Türk Düşüncesi

Page 1



"Yurdumuz ve milletimiz bölünmez bir bütündür. Bütünlü­ ğün devamı, Türklük şuur ve onun besleyicisi, milli gelenek, görenek ve milli kültürümüzle sağlanmalıdır." "Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bü­ tün ef'al ve harekatımızla gösterelim. Bilelim ki milli benliği bulun­ mayan milletler, başka milletlerin şikarıdır. " M.K. ATATÜRK


İrfan Yayımcılık Yayın Nu: 137 Türk Düşüncesi Dizisi Nu: ISBN

-

1

978-975-371-119-7

Sertifika Nu: 10556 Yayın Hakkı (Copyright):

İrfan Yayımcılık ve Tanıtım Limited Şirketi

1. Baskı: Mayıs 2007 22. Baskı: Mart 2012 Kapak:

İkon Reklam Sanatları

Baskı ve Cilt:

Alioğlu Matbaacılık Ltd. Şti

İrfan Yayımcılık ve Tanıtını Limited Şirketi

Klodfarer Cad. Sümer Ap. No: 40/7 34400 Divanyolu İSTANBUL Tel-Faks: (212) 518 38 66- 51 6 32 54 irfanyay@gmail.com


••

TURK •

• •

DUŞUNCESI

TUrk Düşünce Hareketi. (TUrk Aydınlar Vakfı Kuruluşudur) Merkez Heyeti Tarafından Hazırlanmıştır (Alfabetik Sırayla)

Abdullah Çiftçi Abdullah Kederoğlu Dilaver Cebeci Emin Işık Hasan Albay Hasan Külünk Hayrettin Nuhoğlu İbrahim Okur Kemal Ata Mehmet Gözay Özdemir Özsoy Remzi Yılmaz Sedat Özalıın Yaşar Sarı Yümni Sezen Zeki

Arslantürk



İÇİNDEKİLER Sözbaşı

.

.

.

.................................................. .................................... ............ .....

7

İnsan Hayatı ............................................................................................... 11 Gerçek ve Hakikat..................................................................................... 14 Bilmek ......................................................................................................... 16 Araç ve Amaç.............................................................................................. 18 Mutluluk ..................................................................................................... 20 Kimlik ve Şahsiyet .................................................................................... 23 Vatan - Millet Ve Devlet .......................................................................... 26 Aile 39 Dil Yaramız................................................................................................. 48 Din Dünyamız ........................................................................................... 60 Türk Sanat: . .. . . . . 77 Ahlak Davamız .......................................................................................... 84 Eğitim Meselesi ......................................................................................... 93 Milliyetçilik .............................................................................................. 101 Sosyal Değişme ........................................................................................ 110 Hürriyet ve Sorumluluk......................................................................... 113 Sömürü Düzeni: Emperyalizm ............................................................. 118 Çözüm Ve İdealler .................................................................................. 134 ...............................................................................................................

... ......................

. . ....... ............................... .........................

Sonuç ......................................................................................................... 145 Ekler ........................................................................................................ 151 Ek:l 21. Yüzyıl Başında Dünyada Türk Nüfusu ............................ 151 Ek:2 20. Yüzyıl Başına Kadar Yönettiğimiz Devletler ................... 153 Ek:3 Kendini Türk Hisseden ve Bundan Gurur Duyan T.C. Vatandaşlarının Bilmesi ve Uyması Gereken Mutabakat Metni ........................................................................ 155 Ek:4 Türk Düşünce Hareketi Merkez Heyeti (Alfabetik Sıra) .... 159



SÖZBAŞI Teknik gelişmelerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, sosyal değişmelerin aşırı sapmalar ve yozlaşmalar gösterdiği bir çağda yaşıyoruz. Değişimin yönü ve derecesi önceden kestiri­ lemediğinden gerekli tedbirler alınamamaktadır. Doğru ve yan­ lış, iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, helal ve haram iç içe geçmiş bulunmaktadır. Sosyal çatışmalar fertler ve kurum­ laı arasında olduğu gibi, bizzat ferdin kendi benliğinde de meydana gelmektedir. Doğruyu ve iyiyi bilen birçok şahıs ve kuruluş dağınık, hatta birbiriyle çatışır duruma gelmiştir. Toplum içindeki bilgili, inançlı, kendisinden emin, tarihinden, değer ve inançlarından kopmamış olan aydınlar, yönetimde söz sahibi değildirler. Po­ tansiyel güç ve imkanlarımız atıl haldedir. Son kırk yıllık tarihimiz gözümüzün önünde yaşandı. Yaş ortalaması elli olan bizler gelişmelere hiçbir zaman kayıtsız kalmadık. Bıkmaya, vazgeçmeye ve uzaklaşmaya hakkımız ol­ madığını biliyoruz. Bu düşünce ile önce dört kişi 1992 yılında bir araya geldik. Böylece "Türk Düşünce Hareketi" kurulmuş oldu. Daha sonra sayımız artarak 2000 yılında onaltı kişilik merkez heyetini oluşturduk. Heyetimizdeki birçok arkadaşımız çok değerli eserler meydana getirdiler. Okunması gerektiğine inandığımız bu eserlerin ve merkez heyetini oluşturan şahısla­ rın isimlerini, kitabın sonunda Ek 4'te göreceksiniz. Türkiye genelinde çok sayıda arkadaşımızla irtibatlı ola­ rak çalıştık. Ülkemizi, milletimizi ve bütün dünyayı ilgilendiren birçok konu üzerinde düşündük, tartıştık ve ortak akılla muta­ bakat sağladığımız konuları diğer arkadaşlarla paylaştık. Di­ leklerimizi, uyarılarımızı ilgili devlet kuruluşlarına, bazı siya­ setçilere, gazetecilere ve yöneticilere gönderdik.


8

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Tespit edebildiğimiz en önemli gerçeklerden biri şudur; maddi ve manevi bütün küreselci saldırıların hedefi, Türk Mil­ leti'nin geleceği demek olan gençlerimizdir. Çocuklara yönelik uzun vadeli planlar, aile bütünlüğüne karşı sinsi saldırılar devam etmektedir. Teknolojinin getirdiği bütün imkanları, her sahada büyük bir beceriyle kötü niyetle­ rine alet edebilen küreselci zihniyete mensup işbirlikçileri ayırt edebilmek artık mümkün olamamaktadır. Çünkü bunlar her kılığa kolayca bürünebilmektedirler. Bazen bizden biri gibi milli ve manevi değerlerimize, kutsal saydığımız sembollere bizden daha fazla hatta bizim önümüze geçerek sahip görünürler. Ama bu değer ve sembollere sövenlerle de her fırsatta beraber olur­ lar. Özgürlük ve demokrasi adına böyle davranırlar. Bu oyun­ ları en iyi fark edebilecek olanlar ancak gençlerdir. Bu bakım­ dan gençlerin iyi yetişmesi, maddi ve manevi yönden dona­ nımlı olması gereklidir. Olumsuzlukları fırsata dönüştürebilecek ve topluma yön verecek önderler de gençlere verilen önemle doğru orantılı ola­ rak yetişirler. Değişim hızının çok yükseldiği günümüzde ön­ der, herkes bir tarafa bakarken diğer taraflarda nelerin olup bit­ tiğini gören ve değerlendirendir. Çok uzakları görebilendir. Toplumun kabul edebilecekleri yanında, doğru bildiklerini ka­ bul ettirendir. Beklenen ve ihtiyaç duyulan böyle önderlerin çıkabilmesi için gerekli düşünce ortamı sağlanmalıdır. Düşünce yoksa ey­ lem de yoktur. Düşünce sağlam zeminlerde yeşermeli ve kökleri asla Türklük şuurundan uzaklaşmamalıdır. Mensup olduğu­ muz Türk Milleti'nin meziyetleri ve tarihte ortaya konan yüksek Türk medeniyeti unutulmamalıdır. Önder adaylarının yetenekli, sorumluluk alma beceri ve cesaretine sahip, bilgili ve iyi ahlaklı olması yanında, ekip ça­ lışmasını da sevmesi gerekir. İnsan iradesi her şeyi değiştirmeye ve iyileştirmeye muk­ tedirdir. Türk Milleti'nin sahip olduğu yüce değer ve inanışlar


TÜRK DÜŞÜNCESİ

9

devreye sokulursa aklın ve basiretin gücü milli ülküler için ha­ rekete geçer. Amacımız, gerçeği öğrenmeye birlikte yönelmek, kendi­ mizin ve toplumumuzun mutluluğunu elde edebilme yollarını araşhrmak, insan olmanın şeref, haysiyet, erdem, sorumluluk ve sevincini paylaşmak, borçlu ve minnettar olduğumuz, olmamız gereken örnekleri hatırlayıp, anlamaya çalışmaktır. İdeolojimizi, hayat felsefemizi, varlık anlayışımızı, ülkü­ lerimizi besleyen ana kaynaklara ulaşmak; onları öğrenmek ya­ nında hak ve gerçek olan, akla ve ilme uygun olanlara, yıkıcı değil, yapıcı olanlara yönelmek zorundayız. Dert ve şikayetlerimizin ortak olduğuna inanıyoruz. Sa­ dece şikayet etmenin hiçbir çözüm getirmeyeceğini de biliyo­ ruz. Sağlıklı çözümler için problemlerin doğru belirlenmesi, çok iyi bir durum tespiti yapılması elbette önemlidir. Faka.t asıl he­ def, çözüm üretebilmektir. O yüzden bunları birlikte düşünece­ ğiz. Sizlerle paylaşabileceğimizi umduğumuz ilkeler, şüphe­ siz ilk defa duyacağınız şeyler değildir. Fakat bunları hahrlaya­ rak, onları vurgulayarak, günün şartlarında yeni ilkeler tespit ederek yolumuza devam etmemiz, her türlü kötülüğü geride bırakmaya karar vermemiz, ülkemiz ve insanımızın geleceği için kaçınılmazdır. Bu kitap öncelikle Türk gençliği için hazırlanmışhr. Ayrı­ ca nerede Türk varsa ona hitap etmektedir. Özbekistan'da bu kitabı okuyan Casim öğretmen, "kitabın içindekileri öğrenerek yetişen bir genç, Türk gibi düşünür" demiştir. Bu, bir ekip ça­ lışmasının ürünüdür. Bu uğurda bir katkı sağlayabilirsek "Türk Düşünce Hareketi" mensupları olarak bahtiyarlık duyarız. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Milletimizin ilelebet hür ve mutlu yaşayabilmesi temen­ nisiyle . . .

TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ



İNSAN HAYATI Hayat ciddi ve önemli bir gerçektir. Hemen bütün dinler, hayah, kutsal bir olgu kabul ederler. Tanrı'nın yarattığı her can­ lının yaşama hakkına sahip olduğu görüşünde birleşirler. Kur' an: "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayııı." (En' am, 151; Furkan, 68) buyurur. Ancak canlılardan, insana ve doğal dengeye sağlanacak yarar ve gelecek zarar dolayısıyla öldürmeye izin verilmiştir. O da türün üremesine engel olmayacak ölçüde olacakhr. İlim adamları "Hayat" Mücadelesi Kanumı"ndan söz eder­ ler. Aslan, bitkilerle beslenemeyen bir canlı olduğundan, hayat­ ta kalabilmek için, geyik ve benzeri hayvanları avlayıp yemek zorundadır. Kurbağa su sineklerini, yılan kurbağayı, leylek yı­ lanı avlayarak hayahnı sürdürür. Gerçekte bitkiler de canlıdır. Otlarla beslenenler de yine bir canlıyı öldürerek, hayatta kal­ maya çalışırlar. Görülüyor ki canlılar böyle bir ilahi nizam için­ de yaşıyorlar. Bu misalleri daha da çoğaltabiliriz. Bir şairimiz bu gerçeği şöyle ifade ediyor ve diyor ki : Şıı saf, mavi gök alt111da fi/em böyle kıırıılmıış. Her bir viicııt, başkasının kanı ile yoğrulmuş. Bir çiçeğin rııhıı gibi nazik, giizel görünen Bir yetimin gönlü gibi dokunmaya gelmeyen, Kelebekler bile birer kan içici canavar, Onlarda da gizli gizli öldürücü şpYler var!

(M. hmet Emin YUr.DAKUL) ...


12

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Aslında insanoğlu da bu kanunun dışında yaşamıyor. Üs­ telik onun akıl ve bilgi gibi çok üstün silahları da var. Bütün tabiat onun emrine ve hizmetine sunulmuştur. Ancak onu nasıl kul lanacağı, ondan nasıl faydalanacağı da belli yasaklarla sı­ nırlandırılmışhr. Önce dini yasaklarla, sonra insan toplumları tarafından çıkarılan yasalarla ortaya konulmuştur. Doğada hiç­ bir canlı türü bir başka türün neslini tüketecek ve yok edecek güce sahip değildir. Canlılar arasında yalnızca insan, teknoloji­ nin icadı silahlarla bir başka türü, toptan yok edecek güce eriş­ miştir. İşte hayat mücadelesi kanununda en önemli mesele bu­ dur. Bütün dinler ve din dışı düşünceler bu konuda insanoğ­ luna büyük sorumluluk yüklemiştir. Hayat mücadelesini öbür canlılarda olduğu gibi, ilkel duyguların ve içgüdülerin eline vermemiş, kanun ve kurallara bağlamıştır. İnsan hayatı, din, ahlak ve hukuk kurallarıyla koruma altına alınmıştır. Yani insa­ nın hayat mücadelesi, insana yakışır bir üstünlük kazanmıştır. Bu tedbirler alınmamış olsaydı, insanın hayvandan farkı kal­ mazdı. İnsan akıllı bir varlık olduğu için belki daha da korkunç hale gelirdi. Konfüçyüs'ün dediği gibi, "Kaplana, bir de kanat ta­ kılsaydı, vereceği zararlara sınır olmazdı!" Üzülerek söyleyelim ki insanoğlu çoğu zaman, en yırtıcı hayvandan bile daha zararlı hale gelebilmiştir. Bu durumda hayvanın doğal haline karşılık insan ahlakça daha aşağılara düşmüştür. Kur'an, insanın bu haline "... hayvandan da aşağı" demiştir. Oysa insan olma duygu­ su ve erdemi, onu çok daha yukarılara taşımalıdır. Bir İngiliz düşünürü: "Semiz bir domuz olmaktansa, yoksul bir Sokrates olmayı tercih ederim" diyor. Epiktetos da: "Eğer sığırlarla domuzlar konu­

şabilselerdi, saman ve yemden başka şey konuşanlarla alay ederlerdi." diyor. İnsan sadece gününü gün etmek için yaşamaz. Faydalı iş­ ler yapmak ve işe yarayan faaliyetlerde bulunmak ister. İdeal değerler insan hayatına anlam ve değer kazandırır. Bir düşünü­ rün dediği gibi: "Bir insanın hayatında, hayatından daha değerli

şeyler yoksa onun hayatının da değeri yoktur."


TÜRK DÜŞÜNCESİ

13

İnsanın şeref ve haysiyetinin, hayahndan daha değerli olduğunu ifade eden çok sayıda atasözü ve düşünce ürünü il­ keler vardır. Bunlardan biri de Ömer Seyfettin'in "Diyet" adlı hikayesinde dile gelmiştir: Ali Usta: "Al bakalım, şu diyetini ver­ diğin şeyi!" diyerek, kolunu kesip, dükkan sahibinin önüne fırla­ tıp atrnışhr. Hayat, tek tek kişilerin arzu ve ideallerine göre akıp git­ miyor. Ancak zaman zaman kişilere fırsat ve imkanlar sunuyor. Kendi durumunu sağlam tutan ve imkanları iyi kullanan kim­ seler başarılı oluyorlar. Durum toplumlar ve milletler için de aynıdır. Milli menfaatler, değerler, dinler ve kültürler arasında da aynı mücadele sürüp gidiyor. Bu mücadeleyi ortadan kal­ dırmaya kimsenin gücü yetmiyor. Ancak kavgaları azaltmak ve onlardan doğacak zararları en aza indirmek için, insanlar ve milletler arası ilişkilerde, hak ve adalet ilkelerinin hakim olması yönündeki mücadelemizi sürdürmemiz gerekiyor. Hakikat aşkı ve kurallara bağlılık, körü körüne mücade­ leyi azaltır, olanı da en aza indirir.


14

GERÇEK ve HAKİKAT İnsan gerçeği aramalı, hakikate yönelmelidir. Gerçek ve hakikat farklı mıdır? Günlük hayatımızda, konuşma ve yazıla­ rımızda, birbirinin yerine kullanmakla, aynı anlamı vermekle beraber, kapsam ve maksat bakımından bu ikisi farklı kavram­ lardır. Bilim olanı tespit eder. Halbuki insan düşüncesi, olması gerekeni de merak eder. Olan somuttur. Olması gerekense so­ yuttur. Olması gereken idealdir. İdealler insanın yaşamasını anlamlı kılar. Beş duyumuzla temasa geçtiğimiz, daha üst melekeleri­ mizle algılayabildiğimiz, deney ve tecrübeyle bilgi haline geti­ rebildiğimiz, akılla kontrol edebildiğimiz her şey gerçektir. Ta­ biat bir gerçektir. Tabiatta olan şeyler ve olan bitenler, yer ve gök, insan ve toplumlar gerçektirler. Gerçeğin içerisinde hemen görüp kavrayamadığımız birtakım gizli gerçekler de vardır. Bunlar da zamanla anlaşılabilir, öğrenilebilir ve açığa çıkarılmış gerçekler olurlar. Bilim gerçeğe yönelmiştir. Suyun 100 dere­ cede kaynaması bilimin konusudur. İnsanın şiddetli bir üzüntü anında öğrenme kapasitesinin düştüğü de bilimin konusu olup, psikolojik bir gerçektir. Binlerce değil, milyonlarca örnek vere­ rek, bu konuyu ayrıntılarıyla anlamak ve kavramak mümkün­ dür. Bu, bilimin işidir. Bilimsel bilgi haline gelmeden de insan günlük hayatında gerçeklerle karşı karşıyadır ve bunun tecrü­ besine ve ifadesine sahiptir. Gerçekleri görmezlikten gelmek veya gerçeklere aykırı düşünmek akla aykırıdır; insana da top­ luma da zarar verir. Bu gerçekleri de içine alarak, fakat bunları aşan gerçeği elde etme yol, metot, organ ve melekelerimizi de aşan temel gerçeğe hakikat diyoruz. Bizi aştığı halde bunun gerçek oldu-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

15

ğunu nereden biliyoruz? Bu alana görecelik (izafilik) karıştığı doğrudur. Fakat bunların içinde gerçek olan tektir. Bu bize, kendine mahsus yollarla bildirilir; ama sonuçta biz buna inanı­ rız. Gerçeklerle uyum halinde olan her hangi bir şey göreceli olamaz. Suyun içinde düz bir çubuğu dik olarak bıraktığımız zaman, çubuk su yüzeyine değdiği yerden kırık görülür. Onun kırık görünmesi gerçektir. Oysa hakikatte o çubuk kırık ve eğri değildir. Evet, gerçekte eğri görülen çubuk, hakikatte dümdüz ve dosdoğrudur. Gerçek, bilimin konusu; hakikat dinin konu­ sudur. Gerçeğin doğrusu yanlışı olmaz. Gerçek gerçektir. Haki­ kat kelimesini hak ile beraber kullanırız. Hak ve hakikatin değil, hakikate yönelmenin doğrusu yanlışı olur. Yanlış olana bahl diyoruz. Gerçeği aramalı, hakikate yönelmeliyiz. İnsan sadece maddi arzuları olan ve bu yolda yaşayan bir varlık olamaz. Gününü gün etmek isteyen bir kimse isek, gerçek ve hakikat bizim için hiçbir şey ifade etmez olur. Böyle olmasak bile hakikate ait bir inancımız, onu anlamaya dönük bir bilgimiz ve hele azmimiz yoksa hiçbir şeyi yerli yerine koyamayız. İste­ sek de hakikati göremez, doğru karşılaştırmalar yapamaz, çeliş­ kilerden ve şaşkınlıktan kurtulamayız. "Bu mu doğru, o mu?" diye tedirginlik içinde kalırız. Bir esasa dayanmadan söyleyen, hiçbir şey söylememiş demektir. Kur'an-ı Kerim, tekrar tekrar ve ısrarla bizden, kaina­ tın, tarihin, insanın ve toplumların araşhrılmasını ister ve bizi bunları anlamaya yönlendirir.


BİLMEK Bilmek güzel şeydir. Bilgi zenginliktir, hazinedir. Kur'an: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" der. Dünyada her şey eşit olsa bile, bilen ile bilmeyen eşit olamaz. Ancak bilmenin sınırı yoktur ve bilmeyen kınanmaz, aşağılanmaz, sadece öğre­ tilir. Bilen, bilmeyenin kınanmayacağı bilgisine de sahip olmalı­ dır. Herkes öğr�nmeye muhtaçtır. İnsan önce kendisini, çevresini, tarihini, milletini ve de­ ğerlerini bilmeli, tanımalıdır, sonra dünyayı ve dünyadaki bü­ tün milletlerin tarihini tanımalıdır. Esasen bunları öğrenirken, kendimizi daha kolay tanıyabiliriz. Kendisini tanımadan öbür­ lerini tanımak iyi bir tanıma değildir. Kendisini bilmeyen "öte­ kini", "başkasını" nasıl bilebilir? Kendisinden habersiz birinin, başka şeyleri bilmeye kalkması, uyur-gezer birinin hareketi gi­ bidir. Kendisini tanımayan birinin başka şeyleri bilmeye yönel­ mesi, aldanma, taklit ve özentiden başka bir şey olmaz. Kendi­ sini bilmeyen insan eksiklerini de gideremez, olgunlaşamaz. Her şey bizde mevcuttur demiyoruz. Her şey bizde başlar ve bizde biter de demiyoruz. Fakat bizler, kendimize gelmeden ve kendimiz olmadan, hiçbir şeyin anlamı yoktur diyoruz. İh­ timal ki birçok problem ve sıkınhlanmızın kaynağında bu var­ dır. İnsanlarımızın, günlük hayatında göründüğü derecede tak­ litçi, pejmürde, hep başkalarına özenen, olur olmaz her şeyi al­ kışlayan hale gelmesi nedendir? Hiç düşündünüz mü? Bunları eğer önemsemiyorsak, bir yere varmamız zor demektir. Gü­ dülmeye talibiz demektir. Bilginin, metotlu, disiplinli, sistemli, bir kısmının deney­ den geçirilmiş, tasnif edilmiş (sınıflandırılmış) şekline bilim (bi­ limsel bilgi- ilim) diyoruz. Matematik, fizik, kimya, biyoloji, ast­ ronomi, psikoloji, sosyoloji vb. bunun örnekleridir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

17

Bilimin dedikleri çok önemlidir. Bilim, bilginin ve bun­ dan üretilenlerin insanlıkça paylaşılmasını ve faydalanılmasını sağlar. Hayatımızı kolaylaştırır ve ilerlememize zemin hazırlar. Fakat unutmamalıyız ki bilimin dedikleri son hakikat, yani mut­ lak hakikat değildir. Eğer öyle olsaydı, kendi elimizle ortaya koyduğumuz gelişmeler olmazdı. Gelişme yerine kendi irade­ mizin dışında sadece değişmeye tabi olarak sürüklenir giderdik. Bilim fikirle anlamlı hale getirilmeli, ileriye ve yükseğe doğru çekilmelidir. Fikir de bilimsiz olmamalıdır. Fikirsiz bilim, müzede seyredilen eserler gibidir. Bilimsiz fikir de karanlıkta resim yapmaya benzer. Çoğu zaman da hezeyandır. Bu konuda şunu ilave etmeliyiz ki din; bilimin, fikrin, değişmenin ve gelişmenin anlamını ve gayesini belirler. Araç ve amacı kavramamızı sağlar. "Geri ve ileri", şekille yansıyabilir, ama gerçekte hakikate yakınlık ve uzaklıkla yerine oturur. Yani teknoloji, eşyamızın çokluğu, yeni ve yetenekli aletlerimiz, bizi ileri, bunlardan mahrum olanları geri gösterebilir, ama bilgisa­ yar ve İnternet yoluyla hırsızlık yapan, yeni icat bayıltıcı spreyle birini bayıltıp parasını alan birilerinin ileriliğini kimse açıkla­ yamaz. Dinin kavranılmasında da ileri-geri ile ilişki kurulacak anlayış ve tavırlar söz konusudur. Ancak unutulmamalı ki taas­ sup ve batıl inançlar, geriliğin sebebi değil, sonuçlandır. İlerle­ mek, bir anlamda bilginin, aydınlanmanın ve hakiki imanın ar­ tışı demektir. Aydınlanmanın en güvenilir, sağlam, basit yolu, okumaktır. "Neyi okuyalım?" Sorusu, yerinde bir sorudur. Elbette bunu da konuşacağız. Önce prensip olarak okumak meselesinde ;ınlaşalım. Okumakta, peşin hükümden kurtulmak için şöyle denmiştir: "Açılmamış kanatların büyüklüğünü bilemezsiniz." Bilen ve bilmeyen için de şöyle denmiştir: "Bilgin, attar dükkanı gibi sessiz, fakat hünerle doludur. Cahil, davul gibi sesli, fakat içi boştur."


ARAÇ ve AMAÇ Araç ve amacı birbirine karıştırmamak, birbirinin yerine koymamak gerekir. En iyi teknolojiyi öğrenmeli, fakat onun esi­ ri olmamalıyız. Araç, tek başına esas ve amaç değildir. Biliyoruz ki araç ne kadar değişirse değişsin, muhtev .. (içerik) aynı olabi­ lir. Başlangıçta insanların taşı sivriltip silah yaparak birini öl­ dürmeleri ile bugün yeni silahlarla adam öldürme arasındaki fark, sadece aracın değişmesi olmuştur. Çadırın bir yerinden gizlice girip bir şeyler çalan insan, bugün internette soyguncu­ luk yapıyor. Bir yetkili, sadece kağıt kalem yahut bilgisayar kul­ lanarak, milyonlarca insanı soyup soğana çevirebiliyor, bir ev­ rak düzenleyerek, insanları mağdur ve muhtaç hale getirebi­ liyor. Örnekleri hep olumsuz yönden almak şart değildir. İhti­ yacı olana bir miktar para vermek de yardımdır; bugün, vakıf­ lar, dernekler kurarak, kanunlar düzenleyerek, yardım ettiğimiz kimseyi incitmeden, bizden habersizce yardımı kurumsallaş­ tırmak da yardımdır. Araçlar değişmiş, muhteva ve gaye aynı kalmıştır. Araç sahibi olmak yeterli değildir. Onun önce işe yara­ ması, sonra doğru yerde ve meşru bir maksat için kullanılması gerekir. Yazarlarımızdan Hüseyin Cahit Yalçın bir gün kayıkla İstanbul Boğazı'ndan karşıya geçerken, ekmek parası için uğra­ şan, çilekeş ihtiyar kayıkçıyı süzerek seyreder. İhtiyarda her şeye rağmen gıpta edilecek bir özellik ararken, onu bulduğunu düşünerek, konuşmakta olduğu kayıkçının, beyaz sağlam dişle­ rini görerek ona şöyle der: "Baba, maşallah dişlerin pek sağ­ lam." İhtiyarın çehresi bir anafor gibi kırışır, öfkelenerek: "Ney­ leyim, yiyecek bir şey bulamadıktan sonra" der.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

19

Araçlar bir işe yaramalı, aracın yöneldiği bir amaç olma­ lıdır. Esas olan o amaçtır. Onun muhtevası, niteliği önemlidir. Mesela Kur' an-ı Kerim, elle veya bilgisayarla yazılabilir. Onu plağa, diskete veya CD'ye aktarabilirsiniz. Fakat dünyanın bütün bilgisayar programları, onları üretenler, gelecekte yaşa­ yacak insanlar bir araya gelse, bir ayet meydana getiremezler. Unutmayalım, diploma da bir araçtır. Diploma sahibi olunursa daha iyi olur; ama diplomalı veya diplomasız, bilgi ve meslek sahibi olmak esastır. Diplomaya gereğinden fazla değer verenler, onu çerçeveletip duvara asanlar, eğer mesleklerinin ehli değillerse, herhangi bir konuda bilgi ve olgunluğa erişme­ mişlerse, aracı amaç yerine koymuşlar demektir. İşte bunlar araca sığınanlardır. Bu sığınmaya, aynı zamanda istismar (kö­ tüye kullanma) denir.


MUTLULUK Canlı varlık acıdan kaçar, hazza koşar, mutlu olmayı is­ ter. Bu istek, canlılarda doğuştan gelen bir duygu, bir temel iç­ güdüdür. Ancak her canlının ve her insanın mutluluk anlayışı aynı değil, başka başkadır. Hatta aynı insan, her yaşta başka bir mutluluk anlayışına sahip olur. Mutluluk genellikle sevindirici bir olay, sevindirici bir sonuç gibi algılanır. Gerçekten de bayramda cicilerini giyen ço­ cuk, sınıfını başarıyla geçen veya üniversite giriş sınavını kaza­ nan öğrenci, gol atan futbolcu sevinçten havalara uçar ve mutlu olur. Avını yakalayan kaplan da haz duyar. Şahin veya atmaca­ nın saldırısından kaçıp, canını kurtaran bıldırcın da mutlu olur. Denizi seviyorsak, yaz tatilimizi deniz sahilinde geçirmek, bizi sevindirir. Çok sevdiğimiz, çok istediğimiz bir· şeyi elde etme­ miz de bize sevinç ve mutluluk getirir. Birçoğumuz mutluluk­ tan bunları anlarız. Mutsuzluk denince de aklımıza hep kötü ve acı şeyler gelir. Sevdiğimiz birinin ölümü, bizi üzer, mutsuz eder. Arabamızın çalınması, evimize hırsız girmesi de acı verir. Mutluluk ve mutsuzlukla ilgili misalleri, daha da çoğal­ tabiliriz. Ancak bu gibi şeyleri elde etmenin getirdiği sevinç de, bunlar yüzünden karşı karşıya kaldığımız üzüntü de sürekli ve kalıcı değildir. Bunlar, günlük hayatın akışı içinde, her zaman meydana gelebilecek sıradan olaylardır. Çoğu kaçınılmaz, ama hepsi de gelip geçici şeylerdir. Mutluluk gibi görünseler de ger­ çek anlamda mutluluk değildirler, kısa süreli tesellilerdir. İnsanoğlu bütün gücüyle mutlu olmayı arzular, ama pek çoğu, onu nerede arayacağını bilmez. Mutluluğu bedene bağlı geçici hazlarda mı, yoksa ebedi olan ruh dünyamızda mı ara­ malıyız? Din ve ahlak, onu, nerede aramamız gerektiğini de öğretiyor.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

21

Ahlfik, bir anlamda mutlu olma sanatıdır. Bir düşünür, "Tan­ rı, insanları mutlu olmaları için yaratmıştır. Onlar mutlu olamı­ yorlarsa, bu, Tanrı'nın suçu değildir" diyor. Aslında insanın aradığı gerçek mutluluk, dış dünyadaki maddi olay ve objelerin içinde değildir. Çünkü dünya hayatı, bütün obje ve olaylarıyla zaten gelip geçicidir. Ebedi olmayan bir hayat, insana, ebedi mutluluğu nasıl verebilir? Gerçek mutluluk, kendi içimizde, ruh dünyamızdadır ve orada aranmalıdır. Kendi iç dünyamızı, kötü duygu ve düşüncelerden arındırır, geçici hevesler, aldatıcı ve sahte mutluluklar peşinde koşmaktan engellersek, boş yere acı çekmeyiz ve mutlu oluruz. Bir din büyüğü, "Yaşanan her zevk, sonunda ya vicdana, ya cüzdana dokunur!" diyor ki her gün bu sö­ zün doğruluğunu kanıtlayan yüzlerce olayla karşılaşıyoruz. Sonunda pişmanlık getiren, hatta hastalık ve ölüm getiren kötü alışkanlıkların sağladığı haz ve heyecanların hiçbiri, gerçek mutluluk değildir. Şu da bir gerçektir ki, kötü yaşanan bir genç­ liğin faturasını ihtiyarlık mutlaka öder. Yüce Tanrı, insanın, öbür canlılar gibi, yalnızca yemek, içmek ve üremek için yaşamasını dilemiş olsaydı, onu akıl, vic­ dan, adntet, sadakat ve utanma gibi, duygu ve yeteneklerle ya­ ratmazdı. İnsanı, hayvandan farklı, üstün yeteneklerle donattı­ ğına göre, onun üstün bir hayat yaşamasını istemiştir. Öyle ise insanın, kendisine yakışır üstün hedefleri ve yüce idealleri ol­ malıdır. İnsan, kendi var oluşunu ve mutluluğunu şu beş alanda aramalıdır. Bunlar ilim, felsefe (bir an/anıda tefekkür), sanat, ahlfik ve dinin alanlarıdır. Bu alanlardaki çaba ve faaliyetlerimiz, bizi, madde üstü alemle tanıştırır ve sonsuz mutluluğa erdirir. Bil­ mek, gerçeği öğrenmek bizi mutlu eder. Düşünmek, boş hayal­ lerle avunmak değildir; bilimsel verilerden hareket ederek, muhtemel hakikatlere ulaşmaya çalışmaktır. İster daha önceden bulunmuş olsun, ister kendi buluşumuz olsun, bir hakikatle yüz yüze gelmemiz bizi mutlu eder. Hikmetli sözlerin hoşumuza gitmesi bundandır. Sanat, öğrenme çağında taklit ile başlar. Us­ talık çağında, daha önceden hiç görülmemiş yeni bir şey ortaya


22

TÜRK DÜŞÜNCESİ

koyduğunda, ona, hiçbir maddi değerle ölçülemez bir mutluluk kazandırır. Ahlakta esas olan kötülüklerden ve başkalarına za­ rar vermekten kaçınmaktır. Ancak bu, bizi mutlu etmeye yet­ mez. Mutluluk, kötülük yapmamakla değil, iyilik yapmakla elde edilir. En küçük bir iyilik bile sonsuz mutluluk getirir. Oto­ büste bir yaşlıya yerimizi verince, herkesten önce bizi, kendi vicdanımız tebrik eder. İçimizden bir ses, "Aferin sana, insan olan işte böyle yapar!" diye seslenir. Eflatun: "Mutlu olmak isteyen iyilik yapsın" demiştir. Aslında din ve ahlak insanlar içindir ve insanların ebedi mutluluğu içindir. Dine uygun yaşayış, sonsuz ve ilahi olan bir nizamın, sınırlı ve sonlu olan dünyamızda, ideal hayat tarzı ola­ rak yaşanmasıdır. Bu yaşayış tarzında, her şey ruhun ölmezliği üzerine inşa edilmiştir. Gerçek dindar, bütün davranışlarında ebedi kurtuluşu ve mutluluğu hedefler. O, dinini yaşarken, üs­ telik tek başına da değildir. Gittiği yoldan emindir ve o yolda nebiler, veliler ve iyilerle beraberdir. Onlarla ruh beraberliği içindedir. Onun için hem kendisi, hem de ruhen beraber olduğu iyiler için dua eder ve bütün dualarında "Biz" sözünü kullanır:

"Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ılhirette de iyilik ver. Ve bizi ateş aznbmdan koru!" der. Bir din büyüğü, "Duı1ların kabul olmasa da sevgiliye yal­ varmanın mutluluğu yetmez mi?" diyor. Hz. Mevlana da: "Nerede olursanız olıııı, O, hep sizinledir." (Hadid, 57/4) ayetini büyük bir müjde olarak görüyor ve şöyle diyor: "O, hep sizinledir! " B u müjde O'ndan gelir, Bıı müjde ile canıma, Yeniden bir can gelir.

Gerçek mutluluk, insana aşkından ve imanından gelir. İnsan, onu ancak bencilliğe ve maddi hazlara esaretten kurtul­ duğu zaman elde eder.


KİMLİK ve ŞAHSİYET Kimlik ve şahsiyeti meydana getiren şeyler nelerdir? İn­ sanın doğumundan başlayalım. Doğan yavruya birkaç gün içinde, bazen doğar doğmaz bir ad konur. Bu ad, onun kim ol­ duğunun ve kim olacağının başlangıcıdır. Bu ad rastgele bir ad değildir. Bu ad, güzel ve anlamlı bir kelime olduğu gibi, içinde doğduğu aileyi, toplumu ilgilendiren, onu çağrıştıran bir kav­ ramdır. Müslüman Türk toplumunda doğan bir erkek çocu­ ğuna, Mişel, Jivkov veya Artin; kız çocuğuna, Kristina, Nataşa veya Rozmari diye ad koyamazsınız; çünkü bu kavramlar başka toplumları ve başka kültürleri çağrıştırır. Ona vereceğiniz ad, kendi toplumunu, değerlerini yansıtan, o toplumun bir üyesi olduğunu yansıtan bir anlam taşımalıdır. Mehmet, Ahmet, Or­ han, Murat, Ayşe, Hatice, Betül, Aybike vb. bir ad koymak du­ rumundasınız. Bu ad doğrudan kavmin veya o kavmin içinde bulunduğu ümmetin, yani dini üst kültürün malı olan bir ad olabilir. O kavim tamamı Müslüman olmuş bir kavim ise, daha doğrusu kavmin kültürü Müslümanlaşmışsa, seçeceğimiz isim, o kavme ait de olsa, kavim Müslümanlaştığı için, bir problem yoktur; Aybike veya Orhan, Alparslan kelimelerinde olduğu gibi. Bu ad, onu Müslüman olmayan topluluklardan ayırt et­ meye yeterlidir. Çocuğunuza Kur'an-ı Kerim' den veya ilk İslam toplumundan seçtiğiniz bir kelimeyi de ad olarak koyabilirsiniz; Osman, Bekir, Ayşe, Yasin vb. Fransızca, Almanca veya İngilizce bir isim İslami değil midir? Bu isimler kötü ve çirkin bir anlam belirtmiyorsa, bir put çağrışımı yapmıyorsa, İslam'a aykırı bir şey ifade ehnez. Fakat kültür İslamlaşmamış olduğu için, Müslümanca çağrışım yap­ mamaktadır. Fransız, İngiliz, Alman vb. toplumlar ve kültürleri


24

TÜRK DÜŞÜNCESİ

İsJamlaştıktan ve belirli bir süreç kazandıktan sonra, kendi isim­ leri de Müslüman bir toplumun isimleri olarak kullanılabilir; fakat yine kendi toplumları için geçerlidir. Yoksa Arapça'nın, Türkçe'nin veya Farsça'nın bir ayrıcalığı yoktur. Bu bir sosyal süreç ve kültür oluşumu meselesidir. Eğer dünyada tek kültür ve tek ümmet veya tek kavim; yani tek dil, tek örf ve adet bu­ lunsaydı, bu problemler olmazdı. Ancak halen toplumlarda ya­ şanan gerçek budur. "Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar ko­ nuşa konuşa anlaşır." demiş atalarımız. Hayvanlar birbirlerini tanır ve kendilerine has yollarla anlaşırlar; fakat adları yoktur. Onlara biz ad takabiliriz. Gerçekte o bir kimlik ve şahsiyet sa­ hibi değildir, biz ona bunu yüklemişizdir. Bu bile o hayvanın bir kimliği olduğunun işaretidir. İnsanların konuşarak anlaşma­ sı için karşısındakinin adını bilmesi gerekir. Tanımadığımız bi­ rine adını sorarız veya o adını söyleyerek kendini tanıtır. Bu ad yerine, kim olduğumuzu rakamla ifade ettiğimizi düşünelim. Nitekim şimdi herkese bir vatandaşlık numarası veriliyor. Size hitap edilirken 48829764772 denildiğini düşünün. Rahatsız olur­ sunuz. Bu rakamlar bazı resmi işlerde kolaylık sağlamak için verilmiştir. Sokaklara rakam verdiğimizde bile kimliksiz bir sokak diyoruz. 55. sokak yerine, Mehmet Akif Sokağı arasındaki fark, maneviyatı, geçmişi ifade edişteki fark gibi, bir kimlik far­ kıdır. Kimlik ve şahsiyet o insanda hafızayla ilgilidir. Bir kişinin sürekli bir akış içinde olan bilinci ve hafızası, benliğini ve kişili­ ğini oluşturmuştur. Bu oluşum, daima kendisi olan, kendisi ka­ lan bir bilinç sürecidir. Bir insan hafızasını kaybettiği zaman, kimlik ve kişiliği bozulur, karmaşa başlar. Ruh ve akıl hastalık­ larının bir kısmı böyledir. Toplumda bu hafızayı tarih oluşturur. Tarih, sadece tek tek olayların akış sırası olmayıp, kültür ve değerler sürecidir. Bizim kimliğimizin bir yönü topluma ve oradaki kültür değerle­ rine ait olduğuna göre, toplumun hafızasıyla kendi hafızamız arasında bir bütünlük vardır. Ali veya Mete dediğimiz zaman, yalnız kendi kimliğimiz değil, bizim bu adımıza sebep olan kül-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

25

türle onun geçirdiği tarihi süreç anlaşılır; bunların her an hahr­ lanması şart değildir; otomatik olarak bize düğümlenmiş gibi­ dir. Tarih, toplumların hafızasıdır. Hafızası olmayan normal bir insan olamayacağı gibi, hafızası olmayan toplum da olmaz. Böyle bir toplum, toplum değil, sürü olur. Toplumdan tarihi geçmişini kaldınrsanız sürü haline dönüşür. İnsan için tarih çok önemlidir. Onunla: ../

Kendimizi ve değerlerimizi tanırız. Kimliğimizin nasıl oluştuğunu anlarız.

