derlermiş. Çünkü etrafındaki tepelerin toprakları hep kırmızı . Oradan BUVRILTOGAY nehrini geçtik . Bu nehir ERTİŞ nehrine akmakta. Orada BUVRILTOGAY adında bir kaza merkezi de var. Sonra

540

(28)


SAYI 317

H. ORALTAY

YIL XXVII

BEYTUN denilen yere geldik. Eskiden orasının adı DÖRBELCİN imiş. Çinliler "Beytun" diye değiştirmiş. "Beytun" demek, "terhis olan asker" demekmiş. Ora­ lara hep terhis olan Çinli askerler yerleştirilmiş. Sonra, ABİTAN denilen yerden de geçtik. Karşımızda Altay dağlan göründü. Sağ tarafımızda Altay'ın hava alanı olduğu söylendi. Akşama doğru Altay şehrine vardık. Şehrin girişinde mezarlık vardı. "Şehitlerin ruhuna fatiha" okuduk. Otele yerleştik. 21.08.1988 Pazar günü çarşıyı dolaştık. Urumçi'de olduğu gibi Altay'da da pa. zar günü çarşı açıktı. "Şerifhan Töre Adası" denilen adayı gezdik. Sonra, "ALTAY AYASI" dergisinin "baş muharriri" Ca.ksılık Samitulı'nın evine gittik. Orada Altay §ehrindeki Kazak Türkü aydınlarının bazılariyle beraber olduk. Akşama kadar, Kazakça şarkı-müzik dinledik. Altay kuzusunun etini yedik. 22.08.1988 Pazartesi günü geldiğimiz yolla geri döndük. Yolda KOSTOLAGAY ka­ z�mda "Kazak Aşbanesinde" öğle yemeği yedik. Burada bilhassa belirtmeye değer bir husus; gittiğimiz her yerde, bütün yol kenarında, MiUi Aşhane", "Müslüman Aş­ hane", veya -"Uygur Aşhane", "Kazak Aşhane" gibi levhaların çok olması . Bunların bazılarının kapısına büyük olarak "Biıırnll" la veya ke limeyi şehadet yazmışlar. "Milli Aşlıane" dedikleri, Uygur ve Kazakların sahip olduğu ve işlettiği restoran­ lardı. "Mtl.81üma.n Aşhane" denilenler de, Çinli müslüman tüngenlerindi. Altay'dan 'dönerken yolda "Beytun"da durduk. Bir "Müslüman Aşhane"de yemek yedik. Sa­ hibi "tüngen" Çinli mü.:ılümanmış. Ses makinesi (teybi ) varmış. Çince şarkı koy­ muş. Biz İstanbul'dan dini kasetler almıştık. Hasan, lokanta sahibine, teybe dini :kaset koymasını ve sonuna kadar koyarsa, kendisine hediye edeceğini söyledi. Adam kabul etti. Türkiye'nin güzel sesli hafızlarının okuduğu Kur'an-ı Kerim sokaktaki herkesin dikkatini çekti . Hemen, lokantanın önü doluverdi. Hasan hemen dışan fırladı. Selam vererek, gördüğü herkesle konuşmaya başladı. İşte orada, hiç bek­ lemediğimiz bir Türk boyunun mensubuyla karşılaştık. Üç tane SALUR Türkünü gördük. Kendilerinin müıılüman olduğunu söylediler. Hemen kelimeyi şehadet ge­ tirdiler. Konuşmaları, Türkistan Türkmenlerinin konuşmasına benziyordu. Onlar, Çinin Şlnhay eyaletinde yaşıyorlarmış . Altay'a altın kazmaya gelmi'şler. Herkes serbest altın kazıyor ve serbest satıyormuş . Ayrılırken, üç Salur kardeşimize bir ufak Kur'an-ı Kerim verdik. Çek sevindiler. ,

Altay'dan döndüğümüz gün gene Karamay şehrine geldik. Hasan'ın bazı yakın akrabalarını bulduk .

Orada tesadüfen, ,

23.08.1988 Salı günü Karamay'dan Tarbagatay'a doğru kıvrıldık. Yolda, KİR­ DİNG ADIRI, KOYANBAYDIN SAYI, KÖLDENEN KARATAV, BAYKONIR, BU(HTI, BÖDENKARA TAVI, UTI , denilen yerlerden geçtik. MAYLI dağına doğ­ ru yöneldik. Camantı deresini takip ettik. Karıı.kaytı, Kapşık nehirlerini geçtik. . TOL! ovasına vardık; Bu ovanın bir tarafı, Cayır Dağı, bir tarafı da Maylı Dağı, diğer iki tarafı da Barlık Dağı ile Orkao;ar dağı. Buralar, Hasan'lann sülalesinin "ata mekeni", memleketi. Hasan da buralarda doğmuş . Maylı Dağı deniz ·.:e :ı viye­ sinen 1,800 metre yüksekmiş. TOL! ovasına yerli halk "KÜPTİN CAZIGI" da dermiş. BAYKONIR denilen bölgeden geçerken, her tepenin başında sivri taştan dikil­ miş kuleler gördüm. Kendisi de oralarda doğmuş olan tarihçi Prof. Nimet Mınja­ nulı'na sordum. Nimet Ağa, bazı tepelerin başında iki tane de olan , insan boyun­ daki kulelere "OBA" denildiğini, şamani.�m inancına göre vaktiyle dikilmiş kule­ dediğine ler olduğunu, "dağın sahibi" anlamını verdiğini belirtti . Nimet Ağa'nın

(29)

541


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVIl

göre, o tepelerin üstüne hiç basılmaz ve pisletilmezmiş. Öyle bir saygısızlık yapı­ lırsa büyük uğursuzluk olurmuş.

23.08,1988 günü TOLI kaz.asında kaldık. Orada, Ha<ıan'ın hiç görmediği yakın akrabalarını gördük. Gece yansına kadar beraber olduk. TOLI kazasına, 1944 se­ a.esinde kurularak 1949 senesi.Din sonuna kadar yaşayan "Şarki Türkistan Cumhu­ riyeti" sırasında KEREY ku.ası denmiş. Çünkü burada Kazak Türklerinin KEREY boyu y3.1Jarmış.

24.08.1988 Çarşamba günü TOLI'ctan hareket ederek, yolda, Dörbelcln kazasını da geçerek, Tarbagatay vilayetinin merkezi Şa.veşek şehrine doğru yöneldik. E&lr­ kep, Bögenbe.y, Saoınat boylarının oturduğu bölgelerden geçdik. Kaşgarh Mahmut'. un "Yamar Su" diye bahsettiği EMİL nehrini geçdik. Senenin belli bir haftasında, herzaman "EBİ" denilen bora çıkan Serkuvam ile Kü.rti civarından ve tam

EBİ'niD

geçtiği yerlerden de geçdik. Cengiz Han'ın hücumları ·aırasmda imha edilen tarihi EMİL BALIK şehrinin bulunduğu yeri de gördük. Şimdi eski adını pek bilen yok, Şave§ek şehrine erken vardık. Eskiden Rus Konsolosluğu olan otele yerleştik. Şa.veşek §ehri Rus-Çin hududundan dokuz kilometre uzakta. Dolaız kilometre daha gitmek mümkün olsa idi , Kazakistan topraklarına girilmiş olurdu. Şaveşek şehrinde, 1988 senssinin Haziran ayında resmi heyetle Türkiye'ye ge­ len Tarbagatay Valisi Arıstanbek ve e§i, "Tarbagatay" dergisinin

"bat

m'ulıa.rrlr1"

Serik Kapşıld>ay otele kadar gelerek hoş geldiniz dediler ve akga.m resmi olarak misafir ettiler.

25 . 08.1988 Perşembe günü Şaveşek'den hareket ederek, araba, dokuz

kişilik grubumuzla, yolda

geldiğimiz

Aksu, Göksu, Kormnso,

yolla,

lld

Ma.ra.l8o denilen

akarsulu derelerden geçtiğimizi. de not ederek, Şiyho-Maytav ile Anjıkay aruındald "Su Satkan" denilen ovaya geldik. O rada deve lomızı Kazak Türkünden

"şubat" içtik. Sonra,

"Şubat"

Savan kazasmm

geldik. Otelde yattık. Ama, Mubanunetkerim

Oralbayulı

satmakta olan bir

merkezi. Savan şehrine

denilen Hasan'ların bir ta­

nıdığuıın evinde misafir olduk. Kazak Türklertnin adetine göre, benim "gelin" sa­ yılmam gereltir. Fakat, Muhammetkerim Ağay ( abi )

karuıdas-ka.rdeş diyeceğim. Çl1nkti sen, kardeşimizsin" dedi. Hep bana "karındas-kardeıj''

mem.

Seni

:

"Ben, Hatl.ce seni gelln de-.

Atatürkün memlekeUDden geleD dedi . (Karmdas-kızlar için kar­

deş yerine kullanılıyor) .

26.08.1988 Cuma günü i ki arabalı dokuz ltişili grubumuz ikiye ayrıldık, Hasan, ben ve Bögenbay üçümüz bir mihmandarın refakatinde bir arabayla, Ma.nas-Savan ka· zalarının KIZIL ÖZEN yaylalarına yöneldik. Prof. Nimet Mmjanulı ve

dtğerlert

Urumçi'ye gittiler. KIZIL ÖZEN bölgesi Hasan'ların yaylası olan ve şimdi de yakın akrabalan bulunan · yer. Oralarda, vaktiyle çok ve şiddetli :savaglar olmuş. Savaş olan yerleri

ve iştirak eden kişileri gördük.Merhum kayınbabam Hacı Alibeg Haklm'i oradaki­ lerin nasıl saygıyla andığuıa şahit oldum .

Kızıl özen, Ulucan bölgelerinde sekiz gün kaldık. Ortalama olarak her gQn dört-beg koyun kesilerek

misafir edildik. İki tay kesilen "toy.tilev" düğUD-dilek

de oidu. Evlerine misafir etmek için herkes sıraya girdi. Ama vakit olmadı, Günde on eve gitti isek beşi koyun keserek misafir etti. Diğerlerinden zorla çay

içerek

çıktık . Yoksa, onlar da koyun keseceğiz diye israr ediyorlardı.

Kazak Türklerinde, misafire olan en büyük hünnet tay kesmektir. "Türldye'dell gelen gelln olduğum" bilha·ssa belirtilerek benim için iki tay kesileli. Her gOn lçU-

542

(30)


YIL XXVII

H. ORALTAY

SAYI 317 ğimiz kımız ve yediğimiz

etler, havanın temizliğinden mi , insanların iyi niyetlili­

ğinden mi, yokoa bindiğimiz atm ,hazmetmeye yardımcı olmasından mı hiç birimizi. ra­ hatsız etmedi. Oysa, bazılan Bögenbay'la benim oralara alışamıyacağı.mızı söylemiş.. lerdi . Doğu Türkistan'da bulunduğumuz bir ay içinde a§ağı.-yukarı altnug kadar eve gittik. Hepsinde yiyecek bolluğu göze çarptı. Pek çoğuyla özel olarak da konugtuk. Yiyeceğin bol olduğunu, son senelerde durumun hayli değiştiğini söylediler. Yay­ lalardaki Kazak Türkleri yurtlannın çoğunda, radyo ve teypler gördük. Elektrik olan yerlerdekilerin

evinde de televizyon var. Urumçi'de

celi memur, ya.zar, doktor gibi

gittiğimiz yüksek dere­

kişilerin evlerinde buzdolabı da vardı. Gittiğimiz

büyük küçük bütün gehirlerde, sokaklarda kavun.karpuz vesaire gibi meyveler bol­ du. Ve alıcı bulamıyor gibiydi. Giyecek için önemli olan kumaş vesaire de, kalitesi pek iyi olmamakla beraber boldu ve kuyrukta olan kimse görmedik. Alış-vertgle ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus , hükfrmete ait olan dükkan-mağazalar­ daki satıcılann, ilgisizliği ve soğukluğu.

İnsanı adeta "ne işin var, niye rahatsız davranıyorlar. özel kimselere ait dükkADJarda ise, müşteriler daha kapıdan buyrun ediliyor. Bu farkı mihmandanmıza söyledik. ''Doğ­ ediyorsun" diye azarlar

gibi

ru, yavaş-yavaş hepsi deği'ııecek" diye kızardı . Manas.Savan bölgesinde sekiz gün kaldıktan sonra, 2.9 . 1988 günü tekrar Urum­ çi'ye geldik. 3.9.1988 günü de Urumçi civarındaki Karatav'a gittik. Oradaki bazı akrabaları ziyaret ettik. Sonra 8.9.1988 Per§embe gününe kadar her gün iki evde misafir olarak Urumçi'de bulunduk. Müzelere gittik.

Özel şahrslara ait dükkanlar

olan pazar yerine uğradık. Camilere gittik. Doğu Türkistan'm Uygur.Kazak aydın­ larının pek çoğuyla konugtuk. Hepsi, 1966-1976 arasındaki Mao'un "Medeniyet Dev­ rimi" denilen zamana göre vaziyetlerinin iyi olduğunu söylüyorlar.

Ama,

bizim se­

viyemizden bakınca, durumları pek iyi sayılmaz. Sonra, Doğu Türkistan'ın gittiğimiz her yerinde Çinlilerin çoğunlukta olduğunu gördük. Devamlı olarak gelmekte olduğunu da belirttiler.

Milletin en belli ba§ll

üzüntüsü, Çinlilerin her günü Doğu Türkistan'a akmakta olması.

Bu

durumu, bir

yerde mola verdiğimiz sırada kar§llaştığımız, bir kaç hanımdan bir tanesinin, soru sohbetimiz sırasında, "... Çinlilere yerleşecek yer bulunsun diye, geniş memleketi­ mizde kamırnızdaki çocuklanmızı da öldürüyoruz . . . " ·sözleri en açık şekilde ifade ediyordu. Toplu olan hanımlann anlattığına göre, doğum kontrolü dolayı·aiyle, cuklarını aldırtmak için hastahanede bulunuyorlarmı§.