../

Geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması için tedbirler alırız .

../

Geleceğe yön veririz. Geçmişini bilmeyen veya önemsemeyen, hatta ona düşman olan bir toplum veya fert, geleceğe yön veremez. Onun hayah, bir sürükleniş olur ve başkalarına bağımlı yaşamaktan kurtulamaz.

Tarihini sevmek ve saygı duymak, fakat oraya çakılıp kalmamak gerekir. Yiğitlik, kahramanlık, övünme (hamaset) duygularına sahip olmak kötü bir şey değildir; ama aşırıya git­ memek şarttır. Tarihe çakılıp kalmamak dediğimiz de budur. Atatürk, bu konuyu veciz bir şekilde şöyle dile getirmiştir: "Ey Türk; övün, çalış, güven!" Ortada övünülecek bir şey varsa övünülür; ancak sadece övünmekle kalmamak, çalışmak ve ancak ondan sonra da gü­ venmek gerekir. Şunu da göz ardı etmemeliyiz: Tarihteki kahramanlık­ larla alay edenlerin niyet ve zihniyetleri, dikkatle araştırılmalı­ dır.


VATAN - MİLLET ve DEVLET Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli toplum tipleri olarak oluşmuş, değişik süreçlerden geçerek bugünlere gelmiş­ tir. Bugün insanlık kendi ifadesini milliyet kavramında bul­ maktadır. Her kavim millet olmaya çalışan bir topluluktur. En sağlıklı toplum şekli millet olarak görünüyor. Millet kendinde alt ve üst kimlikleri toplayan, ahenkli, şahsiyetli bir toplum ör­ neğidir. Doğru anlaşılır ve doğru uygulanırsa, ne ırkçılığa, ne de kendini önemsiz gören bir belirsizliğe yol açar. Faşizme geçit vermediği gibi, ne olduğu ve ne olacağı belirsiz ve kimliksiz bir küreselciliğe de geçit vermez. Bu günkü deyişle kozmopolit bir dünya vatandaşlığı zihniyetini engeller. Millet örneği toplum şeklinin bugün için hiçbir problemi yoktur demiyoruz; ama bu problemler, yine millet bilinciyle, milli gayretle çözülebilir. İnsanlığa açılmak; ancak milletler yo­ luyla olur. Milli bilinci ve milli kimliği kazanmamış insan yı­ ğınlarından, doğruca insanlığa açılmak mümkün değildir. Bir toplumun, aileler olmaksızın nasıl bir toplum olacağını göz önüne getiriniz. İnsanlık ve milletler de böyle değerlendirilir. Bir bina kum ve taş yığınlarından oluşur; ama onların rastgele bir yığını değildir. Duvarlar, odalar, bölümler, katlar şeklinde­ dir. İnsanlık sevgisi; insanın ailesine, memleket ve milletine, dindaşlarına olan sevgisine zıt bir sevgi değildir. Kendi ailesini, kardeşini, anne babasını, arkadaşını sevmeyen biri, nasıl bütün insanları sevebilir? Bunlar birbirine kaq;ıt değil, birbirini ta­ mamlar, destekler durumdadır. Aristo'nun dediği gibi, "Hayali bir insanlık sevgisi, bir denize dökülmüş bir damla bal gibidir." Denizde o bal damlası kaybolup gider. İnsanlık milletlerden meydana gelmiştir. Somut gerçek milletlerdir. Milletlerin genel yapıları ve genel benzerlikleri ka-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

27

dar, milli özelliklerinin de tanınması gerekir. Her millet kendi­ sini yükseltirse, insanlık mutlu olur. Ishrap çeken topluluklar oldukça, insanlığın mutlu olması şöyle dursun, her gün yeni yeni belalara maruz kalması kaçınılmaz olur. Bir milletin kendi­ sini yükseltmesi, birbirlerinin aleyhine olmayan, diğerinin za­ rarı ve yok olması üzerine kurulmuş bir yükselme olmamalıdır. Ne yazık ki şimdiye kadar olanlar hiç de iç açıcı değildir. Türk milletine yapılan ve halen yapılmak istenen haksızlık ve zu­ lümlerin haddi hesabı yoktur. Milleti meydana getiren maddi unsurlar; soy, toprak (va­ tan), ve emek (iktisat birlikleri), manevi unsurlar; din, dil, ahlak, sanat ve güzellik anlayışı, terbiye, örf ve adetler, dilek (ülkü) birlikleridir. Millet fertlerinin aynı ülküye sahip olmaları, geç­ mişte olduğu gibi gelecekte de birlikte yaşama ülküsünü pay­ laşmaları gerekir. Canlı bir organizma olan millet, varlığı, geç­ mişi, şimdiki zamaru ve geleceğiyle birlikte bölünmez bir bü­ tündür. Özetle; millet geçmiş ve gelecek arasında bir kültür ve ülkü toplumudur. Kültür, kendisini diğer kültürlerden ayıran bir kimlik ve şahsiyet demektir; fakat diğer kültürlere açıktır. Ancak hep kendisi olarak kalmaya mecburdur. Aksi halde dağı­ lır, yok olur gider. Milletle varlığını ve ifadesini bulduğu için o kültüre milli kültür deriz. Milli kültürün diğer milli kültürlerle ilgi ve ilişkisi, tıpkı bir şahsın, diğer şahıslarla ilgi ve ilişkisi gibidir. Bir kimse­ nin kendisine has adı, şahsiyeti, alışkanlıkları, biyolojik, psiko­ lojik ve manevi yapısı diğer insanlara kapalı olamaz; fakat diğer insanlara açık olacağım diye kendisinde var olanları inkar ede­ mez. Aksi halde başkasının uydusu olur. Milletin maddi ve ma­ nevi unsurlarını, kültür birliğini ve milliyet şuurunu, sosyal ha­ yat tecrübesinde ortaya çıkan bazı problemleri göz önüne alarak daha üst katmanlara taşımak, başka deyişle sınırlarını genişlet­ mek mümkündür ve sosyolojik gerçekliğe uygundur. Bunu üç şeyle yaparız: Mabed, mezarlık, nikah. Bunlar müşterekse, top­ lumun fertleri arasında normal olarak evlenme vuku buluyorsa, orada bir millet ve milliyet var demektir. Bazı aksaklıklar bu


28

TÜRK DÜŞÜNCESİ

yolla giderilebilir. Bu üç beraberlik, önemli ölçülerdir. Dini­ mizde mezheplerin ayrı ayrı mezarlıkları ve camileri olamaz. Mabed, mezhep veya tarikatın emrinde değil, dinin emrindedir. Mezarlıklar da öyledir. Küreselleşmenin dayathğı İngilizce ve Hıristiyanlık, farklı dil ve dinleri tehdit etmektedir. Aynı dinde olan, aynı kıbleye yönelmiş, aynı kalp ve iman birliğine sahip milletler toplamına ümmet diyoruz. Üm­ mette farklı milli kültürler vardır, ama üst-sistem, diğer deyişle üst-kültür aynıdır. İman ve kalp birliği vardır, daha doğrusu olmalıdır. Milli kültürün temsilinde iki kültürel olgu bulunur. Bunlar dil ve dindir. Dilini ve dinini kaybeden milletler tarihin mezarlığına gömülürler. Bu nedenle milletlerin yaşaması diline ve dinine sahip çıkması ile mümkündür. Gerçeğe bakhğımızda, ümmet dediğimiz geniş birlikte, şimdilik aralarında Kur'an ve Kıble birliğinden başka bir bağ bulunmamaktadır. Bu önemli bağa ilaveten, iktisadi ve siyasi bağlarla güçlenmiş bir birlik kurulması mümkündür ve gerekli­ dir; ama önce bir Müslüman milletin gerçekten bağımsız, milli ve kültürel kimlik ve şahsiyet sahibi olması gerekir. Ayrıca ide­ alde de millet-devlet-din ilişkisi iyi kurulmalı, doğru yorum­ lanmalıdır. Her kavim millet olmaya çalışan bir topluluktur. Fakat her kavim millet olamamışhr. Bu, çok çeşitli sebeplere bağlı, tabiatın ve tarihin bir kaderidir. Bu kaderde insanların rolü el­ bette vardır. Bir kavim, insanlığa, rüştünü ispatlayan değerler sistemi vermemişse, büyük devlet ve medeniyetler vücuda ge­ tirmemişse, belli seviyelere çıkmamışsa, kültürel ve medeni bü­ yük sınavlardan geçememiş ve insanlığa bir şeyler katmamışsa, millet olma şansını yakalayamamış, kavim (etnik grur) olarak kendi kültür yapısıyla bütünleşmeye en fazla uygun bir milletin içinde önemsiz bir unsur olarak kalmışhr. Burada, ne kendi­ sinde ne başkasında bir suç aramak söz konusudur. Bu, bir olu­ şum kaderidir. Şu anda dünyada beş bin civarında etnik grup olduğu halde, bu sayıda millet bulunmamakta, yüzden az sayı-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

29

daki milletler içinde etnik gruplar temsil edilmektedir. Mevcut milletlerin de bir kısmı para veya propaganda gücüyle, siya­ setle, zorlama ile, yani suni olarak oluşturulmuştur. Sun) millet yaratmakla ve akışı tersine çevirerek, milleti küçük parçalara ayırmakla, hiçbir problem çözülemez, aksine problemler artar. Milli bilincin farkına varılmazsa, millet sağlıklı bir top­ lum olma özelliğini kazanamaz. Millet oluşumunda tarih, kül­ tür ve milli bilinç önemlidir. Milleti 18. yy.dan itibaren, sanayi devrimiyle ve burjuva sınıfıyla izah etmek, bir izah tarzı olabi­ lir; ama bu, olsa olsa Bah'nın "nation" (nasyon) dediği şeklin anlatımıdır. Millette din çok önemli bir yapı taşıdır ki Batı'nın milleti anlatım tarzında, bu yapı taşı eksiktir; ancak sosyal ya­ pıda her zaman varlığını muhafaza edegelmiştir. Buna rağmen Bah hala Hıristiyanlığın temelleri üzerinde varlığını devam etti­ riyor. Milleti meydana getiren kültür unsurlarını ifade ettik; ama kültüri.in üç çekirdeği diyebileceğimiz dil, din, müzik üze­ rinde özel olarak durmak gerekir. Dil ve din fazlaca vurgulan­ dığı için bunlar bilinen unsurlardır. Müzik de estetik değerlerin, kişi-toplum-tarih bütünleşme çizgisinde, çok önemli bir yere sahip, duyguyu en fazla şahsileştiren ve şahsiyetleştiren, milli­ leştiren bir karaktere sahip, kolay ifade edilen, dil ve din gibi her yerde beraberimizde taşınabilen bir kültür unsurudur. As­ lında bütün kültür unsurları dilde toplanmışlardır. Dile yansı­ mayan kültürün yaşaması mümkün değildir. Müzik de böyle­ dir. Müziğin dili notalarla seslendirilir. Bu sesler ruha gıda ve­ rir. Müzik insanın duygu ve düşüncelerinin, inançlarının ru­ hunda seslendirilmiş halidir. Ruh bu sese kulak verir; coşar, üzülür, sevinir, çiuygulanır. Sokrates, hocasından öğrendiği şu bilgiyi bize aktarır: "Bir toplumu değiştirmek istiyorsanız, mü­ ziğini değiştiriniz." Gerçekten tarihi tecrübe de bunu göster­ mektedir. Zaten müzik ile beraber diğer unsurlar birlikte deği­ şiyor; dil ve din de zaman içinde değişime uğruyor. Tabiatıyla


30

TÜRK DÜŞÜNCESİ

öbür tarafından da meseleye bakmak gerekir. Dili ve dini deği­ şen toplumlarda müzik de değişmiştir. Bu toplumlar artık top­ tan değişmişlerdir. Asılları Türk olan Finlileri, Bulgarları ve Macarları (Hun Türklerini) gözünüzün önüne getiriniz. Atlatılmış her türlü tarihi badireye rağmen Müslüman Türk Milleti, milletler camiasında saygın bir yere sahiptir ve birçok sebepten dolayı inanıyoruz ki bunların en başında yer almaktadır. Bu başca yer alış, üstün meziyetleri ve ülküleri, bol­ ca düşman kazanmasına sebep olmuştur. Değişim rüzgarları da bizi içten-dıştan etkileyerek, zaman zaman karamsar tablolar ortaya çıkarmıştır. Şimdiki durumumuz da öyledir. Fakat Türk Milleti asli cevherini korumaktadır. Yeni nesiller bunun bilin­ cine sahip olmak durumundadırlar. Türk'ü tanıyan dost düş­ man, bu cevheri bilir. Batılı Türk dostlarından Claude Farrer (Klod Farer) Türk­ lerin Manevi Gücü isimli eserinde der ki: "Tiirk var, Türk sanılan

var. Yarı Batılı Türk, Levantenler 'le düşe kalka çok değişmiştir. Bun­ lar bana, hiçbir zaman işe yarar bir şey söyleyememiştir ve öbür Türk, eski Türk, tarlasını belleyen, siirüsünü otlatan, el sanatlarıyla uğra­ şan, sade ve tatlı Türk... Tanıdığını Asya ve Avrupa köylerinde (Bal­ kanlar), evlerine girip çıktığını Tiirk... Alı, inanın bana. Dünyada hiç­ bir kimse, onun kadar sevilmeye, hürmet edilmeye, itibar edilmeye layık değildir. İnsanlığın varlığıyla iftihar edebileceği ondan başka insan yoktur." Klod Farer sonra ilave eder: "Türkler, şu veya bu şekilde yapmış oldukları hataların, içlerinde Türk karakteri taşıyan kendi çocukları tarafından düzeltilmesine layık değil midir?" Esas ve eski mesleği deniz subaylığı olan bu Fransız ya­ zar Klod Farer, aynı eserinde şuna da dikkat çekiyor:

".... ve sonra İzmir... Yunan çıkarması sırasında Türk halkma yapılan kalleşlikler ve hakaretler ve bütün cinayetler, işkenceler ... İğ­ renç asker bozuntularının, subaylarımn idaresinde yaptığı biitün bu hareketler, şerefini ebediyen kaybeden Yunan bayrağının ipeğinde bir kan ve çamur lekesi olarak kalacaktır."


TÜRK DÜŞÜNCESİ

31

Oysa Klod Farer, Türkiye'yi görmek için yola çıkarken, peşin hükümlerle doluydu. Şöyle anlahr: "1902 yazında Fran­

sa'dan ayrılırken Türklerden ölesiye hoşlanmadığımı söylersem bana inanııı. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir. Çünkü öğretim boyunca antik hatıralar ve modern peşin hükümlerle beslenirler. 1904 sonbaharında tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndü­ ğümüzü söylersem yine bana inanın." Tarih boyunca Türkler, yeryüzünde itibarlı, haysiyetli, kendisinden çekinilen, saygı duyulan bir millet olmuştur. Şim­ diki durumumuza bakıp kahrolmamak mümkün değildir. Napolyon Bonapart'ın meşhur sözleri şöyledir: "İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli ol­ ması. Bu iki meziyetin yanı başında iki cinsi de şereflendireıı tek bir fazilet vardır: Vatana, icabmda her şeyini tereddütsüz feda edebilecek kadar bağlı olmak... İşte Türkler, bu çeşit kahramanlardandır ve ondan dolayı Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler." 18. yy. da William Pitt adlı Avrupalı da bakınız ne diyor:

... O Türkler ki, yegiine sevdikleri şey haktır, hakikattir ve hiçbir hak­ sızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır." (W.P., Büyük Siyasiler ad'• eserinden). "

Bir başka Avrupalı Lamartin, millet olarak Türk'e hay­ ranlığını açıkça dile getirir; fakat bir eksikliğimizi de söylemek­ ten çekinmez. O eksikliğimiz, ender zamanlar hariç, iyi yöneti­ cilere ve iyi kanunlara kavuşamamamızdır. Lamartin der ki:

"Onların yurdu efendiler diyarıdır; kahramanlar, şehitler ülkesidir. Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak, insan­ lığın düşmam olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni koru­ sun." Fakat Lamartin şunu eklemeyi de ihmal etmez: "İyi kanun­ ları, daha aydın yöneticileri olsaydı." Bugün içinde bulunduğumuz durumun muhasebesini sonraki sahrlarımıza bırakırsak, içine düştüğümüz son felaketin bizi İstiklal Savaşı'na götüren felaket olduğunu söylemeliyiz


TÜRK DÜŞÜNCESİ

32

Türk Milleti, beşeri zelzeleyi elinin tersiyle ortadan kaldı­ rırken İslam dünyasının da kurhıluş kapısını aralamış olu­ yordu. Zaten Türk milleti ne zaman yükseklere çıksa, İslam dünyası da yükselmiştir. Türk milleti ne zaman gerilese, İslam dünyası da gerilemiştir. Yahya Kemal de İstiklal Savaşı'na bu gözle bakmışhr: Şu kopan fırtına Tiirk ordusudur Ya Rabbi, Senin uğrıında ölen ordu budur Ya Rabbi. Ta ki yiikselsin ezanlarla miieyyed namın Galip el çiinkü bu son ordusııdıır İsliim'ın

Şairler hiç susmadı: Ye111in etmişim doğduğum topraklar üstüne; Doğacak çocıığuma, emdiğim siite; Yemin etmişim lıii rriyetiıı başı üstüne Uyanacaksın bir giin, uyan diye diye Hiir insanlar memleketi büyük Türkiye'

Kültür, vatan, millet, devlet bir bütündür. Vatan kültür­ dür, kül tür millet, millet kültür demektir. Devlet olmazsa hepsi tehlikeye girer. Vatan kültürdür, vatan anadır, vatan tarihtir, vatan eşimizin, çocuğumuzun, anamızın, babamızın yuvasıdır. Namık Kemal, vatanı, vatan sevgisini ne güzel anlatmışhr: " İnsan vatanını sever, çünkü kudret vergisinin en azizi olan hayat, vatan havasını teneffüs etmekle başlar. İnsan vatanını sever, çünkü etrafına baktıkça geçen ömrünün bir hazin anışını taşa kazılmış gibi görür. İnsan vatanını sever, çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatan sayesinde kaimdir. İnsan vatanını sever, çünkü vatan çocııkları arasında, dil, kalp, fikir kardeşliği hiisıl olmuştur. İnsan vatanını sever, çünkü vatan, bir kıitibin kalemiyle çizi­ len hayali hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, kardeşlik gibi yüce duyguların toplamından hıisıl ol111uş, kutsal bir fikirdir. Her dinde, her 111illette, her terbiyede, her medeni­ yette, vatan sevgisi, en biiyiik faziletlerden, en kutsal vazi­ felerdendir.

·

Şinasi Özdenoğlu.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

33

İnsanoğlu bir aile, biitiin diinya bir vatan olsa, daha iyi olmaz mı? Bunıı, olıışıından önce tayin etmek, imktinsız gibi göriinüyor. Bir millet için o kadar ıızak bir geleceğe göz dikmek, ahirette rahat edeceğim ümidiyle kendisini öldürmek gibi­ dir. "

Bunları söyleyen Namık Kemal ne kadar haklıdır. Ahiret; vatanın, milletin, dinin, kültürün bu dünyada bir tek olacağı ümidinden daha hak ve hakikat, yaratıcı tarafından vadedilmiş bir gerçek olduğu halde, mutlak iyiliğimizi umduğumuz bu gelecek için yine de kendimizi öldürmüyoruz, bu hayatı terk etmiyoruz. Gelecekteki bir dünya hayali uğruna vatan ve milleti terk etmek, milli bir intihar demek olmaz mı? Vatanı için çalışacağı yerde başkaları için çalışan hainlere, bu hainlikleri yaparken bile bu vatanın ekmeğini yediklerini hatırlatmak Jazımdır. 1917 senesinde

Topraklarında doğnııışıını Annemden emdiğim siit Çeşmeııden, tarlandan gelmiş Emmi/erim hudııtlarmda Senin için dövüşürken ölmüşler Ağladığım senin içiııdir Güldiiğüm senin için; Öpüp başınıa koydıığum Ekmek gibisin'

Vatan, kimlik ve şahsiyet meyvesinin ağacıdır. Vatan ta­ rihtir, vatan kültürdür, vatan güzelliktir. "Vatan toprağı, atalarımızın mezarlarıdır, mabetlerimizin ku­ rulduğu yerdir. Güzel sanatlar adına ne yapılmışsa onun sergisidir. Lakin daha derine gitmek ve demek lazımdır ki, milleti zaten o vatan viicuda getirmiştir. Vatan ne bir filo­ zofun fikridir, ne de sadece şairin dııygıısu. Vatan gerçek bir yerdir. "

·

Cahit Külebi.


34

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Bu satırları yazan Yahya Kemal, İstanbul'u bir tepeden seyrederken, vatanı ve üzerinde yaratılanları, İstanbul örne­ ğinde dile getirerek, şöyle der: "lrkın seni iklimine benzer yaratırken, Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış. Tarihini aksettirebilsin diye çehren, Kaç Fatihin altın kanı mermerle karışmış. "

Kısacası vatan kuru bir toprak parçası değildir. "Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kıılak ver, bıı sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu tiimsek, koparken büyük zelzele Son vatan parçası geçerken ele Mehnıed'in diişmanı boğduğu sele Mübarek kanını kattığı yerdir.''"

Mehmet Akif Ersoy'un da aynı şeyi vurgulamış oldu­ ğunu biliyoruz: "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Diişün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır, atanı; Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı "

Kültür, millet, vatan ve devlet. Bunlar bir bütündür de­ miştik. Devletin bu bütünlükteki önemine gelince, devletini kaybehniş, yabancı devlet yönetimi altına girmiş olanlar bunu çok iyi anlarlar. Millet olmak ve milletini devam ettirebilmek için de devlete ihtiyaç vardır. Bir halk kitlesi, devletini milli kül­ türü üzerine kurduğu zaman millet olur. Türkiye Cumhuriyeti'nin, felsefi, ideolojik, sosyolojik var­ lığı, milli kültür ve millet üzerine bina edilmiştir. Devlet ve mil­ let olmayan, milli kültüre erişemeyen, kültür unsurları yerli ye­ rine oturmayan topluluklarda, diğer ilkelerin de gerçekleşmesi mümkün değildir. · Necmettin Halil Onan.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

35

Devlet ve ona hayat veren zihniyet konusunda, milli kül­ türümüzün dayandığı iki temel vardır. Biri tarihin derinlik­ lerinden süzülüp gelen ve İsliim öncesi hayahn birçok unsurunu da taşıyan Türk töresi, diğeri de, mensubu bulunduğumuz yüce İslam dininin ferdi ve milli hayatımıza katkılarıdır. Devlet gibi ciddi bir konuda, bu iki temel kül tür kaynağının herhangi birini göz ardı etmek mümkün değildir. İsliim'dan önce de büyük ve kudretli devletler kuran Türkler, İslam' a girmekle bu özellikle­ rini kaybetmemişlerdir. Aksine daha da büyük ve anlamlı dev­ let ve medeniyetler kurmuşlardır. Mana aleminin büyük ön­ derlerinden Ahmet Yesevi'nin bütün Türk Dünyası'nda saygı görmesinin ve birleştirici bir yol gösterici olmasının sebebi ta­ savvuf yönü ile özde, ruhta ve manada; milli yönü ile şekil ve yapıda Müslüman Türk kavramını öne çıkarmış olmasındandır. Asırlar boyu her türlü yıprahnaya hedef olan Türk iile­ ıninin ayakta durabilmesinin temelinde bu iki ana unsur bu­ lunmaktadır. Türk kültür birliğinin temelinde, İsliimiyeti ruh ve Türk­ lüğü beden olarak alan bir anlayış yatmaktadır. Tarih boyunca her devirde en az bir bağımsız Türk dev­ leti olmuştur; fakat bu devletler çok defa hanedanlarının adıyla anılır: Selçuklu, Osmanlı ve birçoğu böyledir. Devletin birçok özelliğinden bahsedilebilir, ama üç özel­ liği açıkça önde gelir: Güç, adalet, milletine yabancılaşmamak. İçte ve dışta güç, devletin önemli bir özelliğidir ve bunu mo­ dern bilimle açıklamak zor değildir. Dede Korkut hikayelerinde lıu, çok sade; fakat vurucu şekilde ifade edilir: Vıırmayınca katı kılıç Düşman dize gelebilmez Başta devlet olmayınca Onda millet gülebilmez Gerilmeyen yay paslanır Attığı ok de/ebilmez.


36

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Devlet aynı zamanda adıllet demektir. Adil bir düzenin yerleş­ memiş olduğu yerde devlet de yoktur. O düzen size güven verir, huzur sağlarsa, ruhunuzda saygı uyandırır, gönlünüz onun yaşaması için duayla dolarsa, işte ona devlet denir. Tabii devlet milli devlettir. Rejim şekli, milli devletin özü değil, kıvamı olabilir. Rejim şekli ne olursa olsun devlet, mille­ tin inanç ve iradesi üzerine kurulmuş, müesseseleri de bu inanç ve iradeden kuvvet alıyorsa, o devlet milli devlettir. Temsil et­ tiği şey de milli iradedir. Devletin öz varlığına göre rejimler birer elbise gibidirler. Giyim, kuşam gibi rejimlerin de modası geçer. Önemli olan mil­ li idealler ve milli zihniyetlerdir. Devletin öz varlığı ile rejim şeklini birbirine karıştırmamak gerekir. Rejimlerin de hatalı ve kusurlu tarafları olabildiği gibi, gerçekten rejim düşmanı züm­ reler de bulunabilir; fakat milli iradenin kuvvet ve kudreti, hem rejimdeki hata ve çelişkileri düzeltir, hem de rejim aleyhtarı fa­ aliyetleri etkisiz hale getirir.

Millet ruhundan kuvvet almayan devletin bünyesinde, devlet içinde devletler, millf iradeyle alay eden "özerk" kurumlar ve kanun üstü şahsiyetler türer. "Hiikimiyet kayıtsız şartsız milletindir" sözü­ ne, millet eli kolu bağlıymış gibi bakar durur. Ayrıca devlet zaafa uğ­ radıkça, devlet içinde devletçikler türer. Mafya, çeteler, terör örgütleri böyle yerleşirler. Devlet otoritesinde baş gösteren zaafları, en iyi şekilde belirten işaret, devlet müesseselerinin birbirine yabancılaşması­ dır. O zaman müesseseler birbirine destek olacak yerde, köstek olmaya başlarlar. Millet ruhundan kuvvet alan güçlü müesse­ selerden mahrum olan toplumların, geniş bir hürriyet ve de­ mokrasi ortamı içinde hareket imkanına kavuşmaları, kendi milli varlıkları için tehlikeli olmaktadır. Milli ideal ve iradeyi temsil eden ve devleti ayakta tutan kurumların bulunmayışı veya bulunduğu halde görevini hakkıyla yapamayışı sonu­ cunda, demokrasinin en sonunda varacağı yer anarşidir. Çünkü böyle toplumlarda her türlü rezillik, demokrasi ve hürriyet adı-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

37

na yapılır, onun gereği gibi gösterilir. Bir yandan halk bunlara yavaş yavaş alıştırılmaya çalışılırken, öte yandan da toplum bütünüyle anarşiye sürüklenir. Ahlaka ve sorumluluk duygu­ suna dayanmayan kuru hürriyetlerin milletlere ne kadar paha­ lıya mal olduğunu artık anlamayan kalmamıştır. Bugün cemiyet hürriyete değil, otoriteye muhtaçtır. Artık millet zalimlerle, haksızları ensesinden yakalayıp cezalandıra­ cak güçlü bir elin hasretini çekiyor. Demokrasiyle idare edildiği halde kurum ve kuralları oluşmamış pek çok ülkede halk, can, mal ve namus korkusu içinde yaşıyor. Sorumsuzluk ve irade zaafı her alanda kendisini gösteriyor. Temel hak ve ilkeler kaba kuvvete boyun eğiyor. Para ve rüşvet, devlet otoritesini kemiri­ yor. Sonuçta aşınan ve yıpranan milll irade, yani bütün kurum­ ları ile devlet oluyor. Ancak, sorumlu ve güçlü otorite danışmayı ilke edinme­ lidir. Danışılacak kişilerin özellikleri önemli olup, yüksek sevi­ yeli ve sorumlu kişiler devletin gücünü arttırır. Nihat Sami Ba­ narlı'nın dediği gibi: "Devlet biiyiikleri, kendilerine müşavir seçtikleri ilim, fen, sa­ nat ve siyaset adamlarının değeri ve biiyiiklükleri ölçii­ siinde biiyiiktür. Büyiikler, çevrelerine nıenıleketlerinin ahilik, fazilet, sanat, kiiltür ve inıan adanı/arını toplayıp, işlerini onlara danışmazlarsa muvaffak olanıazlar. Bu çeşit müşavirlerin ise "evet efendimiz " diyenleri değil, "yanlış yapıyorsun, doğrusu böyledir, çünkü ... " diyebilenleri mak­ buldür. Memleketlerinde dalkavııklıığıı ve riyakiirlığı sanat haline koyduranlar büyüklerdir. Tarih, dalkavuklardan hoşlanmayan, pek nadir büyüklerin devrinde rahat etmiş­ tir. (Devlet ve Siyaset, sayfa:19J

Milletler, varlıklarının temelini teşkil eden gayeden uzak yaşayamaz. Tarih huzurunda İslam ideali, bizi büyük devlet haline getiren ana kuvvetlerden biri olmuştur. Devlet olma bilinci, mil­ let olma bilincinden gelmektedir. Ondan uzaklaşmak, kendi varlığımızdan uzaklaşmak ve zaafa düşmektir. En başta üniver-


38

TÜRK DÜŞÜNCESİ

sitelerimiz ve öğretim kurumlarımız olmak üzere bütün ku­ rumlarımız, milletin ruh ve inancına bağlı, ondan kuvvet alan ve ona hizmeti gaye edinen kurumlar olmak zorundadırlar. Mil­ lete yönelmeyen ve hizmet ederek millete mal olmayan hiçbir kurum milli değildir. Milli olmayan her şey, millet hayatından çıkarılmaya, yıkılıp yok olmaya mahkumdur. Aksi halde millet varlığı dağılıp yok olur.


AİLE Toplumun temel ünitesi ve hücresi ailedir. Aile evrensel ve daimi bir sosyal gruptur. Şimdiye kadar bir aile sistemini içermeyen insan topluluklarının yaşadığına dair hiçbir delil bu­ lunamamıştır. Bütün kültürler birbirinin benzeri olan bir aile sistemine sahip olmuştur. İnsanların sürü olmasını önleyen sos­ yal kurum ailedir. Beşikten mezara kadar insanlar ömürlerinin yüzde dok­ san beşinden fazlasını aile içinde, ailenin etrafında veya aile için geçirirler. İnsan yavrusunun bebeklik ve çocukluk devresi, diğer bütün canlılardan uzundur. Doğduktan sonra uzun süre ba­ kıma muhtaçtır. Dolayısıyla aile, biyolojik ve psikolojik bir zo­ runluluğa dayanmaktadır. Ailenin oturduğu temeller şöyle de­ vam eder: !

••

!

••

!

••

!

••

!

• •

!

••

Sevgi, şefkat, himaye, yardım duyguları, Soyağacı teşekkülü, geçmiş bilinci, örfler, İnançlar, kutsal değerler ve bunların gelecek nesillere aktarılması, Vicdani kurallar ve bunların nakli, Akrabalık kuruluşları, bunların nakli, Hak ve vazifeler dengesi.

Bunlar ancak aile sayesinde öğrenilir ve gerçekleşir. Aile, kendi biyolojik çekirdeğini aşmış, geniş bir sosyal anlam ka­ zanmış, sosyal statüde vazgeçilemez rol almış, temel kurum olmuştur. Aile: !

• •

Neslin devamını sağlar.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

40 !

• •

!

• •

!

••

!

• •

!

• •

Psikolojik tatmin yeridir. Aile sayesinde sağlanan güven ve huzur ortamı, beden ve ruh sağlığını korur. Mücadele içindeki ferdi dinlendirir, huzur verir. Sevme, sevilme, korunma, koruma ihtiyacını kar­ şılar. Yeniden hayat mücadelesine hazırlar. Sosyalleştirme görevini yapar. Ferdin topluma yabancılaşmasını önler. Milli, dini ve ahlaki kül­ türü gelecek nesillere aktarır. Eğitim-öğretimde ilk doğal okuldur. Kimlik belirleme kaynağıdır.

Tabiatıyla bunlar huzurlu aile ve huzurlu toplumlar için geçerlidir. Ailenin durumuna göre bu fonksiyonlar azalır veya bozulabilir. İnsan toplumlarında evrensel kurumlardan biri de akra­ balıktır. Ailenin ve akrabalığın bir an için olmadığını düşünür­ sek, fertler toplum içinde tek başlarına ve yalnız kalırlar. Top­ lum bir fertler yığını, başka deyişle kimsesizler yığını haline gelir. Çocuğa, toplumda meşru bir yer sağlanması, ferdin kim­ liği, toplumda ancak sosyal mertebeler, sosyal yakınlıklar, sos­ yal kurumlar halinde bütünleşme ile olabilir. Aksi halde kişi, kimliksizdir, amaçsız kalabalıkta "bir kişi" olur. Bir toplumun özelliği, aileye ve aile münasebetlerine göre belirir. Aile münasebetlerinde meydana gelen büyük bir bo­ zukluk, genel sosyal sistemi etkilemeye ve çözülmeye götürür. Aile gibi bir kurum olmadığı veya aksadığı takdirde, in­ sanın düzenli ve kimlikli olarak neslini devam ettirmesi prob­ lem olacağı gibi, psikolojik ve sosyal birçok sıkıntı ortaya çıkar. İstatistikler, yalnız yaşayan, boşanmış yahut dul kişilerin, evli­ lere nazaran daha fazla oranda hastalıklara yatkın olduklarını ortaya koymuştur. Sosyal yönden soyutlanma ve yalnızlık, önce duygusal, sonra fiziki bozukluklara sebep olmaktadır. Bekarla­ rın evlilere nazaran çok fazla oranda kalp hastalığına tutulduk­ ları görülmektedir. Ailenin çocuk yetiştirme ve sosyalleştirmek


TÜRK DÜŞÜNCESİ

41

olan ana fonksiyonu, resmi kurumlara devredildiğinde, yetişen çocukların ruhsal bozukluklara yakalanma oranlarının arttığı görülmüştür. Yeni kuruluşlar, anaokulları, yurtlar, okullar, çeşitli ku­ rumlar, ailenin sosyalleştirme, topluma kazandırma, sağlıklı kılma, şahsiyetini geliştirme fonksiyonunu paylaşmaya kalksa da, ailenin yerini tutamaz. Aile sosyal fonksiyonunu doğal hal­ de yapar. Bu yüzden aile, doğal eğitim kurumudur. Atalarımız hep bunun farkında olmuştur. Bir şairimiz bakın ne demiştir: "Öliir olsa öğiit a/111az Kız anadan görmeyince. "

Aile insanlığa ai t genel bir sosyal kurum olmakla birlikte, Türkler için çok daha fazla önemlidir. "Evlenme" kelimesi bile bizde, ev bark kurma, yeni bir yuva kurma anlamındadır. Başka d illerde eş olma, karı koca olma vb. anlamındadır. Türkler evle­ nince eve bayrak asar. Çünkü aile milleti, bayrak da devleti t emsil eder. Aileye iki kurum daima sahip çıkmıştır: Din ve devlet. Dinin aileyle ilişkisi başlangıçtan beridir. Ailenin önemli bir yü­ ı.ü, ne kanunlarda, ne ferdi arzularda bulunan ahlaki-dini dün­ yaya ait sorumluluklardır. Devletlerin aileyi koruması, çeşi tli vollarla ve zamanın şartlarına göre olmuştur. Aileye karşı çıkan görüşler de olmuştur; fakat bunlar ha­ yalde veya teoride kalmaya mahkum olmuş ve iflasla sonuç1.ınmıştır. Bunlar birbirine zıt görünen, ama aynı sonucu doğuracak olan iki görüştür. Biri aşırı cemaatçi, diğeri tam tersi aşırı ferdi­ vl'tçidir. Birincisi komünist dönemle temsil edilmiş, fakat iflas ('i miştir. Diğeri tahribatına devam etmektedir. Birincinin iddia­ �;ına göre, okullar öğretim faaliyetlerini, polis himaye fonksiyo­ ıııınu, garsonlar ve lokantalar beslenme görevini, dükkanlar iktisadi faaliyeti üzerine alacaktı. Bunların ne kadar bilim ve gPrçek dışı ve hayali olduğu belliydi ve bugün daha iyi anlaşıl­ ııııştır.


42

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Komünizm, teoride aileye yer vermiyordu. Sınıflar gibi aileyi de kaldırmak istiyordu. Ona göre özel mülkiyeti, sınıfları ve devleti yaratan, bütün kötülüklerin kaynağı aile idi. O halde ortadan kalkmalıydı. Friedrich Engels'in, Ailenin, Özel Mülki­ yetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında bunların yok edilmesi ge­ rektiğini görürsünüz; fakat uygulama bunu gerçekleştiremedi. Çünkü birçok iddiasında olduğu gibi bu da insan tabiahna, top­ lum kanunlarına aykırı idi. Komünist eğitime rağmen, aileler içerisinde eski aile ideali şu veya bu şekilde korunduğu için, insan ve toplum tabiatına ve hayata ters düşen bu tavır gerçek­ leşemezdi . Sovyet Rusya 1917-1936 yılları arası, hukuki ve ah­ laki aileye cephe almıştı. Doğan çocukları devlet alıp koğuşlar­ da yetiştirmeye çalıştı. Ana-babasından uzakta büyütülen ço­ cuklar, iyi Sovyet vatandaşı olmaktan ziyade, gençlik suçlarını işlemeye eğilimli olduklarını gösterdi. 1936'dan sonra durum yatıştı. Ahlaki aileye dönüş yapıldı. Aileyi yok etme girişimleri, 1944'te değişen kanunlarla tamamen terk edildi. İkinci görüş dediğimiz ferdiyetçi zihniyetin, aileyi boz­ duğu, daha tehlikeli olduğu gözlenmektedir. Yakın geçmişte hipi kolonileri ve bugün bunun değişik şekilleri, aile ve evlenme yerine yeni tercih teklifleri, grup seksler, serbest cinsel ilişki, nikahsız yaşama, ferdi haz ve mutluluk için olmadık şeyler, fer­ de de aileye de topluma da zarar vermektedir. Aile, insanı ve insanlığı koruyan sosyal kurumların ba­ şında gelir. Çocuklar devletin ç_ocukları olduğu zaman, hiç kim­ se, hiçbir vatandaş, bu çocuklara karşı bir anne ve babanın duy­ duğu sevgi hislerini besleyemez. Hakiki sevgi bağları, aile bi­ reyleri arasında mümkündür.

"Allah hiçbir kimsenin göğsünde iki tane kalp yaratmamıştır" (Ahzab Suresi, 33/4) Bundan dolayı hiçbir ana veya baba, başka­ sının çocuğunu kendi öz evladı gibi sevemez. Millet sevgisi ve milli bilinç de, aile sevgisi ve aile bilinci üzerine bina edilmiştir; çünkü aile küçük bir millet ve devlet, millet ve devlet de büyük bir ailedir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

43

Bugün aileye cephe almak söz konusu edilmeden, çeşi tli zorunluluklardan dolayı, devlet koruyucu olarak ailenin yerini almak zorunda kalabilir ve kalmaktadır. Annesi babası ölmüş yetimler, terkedilmiş gayrı meşru çocuklar, böyle bir mecburi­ yete sebep olur. Bu durumda toplum, devlet ve kurumlar eliyle ailenin yerine görev yapabiliyor; fakat bunun ne kadar prob­ lemli olduğunu da herkes biliyor. Mümkün olduğu hallerde bu çocukların başka aileler tarafından evlat edinilmesi yolu tercih edilmelidir ki bu da, ailenin yerini başka hiçbir kurumun ala­ mayacağını gösterir. Köylerde bu görevi akrabalar yüklenir ve genellikle çok iyi ve başarılı sonuçlar elde edilir. Olumsuz ve insan tabiatına aykırı düşen ideolojiler ve uygulamalar yanında, ailenin büyük felaket dönemlerinde sar­ sılmalarına da bakmalıdır. 1. ve Il. Dünya Savaşları'ndan sonra görülen kötü durumlar herkes tarafından bilinir. Bu ve benzeri dönemlerde aile sarsılmış; fakat temel kurum olarak ona bir şey olmamıştır. Hatta bu gibi felaketlerin aileyi güçlendirdiği bile söylenebilir. Savaş sonrası şartlarına maruz kalan Alman ailesi, birçok felakete rağmen, daha da güçlenmiştir. Devletin ve ikti­ sadi kuruluşların tahrip edildiği ve hemen her vatandaşın ani tehlikelere ve şiddetli kayıplara uğradığı bir zamanda evlilik ve aile, fertlere bir himaye, sığınma ve tabii destek sağladı ve aile içindeki bu koruma, en son güvenlik şekli olarak kendini belli etti ve devreye girdi. Dış dünya bozulduğu ve fert yalnızlığa itildiği zaman, aile gayrete gelmiştir. 1930'lu yıllarda A.B.D.'de ortaya çıkan büyük sosyal bu­ nalım, 1940'a doğru il. Dünya Savaşı'nın evden uzaklaştırdığı kocalar, Kore Savaşı, silahlanma, yüksek vergiler, enflasyon, soğuk savaş dönemi, "herkes kendi başına buyruk" prensibinin hakim olmasına sebep oldu; fakat bu devirde aile bireyleri bir­ birlerine daha da yakınlaşmış oldular. Bu felaketler elbette ailelere zarar verdi; fakat bir bakıma aile sisteminin önemini de pekiştirdi.


44

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Ailenin güçlenmesine diğer bir sebep de, öğrenim nede­ niyle çocukların daha uzun süre aile içinde kalmalarıdır. Dola­ yısıyla daha fazla fedakarlıkların olmasıdır. Aileyi esas yıkabilecek olan şey, söz konusu felaketlerden veya aşırı hayali görüşlerden çok, kül tür ve inanç bunalımları­ dır. Bugün gösteriş merakı, lüks tüketim, moda ve taklitçiliğin arhşı, kendi değerleriyle çatışma, istikrarsız ve bünyeye uyma­ yan değişme, aileyi daha çok yıpratıyor, topyekün toplumu çü­ rütüyor. "Ye, iç, eğlen" yani hayatını yaşa, hazcı felsefesinin yaygınlaşması, bütün idealleri öldürmekte, ahlakı felç etmekte­ dir. Medya buna önemli bir cazibe alanı oluşturmaktadır. Ya­ pılmakta olan eğlence programlarının Türk töresiyle, Türk ve İslam ahlakıyla, inançlarıyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok­ tur. Hemen hepsi gençleri, kendi toplumuna, değerlerine, tari­ hine, inanç sistemine yabancılaştırıcı niteliktedir. Toplumun ve ailenin problemleri bile saptırılmakta, mevcut problemler abar­ hlarak verilmekte, önerilen çözümler de milli kültür ve milli kimlikle ilgisi olmayan yollara çekilmektedir. Medyadaki gelin kaynana kavgaları, medya yoluyla sev­ gili veya eş bulma, programlanan evlerdeki hayatı gizlice gö­ zetleme, aileleri ve toplumu sarsacak tavırlardır. Yabancı hay­ ranlığı, sürekli moda özentisi yaratma, medyanın görevi haline gelmiştir. Zinanın suç olmaktan çıkarılması ayrı bir felakettir. Ni­ kahsız birlikte yaşama, Müslüman Türk ailesinin köküne dina­ mit koymaktır. Nikah, ailenin psikolojik, sosyolojik, dini, ahlaki, hukuki, dayanağı, temelidir. İnsani en büyük ve en önemli akit­ tir. Aynca din ve iman meselesidir. Cinsel duygular açıkta cereyan etmekte, bunu tahrik et­ mek için medyada olsun, sokakta olsun, her türlü yol ve biçim denenmektedir. İthal cinsel duygular da yaban�ılaşmanın sı­ nırlarının nereye dayandığını göstermektedir. İster doğrudan, ister mankenlik, reklam, sinema veya dizi filmleri şeklinde dolaylı yoldan olsun, kadın vücudundan para


TÜRK DÜŞÜNCESİ

45

kazanma ve kazandırma, bir sektör haline gelmiştir. Yalnız ül­ kemizde değil, bütün dünyada kadın vücudundan para ka­ zanma sektörü, en başta gelen sektörlerden olmuştur. Bu yönde motiflendirilmemiş bir gazete veya dergi satılmıyorsa, böylesi renklerle telkin edilen bir televizyon kanalı veya programı sey­ redilmiyorsa, oturup düşünmek gerekir. Bu işin psikolojik te­ meli güçlüdür. Cinsiyet duygularını istismar etmek çok kolay­ dır. Ancak kadının ve erkeğin, kendisi veya başkası tarafından böylesine istismar edilmesine izin verilmemelidir. Kadın vü­ cudu aracılığıyla bir malı empoze etme gayesiyle de olsa, rek­ lamda kadın vücudunun mu, satılacak malın mı rekliimının ya­ pıldığı belirsiz hale gelmektedir. Eğitim-öğretim eksikliğini ve bütün bu olumsuzluklara bir de yabancılaşma eğilimini eklersek, aile kurumu tamamen savunmasız hale gelmiş olur. Savaşlarda ve çeşitli felaketlerde yıkılmayan aileler, bu yolla yıkılabilir. En tehlikeli şey, hastalıkları bünyeden atmaya çalışmak yerine, bünyeyi hastalıklara alıştırmaya çalışan ve bu yolda top­ lumu zorlayan despotların ve soys�zların bulunmasıdır.

Özellikle gençlerin bu duruma dikkat etmesi, medyayı, magazin dünyasını, reklılm, dizi ve çizgi filmlerin bugünkü durumunu sorgu­ laması, geleceğimiz için şarttır. Bunlara aldırış etmeyen; hatta normal gören, nenıelazımcılığı prensip edinen, gününü gün etmek isteyen, başkasını düşünmeyen, kendi değerlerine saygısızlık eden, geçmişine düşman, yabancıya hayran nesiller, Türkiye'nin geleceğini karartır. Gençleri asla suçlamıyoruz. Suçlanacak yerler bellidir. Gençlerin bunlara dikkat etmelerini, her önüne geleni alkışla­ mamalarını istiyoruz. Dünyanın gidişatındaki olumsuzlukları da görmezlikten gelmiyoruz. Bugünkü hayat şartları, aile, akra­ balık, vatandaşlık, dindaşlık gibi insanlar arasında sevgiye ve gönül birliğine dayanan bütün bağları koparıp, ahlaki ve dini duyguları zayıflatıyor. Kişiyi bütün iç ve dış desteklerinden mahrum bırakarak yalnızlığa terk ediyor. Görünürde paradan başka sarılacak, insana destek olabilecek bir kuvvet kalmıyor.


46

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Paraya sarılan insan, ona sahip olduktan sonra kendisini büyük kalabalıktan kopmuş hissettiği için, büsbütün korkuya kapıl­ mışhr. Sahip olamayan da, yan yollara, gayrı meşru yollara sa­ pıyor veya her şeye, her türlü değere, devlete ve düzene düş­ man oluyor. Ailenin sıcak himayesinden kopan insanlardan olumlu şeyler beklemek zorlaşıyor. Medya denilen hipnotik dünya ve eğitim eksikliği de bunu destekleyince, olan oluyor. Medya, maalesef, milli, dini, ailevi, ahlaki olan her şeye engel olduğu gibi, yukarıda verdiğimiz örneklerde de görüldüğü üze­ re, değerlere karşı oluşu destekliyor. Toplum ve aile, acaba gittikçe bozulma eğilimi gösteren bir sürece mi girmiştir? Bunu bir kural halinde söylemek doğru değildir; ancak iyi olana oranla kötü olanların fazlalık kazandı­ ğını söylemek mümkündür. İnsanlık bunlardan kurtulma, hiç değilse kötü olanı ayıklama potansiyeline sahiptir. Ailenin bozulması, parçalanması, toplumda problemlere yol açar. Boşanma veya ayrılıklar fazla ise o toplum fonksiyo­ nunu yerine getiremiyor, demektir. Böyle toplumlarda aile ku­ rumu güçsüz, sakat ve hastadır. Sapma göstereceği için toplum, gücünden ve sağlığından kaybedecektir. Çocuk suçluluğunun, uyuşturucu alışkanlığının arthğı günümüz toplumları böyle bir rahatsızlık içindedir. Uyuşturucu bataklığı toplumu mahveden, bir beladır. Ne yapıp edip, Türk gençliğini bundan korumak gerekir. Nesilleri çürüten, bedenen ve ruhen hasta bırakan, irade ve aklı yok eden, hiçbir ülkü, azim ve ümit bırakmayan uyuşturucu bela­ sından, yalnız Türk milletini değil, bütün insanlığı kurtarmak şarttır. Diğer bir hastalığımız, aydınımızın, yöneticimizin ve yet­ kililerimizin içine düştüğü girdaptır. Ürememizin kısıtlanması, nüfusumuzun kontrole tabi tutulması; geçim, sağlık, kalite me­ selelerini istismar ve bahane ile Türk nüfusunun artmasının ön­ lenmesidir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

47

Doğum kontrolü ve nüfus planlaması, milletimizin, kim­ lik ve kültürümüzün geleceğine darbe vurulması, milli gelece­ ğimizin ve ülkülerimizin zayıf düşürülmesi demektir. Türkiye, şartlar iyileştirilerek, 250 milyon nüfusu besle­ yecek durumdadır; ancak normal olmayan aşırı doğum olsun demek de sorumsuzluktur. Diğer Türk toplulukları da öyledir. Rızkın geleceğinden korkmak, tembelliğin bir işareti olup, ayrı­ ca inanç sistemimize aykırıdır ve ideal eksikliğidir. Atalarımız böyle bir düşüncenin farkında olmuş ve şöyle demişlerdir.

"Ağılda oğlak doğsa, ırmakta otu biter.'" Bu işin içinde, gafillik kadar hainlik de yatmaktadır. Yüzyıl önce de milliyetçi aydınlarımız işin farkındadır ve bunu şöyle şiirleştirmişlerdir: " - Doğurmasın ... - Sebep ne ki bir kadın ? Ya sen her yıl ağaçlardan yemişleri isterken, Bir ineğin yavrusuna hizmetçilik ederken Niçin senden tiireyecek insanlara diişmansın ? .. -Aç kalırlar... Sus söyleme! Bu nankörlük demektir! Bak her yerde bize Hakk'ın nimetleri parıldar; Solucanlar için bile bu toprakta rızık var. ,, Bilmez misin diş yaratan, ekini de yeşertir. •.

· Aslı: Ağılda oğlak toğsa, arıkta otu öner. ..

M. Emin Yurdakul.


DİL YARAMIZ "İnsanlar konuşa konıışa; hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır. "

Türk Atasözü İnsanoğlu konuşabilen tek canlı, dil de ona özgü bir ol­ gudur. İnsanlar bildiklerini, gördüklerini, duygu ve düşüncele­ rini birbirlerine kelimelerle aktarırlar. Konuşmak için de düşünmek için de dile ihtiyacımız var; çünkü kelimeler ve kavramlar olmadan düşünemeyiz, fikir üre­ temeyiz. Düşünmek, aslında insanın kendi kendisiyle konuşma­ sıdır. O halde, dilimizi ne kadar iyi bilirsek o kadar doğru düşünü­ rüz. Dilin zenginliği, düşünce zenginliğinin de temelidir. Dil yalnızca yaşayanlar arasında iletişim aracı değildir, geçmişle gelecek arasında da bir iletişim köprüsüdür: Nesiller, birbirlerini dil sayesinde tanırlar. Mesela; "Sakla samanı, gelir zanıaııı" demişler. Bu atasözü, bize yalnızca tutumlu ve tedbirli olmayı öğütlemekle kalmıyor, ayrıca atalarımızın çiftçilik ve hayvancılık yaphğını da bildiriyor. Denizci olsalardı, belki "Sak­ la oltayı, gelir zamanı" diyeceklerdi... Böylece dil, bize kültürün de

ipuçlarını verir. İpuçlarını vermekle kalmaz, kültürün üç çekirdeğin­ den biridir, kültür aktarımının ve kiiltür sürecinin de başrol oyuncu­ sudur. Biz, anamızın dilini konuşuyoruz. Bizden öncekiler de daha öncekilerden öğrendikleri aynı dili konuşuyorlardı. Aynı dili konuşanlar aynı milletten sayılırlar. Dil, bizi öbür canlılardan farklı kılmakla kalmıyor, aynı zamanda öbür milletlerden farklı bir millet yapıyor.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

49

Milletler, konuştukları dillerle birbirinden ayrılırlar. Milli dil, toplumu millet yapan özelliklerin başında gelir. Üstelik çağlar boyunca oluşmuş milli kültürün bütün unsurlarını da içinde barındırır. Millf kültür, her yerden daha çok milli dilde kendisini gösterir. Dilini kaybeden toplum, önce kültürünü, ardından da varlığını kaybeder. Tarih, bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Örnek vermek gerekirse: İşte eski Mısır, Sümerler, Hiti tler, İskitler, Babilliler, Feni­ keliler ve Kartacalılar! Büyük medeniyetler kurmuş olan bu ka­ vimler, yediden yetmişe kılıçtan geçirildikleri için yok olup gihnediler. Daha üstün bir kültürün halkıyla karışhlar, o halkın içinde eriyip gittiler. Barbarlar, Roma'yı yenip, işgal ettikleri halde, Latin kültürüne yenildiler: O kül tür içinde asimile oldu­ lar. Bir milletin varlığını sürdürebilmesi için bireylerinin aynı dili konuşması şarttır. Çağımızda dil birliğinin önemi daha da art­ mıştır; çünkü telefon, radyo, televizyon, dvd, cd, sinema gibi iletişim araçları, kıtalar arası boyut kazanmışhr. Bu durum bü­ tün diller ve kültürler için yıkıcı bir tehdit oluşturmaktadır. An­ cak bundan en çok zarar görenler, bu teknolojileri üreten geliş­ miş toplumlar değil, hazır bulup kullanan az gelişmiş toplum­ lardır! Allah korusun, vatan saldırıya uğrarsa, hemen silaha sarı­ lır, karşı koyarız. Peki, dilimiz ve kültürümüz saldırıya uğrar da tehdit altında kalırsa susup seyirci mi kalacağız?

Dillerini, vatanları kadar kutsal saymayan milletler, ayakta ka­ lamazlar! Vatan, eğer kültürün damgasını taşıyorsa vatandır. Türk'iin vatanı, Türkçe'nin konuşulduğu yerlerdir. (Gaspıralı İs­

mail). Din, bilim, felsefe, edebiyat ve sanat, hepsi gelişmiş bir dile ihtiyaç gösterir. Köklü medeniyetlerin temelinde zengin birer dil ve düşünce yatar. Büyük medeniyetler kurmuş olan


50

TÜRK DÜŞÜNCESİ

toplumların zengin birer dilleri olduğu görülür. İlkel ve kısır bir

dille büyük bir medeniyet kurulamaz. Biliyorsunuz, bir din kitabı olan Kur'an, aynı zamanda bir dil mucizesidir. Arap dili ve edebiyatının doruğa ulaştığı bir dönemde gelmiş olan Kur'an, olağanüstü ifade kudretiyle, şair ve yazarları hayran bırakmıştır. İşte bu kitap, insanın, konuşma yeteneğiyle yaratılmasını, Rabb'in rahmeti diye niteler ve şöyle buyurur: "Rahmetiyle esir­

geyen Allah, Kur 'nn 'ı öğretti. İnsanı yarattı, ona konuşmayı (beyanı) öğretti" (Rahman, 1 - 4); "ve Rabb 'i, Adenı'e, bütün o isimleri öğret­ ti" (Bakara, 31). Adem, Rabb'inin emrine karşı geldi, günah işledi. Sonra pişman oldu ve af dilemek istedi; ancak nasıl af dileyeceğini bilmiyor, bu yüzden çok acı çekiyordu. "Sonunda Rabb'inden bazı

kelimeler öğrendi. O kelimelerle Rabb 'e tövbe edip, yalvardı; çünkü O, kesinlikle tövbe edenleri bağışlayan ve kayıran Rab 'tır'' (Bakara, 37). Görüldüğü gibi, insanın Yaratan'la ilişkisi de yine dil ile­ dir. Cenabı Hak'tan bize inen söze Vahiy, bizden O'na yükselen söze Dua, diyoruz. İslam inancına göre de Kelam, Allah'ın ezeli sıfatlarından biridir. Yüce Tanrı lütfetmiş, insanoğluna dil öğretmiş ve pey­ gamberler aracılığı ile kitaplar göndermiştir. Bu büyük nimet için, bakınız, şair ne diyor:

"Tanrı katında sözden daha değerli bir şey olsaydı, hiç şüphe­ siz, Yüce Tanrı, kullarına onu indirirdi." (Genceli Nizami) Bir başka şair F. Nafiz Çamlıbel de şöyle diyor: Ve meleklerle kitab indirerek her yandan, Yine yol çizdi halas etmek için şeytandan ... Sayısız cürme bedel sonsuz inayetlere hamd, Ve bu hizmetle celil ettiği peygambere hamd, Gökyüzünden yere indirdiği Kur'ôn'a şükür, En büyük nimete hamd, en küçük ihsana şükür,

Bu hamd ü senanın ardından da şunu söylüyor: Hangi sözlerle ninem gönliinii açmışsa bana,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

51

Ben o sözlerle göniil vermedeyim sevgilime. Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır, Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime.

Türkçe, zengin ve gelişmiş bir medeniyet dilidir. O'nu korumak, geliştirmek, milli bir görevdir. Özellikle öğretmenler, imamlar, vaizler, yazarlar, sanatkarlar, siyasetçiler, kısaca halka seslenen herkes, hepimiz, dilimizi bütün incelikleriyle bilmek ve konuşmak zorundayız. Böyle yapmakla yalnızca dilimizi değil, aynı zamanda dinimizi, tarihimizi, geleneklerimizi ve bü tünüy­ le, milli kültürümüzü korumuş ve güçlendirmiş oluruz. Millf

değerlerin korunması, millf dilin korunmasına bağlıdır. Türkçe büyük ve köklü bir dildir. Yaratılışla ve çok eski geçmişle ilgili destanları var: Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Gök­ Tiirk, Dokuz Oğuz-On Uygur destanları ile Dede Korkut hikt1yeleri, en önemlileridir. Bu destanlar, yüzyıllar boyunca, ilden ile, dil­ den dile dolaştıktan sonra, bazıları kısmen, Kaşgarlı Mah­ mut'un "Divt1n-ı Lugati't Türk" (1074) eserinde yer almıştır. Ya­ zar, ilk Türkçe sözlük olan bu eseri, Türk milletinin yüceliğini anlatmak, Türkçe'nin Arapça'dan geri bir dil olmadığını gös­ termek maksadıyla kaleme almıştır. Yaklaşık sekiz bin kelime başlığı ile üç yüz kadar atasözü ve pek çok şiir örnekleriyle, Türk kültü rünü, birçok yönden tanıtmıştır. İlk baskısı 1861'de yapılmış olan İngilizce-Türkçe Redhouse 47.000 kelimelik bir sözlüktür. Lügat sahibi James W. Redhouse, aynı sözlüğün Türkçe' den İngilizce'ye olanını da hazırlamış ve yayınlamıştır (1890). O sırada, Türkçe'de kullanılan pek çok ke­ limenin, İngilizce'de karşılığı olmadığını görmüş ve bunları an­ cak açıklama yoluyla kayda geçmiştir. O tarihlerde Türkçe'nin

kelime sayısıııın doksan binin üstünde, İngilizce'nin ise seksen bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Aradan geçen 130 sene sonunda, bugün İngilizce'nin sahip olduğu kelime sayısı yarım milyonun üstünde, Türkçe'ninki de yetmiş bin civarındadır. Sizin anlaya­ cağınız, İngilizce, kelime hazinesini beş-altı katına çıkartmış, Türkçe ise on beş-yirmi bin kelime kaybına uğramıştır.


52

TÜRK DÜŞÜNCESİ

İşte bundan dolayı diyoruz ki; gelişmemiş, kısır bir dille büyük medeniyetler kurulamaz. Kurmak şöyle dursun, kurul­ muş olanları da anlamak mümkün olamaz. Yeryüzünde hiçbir dilin ve soyun kahksız ve saf olduğu iddia edilemez: "Böyle katışıksız kavimler ve diller olsaydı, zaten

dışa kapalı yaşamaları yüzünden, son derece ilkel kalmaları gerekirdi. En ilkel ve en saf ırklar sayılan Boşimanlar ve Hotantolar bile ırk ve dil bakımından saf değillerdir. Bu gerçek, ırkta ve dilde saflık aramanın büyük bir ilkellik olduğunu, o milleti ve o dili ilkelliğe götürmek anla­ mına geldiğini gösterir." (Y.Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, 28). Dünyanın en gelişmiş dilleri olan İngilizce ve Fransızca­ nın bile yüzde doksanı yabancı dillerden alınmış kelimelerden meydana gelmiştir. Önemli olan, dilin saflığı değil yabancı dil­ den aldığı kelimeyi, kendi ses düzeni ve cümle yapısı içinde sindirip, özümsemesi ve kendine mal edebilmesidir: Bizanslılar, Edime'ye Adriyanos, İstanbul'a da Konstanti­ nopolis diyorlardı. Biz bu şehirleri aldık, adlarını da dilimize uygun söylemeye başladık. Bugünkü Bah dillerinde, özellikle Balkan dillerinde Türk­ çe' den alınmış binlerce kelime vardır. Gayet tabiidir ki biz de o dillerden çok sayıda kelime almışız. Kravat, Hırvatların boyun bağı, pijama da Japonların geceliğidir. Yağmura karşı kullandı­ ğımız şemsiyeyi, Araplar güneşten korunmak için icat etmişlerdi. Kaptan, liman, lira, salatayı İtalyanca'dan; efendi, yenge ve roko'yu Rumca'dan aldık. Ancak kapitano'yu kaptan, eftendos'u efendi yaphk, yenage'ye de yenge deyiverdi�. Şurası bir gerçektir ki fetihler yapan bir millet, fethettiği ül­ keniıı yalnızca şehir ve kasabalarını almakla kalmaz, o ülkenin dilin­ den ve kültüründen işe yarar bulduğu ne varsa onları da alır. Biz Türkler, İslam dinine girmeye başladığımız sekizinci asrın sonlarından itibaren Arapça'dan, Farsça'dan daha sonra Rumca' dan, İtalyanca' dan çok sayıda kelime aldık. Tabii ki baş­ ka diller de bizden aldılar.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

53

Atalarımız, ihtiyaç duydukları kelimeleri alıp, dillerine kazandırmayı, ganimet ve zenginlik saymışlar. Başka dillerden kelime almakta bir sakınca görmemişler. Zaten sakınca, almakta değil, alırken doğru seçim yapamamaktadır. Tren, otomobil, telefon, radyo, televizyon ve benzeri isimler, ister istemez dili­ nize girecektir. Bunlara karşı çıkmanın bir anlamı yoktur; ancak yediden yetmişe, halkın bildiği ve asırlardır konuşa geldiği ke­ limeleri abp, yerine yabancı, yoz ve uydurukça kelimeleri zorla yerleştirmeye çalışmak, anadile saygısızlık; hatta ihanettir. Böy­ le zoraki çabalarla dil zenginleşmez, aksine zayıflar, fakirleşir, küçülür, kısırlaşır, sığlaşır ve en sonunda ilkel bir aşiret dili ha­ line gelir. Mesela yerine örneğin, seyran yerine piknik, ahlfik yeri­ ne etik, kitap yerine betik, cümle yerine tümce, kelime yerine tilcik, harika yerine süper, hayat yerine yaşam kelimesinde inat ve ısrar etmek, yaşayan dili diri diri mezara gömmektir. Ahlak, halkın anlamadığı bir söz mü ki TV ekranlarında, halkla alay edercesine etik etik diyerek, bilgiçlik taslayanları görüyoruz. Dilden ablmak istenen· o kelimelerden yapılmış yüzlerce deyim, atasözü, şarkı ve türkümüz; hatta köy ve mahalle isimlerimiz var: Seyran Bağları, Seyrantepe, hayat arkadaşı, hayat şartları, kara kitap, kitabına uydurmak, cümle filem gibi deyimleri de atacak mı­ yız? "Getir, el basayım kelamullahı, minarede ezan var, etrafında ge­ zen var, alem de bilir benim de sana yandığım" diyen o türküleri söylemeyecek miyiz? Dilin milli olması kadar zengin olması da gerekiyor. Vaktiyle bazı arı dil hastaları, sırf Atatürk'e yaranmak için, "Velhasıl kelimesi Arapça'dır, atalım" diye teklifte bulunuyor­ lar. Atatürk, "Hayır, atamayız; çünkü Yahya Kemal onu şiirde kul­ landı" diyor. Söz konusu şiir, işte şudur: "Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde. "

Oğuz Han, halkına ve beylere büyük toy verdi. Toydan sonra beylere ve halka yarlık verdi ve dedi ki:


54

TÜRK DÜŞÜNCESİ Men sin/erge boldum kağan, Alalıng ya takı, kalkan, Tamga bizge bolsun buyan. Kök böri bolsun-gıl ııran.

Sessiz heceli koşma tarzında söylenmiş olan bu şiirin günümüz Türkçe'siyle söylenişi şudur: Ben sizlere oldum kağan, Alalını yay dahi kalkan, Talih bize olsıın nişan, Bozkurt sesi olsun ııran.

İki bin iki yüz sene önce söylenmiş uzunca bir şiirin bu ilk dörtlüğünde, günümüzde kullanılmayan yalnızca iki kelime var: "Talih ve şans" anlamına gelen buyan ile "savaş narası" demek olan uran.

Yuğ törenleri; yok olan, yani ölen için düzenlenen yas ve ağıt törenleridir. Bu törenlerin, kültürümüzde çok önemli ve özel bir yeri var. "Alp Er Tıınga öldü mü? Issız acun kaldı mı ? "

Dizeleriyle başlayan bu destan, büyük Türk kahramanı Alp Er Tunga'nın ölümü üzerine söylenmiş bir ağıt, yani uzun­ ca bir mersiyedir. Yavuz Sultan Selim Han'ın kısa süren saltana­ hnda büyük işler başardığını dile getiren ve onu bir ikindi gü­ neşine benzeten mersiye de aslında bir ağıthr: Az zaman içre çoğ iş etmiş idi. Sayesi olmuş idi alemgir. Şems-i asr idi, asr idi, asırda şemsin, Zılli memdüd olur, zamanı kasır.

Türklerin Yuğ geleneği, divan şiirinde mersiye tarzına dönüşmüş, ancak halk arasında zamanımıza kadar sürüp gel­ miştir. Özellikle beğlerin ve genç yaşta ölen yiğitlerin ardından toplu halde ağlanır. Tören, ölen kişinin, sosyal konumuna göre, bazen üç gün, bazen de kırk gün kırk gece sürer. Bu törenler, çağımız insanına, tuhaf ve anlamsız gelebilir; ancak günlerce süren o törenlerde, usta ozanların söylediği şiir


TÜRK DÜŞÜNCESİ

55

ve deyişler, Türk dilinin gelişmesine ve nesilden nesile taşınma­ sına hizmet etmiştir. Yalnızca ölüler için değil, gelin olan kızlar için de ata binmeden önce saatler süren bir ağıt töreni düzenlenir. Gelin ve kız arkadaşları tarafından yüzlerce mani söylenir. Bu törene hazırlık için genç kızlar çok sayıda mani öğrenirler. Dilimiz, atasözleri, deyimler, türküler, ninniler ve manilerle ayakta kalmıştır. İşte size onlardan birkaç örnek: Deveyi diiz öldüriir, Siirmeyi göz öldüriir. Yiğidi kılıç kesmez, Bir acı söz öldürür. Bahçelere giil gerek, Güllere bülbiil gerek, Sencileyin güzele, Bencileyin kııl gerek.

Atışmalı maniler de vardır. Onlar da şöyledir: Karşıya kaban derler, Ökçeye taban derler, Kız hatırın kalmasın, Nişanlın çoban derler.

Kızın buna verdiği cevap da şudur: Karşı kabansız olmaz, Ökçe tabansız olmaz, Niye halının kalsın, Sürü çobansız olmaz.

Dede Korkut'taki Salur Kazan destanı şöyle bir dua ile son bulur: Ersin elin çaresize, diişküne. Kadir Tanrı döndiirmesin şaşkına. Adı güzel Mııhammed'in aşkına Kem gözlerden Türk ilini korusun. Hem ilini, hem dilini korusun.

Asırlarca, medresede ilim dili Arapça olduğu halde, Türk halkı, dilini sevmiş, O'na hep sahip çıkmıştır. Bu halk, milleti;


TÜRK DÜŞÜNCESİ

56

"Dili dilimden, dini dinimden" diye tarif eder. Milletin bundan daha kısa, daha güzel bir tanımı var mıdır? Dede Korkut'tan Yunus Emre'ye, Süleyman Çelebi'den Mehmet Akif'e uzanan çizgide, binlerce şair ve yazarımız, dil bahçemizi, sürekli olarak suladığı için çiçeklerimiz hiç solmadı, hep yeşerdi durdu. Hacı Bektaş'ın ve diğer din ulularının, "Elini, belini, dilini tutacaksın!" diye özetledikleri, ahlak ilkesinin, kişisel açıdan yo­ rumu şöyle yapılır: • • •

Elini, harama sürmeyeceksin! Çalıp çırpmayacaksın! Belini, haramdan sakınacak, zinadan uzak duracaksın! Dilini, kötü sözden sakınacak, kalp kırmayacaksın!

Oysa bu ilkeler, asıl topluma yönelik bir uyarıdır. O da şudur: •

İlini, yani, yurdunu, vatanını, elde tutacaksın, koru­ yacaksın! Belini, yani, belinden gelen neslini, eğitip, iyi yetişti­ receksin! Dilini tutacaksın; anadili yaşatacak ve koruyacaksın!

Osmanlı, Moldova' dan çekilince, oradaki Gagavuz Türk­ leri, zor durumda kaldılar. Sayıları azdı. Her yandan başka ka­ vimlerle kuşahlmışlardı. Hıristiyandılar; fakat Türk kalmak isti­ yorlardı. Papazlar köy köy ve kapı kapı dolaşıp, o halka, Türk­ çe' den başka dil konuşmamalarını öğütlediler. Dillerini korudu­

lar, Türk kaldılar. Dilini kaybettiği halde, milliyetini yaşatabilmiş, Yahudi­ lerden başka bir kavim yoktur. O da din sayesinde olabilmiştir.

Sevgili okuyucular, değerli gençler; Buraya kadar, sizinle anadille ilgili meseleleri konuştuk. Dilini yitiren bir milletin başına gelecekler hakkında sanırız, yeterince fikir sahibi oldunuz. Dilini kaybeden milletin, diliyle birlikte, başka neler kaybedeceğini de görmüş olduk.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

57

Şimdi de, yabancı dille yapılan eğitim ve öğretimin neye yaradığını ve nasıl bir sonuç doğuracağını görelim. Bu konuda­ ki son kararı yine siz vereceksiniz.

"İki yarım bir bütün eder" derler. Yarımlar aynı cinsten ise, bu söz doğrudur, değilse yanlışhr. Yarım elma ile yarım armut, ne bir elmadır, ne de bir tam armuttur. İnsanın da lisanın da iki tane yarımı, hiçbir zaman bir bütün etmez; çünkü aynı cinsten de­ ğildirler. Vaktiyle bir Türkçe hocası, anadilin önemini anlatırken,

"Beyrııt'un hamalları, sekiz dil konuşuyorlar, ama hiçbirini tam bil­ miyorlar! Hamal olmak mı istiyorsunuz?" demişti. Bir insan, iki değil, on tane yarım dil bilse, yine de yarım dillidir. -Peki, insan, yarım yamalak bildiği bir dille ilim yapabilir mi? - Hayır - Düşünüp fikir üretebilir mi? - Hayır! - Bilgi ve birikim isteyen bir işi yönetebilir, lider olabilir mi? - Yine hayır! Bütün bunlara, bizimle birlikte "hayır!" diyorsanız, ya­ bana dille öğretimin, uydu bir nesil yetiştirmeye yönelik oldu­ ğunu siz de kabul ediyorsunuz demektir. Hemen belirtelim ki yabancı dil öğrenmek başka bir şey, ya­

bancı dilde eğitim ve öğretim görmek çok daha başka bir şeydir. "İkisi arasında ne fark var?" diyecek olursanız, deriz ki: Ana dilini iyi bilen biri, ikinci bir dili daha kolay, daha çabuk öğrenir; çünkü anadilindeki anlam ve kavramları bildiği için, yabana dildeki karşılıklarını daha çabuk ve kolay kavrar, zihnine yerleştirir; fakat henüz ana dilini öğrenmemiş olan dört­ beş yaşındaki bir çocuğa, yabancı 'dilde eğitim ve öğretim ver­ meye kalkarsanız, zihnini yorar, kafasını allak bullak edersiniz.


58

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Anadilini iyi bilen birinin yabancı dil öğrenmesi, düz yolda gitmeye; yabancı dilde öğretim ise bataklıkta yürümeye benzer. Hiç şüphesiz, kitap, defter, kalem, silgi gibi, gözle görülen, elle tutulan şeyleri, kolay öğretirsiniz; ancak soyut kavramlara gelince, bataklığa düşmüş gibi olursunuz. Hiç bataklık üzerine ev yapılır mı? Sağ­ lam bir temel üzerine kurulmayan bina, ayakta kalabilir mi? İşte bundan dolayı, biz yabancı dil öğrenmeye değil, yabancı dilde eğitim ve öğretime karşı çıkıyoruz. Sonuna kadar da karşı çıkaca­ ğız; çünkü bu, dış görünüşüyle öğretim gibi görünse de gerçekte bir kıyımdır. Bilimsel araştırmalar, insan zihninin, yalnızca anadille düşünmeye elverişli olduğunu ortaya koymuştur.

Ana dilimiz, rüya gördüğümüz dildir. Düşünce dilimiz, inanç dilimiz, bilim sanat ve şiir dilimiz, hepsi bu dildir. Sömürge ülkeleri dışında, kendi milli dilini bırakıp, ya­ bancı dilde eğitim ve öğretime, Türkiye' den başka böylesine kapı açmış bir ülke bulamazsınız. Fransa hudutları içinde, İngi­ lizce ya da Almanca, Almanya'da Fransızca öğretim yapan tek okul yoktur. İngiltere de öyledir, daha başka ülkeler de... Alman milli kalecilerinden Schumacher, Fransa'nın Bor­ do (Bordeaux) Kulübü ile anlaşmış iken, vazgeçmiş, Fenerbah­ çe'ye gelmişti (1988-91). Niçin böyle yaptığı sorulunca, "Ortao­

kulda okuyan oğlum var, Fransa'da Almanca öğretim yapan bir okul yok, oysa İstanbul'da çok. O yüzden İstanbul'u tercih ettim" demişti. Oysa Bordo, daha fazla para verecekti. Çağdaşlık adına dille oynayanlar, sonuçta, milli dili ve kültürü, yabancı dillerin emrine verdiler. Milli eğitimi, yabancı okullara teslim ettiler. Türk çocuklarını, bırakınız Fuzuli ve Ne­ dim'i, Atatürk'ü bile anlayamaz duruma düşürdüler. Oysa İn­ giltere' de Shakespeare (Şekspir)'i, Almanya'da Goethe'yi oku­ yup anlamayan bir öğrenciye, asla lise diploması vermezler. Türkiye'de yabancı dilde eğitim ve öğretim, böyle sürüp giderse, yakın bir gelecekte, Türkçe, devlet okullarında da gös­ termelik bir ders olarak okutulacak ya da büsbütün okul dışı


TÜRK DÜŞÜNCESİ

59

kalacaktır. İşte o zaman, Türkçe yalnızca pazarlarda ve panayır­ larda konuşulacak. Sonuçta, Allah korusun, bu da öteki Türk dillerinin sonuna benzeyecektir; çünkü Kaşgarlı Mahmut'un, İbni Sina ve Uluğ Bey'in torunları, o şanlı mekanlarda, "dilimiz ilim dili değilmiş" diyerek, artık Rusça ile bilim yapıyorlar; o dille okuyup yazıyorlar. Son yüz senelik Rus esareti, oralarda aydın kesimi, anadilden koparmış, Rusça'ya mahkum etmiş bulunu­ yor. Biz, onların düştüğü yanılgıya ve sona doğru, hızla ve gönüllü olarak, koşuyoruz. Yabancı dille ilgili cinnetin varacağı son durak işte bu felakettir. Vaktiyle İstanbul'a gelen Azerbaycanlı bir Türk, Karaköy ve Sirkeci'deki iş yeri isimlerine bakmış bakmış da "Burası İngilizistan oluptur!" demiş. Özetleyecek olursak: � � � � �

Yabancı dilde öğretim, nesli, milli kültürden ko­ parır ve kendi halkına yabancılaştırır. Tanzimat sonrasında yaşanan türden halk-aydın ikiliği yaratır. Kendi dilinde okuma alışkanlığını azaltır ve za­ manla ortadan kaldırır. Yetenekli gençlerin yurt dışına gitmelerini ve be­ yin göçünü hızlandırır. Eğitim ve öğretimin kalitesini düşürür. Okudu­ ğunu anlamayan, anladığını ifade edemeyen, ko­ nuşma özürlü nesiller türetir.

Bunlar, sömürgeci yapıdaki bir eğitim ve öğretimin doğal sonuçlarıdır. Bu da bir millet için, toplu intihardan başka bir şey değildir. Büyük Alman şairi Goethe, "Bir milletin diliyle oynamak, o millete yapılabilecek kötülüklerin en büyüğüdür" demişti. İstiklal Marşımızın şairi, bakınız nasıl feryat ediyor:

"Ey millet uyan, cehline kurban gidiyorsun. "


DİN DÜNYAMIZ Tarihte ne kadar uzaklara gidilirse gidilsin, insanların, dini toplumlar halinde yaşadığı görülür: O toplumlarda, insan­ ların ortaklaşa dünya görüşü, dine dayanıyordu. Toplum haya­ h, bütünüyle din kurallarıyla yönetiliyordu. Din, toplum haya­

tındaki ilk kurumdur. Hıristiyan Avrupa'da, Rönesans'la başlayan devrimler sonrasında, birçok insan dine olan ilgisini yitirmeye başladı. Bilim, endüstri ve hür düşünce alanında gerçekleşen üç büyük devrim, özellikle aydın kesimin, din dışı (laik-secular) dünya görüşünü benimsemesine yol açh. Bunlardan bazıları, dine karşı ilgisiz kalmakla yetinmediler, her türlü dini inanca açıkça savaş açhlar. Birçoğu da dine inandığı halde, dinin hiçbir emrini yeri­ ne getirme ihtiyacı duymadan, şöyle böyle yaşamaya devam ettiler. Gerçi en eski toplumlarda da dine karşı ilgisizler, hatta inkarcılar (ateistler) ve dinsizler vardı; ancak bunlar, o toplum­ larda hiçbir zaman söz sahibi olamamışlardı. Söz konusu üç büyük devrimden sonra, özellikle Bah' da, toplum hayatı, tamamen ters yüz oldu. Dinin toplum üzerinde­ ki yaphrım gücü, ortadan kalktı. Dünyayı yöneten gücün, ilahi bir düzen ve planla gerçekleştiği fikri, toplumsal bir kabul ol­ maktan çıktı. Dünyayı yöneten gücün, kendine özgü dinamikle­ riyle, bizzat toplumun kendisi olduğu yolundaki söylemler güç kazandı. Bilim ve hür düşünce adına, dinlere yöneltilen saldırı­ lar, büyük ölçüde taraftar buldu. Bu süreç, sona ermiş değildir, hala etkisini sürdürmektedir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

61

Şurası bir gerçektir ki bazı haller dışında, artık insan ha­ yatında, Allah'ın varlığı ve gücü, daha az hissedilir olmuştur. Nietzche (1844-1900), "Biz Tanrı 'yı öldürdük" demişti. Bu söz, eğer etkisiz hale getirdik anlamındaysa yanlış değildir; çünkü bi­ limsellik adına din, önce laboratuardan kovuldu. Sonra hukuk, eğitim ve yönetim alanından, daha sonra da adet ve gelenekler­ den dışlandı. Toplum hayatından tamamen dışlanması yönün­ deki çabalar bütün hızıyla sürüyor. Günümüzde, dinin esas ye­ rinin yalnızca mabetler ve vicdanlar olduğu söyleniyor, dindarlar da bunu kabule zorlanıyor. Sırtını materyalist (maddeci) dünya görüşüne dayamış olan zihniyetin, üç ana hedefi vardır: •

Ruhsuz madde,

Allahsız ktiinat,

Dinsiz toplum.