ço­

Şahit olduğumuz diğer bir konu şuydu : Karamay'da ikinci defa kaldığımız ak­ şam, yemeği dışanda özel !JS.hıslann dükkanında yiyelim dedik. Orada, biraz çakır lteyif olan bir Uygur bize yaklaştı. Bizim, Türkiye'den geldiğimizi duyunca konuş­ mak istedi . Ama, içkili idi.

Bizim mihmandarlann

biri

onu uzaklagtırmak iste­

yince, o Uygur : " ... Memeleketimize gelerek hükümranlık kurduğunuz, ezdiğiniz yet­ miyor gibi, kardeglerimizle konU§mamıza da mani oluyorsunuz"

diye yüksek sesle

bağırdı . Bu iki olay, bazı yerlerde karşılaştığımız ana dilini

bilmeyen çocukların durumu ve din dersinin de 18 yaşından küçüklere yasak olması hatırlanınca, in­ sanı dü§Ülldürmüyor değil . Fakat, Doğu Türkistan'a gidip-gelmek, orada serbest s:ıtılmakta olan

az

da olsa dini kitapları görmek, bir çok yerde hallan topladığı.

parayla yapılmakta olan camilere rastlamak, halkla serbest konuşabilmek, bütün bunlar kayda değer geli§Ill eler olsa gerek.

(31)


Hikaye

SOSYAL ADALET

llubtar TEVFİKOOLU

"Burhan'ı k.aybettik'1 dedikleri zaman doğrusu hiç inanmadım.

·Hal­

buki ne vardı inanılmayacak ? İnsan bu : Bir sinek kadar hükmü yok ; bir kağıt parçası kadar ömrü yok. Bakarsınız bir sabah, akşamsefası gibi kapanıvermiş, bir daha açılmamacasına . . . Vaktiyle okuduğum

Fransızca bir kitaptan ş u cümle hfila hatı­

rımdadır : "Palmiye yaşar, mercan yaşar, fakat insan ölür". O zaman çocuktum. Fransız yazarının sade ve akıcı bir üslllpla anlattığı biyolojik gerçekleri kavrayabilecek seviyede değildim. O cümleyi b clki de bir şiir cümlesi gibi ahenkli bulduğum için unutamamıştım. Ama sonra öğren. dim ki ıı_almiye de ölür, mercan da ölür. Biri en çok altı yüz sene, öbürü yedi yüisekiz yüz sene yaşar. Ya insan ? .. Bunların yaşadığının onda biri kadar bile yaş&maz. Aziz Yahya Kemal, bir üzgün gününde bana : "Ebediyet en

bin yildır" demişti. Demek ki sonsuzluk bile boş 18.f !

Her

fazla

insan gibi Bur­

han da ölebilird i elbette. Bütün bunları bildiğim ve yakınımda uzağım­ da nice

misfilini gördüğüm, duyduğum halde gene de onun öldüğüne

inanamadım. Ne yalan söyleyeyim,

hfila

da inanmak gelmiyor içimden.

Tabi, yıllardan beri bizi bu felakete alıştırdığı için ; yani artık kanık­ sadığımız için. öyle ya, bu kaçıncı ölümü ? Bana sonuncusunu haber verenler de hani bir tuhaftılar. Söyledik­ leri şeye kendileri de inanmamıı;; görünüyorlardı. işin içinde sanki bir bit yeniği varmış gibi "Sahi ise öldü" deyip gülümsemişlerdi. Ne demek "sahi ise'' ? öldü ise öldü, ölmediyse ölmedi. ölümün sahicisi, yalancısı olur mu ? Hatta en yakın dostu ,

hem

de cenazesinde bulunduğunu söyle­

yen kapı bitişik komşusu bile o gün birtakım soğuk ş�alar yapmıştı : "Zaten bir ayağı burada, bir ayağı oradaydı ; gitti ama

gene gelebilir"

demişti. Yanındaki "Bu sefer epey gecikti" deyince de ağznıı iyice ya­ yarak densizliğe devam etmişti : "Evet biraz gecikti. Yerine ısındı her­ halde. !ster misiniz, öbür dünyadakiler sen bize lazımsın deyip zavall ıyı hiç bırakmasınlar . . . "

544

(32)


SAYI 317

M. TEVFİKOOLU

YIL xxvn

Böyle alaylı konuşmaları, hele gül üşmeleri hem içimdeki şüpheyi a!'ttırmış, hem de bayağı kanıma dokunmuştu. Dayanamadım. : "Bırakın gevezeliği, dedim. Tatsız şakalar bunlar. ölümle alay edilir mi ? Şimdi,

ben yokken olup b itenleri anlatın bana ; ama doğru dürüst konuşacaksınız . . •" Söylediklerine göre, Burhan geçen ay bir sabah ansızın ölüvermiş. Kansının feryadı üzerine yetişen komşuları bakmışlar ki bu sefer ta­ mam ; yani, evvelkiler gibi rol değil. Yakınları, eşi dostu son

hizmetle­

rini görmek için oraya buraya koşuşmuşlar. Vasiyeti gereğince cenazesini doğduğu yer olan Kurtköy'e götürüp defnetmişler. Tabi o telaş arasında bütün tanıdıklarına haber vermeye fırsat bulamamışlar. Bu yüzden de cemaat pek kalabalık. değilmiş. Hepsi bu işte ... ölüm sebebini

sormadım. Benim bildiğim eski bir koroner hasta­

sıydı. llerlemiş ve total kalb yetmezliğine dönüşmüş olabilirdi. Belki de enfarktüs. Yahut başka bir şey... Ne yapsın zavallı, ölüp ölüp dirilmek­ ten ciddi ve düzenli bir tedaviye vakit ayıramıyordu ki... "Cenuede benim tanıdıklarımdan kimler vardı ?" diye de sormadım. Ne lüzum var böyle ayrıntılara... Olan olmuş bir kere. Anladım ki

Bur­

han hakikaten ölmüş. Yani artık oyun bitmiş, perde kapanmış. Burada

«Oyun> kelimesini edebiyat hatırına mecazi manada kullanmıyorum.. Ba­ şından beri söylediklerimden de az çok anlaşılacağı üzere hak.iki oyun­ dan söz ediyorum ; tiyatro oyunundan. Çünkü Burhan son yıllarında ölü­ m'ü oynuyordu. Daha doğrusu ölümle oynuyordu. Ama nasıl oynamak ! .. Gerçektenı eşi az bulunur bir san'at dehasıyla . . . Be n kendisini on sekiz sene evvel tanımıştım.. öyle ağzı kokulu ah­ babım değildi. Çok eskiden bir iki kere muayene etmişliğim var ama, devamlı hastam da değildi. Pek seyrek görüşürdük. Yazlan Pendiğe geldiğimde ancak yolda filan karşılaşırsak ya ayak üstü üç beş kelime konuşur, ya da deniz kenarındaki kahvelerden birine girip azıcık sohbet ederdik. Hepsi hepsi bir çay içimi kadar... Kendi ha.Iinde, terbiyeli, efen­ di adamdı. Hoşsohbetti de... Bazan söze çeşni katmak için yaptığı tak­

litleri hayranlıkla seyrederdim. Aman ne güzel taklitlerdi onlar... !sim­ siz, fakat büyük çapta bir sanatçı olduğu besbelliydi. Dediğim gibi son

zamanlarda ölüm taklitlerine de başlamıştı. Bu vadide adeta uzmanla­ şarak rakipsiz bir şöhrete erişmek istercesine hep ölü rolünü oynuyor­ du. Ukin öylesine başarılı idi ki taklidini hakikisinden ayıramazdınız. Ben sadece bir tanesine ş8.hit oldum, az daha beni bile kandıracak­ tı. Mübalağa etmiyorum, eğer tecrübesiz toy bir hekim olsaydım, hele

(83)

545


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

diğer işlerim arasında acele edip muayenesini de doğru dürüst yapma­ saydım gördüğüm manzara karşısında hiç tereddüt etmeden 3.ilesine "Başınız sağ olsun" der ve hemencecik defin ruhsatı verebilirdim. O feci sahneyi bugün bütün ayrıntılarıyla . tarif etmek mümkün de. ğil ama, gene de en belirgin çizgileriyle -kabataslak- anlatabilirim. lşi başından alacağım : Beş altı sene kadar oluyor. Bir gün karısı kan ter içinde bana geldi lki gözü iki çeşme. Telaşından dili dolaşıyor, ne dediği pek anlaşılmıyor­ du. Galiba, "Bey öldü" veya "ölmek üzere" gibi bir şeyler mırıldanıyor. du. Bir yandan da elime sarılmış "Ne olur, acele gidelim" diye yalva­ rıyordu hıçkırarak. Çantamı kaptığım gibi fırladım. Yolda bazı bilgiler almak istedim, Burhan'ın son durumu ile ilgili. Fakat kadın duvar gibi sağır olduğu için söylediklerimi duymuyordu. Bununla beraber az çok anlaşabildik. O nefes nefese koşuşma sırasında öğrenebildiğim kada­ rıyla facia şu tarzda başlamış : öğle yemeğinden sonra salonda kahve­ lerini içerlerken Burhan birdenbire fenalaşmış. Beni yatağıma götür, diye işaret etmiş. Hemen götürüp yatırmış. Elini tutmuş kansının : "ölü­ yorum, ölüyorum" demiş. Sonra, dudaklarında kelime-i şahadet getirir gibi hafif bir kıpırdama olmuş ve... Kendinden geçmiş. Ne yapacağını şaşıran kadıncağız ağlayarak üzerine kapanmış, fakat az sonra kendini toparlamış, Allahtan ümit kesilmez diyerek doğruca bana koşmuş. Pro­ log böyle. Eve geldiğimizde tablo hakikaten dramatikti. Burhan hareketsiz, kaskatı yatıyordu. Gözleri bir noktaya dikilmiş, ağzı yarı açık, alt çene biraz sola k'� ymış, dudakları soluk, yüzü sapsarı... Hayır, tam sarı da değil, nasıl tarif edeyim, kirli sarı gibi, kara sarı gibi bir tuhaf renk. ölmüş mü, komada mı ? Yüzüne bakarsanız, tam bir ölü maskesi. Nabzını tuttum : Atıyordu ; hem de nabız dolgun ve muntazamdı. Kalbi­ ni dinledim : Tabii idi. Yani patolojik ve ilave ses yoktu. Reflekslerine baktım : Normaldi. Kısaca sistematik muayenesini yaptım : Marazi ·bul­ gu yok. Oh, biraz ferahladım ; yaşıyordu. Yüksek sesle bir iki defa "Burhan ... Burhan... " diye adını çağırdım. Beni duymuyordu sanki. Gö­ rünüşte "sansoryum" kapalı idi ; yani dış dünya ile alakasını kesmiş gi­ biydi. Fakat dikkat edince, göz bebeklerinin kıpır kıpır oynadığını far. kettim. Demek ki komada da değildi. Lakin rengi niye böyle bir tuhaftı ? Gerçi oldum olası sarıya çalan buğday tenli idi ama, yüzünü hiçbir za­ man bu kadar kara sarı görmemiştim. Acaba loş odada bana mı öyle geliyor, diye şüpheye düştüm. Gidip perdeleri açtım. O anda bahçedeki

546

(34)


SAYI 317 .

YIL XXVII

M. TEVFİKOOLU

ağaçlar gözüme ilişti. Temmuz sıcağında uyuklayan ağaçlar ... Ve göl­ geleri... Dışarıda bekleşen dalgın ve kederli bir cemaati andıran gölge­ ler. . . Yatağa dönünce baktım, odaya dolan aydınlıkla rengi biraz açılmış. Daha mühimi de, benim bir an için yanından ayrılmamdan faydalanarak başını hafifçe sağa döndürmüş. Fakat yine sessiz ve hareketsiz. Endişe ve elemle yüzüme bakan hanımına «merak etmeyin» der gibi bir işaret yaptım. Hayatımda ilk defa -tiyatro ve sinema dışında- sanatın büyüsüyle ebedileşen mükemmel bir ölüm sahnesi görüyordum. Doğrusu hayran oldum. Kendi kendime, deha budur işte, dedim. Aslında sanat da -en

geniş manasıyle- bir taklitten başka nedir ki. .. Sanatın yalanının haya­ tın gerçeğinden çok daha güçlü, çok daha güzel. olduğuna o gün bütün ·

kalbimle inandım. Fakat artık bu müthiş oyun sona ermeliydi. Madem­ ki geldim, gördüm, hayran oldum ; o halde daha fazla uzatmaya lüzum yoktu. İyi ama, sahnede ölen bir aktör kalkıp perdeyi kapatabilir miy­

Ş

di ? Bu i i bitirmek de bana düşüyordu. Ne yapabilirim diye bir an dü­ şündüm. Kulağına eğilip yavaşca

« Burhan,

bırak

artık oyunu.

Nasıl

olsa eşin de ben de inandık öldüğüne. Bak karın mahvoldu. Ona acı hiç olmazsa. Beni de fazla. uğraştırma. Hadi aslanım diril artık» desem hem bir · işe yaramıyacak, hem de sanata karşı hakaret olacaktı.

Hele ki

böylesine muhteşem bir gösteriye gölge düşmesini kat'iyyen istemem. En iyisi sonuna kadar kurallara uymaktı. Ben de rolümü onun

gibi

ustalıkla, incelikle oynayarak tereyağından kıl çeker gibi perdeyi indir­ meliydim. öyle de yaptım. Nasıl "isteriform" krizlerde hastaya muhar­ riş bir madde koklatmak gibi ampirik bir usulle -palyatif ve geçici de olsa- çoğu zaman yüz güldürücü netice alınıyorsa, bunda da ona benzer basit bir metodla mucize yaratılabilirdi. Aslında bu bile lüzumsuzdu ama, vaziyete göre mutlaka bir şey yapmak gerekiyordu. Çantamdan bir am­ pul çıkarıp kırdım. 113.cı bir pamuğa döküp burnuna dayadım. Bir elim­ le nabzını tutuyor, öbür elimle ıslak pamuğu burnuna bastırıyordum.. O sırada pamuğu çekmem için elime yapıştı. "Oh, çok şükür açıldı" de­ dim yüksek sesle karısına. Kendisine de sertçe "Burhan diye seslendim, bana bak, söyleyeceklerimi iyi dinle şimdi." Gözlerini bir iki defa açtı kapadı. "- Pinliyor musun beni ?" Derinden "Evet" dedi . . . "- Hah şöyle... Konuş biraz Allahını seversen. Çok büyük tehlike atlattın, ama geçti artık. Şu anda nasılsın ? İyileştin değil mi ?"

(�)

547


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVIl

Tasdik yollu başını salladı. "- Güzel... O halde kalk bakayım şimdi. öbür odaya gidelim." "Kalkabilir miyim ?" dedi usulca. "- Kalkarsın, kalkarsın ... Hadi gel benimle." . Kolundan tutup çektim. önce yavaş yavaş doğruldu, sonra ayağa kalktı. Sanki düşecekmiş gibi yalancıktan bir iki sendeledi. Fakat bak­ tı ki bir yanında ben, bir yanında kansı, düşmesine meydan vermiy�e­ ğiz. Doğru dürüst yürümeye başladı. Zaten oyun da bitmişti. Bundan sonrası gereksiz ilavelerdi. Misafir odasına geçtik. "Ben öldüm de dirildim galib a" dedi. "- Evet yeniden dünyaya geldin. Ama artık üzerinde durma bu­ nun. Unut gitsin. " "Bir çay içebilir miyim ?" diye sordu. "Tabi dedim, beraber içelim." Tekrar aynı konuya döndü : "Ne oldu bana böyle birdenbire anla. yamadım dedi, siz tabi bilirsiniz, biraz izah eder misiniz 10.tfen... " �anırım benim inanıp inanmadığımı kontrol ediyordu. Niye inan­ mıyayım ? Ben nice artistler gördüm ; sahnede ve sahne dışında. ''Te­ maruz" dediğimiz hastalık taklidi yapan bir sürü insanla da karşılaş­ bm meslek hayatımda. Kimi usta, kimi acemi... Ben onlara da inandım. yahut inanmış gibi göründüm. Çünkü temaruz da bir hastalıkb bana göre. Henüz klasik tıp kitaplarına geçmemiş bir hastalık veya en azın­ dan bir rfıhl çırpınışın, bir çaresizliğin belirtisi... Ancak, hepsinin az çok bir menfaat hesabı vardı. Ve hepsi de bil" yerde açık veriyordu. Bur­ han'sa rolünü her türlü çıkardan uzak, sırf sanat için yapıyordu. Evet, sanat için sanat ! .. üstelik, insanın en büyük faciasını görülmemiş bir ustalıkla sergiliyordu. Böyle halis sanata inanılmaz mı ? Elbette inan­ dım. Bütün kalbimle inandım... O kadar ki, hani romanlarında çok mü­ kemmel at tasvirleri yapan Turgenief'e Tolstoy'un "üstad, sen hayatın­ da hiç at oldun mu ?'' dediği gibi benim de Burhan'a "Kuzum, sen ha. yatında hiç öldün mü ?" diyesim geldi o esnada. Ağzımdan nasılsa "fev­ kalade" sözü çıkıverdi. Merakla yüzüme bakıyordu. Bir anlık sus� tan sonra "Evet, fevkalade ağır bir kriz" diye te'vil ettim ; olağanüstü güzel bir oyun sahnelediğini söyleyemediğim için... Arkasından . da il� ve ettim : "ölüm budur işte... Daha ilerisi olmaz ! "

Gözleri parladı. Sözlerimi dikkatle, zevkle, heyecanla dinlemişti. "Sağ olun ... Teşekkür ederim . . . " · dedi. Neye teşekkür ediyordu ? Yaptığım

548

(ati)


SAYI 317

M. TEVFİKOl'.';LU

YIL XXVII

uyduruk müdahaleye mi ? Zannetmem. Olsa olsa bir alkış kadar sıcak ve tatlı bulduğu sözlerime. ..

Hatırladığıma göre o gün bir de -tabi daha ziyade hanımının ınera­ kını gidermek için- olayın sözümona tıbbi açıklamasını yapmak mec­ buriyetinde kalmıştım. Benim için en zor iş de bu olmuştu. AtlatılaIJ. krizin çok ciddi olduğundan başka hiçbir şey anlayamasınlar diye bir yığın hekimlik terimiyle dolu, yarı Türkçe yarı Fransızca, yani bol sal­ çalı ve pamuğa döktüğüm ilaç kadar manasız bazı şeyler gevelemiştim. • Ertesi gün Burhan elinde bir çiçekle ziyaretime gelmişti. Keyfi yerindeydi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi... Hatta her zamankinden da­ ha neşeli ... öyle komik hikayeler anlattı ki kırıldık gülmekten. O a.rada benim de yakından tanıdığım bazı adamların taklitlerini de yaptı. ·E, doğrusu karşımda görür gibi oldum anlan. Hele Yanyalı eski bir Be­ lediye Başkanını, kendi şivesi ve tavırlarıyla nutuk verirken bir can­ landınşı vardı ki hayran olmamak mümkün değildi. Aynen, aynen o. Yüzü bile tıpatıp ona benzemişti. "Burhan, sen büyük sanatkarsın, dedim. Ciddi söylüyorum, çok büyük sanatkirsın. Ama merak ettim, sahneye çıkmayı hiç düşünme­ din mi şimdiye kadar ?" Kibar bir gülümseyişle : "Düşündüm dedi. Hatta bir teşebbüsüm bile oldu fi tarihinde. Bir gençlik macerası ... Tatlı bir hatıra olarak gön­ lümde saklıyorum. Az daha hayatımın seyri değişecekti. iyi mi olurdu, kötü mü bilemem ama, ramak kalmıştı aktör olmama. Sonra vazgeçtim. Daha doğrusu, ben vazgeçmedim de beni zorla bu yoldan çevirdiler. Ailem karşı çıktı." "- Yazık ! . . Nasıl oldu ?'! ··-

Anlatayım efendim. 1946'da ma'lfilen emekli olmuştum... "

"- Ma'lfilen mi ? Neydi hastalığın, yahut ma'lfiliyetin ?" Düşündü : "Mideden dedi. Şu anda tam bir şey söyleyemiyeceğim ; zaten kesin bir teşhis de konulamadı. Beni kliniğe yatırdılar, bir süre m�ahedeye aldılar. Oldukça ihtimam gösterdiler ; en ince tahlillere tet­ kiklere giriştiler, hatta gastroskopi bile yaptılar. Siz daha iyi bilirsiniz ya, onu herkese yapmazlarmış, bana onu da yaptılar. Sonunda Deniz Hastahanesi'nin verdiği rapor şöyle : Mide düşüklüğü, midede asit a7. lığı ile müterafık genel beden zayıflığı. . . Ve ma'lıilen emekli ...

(37)

549


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL. XXVII

Her neyse ... Dört senelik deniz astsubayı idim. Yirmi dört yaşında ve bekardım. İşte o günlerde Son Posta gazetesinde bir film şirketinin yıld� müsabakası açtığını okudum. Hemen müracaat ettim. Zaten öte­ den beri arkadaşlarım bana hep "Sen artist olmalıydın, yanlış yol seç� mişsin" derlerdi. Onlara da ara sıra taklit yapardım. Kimbilir, belki de o taklitlerim için böyle söylüyorlardı. Hiç unutmam, bir gün koğuşta Otello'yu oynamıştım ; tek başıma bütün şahısları canlandırarak. .. Ama Şekspir'in Otello'su ile ala.kası yoktu benimkinin. Benzerlik yalnız isim­ lerdeydi. Eseri komikleştirerek yeniden yazdım. Yazdığıma da sadık kal­ madım ; baştan başa tulllat... Ve, dediğim gibi, oylindaki bütün şahıs­ lan tek başıma temsil ettim. Dakikalarca alkışlamışlardL O kadar he­ ğefimişler ki günlerce dillerinden düşmedi. Eh, o zamanlar biraz da ya­ kışıklıydım hani. Tığ gibi delikanlıydım ... Uzatmıyayım, girdim yarışmaya. Meğer bu işin ne kadar da çok · meraklısı varmış ! Hiç ummuyordum, öyle çok katılan olmuş ki. . . İyi ha­ tırlıyorum, kadın erkek tam beş yüz on dokuz kişiydik. Jüri derseniz, korkunç... Hem oldukça kalabalık, hem de deve dişi gibi şöhretlerle do­ lu. Peyami Safa, Refik Hfilid Karay gibi tanınmış edebiyatçılar, şu an­ da adlarını hatırlayamadığım daha başka meşhur yazarlar, gazeteciler... Tepebaşı Şehir Tiyatrosu'nun ünlü sanatçıları Bedia Muvahhit, 1 . Galip Arcan, Mahmut Maralı ve diğerleri... Hasılı, tam minasiyle büyük bir jüri... Yirmi iki kişilik muazzam bir seçici kurul ! . . İki eleme yapıldı. İlkinde yarışmaya girenlerden beş yüz'ü elenmiş. 1kinci elemeye on dokuz kişi kalmışız. Sonunda erkeklerden beni, ka­ dınlardan da Leyla Levi'yi birinci seçmişler. Neticeyi gazete de ilan etti. Arkasından teklifler gelmiye başladı. Hepsi de cazipti. İster sinema, is.. ter tiyatro, birinden birini kabul edebilirdim. Fakat ailem razı olmadı. Müsabakaya girdiğime bile kızmışlar. Hele rahmetli babam fena halde sinirlendi ; «Olmaz öyle şey. Ben soytarılık istemem» diye tutturdu." Bir an sustu, elini alnına koydu , yutkunduktan sonra : "inanır mısınız, dedi, hfila içimde o arzu alev alev yanıyor. Hayatımın sonuna kadar da yanacak ! .. " "- Vah, yazık olmuş, dedim, eğer o zaman sahneye veya beyaz perdeye geçseydin bugün temaşa tarihimizde mutlaka bir yerin olurdu ; }ıem de çok parlak bir yerin olurdu." "Teveccühünüz" dedi önüne bakarak. "- Hayır hakikat bu. Eğer ben bu işlerden bir parçacık anlıyor­ sam, sen gerçekten büyük sanatkarsın. Yazık . . . «Hicab etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten» ! ... "

550

(38)


SAYI 317

M. TEVFİKOGLU

YIL XXVH

------ -----

Sevgi ve saygı dolu ışıl ışıl gözlerle yüzüme baktı. Dün, kansının gözünde ben bir kahramandım. En eski Türk destanlarında olduğu gibi ilaç veya su ile ölüyü dirilten bir kahramandım. Bugün Burhan'ın gö­ zünde ise, sanatın kalpını halisinden ayırabilen ve ancak hakikisine de­ ğer veren en büyük münekkittim.

ıe Baş tarafta da söylediğim gibi "Burhan öldü" dedikleri zaman -hiç inanmadığım için- kılım kıpırdamamıştı. Fakat sonra, öldüğüne kanaat getirince hem çok üzüldüm, hem de çok düşündüm. Düşündükçe de vic­ dan azabına benzer garip ve derin bir sızı sardı kalbimi. Ah Burhan ! Sağlığında öbür dünyadan ayağını eksik etmediğin gibi öldükten sonn. da bu dünyadan elini çekmiyorsun... Niye saklıyayım, benim içimde bir ukde var. Kaç kere kendi ken­ dime sorduğum, ma'kul cevaplarını aradığım birtakım sorulardan, ka­ ranlığını sıyıramadığım bazı noktalardan kaynaklanan bir ukde... Burhan bu oyuna ne zaman başlamıştı ? Muhakkak ki karısının koşup beni çağırdığı gün. Daha önce böyle bir olay olsaydı �utlaka duyardım. Hiçkimse söylemese karısı bana söylerdi. Zira en fazla inanan ve sarsılan oydu. Evet, gayet iyi biliyo­ rum ki, Burhan bu oyuna ilk defa benim huzurumda başlamıştı. Ben ve karısı, sadece ikimizin şerefine verilmiş bir "gala" idi o !.. Daha sonra, çeşitli zamanlarda aynı oyunu birçok defa sahnelediğini de duymuştum. Ancak benden sonrakilerde zavallı hep doktorsuz ölmüş ve dirilmiş !. Peki, niçin ısrarla aynı oyunu tekrarlıyordu ? Neden başka bir rol değil de hep ölü rolü ? Dostunu düşmanını denemek için mi ? Zannetmem. Çünkü bu klasik numara ancak bir defa yapılır. !kin­ cisinde tadı kaçar. Her seferinde evvelkilerden daha mükemmel bir oyl.ın sergilemek için mi, yani sanata saygısından mı ? Bunu da zannetmem. Çünkü benim için verdiği ilk temsil kusur­ suzdu ; daha güzeli olamazdı. Alaka çemberini genişletmek için mi ? Bu da uzak ihtimal. Zira seyircisi zaten mahduttu : Tabi en başta kansı, sonra da belki bir iki komşusu veya yakını. Başkasını bulamaz-

( 39 J

551


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

dı ki ... Zamanımızda en pahalı şey göz yaşıdır. Değil böyle şa'şaalı bir sanat gösterisi, . üste avuç dolusu para verse de felaketine ağlayacak in­ sanı pek bulamudı.

O halde ? tşte düğüm burada : Burhan'ın bu oyuna ne zaman, nasıl başla­ yıp niçin devam ettiğinde... !çimdeki ukdeyi açıklıyorum şimdi.