İlk ikisi, büyük kalabalıkların ilgi alanı dışında sayılır; fa­ kat dinden ve dini geleneklerden arındırılmış bir toplum ya­ ratmaya yönelik çabalar, o toplumdaki hemen herkesi yakından ilgilendirir. Yalnızca Hıristiyan Batı'da değil, neredeyse bütün dünyada, dini günler ve bayramlar, olabildiğince sönük, cansız ve heyecansız geçerken yeni yıla giriş, anneler, babalar, sevgililer gü­ nü, hatta "Hayvan Hakları Günü" gibi özel günler, parlak tören­ lerle kutlanıyor. Sözlü. ve yazılı medya, bunları, evrensellik ve çağdaşlık adı altında, toplumlara benimsetmeye çalışıyor. Siz buna, küreselci zihniyetin dine karşı gövde gösterisi, hatta zafe­ ri diyebilirsiniz. Bu uygulamanın en katı şekli Sovyetler Birliği'nde ya­ şandı. Neredeyse bir asra yaklaşan (1917-1990) bu süreçte, in­ sanları dinden koparmak için akıl almaz baskılar, yasaklar ve çeşitli yöntemler denendi; ancak Sovyet rejiminin çökmesiyle birlikte, beklenmedik bir şekilde, yeniden dine dönüş hareketi başladı. Üstelik bu yeni hareketin en heyecanlı öncüleri, hiç din eğitimi almamış olan gençlerdi.


62

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Böylece bir kere daha görülmüş oldu ki baskı ve şiddet yoluyla din duygusu yok edilemiyor. Dine duyulan ihtiyaç or­ tadan kaldırılamıyor. Dinin yerini bir başka faaliyet ile; spor, oyun, eğlence, bilimsel veya zihinsel herhangi bir meşguliyet ile doldurmak mümkün olmuyor. Dinin, bütün bu saydığımız şey­ lerden apayrı bir hakikat olduğu, gün gibi ortaya çıkıyor. Bir dinin yerini, yine ancak başka bir din alabiliyor. İtiraf etmek gerekir ki; hiçbir fikir, felsefe, bilim ve ideoloji, ne kadar kıymetli,

doğru, güzel ve faydalı olursa olsun, dinin yerini tutamıyor ve onun insan ruhu üzerindeki etkisine benzer bir etki yapamıyor. Dinin in­ sanlık üzerinde çok ciddi ve derin bir etkiye sahip olduğu ger­ çektir. Dindar insan, dinsizin bilmediğini bilen, onun düşüne­ mediği şeyleri düşünebilen insan değildir. Dinsize nispetle daha çok ruh gücüne, azim ve iradeye sahip olan kimsedir. Bu güç imandan gelen moral gücüdür. İnsanlar, ne pahasına olursa olsun bir dine inanmak ve bağlanmak ihtiyacı duyuyorlarsa, din yok edilemiyor ve ona duyulan ihtiyaç başka hiçbir şeyle karşılanamıyor demektir. Din karşıtları işte o zaman hedefe ulaşmak için dolaylı yollar dene­ meye başlıyorlar, dinden arındırılmış bir toplum yaratmak ye­ rine, maneviyattan arındırılmış bir din uydurmaya çalışıyorlar. Bu uğurdaki çabalar da şu noktalarda yoğunlaşıyor: �

Doğrudan dine saldırmak yerine, dinin ezan, kurban, hac, sünnet gibi ibadet ve adetlerini he­ def seçmek. Böylece dolaylı yollardan dinin itiba­ rını sarsmak ve onu, bizzat kendi mensuplarının gözünden düşürmeye çalışmak.

Dinin, eğitim ve öğretim alanını daraltmak. Din bilgisi yüksek düzeyde olan nesillerin ve insanla­ rın yetişmesini engellemek.


TÜRK DÜŞÜNCESİ };>

63

Din eğitim ve öğretimini, irticaya destekmiş, re­ jime yönelik tehditmiş gibi göstermek. Böylece toplumu, kendi diniyle korkutmak.

İşte bunlar, dine karşı sinsice uygulanan yeni taktiklerdir. Oysa her aklı başında insan bilir ki irtica denilen şey, di­ nin bilinmesinden değil, bilinmeyişinden veya yanlış bilinme­ sinden kaynaklanır. Din eğitimindeki eksiklik ve yetersizlik, toplumu irticadan korumaz, tam aksine irticanın kucağına atar. İrticayı önlemenin tek yolu, halka dinini doğru öğretmektir. Laiklik irticanın alternatifi değildir. İrticanın alternatifi doğru anlaşılan gerçek dindir. Laikliğe gelince, kişinin inancına baskının, din adına yapılan zulmün, despotluk ve tiranlığın alternatifidir. Şu bir gerçektir ki Batı' da laiklik bir zorunluluktan, bir ihtiyaçtan doğmuştur. Hıristiyanlığın aslından yani tevhid' den uzaklaş­ ması, kilisenin din yerine geçmesi ve zulme başlaması, laiklik ilkesini gündeme getirmiştir. Aynı şartları taşıyan her ülkede Batı laikliğinin taklidi veya aynı biçimde bir laiklik uygulaması, hele onun dinin aleyhinde kullanılması, toplumda huzur yerine huzursuzluğa yol açar. Ancak her toplum din özgürlüğünü ta­ nımak ve bunun gereklerini yerine getirmek mecburiyetindedir. Yani toplum milli benliğe ve şartlara uygun bir laiklik anlayışı­ na ve uygulamasına açık olmalıdır. Türkiye'de din eğitim ve öğretimi, anayasa teminatı al­ tındadır ve bu görev devlete verilmiştir. Yani devlet, resmi ku­ rumları aracılığı ile din eğitim ve öğretimi vermekle yükümlü kılınmıştır. Bununla beraber okullarda verilen din eğitim ve öğretiminin yeterli olmadığı bir gerçektir. Daha fazla din öğ­ renmek isteyen gençlerin, çoğu zaman, cahil şeyhlerin ve istis­ marcıların eline düştüğü de bir başka gerçektir. Bundan da he­ pimiz rahatsız olmaktayız. Aslında hiçbir dindar, kendisinin ve dininin şu veya bu şekilde istismar edilmesine razı olamaz, bu­ na bilerek göz yummaz. Din istismarı, yani, din üzerinden çıkar sağlama çabası, çok iğrenç bir şeydir.


64

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Ancak bu konuda, bütün suçu istismarcılara ya da bilme­ den onların eline düşen zavallılara yüklemek doğru değildir. Öyle ise ülkede, böylesine bir istismar ortamının doğmasına sebep olanlar suçludur. Kabul etmek gerekir ki; "Değerli olan bir şeyin sahtesi de olur!" Yani, altının sahtesi olur, tenekenin sahtesi olmaz. Haki­ kisinin bulunmadığı yerde, işte o sahteler ortaya çıkar. Türk halkı için din, büyük bir değerdir ve değerlerin en büyüğüdür. Eğer ülkede, tarihin hiçbir döneminde görülmedik şekilde

sahte şeyhler türemişse, din eğitimi alanında büyük boşluk var demek­ tir. Bu boşluk doldurulmazsa, bundan yararlanmak isteyen açıkgözler azalmayacak, tam aksine, daha da çoğalacaktır. Biz burada, halkımızın, dine olan ilgisini tartışmıyoruz. O ilgiye layık olacak şekilde din bilgisi verilmediğini, bunun da toplumda huzursuzluğa yol açtığını söylüyoruz. Milletin dine olan ilgisi, eğer doğru bilgilerle beslenmez, doğru yönlendiril­ mezse, bu potansiyel ihtiyaç, hiç arzu edilmedik şekilde, başka dinler ve yabancı ideolojiler tarafından karşılanır. Milli birlik ve bütünlük asıl o zaman paramparça olur. Bunun için, fırsat kol­ layan odaklar da yok değil.

Dinimiz, milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü yaratan, koru­ yan, yaşatan ve yaşatacak olan en büyük gücümüzdür. Onu koru­ maya ve canlı tutmaya mecburuz. Bizi bu mecburiyete zorlayan çok ciddi gelişmeler ve se­ bepler var. Şöyle ki: "Biiyük balık, küçük balığı yutar" derler. Denizler için söylenmiş olan bu söz, artık gökler için de geçerlidir; çünkü iletişim teknolojisi kıtalar arasından da öte, yıldızlar arası bir boyut kazanmıştır. Bunun, bütün diller, dinler ve kültürler için büyük bir tehdit oluşturduğu kabul ediliyor. Bu yeni teknoloji sayesinde, büyük milletlerin, küçükleri yok edeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Bu yüzden, yirmi birinci yüzyılın, yeniden dine dönüş çağı olacağı, kaçınılmaz gibi gö-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

65

züküyor. İşte bu kargaşada, yeryüzünden silinip gitmemek için, her milletin, kendi dinine ve kültürüne sıkı sıkıya sarılması ge­ rekiyor. Bunu yapamayanların yok olup gideceği de bir gerçek­ tir. Mademki bu çağ, dine dönüş çağı olacak, o zaman hiçbir din, kendi haline bırakılmayacak demektir. Dini bozmak, rayın­ dan çıkarmak isteyenler boş durmayacaklardır. "Ilımlı İslılnı, Çağdaş Müsliinıanlık" adı al tında, içi boş, ruhsuz bir din, yani, "maneviyatsız bir din" uydurmaya çalışacaklardır. Açıkça görülüyor ki öııiinıiizdeki yıllarda eıı büyük soğuk sa­ vaş, diıı ve kültür alaııında yaşanacak. Bütün bunlar, elbette dinimiz ve kültürümüz için birer tehlikedir, tehdittir; fakat şunu iyi bilelim ki dilimize ve dinimize yönelik eıı büyük tehdit, kendi celıaletimizdir. Hiçbir düşman, bun­ dan daha büyük, daha korkunç değildir. Bakınız cehalet için M. Akif, ne diyor: "Ey lıasm-ı hakiki, seni malıvetmeli evvel! Sensin, bize, düşmanları iistiin çıkaran el. "

Her alanda olduğu gibi, din alanında da en büyük düş­ manımız işte bu cehalettir. Bunu yenmeden hiçbir konuda başa­ rı sağlayamayız; çünkü bilen birini, hiç kimse, hiçbir fikir etki al tına alamaz. Dikkat ederseniz, dönüp dolaşıp, aynı yere geliyoruz. Eğitim ve öğretimden başka çıkar yol olmadığı görüşünde birle­ şiyoruz; çünkü dine ve değerlere yönelik her türlü saldınya kar­ şı koymak için en güçlü silahımız bilgidir. Çağımızda en gelişmiş toplumlar bile, inanç, ahlak ve kültür alanında çok ciddi problemler yaşıyorlar. Eğitim prob­ lemi hiçbir zaman sona ermeyecek, nesiller boyu sürüp gidecek­ tir; çünkü anasından doğan her çocuk, bir şey bilmeden dünya­ ya gözlerini açıyor. Her şey ona verilecek güzel bir eğitime bağlı bulunuyor.


66

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Buraya kadar, din eğitiminin ve öğretiminin önemi üze­ rinde durduk. Şimdi de dinle ilgili ayrıntılara bakalım. Mesela; genelde din, özelde kendi dinimiz hakkında neler biliyoruz? Din veya İslam denilince ne anlıyoruz? Din, "Kutsala olan imandır'' şeklinde tarif ediliyor. Elbette dinin özü, kutsala inanmaktır, dinin en belirgin özelliği, kutsal bir alana sahip olmasıdır; ancak "Bu kutsal ala­ nın sınırları nedir? İçeriği nelerdir?" Bunların da bilinmesi ge­ rekir. Her din, bu alanı kendisi belirler. Kitapsız dinlerdeki kut­ sal alan, kitaplı dinlerdeki kadar belirgin ve anlaşılır değildir. "Din kutsala inanmaktır'' sözü, dini bir yönüyle tanımlamış olu­ yor. Ancak dinin ne olduğunu tam anlamıyla tanıtmıyor; çünkü o, tek boyutlu bir inanç değildir. Başka öğeleri ve özellikleri de olan bir sosyal kurum ve çok yönlü bir sistemdir. Daha doğrusu birçok sistemin iç içe girmesiyle meydana gelmiş bir sistemler bütünüdür. İnsanı, ruhsal ve sosyal yönden kucaklayan bir sis­ temdir. - İnanç-akait sistemi: İman ilkeleri. - İbadet sistemi: Dinin istediği kulluk görevleri. - Ahlak ve muamelat sistemi: Dindarın, başta ana-babası olmak üzere başkalarına karşı davranışlarını ve görev­ lerini belirleyen kurallar toplamı. - Dinle ilgili gelenekler ve adetler, toplumun kültür ve sanat birikimi. İşte bunlardan dolayı, ilk insanla beraber var olan ve in­ sanlık tarihi boyunca çeşitli şekillerde varlığını sürdüren dinin, bütün özelliklerini içeren bir tanımını yapmak oldukça zordur. Bununla beraber şöyle tanımlanabilir:

Din, kişinin, Tanrı 'yla, insanlarla ve diğer varlıklarla ilişkile­ rini düzenleyen ve kişinin hayatına yön veren kurallar bütünüdür ve iliihi kaynaklıdır. Tanrı 'nın eseri ve kutsal emanetidir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

67

Din, kendisine inananları, bir yandan en içten bir imanla Yüce Tanrı' ya bağlarken, bir yandan da din kardeşliği sevgisiyle birbirlerine bağlar. Bununla da yetinmez, inanmayanları da Ya­ ratan'ın hatırı için sevmeyi ve anlayışla karşılamayı tavsiye eder. İşte bundan dolayı Yunus der ki:

"Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü." Şunu hemen belirtelim; çünkü çok önemlidir. Dinin orta­ ya koymuş olduğu ilkelerin doğruluk ve yanlışlığını, o dine inananların hareket ve uygulamalarına bakarak değerlendirmek son derece yanlış olur; çünkü o ilkeler çoğu zaman, bizzat o di­ ne inananlar tarafından eksik ya da yanlış uygulanmışhr: Bazen emirlere uyulmuş, bazen de tam tersine hareket edilmiş, kural­ lar çiğnenmiştir. Bununla beraber, inandığı dinin emirlerine, kılı kırk yararcasına uyan iyiler de yok değildir. Onları da göz ardı etmemek gerekir.

Değerli okuyucular, Dinin bilinmesi gereken birçok yönü vardır. Bilgiye daya­ lı olmasıyla, adeta bir bilim dalıdır; ancak dinle ilgili bilgiler, coğrafya ya da matematik bilgileri gibi değildir. Mesela; üçge­ nin iç açılarının toplamının yüz seksen derece olması, din açı­ sından ne iyidir, ne kötüdür. Oysa dinle ilgili bilgiler, dinin is­ tediği görevleri yapabilmek içindir. Namaz, oruç, zekat ve hac gibi önemli ibadetlerin farzları, vacipleri ve sünnetleriyle ilgili bilgiler oldukça büyük bir yer tutar. Bir Müslüman en azından farz ve vacipleri bilmek zorundadır. Kitapsız dinlerde ve hatta Hıristiyanlık'ta kiliseye gelen­ ler, ayinle ilgili bütün kuralları ve ayin sırasında okunacak dua­ ları bilmek zorunda değildirler. Bunları, rahibin bilmesi yeterli; çünkü o dinlerde, din adamı aktör, cemaat ise seyirci duru­ mundadır. Cemaat, ayin sonunda yapılan duaya bir "amen" demekle ibadetini yapmış olur. Onun başkaca bir görevi de ol­ madığından, ayin de yönetmeyeceğinden, bir din bilgisine de ihtiyacı yoktur. Ancak Müslümanlıkta, ruhban sınıfı diye özel bir sınıf olmadığından, her Müslüman, dinini bilmek ve ibade-


68

TÜRK DÜŞÜNCESİ

tini kendisi yapmakla yükümlüdür. Namazı, camide, imamla birlikte kılsa bile, namazın içindeki duaları ezberden okur. Yani, imam kendi namazını, cemaat da yine kendi namazını kılar. Camide cemaatle kılınan namaz, imama imtiyazlı bir durum sağlamaz. Onun görevi, ibadet sırasında hareket birliğini sağ­ lamaktır. Bu birliktelik, insanları kaynaştırmaya ve onlara kar­ deşlik bilinci kazandırmaya yarar. Dinde "tefekkür" denilen derin düşünce de vardır. Dinde­ ki tefekkür, bir yönüyle filozofların düşünce tarzına benzerse de, felsefe değildir. Her şeyden önce gaye bakımından felsefe­ den ayrılır. Dini tefekkür, yaratılmışlardan hareketle Yüce Ya­ radan'ı, daha yakından tanıma çabasıdır. Buna hikmet de deni­ lir ki Allah'a olan imanı daha da güçlendirir. Peygamberlere dinle birlikte hikmet de verilmiştir. "Kime hikmet verilmişse, ona birçok iyilik verilmiştir." (Bakara, 269). Oysa felsefecinin buna benzer bir hedefi yoktur. O sadece varlık ve hayat olayları üzerinde düşünür ve yorumlar yapar. Varlıklar arasındaki ilişkilerden akla uygun sonuçlar çıkarmaya çalışır. Ötesi, felsefenin ilgi alanına girmez. Bununla beraber, bütün felsefeciler inançsız ve dinsiz değildirler. Şu veya bu şe­ kilde Tanrı'ya inanan filozof da vardır. Bergson da bir filozoftur. Ancak: "Ben filozofların inandığı Tanrı 'ya değil, peygamberlerin iııaııdığı Allah'a inanıyorum" diyor. Bergson'un bu sözü oldukça anlamlıdır; çünkü filozofların Tan­ rı dedikleri şey, belirsiz bir yaratıcı güçtür. Bazı filozoflar, bu gücü kainattan ayrı bir varlık kabul ederler. Bazıları da kainatın içindeki gizli ruh, görünmeyen akıl diye isim verirler. Aristo buna: "Varlığı meydana getiren ilk sebep" diyor. Aristo'yu izleyen­ lere göre Tanrı, sadece ilk yaradılışta rol sahibidir. Daha sonraki aşamalarda, varlığa herhangi bir etkisi ve müdahalesi söz konu­ su değildir. Varlıklar, kendi varlıklarını, belli bir düzen içinde sürdürür giderler. Aristo, ilk yaratılışı dinamik bir oluşum, daha sonraki aşamaları statik bir olgu kabul ediyordu. Oysa gökbilimleri ala-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

69

nındaki yeni keşifler, yaratılışın son bulmadığını, ilk günkü gi­ bi, bütün dinamizmi ile aktivitesini sürdürmekte olduğunu or­ taya koymuş bulunuyor. İslam inancında, Allah, sadece yaratan değildir. Yarattık­ larını kendi haline terk ehniş ve başıboş bırakmış da değildir. Allah; yaratan, yaşatan, yöneten, her şeyi düzene koyandır. Ya­ rattıkları ile her an ilişki içindedir. Gören, gözeten, işiten, duala­ rı kabul eden, tövbe edenleri bağışlayan, eşi benzeri olmayan, her türlü ihtiyaçtan uzak, yüceler yücesi kutsal bir varlıktır. Ku­ luna, şah damarından daha yakındır. İnsanı hem dışından hem içinden kuşatmıştır. Kullarını, her iki yönden de gözetim altın­ da tutmaktadır. "Biz, onlara, varlığımıza tanıklık eden ayetlerimizi,

hem dış dünyada, hem kendi iç dünyalarında göstereceğiz. Ta ki onım hak olduğu kendilerine iyice belli olacak. Rabbinin her şeyi görüyor olması yetmez mi? İyi bil ki o inkarcılar, Rablerine kavuşacaklarından hep şüphe içindedirler. İyi bil ki, Rabbin her şeyi kuşatmıştır!" (Fussilet, 53, 54). Yunus işte bundan dolayı: "Bir ben vardır bende, benden içeru" der. Felsefe, Allah'ın varlığı hakkında, kesin olmayan belli be­ lirsiz fikirler öne sürerken, din, özellikle de İslam dini, Allah'ın, birçok özelliğini, çok açık bir dille tanıtıyor; çünkü tanıtan Al­ /ah'ın kendisidir. Yoksa insan aklı, O'nu bütün yönüyle tanımaya yetmez. O, her bakımdan sonsuzdur, sonsuz boyuttadır. Allah'ın, yaratıcı gücünü ve o gücün, kainat üzerinde söz sahibi olduğunu bilmek, iman değildir. Bu sadece bir bilgidir. İman, Allah'ın, kainat üzerindeki hükümranlığının, kendi üze­ rimizde de geçerli olduğuna inanmak ve bunu kabul etmektir. O güce, severek ve isteyerek teslim olmaktır. İşte bu gönüllü teslimiyet, gerçek imandır. İmanı bir formülle ifade edecek olursak, "İman=bilgi+sevgi+teslimiyet" şeklinde gösterebiliriz. Böylece imanın, en azından bir kuru bilgi veya soyut bir fikir olmadığını anlamış oluruz. İmanda aşk, çok önemli bir boyuttur. İman, tek


TÜRK DÜŞÜNCESİ

70

başına bile büyük bir değerdir; fakat ibadetsiz iman, meyvesiz ağaca benzer. İman, ibadet, hizmete dönüşürse, ancak o zaman sahibine feyiz ve mutluluk getirir. Dindarlık, imanda muhabbet, ibadette ve hizmette samimiyet demektir. Dinde hikmet ve tefekkür, iman ehlini, taklitten kurtarıp, yakın mertebesine erdirmek içindir. Yakın, her türlü şüpheden, uzak, saf ve samimi imandır. İman ehli, hikmet ve ibadetle Al­ lah' a yakınlaşır. Kur'an, hikmet ve tefekkür ehlini şöyle över: "Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde üstün akıllı­ lar için nice ayetler (belgeler, ibretler) vardır. Onlar ki, ayakta iken, otururken ve yan gelip yatarken Allah 'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı üzerinde derin derin düşünürler ve derler ki, ey Rabbimiz! Sen bunları, boşuna yaratmadın! Senin şanın yücedir, bizi ateş aza­ bından koru!" (Al-i İmran, 190, 191). Kalp ile tasdik, Allah'ı, derin bir aşkla sevmektir: "İnsan­

lardan bir kısmı, Allah'tan başka şeyleri Allah'a eş tutuyorlar da, on­ ları Allah 'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi çok daha kuvvetlidir. . " (Bakara, 165). .

Dindarlıkta, sevgi, elbette çok önemlidir. Aynı şekilde önemli olan bir başka şey de ihlastır. Riyasız, gösterişsiz, yap­ macıksız inanış ve samimi bağlılık olan ihlas, dinin ve dindarlı­ ğın özüdür. Dinle ilgili her konuda samimi ve saf bir niyet ara­ nır. Çünkü: "Ameller, niyetlere göre değer kazanır." (Hadis-i Şerif). Dindar olmak için "inandık ve iman ettik" demek yetmiyor.

"İnsanlar, inandık, demekle başıboş bırakılacaklarmı ve smava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?" (Ankebut 2). "O gün ne mal, ne evlat bir fayda sağlayacak. Allah'a temiz, kalple gelen kıırtulıır an­ cak!" (Şuara, 88). Allah Rabbimizdir ve bize çok yakındır: "O arş üzerinde hükümrandır. Yere ineni, yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Nerede olursanız olunuz, O, sizinledir. Ve Allah, her yaptığınızı görür." (Hadid, 4).


TÜRK DÜŞÜNCESİ

71

Din uluları, yalnızca ibadet ederken değil, her zaman, her yerde Rabbin huzurunda olduklarını bilirler. Bu bilinçle yaşar­ lar. Gaflet içinde ömür tüketmiş olanlara da: "Ben, hep seninley­ dim. Sen kiminleydin?" denilecek. Yavuz Sultan Selim Han, son demlerini yaşarken, başı ucunda oturan dostu Hasan Can'a, "Hasan Can, niceyüz?" diye sordu. O da: "Allah ile olmamn vaktidir, sultanım!" dedi. Selim Han, "Ya siz, şimdiye dek bizi kiminle bilürsiiz!" dedi ve can verdi. Cüneyd-i Bağdadi, yeni bir hayata başladığını ilan eder­ cesine, son nefesinde, "Bismilliihirrahnıiinirrahim" demiş ve öyle can vermişti. Mevlana da ölüm gününü sevgiliye kavuşma günü; dü­

ğün günü ilan etmişti. Bazı filozofların iddia ettiği gibi, din, ölüm korkusundan doğmuş değildir. Korkudan, sistem doğmaz; ancak panik do­ ğar. Din, ruhun ölümsüzlüğü inancına dayalı ilahi bir sistemdir. Yani, Allah tarafından ortaya konulan bir sistemdir. İnsanlar yarın endişesiyle yaşarlar. Kendi kendilerine: "Ne olacak bizim sonumuz?" diye sorarlar ve buna cevap ararlar. Bizi böyle düşünmeye zorlayan şey nedir? İçimizde bir his var; ölsek de yok olmayacağımıza inanan bir his. Yok olmayı asla kabul etmeyen bir duygu, bir ses. İçi­ mizdeki bu sese kulak vermeliyiz. "Bu hayat nedir? Ruhun yapısmda ölmezlik var mıdır? Bıınları bilmiyorum. Düzenin ayakta kalması için, ruhun beden­ den sonra çok yaşadığını sanıyorum. Rııhıın ebedi yaşaması için bıınun yeterli olup olmadığını kim bilebilir? Bıınıınla beraber, lıer kısmının bölünmesiyle, bedenin, nasıl yıpranıp, lıarap olduğunu anlıyorum; fakat düşünen varlık için hıma benzer bir yıkılıp yok olmayı anlayamıyorum ve ruhun nasıl olup da ölebileceğini asla hayalime sığdıramıyorum. Rııhun ölmediğini zannediyorum. Ma­ demki bıı zannım beni teselli ediyor ve hiç de akla uygunsuz gel­ miyor, o halde kendimi ona vermekten niçin korkayım? Rııhıımıı hissediyorum, onun varlığını duygu ve düşünce ile anlıyorum.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

72

Öziiniin ne olduğunu bilmediğim halde, var oldıığunıı biliyorıım. Öldiikten sonra birçok şeyi unııtmıış olacağmı, belki pek az şeyi hatırlayacağmı. Bir giin bıı hatıranın iyilere mııtlıılıık, kötiilere de azap vereceğinden lıiç şiiplıe etnıiyorıını." O. J. Rousseau, Emile, 4.

Kitap'tan).

Denilebilir ki "Din, ruhun ebediyet yolculıığıı için gerekli olan kuralların bütünüdür. B ıı yolculuğun yol haritasıdır." Bundan dolayıdır ki insan eliyle bozulmamış hak dinin bütün kuralları, evrensel ve ebedi ilkelerdir. Bir dini, din yapan özelliklere gelince... Dinleri, "Hak din, Batıl din" şeklinde tanımlamak pek doğru değildir; çünkü Allah, batıl din göndermemiştir. Bir şey batılsa, zaten din değildir. Uydurulmuş şeylerin, din olmadığı kesindir. Sadece sosyolojik bir vakıa olması dolayısıyla ona din demek alışkanlık haline gelmiştir. Kur'an da bu adeti kullanarak onların dini deyimini kullanır. Gerçekte Allah katında bunlar din değildir. Bir dinin din olabilmesi için, onun ilahi kaynaklı olması ve onda en azın­ dan şu üç özelliğin bulunması gerekir: 1. il.

Dini temsil eden bir peygamber, Kendine özgü bir kitap,

III. Kendine özgü bir ibadet ve o ibadet için özel bir yer, (yani, cami, kilise, havra vb. bir mabet). Mesela; Yahova şahitleri, kendilerini ayrı din olarak tescil ettirmek için çok uğraştılar. "Peygamberimiz İsa, kitabımız da İncil" dediler. İncil'e çağdaş ve değişik bir yorum getirdiklerini ve böylece yeni bir din kurduklarını iddia ettiler. "Özel bir iba­ detimiz ve mabedimiz yoktur; ama biz birlikte geziler düzenle­ riz, birbirimizi çok severiz. Zaten İsa'nın da kilisesi yoktu. O da sevgiyi ve merhameti emretmişti. Biz de sevgi ve kardeşliğe inanıyoruz" dediler. Bu gerekçelerle mahkemeye başvurdular. Davaya bakan Alman yargıç: "Başka bir diııiıı kitabı ve peygamberi üzerinden yeni bir din kurulamaz" diyerek, her üç bakımdan da şartları eksik ve yetersiz bulmuş ve böyle bir şeyin din olmadı­ ğına karar vermişti.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

73

Şunu bilmeliyiz, nasıl ki hiçbir siyasi parti, dernek veya kulüp devlet değilse, hiçbir mezhep, tarikat veya cemaat de din değildir, dinin yerini tuhnaz. Din, bütün bunların üstünde, özelliklere sahip, kendine özgü bir sistem, bir kurumdur. Bir dinde bulunması gereken temel unsurlar şunlardır: 1.

Akli Unsur: İnsanın, kendisinden üstün bir güç ve kudretin varlığını zihnen kabul ehnesidir. Tanrı inancı veya çok genel anlamda kutsal kav­ ramı, dinin özündeki temel unsurdur.

2.

Hissi Unsur: Zihnen varlığı kabul edilen üstün güce, kutsal varlığa karşı kalpten gelen sevgi ve bağlılık duygusu.

3.

Tap ınma Unsuru: Kalben bağlandığı varlığa kar­ şı, kulluk görevlerini yerine getirme yükümlülü­ ğü ki; ibadetler ve ritüeller demektir.

4.

Sosyal Unsur: Aynı inanca sahip olan insanların oluşturduğu grup, ümmet veya cemaat.

Sosyoloji açısından, bir dinde bulunması gereken ve bü­ tün dinler için geçerli olan ana unsurlar işte bunlardır. İslam bilginleri, ilgili Kur'an ayetlerinden hareketle dini, şöyle tarif ediyorlar: "Din, akıl sahiplerini, kendi hür seçimleriyle

hayra yönelten ve ebedi mutluluğa götüren ila'11 kurallarm bütünü­ dür." Din, milletlerin ve etnik grupların tespitinde de önemli ölçüt olarak kabul ediliyor. UNESCO'nun kabul ettiği üç temel kriter işte şunlardır: Mabet, mezarlık, nikah. Bu, şu demektir: Bir mahalle, köy veya kentte yaşayanlar, eğer aynı mabette birlikte ibadet ediyorlarsa; ölülerini aynı me­ zarlığa koyuyorlarsa, aralarında nikah ilişkisi varsa; yani birbir­ lerinden kız alıp veriyorlarsa, kökenleri ne olursa olsun, orada yaşayan halk, tek millet veya tek etnik gruptur.


74

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Görüldüğü gibi, din, yalnızca vicdan işi olmakla kalmı­ yor, toplum hayatında en belirleyici bir ölçüt oluyor. Din, insan­ ları birbirlerine yaklaşhran, toplumda birlik ve bütünlüğü sağ­ layan en etkili güçtür. Onun gücü, yalnızca tarihin parlak dö­ nemlerinde değil, bunalımlı dönemlerinde de kendisini gösterir: Toplumu dağılmaktan ve çözülmekten korur. Bir toplumda din ne kadar güçlü ise ortak hayat da o kadar kuvvetlidir. İnsanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma o ölçüde sağlıklıdır. Top­ lumda aile, ahlak, hukuk ve ekonomi düzeninin devamı, güven ortamının devamına bağlıdır. Din, toplumdaki güvenin ve mo­ ralin en büyük kaynağıdır. Moral gücünü ve güven duygusunu yitiren bir toplum, ekonomik yönden ne kadar zengin, teknoloji bakımından ne kadar ileri olursa olsun, çözülmeye ve dağılma­ ya mahkumdur. Dinsizliğin sosyal sonuçları, toplumdaki güven ortamının yok olmasıdır. Bu da önce ahlak, sonra da hukuk fikrinin kay­ bolması şeklinde kendisini gösterir. İslamiyet'in doğuşu sırasında, Mekke ve çevresinde kişi­ sel anlamda din vardı. Hazreti İbrahim' den beri sürüp gelen bazı ibadet ve adetler, Haniflerin hayatında, şöyle veya böyle devam ediyordu; ancak onlar, puta tapıcılığı önleyecek ve yerle bir edilmiş olan toplum düzenini yeniden kuracak güçte değil­ lerdi. Zaten o dinde toplum hayatıyla ilgili kurallar yoktu. Oysa aile, ahJak ve hukuk alanında, toplumun yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı. Allah, Hazreti Muhammed'i, son peygamber olarak gön­ dermekle kişisel bir din yaratmak istemiş değildir. O'nunla, sa­ pıklıklar ve sarsıntılar içinde yüzen bir toplumun nasıl kurtarı­ lacağını, anarşi içinde bocalayan ilkel ve cahil bir halktan nasıl merhametli ve adaletli kadroların yetiştirileceğini göstermek istemiştir. Hazreti Muhammed, kendisinden sonrakilere, top­ lum hayatında, hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmaması gerekti­ ğini öğreten bir gelenek, her şeyden sorumlu olduğuna inanan güçlü bir devlet bıraktı. O bilgili ve imanlı kadroların yetiştiril-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

75

mesinde örnek alınması gereken bir önderdir. Toplumun men­ faatini, kişisel çıkarların üstünde tutmak, İs!am'ın değişmez temel ilkelerinden biridir; ancak bunun gerçekleşmesi, her şey­ den önce, imanlı ve fedakar kadroların yetişmesine bağlıdır. Günümüz eğitiminin en büyük sorunu da budur. Yani, kişisel çıkarları ile toplum menfaatleri arasında bir denge kuran ve

Allalı huzurunda hesap vereceğine inanan nesiller yetiştirmek ... Nurettin Topçu'nun dediği gibi: "Yarınki Tiirkiye'nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına göniil verecek, sabırlı ve azimli, /tikin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaktır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedaktirlık olan bıı hizmet ehli gençler, hizmetlerinin miiktifatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler. Sonsuzluğa sunduk­ ları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyecekler... Ve onların eseri olan yarınki Tiirkiye, şu temeller üzerinde kurulacak: Anadolıı 'nıın toprağından kaynayan bir kan, cemiyet için harca­ nan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh. Yani, Yunııs'u, Mevltina'yı, Hacı Bayram ve Ha­ cı Bektaşlar'ı bize armağan eden rııh! "

Tarih boyunca hiçbir millet, din uğrunda, Türk milleti kadar fedakarlık göstermiş ve emek vermiş değildir. Biz dini milletten, milleti devletten, mabedi kışladan, bayrağı sancaktan hiçbir zaman ayrı görmedik. Veliler, şehitler ve devlet büyükleri arasında fark gözetmedik. Bütün kutsal değerleri bir tuttuk.

Mabetlerinde ordusuna ve devletine dua edilen tek millet biziz. Dede Korkut'tan Yunus'a, Süleyman Çelebi'den M�hmet Akif'e, Hacı Bektaş'tan Aşık Veysel'e uzanan çizgide, şairleri­ miz, hep bu ruhun, bu kutsal değerlerin destanını yazdılar. De­ de Korkut diyordu ki: İki el, bir ağız açıp, Över olsam Tanrı güzel. Gönlüm, özüm, iki gözüm, Sever olsam Tanrı güzel. Cebraille gökten inen Tanrı ilmi Kur'an giizel.


76

TÜRK DÜŞÜNCESİ Hem okuyup, hem anlayan, Edep üzre duran güzel.

Asırlar sonra bir başka ozanımız Aşık Veysel bakınız ne diyor: Aslım Türk'tür, Hamdülillah Müslüman, Şükür amentüye etmişiz iman. Kalbime yaraşmaz şirk ile güman, Kalbimiz nıır ile dolu sayılır. Allah birdir, peygamber hak. Rabbi/ ti/emindir mutlak. Söyleyim, geldi sırası; Senlik, benlik nedir, bırak!

Son söz, son Peygamber'in: "Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bu günleriniz nasıl kutsal bir gün ise, bıı aylarınız nasıl kutsal bir ay ise, bu şehrimiz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız öyle kutsaldır. Her türlü saldırıdan güvendedir. Ey ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız. Bugiinkii her halinizden, her hareketinizden kesinlikle sorgulanacak, hesaba çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynu­ nu vurmayınız. Ne zulmediniz ne de zulme boyun eğiniz. (Veda Hııtbesi'nden)


TÜRK SANATI Sanat, insan eliyle meydana getirilen güzelliklerin bütü­ nüdür. İnsan ruhundaki güzellik (estetik) duygusunun ses, renk veya şekil olarak, kendisini göstermesi, somut bir eser olarak ortaya konmasıdır. Sanat, sahibinde olduğu gibi, başkalarında da estetik heyecan uyandırır. İdealistler, sanatı, ideal güzelliğe ulaşma çabası olarak görürler. Bunlar, natüralistlerle realistlerin aksine, tabiattaki renk ve şekilleri, aynen kopya veya taklit ehneyi sanat saymaz­ lar. Tabiattaki güzelliklerin, gerçek sanat için sadece birer esin kaynağı olabileceğini düşünürler. Sanatı, gerçek ile idealin birleşimi, bu ikisinin belli bir ahenk içinde bütünleşmesi olarak görenler, "Sanat doğanın için­ dedir, sanatçı onu oradan çıkarabilendir" derler. İdealistler de "Sa­ nat, ne Hint 'tedir, ne Çiıı'dedir, insanın içindedir" görüşünde ısrar ederler. Çağdaş anlayışta sanat, metafizik bir çaba olmaktan ziya­ de, insan hayatına ait bir olgu kabul edilip, öyle ele alınıyor. Bilim ve felsefe gibi, sanat da tamamen kişisel çabaya bağlı bir faaliyet şeklidir; ancak sanatkarın, kendi hür iradesiyle ortaya koymuş olduğu eseri, toplumun kültüründen büsbütün ayırmak ve soyu tlamak mümkün değildir. Sanat, sanatkarın, duygu ve hayal gücüyle ilişkili olduğu kadar, onun bilgi, dü­ şünce ve inancıyla da ilişkilidir; ayrıca toplumun dini inançları ve ahlak anlayışı ile de yakından ilgilidir. Bütün bunlardan do­ layı, ortaya çıkan sanat eseri, sanatçının olduğu kadar, toplu­ mun da malı sayılır. Süleymaniye Camii ve Selimiye Camii el­ bette Mimar Sinan'ın eseridir. Zamanın padişahları tarafından büyük paralar harcanarak meydana getirilmişler.