Çok iyi hatırlıyorum, benim

için verilen o "prömiye"den bir gün önceydi. Yine onunla karşılaşmıştım. Bir kahveye gidip azıcık sohbet etmiştik. O gün nedense aözü pek ciddi meselelerden açmıştı.

Gelir

dağılımındaki

dengesizlikten yakınıyordu.

Gerçi "işçiler, emekçiler, ezenler, ezilenler" gibi malfim sloganları ağzı­ na alınıyordu ama, "sosyal adalet, sosyal adaletu diye tutturmuş gidi­ yordu. Sosyal adalet yokmuş, yahut iyi işlemiyormuş... Bütün derdi bu ! Astsubaylıktan ayrıldıktan

sonra Tuzla tarafında bir fabrikada

mubayaa memuru olarak çalışıyordu. Subay olamamanın ezikliği eski­ den beri bazı konuşmalarından seziliyordu. Acaba sosyal adaleti onun için mi diline dolamıştı ? Fakat bunun sosyal adaletle ne alakası vardı ? .. Kendisi öyle istemiş veya şartlar ve imkanlar öyle elvermiş, hasılı kader ona o yolu çizmişti Hoş, orada da durmamış, hemen sivil hayata geç­ mişti. Hilen, geçim sıkıntısı çekmek şöyle dursun, dolgun maaşı, ara­ bası, azımsanmıyacak mal varlığı ve yan gelirleriyle -orta halli de değil­ zenginler arasında adı geçiyordu. Ama ağzında sosyal adalet! Dayanamadım :

"lyi ama Burhan, dedim, senin bu türlü 18.fla.rı

etmiye hakkın yok bence. Bildiğim kadarıyla, bahçe içinde dört daireli müstakil bir evin var ; köşk gibi... Ayrıca güzel bir apartman daire l var. Köyde tarlan tapanın var. Çalıştığın yerden iyi maaş alıyorsun. Kiralar da cabası... Yani bugün için sanırım hiçbir ihtiyacın yok. Ço­ cuklarını evlendirmişsin. Evde iki kişi kalmışsınız ; bir köroğlu bir ay. vaz... Bu gelirle g�inemiyor musunuz ? Bana kalırsa bir ye bin şükret. Bundan sonra, sağlıktan başka ne istersin ? Allah ağzınızın tadını

bo".­

masın... " "Ben kendim için söylemiyorum ki..'' dedi. "- Ya kimin için yırtınıyorsun deminden beri ?'' Sustu. "ll8.hi Burhan, dedim, neyi yadırgadım biliyor musun ? Se­ nin gibi sosyal adalet diye tepinen daha başkaları da var. Onların da çoğu köşeyi dönmüşler ama, neye yarar ki bir kere şartlandırılmışlar.

552

(40)


YIL XXVII

M. TEVFİKOCLU

SAYI 317

·----------

Çok ş ükür sen öyle de değilsin ; aklı başında adamsın. Birak bu bayat edebiyatı... " Dikkatle dinliyordu beni. Devam ettim :

"Aslında sosyal adaleti

kim istemez ki... Ama tam ve kim.il manasıyle, yani ideal manasıyle sos ­ yal adalet dünyanın hiçbir yerinde yoktur ; hiçbir zaman da olmamıştıı·. Gene en iyi uygulama bizim cemiyetimizdedir ; isla.mi . terbiye aldığımız için... Azizim, ben yer

yüzünde şaşmayan

bir tek sosyal adalet bilirim :

ölüm ! Evet, dünya kuruldu kurulalı herzaman, her yerde, kerkes için geçerli tek sosyal adalet ölüm'dür." Birden ayağa kalktı. ıElimi tuttu, gözlerimin içine bakarak : "Çok doğru dedi. Hakikaten doğru söylüyorsunuz. En güzel örnek o . . . " "Tabi

dedim, ölümden güçlü ne var ki ? . .

Tek değişmeyen ölçü

odur ; herzaman ve her yerde... Ve herşey için ! Şimdi düşünüyorum da, acaba diyorum, benim bu sözlerimden et­ kilenerek mi hemen ertesi günü ölüm oyununa başladı ? Herkese sos­ yal adalet dersi vermek için emsalsiz kabiliyetiyle ölüm kavramını mü­ şahhaslaştırarak tekrar tekrar sergilemek mi istiyordu ?.. Taklidini ya ­ pa yapa işte sonunda aslına da erişmişti ! O gün neden söyledim ben o sözleri. . . Ah, keşke hiç konuşmasay­ dıın. Madem konuştum, bari hiç ölümden bahsetmeseydim. Ne gereği vardı üstüne basa basa "ölüm" demenin . . . Çok sene evvel , talebeliğimde de başımdan buna benzer bir olay geçmişti. Ayrı bir hikaye konusudur o da. Mahiyeti biraz değişik ıie ol­ sa neticesi aynıydı. tster istemez kafamda ikisini birleştirdim ve ken­ dimi büsbütün suçlu hissettim. Ayıp değil ya, artık kelimelerden korkar oldum. Kelimeler,

ses­

lerle örülmüş basit mana kalıpları değil. . . 1.çlerinde Röntgen ve Radyum ışınlan gibi -erken veya geç ortaya çıkacak- öldürücü tesirleri de ta­ şıyan tehlikeli maddeler . .. Çok ihtiyatlı olmak lazım ! .

(41)

553


Malta'da Türk izleri : Malta Folklorundan örnekler :

KADIN VE EVLENME

Mlchellne Galley'den �eviren : Süleyman KAZMAZ

1 Beni evlendir, anne, beni evlendir, On sekizimi doldurdum. Çok istiyenlerim var, Ve düşmanım da, ninni.

2

Annemin ekmeği küflenmeye başlıyor, Ben bir genç kızım ve ondan hevesimi aldım ! Kalbime göre bir gence açılmak. Ve onun için ellerimle, ekmek yoğurmak isterdim.

3 Kalbim üzgündür, Delikanlıların kapısını çalacak : Ne para ister, hatta ne ekmek ; Ona bir genç adam verin, gitsin. 4

Annesinin yanında kalan genç kız, Hep bir nişanlıdan söz edecek ; Evlenmenin çok güç olduğunu bahane eden o kız, tş işten geçtikten sonra evlenmeyi isteyecek ! 5

Annemin babama söylediklerini dinle : "Kızımız evlenme çağına g'eldi" , - Çehizi hazırdır, diyordu babam, İki koyun ve elli skudi" ( 1 ) •

(1)

554

Malta'da eski bir para

(42)


SAYI 317

S . KAZMAZ

YIL XXVII

6 Evlendir kızını, evlendir, Evlendir, onu, bir denizci ile. O, bana göre değil, Çünkü hiç çehiz getirmiyecek.

7 Sevdiğiyle ve dengiyle evlendir onu ; Bir çalgıcı alına, seni ağlatır ; Gündeliğini sana vermek istemiyecek, Onun yerine bastonla seni okşıyacak.

8 Denizciler zanbak demeti gibidir, Balıkçılar da gül demeti ; Genç kız, kal annenin yanında, Fakat toprakla uğraşanı alma !

9 Doğramacıyı istemem, Rendelenecek tahta değilim. Bir deniz askerini isterim, Çünkü topu topu altı ayda bir karaya gelir. 10 Alnında meleklerin nuru var, Bütün dotsların sana tapıyor ; Annene, babana dua et, Ve onların sana verdikleri terbiyeye şükret. * **

Bana bakıyorsun, Fakat ağzın açılmıyor, Bana bir şeyler söylemek istiyorsun, Fakat utandığın için söylemiyorsun. * **

Tatlı yuzune baktığım zaman, tçime neşe doluyor, kalbim bir bahçedir : Hiçbir yerde bulunmıyan meyveler, Mevsimi olmadan da arda yetişiyor.

(43 )

555


SAYI 317

T ÜR K K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

11

Hep Çukur ve deliklerle dolu olan, Küçük Hanzira yolu gibi (2) , Kızlar ne kadar bozuldular Malta'ya çiçek hastalığı gelince. 12

Pirinç pudrasıyle beyaz, Al yanaklanyle gül, Süs eteğiyle tombul, Ve toprakların üstünde selvi ! 13

Uzun, bir dal gibi uzun, Yalnız süs eteğinle tombuldun, Zaman nerede kaldı, Senin, tam bir kadın olduğun zaman ! 14

Delikanlı, delikanlı, Hayatın içine fazla dalma. Ve yolunun üzerinde bir kadına rastlarsan, Kaç, uzaklaş ondan ! 15

Bir sıparın arkasında yuruyen, Ya da hançer demeti bir yastığı bulunan, Çivileri çıkmış yatakta yatan, Ve kalbimi kıran kişiyi acaba görebilir miyim ? (2) Malta'da bir yer adı . Malta folklorundan yaptığımız Imnarja Bayramı başlıklı tercümede olduğu gibi bu giirde de Türk kültüıiinün izlerine raslanmaktadır. (Çağrı Dergilll, Şubat 1980, sayı : 265 ) , I. dörtlükteki "Beni evlendir. anne, beni evlendir'', mısraı ile 9. dörtlükteki "Doğramacıyı istemem", mısraı Anadolu'nun "Ana, beni ever­ sene", türküsünü ; 5. dörtlükteki konuşma da yine Anadolu'da çok yaygın olan eşek hikayesini hatırlatmaktadır. Bilindiği gibi bu hikaye şöyledir : Ana, baba arasında şu konuşma geçer : Anne Artık oğlumuzu evlendirelim. Baba � Para yok ki, ne ile evlendireceksin ? Anne Eşeği satar, evlendiririz. Bu konuşmayı gizlice dinliyen delikanlı sevinir; aradan zaman geçer, ama ortada hiçbir hazırlık görülmez. Bunun üzerine delikanlı annesine sorar : - Ana, bir e§ek hikayesi vardı ne oldu ? _

_

556

(44:)


S. KAZMAZ

SAYI 317

YIL XXVII

16 Kalbimi kıran kışı, Ekmek, su bulabilir mi ? Bir yatağın içinde büzülen kişi, Kimsenin dikkatini çekmez ki...

17 Çiftlik sahibinin kızı, Kışın otlan toplar, Yazında da tarlalarda, Kawnlan bekler. 18 Gen� köylü kızı fasulye eker,

Çiftçi onu rahatsız etmez ; Bir tebessüm, şuradan, buradan baırkaç söz, Günün nasıl geçtiğini anlamazlar. 19 Genç köylü kızı kavunları bekler,

Olmuş karpuzları toplar ! Yakışıklı delikanlıların geçtiğini görür görmez, Onlara mendilini sallar. 20

Yqlı bir anam var, Onu bırakıp hiçbir yere gidemem. Ne zaman bir yere gitsem, beni takibeder, Farenin arkasındaki kedi gibi. 21

Efendilerin yanında çalışan bir hizmetçi kız idim, Sepetle pazara giderdim : Biri tebessüm ederdi, öteki göz kırpardı ... Ah papaz Efendi, bilmezsin, ne çok günah işlemişim ... 22

Akşam duasının zamanı geldi. Sonra ölüler duasının çanı çalacak ! Bütün dükkanlar kapandı, Ve sen, genç kız, hala dışardasın !

(40)

557


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL xxvn . -•

23

Sana kaç defa söyledim : Çeşme sana yasak ! Çeşmeye gidişin destiyi doldurmak için değil, . Fakat aşıkdaşlık etmek için ! 24

Kocam balıkçıdır, Her sabah erkenden, Kayığı suya atar, Ve dalgaların üstünde gider. 25

Biricik sevgilimin annesi ne kadar hoşuma gidiyor ! Onu, benim için, iyi bir. delikanlı olarak yetiştirdi, Onu, benim için, okula gönderdi, Ve şimdi o bir denizcidir. 26

Babam kalem şampiyonudur, Annem de makas şampiyonu, Sevgilim tersanede çatışır, Ve ben de kanalın yanındaki sigara fabrikasında.. 27

Kavga ettim, Sevgilimin annesiyle, Benim çok geveze olduğumu söyledi, Ben de geveze olarak kalmayı isterim, Yeter ki oğlu beni alsın.