78

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Yapanı ve yaptıranı kim olursa olsun, ortaya çıkan eser, sonuçta milletin malıdır; çünkü sanat eseri, bireylerden, hatta milletlerden daha uzun ömürlü olabilirler. Bu yüzden, Hint, Mısır, Yunan, Çin, Türk, İtalyan vb. sanatı denilir. Bir milletin nasıl bir millet olduğu sanatından anlaşılabi­ lir. Renklerin, seslerin, şekillerin ve mimari yapıların üslup ve ahengi, o milletin duygu hayatını ve zevk düzeyini yansıtır. Arap sanatı, çöldeki hayat gibi, az renkli ve sadedir. Hint ve İran sanatı, çok renkli ve süslüdür. Rönesans' tan sonra Avru­ pa' da ortaya çıkan Barok ve onun devamı olan Rokoko, çok süs­ lü, abartılı ve fantezi bir sanat türüdür. Türk sanatı, sadelik içindeki zarafet ve ihtişamdır. Sultanahmet ve Selimiye camileri, ihtişamına rağmen ufku kapatmayan mimarinin en güzel ör­ neklerindendir. "Sanat için sanat" görüşünde olanlar, sanatın kendi dı­ şında herhangi bir hedefi olmadığını, yaşatmak istediği güzellik duygusundan başka bir amacı olmadığını savunurlar. Aksini düşünenler, "sanatın insan için" olduğunu ve toplumun ruhsal gelişimine hizmet ettiğini söylerler. Aslında sanatta halk eğiti­ minin en büyük harikası gizlidir. Sinan'ın eserleri, halkımıza başlı başına bir dini hayat bağışlamıştır. O camilerin, İstanbul ufuklarını süsleyen kubbe ve minareleri, bu halka, Türk ve Müslüman olduğunu gizli bir sesle haykırmakta, ruhlara, sürek­ li ve silinmez telkinlerde bulunup durmaktadır. Sanat da tıpkı dil ve din gibi, milleti millet yapan belirle­ yici özelliklerden biridir. "Milleti, kendine özgü dili olan toplum", diye tanımlayanların yanında, "kendine özgü sanatı olan toplum" diye tanımlayanlar da vardır. İlkel toplumların kendilerine özgü dilleri olduğu halde, sanat eserleri yoktur. Bu yüzden onlara kavim deniliyor. Toplu­ luğu, millet yapan kendisine özgü kültürüdür. Kültürün önemli unsurlarından biri de sanattır. Sanatın milli olması için, milli kültürün çizgilerini taşıması, milli ruhu yansıtması gerekir. Bundan yoksun olan sanata, milli denilemez.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

79

Yahya Kemal: "Musıkfmiz yüzde yüz, edebiyatımız ise yüzde elli millfdir" diyor. Musıkide Türk olmayan Rum ve Ermeni te­ baanın içinden büyük bestekarlar ve usta musıkişinaslar yetişti­ ği halde, edebiyat alanında böyle büyük şair ve yazarların çık­ madığını söylüyor. Milliliği, sanatın etki gücüyle ve etki alanı­ nın genişliği ile açıklıyor. Mehmet Kaplan' da: "Başkasının ağzı ile konıışaıı biri, nasıl bizi güldürürse, sanatta da durıını öyledir" diyor. Sanatta yaratıcılık, sanatkarın kendisine duyduğu özgü­ venden gelir. Bunu besleyen iki kaynaktan biri, kişisel bilgi ve beceri, öbürü de milli kimliktir. Sanat aslında milli kültürün bir dalıdır. Kökten kopan dal, ayakta nasıl kalır? Günümüzde milli kültürle birlikte milli sanatlarımız da adeta ölüme terk edilmiştir. Kültür ve sanatta yabancılaşma bü­ tün hızıyla sürüp gidiyor. Milli kültürden kopuş, kendi milleti­ ne yabancı ve kimlik problemi olan nesiller yaratır. Bu da, mille­ tin kendi geleceğini kendi eliyle tehlikeye atması dernek olur. Bilim alanında olduğu gibi, sanat alanında da gelişmelere ve yeniliklere açık olacağız. Dünyada olup bitenleri görmezlik­ ten gelmeyeceğiz, yeniliklere sırt çevirmeyeceğiz; ancak sanat adına ortaya konan eserin, yine de milli ruhu yansıtır nitelikte olmasına dikkat edeceğiz. Mesela, halihazırda bir Türk mimarisi var mıdır? Çağın teknolojisi ve günün şartları diye diye şehirlerimiz, birer beton yığını haline getirildi. Büyük şehirlerin, tarihten ge­ len kül türel kimliği ve özelliği kayboldu. Oysa teknoloji ve ça­ ğın şartları, insan iradesinin üstünde değildi, onun emri altın­ daydı. Çağın şartlarını yaşayan başka ülkeler, aynı teknoloji ve aynı malzemeyle milli mimarilerine uygun harika eserler yapa­ biliyorlar da biz neden yapamıyoruz? Çünkü, tarihle ve milli kül türle olan bağlarımızı kopar­ dık. Artık insanımız gibi, mimarimiz de milli kimliğimizi yan­ sıtmıyor. Milli kültürden kopuk bir hayat yaşadığımız için, ben­ zer kopukluğu sanatın bütün dallarında yaşıyoruz. Oysa sana­ tımız, tarih boyunca hep milli kimliğimizin damgasını taşımıştı.


80

TÜRK DÜŞÜNCESİ Heykelcilik anlayışımız, tek kelimeyle yürekler acısıdır.

Yolunuz düşüp de Eceabat'a giderseniz, şehir meydanın­ da frak giymiş bir Atatürk heykeli görürsünüz. "Anafartalar kahramanı, o savaşta böyle mi giyinmişti?" der ve şaşıp kalırsı­ nız. Çanakkale gibi, ölüm kalım savaşlarının yaşandığı o top­ raklara dikilecek heykel, o günlerden izler taşımalıydı. Heykeller, şehir meydanlarını süsler; ama süs olsun diye dikilmezler. Önemli bir olayı ve kahramanı, nesillerin belleğin­ de canlı tutmak için dikilirler. Müzik alanındaki durum daha da kötüdür. Meraği'nin Kar-ı Muhteşemi, l tri'nin Neva-kan, Gazi Gi­ ray Han'ın Mahur Peşrevi, Dede'nin Hüzzam Ayini çoktan unutuldu. Türkü nedir? Bar, horon, misket, halay, zeybek, meh­ ter nedir? Köroğlu, Kizirioğlu, Allah Allah deyip geçen Genç Osman, Pilevne' den çıkmayan Paşa, Kırım' dan gelen Sinan kimdir? Bir avuç insanın dışında bunları bilen, arayıp soran var mı? Türk'e yabancı sesler ve yabancı sözlerle, Türk'ün sesi, kendi öz yurdunda kısılıyor, müziği boğulup yok edilmeye çalı­ şılıyor. Koskoca bir millet, bütün olup bitenlere seyirci kalıyor. Hani nerede Türk sanatlarının akademileri? Türkiye, Eurovizyon yarışmalarına, İngilizce sözlerle ka­ tılıyor. Bu, her şeyden önce milli kimliğin inkarı değil mi? Bir Alman, bir Fransız veya bir İtalyan, böyle bir ihaneti göze alır mı? Varsayalım aldı, o ülkelerin resmi kurumları, böyle bir iha­ nete alkış tutar mı? Milli kültüre ve milli kimliğe saygı bilinci­ nin, herkesten fazla devlet kurumlarında olması gerekmez mi? Ama bizde durumlar ve tutumlar, tam tersinedir. Milli kültüre ve milli sanata karşı en olumsuz tavır, en başta, resmi kurumlan işgal edenlerden gelebiliyor. Müzik eğitimi için, devlet bursuyla yabancı ülkelere gön­ derilen harika çocuklar, Türk müziğine düşman birer genç ola­ rak dönmekte, Türk müziğini toptan inkar etmekte ve yok say­ maktadırlar. Bu kadarla da kalmayıp cumhuriyet tarihinin ilk


81

TÜRK DÜŞÜNCESİ

kültür bakanı Talat Halman'ın "Topkapı Sarayı'nda Türk müzi­ ği konseri" verdirmesini, rejime karşı işlenmiş suç sayıp bakan aleyhine kampanyalar açtılar ve görevden aldırmayı başardılar. (Başbakan Nihat Erim'e gönderilen

19. 1 1 . 1971

tarihli mektuplar).

Hani bunlar, Batı'dan öğrendikleri tekniklerle Türk mü­ ziğini canlandıracaklardı? Peki, neden yok etmeye çalıştılar? Atatürk devrimlerini bahane ederek, Türk halkına, yabancı kül­ türü dayattılar. Oysa dilde, tarihte, sanat ve ekonomide, her konuda, milliyetçiliği hiç dilinden düşürmeyen Atatürk'ü de milletten çaldılar. O'nun milliyetçi yüzünü saklamak için, özel makyajlı bir başka Atatürk yaratmaya çalıştılar. İşte bu harika çocuklar, içerde Türk müziğine karşı kam­ panyalar yürütürken, dışarıda başka birtakım gelişmeler oldu. Avusturya devlet televizyonu, Klasik Batı müziğinin kaynakları konulu bir belgesel diziyi yayına koydu. O belgesel, Bach, Mo­ zart ve Beethoven gibi dahilerin, Türk müziğinden esinlendikle­ rini, özellikle de Türk Marşı adıyla yaptıkları bestelerin tama­ men mehter müziği olduğunu bütün ayrıntılarıyla açıklıyordu. Program sunucusu, şunu da iddia ediyordu: "Bu marşlar, meh­ ter çalgılarıyla çalınsa, o zaman bunların tamamen birer. mehter müziği olduklarını daha iyi anlarsınız" diyordu. Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım: Klasik Türk müzi­ ğiyle ilgili en büyük koleksiyon, halen Hollanda devlet radyo­ sunun arşivinde saklıdır. Bundan iki bin altı yüz sene önce yaşamış olan Konfüçyüs: "Bir milleti tutsak etmek isterseniz, önce onun mü­ ziğini çürütünüz" demişti. Müzikle ilgili olarak şunu da söyle­ mişti: "Bir ülkenin nasıl yönetildiğini anlamak mı istiyorsunuz; onun müziğine kulak veriniz. Nerede güzel seslerden oluşmuş uyum varsa, orada adalet ve erdem hüküm sürer." Aylık bir derginin Nisan 2006 tarihli sayısı, "Müzikten Sı­ nıfta Kaldık" kapak başlığıyla çıktı. Şöyle deniliyordu: "Bu başlığı tercih etmemizin sebebi, çok zengin ve köklü bir müzik birikimine sa­ hip olmamıza rağmen, ülkemizde hı1lihazırda icra edilen müzikte ya-


82

TÜRK DÜŞÜNCESİ

şanan kalite sorunudur. Biz, bir halkın seviyesiyle o halkın dinlediği ve icra ettiği müziğin seviyesi arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşünüyoruz. Sorun şudur: Hayatını belli bir kalite üzerinden yürü­ ten hiçbir toplum, kalitesiz bir müziğe katlanamaz." Tarihimizde sanata, özellikle de şiir ve müziğe verilen önem çok büyüktür. Oğuz Han'dan itibaren Türk hakan ve şeh­ zadelerinin hemen hepsi şair ve müzisyendir. Olmayanlar da sanatın dostu ve sanatkarın koruyucusudur. Osmanlı sultanları içinde 1. Ahmet, III. Selim ve Abdülaziz Han gibileri, devrin büyük bestekarları arasında yer alırlar. Konservatuarı ve akademisi olmayan bir sanat nasıl ya­ şayabildi? Çoğunlukla notaya bile alınmayan bu eserler, bize kadar nasıl gelebildi? Halktan, özellikle de ileri gelenlerden büyük ilgi gördüğü için gelebildi; çünkü bu milletin hayahnda müzik, hiç kesintiye uğramayan bir gelenektir. Daha önceki dönemlerde olduğu gi­ bi, Selçuklu ve Osmanlı Sarayı da milli kültürün ve sanatın bü­ tün dallarıyla çok yakından ilgiliydi. Saray, sanatın bütün dalla­ rına sürekli destek vermiştir. Paşa ve bey konakları, hatta orta sınıf ailelerin mütevazı evleri bile, birer konservatuar görevi yapmışhr. Şöyle ki; hemen her akşam, topluca yenilen yemeğin ardından, ev halkı, bazen konu komşu bir arada fasıl geçerdi. Musıki denilen nimet, Türk evinin lüksü değil, vazgeçilmez ih­ tiyacı, hatta gıdasıydı. Yoksa bu devirde olduğu gibi, terk veya ihmal edilmiş olsaydı, yüz yıllar öncesinden bize kadar gelebilir miydi? Asırlar boyunca biz, millet olarak, acıyı da tatlıyı da mü­ zikle paylaştık. Kara günde teselliyi onda aradık, iyi günde se­ vincimizi onda bulduk. Akıl hastalarını müzikle tedavi ettik. Savaşlara müzikle gittik ...

Müzik, hastaya ilacımız, evimizde aşımız, acı ve tatlı günde yandaşımız, savaşta yoldaşımız, camide haldaşımız, dergahta sırdaşı­ mızdı.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

83

Müzikle bu kadar içli dışlı bir milletin, kendi öz müziğini bir yana bırakıp, başka müziklerde neşe ve teselli arıyor olması, ne kadar tuhaf değil mi?

"Hfilbuki Türk musıkfsi böyle bir akıbete hiç de layık değildi. O, büyük bir cemiyetin çok sıhhatli bir hayat aşkınııı ve derin, husussuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir mahsu­ lüdür" diyor Tanpınar. Yahya Kemal bakınız ne diyor? Musıklyi nasıl anlahyor: Çok insan anlayamaz eski mıısıkimizden. Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden. Açar bir altın anahtarla rııh ııfııklarını, Hemen yayılmaya başlar sada ve nıır akını. Ve seslenir biiyiik Itri, semayı örten rıılt, Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nııh. O mııtlıı devrede ltri'ye en yakın bir dost, Işıklı dantelalar bestekiirı Hafız Post... Bıı neslin ortada diihicedir başardığı iş, Vatan nasıl karışır musıkiyle göstermiş! Büyiik Itri'ye eskiler derler, Bizim öz mıısıkimizin piri. O kadar halkı sevk edip yer yer, O şafak vaktinin cihangiri, Nice bayramların sabah erken, Göğü, top sesleriyle gürlerken, Söylemiş saltanatlı tekbiri. Mıısıkfsinde bir taraftan din, Bir taraftan bütün hayat akmış. Her taraftan Boğaz o şehrayin, Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kainat akmış.


AHLAK DAVAMIZ Bilim, felsefe, sanat, ahlak ve din, öteki canlılarda bulun­ mayan, insana özgü yüce değerlerdir. Bu değerlerin üst sının yoktur. İnsan, bu beş konuda sonsuzluğa açılır. Ahlak, sonsuz iyiliktir. Sonsuz iyiliği hedefleyen davra­ nışlardır; ancak bu davranışlar kuralsız değildir. Dinin kuralları gibi, ahlakın kuralları da insanüstü ve ilahi kaynaklıdır. Ahlılk,

insanlar arası ilişkilerde, uyulması gereken kuralların bütünüdür. İnsan doğar doğmaz, bunları toplumda hazır bulur. Neler ol­ duğunu ve ne işe yaradığını, aldığı eğitimle görerek ve yaşaya­ rak öğrenir. Bu yüzden ahlak kurallarına "görgü kuralları" da denir. Bunlara, kendi hür iradesiyle uyanlar ahlaklı, uymayan­ lar da ahlaksız kabul edilir. Ahlak kuralları, binlerce yıllık inanç ve geleneğin ürünü­ dür. Gerçi laikliği kullanmak isteyen küreselci zihniyet, evren­ sellik adına, inançlardan ve geleneklerden kopuk yeni bir ahlak yaratmanın peşindedir; ancak bunun, kolayca varılacak bir he­ def olmadığı da ortadadır. Bu yüzden ahlakın, dinle olan bağ­ lanhsı ilelebet süreceğe benzer. Ahlıikın temel ilkeleri zaten evren­ seldir. Toplumdan topluma görülen farklılıklar, bu ilkelerin özüne değil, uygulanış şekline aittir. Ahlak, kaynağı bakımından insanüstü olsa da, konusu bakımından toplumsal bir olgudur; çünkü ilgi alanı, insan ilişki­ leridir. Ancak ahlak, sosyoloji gibi toplumda olup bitenleri be­ lirlemekle kalmaz. İnsan davranışlarının, kurallara uygun olup olmadığını sorgular ve değerlendirir; çünkü ahlak, insanlara toplum kurallarına uygun olması gereken mükemmel davranış­ lar kazandırmayı gaye edinmiştir. Ahlak, matematik gibi, kural­ lara dayalı bir disiplin olduğundan, her davranışı ölçer, tartar,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

85

elekten geçirir, sonuç hakkında iyi veya kötü diye hüküm verir. Kurala uyuyorsa beğenir, değilse reddeder ve kınar. Hayvan, yaşadığı çevreye uyar ve onunla yetinir. İnsan, olanla yetinmez, daha iyiyi elde etmek, daha mükemmele ulaşmak ister. Ahlak, insanın daha iyiye, en iyiye duyduğu öz­ lemdir. İnsan iradesinin en iyiye ulaşma uğrunda gösterdiği çabadır. Böyle bir çaba, hiç şüphesiz güçlü bir iradeyi de gerek­ tirir. Aslında ahlak davası, iman ve irade davasıdır. İman olma­ dan irade, irade olmadan da ahlak olmaz. İnançsız birinden, ahlaka sadakat beklenemez. O, ne iyilik uğrunda fedakarlık ya­ pabilir, ne de kötülüğe karşı koyabilir. Bir davranışın ahlaki olması için, saf iyilik niyetiyle ya­ pılması, yani, şöhret ve gösterişten uzak ve samimi olması gere­ kir. Aksi halde o davranış ahlaki sayılmaz. Mesela riya, yani gösteriş için yapılan iyilik, samimi gibi görünse de, aslında ah­ lakı kirleten çirkin bir şeydir. Yapmacık bir kibarlık, bizi, esas amacın ne olduğu hakkında yanıltmaya yönelik olduğu için çirkindir. Yine mesela, haksız kazanç, yalanla, dolanla, birtakım hileli yollarla elde edilen ve çoğu zaman, lüks ve gösterişe har­ canan servet, toplum için son derece zararlıdır. Bunlara göz yumulan ve hele değer verilen bir toplumda ahlaki faziletin ye­ rini gösteriş alır. Bu tip zenginlerin lüks ve gösteriş düşkünlüğü, bazı fakirlerde kıskançlık duyguları uyandırabilir ve onları, ah­ lak dışı yollara sürükleyebilir.

Ahlfikın, ciddiye alınmadığı bir toplumda, yalnızca gösteriş düşkünü zenginlerin ahlfikı bozulmakla kalmaz, fakirlerin de ahlılkı bozulur; çünkü ahlfik açısından yalan, riya, israf ve gösteriş, ne kadar kötüyse, kin, kıskançlık, rüşvet, hırsızlık ve dilencilik de o kadar kötü­ dür. Ekonomi alanında başlayan çürüme ve çözülme, kısa sürede başka alanlara; hukuk, adalet ve siyaset alanlarına da sıçrar. Bir kibrit çöpü­ nün, koca bir ormanı yakıp kül etmesi gibi toplumu, içten içe çürütür. Ahlılk kurallarını önemsemeyen bir toplum, kendi felaketini, kendi eliyle hazırlar.


86

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Milli kimlik bunalımı geçiren toplumlar, aslında ahlaki değerlerini yitirmiş ya da yıpranmış olan toplumlardır. Montesquieu: "Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı fayda, dü­ rüstlüğün sağladığından daha fazlaysa, o ülke batar" demiştir. Tolstoy da: "Ahlak kurallarını çiğnemeyin; çünkü öcünü çabuk alır" der. Mehmet Akif de şöyle diyor: Fakat ahlakın izmihlali ne müthiş bir izmihJa/. Ne millet kurtulur zira ne millet, ne istik/aJ!

Ahlak'ın ulu önderleri gerçek kahramanları, dinin de ku­ rucusu olan peygamberlerdir. Peygamberimizle ilgili olarak, Kur'an:

"Sen, kesinlikle ulu bir ahlak üzeresin " (Nun, 4)

ve

"Ant

olsun ki Peygamber'de sizin için güzel bir örnek vardır. " (Ahzab,

21) buyurur. Dinde de, ahlakta da örnek olan Peygamberimiz, "Ben ahlakf yücelikleri tamamlamak için gönderildim " dedi

ahlakın temel ilkesini şöyle belirledi:

ve

"Sana ne yapılmasını istiy­

orsan, sen de başkasına onu yap" buyurdu.

Oysa Konfüçyüs,

"Sana, yapılmasını istemediğin şeyi sen de

başkasına yapma " demişti.

Bu iki söz, bir fotoğrafın negatifi ile pozitifi gibi, birbiri­ nin aynıdır. Ahlak açısından kötülük yapmamak, elbette gerekli ve önemlidir; fakat yeterli değildir. Çünkü ahlakın gayesi, kötü­ lük yapmamak değil, iyilik yapmaktır. Ahlaki davranış, en ber­ rak şekilde iyilikte kendisini gösterir. İyilik, bir başkası için yapılan maddi veya manevi feda­ karlığın adıdır. İnsanın, içindeki bencilliği (egoizmi) yenerek, dışa açılmasıdır. Benliğini, "Benden başkası da vardır." diyerek, kendi dışına taşmasıdır. İ nsan ancak böyle bir atılım yaptığı zaman, insan olduğunun farkına varır. İyi ve güzel bir iş yapar­ sa, o zaman işe yaradığını hisseder ve mutlu olur. J. J. Rousseau, vicdanın sesine kulak vermeden ve içindeki egoizmi yenmeden insan olunabileceğine inanmıyordu. Bencil düşünce sahipleri için, "O, baştan çıkarılmış bir hayvandır" diyordu. Konfüçyüs de şöyle demişti: "Kaplana bir de kanat takılsaydı, yapacağı kötü­ lüklere sınır olmazdı".


TÜRK DÜŞÜNCESİ

87

Kur' an ayeti, Medine'nin yardım severleri (Ensar) ıçın:

"Kendileri geçim sıkıntısı içinde olsalar bile başkalarını, kendilerine tercih ederler. Kim, nefsinin hırsından korunursa, kesinlikle kurtulur, felaha erer." (Haşr, 9) der. Kurtulmak, bencillikten kurtulmaktır; ancak kurtulan iyilik yapabilir. İyilik yapan da mu tlu olur. Öy­ leyse mutlu olmak isteyen iyilik yapsın. Mutluluk, yaptığı iyilikten dolayı, vicdanın huzur bulma­ sı ve sevinç duymasıdır. Aslında ahlaki davranışın gayesi, hiç­ bir zaman mutluluk değildir. Ah!ak, iyiliği sırf iyilik olduğu için yapmaktır; ancak yapılan iyiliğin ardından sevinç ve mutluluk, kendiliğinden gelir. Gaye olmasa da sonuç budur. İyilik eken, mutluluk biçer. Karşılık bekleyen iyilik, ahlak açısından bir değer ifade etmez. Hele bu karşılık, başkalarından beklenirse. O karşılık, zaten beklendiği gibi gelmez, çoğu za­ man, takdir bile edilmez. İşte o zaman, iyilik sahibi, hayal kırık­ lığına uğrar, üzülür, yaptığına pişman bile olabilir. Böyle son­ radan pişmanlık getiren iyilik de iyilik olmaktan çıkar ve ah!aki değerini yitirir. Oysa hiçbir karşılık beklemeyen, vicdanın ve hür irade­ nin eseri olan iyilik, sahibine, mutluluk getirir. Hiçbir zaman pişmanlık ve hayal kırıklığı yaratmaz. Normal insan, yaptığı iyilikten dolayı sevinç, kötülükten dolayı da acı duyar; çünkü akıl ve zeka sahibi olmanın yanında bir de vicdan sahibidir. Ah!ak, vicdandaki sorumluluk duygu­ sunun, davranışa yansımasıdır. Ah!aklı insan, ruh sağlığı yerin­ de olan insandır. Ruh sağlığının yerinde olması demek, şu de­ mektir: "Kendi kendisiyle, ailesiyle, sosyal çevresiyle, tabiatla ve Ya­

ratan 'la barışık olmasıdır." Peki, insanın kendi kendisiyle, yakın ve uzak çevresiyle ve tabiatla barışık yaşaması için nasıl bir eğitim alması, nasıl bir dünyada yaşaması gerekir? Bu yönde bir eğitim almayan, böyle uyum içinde yaşaya­ bilir mi?


88

TÜRK DÜŞÜNCESİ

İs!am Dünyası'nda, yani Müslümanlar'ın yoğunlukta ol­ duğu coğrafyalarda Asr-ı Saadet ahlakından kalan izler silinip gitmişe benziyor. Hıristiyan dünyasında Hz. İsa'nın merhame­ tinden hiçbir iz görülmüyor. Peygamberlerin mirası olan ah!ak davasına kim sahip çıkacak? Oysa Allah ve peygamber sevgisinin mümin gönüllerde yer etmiş olduğu çağlarda, Müslüman ülkelerde derin bir insan­ lık sevgisi yaşanıyordu. Dünyanın başka yerlerinde insanlar; derebeylerin, despotların, hatta kilisenin zulmü altında ezilir­ ken, Müslüman ülkelerde, her soydan, her renkten ve her din­ den halklar, eşit ve hür olarak, mutlu bir hayat yaşıyordu. Top­ lumdaki herkes, birbirinden sevgi, şefkat, hoşgörü ve yardım görüyordu. Türklerin, gerçek anlamda, insani değerler üzerine kurdukları bu sosyal hayat, sahabe devrini andırıyordu. Yaban­ cıları şaşırtıyor ve hayran bırakıyordu. "Düşmez kalkmaz bir Allah" diyerek, her dinden fakirlere el uzatılıyordu. Yardımlar gizli yapıldığı için, fakirin haysiyeti de zenginin şerefi gibi ko­ runmuş oluyordu; çünkü veren el de, alan el de bilinmiyordu. Sokak başlarına konulan sadaka taşları, fakir evlere gece karan­ lığında yollanan yiyecek yardımları, söz konusu ahlak anlayışı­ nın eşsiz örnekleriydi. Bir yerde yoksullara, sessiz sedasız el uzatanlar yoksa, orada dinden ve ah!aktan eser yoktur. "Türk gibi kuvvetli" sözünün dillere destan olduğu çağ­ larda, Türk sadece bilek kuvveti ile değil, aynı zamanda adaleti, dürüstlüğü, mertliği ve güven veren ahlakı ile de güçlü ve kuv­ vetli idi. Düşmanları bile "Türk yalan söylemez, aldatmaz, hile yapmaz, verdiği sözden dönmez." diyorlardı.

Çağımızda yaşanan insanlık facialarının, aslında bir ahlılk faci­ ası olduğu kesindir. Bir yanda inanılmaz kara para ve servet yığınları, bir yanda sömürülmüş, fakir, aç ve sefil bırakılmış insan yığınları. Sürekli barış nutuklarına rağmen, sürüp giden savaşlar, akan kanlar ve dinmeyen gözyaşları. Her yıl silahlar için harcanan trilyonlar. Hürriyet ve demokrasi gibi, iştah acısı sloganların ardına gizlenen


TÜRK DÜŞÜNCESİ

89

kirli emeller uğruna girişilen işgaller, katliamlar, çıkarılan iç savaşlar. Güçlü devletlerin zayıflar üzerinde kurduğu siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel baskılar. Şehirlerde yaşanan can ve mal güvensizliği, terör ve şiddet, çeteler ve mafyalar. Alkol, uyuşturucu, fuhuş ve cinayetler! .. Bütün bunlar, her Allah'ın günü, görsel ve yazılı medya­ da yer alıyor, renkli resimlerle gözler önüne seriliyor. Böyle bir dünyada yaşayan gençler, nasıl ahlaklı olacaklar? Ah!aklı olmak için kimi örnek alacaklar? Biz, onlara, yüzlerce yıl önce yaşamış Alparslanlar'ı, Mev!ana, Yunus, Hacı Bektaş ve Hacı Bayramlar'ı örnek göste­ riyoruz. Oysa onlar, kapkaççıların, vurguncu, rüşvetçi ve soy­ guncuların gönlünce gezdiği bir dünyada yaşıyorlar. Sıradan bir memurun, bir işçinin çektiği geçim sıkınhsını biliyorlar. Bir futbolcunun milyon dolarlar aldığını, birkaç şarkıyla bir şarkıcı kızın, sultanları bile kıskandıracak lüks bir hayat yaşadığını gö­ rüyorlar!.. Şimdi soruyoruz, böyle bir toplumda, çocuğa verilecek kuru öğütler, ona yeter mi? Her türlü ahlaksızlığın, örgütlü hale geldiği bir ortamda, bireyin tek başına vereceği mücadele, ne kadar etkili olabilir? Böyle bir mücadele, belki, sadece sahibini kurtarabilir. Oysa toplumsal bir sorun, ancak toplumun bütün kesim­ lerinin iş birliğiyle çözülebilir. Bu durumda, buna devletin el atması ve öncülük etmesi gerekir. Devlet, "Ah!aksızlıkla müca­ dele, benim işim değildir" diyemez; çünkü milli devlet, milletin her derdiyle ilgilenen ve ona çare bulan devlettir. Bu konuda devletin öncülüğünde ve bütün kurumların katılımıyla bir milli seferberliğe kesinlikle ihtiyaç vardır. Millet bünyesini kemiren ahlaksızlık; ancak böyle bir topyekun savaşla yok edilebilir. Bu kutsal savaş, öncülerini ve gönüllülerini bekliyor. Hz. Ali, hicret sonrasında Medine' deki diğer muhacirler gibi, iş bulmak ve çalışmak zorundaydı. Hasat mevsiminde, gündelikçi olarak, hurma toplamaya gider, o işten elde ettiği


TÜRK DÜŞÜNCESİ

90

gelirle geçinmeye çalışırdı. Bir gün yine hurma toplamaya git­ mişti. İşten dönünce, Peygamber efendimiz sordu: - Bugün hiç görünmedin, neredeydin? - Hurma toplamaya gitmiştim. - İşine biraz daha sıkı sarılsaydın, daha ne kadar toplardm? - Bugünkü topladığı mm yarısı kadar daha toplayabilirdim. - Öyleyse yarın git, o toplayabilirdim dediğin kadar da­ ha topla ki bugünkü aldığın ücret sana helal olsun. Hazreti Ali, ertesi gün gitti, Hz. Peygamber'in tavsiyesini yerine getirdi. Peygamber efendimiz, Hz. Ali'ye şunları da demişti: Münafıkta şu üç alamet (işaret, özellik) bulunur: •

- Konuşruğu zaman yalan söyler,

- Verdiği sözde durmaz,

- Emanete hıyanet eder.

Zalimdeki üç alamet şunlardır: •

-Zayıfları ezer,

- Başkasının malını zorla alır,

-

Helal, haram demez, alır.

Kıskançtaki alamet de şunlardır: •

-Topluluk içinde birine yaltaklanır,

- Herkesi arkadan çekiştirir,

-

Başkasının başına gelen belaya sevinir.

İyilerde bulunan üç alamet şunlardır: •

-Yediği helaldir,

- İlim meclisinde bulunur,

- Beş vakit namaz kılar.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

91

Hz. Peygamber, tembellik, korkaklık, cimrilik, aç gözlü­ lük ve riyakarlıkla ilgili çok sayıda güzel söz söylemiş ve öğüt vermiştir. Çoğu ayet ve hadis meali olan ve milletimizin ahlak anla­ yışını yansıtan önemli ilkelerden bazıları da şunlardır: �

Yalan söyleme, dürüst ol.

Adil ol! Her zaman ve her yerde haktan ve haklı­ dan yana ol.

Dedikodu yapma. Araşhrma ve inceleme yap.

Hürmet ehli ol . Başta ana-baba olmak üzere, bü­ yüklere saygılı ol.

Hizmet ehli ol. Yardım etmekten üşenme.

);>-

Merhametli ol . Küçükleri sev, düşkünü kayır, yoksulu gözet.

);>-

Temiz ol. İçin, dışın, giyim ve kuşamın temiz ol­ sun.

Vicdanlı ol. Yaptıklarından dolayı kendini hesaba çek.

Çalışkan ol. Tembellikten uzak dur.

);>-

Emanete hıyanet etme.

Sırdaş ol. Sır saklamayı bil, kimsenin sırrını açığa vurma.

Alçak gönüllü ol. Kibirli ve dik başlı olma! Fakat onurlu ol.

Cömert ol. Dostlarınla paylaşmayı sev.

Azimli ve iradeli ol. Fakat hırslı olma.

Kanaatkar ol. Elindekiyle yetin. Ödeyemeyeceğin borç altına girme.

Zamanı iyi değerlendir. Zaman senin ömründür. Onu boşa harcama.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

92 �

Kin gütme, kindar olma. Fakat din ve vatan hain­ lerini affehne.

Kıskanç olma. İyiyi ve güzeli hor görme, takdir "ehli ol.

Cimri olma, tutumlu ol. İnsan, tükettiğiyle değil ürettiğiyle değer kazanır.

Sen herkese dost ol. Fakat dostlarını iyilerden seç.

Yaphğın iyiliği unut. Sana yapılan iyiliği unutma. Nankör olma.

Yaptığın bir kötülük için bin özür dile, küstah olma. İyi insan, hiç hata yapmayan değil, özür di­ lemeyi bilendir.

İyi huylu ol. İyi huy, insanın en büyük servetidir, unutma!


EGİTİM MESELESİ Eğitime en fazla ihtiyacı olan canlı insandır. Bu ihtiyaç, onu toplum halinde yaşamak zorunda bırakmışhr. Hayvanlar, kendi cinsinin özelliklerini kazanmış olarak doğarlar veya çok kısa sürede kazanırlar. İçgüdüleri sayesinde bu özellikleri he­ men elde ederler. Oysa insan, bu konuda da öteki canlılardan farklıdır. İnsanın eğitim süreci, hiçbir canlı türünde görülmediği kadar uzun sürer. Neredeyse ömrünün üçte biri eğitim için har­ canır. İnsanın yetişmesi, yani üretici durumuna gelmesi, ona verilen eğitime bağlıdır. Bu anlamda insan, yıllarca bakım iste­ yen; fakat geç meyve veren bir ağaca benzer. İnsan adeta, eği­ timle tamamlanmak için yaratılmıştır. İnsanoğlu, içine hiçbir şey yazılmamış, yeni bir defter gibi dünyaya gelir; ancak cinsinin bütün özelliklerini kazanmaya elverişli potansiyel yeteneklere doğuştan sahiptir. Genetik ola­ rak taşıdığı potansiyel kazanımlar, o defterin, kağıt kalitesi gi­ bidir. Tabiat ve toplum, yani iklim ve sosyal çevre, yaratılıştan gelen yeteneklerin açığa çıkmasında etkili olur. Bu iki etken in­ sandaki yeteneklerin ya açığa çıkıp gelişmesine ya da körelme­ sine sebep olur. İnsan bir orman köyünde doğmuşsa, balta ve keser kullanmayı, kaşık yapmayı öğrenir. Bir sahil köyünde doğmuşsa yüzmeyi, kürek çekmeyi ve balık tutmayı öğrenir. Biz, çevreye, yeteneklerimizin açığa çıkması, gelişip iler­ lemesi için muhtacız. Küçük bir köyde veya Yörük çadırında doğup büyüyen biri de çevreden çok şey öğrenir. Buna genel eğitim diyoruz. Kültürün nesilden nesile aktarılması genel eği­ tim yoluyla olur. Başta ana dil olmak üzere, ninni, mani, türkü, düğün, bayram, oyun, eğlence, gelenek ve görenekler, çevrede olup biten her şey, işte bu genel eğitimin kapsamı içine girer.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

94

İnsanoğlu genel eğitim konusunda, hem alıcı hem verici duru­ mundadır. Verdiği aldığından fazla ise toplum ilerler ve gelişir. Bazı hallerde de tam tersi olur. Mesela, şehirde doğmuş büyümüş bir genç kız, köyünde­ ki ninesi gibi, ot biçmeyi, inek sağmayı, yoğurt çalmayı, hamur yoğurmayı ve ekmek yapmayı bilmez. Belki çok iyi araba kulla­ nır; ama ata binemez. Ninesinin yaptığı birçok işi yapamaz. As­ lında o da, aynı yeteneklerle dünyaya gelmiştir; fakat şehir, bu yeteneklerin açığa çıkmalarına meydan vermediği için, körel­ miştir. Kullanılmayan yetenek, zamanla körelir. Yüzme, bisiklete binme ve okuma-yazmayla ilgili yetenekler de böyledir. Doğumdan başlayarak eğitimin, aşama aşama görevleri şunlardır: )>

İnsan cinsinin özelliklerini çocuğa kazandırmak. İki ayak üzerinde dik durmak, yürümek, konuşmak ve düşünmek, insan olmanın temel özelikleridir. İnsan bu özelliklere doğuştan sahiptir, ama çevreden aldığı eğitim olmazsa, bunlar yeterince gerçekleşmez.

)>

Kişiyi sosyalleştirmek. Ona, toplumun kültür ve me­ deniyet kimliğini, yani milli ve dini özellikleri kazan­ dırmak şartıyla, onu toplumla bü tünleştirmek, sosyal kişilik sahibi yapmak.

)>

Kişiyi işlevci hale getirmek. Bir iş ve meslek sahibi yapmak.

)>

Kişinin ufkunu genişletmek. Dini, felsefi, ilmi, estetik yönde geliştirmek ve bu alanlarda olabildiğince biri­ kim sahibi yapmak. Buna ruhsal zenginleşme de deni­ lebilir.

)>

Sosyal kurumların gelişmesini ve iş birliğini sağlamak, toplumu maddi ve manevi alanda yükseltmek.

Eğitim sürecinde, kişinin zeka düzeyini, yeteneklerini, kendisine sağlanan imkanları ve çevre şartlarını hesaba katmak gerekir. Kişiyi, yeteneklerine ııygun yönde eğitmek, eğitimin ana he-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

95

defterinden biridir. Hayattaki başarı, büyük ölçüde buna bağlıdır. Doğuştan gözleri görmeyen birine müzik eğitimi vermek, doğru bir eğitimdir; fakat tavuktan korkan birini, asker veya polis yapmaya kalkarsanız, yanlış yönde eğitmiş olursunuz. Çünkü düşmanla vuruşacak, arsızla hızsızla uğraşacak birisinin, gözü pek ve cesur olması şarttır. Nurettin Topçu, "Bana kalsa ve imkan

olsa. biitiin ilkokul öğretmenlerini evli ve çocuk sahibi annelerden se­ çerim; çiinkii okula yeni başlayan o yavruların, her şeyden çok, ana şefkatine ihtiyaçları var." demiştir. Eğitimde, öğrencinin, neyi, niçin, nasıl, ne zaman ve ne ka­ dar öğreneceği önceden programlanmalı, ona sağlanan imkanlar ve engeller açıkça bilinmelidir. Eğitimin bir görevi de engelleri azaltmak, gerektiğinde şartları zorlamaktır.

Eğitim, öğretimi de içine alan geniş bir kavramdır. Aile içinde başlayan eğitim, okulda ve okul sonrasında da devam eder. İn­ san, hayatı boyunca her gün yeni bir şey öğrenir. Ancak okul çağları, eğitim ve öğretimin yoğun olarak yaşandığı dönemler­ dir. Ailede verilen eğitim ile okulda verilen eğitimin, aynı yönde ve birbirini tamamlayıcı nitelikte olması ve çatışmaması gerekir. İdeal olan budur. Çatışma halinde, kişide bunalımlar ve tutarsızlıklar başlar. Daha ileriki aşamalarda, kendi kültür ve geleneklerine yabancılaşır. Bazı hallerde bunun aksi de olabilir. İyi bir okul eğitimi, ailedeki eksik ve yanlışları düzeltebilir. Yine de unutmamak gerekir ki ailede verilen eğitim çok önemlidir; çünkü kişiliğin ilk şekillendiği yer ailedir. Okul ve benzeri kurumların verdiği eğitime "Örgün Eği­ tim" denir. Örgün eğitim düzeyi, bir toplumun genel bilgi dü­ zeyini gösterir. Eğitim ve öğretimin, kişisel, milli, insani ve mesleki açı­ dan ne kadar önemli olduğunu bilmeyen yoktur; ancak eğitim öğretimin milliliği çok önemlidir. Bunun üzerinde durmak ge­ rekir. Türkiye'de çağdaş ve ileri düzeyde bir eğitim ne kadar gerekli ise, Müslüman-Türk insanı yetiştirmek de o kadar gereklidir. Milli


96

TÜRK DÜŞÜNCESİ

değerlerden kopuk, dünya vatandaşı zihniyetine sahip insan yetiştirmeyi hedef tutan veya buna özendiren bir eğitim, mille­ tin temeline dinamit koymuş olur. Türkiye milli eğitim meselesinde, Tanzimat'tan (1839) be­ ri, inişli çıkışlı ve zikzaklı bir yol izledi. Hep başka milletlerin yolundan gitmeye çalıştı. Önceleri Fransız, arkasından Alman, daha sonra Amerikan (ABD) tipi taklit programlar uygulandı. Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı döneminde milli bir sistem oluş­ turma yolunda, ciddi adımlar atılmış olmasına rağmen (1 9231 938) milli olamadı. Milli sözü, yalnızca isimde kaldı. Oysa ta­ rihte, ünlü Nizamiye Medreselerini, ayrıca uzay ve tıp başta olmak üzere her konuda eğitim ve araştırma müesseselerini kurmuş olan bir milletin, bin sene sonra, kendisine özgü bir mil­ li eğitim sistemi olmaması, kabul edilir bir şey midir? Tarihin derinliklerine inmeden, yakın geçmişle ilgili bir örnek verelim: 1940'1ı yılların başlarında, köyleri kalkındırmak gayesi ile

kurulan Köy Enstitüleri, kısa zamanda gayesi dışına çıktı. Ora­ larda yenilik adına Yunan mitolojisi öğretilmeye başlandı. Oedipus vs. Yunan eserleri temsil edilir oldu. O yıllarda Yunan hayranlığı almış başını gidiyordu. Yunan klasikleri, Türkçe'ye tercüme ediliyor, okullara Yunanca ve Latince dersleri konu­ yordu. Hümanizm adı altında Helenizm'i hakim kılmak için elden gelen her şey yapılıyordu. Bu yöndeki gelişmeler, Ata­ türk'ün, "Her şeyimizle nıillf olmalıyız." şeklindeki görüşlerine tepki olarak doğmuştu. Atatürk'ün vefatı üzerine, resimlerini paralarından kaldıran zihniyet, onun eğitimdeki izlerini de sil­ mek istiyordu. Köy Enstitüleri'nde Yunan tiyatro eserlerinin temsil edil­ diğini öğrenen Mareşal Fevzi Çakmak, bu gidişata, bakınız nasıl dikkat çekiyor:

"Köylü vatandaşlara millf oyuıılar oynanmalıdır. Köylülerle ilişki kurmada 011ları11 anlayacağı, dedeleriyle ve geçmişleriyle bağlarını koruyacak, yardım edecek tedbirler


TÜRK DÜŞÜNCESİ

97

alınması gerekir." dedikten sonra, şöyle bir olay anlatıyor: "Vaktiyle bir Alman, Aııadolu'yu dolaşmış ve görüşlerini bir kitapta toplamış. Bu eserde deniliyor ki, Anadolu 'da o kadar ince nakışlar var ki, Almanya'daki nakışların Türki­ ye'den geldiğine kani oldum. Romalılar devrinde de Avru­ pa'da birçok hanlar yapılmış, amma Türk Milleti 'nin Ana­ dolu'da yaptıkları binaların ayarında olanlara rastlama­ dım." Gerçekten Türk Milleti, inceliği ticaretle birleştirniş ve bundan çok faydalanmışhr. Bizler, Oedipus'u oynatacağımıza, hiç olmazsa yabancıların dedelerimiz hakkında yazdıklarını söylemeliyiz.

Milli eğitim, millete mal olmuş, millet olmamızda etkili olmuş milli değerleri, nesillere öğreten ve benimseten eğitimdir. Fransa'nın eğitim sistemi, vatandaşlarını Fransız olarak yetiştirmeye çalışır, Çinli veya Alman yetiştirmeye çalışmaz. Bir Alman, bir İngiliz eğitim sistemi de aynen böyledir. Böyle oldu­ ğu içindir ki Alman eğitimi, oradaki Türk çocuklarına, sınıftaki Türkçe dersi dışında, Türkçe konuşmayı yasaklıyor ... Aynı ya­ sak, yakında sokaklara da gelirse şaşırmayınız; çünkü, onu da düşünüyorlar. Eğitimin ne olduğu ve ne işe yaradığını bilmiyorsak, bari Avrupalı dostlarımızdan öğrenelim. Bir milletin hayatında din diye bir gerçek varsa, o milletin resmi, özel veya tüzel bütün kurumları dine karşı hassas dav­ ranmak zorundadırlar; çünkü milli eğitim, din eğitimi ile ta­ mamlanır. Zaten dinin kendisi, başlı başına bir eğitimdir. Milli kültürün temel taşlarından biridir. Milli kültürde yer alan bir unsurun, milli eğitimde yer almaması düşünülemez. Aksini dü­ şünmek, milleti meydana getiren bağlardan birisini yok etmek­ tir. Genel veya örgün eğitimin ana hedeflerinden biri de mil­ letleşmektir. Türk toplumunun, millet olmasında dinin büyük rolü olmuştur. Ziya Gökalp, "Dinin eğitici gücünün toplumda etki-


98

TÜRK DÜŞÜNCESİ

fi olabilmesi için, milli dille bütünleşmiş olması gerekir, yoksa etkisi zayıf kalır." diyordu. Bu doğrudur. Toplum hayatında her şey, karşılıklı etkileşim içinde sürüp gider: Halk yığınları dindarlaş­ tıkça, din de millileşir ve milli kültürle bütünleşir. Türkler, saf bir imanla İslamiyet'e sarıldılar. İs!am Dün­ yası, Batinilikle Hurufiliğin ve çeşitli batıl inançların pençesinde kıvranırken, Sultan Alparslan "Biz bid'at ve hurafe nedir bilmeyen saf, Sünni Müslümanlarız" diyordu. Türk'ün, din ve dindarlık anlayışını, övünçle, dünyaya ilan ediyordu. Türk milleti'nin bu saf ve samimi imanı, Dede Korkut destanlarında, Yunus'un İla­ hilerinde ve Süleyman Çelebi'nin Mevlid'inde bütün berraklığı ile dile gelir. Deli Dumrul'un yakarışındaki şu samimiyete ba­ kınız: Güzel Tanrı! Yücelerden yiicesin Kimse bilmez nicesin. Çok cahiller Seni, Gökte arar, yerde ister. Oysa Sen, mü 'nıinlerin gönlündesin. Daim dııran Cebbar Tanrı, Ulu yollar iizerine imaretler Yapayını, Senin için Aç görsem doyurayım, Senin için, Yalıncak görsem donatayım, Senin için. Keremi çok Kadir Tanrı. ·

Dinin en yüce itikat ve ahlak ilkeleri, sade ve samimi bir dille ancak bu kadar güzel ifade edilebilir. Atalarımıza ve şehitlerimize minnet borçluyuz. Millet, hangi yüce değerler sayesinde millet olmuşsa; ancak yine o yüce değerlerle ayakta kalabilir. Kutsal değerlerini yitiren milletler, millet olma özelliklerini de yitirirler. Bir insanın, uğruna hayatını feda edecek kutsal değerleri yoksa, hayatının da değeri yoktur. Gençlik, milletimizin geleceğine el koymalıdır; ama bu­ nun için kendisini iyi yetiştirmelidir. İyi bir eğitim görmek, iyi


TÜRK DÜŞÜNCESİ

99

bir meslek sahibi olmak için kendimizi, ailemizi, kurumları ve devleti zorlamalıyız. Her Türk ve özellikle gençler; dinimizin aslını, seçilmiş bir Kur'an tercümesinden, güvenilir bir hadis kitabından ve Peygamberimizin hayatından öğrenmelidir. Aynı zamanda İs­ lam tarihini en güvenilir kaynaklardan okumak gerekir. Türk tarihini de başta M. Kemal Atatürk'ün ve bütün önemli Türk kahramanlarının hayatlarını okuyarak öğrenmelidir. Atatürk'ün Nutuk'u yakın tarihimizin bilinmesi açısından önemlidir. Milli kül türümüzün oluşmasında büyük katkıları olan yakın geçmişte yaşayan aşağıdaki bazı düşünür, yazar ve şairle­ rimizin eserlerini okumayı görev kabul etmek gerekir: - Ziya Gökalp - Mehmet İzzet - Ömer Seyfettin - Mehmet Akif Ersoy - Yahya Kemal Beyatlı - Mehmet Emin Yurdakul - Ahmet Hamdi Tanpınar - Faruk Nafiz Çamlıbel - Nihad Sami Banarlı - Peyami Safa - Nurettin Topçu - Necip Fazıl Kısakürek - Nihal Atsız - Osman Turan - Arif Nihat Asya - Tarık Buğra - Kemal Tahir - Erol Güngör - Seyit Ahmet Arvasi - Orhan Şaik Gökyay - Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu - Mustafa Necati Sepetçioğlu

Gençlerimiz bu yazdıklarımızdan, sadece bu yazarların kitaplarını okumak anlamı çıkarmamalı, yerli yabancı ciddi ve faydalı birçok eseri okumalıdır; ancak bu kitaplar öncelikle


1 00

TÜRK DÜŞÜNCESİ

okunmalıdır diye düşünüyoruz. Burada bir hususu da belirt­ mek zorundayız. Hepsi Türk milli ve manevi kültürüne hizmet etmekle beraber, yukarıdaki listede fikirlerinin bazen birbirine uymadığı şahsiyetler görebilirsiniz. Mesela, Necip Fazıl ve on­ dan farklı düşünenler gibi. Bu ilim ve fikir adamlarını, insan olmaları hasebiyle bazı konularda farklı düşünebileceklerini de kabul ederek, milli kültüre katkıları çerçevesinde değerlendir­ meliyiz. Meseleye bir bütünlük içinde baktığımız zaman, bunla­ rın, "aynı yapıyı ören farklı mizaçta mimarlar" olduğu görüle­ cektir. Ziya Gökalp ile Nurettin Topçu'nun birbirine zannedil­ diği kadar karşıt olmadığını, aynı yolu hıthıklarmı idrak ede­ bilmek, bütünü kavramaya başlamak demektir ve bu insanları aynı idealde birleştirebilmek, bizim ileriye atılmamızm sırrını teşkil edecektir.


MİLLİYETÇİLİK Milletin yapı taşları bilinmeden, milliyetçiliğin ne olduğu anlaşılamaz. Önce, milleti meydana getiren maddi ve manevi unsurları tanımalıyız. Her toplum veya her kavim millet değil­ dir. Millet, toplumların hayatında, belli aşamalardan sonra ger­ çekleşebilen sosyo-kültürel bir olgudur. Millet: "Geçmişte, şim­ diki zamanda ve gelecekte, anıları, yönelişleri ve beklentileri ile birleşmiş olan toplum" diye tanımlanıyor. Hem geçmişe, hem günümüze, hem de geleceğe ait olan bu birlik, maddi ve manevi alanda kendisini gösterir. Milleti meydana getiren maddi unsurlar, soy, vatan ve emek birlikleri­ dir. Manevi unsurlar ise dil, din ve dilek birlikleridir. Bu maddi ve manevi unsurların bir arada bulunduğu toplum millettir. Önce maddi unsurları görelim:

1)

Soy Birliği: İnsana ait fiziki özelliklerin bütünü­ dür. Buna ırk birliği denir. Fizik benzerlikleri, in­ sanları, birbirlerine yaklaştırır. Bir toplumun aynı soydan gelmiş olması, milli birlik açısından bü­ yük önem taşır. Ancak soy birliği, tek başına, top­ lumu, millet yapmaya yetmez; çünkü · aynı soy­ dan birçok millet meydana geliyor, bir millet içinde de türlü soydan insanlar yer alabiliyor. Mesela; Türkler, Bulgarlar ve Macarlar aynı soy­ dan geldikleri halde ayrı millettirler. Fransızlar, İtalyanlar, İspanyollar, Meksika, Brezilya ve Ar­ jantinliler, hepsi Latin soyundan gelen ayrı mil­ letlerdir. Slav asıllı birçok millet görülüyor. Sü­ rekli göçlerin yaşandığı ABD benzeri ülkelerde


TÜRK DÜŞÜNCESİ

102

ise soy birliği önemini yitirir, milli birliği sağla­ yan başka unsurlar önem kazanır.

2)

Vatan Birliği: Vatan, milletin üzerinde yaşadığı coğrafyadır. Bunun tek parça olması, araya ya­ bancı toprakların girmemesi, arazi yapısının ben­ zer özellikler taşıması, komşu ülkelerden, deniz­ ler, büyük nehirler veya yüksek dağlarla ayrılmış olması, ona birtakım avantaj sağlar. Ancak bu, her yerde böyle değildir. Ayrıca doğal sınırlarla ayrılmış olması da bunu sağlamaya yetmiyor. Özellikle Balkanlar' da birçok milletin iç içe yaşa­ dığı görülüyor.

3)

Emek (Ekonomi) Birliği: Ekonomi birliği iki ba­ kımdan önemlidir. Birincisi, iş bölümünün milli menfaatlere uygun olarak düzenlenmesidir. İkin­ cisi, millet çoğunluğunun hangi üretim şekline bağlı olduğudur. Yani milletin çoğunluğu, geçi­ mini çiftçi, denizci veya sanayici olarak mı sağlı­ yor? Mesela; Fransızlar çiftçi, İngilizler denizci ve tüccar, Almanlar ve Japonlar sanayici sınıfına gi­ rerler. Bulgarlar ve Türkler çiftçi, Yunanlılar tüc­ cardır.

Milletlerin üretim tarzları, onların ruh yapılarını ve ahla­ ki karakterlerini de etkiler. Çiftçi milletler toprağa bağlı olduk­ ları için, genellikle dostluklarına bağlı, fedakar, güvenilir, dış etkilere kapalı ve kolay değişmeyen insanlardır. Tüccarlar ise yüksek ilkelere sahip olmadıkça ve kendilerini aşmadıkça, de­ ğişken ve güvenilmez bir karaktere sahip olurlar. Dost iken ça­ bucak düşman olabilirler. Bunlar, milli değerlere vatana ve dostluklara karşı da vefasızdırlar. Bulundukları yere çabuk uyum sağlarlar; fakat en küçük bir zorluk karşısında, orayı he­ men terk ederler. Ekonomik özelliklerle coğrafi şartlar arasında yakın ilişki vardır; ovalarda yaşayan milletler tarım yaparlar, adalarda ve


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 03

kıyılarda yaşayanlar denizci ve tüccar olurlar, dağlık bölgelerde yaşayanlar da sanayiye yönelirler. Ancak, emek birliği de milletleri, kesin çizgilerle birbirin­ den ayırmaya yetmiyor; çünkü, artık bu üretim tarzları, birçok millet tarafından yapılıyor. Tarım, ticaret veya sanayi, şu veya bu milletin karakteristik özelliği olmaktan çıkmış bulunuyor. Milleti meydana getiren manevi unsurlar da üçtür:

1)

Dil Birliği: Milli birlik açısından çok önemlidir. Milli dilin milli kültürle bağlantısını, ayrı bir baş­ lıkta incelemiştik. Aynı dili konuşan birçok millet olsa da, lehçe ve şive farkıyla dil, yine de o mille­ te özgü bir özellik gösterir. Yalnızca yaşayanlar arasında iletişim aracı olmakla kalmaz, milleti geçmişiyle ve geleceğiyle birleştirir, bütünleştirir.

Milli dil, neredeyse tek başma millet demektir. Dilini kaybedenlerin, milliyetini de kaybedecekleri tarihi bir gerçektir. 2)

Din Birliği: Her milletin bir dini vardır. İnsanlar, aynı dine bağlı oldukları için birbirlerini severler ve birbirlerine yakınlık duyarlar; sevdikleri ile bir arada yaşamak isterler. Milli özelliklerimizin bir­ çoğu dinden alınmıştır. Anadolu' da Türk birliği­ nin korunmasında İslam dini büyük rol oynamış­ tır. Milli kültürümüzün alt yapısını dinimize borçlu olduğumuz kesindir.

Dinin yapıcı rolü söz konusu olduğunda, din ile millet aynı noktada birleşir. Millet ruhunun gelişmesinde din, millet­ ten ayrılmaz ve hep beraberdir. Dinimiz, aynı dinden olan iki milletin savaşmasına normal şartlarda izin vermez. Milliyetçilik, milli sınırların korunmasını ister. Oysa din, milli sınırlara bağlı kalmaz; evrensel bir anlayışla inanan herkesin kardeş olduğunu vurgular.


104

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Dinler arasında Yahudilik farklılık gösterir. İsrail soyuna özgü bir din olduğu için, Yahudi'nin hayatında, din ile milliyet­ çilik hiç çatışmaz, her alanda birleşir. Bu yüzden Yahudilik ev­ rensel ilkelere sahip olsa da evrensel bir din sayılmaz. Bir dinin evrensel sayılması için onun hem evrensel ilkelere sahip olması, hem de dünyaya yayılma hedefinin bulunması gerekir. İslam Dini, her iki bakımdan da büyük ve evrensel bir dindir. Ancak İslamiyet'in evrenselliği, bazı çarpık ideolojilerin evrenselliğine benzemez; çünkü evrensellik uğruna bireyi, aileyi veya toplumu feda etmez. Tam aksine bunları, olan ve olması gereken birer gerçeklik olarak kabul eder ve korumaya çalışır. a)

Bireye değer verir, kişilik ve mülkiyet haklarını kutsal sayar ve korur.

b)

Aileye değer verir, nikahı kutsal sayar, zinaya ağır cezalar uygular; eşlerin, ana-baba ve çocuk­ ların haklarını korur. (Aile, Türk Töresi'nde de kutsaldır. T.C. Anayasası'na göre de milletin te­ mel ünitesidir. Ailenin korunması ve güçlü kı­ lınması, anayasa hükmüdür.)

c)

Akrabalığa önem verir. Akrabalık bağlarının iyi ilişkilerle canlı tutulmasını ister. Yardım görecek­ ler arasında akrabaya öncelik tanır.

d) Millet ve kavim gerçeğine önem verir. Her mil­ leti, kendi ana dili, kültürü, mim kıyafeti, adetleri ve dinle çatışmayan gelenekleriyle kabul eder. Yüce Tanrı'nın, insanlığı boylara ve milletlere böldüğünü, bunda hikmetler bulunduğunu bildi­ rir. Soy üstünlüğünün asılsız ve geçersiz, bütün insanların doğuştan eşit olduğunu vurgular. Evrensel değer olma yolunda, kişinin dini inancı, ahlaki karakteri, mesleki kariyeri, aile şerefi ve mi lli kimliği, hepsi bi­ rer güç kaynağıdır. İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş, saygı


TÜRK DÜŞÜNCESİ

105

ile anılan bütün büyükler, bu özelliklere sahip oldukları için evrensel olabilmişlerdir. Dinini terk etmeden çağdaş olamayacağını sanan züppe de, milliyetini terk etmeden dindar olmayacağını sanan yobaz da evrenselliğe değil sadece ilkelliğe özenmiş olur. İyi insan olmadan iyi vatandaş olunmaz; iyi vatandaş ol­ madan da iyi Müslüman olunmaz.

3)

Dilek Birliği: Buna ülkü veya irade birliği de de­ nir. Millet bireylerinin aynı iradeye sahip olması yani siyasi, ahlaki ve kültürel alanda görüş birliği içinde olması, milletin birliği ve bütünlüğü açı­ sından büyük önem taşır. Maddi ve ruhi birliklerin gayesi, bireyleri, dilek birliğine ulaştırmaktır. Öbür birlikler, bu birliğin oluşması için sadece birer araçtır; ancak o araçlar değiştirilemez, biri diğeri­ nin yerine konulamaz.

Milli iradenin meydana gelmesinde, maddi ve manevi birliklerin hepsi aynı derecede rol oynamaz. Bazı milletlerin hayatında bunların hepsinin bir arada yer almadığı da görülür. Mesela; Yahudiler, iki bin sene vatansız, devletsiz; hatta ana dillerini bile unutmuş olarak, dünyanın her tarafına dağılmış azınlıklar halinde yaşadıkları halde dinleri sayesinde, milli var­ lıklarını sürdürebilmişler; çünkü dinleri, tek başına, onlara güç­ lü bir dilek birliği kazandırmıştır. Bir milletin dilek birliğine ulaşması için, onun hayatında, maddi ve manevi birliklerin hepsi olmasa da, birkaçının bu­ lunması gerekir. Bunlardan hiçbiri bulunmayacak olursa, milli irade meydana gelmez. Bunlardan her birinin tam ve güçlü ol­ maları halinde millet varlığı sağlam temellere oturmuş olur. Bir milletin kuruluşunda ilk defa yer alan bir veya birkaç birlik, onun hayatında karakteristik birer unsur oluyor ve o mil­ letin hayatı boyunca önemini koruyor. Mesela, Fransız milleti­ nin kuruluşunda ilk olarak dil birliği temel rolünü oynamıştır,


1 06

TÜRK DÜŞÜNCESİ

sonra bunu vatan birliği tamamlamışhr. Alman milleti, soy bir­ liğine dayanarak kuruldu. Bizim milletimizin yeni yapılanması, Orta Asya'dan gelen Müslüman Oğuz boylarının, Anadolu'ya yerleşmeleri ile kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatan ve bu köklü kültür temelleri üzerinde kurulmuştur. Bu iklimde oluşan milli birlik, hep bu iki kaynaktan beslenmiştir. Millet, canlı varlıkhr. Her canlı gibi, o da sağlıklı yaşamak ister, içten ve dıştan gelecek tehlikelere karşı kendisini koruma­ ya çalışır. Dil, din, ekonomi ve dilek birliğinde görülen aksak­ lıklar, millet bünyesini rahatsız eden birer hastalık demektir. Milliyetçilik, milleti meydana getiren maddi ve manevi değer­ lerden her birinin sağlığı için mücadele vermektir. Milliyetçilik, bağlı bulunduğu milletin temel değerlerini koruma bilincidir. Milli değerlere yönelik tehdit ve hastalıklara karşı korunmak, bu uğurda mücadele vermek, vatan savunması kadar kutsal bir görevdir. Başka milletlere üstünlük iddiası taşımayan ve saldırgan olmayan bizim milliyetçiliğimizin, faşizm ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Milliyetçilikte duygusallık da vardır; fakat millet sevgisi, asla hayalperestlik anlamında boş ve sanal bir duygu değildir. Bir insanın hpkı anasına karşı duyduğu sevgi gibi gerçek ve bilinçli bir duygudur. Peygamberimiz: "Vatan sevgisi imandan­ dır" buyurmuştur. Milli bilinç ve milli kimliğin kazanılması ve devamının sağlanması için eğitimde, ekonomide, yönetimde ve her alanda belli programlar uygulanmalıdır. Milletimizin öz değerleri, ne­ silden nesile sağlıklı bir şekilde taşınmalıdır. Gerçek milliyetçi, mitinglerde, toplantılarda, hitabet kür­ sülerinde değil, günlük hayatında, şahsi ilişkilerinde, meslek çalışmalarında milliyetçi olandır. Milliyetçiliğin söylenen bir şey olmaktan çok yapılan, her gün yapılan, durmadan yaşanan bir fikir ve kanaat olduğunu söyleyen Prof. Mehmet Kaplan: "Milli


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 07

enerjinin en küçük bir zerresi dahi bu toprakların işlenmesine ve mille­ tin yükselmesine harcanmalıdır" diyor. (Nesillerin Ruhu ndan) . '

İktisatta milliyetçilik, üretimde milli kaynaklara dayalı sağlam bir ekonomi geliştirmek, tüketimde yerli olanı tercih etmektir. Milli yapıya uygun ve milletin tamamını düşünen, toplumsal refahı gözeten iktisat programları uygulanmalıdır. Dış kaynaklara dayalı ekonomi, milleti uzun vadede köleliğe mahkum eder. Milliyetçiliği kötülemek için ırkçılığa karşı çıkma maskesi kullananlara dikkat etmek gerekir. Milli varlığını kendi istika­ metinde devam ettirme duygusu, düşüncesi ve azmi olan milli­ yetçilik, dar ve zarar verici yollara sokulmamak şartıyla, içinde kavim ve ırk sevgisini barındırır. Onun için bizde ırkçılık da milliyetçilik şeklinde anlaşılmış, ikisi aynı anlamı ifade ehniş, Batı'nın düşünce ve niyetinden ayrılmıştır. Bilimsel yaklaşım ve ayrıntıları bahane ederek milliyetçiliğe karşı çıkmak için ırkçılık kavramı istismar edilmemelidir. Bizde hiçbir zaman Nazizm, Faşizm ve Yahudi ırkçılığı gibi bir örnek bulunmamıştır. Bizim milliyetçiliğimiz, milleti, maddi ve manevi temelleriyle bir bü­ tün olarak gören milliyetçiliktir. Türk milleti gerçek anlamda cihan hakimiyken ve tarihin en ihtişamlı dönemlerini yaşarken bile üstün ırk iddiası gibi bir anlayışa kendisini kaptırmamıştır. Başka soydan ve milletten olanlara zülüm ve haksızlık yapmadan bir insanın kendi kav­ mini, kendi milletini ve milletinin ulularını sevmesinde, İslami­ yet açısından hiçbir sakınca yoktur. Bir insanın milli değerlerini ve milli kimliğini koruması günah değildir. Tam aksine dinin emridir. Günah olan şey şu veya bu soydan gelmek değil, bunu bir üstünlük sebebi saymak ve bu yüzden başkalarına haksızlık yapmaktır. Milliyetçiliği doğru anlamak ve doğru anlahnak, bir eği­ tim işidir. Milli eğitimin hedefi hem kendi tarihini ve kül türünü, hem de çağın gerçeklerini bilen kimlikli ve kişilikli aydın nesil­ ler yetiştirmektir. Eği temediğin nesil senin değildir.


108

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Sevgili gençler, değerli okuyucular, Yakın tarihimizde acı ama gerçek bir olay yaşanmışhr. Bakınız ne olmuştur: Harf devrimi sonrasında, "Bu harfler, artık yasaklandı" diyerek, müze yetkilileri, "Hazine-yi Evrak'' denilen saray arşivini, yeni adıyla Başbakanlık Arşivi'ni, olduğu gibi İz­ mit Kağıt Fabrikası'na vermeye kalkıyorlar. Bunu haber alan Bulgar Elçilik görevlileri: "Bu arşiv, bizim de tarihimizdir, yazıktır, hurdaya vermeyin, bize satın!" diyorlar. Altı asırlık koca arşiv, çok küçük bir para ile Bulgarlara satılıyor. At arabaları ile Sirkeci İstasyonu'na, oradan da vagonlarla Sofya'ya taşınmaya başlı­ yor. Bir gün, ünlü ressam Hoca Ali Rıza, Gülhane' den Sirke­ ci' ye doğru giderken, önündeki arabadan bir kağıt uçuşuyor, Hocanın önüne düşüyor. Hoca eğilip kağıdı alıyor. Bir de ne görsün, bir ferman. Keyifle türkü çağıran arabacının arkasından koşan Hoca; "Dikkat etsene be evladım. Kağıtlar savruluyor. Nereye götürüyorsun bunları?" deyip, arabacıya çıkışıyor. O da "Bilmiyor musun bey amca, bunlar, Bulgarlara satılmış. İstas­ yona taşıyoruz" diyor. Hoca, beyninden vurulmuşa dönüyor. İstasyona kadar gidiyor, ilgililerle görüşüyor, gerçekten de her şey, arabacının dediği gibi; arşiv sahlmış iki vagon da gitmiş. Hoca, hemen büyük postaneye koşuyor, birisi Cumhurbaşka­ nı'na, birisi Başbakan'a, birisi de T.B.M.M. Başkanı'na olmak üzere üç tane yıldırım telgraf çekiyor. Satışın hemen durdurul­ masını diliyor. Atatürk'ün emri ile sahş iptal ediliyor. Bu olay, gazete­ lerde ve kamuoyunda günlerce konuşuluyor. Mithat Cemal Kuntay da şu dörtlüğü yazıyor:

Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar, Hala uyuyanlardaki mahiyeti görsün. Efsanesi kaybolsa kıyamet koparanlar, Tarihini okkayla satan milleti görsün!


TÜRK DÜŞÜNCESİ

109

Bizde milliyetçilik, bazılarının zannettiği gibi yakın za­ manlarda ortaya çıkmış değildir. Milletimizin tarihi kadar eski­ dir. Oğuz Han, Bilge Kağan, Alparslan, Süleyman Şah, Kılıçarslan, Ertuğrul Gazi, Osman Bey, Yıldırım, Fatih, özellikle Mustafa Kemal Atatürk ve daha birçok isim büyük milliyetçi simalardır. Malazgirt' ten sonra, Orta Asya'dan akın akın ,gelip, Ana­ dolu'nun çeşitli yörelerine boylar ve oymaklar halinde yerleşen atalarımız, İslamiyet'in de birleştirici gücüyle hem maddi, hem manevi birliği tesis edip yeni bir devlet kurdular. Aralarında din bağı, yüreklerinde vatan sevgisi olmasaydı, biz bugünlere gelemezdik, dağılıp giderdik. Haçlı saldırılarına yiğitçe göğüs germeseler, Malazgirt'ten Dumlupınar'a uzanan tarih çizgisin­ de, vatan ve din uğruna milyonlarca şehit vermeselerdi, bize ne bir vatan bırakırlardı, ne de bir devlet. Bu konuda son söz şudur; Türk milliyetçiliği, bü tün bo­ yutlarıyla ve en berrak biçimde İstikliil Marşı'mızda dile gelmiş­ tir. Milletimizin korunması gereken bütün kutsal değerleri ora­ da bir program halinde ortaya konmuştur. İstiklıil Marşımız, mil­

letimizin nabzı gibidir. Onu can kulağı ile dinlerseniz, her şeyi daha iyi anlarsınız.


SOSYAL DEGİŞME Üzerinde yaşadığımız yerküre, hem kendi ekseni etrafın­ da, hem güneş çevresindeki yörüngesinde sürekli döner durur; ancak her iki hareketin yönü ve hızı hiç değişmez. Dünyamız sık sık hız ve yön değiştirecek olsaydı, üzerinde tutunup, yaşa­ mamız mümkün olmazdı. Fizik alanında tabiatın değişmeyen (statik) yönünü, temel birimler olan elementler oluşturur. Demir, bakır, alüminyum, silisyum gibi elementler, doğada bileşikler halinde bulunurlar. Bununla birlikte yapısal özelliklerini korurlar ve özünde her­ hangi bir değişikliğe uğramazlar. Bahçemize diktiğimiz bir ceviz ya da erik fidanı, beş on sene içinde kocaman bir ağaç olur. Sonbahar gelince yaprak dö­ ker, baharda çiçek açar; ama meyvesi değişmez, hep aynıdır. Ceviz, ceviz olarak; erik de erik olarak varlığını sürdürür. Her değişenin içinde değişmeyen bir öz, bir esas bulunur. Her canlı, bir değişmezlik (statik), öbürü değişkenlik (dinamik) ilkesine bağlı olarak varlığını sürdürür. Öz benliğini koruyarak meydana gelen değişmeye geliş­ me, öz benliğini yitirerek ortaya çıkan değişmeye de çürüme veya bozulma diyoruz. Altmış yaşındaki bir insan, ilkokul sıralarında çekilen fo­ toğraflarına bakınca ne kadar değişmiş olduğunu görür; ancak bu kadar değişmişliğe karşın, yine de kendi kendisi olarak kal­ dığını bilir. İnsanlar, binlerce yıl önce mağaralarda ve ağaç kovukla­ rında yaşıyorlardı. Doğal hayatta bulabildikleri yiyeceklerle besleniyorlardı. Sonra avcılık yapmaya başladılar, daha sonra


TÜRK DÜŞÜNCESİ

111

da bazı hayvanları evcilleştirip, sürüler otlattılar ve nihayet top­ rağı işleyip tarım yapmayı öğrendiler. Klandan, boy ve boy bir­ likleri çağına, kavimden millet durumuna gelinceye kadar bir­ çok sosyal değişime uğradılar. Toplumun değişmezlik (istikrar) halini, maddi alanda coğrafyası, manevi alanda da dil, din, kültür ve gelenekleri oluşturur. Aslında bunlar da mutlak değişmezliğe mahkum şeyler değiller. Bir toplum, yerini değiştirdiği gibi, onun gele­ nekleri de değişikliğe uğrayabilir; ancak her değişiklik, toplu­ mun kendi özünü koruyarak gelişmesine yardımcı olmalıdır. Aksi halde, toplumun istikrarı sağlanamaz. İstikrar olmayınca, toplum kendi özüne yabancılaşmaya ve başkalaşmaya başlar, zamanla kimlik ve kişilik değişimine uğrar. Bundan dolayı her canlı gibi, toplum da kendisini, kendisi olmaktan çıkaracak veya zayıf düşürecek tehlikeli değişmelere karşı, varlığını korumak zorundadır. Bazı hallerde, toplumun güçlenmesi için istikrar kadar, değişim de gerekebilir. Söz konusu değişim, sosyal sis­ temin varlığını koruma amacına yönelik olmalıdır. Devam etti­ rilmesi halinde, topluma fayda yerine zarar verecek bazı gele­ nekler, yeni şartlara uygun hale getirilebilir ya da onlardan büsbütün vazgeçilerek, sistemin daha güçlü olarak ayakta kal­ ması sağlanabilir. Öze zarar vermeyen değişme de aslında top­ lumun devamını sağlamak içindir. Bu durum, bir ağacın kuru­ yan, ya da kurumaya yüz tutan dallarını budayıp, onu güçlen­ dirmeye benzer. Bu genel bilgilerin ışığında, özellikle kendi toplumumuz için bazı değerlendirmeler yapabiliriz. Yanlış algılamaları, kötü niyetleri, maksatlı yorumları gözden geçirebiliriz. Eskiden en değerli binek hayvanı at idi. Zenginler ko­ şumlu atlara binerlerdi. Baba evinden çıkan gelin, yeni evine davul zurna eşliğinde ve at üstünde giderdi. Şimdi yalnızca şe­ hirlerde değil, köylerde de telli duvaklı gelinler, artık ata bin­ miyorlar, süslenmiş arabalara biniyorlar. Yemekler siniler içinde ve yer sofrasında yenirdi, şimdi genellikle masalarda yeniyor.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 12

Biraz hali vakti yerinde olanlar, yer yatağında değil de karyola­ da yatıyorlar :caret malları, eskiden olduğu gibi, deve kervan­ larıyla taşınmıyor, tırlarla taşınıyor. Şehirlerarasında haberleş­ me, güvercin veya posta katarlarıyla yapılmıyor, telefonla olu­ yor. Ulaşım ve iletişim alanında ortaya çıkan buluşlar, o alan­ daki gelenekleri ve alışkanlıkları değiştirmiş bulunuyor. Daha da değiştireceğe benziyor. .

Bunlar yüzeysel değişmelerdir, toplumun milli kimliğini ve kişiliğini yıkmaya veya zayıflahnaya yönelik şeyler değildir­ ler. Toplum açısından yıkıcı ve yıpratıcı olan şey, dil, din ve kül­ türel değerler üzerinde, kasıtlı ve sinsice yapılmak istenen deği­ şimlerdir. Milli ve manevi değerler için: "Onlar eskidi, dünyada her şey değişmiştir, yeniliklere ayak uydurmak lazım. Uzay ça­ ğında artık dini geleneklerin sözü mü olur?" deyip, bunların toplum hayatından artık çıkarılıp atılması gerektiği yolundaki görüşler, çoğunlukla art düşünceli ve maksatlıdır. Bu tür heze­ yanlarla, milli değerlere saldıranlara, her şeyden önce, uzay ça­ ğının öncüleri olan sanayi toplumlarının, kendi kültürleri üze­ rine nasıl titrediklerini göstermek gerekir. Toplumda değişen ve değişmeyen ilişkisini doğru değer­ lendirmek gerekir. Millet için yarınlar çok önemlidir; ama gele­ cek dünden ders ve hız almalıdır. Nesiller arası çatışma olumlu yöne yönlendirilmelidir. Mevsimlik modalara teslim olmuş bir değişim, toplumu geliştirmez, çözülmeye götürür. Durağanlık da gerileme sayılır. Herkesin ilerlediği bir dünyada, olup bitenlere seyirci kalmak, yani yerinde saymak da bir anlamda gerilemektir. Bundan dolayı Hazreti Peygamber: "İki günü eşit olan ziyandadır" buyurur.

Değişme, eğer gelişme ve güçlenme sağlıyorsa değerlidir.


HÜRRİYET ve SORUMLULUK Günümüzde iyi anlaşılmayan, çoğu zaman kötüye kulla­ nılan, istismara uğrayan konulardan biri de hürriyet kavramı­ dır. Zaten en fazla istismar edilen şeyler,·en büyük değerlerdir. Din, insan hakları, eşitlik gibi meselelerin, çağımızda bolca is­ tismar edildiği görülüyor. Bu yüzden bunlara çözüm bulmakta güçlük çekiliyor. Hürriyet, bireyin kendi haklarını, korkusuzca kullanma­ sını ve gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayan bir hukuk zemini­ dir. Ancak bir toplumda güçsüzler iyi işler yapmak için bile hürriyetlerini kullanamıyor, güçlüler de her türlü kötülük için fazlasıyla hür olabiliyorsa, o toplum hastalanmış demektir. Onu sağlığına kavuşturacak olan el, devlet elidir. Devlet, toplumu yalnızca dış tehditlere karşı değil, kendi içindeki olumsuzlukla­ ra karşı da korumak ve kollamak durumundadır. Bundan dola­ yı devlet otoritesine kuvvetle ihtiyaç vardır. Sınırsız istek ve ihtiraslar için kullanılan sorumsuz hürriyetler, hak arama yo­ lunda başkalarına birer engel teşkil eder. Toplumda çoğu za­ man şarlatanlık fazilete, yalan hakikate, çıkar düşkünlüğü haklı­ lığa üstün gelebilir. Vicdanlar ihtiraslara yenik düşebilir. Para babalarının emrinde olan medya, halka ve hakka tercüman ola­ cak yerde, yalnızca çıkar gözeten, kar amaçlı birer organ haline gelebilir. Yalan ve uydurma haberlerle kamuoyu, yanlışlara yönlendirilebilir. Her şeyin toza dumana boğulduğu bir top­ lumda, bireyin, kendi hür iradesiyle hareket ettiğini söyleye­ bilmek, ne derece doğru olabilir? İnsanlar, yalnızca zincire vu­ rulmak, zindanlara atılmak suretiyle hürriyetten yoksun bıra­ kılmazlar. İşte böyle, zihinleri bulandırılarak, başları döndürü-


114

TÜRK DÜŞÜNCESİ

lerek de hürriyetleri ellerinden alınmış, daha doğrusu, çalınmış olur. Hürriyetlerin istismarından kastımız işte bunlardır. Hür­ riyet konusunda her şeyden önce bilmemiz gereken şudur: Ön­ celikle hürriyet nedir? İnsanlar gerçekten hür müdür? Her insan kendi hürriyetini yeterince kullanabilme gücüne ve imkanına sahip midir?