2S Ber deniz kızı kadar güzel, Bir tavus kuşu kadar gururlu, Bir avukat kadar dilli, O kadar ki haklı olduğuna sizi inandırır, Kabahatli olduğu zaman. 29

Evine git, uyanık dur, Çocuğunla meşgul ol ! Kocan yabancı diyarlardan dönünce, Ona fazla. yüz verme ! 558

(40-)


Batı Trakya Türk Edebiyatı'ndan Atatürkçü Bir Şair :

ALİRIZA SARAÇ()GLU

Feyyaz SAGLAM ( ''' )

Batı Trakya Türk Şiiri'nin en önemli şairlerinden AlirıZa Saraçoğ­ lu'nun kırk yıldır yazmakta olduğu şiirler temlerine göre tasnif edildi­ ğinde Atatürk konulu olanların belli bir yoğunlukta olduğu görülmek­ tedir. Üstelik şair bu konuda sadece münferit şiirler yazmakla yetin­ memiş, başka konula·rdaki şiirlerinde bile, her fırsatta Atatürk'le ilgili bir iki mısra söylemiştir... Bu noktada "Bir Türk şairin Atatürk'le ilgili şiirler yazmasından daha tabii ne olabilir ?" sorusu hemen akla ge­ lebilir. Ancak bu şiirlerin yazıldığı ülke ve bölgenin siyasi, tarihi, içti­ mai ve kültürel gerçekleri açısından düşünüldüğünde bu şiirlerin edebi­ yat tarihi açısından önemi ve değeri daha iyi anlaşılabilecektir... Evet, bütün bu Atatürk şiirlerinin yazıldığı ülke Yunanistan, bölge ise Türklere yoğun siyasi, ekonomik ve kültürel baskıların uygulandığı Batı Trakya' dır... Böyle bir ortamda bu şiirlerin ayrı bir anlamı, ayrı bir değeri sözkonusu olmaktadır... Kendisi Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında, ama gönlü Türkiye'de bulunan Alirıza Sa·raçoğlu'nun Atatürk konulu gürleri tek tek ele alındığında şu gerçek karşımıza çıkmaktadır : Batı Trakya Türkleri'nin Atatürk'e bağlılıklarını belgeleyen bu şiirlerde, bu Türk toplumunun acıları, sevinçleri, sıkıntıları, özlemleri ; coşkun bir Atatürk sevgisi ile büyük bi'r ustalık ve duyarlıkla birleştirilmiştir. Ata­ türk'ü sadece Türkiye Türkleri'nin değil ; değişik ülkelerde yaşayan Türklerin en büyük önderi olarak gören şak, bu mısralarıyla Atatürk'ün Türk Dünyası açısından önemini de vurgulamak ister : "Güneşidir o her Türkün" "O, Türkün güneşiydi, hep aydınlattı". veya ; "Ey Türklüğün güneşi Ey Türklüğün önderi" ( " ) Dokuz Eylül "Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, Öğretim Elemanı

( 47 )

559


SAYI

317

T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

gibi mısralar hamasi söyleyişlerden çok, Atatti!rk sevgisinin içten bir yansıması olarak değerlendirilmelidir... Bu şürlerin en ilgi çekici ve orijinal yanı "Rumelilik-Batı Trakyalı­ lık" ruhu ile Atatürk sevgisinin uyumlu bir ifadeyle ele alınmış oluşu­ dur... Bütün Batı Trakya Türkleri Atatürk'ün de bir Rumeli Türk'ü olu­ şunu, bugün Yunanistan sınırları i<}erisinde kalan Sel8.nik'te doğmuş ol­ masını bir övünç kaynağı kabul ederler. Şairimizin "Biz Rumeli Türk­ leri" adlı şiirinden bir bölüm şöyle : " Bizim içimizden çıktı Mustafa Kemal'ler dün Ne mutlu bize ! Hemşerisiyiz Atatürk'ün Mustafa Kema.I Paşa kattı ünümüze ün Biz ; milli şufuıı üstün Rumeli Türkleri . . . " Yine, "Atamızın Sılasına Vardık" adlı şiirde, Atatürk'ün en çok sevdiği � 'Rumeli Türküleri"nin başında gelen "Vardar Ovası" türküsünden söz eder : "Vardar Ovası" gençlerin tekrar ettiği türkü Tümü kanında hissediyordu Atatürk'ü ... " "Atam" adlı şiirinde yine aynı bağlılığı vurgulamaktadır : "Batı Trakya Türk'ü Sen'i hürmetle anıyor ! Kalbimizin en çorak ·yeri aşkınla yanıyor Atam ! Senin ülkün aydınlatır yolumuzu gün be gün Kanındasın ! İzinde giden Batı Trakya Türkü'nün". · "Atamızın Sılasına Vardık" şiirinde yine aynı kararlılık pekiştirilir : "Batı Trakya Türk'ü, Ata'sının yolunda gidecek Karanlığa sapanları ikaz edecek ... Ata'mızın yakmış olduğu meşale hiç sönmeyecek ; Asil Türk ırkını aydınlatacak, ta haşre dek... " Bütün bu duygular, "Batı Trakya Türklüğü'nden Ata'ya" ithafıyla başlayan ve Gümülcine'de Akın gazetesinin 10 Kasım 1985 tarihli sayı­ sında yayınlanan "ATA'M" adlı şiirle doruk noktasına çıkmıştır. Oldukça uzun olan bu şiirin özellikle son bölümlerinde, Batı Trakya Türkleri'nin kişiliğinde Dış Türklerin Türkiye Cumhuriyeti'ne bakışları verilmek is­ tenir .

560

(48)


F. SAGLAM

SAYI 317

YIL XXVII

" Türk'ün kutlu güneşi doğacak Ata'm ! Doğacak Türkiye'yi Türkleri aydınlığa boğacak Türkiye çok gelişecek Türkiye yükselecek Her Türk ; Türklüğü ile iftihar edecek Tanrı · bu yüce ulusu, bahtiyar edecek Ta sonsuza dek Türkiye Cumhuriyeti, varlığını sürdürecek Sürdürecek Ata'm... " Alirıza Saraçoğlu'nun şiir başlıkları genellikle uzun ve veciz bir ifa·· deyle doludur. Şu ifade onun şiirinin bir bölümü değil, Atatürk için yaz­ dığı bir uzun şiirin başlığıdır : "BlR BüTüN OLDU BATI TRAKYA TüRK'Ü BUGüN TüMü SEVtYOR YüCE ATATüRK'Ü" Şairimiz çok sayıda Atatürk şiirlerini yazarken, Batı Trakya Türk çocuklarına da seslenmeyi ihmal etmemiştir. "Atanı Tanı Çocuğum", "Başöğretmenimize Sevgi Saygı", "Atatürkümüz ölmedi" gibi şiirler Batı Trakya Türk çocuklarına Atatürk sevgisi aşılayan şiirlerdir : ..

!çim.izde bayırak bayrak Her an dalgalanıyor bak Hep nabzımda atacak Atatürkümüz ölmedi.''

"

Liderler lideridir O ; Atanı tanı çocuğum Ünlüler ünlüsüdür O : Atanı tanı çocuğum ... "

Bu noktada önemle belirtilmesi gereken bir diğer husus, Alirıza Saraçoğlu'nun, Atatük'ün İslam dini karşısındaki tutumunu en doğru biçimde yorumlayabilen şair ve yazarlarımızdan birisi oluşu gerçeğidir... Atatürk -İslam dini- Batı Trakya Türkleri ilişkisini şiirlerinde şöyle dile getirmektedir : "

Bilir ki Atasının dine çok saygısı var Laikliğe, din düşmanlığı diyen nasıl çıkaır ? Bakın hacımız-hocamız Mustafa Kemal diyor Yüzkırkbin kişi ebedi şefi seviyor Halkı irşad eden vaizler, Ata'mın huzurunda Bu 10 Kasım gününde işte saygı duruşunda." ('49)

561


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

Şairimiz, Selanik'te Atatürk'ün evini gezdikten sonra yazdığı diğer bir şih-inde yine benzer bir yorum yapar : ..

Atamızın evinde sonsuz bir mutluluk duyduk, Odalarda asılı kutsal ayetleri okuduk... Ata'mın evinde tarihi Kur'an'ını gördük Her köşesine Kur'an sesi sinmiş mekanını gördük... " Yine bir başka şiirinde ; "O, Türkleı'İn içinde en güçlü Türktür Allah'ın Türk ulusuna en büyük lfıtfu Atatürk'tür" diyen şairimiz bu konuda yalnızca şiirleriyle de yetinmeyip, Batı Trakya Türk toplumunu makaleleriyle de aydınlatmak istemiştir. "Atatürk ve Laiklik llkesi" adlı makalesi bu alanda çok değerli bk çalışmadır... Dost düşman herkesin, her toplumun ve milletin kabul ettiği gibi Ata­ türk dünyanın en büyük liderlerinden birisidir... Ve gerek ülkemizde yaşa­ yan gerekse diğer ülkelerde yaşayan bütün Türklerin kalbinde yer etmiş­ tir. . . özellikle, Türkiye Cumhuriyeti dışında yaşayan Türklerin Atatürk'e ayrı bir düşkünlükleri, bağlılıkları vardır . . . Ülkemizden çok çok uzakta Çin'de yaşayan Uygur Türkleri şairlerinin bile Atatürk için şiir yazdıkla­ rını biliyoruz. "Yugoslavya Türk Şiirinde Atatürk" adlı güldeste bu ülkede

yaşayan Türk şairlerinin Atatürk sevgisini gösteren şiirlerle doludur... Ülkemiz dışında yaşayan Türklerden daha önce iki şairin bu konuda müstakil şiir kitaplarını okumuştuk. Kıbrıs Türkleri şairlerinden özker Yaşın'ın "Atatürk'e Saygı Duruşu - Kıbrıs'tan Atatürk'e" ve İlter Ve­ ziroğlu'nun "Yine Sana Vurgun Olacaktık" adlı kitaplarına, şimdi Batı Trakya Türkleri de Alirıza Saraçoğlu'nun kişiliğinde yeni bir Atatürk kitabını ekliyorlar. . . "Batı Trakya Türkleri'nden Atatürk'e - IŞIK ATA­ TüRK" adlı bu kitap ; Batı Trakya Türkleri'nin de içinde yer aldığı dış ülkelerde yaşayan Türklerin Türklüğe, Atatürk'e ve Türkiye . Cumhuri­ yeti'ne bağlılıklarının Yunıı;nistan'da oluşturulmuş yeni, önemli ve çok anlamlı bir belgesi olmaktadır...

562

(50)


SAYI 317

F. SACLAM

YIL xxvn

A T A'M Batı Trakya Türk'ü seni hürmetle anıyor ! Kalbimizin en çorak yeri aşkınla yanıyor... İdealin can verdi ; hayat verdi Türk'e, Büyük istikbale giden yolu gösterdi Türk'e ... tlkelerin her Tü,rk'ün pırlanta kalbini süsledi ! Sevgin her Türk'ün ta iliklerine kadar işledi... Ey Türk'ün müceddidi... Ey Türk'ün kanı, canı ! Ünün o denli büyük ki tuttu bütün cihanı . . . "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkene dünya inanıyor ! Ne mutlu ! Seni tüm insanlık saygı ile anıyor... Ne mutlu bize ! önderimiz sensin bizim ; Kemalizim'den başka kabul etmeyiz hiç bir izm . . . Atam ! Senin ülkün aydınlatır yolumuzu gün b e gün ; Kanındasın ! İzinden giden Batı Trakya Türk'ünün ...

ATA'NI TANI ÇOCUGUM Liderler lideridir O ; Ata'nı tanı çocuğum ... Ünlüler ünlüsüdür O ; Ata'nı tanı çocuğum . . . O' dur bizim başöğretmen ; O'nunla öğün yavrum sen ... Faydalan ilkelerinden ! Ata'nı tanı çocuğum . . . Atatürk ilkesi senin Yegane ideolojin . . . !zinden git. . . Yükselirsin ! Ata'nı tariı çocuğum . . . Güneşidir O, her Türk'ün ; Meşfiledir Atatürk'ün ; Aydınlatır Türk'ü her gün ! Ata'nı tanı çocuğum. . .

(51)

563


SAYI 317

T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

Yn.

xxvn

ATATÜRKÜMUZ öLMEDt Can evimizde yaşıyor Atatürkümüz ölmedi Türklüğe ışık saçıyor Atatürküınüz ölmedi. İçimizde bayrak bayrak Her an dalgalanıyor bak Hep nabzımda atacak Atatürkümüz ölmedi. Haftalara aya sığmaz Bütün yıl ansak yine az Türkoğlu nasıl haykırmaz Atatürküınüz ölmedi. Denizde karada o var, Edirne'de Kars'ta o var, Güzel Ankara'da o var, Atatürkümüz ölmedi. Tüm mazlumların dilinde Yaşıyor nasıl da zinde Bak yüz milyonlar izinde Atatürkümüz mmedi. Türk gençliği uygar, asil

Fikri vicdanı hür nesil Her genç Mustafa Kemi.! bil Atatürküınüz ölmedi. Her genç yasalara uyar mu kişileri sayar Mustafa Kemal'i duyar Atatürkümüz ölmedi.

(52)


TÜRKLERDE KALIN ADETi

A. Rıza GONVLL V

Türk evlenme hukukunwı, önemli motiflerinden birisi de "kalın"dır. Kalını, geçen yüzyılda Türk illerinde araştırma yapmış olan tzasstrov, Groclekav ve Dingelstedt gibi folklorcu ve hukukçular şu şekilde tanım­ lamışlardır. "Kalın, babanın sağ iken, oğullarının evlenebilmeleri için ver­ diği paydır" ( ! ) . Bwıun içine ise at, deve, altın, para v.s. girmektedir. Yalnız Prof. Dr. Bahaeddin ögel'in de belirttiği gibi (2) bu payda, ailenin müşterek hissesi vardır. Malum olduğu üzere, "kalın" ; "kal" fiil köküne, fiilden isim yapan eklerden "n" getirilerek yapılmış (kal-ı-n) bir kelimedir. Ve bütün Türk Leh�elerinde de ortaktır. Mesela : Kırgız Türk Lehçesi (Kalıng) ( 3 ) ve Türkiye Türk Lehçesi ( kalın-kalıng) , (Kocaköy-Keban (4) , Malatya-Ka­ raman (5) . Moğol dilinde de kalım diye bir kelime vardır ( 6 )

G. J. Ramstedt'e göre, kalın

kelimesine ilk defa, Suci kitabesinde rastlanmaktadır. Bir Çin kaynağında ise V-VI. asır Uygurlarının kalın malını nasıl ödedikleri ve bu münasebetle yaptıkları merasim tasvir edil­ miştir. Bu belgeye göre, kalın malını kızın akrabası alıyordu (7) •

(1) (2) (3) (4) (5) (6) (7)

(53)

Dr. Bahaeddin ôgel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, S. 177-178, II. baskı, Ankara 1979 . Prof. Dr. Bahaeddin ôgel, Türklerde Kalın ve Başlık. S. 393, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, IV. cilt, Ankara 1982. Prof. K.K. Yudahin, Kırgız Sözlüğü (Kalıng maddesi ) , C. II, İst. 1948. Doç. Dr. Tuncer Gülensoy, Doğu Anadolu Osmanlıcası, S. 250, Ankara 1986, T.K.A.E. yayınlan. İhsan Hinçer, Türklerde Başlık ve Mehir. S. 392, I. Uluslararası Türk Folklor Semineri Bildirileri, Ankara 1974 . B.Y. Vledimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, S . 338, dipnot 75, Çev. Abdül­ kadir İnan, Ankara 1944. Abdülkadir İnan, Türk Düğünlerinde Exogamie İzleri, S. 348. Makaleler ve İn­ celemeler, Ankara, 1968, Karşılaştır : H.N. Orkun, Eski Türk Yazıtları c. I, S . 156, Ankara 1987.