"Hiçbir kayıt ve şarta bağlanmaksızııı evrensel anlamda hürri­ yet, her isteğini yapabilme yetkisidir." Hürriyetin bu ilkel ve doğal şekli, vahşi hayvanların hür­ riyetidir. Bu, bilinçsiz bir hürriyettir ve insan için ideal olan bu değildir. Ormanda yaşayan vahşi hayvanlar, havada uçan kuş­ lar bu anlamda hür sayılırlar. Dışarıdan bakış, onlarda hür bir hayat olduğunu tasavvur eder. Oysa bizim, onlarda seyrettiği­ miz bu hürriyetten onların haberleri yoktur; oysa insanlar, bu vahşi hürriyetin, kendilerine zararı dokunduğu zaman onu ön­ lerler. O zaman hayvanların esareti, insanlar için selamet olur. İlkel insanlar da bu anlamda hürdürler. Cengiz ve Hülagu or­ duları, at üstünde stepler aşarak, ulaştıkları beldelerde yağma­ lar yaparken, kestikleri kafalarla kuleler dikerken hürriyetleri­ nin fazlasıyla tadına varıyorlardı. Oysa medeni insanın hürriye­ ti bu değildir. O, kendisinde şuurlu hürriyeti yaşatır. Bu hürri­ yet, düşünen insanda var olan iradenin esas gayesidir. Buna ruhun hürriyeti derler. Şöyle tarif edilir: "İçten veya dıştan iradeye

yabancı hiçbir kuvvet tarafından zorlanmaksızın, bizzat kendi seçimi ile kendi kendisini belli bir harekete zorlamak hususunda iradenin sa­ hip olduğu kudrettir." Buna, kısaca, baskı altında olmayan irade gücü de diyebiliriz. O zaman ortaya çıkan sonuç şudur: İrade­ mizin gücü kadar hürüz. İradeyi dışardan zorlayan yabancı kuvvetler, en başta ya­ saklar olmak üzere, otoriteler, korkular, örfler ve geleneklerdir. Bunların hepsi toplumdan gelen dış kuvvetlerdir. İradeyi kendi içinden zorlayan ve yine de kendisine yabancı olan kuvvetler ise, alışkanlıklar, istekler ve ihtiraslardır. Dıştan veya içten ge-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

115

len bu yabancı kuvvetlerin itmesiyle yapılan hareketlerin hiçbiri hür hareket değildir. Mesela; üstlerin emriyle yapılan bir hare­ kete, "hür hareket" denilemeyeceği gibi, bir sarhoşun işlediği suça da "hür hareket" denilemez; çünkü o hareket, onun hür ira­ desinin değil, iradeyi yok eden tutkunun, yani, esaretinin hare­ ketidir. İradeye yabana olan dış ve iç kuvvetlerin baskısıyla yapılan hiçbir harekette hürriyet yoktur. Gerçek anlamda hür hareketten söz edebilmek için o ha­ reketin hem dıştan hem içten gelen baskılara karşı koyabilen güçlü bir iradenin eseri olması gerekir. Hür iradeye bağlı olarak gelişen ruhsal hürriyet, aynı zamanda ahlakın da kaynağıdır; çünkü ahlaki hareket iradenin dışında değildir. Bundan dolayıdır ki ancak hür iradeyle yapıl­ mış olan güzel davranışlara ahlak diyoruz. Kötü alışkanlıklara; içki, kumar, aşırı eğlence düşkünlü­ ğü, bedensel haz ve zevklere bağımlı olmak da aynen dış baskı­ lara boyun eğmek, düşmana esir düşmek gibi esarettir. İrade açısından bakıldığında, iç tutkulara olan esaretin, düşman esa­ retinden daha korkunç bir esaret olduğu kesindir. Bireyler için geçerli olan bu durum, toplumlar için de ge­ çerlidir. Milletler bağımsız olmalılar. Yani, millet, milli iradeyi zorlayan dış baskılardan olduğu gibi, iç baskılardan da kurtul­ muş ve korunmuş olmalıdır. "Dış baskılardan kurtulmayı anla­ dık; ama iç baskılardan korunmak da ne oluyor?" diyecek olur­ sanız, onun da açıklaması şudur: Toplum, içindeki egemen güç­ lerin, mafya, çete gibi gizli örgütlerin, zorbaların ve şer kuvvet­ lerin baskısından kurtulmuş olmalıdır. Baskıcı ve yanılhcı güç­ lerin elinde oyuncak olan bir toplumda bireyin kendi hür irade­ siyle hareket etmesi zorlaşır. Bundan dolayı hür irade sahipleri, aileyi, milleti ve devleti isterler. Onların bu kurumlan istemeleri ve bunları ayakta tutacak, güçlü kılacak değerler için birtakım fedakarlıklara katlanmaları, her şeyden önce kendi hürriyetleri­ nin değerini bilmelerinden dolayıdır. Ailesiz, milletsiz ve dev­ letsiz bir hürriyet, insanı hayvanlara yaklaştırır. Devlet iradesi-


116

TÜRK DÜŞÜNCESİ

ne karşı gelen ve onunla bağlarını koparan bir hürriyet de top­ lumu ilkelliğe, anarşiye ve barbarlığa sürükler. Vahşi hayvanla­ ra özgü olan bu hürriyet, toplumu yüceltmez, aksine geriletir. Nitekim barbar toplumlar gelişme gösterememiş, varlıklarını sürdürememişlerdir; ancak sorumlu hürriyeti yaşatan medeni toplumlar ayakta kalabilmiş ve gelişebilmişlerdir. Görülüyor ki hürriyet ile sorumluluk iç içedir. Bir esir, kendisine zorla yaptırılan bir işten dolayı sorumlu tutulamaz. Hür olmayan, sorumlu değildir. Sorumlu olmak için hür olmak gerekir. Hür olmayı, sorumlu olmanın ön şarh olarak görenler, doğru düşünüyorlar; ancak bu doğrunun öbür yanı da doğru­ dur. Eğer sorumlu olmak için hür olmak gerekiyorsa, hür olmak için de sorumlu olmak gerekiyor. Yani, sorumluluk almayan veya almaktan korkan bir hürriyet, sahte ve kof bir hürriyettir. Bunun sahibi, her ne kadar kendisinin hür olduğunu iddia etse de, gerçekte kendi içindeki korkulara esir düşmüş bir zavallıdır. Hür olan sorumluluktan kaçmaz; çünkü ancak o sayede kendi hürriyetini hisseder. Bir insan ne kadar sorumluluk taşıyorsa o ka­

dar hiir sayılır. Ailemiz, milletimiz, devletimiz ve değerlerimiz için ne kadar sorumluluk taşıyorsak, o kadar hürüz. O zaman "sorum­ luyum o halde hürüm" diyebiliriz. Böylece sorumluluk, hürriyetin ön şartı olmuş olur. Konuşmasının sonunda, rahmetli Nurettin Topçu'ya, din­ leyicilerden biri, "Hocam, hür olduğumuz için sorumluyuz, değil mi?" diye sordu Hoca da: "Hayır, sorumlu olduğumuz için hürüz" şeklinde cevap verdi. Ardından da şunu ekledi: So­ .•

"

rumluluk taşımayan hürriyet neye yarar?" İnsan Hakları Bildirgesi hakkında görüşüne başvurulan Mahatma Gandi, şunu diyor: "Bu hakların ilanında ne fayda var? Bunları kim görüp gözetecek ve nasıl uygulayacak ? İşe yanlış yerden başlamışsınız. Bana kalırsa, insanlara görevlerinin neler olduğunu ilan etmekle başlamalıydınız. Hiç şüphesiz, o zaman bütün haklar,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

117

kışm ardmdan ilkbaharm gelmesi gibi, görevlerin ardından koşar ge­ lirdi." Bireyde asıl olan, hür olmak değil, sorumlu olmaktır. En başta peygamberler ve veliler olmak üzere, insanlığın ahlakça yükselmesi için çile çekmiş bütün büyük ruhlar, sadece şahıs­ lardan değil, içinde yaşadıkları toplumdan da kendilerini so­ rumlu tutuyorlardı. Hacı Bayram dervişleri, çarşı ve pazarlarda ilahiler okuyarak, yardım topluyor, fakir fukaraya bakıyordu. Akşemsettin, bayram günleri bile yemeden içmeden kesiliyor ve dua ediyordu. Bayram günü oruç tutmanın haram olduğu yo· ]unda kendisini mektupla uyaran Hoca Efendiye de şöyle yazı­ yordu: "Evet, ben de biliyorum, bayram günleri oruç tutulmaz. An­

cak oruç için niyet şarttır. Lılkin ben oruca niyet etmiyorum, sadece aç kalıyorum. Bayram dolayısıyla halk, eğlenceye, zevk ve sefaya düşü­ yor. Birçokları da aşırı gidip, günah işliyor. Bu yüzden üzer/erine bir bela gelmesin diye onlara dua ediyorum. Aç iken yapılan duaların, kabul olunma ihtimali daha fazla olduğu için aç kalıyorum." Hürriyetin asıl değeri, sorumlu hareketin sonucunda kendisini gösterir. Severek ve isteyerek yaptığımız her işte; öğrenmede, sanatta, fikirde, ahlakta ve ibadette hürriyetimizi doyasıya yaşa­ rız. Başarıya götüren sorumlu ve hür hareketin asıl gayesi ise Allah'ı aramak ve O'nun rızasını kazanmaktır. Bundan dolayı din, bütün samimi hareketlerimizin gayesidir.


SÖMÜRÜ DÜZENİ: EMPERYALİZM Kasten ve bilerek bu yabancı kelimeyi kullanıyoruz, çün­ kü emperyalizm kavramı, Batı'ya has ve Batı'nın uygulaya gel­ diği bir zulüm metodudur. Bununla beraber buna sömürgecilik demek de mümkündür. Yaptıkları zulüm için silah dayadıkları da sıkça görül­ müştür; ama silah dayamak şart da olmamıştır. En ince yollarla ve hilelerle, siyasetle bu işi yürütmüşlerdir ve yürütmektedirler. Emperyalizmin en tehlikelisi kültür emperyalizmidir ki bugünkü şekli daha çok bu olmuştur. İşin dehşet verici yanı, sömürülen ülke insanının bir kısmının, başta aydınların çoğu­ nun, bu işe gönüllü hale gelmiş olmasıdır. Zaten emperyalizmin en emin yolu, o ülkenin eğitim sistemine müdahale ve kendisi­ ne uygun insan tipi yetiştirmektir. Aşama aşama her kesimden, sanayiciden, ilim adamından, medya mensubundan, siyasetçi­ den, eğitimciden, kendilerine uygun insanın yetişmesi için gizli veya açık çaba sarf ederler. Bu çaba, alıcının gönül rızası, isteği ve tutkusu ile birleşirse işler yolunda gider. Ataların tecrübeleri kendilerinden sonra gelecek nesiller için önemlidir. Zira bu tecrübeler hayat örnekleridir. Deyim ye­ rinde ise nesillerin deniz fenerleridirler; hayat gemisine yol gös­ terirler. Gençler bu tecrübeleri bir yandan yaşayan büyüklerin­ den, diğer yandan ise tarihlerinden öğrenirler. "Türk tarihinin en btiyük özelliği nedir?" sorusunu burada sorabilirsiniz. Bütün yerli ve yabancıların bu soruya verecekleri cevap, eğer art niyet­ li değilseler şöyle olurdu: "Türkler fatihtiler ama emperyalist değildiler."


TÜRK DÜŞÜNCESİ

119

Türk vatanı Türk'ün atının ayağının bashğı yerdir. Bir Alman tarihçisi olan Ulrich Klever'in ifadesi ile kainatta Türk'ün ahnın nallarının değmediği toprak par'<ası yoktur. An­ cak onları bu yeryüzüne yayan veya bu tarihçinin deyimi ile: "Tarihi varlık haline getiren sömürü tutkuları değil, insanlara ve toplumlara adalet ve hürriyet vermek suretiyle düşünce ve inanç özgürlüğü sağlamaktı." Avrupa tarihini anlamak ve açıklamak için Osmanlı Türk tarihini bilmek gerektiği gibi, dünya tarihini Türkler olmadan öğrenmek ve değerlendirmek mümkün değildir. Türkler üzeri­ ne ayrıntılı araşhrmalar yapan Alman araştırmacı Blumenthal ise Türkler hakkında şunları kaydeder: "Türkler denilince biz Almanlar, çoğu zaman bizde yaşayan ve Boğaz' dan (İstanbul Boğazı) gelen işçileri gözümüzde canlandırırız. Fakat son ikibin yıl içerisinde neredeyse Avrupa'nın ve Asya'nın tüm halkları, bu Türk halkları ile temas halinde oldu ve onları vahşi savaşçı­ lar olarak tanıdılar. Lakin bu göçlerle birlikte neredeyse her za­ man kültürel yenilikler ve kültürel ilerlemeler meydana gelmiş­ tir. Böylece denilebilir ki; Eğer Türk halkları olmasaydı, bugün Avrupa daha kötü durumda olurdu." Türkler'in İslamiyet'le tanışmaları, Halife Hz. Ömer dö­ neminde başlar. Daha sonraki yıllarda Türklerin topluluklar halinde Müslüman olduğu görülür. Hz.Muhammed (s.a.)'in amcası Hz. Abbas'ın küçük oğlu Hz. Kusem'in türbesi, bugün Özbekistan'ın Sermerkant şehrindedir. Türkler, Müslüman ol­ duktan sonra tarihte büyük imparatorluklar ve medeniyetler kurmuşlardır. Bugün Türklerin yoğun olarak yaşadığı topraklara Türk ülkesi ve bu ülkelerin tümüne "Türk Dünyası" adı veriliyor. Türk Dünyası'nın dil, din, ırk, kültür ve medeniyet bakımından ortak paydaları vardır. lsıg Köllü Türkler'in Batı macerası da emperyalist değil­ dir. Her maceranın bir başlangıcı, belli süreçleri ve sonu vardır. Batı, Türkler'in Batı'ya gelişini haJa bir maceradan ibaret san-


120

TÜRK DÜŞÜNCESİ

maktadır. Aslında Türkler'in bu Batı tutkusunu macera olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bir yerde bir hareket varsa mutlaka onu hareket ettiren bir sebep vardır. Hiç kimse durup dururken rahatını bozacak bir hareket yapmaz. Macerada önce­ den tayin edilmiş bir hedef olmamasına karşılık maceranın sey­ ri, hedefi de belirlemede rol oynar. Türkler Batıya yöneldiğinde hedefleri gidebildikleri kadar ileridir. Bu gidebilecekleri hedefin adı

Kızılelma'dır. Kızılelma bir ufuktur. Yaklaşıldıkça uzaklaşan bir hedef Yakalayacağım diye peşinden koşarsın, bir sürü maceralar yaşa­ tır sana bu yakalama tutkusu. İşte Türklerin Batı tutkusu da böyledir. Bu tutku onları Finlandiya, Roma, Viyana'ya kadar götürür. Gi ttikleri yerlerde hep kalıcı olarak davranırlar. Ora­ larda soylarını devam ettirirler. Ancak bir zaafları vardır. Düş­ manları bu zaafı keşfettiğinde onları kolayca asimile edebilmek­ tedir: "Türkler kolay aldanırlar." Bilge Kağan da milletinin bu özelliğine dikkati çeker: "Ey Türk bir doyduğun vakit açlığı unutursun. Çinli'nin güzel kızına, ipeğine aldandın. İlini töreni terk ettin. Öleceksin! Öleceksin! Öleceksin!" Yılan, Türk'ü hep bu iki zayıf noktasından sokmuştur; dün Çinli, bugün Batı. Milli Mücadele Türk'ün ateşle imtihanı; ölümden dönüşüdür. Tuzaklar her zaman kuruludur. Tuzaklara dikkat! Gü­ nümüzün tuzaklarına gençlerin dikkat etmesi gerekir. AB ve BOP veya GOP bir tuzak mıdır? Dinler arası diyalog bir Hıristi­ yanlaştırma faaliyeti midir? Bunlar günümüzün gençlerinin üzerinde düşünmesi gereken önemli konulardır. Bütün sosyal araştırmaların kimi yeni, kimi eski, tarihi araştırmalar olduğu kabul edildiğinde, konunun tarihi varlık alanı içerisinde ele alınması bir zorunluluktur. Zira bütün sos­ yal olay ve olgular tarihidir. Şu andaki sosyal olaylar da, araş­ tırmaya başladığımız andan itibaren "olmuş" olaylar olacaktır. Tarih yalan söylemez, yeter ki tarihi belgeler gerçek belgeler olsun. Tarih bir milletin hafızası, tarihi belgeler ise bunun bilgi­ leridir. Daha açık bir ifade ile hafızanın tazelenmesi belgelerin bilinmesi ile olur. Bu sebeple gençlerin kendilerini sorgulaması ve bir hafıza yenilenmesine tabi tutması gerekir. Zira Türk Mil-


TÜRK DÜŞÜNCESİ

121

leti'nin en önemli zaaflarından birisi de kolay unutmasıdır. Türk'ün hafızasını her an taze tutmak ve yenilemek gerekir. Sık sık hahrlatmadıkça, ne yazık ki Türk'ün hafızasını yenilemesi kolay olmuyor. Türkler Müslüman olduktan sonra farklı bir görev üstle­ nirler: "Kızılelma" ülküsü, "IJay-i kelimetullah" (Allah adının yüceltilmesi) ülküsü ile bütünleşir ve "Türk-İs!am Ülküsü" ha­ line gelir. Osman Turan'ın ifadesi ile bu, "Türk Cihan Hfikimiyeti Mefkuresi" dir. Bu mefkure artık Türk'ün hayat iksiridir.

Millet-Devlet-İslfim, Türk'ün şuurunu meydana getiren üç ol­ gudur. Milletsiz devlet, devletsiz din olmayacağı gibi, dinsiz bir millet ve devlet olamaz. Her üçünün de simgesi dildir. Din dili­ ne dönüşmeyen dilin, dile yansımayan dinin yaşaması mümkün değildir. Halide Edip Adıvar'ın deyimi ile: "Bir milleti yok et­ menin iki yolu vardır. Dinini ve dilini bozun; o milleti yok eder­ siniz". Zaman zaman gençlerden: "Keşke dedelerimiz bu kadar hoşgörülü olmasaydı. Batı emperyalizmi gücünü kullanarak dünyayı sömürü düzenine çevirdi. Güçlü olduğumuz zaman­ larda asimilasyon yapsaydık bu sömürü düzenini durdurabilir­ dik. Buna gücümüz yettiği dönemler vardı" şeklinde bir itirazla karşılaşıyoruz. Bizlerin de böyle düşündüğü dönemler olmuş­ tur. Belki de ha.Ja içimizde tarihimize bu itiraz vardır. Ancak şunu unutmamak gerekir; "Küfürle devlet payidar olur, zulüm­ le olmaz". Atalarımız bütün politikalarını zulme karşı oluştur­ muşlardır. Batı'nın emperyalist zulmü de sona erecektir. Yeter ki Türk genci, Türk olmanın gurur ve şuurunu muhafaza etsin. Atatürk'ün ifadesi ile "Türk, övün, çalış, güven!" düsturuna uy­ sun. Batılı'run kafasında hak ve adalet kavramları yoktur. Batı­ lı menfaatinin olduğu yerdedir. Onlar menfaatlerini elde ede­ bilmek için yaşarlar. Bunun için de emperyalist politikalar üretmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin adı Osmanlı İmparatorluğu değildir. Onun adı "Devlet-i Aliyye" dir. Yüce Osmanlı Devleti


122

TÜRK DÜŞÜNCESİ

anlamına gelir bu isim. Batı'nın emperyalizmden bozma impa­ ratorluk kavramı Türk'e yabancıdır. Emperyalizm üç olgu üzerinde kendisini gösterir. Bunlar din, siyaset ve ekonomidir. Daha açık bir ifade ile din, siyaset ve ekonomi emperyalizmin meşrulaştırma araçları olarak emper­ yalistler tarafından kullanılırlar. Özellikle bir din emperyalizme teşvik sağlıyorsa siyasi ve ekonomik emperyalizm daha da ko­ lay meşrulaştırılır. Ortaçağda Batı kendi insanım din vasıtasıyla sömürdü. Din adamları (ruhbanlar) serf-senyör ilişkisinde sen­ yörün yanında yer alırken halkı da din vasıtasıyla senyöre bağ­ ladılar. İslam Dini ve Türk Kültürü bu tür bir sömürüye uygun değildir. Bu sebeple biz, kültür emperyalizmine kapalı bir millet idik. Emperyalizmin en tehlikeli olanı kültür emperyalizmidir. Zira kültür bir toplumun, milletin hayat biçimidir, yaşaması için zorunludur. Demek ki, bir milleti sömürmenin veya yok etme­ nin aracı onun kültürünü bozmak, ortadan kaldırmak veya em­ peryalist gücün hizmetine uygun hale getirmekle mümkündür. Bunun için üç süreç devreye sokulur; alışhrma, telkin süreçle­ rinden sonra kabul aşamasına geçilir. Kültür değiştirilerek sö­ mürüye müsait hale getirilir. Bu süreçte değişim ajanlarına rol verilir. Genelde bu değişim ajanları sömürülen veya sömürül­ mek istenen ülke insanlarından oluşturulur. Atilla İlhan'ın de­ yimi ile her toplumda %1 0 hain rezervi vardır veya potansiyel olarak vardır. Emperyalistler bu insanları bulmakta zorluk çekmezler. Ülkemiz için bu hain rezervinin %1 0'ların üzerinde olduğunu söylemek abartılı olmaz. İşin dehşet verici yam belli bir elit grubun, aydınların çoğunun bu işe gönüllü hale gelmiş olmasıdır. Bir ülkede aydın-halk çatışması varsa halkın aydına güveni yok demektir. Hele bu aydın denilen kişiler başkalarına kiralanmış ise halkı kendisi olmaktan koparmaya çalışırlar. Aydının en önemli özelliği eğitimli kişi olmasıdır. Bu se­ beple emperyalizmin ilk hedefi, sömüreceği halkın eğitim sis­ temine hakim olmaktır. Böylece kendilerine uygun insan tipi


TÜRK DÜŞÜNCESİ

123

yetiştirmek için eğitim sistemlerine müdahale ederler. Aşama aşama her kesimden, ilim adamından, sanayici ve iş adamın­ dan, medyadan, siyasetçiden, eğitimciden kendilerine uygun insanlar yetiştirmek için çaba sarf ederler. Bu süreçte dini ve etnik farklılıkları öne çıkartırlar. Kişilerin maddi ve manevi ih­ tiyaçlarını istismar ederler. Geçmişi kötülerler, millet büyükle­ rini aşağılarlar veya kendilerinden gösterirler. Gelişmişlik ölçü­ sü olarak yalnız kendi kültürlerinin olduğunu kabul ettirmeye çalışırlar. Tuzaklar kuruludur, tuzaklara düşenleri avlarlar ve onlara makamlar verirler. Böylece yönetime hakim olurlar. Kendilerine hizmet edecek sivil toplum kuruluşları kurarlar. Bu kuruluşlar vasıtasıyla baskı grupları oluştururlar. Bunlar gizli ellerdir. Gizli olduğu kadar kirli ellerdir. Kişiler bu kirli elleri göremezler. Bir zaman sonra görseler de geri dönemezler. Bun­ lar kişi veya grup olarak görünürler; ama gizli birliktelikleri bu aşamada artık gizli devlettir. Toplumları ve milletleri bu gizli devlet vasıtasıyla yönetirler, yönlendirirler. Şimdi gözlerinizi kapatın bu söylediklerimizi kendiniz ömeklendirin. Aşağıdaki örneklendirmeler sizlerin bazı konula­ ra dikkatinizi çekmek içindir. Ancak şunu unutmayın; emperya­ listlerin nihai hedefi Türklük alemidir. İslam alemi, Türklük alemi ile yaşayabilir. Bugün yapılanlar çevreden kuşatma hare­ ketleridir. Batı, Anadolu'yu ele geçirinceye kadar emperyaliz­ mini üzerimizde devam ettirecektir. Emperyalistlerin ülkemiz ve İslam dünyası üzerindeki emelleri bitmeyecektir. Dini, ekonomik ve siyasi menfaatleri bunu gerektirmektedir. Emperyalizme karşı durmak Türk'ün ve İslam'ın var olma şartıdır. Şimdi isterseniz önce Reşat Nuri Güntekin'in 1 930'1arda yazmış olduğu bir hikayeyi okuyalım, sonra bunun üzerinde düşünerek devam edelim:


124

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Tanınmayan Adam Çocuk yüzükoyun halının üstünde yatmıştı. Önünde bir haftalık mecmua vardı. - Ne okuyorsun Can ? - Bir şey okumuyorum. Bilmece hallediyorum. Beş lira mükiifatı var. - Ne imiş o bakayım ? - On dört tane tanınmış adam resmi. Bunların kim olduklarını bilecekmişiz. -Kaç tanesini bildin ? - Üç tanesini... Pehlivan Çoban Mehmet, Marlen Dietrich, Arsen Lüpen. Abla gülmeğe başladı: -Arsen Lüpen sahici adam değil, roman kahramanı ... Can şaşırdı: -Arsen Lüpen yok mu? Ben onun kaç tane resmini gördüm. - Yok ya... Onlar romancının, ressamın uydurmaları ... -Peki, o kurnazlıkları kim yapıyor? - Hiç kimse... - Yazık. Can 'ın gözleri mahzunlaşmıştı. Arsen Lüpen'in sahiden yaşamaması­ na bir akrabası ölmüş gibi üzülüyordu. - Hem daha sen pek küçüksün Can... On yaşına yeni bastın... Bu meşhur adamları tanımak için insan hiç olmazsa yirmi yaşına gelmiş, lise tahsilini bitirmiş olmalı... O da yetmez ya... Gel beraber çalışalım ... Becerirsek beş lirayı paylaşırız. - Olur abla... İki kardeş yarım saatten fazla uğraştılar. Nafile. Tanınan biiyüklerin sayısı bir tiirlii sekizden yukarı çıkmıyordu. - Bu kadarını göndersek acaba miikfifatın yarısını verirler mi? Kız, Can 'ın yanağına bir fiske vurarak güldü: -Aptal hiç böyle şey olur mu? - Şimdi bu kadar çalıştığımız boşa mı gidecek? Ablanın gözleri birden bire parlamıştı: -Aklıma bir şey geliyor, dedi, yukarıda ağabeyimin misafirleri var. Hepsi iyi tahsil görmüş koca koca gençler... Galiba bir tanesi de Avrupa'da okumuş ... Bunlar zamanın biiyüklerini mutlaka tanırlar... Mükiifatı kazandık Can... Çocuklar ellerinde resimli mecmua ile salona girdikleri zaman misafir­ ler o günkii meraklı maçlardan bahsediyorlardı. Fakat küçük /ano'yu hepsi


TÜRK DÜŞÜNCESİ

125

severdi. (Can'ı aile yakınları Jano diye çağırırlardı. Bu, gerçi adları kısaltma kaidesine aykırı olarak Can 'dan daha uzundu ama kulağa daha hoş geliyordu.) Misafirler Jano'yu öpüp sevdikten sonra onıın hatırı için üç beş dakika ciddi münakaşalarını bırakmağa razı oldular ve masanın etrafına toplanarak resimleri tetkike başladılar. Çocııklar sekizden yııkarı çıkamamakta haklıydılar. Müsabaka pek ço­ luk çocuk işi bir şey değildi. Buradaki meşhurları tanımak için yirminci asrı inceden inceye tanımış olmak lazımdı. Fakat misafir bayanlar, baylar, ateş gibiydiler maşallah ... Resimleri bir bakışta tanıyorlardı: - Rejisör Sesil B. Dö Mil. - Lindberg'in çocuğıınu çalan Hoptnıan. -Amiral Balbo. Yalnız bunların arasında kara sakallı, ıızun kabarık saçlı bir adanı vardı ki çehresi kimseye bir şey söylemiyordu. O da bilinse seri tamam olacak. Mükfifat kazanılacaktı. Fakat bütün bu okııyııp yazmış insanlar, bir türlü onu bulup çıkara­ mıyorlardı. Mecmua, ya okııyııcıılarma bir azizlik etmek veya bilmeceyi bilin­ mez bir şekle sokarak mükafat parasının üstüne oturmak istemiş olacaktı. Bayanlardan biri, derin bir düşünceden sonra: - Buldum galiba, karılarını yakan meşhur mavi sakal Landru olacak. Fakat bir başkası derhal itiraz etti: - Yanılıyorsıınıız, Landrıı 'yıı tanırım. Daha zayıftır. Saçları hafifçe dökülmüştür. Sivri ve hassas bir burnu, acayip bir ağzı vardır. Nerede onun esrar, zehir ve ateş dolu gözleri, nerede bu ? Bu çehre için kendisini göz göre göre ocakta yaktıracak babayiğit kadın nerede? Misafirler haykıra haykıra gülmeğe başladılar. Kahkahalar salonun bir köşesinde kendi .t mdine uyuklayan yaşlı amcayı uykusundan ııyaııdırmıştı. O, bir şey anlamadan gülenlere bakıyor: - Ne var, ne oldıı ? Bana da söyleyin diyordu. Yaşlı amcaya bu davayı anlatmak, deveye hendek atlatmak demekti. Gençlerden biri: - Orada on dört resim var, dedi, on üçünün kim olduğunu bildik, on dördüncüyü bilemiyorıız. - Bana da bir kere gösterin bakayım. Belki tanırım?


1 26

TÜRK DÜŞÜNCESİ

- Misafirler tekrar makaraları koyııvermemek için kendilerini zor zaptettiler. Yaşlı amca yerinden kalkmış, masaya yaklaşmıştı. Gözlüğünü takarak resimlere eğildi: - Hangisi bakayım, dedi... Şu mu ? Tanıdım. Ben Gelibolu 'da mektep çocuğu iken ölmüş, Namık Kemal diye bir adamcağızdı.

Reşat Nuri mezarından kalkıp bu günleri görseydi, ne ha­ le gelirdi. O gün söylediklerini bile söyleyemez halde dili tutu­ lurdu.

Bir ülkenin insanları kendisinden ziyade başkasını tanır hale gelmişse, başkasının değerlerini, değer hükümlerini kullanır olmuşsa, bıınun adı ne Batılılaşma, ne çağdaşlaşma, ne modernleşme, ne de kal­ kınmadır. Bunun bir tek adı vardır; o da köle/eşmedir. Köleler ise, efendilerinin istediği kadar ve istediği oranda bir seviyeye ka­ vuşmak durumundadırlar. Bu zincirleri kırmaya kalkınca da şamata başlar. Kültür yozlaşması -ki bir anlamda başka kültürlere hak­ sız bir yenilgi demektir- diğer yenilgilere benzemez. Türk mille­ ti Avrupalı düşmanlarını İstiklal Savaşı'nda yenmiştir. Fakat silah, savaş gücü ve iman gücüyle elde edilmiş taze bir zafer bile o kültür yenilgisini önleyememiştir. Ne binlerce senelik örf­ ler, ne camileri dolduran cemaatler, ne de uyku ve karınca dua­ ları, hiçbiri neticeyi değiştirememiştir. Hiçbir milli, manevi, kül­ türel değere inanmayan bir neslin yetişmekte olduğunu gören­ ler, gelecek hakkında korku ve dehşete kapılmaktadırlar.

Milliyetçiliğin ve İslıfoı'ın bir kültür mücadelesi, bir ahlfik ter­ biyesi, bir iyilik ve hizmet yarışı olduğu anlaşıldığı ve bu yolda hareke­ te geçildiği gün, ümit güneşi ufuktan doğmuş olacaktır. Günün dünya şartlarını bahane etmemeliyiz. Günün şart­ larının değişik ve bozuk olduğu doğrudur. Fakat şartları yön­ lendirmesini bilen, hatta şartların üstüne çıkabilen fert ve top­ lumlar, başarı kazanabilirler. Bugün modem hayat, kişiyi bir kitle insanı yapmıştır. Kit­ le, insanların şahsiyetlerinin bütünü ile değil, bir kısmı ile özel­ likle dış yüzüyle katıldıkları, iç varlıklarının iştirak etmediği,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 27

harici, anzi birtakım değişken ilişkiler vesilesiyle, birbirleriyle karşılaşmaksızın bir araya gelmeleri ile oluşur. Giderek alışkan­ lıklar arttıkça, iç varlıkları da kitle psikolojisine katılır. Ancak din ve milli kimlik, insanı kitle insanı olmanın tehlikelerine, şahsiyetinin parçalanması veya silikleşmesi tehlikesine karşı korur. İktisadi çerçeveler de insanımızı hem muhtaç ve mağdur hale getirmeye, hem de kendi özünden uzaklaşmaya doğru zor­ lamaktadır. Milliyetçi ve dindar insanlar, sorumsuz, kuralsız, insaf­

sız ve vicdansız bir kapitalizmin ve aynı şekilde sorumsuz ve ahlfiksız, azgın bir ferdiyetçiliğin karşısındadır. Bunlara karşı çıkmak, mutlaka komünist veya benzer bir zilıniyete sahip olmayı gerektirmez. Halk adına yükselen ve haksız servetlere dokunan her sesi komünistlikle suçlamak doğru olmaz. Komünistlik de insanı aynı maddeci zihniyetin pençesine düşürüp ezen, milli ve dini şahsiyete, adil bir anlayışa yer vermeyen, bir başka sistemdir. Esasen insam bu sistemlerden birine mahkum etmek, başka bir yol yokmuş gibi telkin etmek, çirkin bir da­ yatmadır. Yakın geçmişte bıı dayatmaların oyunlarını ve acı neticele­ rini gördük, yaşadık. Hür insan, hiçbir akımın emrine girmeyen, hür bir akla ve hür bir vicdana sahip olan insandır. Bugün bir kısım teknolo­ ji ataklarıyla ve onun bizi teskin eder görünmesiyle bir rahatla­ ma dönemine girildiği zannedilmektedir; fakat bu durum alda­ tıcıdır. Sadece, dünkü sermayeye karşı çıkanlar bugün sermaye sahibi olmuş, dine karşı çıkanlar bazı cemaatlere ve menfaat gruplarına dahil olmuştur. Gerçek ve doğru yolda olanlar, ol­ mak isteyenler, milli şahsiyetini kaybetmek istemeyenler, dün olduğu gibi bugün de, maalesef yalnız ve sayıca azınlıktırlar. Teknoloji; putperestlik veya hipnotize edici hale gelmeye başlamıştır. Bu çağdaş putperestliğe ve modernizmin açtığı uçurumlara, ancak üstün bir ideoloji ile karşı çıkılabilir. Tekno­ lojiden ve modern hayattan vazgeçemeyeceğimize göre, bunlara esir olmamak; fakat bunu üstün bir ideoloji ile yorumlamak ge­ rekir. Teknolojik hayatta geriye dönüş, yani mevcut teknolojiyi


128

TÜRK DÜŞÜNCESİ

terk etmek, hiçbir şeyin çözümü olmaz. Aksine birçok yeni problem yaratır. Önemli olan insanı, dini, vicdani, ahlaki, kültü­ rel, milli değerlerin ihmaline izin vermeyecek hakikat anlayışına sahip olacak şekilde yetiştirebilmektir. Sloganlara kapılmadan gerçekleri görebilmek lazımdır. İyi öğrenmek, sorunları doğru anlamak, doğru değerlendirmek zorundayız. Yenidünya düzeni, zulüm tuzağıdır. Küreselcilik,

bazı gerçekleri istismar eden, bazı gerçekleri yönlendiren kapitalizmin maskeli yüzüdür. Evrensel kültür iddiası, tam bir emperyalizm tuzağı ve yutturmacasıdır. Tek bir kültür olamayacağı için, evrensel kül­ tür de olamaz. Bir kültürün dışında başka kültürler vardır. Bazı müşterek insani değerler (insan hakları, yalan söylememek, hır­ sızlık yapmamak, adil olmak gibi) evrensel kül tür demek değil­ dir. İngilizce, Batı müziği, Bah yiyim ve giyim tarzı gibilerin hakimiyet kurmasına, insanların bunlara alışmasına evrensel kültür deniyor ki buna ancak sömürge aydını ve sömürge insanı inanabilir.

"Çağdaş", "modern", "medeniyet", "Batılılaşma" gibi kavram­ lar doğru anlaşılıp doğru değerlendirilmelidir. Bunlar için özel ça­ lışmalar yapılarak bilimsel yaklaşımlarda bulunulmalıdır. Ço­ ğulculuk, demokrasi bahane edilerek yapılan telkinler, son de­ rece tehlikelidir. Çoğulculuk, mozaik safsatasının bir başka şek­ lidir. Hümanizm, insanlık sevgisi ve insanlık ideali ile karışhrı­ lan, gerçekte insanın kendi kendisine tapması demek olan bir felsefi akım, belirsiz ve karanlık bir zihniyettir; insan-tanrı veya tanrı-insan şeklindeki anlayışın Batı dilindeki adıdır. "Ilımlı İslam", "İbrahim! Dinler", "Dinler arası Diyalog" kavramlarına gelince; Müslüman en çok bu konuda yanıltılmak­ tadır. Ilımlı İslam içi boşaltılmış, etkisizleştirilmiş bir İslam, da­ ha doğrusu insani bir düşünce gibi kullanılmaktadır. Bu anla­ yış, Batılılar'ın ve Batılılar'dan utanan aşağılık duygusuna ka­ pılmış bazı Müslüman okuryazarın arzu ettiği bir İslam anlayı­ şıdır.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

129

İslamiyet zaten barış, adalet, hayır ve merhamet özellikle­ riyle doğuştan rahmet dinidir. Ve bu öteden beri böyledir; Hz. Peygamber de rahmet nebisidir. Bu apaçık bir hakikat iken buna bir de "Ilımlı" kavramını eklemek ne demektir? Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Bununla verilmek istenen mesajın amacı nedir? İbrahim! Dinler diye bir din grubu yoktur. Hz. İbrahim'in tevhid inancı, daha da yukarı seviyeye taşınarak, İslamiyet'te devam etmektedir. Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta İbrahim'in sa­ dece adı geçmektedir. Sonra bir peygamberin birden fazla dini olmaz ki. Çoğul olarak "dinler" deyip, neden İbrahimi Dinler diye bir görüş taşıyalım. İlkeleri kesin kurallarla belirlenmiş olan İs!am dinini neden ve ne hakla böyle bir belirsizlik içine terk edelim? Dinler arası diyalog, Vatikan'ın başlattığı (1962-65) Müs­ lümanları ve Müslümanlığı, Hıristiyanların kanatları altına sokmak için yapılan yeni bir misyonerlik hareketidir. Bizimkile­ rin yaptığı ise, Hıristiyan ruhbana taviz vermekten ibarettir. İki veya üç dinin adeta evliliği için ablan adımları, din mensupları­ nın normal ilişkileri ile karıştırmamalıdır. Bu ve benzeri sorunlar, doğru değerlendirilmeli, doğrusu öğrenilmelidir. Uyutulma noktalarımıza dikkat edilmelidir. Düşmanların iyi bildiği zaaf noktalarımız, bizlerce de bilinmeli­ dir. Batı'yı, Batı insanını ve onun karakterini iyi tanımalı, dünyaya hükmetmeye çalışmalarının gerçek sebebini iyi tahlil etmelidir. Tutumlarının iki önemli sebebi, iktisadi menfaat ve refahlarının artarak devamı için Hıristiyan dinin arkasına sı­ ğınmaktır. Hıristiyanlığı kalkan olarak kullanmak isteyen Batılı toplumların sosyal hayatta bu dinin kurallarını diledikleri gibi değiştirdikleri görülmektedir. Kapitalizmin oyuncağı olmuş dinleri ile projelerini güçlendirmek istemektedirler. Haçlı zihni­ yetinin, değişik metot ve tavırlarla, bazen açıkça, devam ettiği görülmektedir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 30

Batılıların meşhur "Şark Meselesi" (Doğu Siyaseti) devam ehnektedir. 13. yüzyıldan beri Avrupalılar, Türkleri Orta Asya bozkırlarına sürmek hayalini yaşamışlardır. Bu hayallerini, fır­ sat buldukça gerçeğe çevirmek için bir hayli deneme yaptılar. İstiklal Savaşı'na sebep olan işgal, son denemelerinden biridir. Bugün, günün şartları ve kazanılan sosyal seviye gereği, tavırla­ rı sadece şekil değiştirmiştir. Türkleri vatanından atma veya orada bölünüp parçalan­ mış ve iktisadi-kültürel olarak esir edilmiş duruma getirme pro­ jelerine dikkat edilmelidir. Bir taraftan medet umduğumuz dış dostlarımızı (!) iyi tanımalıyız. Ne yazık ki bugün bunlara aldırış ehneyen veya gaflet içinde olan, her kesimden insan var. Bunların aydın denilen kimselerden olması, sanayici veya yönetici olmaları, hiçbir şeyi değiştirmez, sadece bize üzüntü verir.

2005 yılı sonunda Ankara'da yapılan TÜSİAD toplantı­ sında bir sanayi kuruluşu sahibi ve yöneticisi özetle ve başlıklar halinde şöyle diyor: ).o>

Önümüzdeki yıllara damgasını vuracak olan te­ mel unsurlardan biri küreselleşmedir.

).o>

Küreselleşme, katılsak mı, katılmasak mı diye düşünebileceğimiz noktayı aştı.

).o>

Refah, uluslar arası düzeyde üretiliyor.

).o>

Ekonomiyi, küreselleşmeye ayak uyduracak bi­ çimde yeniden yapılandırmalı.

).o>

Küreselleşme süreci, aynı zamanda büyük ticari birliklere ve bölgelere ayrılma sürecidir.

).o>

AB gibi büyük ticari birliklerden birinin çatısı al­ tına girmeli.

).o>

AB sürecinin kararlılıkla sürdürülmesi gerekiyor.

).o>

Tepkiler bizi tereddüde sevk etmemelidir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

131

»

Kriz odaklarının genel olanı Ortadoğu, özel olanı Kuzey Irak ve Kıbrıs'tır. Kıbrıs için çözüm for­ müllerini biz yaratmalıyız. Mevcut statükonun korunması aleyhimizedir. Yalnız K.K.T.C.'nin varlığı boyutu, aleyhimize statükodur.

»

Eğitim sistemimizi AB ve küreselleşmeye göre ciddi bir reforma tabi tuhnalıyız. Müfredatı gün­ celleştirmeliyiz.

Aynı toplantıda diğer bir sanayi kuruluşu sahibi ve yöne­ tici de şunların üzerinde durmuştur:

»

IMF destekli makro uyum programları birbiri ar­ dına başarıyla ve itina ile uygulandı.

»

Yabancı sermaye yatırımlarının artarak devanı etmesi için yabancılarm gayrimenkul ediııimiııdeki hııkukl boşluğun bir an öııce doldurulması gerekir.

»

Yatırım ortamının hukuk güvenliğini sağlaması beklenen "İdari Yargılama Usulü Kanunu" ilgili düzenlemede bir türlü ilerleme kaydedilememek­ tedir.

»

Türkiye'nin AB'ne tam üyeliği, topyekun bir top­ lumsal dönüşüm, kapsamlı bir iç ve dış iletişim projesidir. Ekonomik olduğu kadar siyasi bir pro­ jedir.

»

Topyekun bir dönüşümden söz ediyorsak, tüm kurumların istek ve hedefi gözden kaçırmadan sürece katılımından söz ediyoruz demektir. Bu mekanizmayı çalıştıracak olan siyasi iradedir.

»

Türk toplumunun AB süreci konusunda doğru ve düzenli olarak bilgilendirilmesi, AB konusu­ nun ülke gündeminin birinci sırasında yer alması gerekmektedir. İç tanıtım ve iç iletişim stratejisine önem verilmelidir.