Prof.

565


SAYI 317

T Ü R K K Ü L T Ü R Ü

YIL XXVII

Oğuzlarda da, kalın adetinin olduğunu İbni Fazlan (X. asır) haber vermektedir (B) . Kaşgarlı Mahmud'un değerli eseri, Divanü Lügat-it Türk'te de (XI. asır) kalın adetinden bahsedilmektedir. Mevzumuzla ilgili ve bu eserden aldığımız iki misali verelim : 1

" Kalıng berse kız alır, kerek bolsa kız alır." (Atalay, C. IIl, s. 371, Ank. 1986) . il

-

-

"Berdim sanga kalıng, Emdi mum alıng Engek mening biling Uğrar tüngür bargalı." ( Atalay, C. fil, S. 372, Ank. 1986) .

.

Kıpçak Türklerine ait olan, "Et Tühfet-üz Zekiyye Fil-Lügat-it Tür­ kiyye" isimli eserde de, kalın kelimesine raslama�tayız. (Atalay, S. 182, İst. 1945) . Kalın adetini Dede Korkut kitabında da görmekteyiz. Şöyle ki : "Deli Karçar aydur : Dede (Korkut) kız karındaşımın yoluna ben ne istersem verir misin ? Dede Aydur : Verelim dedi, görelim ne istersin. Deli Karçar aydur : Bin buğra getirin kim maya görmemiş ola. Bin dahi aygır ge­ tirin kim hiç kısrağı aşmamış ola. Bin dahi koyun görmemiş · koç ge­ Urin. Bin de kuyruksuz köpek getirin. Bin dahi püre getirin mana dedi." (Ergin, S. 31, Ank. 1964) . Kırgız Türklerinin, ünlü destanı Manasda da, kalın adetinden · bah­ sedilmektedir. Şu parça görüşümüzü teyit etmektedir. "Temir Han, ni­ hayet kızını Manasla evlendirmeye razı oldu. Fakat, o kadar istedi ki, bunu ödemek Cakıp için kolay değildi. (Temir Han şöyle der. ) "Altıyüz kızıl tek hörgüçlü deve, üzerinde torba torba altın olsun. Yakındaki tepe dolusu hayvan sürüsü ile, İkibin ak koyun olsun. Elli gün devam eden düğün yapılsın. Sığırdan ikiyüz vereceksin. Bunların hepsinin alnında akı olacaktır. Bunlara bakan da kız olsun. Yük hayvanından ikiyüz, av kuşu sungurdan doksan kuş, yedi pars, iki arslan vereceksin" (9) . Eski Anadolu eserlerinde de kalın adetinin geçtiğini bilmekteyiz. Buna dair misalleri Eski (C. 1, S. 406) ve Yeni ( C. IV, S. 2185-2186) Tarama sözlüklerinde bulabilmekteyiz. Mesela, şu parça mevzumuzla ya­ kından alakalıdır. "Bunun bigi gi.iyegü eline gir�e, andan çok kalın is­ teme, kız satıcı olmak .. . " ( 10) (8) İbni Fazlan Seyahatnamesi, S . 32, haz. R. Şeşen, İst. 1975. (9) Manas Destanı, Çev. Abdülkadir İnan, S. 51, Ankara, 1985. (10) Tanıklanyla Tarama Sözlüğü, S. 406, C. I, İst. 1943. 566

(54)


A. R. GÖNÜLLÜ

SAYI 317

YIL XXVII

Kalın adeti, bu gün de Türk dünyasında hala geçerliliğini devam et­ tirmektedir. Şöyle ki : Kazak Türklerindeki kalın adetinden, Ünlü Türko­ log W. Radloff şu şekilde bahsetmektedir. "Kalının miktarı tesbit edil­ dikten ve bir miktarı ödendikten sonra, güvey, gelini ziyaret hakkı ka­ zanır. Bütün kalın ödendikten sonra ise, evlenme vuku bulur" ( 1 1 ) . Yine, Altay Türklerinde de kalın adeti yüriirlüktedir ( 12 ) . Afganistan Türkleri de, evlenecek her kız için, kalın almaktadırlar ( 13 ) . Türkiye Türklerinin de, evlenme adetleri içinde, kalının önemli bir yeri vardır. Biz çeşitli yörelerimize ait bazı misalleri vermeye çalışacağız. Şöyle ki : Tunceli ilinde yaşayan aşiretler, kızlarını evlendirirken, güveyi tarafından kalın almaktadırlar ( 1 4 ) . Gaziantepde de, kız istenildiği zaman ( verildiği takdirde) , kızın ba­ basına, kalın hemen ödenir ve söz kesilir ( 15) . Kalın adeti, Yozgat'ın batı ve güney yönlerindeki köylerde halen uy­

gulanmaktadır ( 16)

Güney Anadolu yöresindeki yörüklerde de kalın adeti görülmekte­ dir. Bu mevzuda rahmetli Ali Rıza Yalgın şöyle demektedir. "Güney Ana ­ dolu yöriiklerinde kalın tam olarak ödenmemişse ve gelinin bir kaç ço­ cuğu olsa, bile kızın babası güveye giderek, çocuklu kızını alıp,

evine geti.rebilirdi " ( 1 7) .

kendi

Görüldüğü gibi, kalın adeti tarihten günümüze kadar varlığını devam ettirmiş ve halen canlı bir şekilde yaşamaktadır. Yalnız. bu adeti, İslam hukukunun ahkamı olan mehirle ( 18 ) karıştırmamak lazımdır. Bunun ya­ nında, bazı yörelerimizde uygulanmakta olan başlık adeti ise ( 1 9 )

kalın

adetinin yozlaştırılmışı olabilir.

( 11 ) 'W. Radloff, Sibiryadan, Çev. Dr. A. Temir, S. 485-486, C. I/II, 1st. 1956. ( 12) W. Radloff, a,g.e., S. 322. (13 ) Doç. Dr. Saim Sakaoğlu, Afganistan Türklerinin Halk Edebiyatı ve Folklorun­ dan Örnekler, S. 239, Türk Kültürü Dergisi, Sayı : 211, 214, Ankara, Mayıs Ağustos 1980. ( 14 ) Türk Milli Bütünlüğü İçinde Doğu Anadolu (Heyet ) , S. 123, II. baskı, Ank . 1986. T.K. A.E. yayınları 56. ( 15 ) Ferruh Arsunar, Gaziantep Folkloru. S . 113, İst. ı962. ( 16 ) H. Zübeyr Koşay, Türkiye Türk Düğünleri Üzerine Mukayeseli Malzeme, S. 116, Ankara 1944. ( 17 ) Prof. Dr. Bahaeddin Ogel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, S. 181, 182 ; 11. baskı, Ankara 1979. ( 18 ) O. Spıes, Mehir Maddesi 1.ıiam Ansiklopedisi, c. 7, İst. 1970, S . 494-496. ( 19 ) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Evlenmede Başlık Geleneğinin Sosyolojik Açıkla­ ması, I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV. cilt, Ankara 1976, Sayfa : 315, 362. (55)

567


lllBUTOGRAFYA

Ferhat

Tamir,

Barköl'den

Kazak

Ttlrkçesl Metinleri., Gramer-MeUn­ Sözlök, Tlil'k KWtttrtlntı Araştırma Enstltllsli Yayuılan : 94, Ankara

1989, X-1'10

s.

raı1tırmalar yapılmaktadır. Prof. Dr. Ah­ met Bican Ercilasun'un rehberliğinde yürütülen bu araştırmalardan, Ferhat Tamir'in Yüksek lisans tezi olarak hazır­ ladığı "Barköl'den Kazak Türkçesi Metin­ leri", Türk Kültürünü Araştırma Ensti­ tüsü tarafından yayınlanmıı1 bulunuyor. Barköl, Kazak Türklerinin yaı1adığı ö­ nemli yerle!lfm merkezlerinden birisi. Tanıtmaya çalı§acağınuz bu eserde, Bar­ köllü Kazak Türklerinden derlenen me­ tinler incelenmekte ve bu metinlerte Ka­ zak yazı dili arasındaki farklllıklar gös­ terilmektedir.

Türk dünyasının bugün içinde bulun­ duğu durum, Türkoloji araştırmalannın Türldye için önerniDi daha da arttırmak­ tadır. Bizde yaklaşık yüz yıllık bir geç­ mi§i olan bu aragtınnalar, ;ıon yıllarda vakıf, enstitü, üniv_ersite gibi kuruluı1la­ rm bünyesinde büyük geli!jmeler gösterdi. Türk kültürü, artık- daha önceki dö­ nemlerden farklı olarak, siyasi sınırlar Eser, "Gramer İncelemesi", "Metin" dikkate alınmadan bir bütünlük içinde ve "Sözlük" bölümlerinden meydana gel­ ara11tınlıp, değerlendiriliyor ( 1 ) . miştir. "Söz Başı"ndan, Barköllü Kazak Dil, kültürün taşıyıcısı olduğuna gö­ Türklerinin, Kazakların Orta Cüz'ünün re, milletlerin dillerini bilmeden kültürleri Abak-Kerey boyuna mensup olduklarını hakkında araştır� yapmak da mümkün öğreniyoruz. Bunların bir kısmı, Çin değildir. Bu balamdan, Türk dili araştır­ baskısına dayanamayarak, çe!lftli tarih­ malan, Türkoloji araştırmaları içinde lerde göç etmiş ve Türkiye'ye yerleşmi§­ ayrı bir öneme sahiptir. Türk kültürünü tir. anlamak ve üzerinde derinliğine bir a­ "Gramer İncelemesi", e.:ıerin 9-94 . raştırma yapmak için, önce Türk !jive­ lerinin bilinmesi icap eder. Kazak Türl{­ sahifeleri arasında yer almaktadır. Bu çesi bilinmeden Kazak edebiyatı, Özbek bölümde, derlenen metinlerin fonetik ve Türkçesi bilinmeden Özbek edebiyatı an­ morfolojik yapısı incelenmiştir. Verilen laşılabilir mi ? Türk §ivelerinin bilinmesi örnekler, bazı zamir ve fiil çekimleri dı­ ve ara!jtınlması, dış siyasetimiz bakı­ şında, "Metinler" bölümünden seçilmiş, mından da son derece önemlidir. Çünkü örneklerin yanına metindeki yerlerini haklan ve topraklan gaspedilmi!I Türk topluluklarının, dünya siyasi platformun. da tek savunucusu Tilrklye'dir. Sovyetler Birliği ve Çin'in, topraklarında ye.şayan Türk topluluklarına karı1ı güttüğü siya­ sette, dil meselesi önemli bir yer tutmak­ tadır(2) . Mesela., Sovyetıer Birliğinde yapılan be!I dil araştırmasının blri Türk­ çe ile ilgilidir. Türk !lfveleri hakkında, Gazi Üniversitesinde 1982 yılından beri, yüksek li­ sans ve doktora seviyesinde değerli a-

568

( 1 ) Bu konu baklanda bkz. Bilgehan

Atsız Gökdağ, Türklük Are.ştırma­ lan ve Türkiye, Yeni Orkun, Sayı 9, İst. 1989, s . 8-9 ; Doç. Dr. Meh­ met Saray, Türkiye'de Türkistan Araştırmaları, Türkistan, Sayı, 1, tst. 1988, s. 12-13. (2) Yard. Doç. Dr. Timur Kocaoğlu, Türldstan Kültürünü Öğrenmede Türkistan Lehçelerinin önemi, Türk Kültürü, Sayı 302, Ank. 1988, �.

329-334.

(56)


SAYI 317

BİBLİYOGR AFYA

YIL XXVII

-------- --------------------- -

gösteren sahife ve satır numaralan ek­ lenmiştir. Bu bölümde tesbit edilen ağız özellikleri, Eski Türkçe ve Kazakistan'da kullanılan yazı dili ile mukayese edilmek_ tedir. Eserde, Barköl konuşma dilini ya­ zı dilinden ayıran şu iki fonetik değişme üzerinde bilhassa durulmuştur : 1. Derlenen Metinler ile yazı dili arasındaki en önemli aynlık, düzlük.yu­ varlaklık uyumunda kendisini göiltermek­ tedir. Barköl konuşma dilindeki düzlük­ yuvarlaklık uyumu, eserde şöyle ifade ediliyor. "Bir kelimede düz ünlülerden sonra ancak düz ünlüler gelebilir, yu­ varlak ünlüler gelemez. Yuvarlak o ve u ünlülerinden sonra geniş-düz a ve dar. yuvarlak u ünlüsü ; ö ve ·ü yuvarlak ün­ lülerinden sonra ise geniş.yuvarlak ö ve dar.yuvarlak ü ünlüsü gelir (s. 18 ) . " ö ve ü yuvarlak ünlülerinden sonra, geniş. yuvarlak ö ve dar yuvarlak ü ünlüsünü getiren Barköl konuşma dili, bu özelli­ ğiyle ·yazı dilinden aynlmaktadır ( 3 ) . ör­ nekler : söylöy, kötörrhöy, cönölödü , ösilrgöndüktön, cürgön, ülköndör, ündö­ mögön (s . 20, 21 ) . Yazı dilinden alınmış "dönen, süyek, ölimtik, böri, üzik, cüy­ rik ( s. 21 ) gibi kelimeler, düzlük.yu . varlaklık uyumu bakımından yukarıdaki kelimelerden farklıdır. 2. Yazı dilinde ç ünsüzü bulunma . masına karşılık Barköl konuşma dili bu sesi muhafaza etmektedir. örnekler : çav, çakır, çap-, kelinçek, tarçılık, smçı, altmçı (s .42 ) . Görüldüğü gibi ç > ş de­ ğişmesi, bu ağızda henüz tamamlanma­ mıştır.

Bu bölümde, ilgi çekici bulduğumuz bir hususa da temas etmek istiyoruz. Derlenen Metinlerdeki bazı özellikler, bi­ ze Oğuz şivesi özelliklerini hatırlatmış­ tır. Bu benzerlikler, acaba Kazak şive­ sinin, Oğuz şivesi etrafında geliıımesiyle mi ortaya çıkmıştır ? ( 4 ) Yoksa, bunlar derleme yapılan kişilerin kısa bir zaman için de olsa Türkiye'de bulunmaların-

(57)

dan mı kaynakl8llmaktadır ? Bu konu , ayrıca ele alınabilir. Tesbit ettiğimiz b0nzerlikleri şöylece ;ııralayalım : 1. Kelime başında k > g değişmesi : örnekler : gel-, gerek, geyin, gör-, gün (s. 37) . Bu kelimelerin k'li şeltilleri de aynı metinlerde görülmektedir. 2, g1 ğ ünsü.zünün kelime sonunda düşmesi ; .kiçİg ;::> ki§i, 1!-atığ > :!$attı (s. 51 ). 3. ğ > g (sedalı ve sızıcı girtlak ünsüzü) değişmesi : alga, bolgan, :ıogan. �olga ( s. 421. Bazı ek başlarındaki g,ğ sesini dü­ .ııüren Oğuz şivesi, bu sesi düşürmeden önce, burada olduğu gibi g sesine çevir­ miş olmalıdır. 4. İyelilt rc klcı inJcn sonra .a/.e yaklaşma hali ekinin ku�lanılması (5) :

( 3 ) Bugünkü Kazak yazi dili için ya­ zılan gramer kitaplarında, bu u­ yum, şöyle kurala bağlanmıştır : Yabancı ve birleşik kelimeler dışın­ da, ilk heceden başka hecelerde ö, u, ü sesleri işitilse de e, ı, i harfleri yazılır. Bkz. Abdülkadir İnan, Ka­ zak ve Kırgız Yazı Dillerinde Dudak Benzeşmesi Meselesi, TDAY-Bellc­ ten, 1964, Ank. 1965, s. 67-76. ( 4) Ahmet Caferoğlu, bu konuyla ilgili olarak "Tarihi gelişmesi itibariyle Kazak Türkçesi, daha fazla öatı Türk şiveleri çevresinde inkişaf et­ miş sayılır." demektedir. Bkz. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu Türk Kavim­ leri, TKAE Yay. , Ank. 1983, s. 36. ( 5 ) Orhun Kitabelerinde de, 1. ve 2. şahıs iyelik eklerinden sonra, .a/-e yaklaşma hali eki kullanılmaktadır. Z. Korkmaz, bunu Eski Türkçedeki Oğuzca belirtilerden kabul etmek­ tedir. Bkz. Zeynep Korkmaz, Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler, Bi­ limsel Bildiriler, 1972, Ank. 1975, s. 441, 442.

569


T Ü R K

SAYI 3 17

adamına, çeçesine, kelgenime, üyünö, ülkösünö ( s . 5 7 ) . ô.

-k çokl1,1k 1, §ahıs ekinin kulla­

l1ılınası :

sa1!,

!;alındı�, boldu1!", turdu � ( s. 882 ) , al­ bolsa� . �oysa� (s. 84 ) .

Hatta, çokluk ı . şahıs emir eki de ..ayı� /-eyik şeklindedir. bolayı � (s. 84 ) . bölümünün İncelemesi" "Gramer "Soru Zamirleri" bahsinde, izahı yapı­ lan "nemene" kelimesindeki "me" mor­ feminin, ·ııoru eki değil de kuvvetlendir­ me edatı olduğunu zann ediyoruz( 6 ) . arasında Eserin 99-126. sahifeleri "Metinler" bölümü yer almaktadır . Me­ misafir tinler, daha ziyade Türkiye'de olarak bulunan Barköllü Kazak Türkle­ rinden derlenmiştir. Bu metinlerde Ka­ zak Türklerinin evlenme adetleri, at ve av sevgileri, günlük yaşayışları, tarihi maceraları anlatılmaktadır. Ayrıca 148 tane de maka! (atasözü ) derlenmiştir. Bunlar, mana itibarıyla bizim atasözleri­ mizden hiç de farklı değildir. lşte, bun­ lardan birkaçı : A gıltın

�an

tamırda turrr.as. (s. 123)

Akacak kan damarda dunnaz (7) .

Burung u çıkkan kulaktan son� u şık�

1!-an müyz

.

.

.

uzadı. (s. 123 )

.

.

Boynuz kulaktan �onra çıkar, ama kulağı g�er (• ) .

AZERBAYCAN 1LlM NEŞRİYATININ

1989 YILINDA YAYIMLADIGI ESERLER ( ' )

Her konuda fevı.calade ciddi çalış­ bilhassa malarına şahit olduğumuz ve dil konusunda M.Ş . Şireliyev, R. Püste­ mov, F. Zeynalov , M.N. Hüseynzade, E. Abdullayev, Y. Seyidov, K. Veliyev, Y. Memmedov, A. Ebilov, N.Z. Hacıyeva, E . Demirçizade, U.B. Eliyev gibi yazarla­ rının çalışmalarını yakından takip etti-

570

YIL XXVII

K Ü L T Ü R Ü

Alladan korkmaiandan. koruk. •

123)

(ıt.

Allahtan korkmayandan korkulut(9),

Közden ketse köfiüldön mutuladı. ( s. 120) Gözden ırak olan gönülden de ı.rak olur(lO) .

Eserin

son

bölümü

"Sözlük"tür.

127.170 . sahifeler arasındaki bu bölümde,

her kelimenin metindeki manası verilmiş ve ilk geçtiği yer gösterilmiştir. Baştan sona kadar titiz bir çalışma­ nın ürünü olan bu eserdea dolayı Ferhat Tamir'i tebrik ediyor, Türk şiveleri hak ­ kında yapılmış yüksek lisans ve doktora yayınlanmasını tezlerinin bir an önce diliyoruz . ,

(6) Bu edat, Karahanlı, Harezm ve Ça­ ğatay Türkçelerinde "ne, nasıl, ne kullanılan, manalarında kadar" "neme, nime" kelimelerinin de ya ­ bulunmaktadır. Bkz. Dr. pısında Necmettin Hacıeminoğlu, Türk Di­ linde Edatlar, M.E. Basımevi . İst. 1974, s. 252. l 7 ) Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, C. I, TDK Yay. Ank. 1984, s. 119. ( 8 ) a.e., s. 179. ( 9 ) a.e., s. 33. ( 10 ) a.e., s. 197. Yard. Doç. Dr. Leyla KARAHAN

ğimiz Azerbaycan bilginlerinin eserlerini de neşreden "Elm (ilim) " neşriyatının 1989 yılında neşrettiği eserlerin künye­ leri Bakü'de bir kitapçık halinde yayım­ lanmış bulunmaktadır. Muhteva itibariy­ le muhtelif konulara yer verilen bu eser( 1 ) Bu eserler "Elm Neşriyyatının 19!!9-

çu İlde Neşr Etdiyi Edebiyyatın An­ notasiyah Tematik Planına Elave" adlı kitaptan alınmıştır.

(58)


SAYI 317

ıerin listesini, Azerbaycan'da hangi ko­ nularda. ne gibi e.serler yayımlandığını ve ne gibi Türkçe ilmi terimler kulla­ nıldığını göstermek ve okuyuculannuzı Azerbaycan ilim hayatından haberdar etmek maksadıyla neşretmeyi uygun bulduk. AZERBAYCAN'IN KLASİK İRSİ (MİRASI)

Semed Vurgun, Ei3erleri, 7 cild, 5. cild Azerbaycan dilinde. Bakıhanov A.G . , Gülüstani-İrem. Rus di­ linde. Kollektiv . , Cenubi Azerbaycan Edebiy­ yatı Antologiyası, 4 cild, Azerbay­ can dilinde. AZERBAYCAN KLASİK EDEBlYYATI KİTAPHANASI

Kollektiv., 7-12. Asırlar Şiiri, Azerbay­ can dilinde. Ahundov M.F., Seçilmiş Eserleri, Azer­ baycan dilinde. AZERBAYCAN TARlHlNE DAiR MÖNBELER

Yesan Hesen - Celalyan., Alban Ölkesi'­ nin Gısa Tarihi, Rus dilinde. Memmedov S.E., Ermeni Menbeleri, 1518. Asrın birinci yarısında Azerbay. can Tarihi ve Ermeni Garşılıglı Ela­ geleri Haggmda, Rus dilinde. TARlllt

VE MEDENi ELAGELER

Abbasov İ.İ., Azerbaycan Destanları Er­ meni Menbelerinde, Rus dilinde. EL YAZMALAR HEZlNESİNDEN

Mustafa Zerir, Yui3uf ve Züleyha, Azer­ baycan dilinde. Gayıbov H., Azerba.ycan'da Meşhur Olan Şüeranın Emarına Mecmüedir. Azer­ baycan dilinde . Agayeva N .A .. Orta Asırların Azerbay­ can Dilçileri, Rus dilinde. Kollektiv. , Azerbaycan Filologiyası Me­ seleleri, Azerbaycan dilinde. (59)

YIL XXVII

BİBLİYOGRAFYA

Kollektiv., Elyazmalar Hezinesinde, 9 cild, Azerbaycan ve Rus di11erinde. LtJGETLER, SORAG KİTAPLARI

Kollektiv., Azerbaycanca - Rusça Lüget, 4 ciltte, 3 cilt Azerbaycan ve Rus dillerinde. Kollektiv., Azerbaycan Dilinin Dialekto­ loji Lügeti, 2 ciltte, 1 cilt Azerbay­ can dilinde. Kollektiv. , Azerbaycan Dilinin Termino­ logiyası Meseleleri, Azerbaycan di­ linde . Kollektiv., Botanika Terminlertnin Izah­ lı Lügeti, Azerbaycan dilinde . Kollektiv., Heyvanların Anotomiyasına Dair Terminleı in İzahlı Lügeti, Azerbaycan ve Ru:; di11erinde. Paleontologiye Termin\eri Lügeti , Azer­ baycan, Rus ve İngiliz dillerinde. ELMI - KtJTLEVİ SERİYA Eliyev R.E., Robotlardan Avtomatzavod­ laradek (otomatik makina) , Azer­ baycan dilinde . Helilov E.N. , Kimya Aleminde Seyahat , Azerbaycan dilinde. Ceferov C.D., Giymetli Daşlar Aleminin Efsanei3inden Hegigete Doğru, Rus dilinde. Elizade A.A. - Bektaşi S.E . - Memmed­ zade R.H., Feal Vulkanlar, Azerbay­ can dilinde. Semedov A.G., Yeni Teserrüfat Şeraitin­ de Ticaretin İdare Edilmesi, Strük­ türünün Tekmilleşdirilmesi, Rus di­ linde. Es�dov K.S. - İbrahimov Z.E. - Sadıhova S . E . , Zogal (kızılcık) ve Onun Teser­ rüfat Ehemmiyyeti , Azerbaycan di­ linde. İÇTİMAİ ELMLER

Muradov Ş.M., Azerbaycan SSR'de De­ mografik İnkişaf ve Ehalinin Meş­ guliyyet Guruluşu, Rus dilinde. Beydemirova B. S., Azerbaycan SSR'nin Ölkenin Respublikalar arası ve Harici 571


SAYI 317

T Ü R K

K Ü L T Ü R Ü

. Ticaret Elagelerinde Rolü, Azerbay­ can dilinde. Abdulayev H.A., Çörek ( ekmek) Mehsul­ ları İstehsalının Semereliliyinin Yük­ seldilme.:.i, Rus dilinde. Hüseynov H.B., İran İçtimai - Siya;.;;i Fik­ rinde İslam İngilabı Konsesiyası, Azerbaycan dilinde . Oruçov H . G.� Müasir Azerbaycan Kendi , Onun Sosyal ve Medeni Tereggisi , Azerbaycan dilinde . Kollektiv., Cemiyyetin Sosyal İgtisadi 1nkişafının Süretlendirilmeslnin Fel ­ sefi Metodoloji Aspektleri, Azer­ can dilinde. Mustafayev F.G., Me'nevi Telebatın İn­ kişaf Dialektikası, Azerbaycan di­ linde. Gullyev Z.G., Sosyal Mes'uliyyet İnsan Fealiyyetlnin Tenzimleyiçisidir, Rus dilinde. Ahmedli M.T., - Feldman 1. 1., Albert Eynsetyn'in Felsefi Görüşleri ve Prinsipleri Metodu, Rus dilinde. Beşirov T.K., Sinergetika ve Tekamülü, Rus dilinde, Tarverdiyeva 1.F., İdrak Feallyyeti _ Ob.. yektiv Şertler ve Subyektlv Amiller, Rus dilinde. Gasımov Ç.S., Sovet Huguguna Göre Beraet Verilmesi Neticeleri, Rus di­ linde. Mustafayev A.H. , SSRİ'de Milli Münase­ betler ve Onu Sahtalaşdıranların Tengidi, Rus dilinde. Kollektiv., ETT ve Elmi İdrakin İnkişafı. Rus dilinde. Kollektiv., Orta Esr Şerg Felsefesi Tari­ hinden, Rus dilinde. Swnbatzade E., Azerbaycanlılar : Etno­ kenez ve Halgın Formalaşması.; Ge­ dim zamanlardan 18. asrın sonuna dek ./Rus dilinde. Aşurbeyli S.B. , Orta Esrlerde Azerbay­ can'ın İran'la İgtisadi ve Medeni Elageleri , Rus dilinde.

572

YIL XXVII

Zeynalov R.E., Azerbaycan SSR'de Her­ bi Guruçulug, Herbi Vetenperverllg ve Kütlevi Müdafie İller( ;1P20-11Kl çi iller,/Rus dilinde, Ehmedov E.M ., A. Bakıhanov : Dövrü, Heyatı, Fealiyyeti, Mühiti, Rus di­ linde. Nuriyev A . B . , llk Orta Esrlerde Gafgaz Albaniyasında Senetkarlıg.,/3-8. Esr­ ler,/Rus dilinde. Kollektiv ., Arheologi Salname , Rus di­ linde. Kollektiv. , Maddi Medeniyyet, 12 cilt, Azerbaycan ve Rus dillerinde, Ehmedov Teymur, Neriman Nerlma­ nov'un Yaradıçılıg Yolu, Azerbaycan dilinde. Zeynalli Atif, Semed Vurgun Seneli, Azerbaycan dilinde. İsmayılov Yakub, nyas Efendiyev'in Yaradıçılıg Yolu, Azerbaycan dilinde. Kollektiv, Azerbayvan Edebiyyatı, Azer­ baycan dilinde. Sefiyev A., Müasir Merhelede Azerbay­ can Dramaturgiyası, .Azerbaycan dilinde. Abdullayev B., Azerbaycan Merasim Folkloru ve Onun Poetikası, Rus di­ linde. İmamov M., Müasir Azerbaycan Nesrin­ de Psihologizm, Azerbaycan dilinde. Memmedov A . A., Nesrin Poetikası, /19. Esrin ikinci yansı.; Azerbaycan di­ linde . Kollektiv, Nizami Gencevi , Almanah, 2-çi kitab, Rus dilinde. Budagova Z.İ. - Hacıyev T.1. , Azerbay­ can Dili, Azerbaycan dilinde . Aslanov A.M., Azerbaycan Dili, Dilin Garşılıglı Orbitinde (daire, yörünge ) Sosial-Lingustik Tedgigat, Rus di­ linde. Meşediyev G.İ., Zagafgazianın Azerbay­ can Toponimleri , Azerbaycan di­ linde. Memmedov 1. o., Ekran, Efir, Dil, .Azer­ baycan dilinde .

(60)


YIL XXVII

BİBLİYOGRAFYA

SAYI 317

Ellyev R.M. , Nizami, 1 cilt, Heyatı, Rus

Elibeyzade E . M., Azerbaycan Dili Tarihi, Azerbaycan dilinde.

diliDde.

lmangullyeva

A.N.,

Yeni Erep Edebiy­

FlZlKA.

-

TEHN1KA

yatının Yaranmasında Garşılıglı Ede. bt

Elagelerin

Mektebi

Rolü,JSiro-Amerika

Ya.zıçılarının

Yaradıçılıg

Materialları Üzre,/ Rus dilinde. Poeziyasmda

Siyasi

Lirika,

Az.er­

Be'zi

Modellerinin

Riyazi Meseleleri, Rus dilinde. Haçıyev V . C. - İsayev F.K., İlkin Ger. ginliyi Nezere Almagda Konstruk­

baycan dilinde. Bahşellyeva G.B., Abd-es-Salam el-tl"çey. li , Heyat ve Yaradıçılıg Oçerki (Ya­

siyaların Elastiki.Plastik Elementle­ rinin Davamlıhgı, Rus dilinde.

zarların bizzat şahit olduğu hadise­

Şefiyev R.E . ,

leri anlatan küçük edebi eser). Rus dilinde.

Memmedov R.H., Mellin Çevirmeleri ve

zamanova E.E . , Müasir Türkiye'de Es­ tetik Fikir, Rus dillDde. Elibeyev

1V.,

TUrldye'de Hariçi Kapital/

1960-80 çi ilin evvelleri/ Rus dilinde. Abiyev Aydın, Türk Edebiyyatında Sa­ tira,/19. esrin ikinci yarısı - 20. e·.;rin ev­ velleri,;Azerbaycan

dilinde.

lrlemmedzade K.M. - Şarkisov N.A., SSRİ

Me'marı

Halg

Mikayıl

Hüseynov,

Rus dilinde. ranması ve İnkişafı./19. esrin sonu 20. esrin evvelleri,JRus dilinde. Kerimov

K.D.,

Azerbaycan

Mtmiatur

RenkkArhgı.jl6 . esr Tebrtz MektebV Rus dilinde. Ahundzade

L.D.,

Sovet Azerbaycanında

Menzere Ressamlıgı /Rus dilinde. Agay�va S.H., Ebdulgadir Maragi, Azer­ baycan dilinde . Üzeyir

Hacıbeyov Haggında Hatireler,

Azerbaycan dilinde. Kollektiv, Azerbaycan Tarihine dair Ma­ teriallar, Azerbaycan dilinde. Nebiyev Bekir, özümüzden Azerbaycan Qili.Dde .

riyyesi ve

Onlann

Elaveleri,

Rus

dilinde . Kollektiv, Geyri-Hetti Analiz Nezeriyye­ sinin Be'zi Meseleleri, Rus dilinde. Kerimov S.G., Avtomatlagdınlmış tnfor­ masiya Sistemleri,

Azerbaycan

di­

linde . Efendiyev G.t., Plazma Halg Teserrüfa­

_

Nebiyev B.A.,

Kollektiv,

Elementar

Hisseclkler

ve

Berk Cisimler Nezeriyyesi, Rus di­ linde . Sadırhanov onal

R.S., Geyri - Hetti

Analizin

Seçilmiş

Funksi­

Meseleleri,

Azerbaycan dilinde. Kollektiv, Riyazi Kibemetika ve Tetblgt Riyaziyyat, 9 burahılış. aynca ne!fl' edilmiş

(Bir eserin

bölümü . )

Rus

dilinde. Mahmudov Y. A. - Abbasov A. M., Me'lu­ matların

İşlenmesinin

Paylanılmıg

Sistemleri, Rus dilinde. ka

Avtomatlagdınlmış İdare

etme

Sisteminin Gurulması, Rus dilinde.

hg Trilogiyası, Rus dilinde.

Gasımov G.M. Zerrecikler

"Seni

Görmeyimle Fehr Edirem ki . . . " , Rus

dilinde .

Yahınlagma Nezeriyyedi. Kollektlv, Operatorlann Spektran Neze­

Kollektiv, Azerbaycan SSR'in Respukll­

Baglayag,

Hacıyev A.A. , Realizm. Edebiyyat§Üll as­ Mevlayeva S.D.

Operatorların Psevdoçev­

rilmeleri ve Be'zi Elaveler.

tında, Azerbaycan dilinde.

Kerlmov I.S., Azerbaycan Teatnnm Ya­

(61)

Magsudov F.G. - Leonov K.Y. Ela.Btlki ve Özlü-Elastiki Mühitin Geyri Hetti Dinamikasının

Gemberov M. - Ceferov V., Müasir Erep

VE RİYAZIYYAT

ELMLERt

Abbasov Ş.M., Yüklü Sür'etıendiıiçileri

ve

Onların Tetbigi, Azerbaycan dilinde. Memmedov Ş.M. - Yadreyev F.I.

_

Rivin

E.M., Butadiyenniteçl Kayçukları ve

573


SAYI 317

T Ü R K

Onların Esasında Hazırlanmııs Re­ zinler. (Kauçuğun vulkanize edil­ mesi neticesinde alınan su ve hava geçirmeyen elastiki madde. ) Rus dilinde . Kollektiv, Radiasiya Tedgigatıarının Aktual Problemleri, Rus dilinde. KİMYA ELMLERİ

Hıdırov B.S., Azerbaycan'ın Neft E"mali Senayisinin Yükseldilmesinin Esas tstigametleri, Rus dilinde. Dalin M.A . , Neft Kimyasının İnkişaf Yolları. Kollektiv, Neft-Kimya Meııeleleri, 19. bu­ rahılış, Rus dilinde . Kollektiv, Sintetik Piretroidler. Kollektiv, Polimer Materiallan, Rus di­ linde . Kollektiv, Yanm Funksional Monomer ve Polimerler, Rus dilinde. Tagıyev D.B . , Kristallik Alumosilikat­ lar Katalizde. Kollektiv, Kjmyevi Prosesler ve Geyri­ Uzvi Materialşunaslıg, Rus dilinde. YER ELMLERİ Mehdiyev Ş.F. - Gamkrelidze 1.P. Sa­ layev S.H. ve B., Gerbi Azerbay. can'da ve Şergt Gürcistan'da Neft ve Gaz Ahtarılışlannın Elmi Esasları, Rus dilinde. Kertmov H.l - Zülfükgarov S.B. - Şi­ reliyev A.B. ve B., Böyük Gafgaz'ın _

·

Cenub Yamacının Kolçedan Fonna­ siyası, Rus dilinde . Kollektiv, Azerbaycan'ın Statigrafiyası , /Mezozoy/, Ruıı dilinde . Abdullayev R.N. - Mustafayev M.A. Semedova R.A . - Şefiyev H . t. - Mem­ medov M .G., Böyük Gafgaz'ın Cenub Yamacının Magmatik Formasının PetrologiyasıJVendam Zonasıj. Mustafayev G.V., Azerbayca Metalloge­ niyaaının Esas Hasseleri, Rus di­ linde. Eliyev H.E. - HeWov S.H., Böyük Gaf­ gaz'ın Dağ Eteyi Nadir Arid Meşe -

574

YIL XXVII

K Ü L T Ü R Ü

likleri Torpaglarının Ekoloji tsti!h­ salat Hüsuııiyyetıeri, Azerbaycan di­ linde . Eyyubov E . C. - Rehimov H.Ş. Uluha­ nov N .D. , Azerbaycan'da üzümün Beçerilmesinin Agro ve Mikro İk­ lim Şeraiti ve Ehtiyatları, Azerbay­ can dilinde. Kollektiv, Azerbaycan'ın İglim. şünaslıg ve Hidrologiya Meseleleri,/Coğrafiya tnstitutunun E serleri, 24 Cilt,/Rus dilinde . _

BİOLOGİYA ELMLERl

Novruzov V.S., Böyük Gafgaz Şlbyele­ rinin Florogenetik Tehlili ve Onla­ rın Muhafizesi Meseleleri, Azerbay­ can ve Rus dillerinde, Mehdi.zade E.R., Bitkilerin Reaktivlik Fiziologiyası, Rus dilinde. Seferov t.s. - Esedov K. S. - Celilov G.G. Hüseynov Ş.H., Yalama Deniz Sahili Meşelerinin Rekreasiya ve Su Go­ ruyucu Ehemmiyyeti Ruıı dilinde · Eliyev C.V. - Mahmudo R.U., Bu da Deninin Zülal Kompleksi, Rus di­ linde . Ceferov E.S . - Eliyev L.A., Zerdabvarı

Albuminin Guruluşu ve Konformasi­ ya Hüsusiyyetıeri, Rus dilinde. Kollektiv, Kiçik Gafga.z'ın Yüksek Dağ Bitkililiyi, Rus dilimde. Kollektiv, Azerbayce.n'ın Heyvanlar Ale­ mi, 3 ciltte, 1. cilt Rus di11nde. Salayev M.E . , Ezerbaycan Topraglarmın Tesnifatı ve Diagnostlka.sı, Rus di­ linde. Ahundov F.H . , Konsentpasiyalı ve MÜ­ rekkeb Gübrelerin Argokimya.sı, Rus dilinde . Kollektiv, Müaııir Torpag Prosesleri Rus dilinde. Gi!mberov H.G., Agaç Bazidial Kebelek­ lerin Ekoloji-Fiziologi Hüsuelyyetle­ ri, Rus dilinde . ·

'

lsmet

CEMlLOGLU

( 62)


K İ T A P L A

R

A R A S I N D A

1)

Suat İhan, Jeopolitik DuyarWık.

2)

Prof. Dr. M. Orhan Okay, Mehmed Akif (bir karakter heykelinin anatomisi) .

1989.

Türk Tarih Kurumu yayını.

1989. 3)

Cahit Sıtkı Tarancı, Evime ve Nihal'e Mektuplar. İnci Enginün . Türk Dil Kurumu yayını.

4)

Nuri Yüce, Zamahşari, Muka.dd.imetü'l Edeb.

5)

A. Şekür, Kıuakistan Çağdaş Uygur Şiiri Antolojisi.

6)

Zeki Ömer Defne, Dede Korkut Hikayeleri Vzerinde Edebi Sanatlar Bakımın­ dan Bir Araştırma. 1�88. Türk Dil Kurumu yayını .

7)

Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Mimar Sinan, Hayatı ve Eserleri. türünü Araştırma Enstitüsü yayını.

8)

Ahmet Yaşar Ocak, Türk Folklonında Kesik Baş.

9)

Erol Güngör İ çin. İlmi Heyet. TKAE. yayını.

10)

Prof. Dr. Ercüment Kuran,

Avnıpada

1988,

1989.

H azırlayan : Prof. Dr.

Türk Dil Kurumu yayını. 1989.

1989,

1988.

Türk Kül·

TKAE. yayını .

Osmanlı ikamet Elçiliklerinin Kuruluşu

ve İlk Elçilerin Siyasi FaAliyetleri. 2. baskı, 1988 . TKAE. yayını .. 11)

Ferhat Tamir, Barköl'den Kazak Türkçesi Metinleri.

12 )

Doç. Dr. Abdülhaluk Çay, Türk Ergenekon Bayramı - Nevruz. 2. baskı.

13)

Prof

.

Dr . Şükrü Elçin, Akdeniz'de ve Cezii.yir'de

1989.

TKAE. yayını. 1988.

Türk Halk Şii.irleri. 1988.

TKA. Enstitüsü yayını.

TVRK KlJLTOBC

Yayınlayan : Türk KWttlı1lntl Araştırma Ensttttısn İmtiyaz Sahibi : Prof. Dr. ŞükrQ Elçln Yazı İııleri Müdürü : Prof. Dr. Ahmet B. ErcUasun ldare yeri : 17. Sok. No. 38 , 06490 Bahçelievler / Ankara : 213 41 35 Dizilip basıldığı yer : Ayyıldız Matbaası A . Ş., Tandoğan / Ankara, Tel : 213 19 62



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.