132

TÜRK DÜŞÜNCESİ Fazla demokrasinin Türkiye'yi dış güçlere karşı zayıf düşüreceği inancı, kendi kendimizi zayıf düşürmenin en önemli aracı haline geldi. İfade özgürlüğünün önüne konan engeller tam anla­ mıyla ortadadır, kaldırılmalıdır. Demokratik hak­ ların kullanılması sırasında güvenlik güçlerinin oransız güç kullanımına göz yumulmamalıdır.

Kültürlerin özgürce gelişebileceği ortamlar yaratılma­ sını, Türkiye'yi bölme planlarınm bir parçası olarak görmemeli, demokrasimizi orta seviyede tutmayıp, ev­ rensel ölçülere göre geliştirmelidir. Sanayiden başka her şeye burnunu sokan; kültürü, eğiti­ mi, şahsiyeti, kanun yapmayı yönlendirmek isteyen sanayicinin öngördüğü tabloyu tercüme ederek tekrar bakarsak şunları gö­ rüyoruz:

12 havariden ilham alarak 12 yıldızlı bayrağı ve tek bay­ rağı ile, tek meclisi ile; yani tek devleti ile, üyelerinin iç işlerine ve kanunlarına müdahalesi ile, kültüre, eğitime, iç ve dış siya­ setlerine müdahalesiyle bir AB'ne teslim olma, bizi kalkındırır. Sanayicilerimizin bunu istemesi, uluslar arası kapitalizmin tabi­ ahna ve karakterine uygundur. Bu karakter, ister istemez kapi­ talizme de yansı�. Daha önce belirtmiştik. En büyük gerçekler, en çok istismar edilirler. Din ve açlık gibi. Aç kalmamız için hiç­ bir gerçek sebep yokken, tok olmamız için çok sebep ve imkan varken, "aç kalmamalı, hatta refah için, başka çahlar alhna sı­ ğınmalısın" deniyor. Ya açlık, ya sığınma. Aldatılan husus, bu­ nun bir ortaklık gibi gösterilmesidir. Mesele ekonomik ortaklık olsa, başka hususlarla ilgili, bu kadar müdahale ve dayatma olmazdı, şart koşulan şeyler sadece iktisadi olurdu. Ama man­ zara böyle değildir. AB'nin yalnız iktisadi olmayıp, siyasi bir birlik olduğunu, yukarıda gördüğünüz gibi bu sanayici beyler de itiraf ediyorlar. Siyasi birliğin içinde kültürel birlik de ister istemez bulunur. Söylendiği gibi "topyekun dönüşüm" iktisadi sınırlardan öte bir


TÜRK DÜŞÜNCESİ

133

şey olacaktır. Bizleri koparmak istediği dünyalar şimdiden bel­ lidir. Türk dünyası ve İslam dünyası ile ilişkilerimize, ilişkilerimizin

boyutuna kendimiz değil, himayesine girdiğimiz yeni çatıyı yönetenler karar verecektir. Yabancı sermayenin dozu ve kuralları belli değildir. Yabancı­ nın mülk edinmesinin kolaylaştırılması ve kanunların bunlara göre düzenlenmesi isteği bellidir; ama sınırı belirtilmemiştir. Sonuçta Tür­ kiye'yi ve üzerindekilerin tamamını, karış karış, parsel parsel satmaya kadar varılacak mıdır, belli değildir, ama ufukta görülen odur. Her türlü bölücüye, her çeşit haine, her tip yabancıya hak ve hürriyet verilmesinin adına demokrasi denmektedir ve böyle bir demokrasiden zarar gelmeyeceği telkin edilmektedir. Bu manzara karşısında, vicdan sahibi okurlarımız kendi­ leri karar versin istiyoruz.


134

ÇÖZÜM VE İDEALLER Bir şeye çözüm bulabilmek için önce onun çözüm arana­ cak duruma gelmiş problemler olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmedikçe çözümden bahsetmek anlamsızdır.

Milleti, devleti, aileyi, ferdi çürüten şeyleri görmek, tespit et­ mek ilk iştir. Hastalık teşhis edilemezse çözüm de üretilemez. Bu sabrlara kadar yer yer bunlardan söz edildi, zaaf ve dertlerimizin önemli olanları dile getirildi . Çürütmelerin bir kısmına da bu bölümde bakabiliriz. Nifak en büyük tehlikelerdendir. Nifak; arabozuculuk, iki yüzlülük, ayırıcılıktır. Sinsice ·birbirine düşürücülüktür. Bunu ancak imansızlar ve hainler yapar. Atalarımız ve şairlerimiz ne kadar doğru söylemişler: "Girmeden tefrika bir millete diişman giremez, Toplu vurdukça yürekler onıı top sindiremez. ,,. , "Şu ıığıırsıız nifaka kurban olmıış kaç vatan , Kaç zavallı Bııhara kaç zavallı Kırmı var. ,..

Timur ölüm döşeğinde şunları söyledi: "Milletin dertlerine derman bulmak vazifemizdir. Zayıfları koruyun, yoksulları zalimlerin zulmüne bırakmayın. Adalet ve iyilik etmek düsturunuz ve rehberiniz olsun. Aranıza nifak tohumları ekilmemesi için dikkatli olun." Bugün de bu tür nasihatler tekrarlanmaktadır. Çok yakın geçmişimiz bu yönde bize ders olmaktadır. Sağcı nedir? Solcu nedir? Mehmet Akif Ersoy. ·• M. Emin Yurdakul.

·


TÜRK DÜŞÜNCESİ

135

Ortacı kim ? Ya ferdiyetçi? Nerede toplumcu ? Bırakın bunları: İnsan nerede, insan kim ? Dolaşıp dıırmayın öyle. Sağda solda ortada. Dönün Türk insanına. Dönün Türk insanına. Onda görünür öziin, Onda bulunur sözün, Yırtılır tiim perdeler, Açılır iki gözün. Koşarsın gerçeklerin Yorıılmadan peşinden Adaletle hükmeder, Atarsın bıı zilleti, Hakkı teslim edersin, Kurtarırsın milleti.·

Açık ve iyi niyetli ülküler için yerinde samimi eleştirileri ve mücadeleleri sakın ola ki nifakla karışhrmayalım. İkisi ara­ sında hiçbir benzerlik yoktur. Nifaktan kaçınmak her şeye evet demek değildir. Yavuz Sultan Selim, henüz Şehzade iken, hocası Muhyiddin Efendiye şöyle demişti: "Hocam, aynı Allah'a, aynı

Peygamber 'e inananlar ayrı ayrı hedeflere yürüyemezler. Biz onların aynı hedefe yürümelerini sağlayacağız. Hep bunu düşünür, bunu dü­ şünerek uykularımızı feda ederiz." Uykularımız feda edilecekse bunun için edilmelidir. Önemli bir hastalığımız "neme lazımcılık"br. Bu da son derece tehlikeli, çözümleri daha başlangıçta yok eden bir tu­ tumdur. "Vatan sevgisini içten duyanlar, Sıdk ile çalışır içten duyarak. Milletine devletine uyanlar, · Ahmet Er.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

1 36

Demez neme ldzım! Neyime gerek! "'

diyen aşığımız haklı değil midir? Bu gibi hastalıklar belki genel bir bozulmanın bizdeki yansımalarıdır. Ancak insanoğlu maddenin esiri değil, hakimi oldu­ ğunu bilmelidir ve kendi özgürlüğünü istemelidir. Fakat uyuşturucu bağımlılığı gibi maddeye kendini kaphrmış, bir türlü kurtula­ mamakta, yüce değerlere bile bile sırbnı dönmektedir. Çağdaş hayat anlayışı, insanı, bunu ister duruma düşürmüştür. Medeni insan dediğimiz kimse, düşünmeye vakti olmayan insan haline gelmiştir. Gerçek anlamda uyuşturucu bağımlılığı insan için tehli­ kelerin en büyüğüdür. Üzüntüyle söyleyelim ki Türk gençleri de bu tehlike ile karşı karşıyadır. Nesilleri çürüten, toplumları mahvedecek bu beladan kurtulmak için her türlü tedbire başvu­ rulmalıdır. Dünyada genel durumun bozukluğu, bizim için ma­ zeret olamaz. Türk Milleti'nin böyle bir gidişata tahammülü yoktur. Var olmak ve var kalmak yolunda onun büyük sorum­ lulukları vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Türk Milleti ne zaman yükselse, İslam alemi rahat nefes almışbr, Türk Milleti ne zaman zor duruma düşmüşse İslam alemi sıkınhya düşmüş­ tür. Tarih bunu gösteriyor. Türk Milleti büyük kültür ve medeniyet dönemleri ya­ nında, zaman zaman büyük çileler de çekmiştir. Bir ses duydum dönüp baktım bir kadın; Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz dargın; Derileri çatlak, bağrı kapkara, Sağ elinin nasırında bir yara. Başında bir eski püskü peştamal, Koltuğunda bir yamalı çuval -Kocan nerede? - Ben dulıım; Kocam şehit, bir ninem var bir oğlum. · Aşık Veysel.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

137

Ey mübarek Anadolu toprağı! Hani senin bahtiyarlık hukukun? Hür düşüncen, millf duygun, kanunun? Hani senin yeni ruhlu çocuğun ? Sevgin, neşen, çalgın, türkün, oyunun Ey dertliler yatağı! Ne vakte dek gençliğine hakaret ? Ne vakte dek bu acıklı sefalet? Bu viranlık, bıı inilti bıı kaygı? Ne vakte dek bıı ıığıırsıız cehalet? Bıı taassııp, bıı görenek, bıı ııykıı ? Yazık sana ağlamayan şiire, Yazık sana titremeyen vicdana, Yazık sana uzanmayan ellere, Yazık seni kurtarmayan insana!'"

Namık Kemal ne demişti: Kilab-ı zıılnıe kaldı gezdiğin nılzende sahralar Uyan ey yılreli şir-i jiyan bu hılb-ı gafletten (Ey kükremiş yaralı aslan, bu gaflet uykusundan uyan! Gezdiğin nazlı ovalar zulüm köpeklerine kaldı.)

Namık Kemal yine şöyle diyordu: Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma! Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr-ii kıymetten. (Millet zayıf düştüyse şanı eksildi sanma, mücevher yere düşmekle değerini kaybetmez.)

Çile çoktu, ama ümitsizlik yoktu. Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.

Sürünmekten kurtulup ayakta durabilmek için kendine, memleketine, bütün dert ve meselelerine sahip olduğunu göste­ recek fikirlerle ortaya çıkmak gerekir. Düşmanın yok olmasını beklemekten ziyade kendimiz varlık kazanmaya çalışmalıyız. Milletçe kurtuluşumuzun yolu olan milli ve manevi değerlerin yollarını hkayarak hedefe varmak mümkün değildir.

· M. Emin Yurdakul.


138

TÜRK DÜŞÜNCESİ

Bugün üzerimize düşen en büyük görev, nesilleri yarına hazırlayarak, milli kültürü onlara kazandıracak müesseseleri kurmaktır. Fakat biz ne yapıyoruz? Yarına hazırlanmak şöyle dursun, var olanı korumakta bile aciz davranıyoruz. Kendi öz varlığımız yerine başkalarının varlığını önemsiyoruz. Başkaları sel gibi bizim içimize akıp duruyor. Otuz yiğitle Antep'e giriş köprüsünü tutan Şahin Bey, "cesedimi çiğnemeden geçemezsiniz" diye gürlemişti. Bu kah­ ramanlık, destanlaştı, şiirleşti. "Uyan Şahin, uyan bak neler oldu; Sevgili Antep'e Fransız doldu! "

Bugün dilimizi bile koruyamıyoruz ya d a korumak iste­ miyoruz. Şahinler uyansa Türkiye' de neler olduğunu görseler, utancımızdan yerin dibine girmez miyiz? İntemette Türkçe olarak misyonerlik faaliyetleri yapan web sitelerinin sayısı yüzlerce oldu. Protestan misyoner örgüt­ lerinin hedef ki tleleri Kürtler, Aleviler, Gürcüler, Hemşinliler, Pontusçular, Nusayriler, bir de büyük şehirlerde özellikle milli ve dini duyarlılığı zayıf üniversitelilerdir. Ev hanımları ve genç kızlardır. Hatta çocuklardır. Demokrasi istismarı da açlık ve inanç istismarı gibi tehli­ keli bir istismar haline geldi. İnanmış idealist kadrolar bütün rejimler için şarttır, fakat demokrasi için daha da büyük bir ihti­ yaç, bir zorunluluktur. Çünkü demokraside sorunlar vatandaşın sağduyusuna, ahlak ve faziletine terkedilmiştir. Demokrasi üs­ tün bir kültüre sahip olmayı gerekli kılmaktadır; ancak bütün rejimler gibi demokrasi de bir araçtır. Demokrasi demokrasi için değil milletin rahat ve huzuru içindir. Demokrasi bizi uyutacak bir araç haline getirilmemelidir. Mücadele, hala değerler müca­ delesidir. Bakın elin oğlu ne diyor: "Operasyon planımız ve hedeflerimiz basit: Vuracağız ve çökerteceğiz." (Aleksoy Borisoviç Miller, Gazprom Başkanı). "Her: zaman ilk vuran sen olmalısın. Ve öyle bir vurmalısın ki,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

139

rakibin bir daha belini doğrultamasın." (Viladimir Putin, Rusya Başkanı)'. Biz ne yapıyoruz? Günümüzde ileri milletlerin kendi ordularına ve halkla­ rına bir ülkü kazandırmak için katlanmayacakları fedakarlık yoktur. Oysa biz hazır halde bulduğumuz bu manevi hazineyi daha da güçlendirmenin yollarını arayacak yerde, onu tüket­ meye çalışıyoruz. Sürekli bunlarla didişiyor, yanlış ve basit an­ layışları düzeltecek yerde onları toptan atıyoruz. Her geçen gün toplumu millet yapan bu değerlere yabancılaşıyoruz. Şunu ke­ sin olarak belirtmeliyiz ki devlet topluma yabancılaşmamalı, devlet ve millet birlikte hareket edebilmelidir. Millet ile devlet, ayrı ayrı telden çalarlarsa felaket başlamış demektir. Atalarımız da zaman zaman sıkıntıya düşmüşlerdi; ama çok çalışmışlardı. Birçok konuda bizi uyarmışlardır. Bilge Ka­ ğan (bugünkü Türkçe'yle) şöyle dedi:

"... Tiirk milletinin, Türk devletiııiıı adı sanı yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz oturmadım, bitesiye çalıştım. Az milleti çok, aç milleti tok kıldım. Yoksul milleti zengin, tııtsak milleti efendi kıl­ dım ... "

Elbette düzeltmek zor iştir. Bir kere bozulmaya görsün. Fakat bunun için azim ve irade sözde kalmayıp harekete geç­ mesi şarthr. Hepsinden önce inanmak gerekir. "Çetin işler kolay/anmaz, Allah Allah demeyince. Öliir olsa öğiit almaz, Kız anadan görmeyince. Kara toprak ekin vermez, Sapan koşııp sünncyince. Kul dediğin hep yanılır, Bir bilene sormayınca.

· Bkz., Bircan Dokuzlar, Dünya Giiç Dengesinde Yeni Silah Doğa/gaz.


1 40

TÜRK DÜŞÜNCESİ Uğursuzlar meydan alır, Güçlü devlet kurmayınca. Sözle birlik düzen olmaz, İte çomak vurmayınca. "

Tarihte olduğu gibi bugün de silah, ilim ve din, bu üç kuvvet el ele vererek milli değerlerimizi korumalıdır. Buna bu­ gün dördüncü gücü, milli iktisadı da eklemeliyiz. Milli varlığı­ mız tehlikeye düşmüşse, onu kuran güçler kurtaracakhr. Ziya Gökalp gibi haykırmak gerek: "Ey bugünün Türk Genci! Bütün bu işlerin yapılması nsırlardan beri seni bekliyor." Tarihten ders almak Türkün çok kullandığı, fakat yerinde kullanmadığı için tarihin akışını değiştirecek kadar yanlışlıklara sürüklendiği şu merhamet damarlarını kontrol altına almalıdır. Türk kavminin merhamet dolu damarları, dünyanın ve kendi­ sinin geleceğini etkilemiş, bu fazilet çoğu kez aleyhine olmuş­ tur. Atilla'nın Roma'yı kuşahp şehre girmek üzereyken, sonun­ da aldığı tavır ve kararı düşününüz, ne dediğimiz anlaşılacaktır. Gafillere ve hainlere dikkat etmeli, teşhis etmeli ve gere­ ğini yapmalıdır. İçteki ve dıştaki Türk düşmanları bazen maske kullanarak üzerimize geliyorlar. Türk düşmanlığının en üzücü ve dehşet verici bir şekli de yüce dinimizin istismar edilerek, Türk'ün milliyetçiliğine karşı çıkılmasıdır. Türk Milleti hiçbir zaman ırkçı olmamışhr. Öyle bir ortam yaratılmışhr ki Türk'üm demenin suç sa­ yıldığı, başka bir kavimden olduğunu söylemenin övünme ol­ duğu günler yaşanmaktadır. Önce kendimizi düzeltmeliyiz. Ümitsizliğe düşmemeli­ yiz. Kendimize ait değerlerden utanmamalı, aksine gurur duy­ malıyız. İhtiyaç varsa bu değerler geliştirilmelidir. Tembellikten sakınmalı, çalışkan olmalıyız. Sadece arzu etmemeli, çalışmalı ve başarılı olmalıyız. Bir Batılı fikir adamı der ki; "Bekleyenler için her şey geç gelir." Tecrübelerden yarar­ lanmalı, bunları hor görmemeli, danışılmalıdır. Düzenli, tertipli, programlı ve tedbirli olunmalıdır.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

141

Hz. Peygamber buyuruyor ki, beş şey gelip çatmadan beş şeyin kıymetini bilin; •:•

Ölüm gelmeden hayatin,

•:•

Hastalanmadan sağlığın,

•:•

Fakir düşmeden varlıklı olmanın,

•:•

İhtiyarlık gelmeden gençliğin,

•:•

Meşguliyetten önce boş vaktin.

Kıymetini bileceğimiz hususlar önce sağlıklı ve anlamlı yaşamak için olanlardır. Ama aynı zamanda önemli hedefler içindir. İki şeyin eksikliği kötü sonuçlar doğurur. İlke ve ülkü. Fertte ve toplumda ilkesizlik ve ülküsüzlük fertleri hüsrana, toplumu kargaşaya ve sonunda sürü olmaya doğru götürür. İnsan kendisine değer vermelidir. Ne gereksiz gurura, ne aşağı­ lık duygusuna kapılmalıdır. Doğru olanın da yanlış olanın da kaynağına inmelidir. Bize okullarda yalancılığı, sahtekarlığı, iffetsizliği, düzenbazlığı öğretmediler; ama maalesef doğru ola­ nın kaynaklarını da öğretmediler. Bunun sistem ve yetkililerce sağlanması için çalışmalı, sağlanıncaya kadar kendimiz arayıp bulmalı, öğrenmeli, öğretmeli ve uygulamalıyız. Asla unutma­ malıyız ki değerlere ilgisiz, gerçeklere duyarsız, yozlaşmış genç­ leri olan toplumların geleceği karanlık demektir. Doğru olanı bulunamaz hale getiren ve kandırma psiko­ lojisine dayalı reklam furyasına dikkat edilmelidir. Tanıtma ey­ lemi, şartlandırma ve telkin bombardımanı demek değildir. Sloganların fikre hükmetmesine izin verilmemelidir. Siyasi çekişmelere kendimizi kapbrmamalı, bilgiyi ve gerçeği siyasete ve şöhrete esir etmemelidir. Şahısları ve hiçbir şeyi putlaştırmamalı, ahlaksız bir siyasete rağbet etmemelidir. Hastalıklarımızdan biri de alkış hastalığıdır. İster alkış istemek, ister alkışlamak şeklinde olsun, alkış bir hastalık halini almıştır. İyi ve güzel şeyler takdir edilmelidir; fakat bu iş ayağa düşü­ rülmemelidir. İnsanlar en kötüyü, en rezili bile alkışlar hale gel­ diler. Bu bakımdan alkışlara aldanmamalıdır.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

142

Güzel, doğru ve iyi şeyleri biriktirme alışkanlığı kazan­ malıdır. Bunları biriktirmek para biriktirmekten daha önemli­ dir. Düşüncelerini yazma alışkanlığı kazanmalıdır. Yüksek he­ defler seçmelidir. Küçük işlere gereğinden fazla değer verenler, ellerinden büyük işler gelmeyenlerdir. Gereksiz şeyler peşinden koşanlar gerekli şeyleri kaçırırlar. Kolaya kaçmamalıdır. Hedef­ lerin yüksek olması bizi yıldırmamalıdır. Konfüçyüs der ki: "En uzun yola bile bir adımla başlanır." Çözüm aramaya kendimizden başlamalıyız. Bağımsız ve şahsiyetli toplumlar hataları da çözümleri de kendilerinde arar­ lar. Dışarının yaptıkları bize göre suç olabilir; ama unutmamalı ki yaptıklarının bir kısmı onlara göre görev olabilir. Bütün suçu dışarı atmak, kolaycılık ve mazeret aramadır. Aynı zamanda çözümü de onlardan beklemek anlamına gelir ki bu, olmayacak bir şeydir. Dışarının olumsuz ve düşmanca tavır ve hareketleri­ ne karşı yapacağımız şey, tedbir almaktır. Tedbir ise önce ken­ dimize yönelmiş, kendimizden başlayan bir hareket biçimidir. Alan değil veren durumuna gelmeliyiz. Bu ise kendi kendisine olmayacağına göre çalışmak ve kalkınmak gerekir. Mehmet Akif'in "Seyfi Baba" şiirinin sonunda, Seyfi Baba'ya verecek birkaç kuruşu olmadığı için sızlandığı gibi, "ya hami­ yetsiz olaydım, ya param olsa idi" demeyecek duruma gelmeli, hem hamiyetli hem paralı olmalıyız. Hoca Ahmed Yesevi'nin "alperenlik" ruhunu kazanmalı­ yız. Bir Beylikten cihan hakimiyetine giden ve büyük bir mede­ niyet kuran Osmanlı'nın sırrını çözmeliyiz. Osmanlı'nın hatala­ rını da bilerek; ama inkar edilemeyecek yükselişin sırrına vakıf olmalıyız. İşin sırrı neydi: •!•

Başlangıcın gerisi bomboş değildi. Dopdolu ve büyük bir geçmiş vardı. Dağılmıştı; fakat fidan yeniydi. Demek ki geçmiş önemlidir.

•:•

İman ve ahlak,

•!•

İdealler ve gayret..


TÜRK DÜŞÜNCESİ

143

Bu sırrı, Şeyh Edebali'nin Osman Gazi'ye nasihatlerinden daha iyi anlayabiliriz: "Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana ... Güceniklik bize; gönül almak sana... Suçlamak bize; katlanmak sana ... Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana ... Kötü söz, şom ağız, haksız yorıım bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütiinlemek sana... Üşengeçlik bize; uyarmak, gm;retlendir­ mek, şekillendirmek sana... Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah Teala yar­ dımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını panldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yiikiinü taşıyacak giiç, aı;ağını sürçtürmeyecek akıl ve knlp versin. Sen ve arkadaşlannız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va'dedilenin öniinü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah riizgılrlarında savrulur gi­ dersin ... Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın! ... Sabır çok önemli­ dir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağnnda kalır. Bilgisiz kılıç da tıp­ kı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnsanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında öliir­ ler. Diinya, senin gözlerinin gördüğü gibi biiyük değildir. Biitiin fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve ada­ letinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu diinyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözii üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibann zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki ıilime, zengin iken fa­ kir diişene ve hatırlı iken itibannı kaybedene acı! Unutma ki yük­ sekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değiller.


144

TÜRK DÜŞÜNCESİ Haklı olduğun zaman mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine dorıı, yiğidin iyisine deli derler. En büyiik zafer nefsini tammaktır. Diişman, insanın ken­ disidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğıılları ve kardeşleriyle böliiştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Öliince, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşa­ yamadılar .. (Bu nasihat Osmanlı 'yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdama­ yınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönü­ şür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; diişman, canavar kesilir!... Kişinin giicii, günün birinde tükenir; ama bilgi yaşar. Bil­ ginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bı­ rakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden de­ vam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!... Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez. Geçmişini bilmeyen geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Ne­ reden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini bilesin!... "


SONUÇ Bir milletin ülküleri ne kadar büyükse problemleri de o kadar çok ve büyüktür. Yukarıdaki sahrlarda bizim sizlerle pay­ laşmak istediğimiz konu ve problemler yer almaktadır. Aslında sizler bunları görüyor veya hissediyorsunuz. Derler ki: "Ebe­

veynler kendilerinde gerçekleştiremediklerini çocuklarında görmek isterler." Bizleri de bu şekilde değerlendirebilirsiniz. Ancak şunu unutmayın, bizler bazı şeyleri yaphk veya yapamadık. Hesabı­ mızı öbür dünyada Allah'a vereceğiz. Uyarılarımızı bir hayat tecrübesinin ürünleri sayın. Ülkemiz ve milletimiz açısından gelinen ve var olan durum değerlendirildiğinde yapamadıkla­ rımızın daha çok olduğunu kabul etmek zorundayız. Deyim yerinde ise atalarımızın mirasını yedik ve sizlere daha büyük problemler bıraktık. Sevgili gençler, sizin problemleriniz bizimkilerden deği­ şik ve çok daha fazladır. Türk milleti her seferinde problemlerin üstesinden gelmiştir. Siz de geleceksiniz. Bu son bölümde sizle­ re birtakım hatırlatmalar yapacağız, bazı prensipler ortaya koymaya çalışacağız. Bunlar sizin karakter ve şahsiyetinizin temelini oluştursun. • Anaya, babaya, bütün büyüklere saygı, küçüklere şef­ kat ve sevgi göstermeli. Geleneğe uygun davranmalı; otobüste, trende, vapurda yaşlılara, kadınlara yer verilmelidir. Banka v.s. kuyruklarında yaşlı ve hastalara öncelik verilmelidir.


146

TÜRK DÜŞÜNCESİ

• Misafire önem verilmeli ve sevilmeli. Misafiri rahat et­ tirmek için ne gerekiyorsa öyle davranılmalıdır. İkram ve güler yüz geleneğimizde vardır. • Sohbet adabına uymalı. Birisi konuşurken kesinlikle dinlemeli. Söz sırası gelmeden konuşmamalı. Doğruluğundan emin olunmayan şeyler söylenmemelidir. Hiçbir konuda ısrarcı olmamalı. İddialı konuşmak yerine yumuşak üslup kullanılma­ lıdır. • Ev içindeki davranışlara dikkat etmeli. Erken kalkmalı, erken yatmalı, temizliğe önem vermeli. Geceyi gece, gündüzü gündüz gibi değerlendirmeli. • Her genç evlenip mutlu yuva kurmalıdır. Evlenme ile ilgili çok güzel adetlerimiz ve geleneklerimiz vardır. Kız iste­ meden, düğün törenine kadar her güzellik yaşahlmalıdır. Bü­ yük şehirlerden başlayarak kasabalara kadar yayılan yabancı kültürlere göre yapılan kendi töremize ters törenler, yozlaşma­ ya ve yok olmaya sebep olmaktadır. Buna meydan verilmeme­ lidir. • Türk gençleri mümkünse ikiden çok çocuk sahibi ol­ maya çalışmalıdırlar. Güzel isim koymak ana-babanın önemli görevlerindendir. Bu konu ihmal ve aceleye getirilmemelidir ve geleneklere uygun yapılmalıdır. • Beslenmede; yapay katkı maddeleri ihtiva eden yiyecek ve içeceklerden mümkün olduğu ölçüde uzak durulmalıdır. Önemli bazı hastalıkların yıllar sonra ortaya çıkmasını istemi­ yorsak şimdiden tedbirli olmalıyız. Sadece damak tadına göre değil, doğru ve dengeli beslenmeliyiz. • Türkçe'ye her yerde ve her zaman sahip çıkılmalı. Ko­ nuşurken, yazarken dikkatli olunmalı. Bu konu evde, okulda, işte, her an akılda olmalıdır. Dil, hür yaşamanın, var olmanın ve geleceğin anahtarıdır. Dikkat etmeyen arkadaş, öğretmen, kom­ şu, esnaf, kim olursa olsun uygun şekilde uyarılmalıdır. Gazete, dergi, kitap, radyo ve televizyonlar da uyarılmalıdır.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

147

• Müzik ruhun gıdasıdır. Ancak insanları uyuşturan, kö­ tülüğe ve tembelliğe sürükleyen müziklere itibar edilmemelidir. Öncelik Türk müziğine verilmelidir. Unutulmamalıdır ki; atala­ rımız müzikle çeşitli hastalıkları tedavi ehnişlerdir. Bugün bazı gelişmiş ülkeler aynı şeyi yapmaktadır.

Spor yapmak, otomobil kullanmak ve bilgisayar öğ­ renmek şarttır. •

Teknolojiyi yakından takip etmek ve uygulamak gere­ kir. Her Türk genci daha ileri gitmek için kendisi de mucit ol­ mayı istemeli ve çok çalışmalıdır. •

• Herkes seçeceği mesleğe göre bir veya birden çok ya­ bancı dil öğrenmeye çalışmalıdır.

Her meslek kutsaldır. Yeter ki en iyisi yapılsın. Alın teri ile kazanılacak paranın harcanması çok daha güzeldir. Helal olmayan hiç bir şeye tenezzül edilmemelidir. Ölçüde, tartıda hile en kötü şeydir. Severek yapılan her işten iyi sonuç alınır. •

• Herkes size güvenmeli. Size güvenen asla aldanmama­ lıdır. Hiçbir konuda zerre kadar yalan ve hile düşünülmemeli­ dir. Ahlak timsali olmaya çalışılmalıdır. • Özü sözü doğru, hoşgörülü, başkalarının haklarına saygı gösteren, ölçülü ve nazik, cömert, kaba ve kırıcı olmayan, yalan ve dedikodudan uzak duran bir insan olunmalıdır. • Bilgi ile donanımlı olunmalıdır. Önemli konulardaki görüşmeler öncesi iyi hazırlanılmalıdır. Değişik yollar, arka planlar, ihtimaller düşünülmeli ve ona göre hazırlıklar yapılma­ lıdır. Boşluk bırakılmamalıdır. Sakin olmaya önceden karar ve­ rilmelidir. • Yapılmak istenilen işin sonu düşünülmeli, istişare gere­ kiyorsa mutlaka yapılmalıdır. Yapılacak işlerde kararsız olun­ mamalı; yanlış olsa dahi verilecek karar kararsızlıktan iyidir; zira hata anlaşılır ve bu tecrübe ile başka hatalar engellenmiş olur.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

148 •

Hiçbir yanlış, yeni bir yanlışla düzeltilemez.

• Zaman Allah'ın insanlara verdiği en önemli kaynaklar­ dan biridir. Onu çok verimli kullanmak gerekir. Bunun için planlama ve hedef şarttır. İnsan ömrü sanıldığı kadar uzun de­ ğildir.

Fakir, yoksul, yetim, hasta ve düşkünlere iyilik, mer­ hamet ve yardımı eksik etmemeliyiz. •

• Şiddetli tartışmalardan kaçınılmalıdır. Cahil kimseler, özellikle din ve sağlık gibi bazı konularda her şeyi bildiklerini zannedip çok iddialı konuşurlar. Bu durumlarda karşımızdaki insanı ikna edemiyorsak susmak en doğru davranıştır. • Zayıfların sırtına basarak yükselme fikri çok çirkin bir davranıştır. Ekonomik, siyasi veya başka bir alanda istismar geçici faydalar sağlayabilir, ama hiçbir zaman mutluluk vermez. • Yakınlarımızdan veya arkadaşlarımızdan kusurlu olan­ ları görünce, onları yalnızken çok yumuşak veya dolaylı olarak uyarmalıyız ki bizi de öyle uyarsınlar. Kusurları vaktinde söy­ leyen arkadaş iyi arkadaştır.

Davetlere icabet etmek gerekir. Acılı günlerde davet beklenmemelidir. Unutmamak gerekir ki acılar paylaşılınca aza­ lır, sevinçler paylaşılınca çoğalır. •

Destanlardan günümüze kadar önem arz eden Türk yazar, şair ve düşünürlerin eserlerinin okunması görevimiz ol­ malıdır. Sonra dünya klasiklerini de okumalıyız. •

• Yüzmek, ata binmek çok önemlidir. Küçük yaşlarda öğ­ renilmesi gerekir.

Satranç gibi bazı oyunların öğrenilmesi faydalıdır. An­ cak hiçbir oyuna bağımlılık doğru değildir. Çünkü aşırı bağımlı­ lık bizi okumaktan, spor, kültür ve sanat faaliyetlerinden alıko­ yar. •

• Alkollü içecekler ve sigara kesinlikle zararlıdır. Hiç ta­ dılmasa daha iyi olur. Uyuşturucu ise insanlığın en büyük


TÜRK DÜŞÜNCESİ

149

düşmanıdır. Kullandığından şüphelenilen kimselerden bile uzak durulmalıdır. Giyinmeye dikkat edilmelidir. Giyim-kuşamda hem genel görgü kurallarına ve ananelere ters düşmemeli, hem de sağlığa önem verilmelidir. Çok dar kıyafetler ile açık-saçık giy­ silerin ciddi sağlık sorunlarına yol açacağı bilinmelidir. •

• Hayvanlara karşı acımasız davranılmamalıdır. Evcil olanlara iyi muamele edilmelidir. • İster yaya, ister sürücü olalım, trafik kurallarına tam olarak uyalım. Uymayanları uyaralım. Eğer gece boş bir yolda kırmızı ışıkta durabiliyorsak bu, örnek bir davranışhr. • Fırsat buldukça gezmeliyiz. Önce yakın çevreyi iyi öğ­ renmeli; sonra, yurdumuzun tarihi ve coğrafi bütün güzellikle­ rini okuyarak ve gezerek öğrenmeliyiz. Mümkünse dünyanın önemli yerlerini de görmeliyiz.

Dedikodudan uzak durmalıyız. Dedikodu, aile ve top­ lum huzurunun en büyük düşmanıdır; fitnenin kaynağıdır. Ya­ nımızda dedikodu yapılmasına da izin vermemeliyiz. •

Sır tutmasını bilmeliyiz. Paylaşılması gereken bilgi sır değildir. İkisini ayırmak lazımdır. •

Çağdaş imkanlardan faydalanmak şarttır. İnternet bun­ lardan biridir ve kullanılmalıdır. Ancak kumar, uyuşturucu, fuhuş ve sapık konularla ilgili İnternet sitelerinden kesinlikle uzak durmalıyız. •

• Dinin gerekleri yerine getirilmelidir. Bu konuda samimi olunmalıdır. Gösterişten kaçınmalı ve doğru bilgiler öğrenilme­ lidir. • İyi bir Müslüman olmanın yolu Kur' an ve Peygam­ ber' in söylediklerine uymaktır. Yüzlerce tarikat ve mezhebin içinde sapık olanların anlaşılması çok zordur. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

150

Ferdin ve toplumun hür yaşaması, mensup olduğu devletin istiklali ile mümkündür. İstiklalden daha önemli bir şey olamaz. Bunun için her Türk gencinin Atatürk'iin Gençliğe Hitabesi ni bilmesi ve anlaması şarttır. •

'

• Askerlik en kutsal görevlerden biridir. Asker ocağı Peygamber ocağıdır. Her Türk çocuğu doğuştan asker karakter­ lidir. Askere gidiş gelişler için töreler ve törenler vardır ve yaşa­ tılmalıdır. Ancak aşırıya kaçan ve özellikle silahlı uğurlamalar uygun davranış değildir. • İstiklal Marşımızı mutlaka ezbere bilmeli ve makamına uygun okuyabilmeliyiz. Onun anlamı bize yol göstermelidir. Unutulmamalı ki O Marş, bir daha yazdırılmaması için dualıdır. • Hiçbir millet başka bir milletten olana birinci sınıf mu­ amelesi yapmaz. Türk Milleti varsa, biz de varız; yoksa, köle oluruz. • Unutma! Türk Milleti dün olduğu gibi bugün ve yarın da problemlerinin üstesinden gelecektir. Problemleri çözmek için önder aramayınız. Önder kendinizsiniz. Şartlar gerektirdiği zaman, sizlerden biriniz öne çıkar ve bayrağı taşırsınız.


Ek: 1 21. YÜZYIL BAŞINDA DÜNYADA TÜRK NÜFUSU Bazıları bağımsız, bazıları özerk, bazıları da büyük veya küçük topluluklar halinde olmak üzere Dünya'da yaklaşık 260.000.000 Türk yaşamaktadır.

Bağımsız Devletler: • Türkiye • Azerbaycan

74.000.000 8.000.000

• Kazakistan

1 7.000.000

• Özbekistan

26.000.000

• Türkmenistan • K.Kıbrıs Türk Cumhuriyeti • Kırgızistan

6.000.000 250.000 4 .500.000

Türklerin Özerk veya Azınlık Olduğu Devletler: Asya: • Rusya • Tacikistan

15.000.000 2.000.000

• Afganistan

1 1 .000.000

• İran

38.000.000

• Çin

40.000.000

• Diğerleri

5.000.000

Hindistan ve Pakistan'da Türk İmparatorlukları dönemlerinden kalan ve bugün Türkçe konuşamayan milyonlarca Türk asıllı olduğu bilinmektedir. Fakat sayı verilememektedir.

Ortadoğu: • Suriye

1 .600.000

• Irak

2.500.000

• Lübnan

400.000

• Ürdün

300.000

• S.Arabistan

300.000

• Diğerleri

500.000


TÜRK DÜŞÜNCESİ

152

Avrupa ve Balkanlar:

• Bulgaristan

1 .200.000

• Yunanistan

320.000

• Romanya

120.000

• Makedonya

1 1 0.000

• Kosova

40.000

• Ukrayna

350.000

• Moldova

300.000

• Diğerleri

300.000

Afrika:

• Mısır

200.000

• Libya

1 00.000

• Tunus

50.000

• Cezayir

1 00.000

• Diğerleri

100.000

Kuzey Afrika ülkelerinde Türk olduklarını bilen ama Türkçe'yi unutan veya çok az konuşabilen Türk asıllı olanların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Amerika:

• Kanada • ABD • Güney Amerika Avustralya:

80.000 1 50.000 50.000 250.000


Ek:2 20. YÜZYIL BAŞINA KADAR YÖNETIİGİMİZ DEVLETLER Topraklarının tamamı veya bir kısmı Osmanlı idaresinde kalmış bugün bağımsız olan 51 devlet vardır. Bunlardan 27'si Avrupa' da olup 12'si Avrupa Birliği üyesidir. lO'u Afrika'da, 14'ü de Ortadoğu da yer almaktadır. İşte bu devletler;

AVRUPA: •

Bulgaristan

(AB Üyesi)

Yunanistan

(AB Üyesi)

Arnavutluk

Makedonya

Kosova

Sırbistan

Karadağ

Bosna - Hersek

Hırvatistan

Slovenya

(AB Üyesi)

Avusturya

(AB Üyesi)

Macaristan

(AB Üyesi)

Slovakya

(AB Üyesi)

Çek Cumhuriyeti

(AB Üyesi)

Polonya

(AB Üyesi)

Romanya

(AB Üyesi)

Almanya

(AB Üyesi)

Moldova

Ukrayna

Belarus

Rusya

Gürcistan

Ermenistan

Azerbaycan

Kıbrıs Rum Kesimi.

(AB üye adayı)

(AB Üyesi)


154

TÜRK DÜŞÜNCESİ •

K.Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

Malta

AFRİKA: •

Fas

Cezayir

Tunus

Mısır

Sudan

Etiyopya

Cibuti

Somali

Libya

Eritre

ORTADOGU: •

Suriye Irak

İran Lübnan

İsrail Filistin

Ürdün Kuveyt

Suudi Arabistan

Yemen

Katar

B.A.Emirlikleri Bahreyn Umman


Ek: J KENDİNİ TÜRK HİSSEDEN ve BUNDAN GURUR DUYAN T.C. VATANDAŞLARININ BİLMESİ ve UYMASI GEREKEN MUTABAKAT METNİ

1.

ÜNİTER DEVLET: Bu, birinci v e vazgeçilmez madde­ dir. Çünkü tarihi seyir bunu doğruladığı gibi, millet olmanın ve bunun sonucu devlet olabilmenin temel şartıdır. Anayasamızın değiştirilemez maddeleri ara­ sında yer alan bu hüküm asırlarca verilmiş bulunan destani mücadelenin de tabii ürünüdür. Aksine bir dü­ şünce öteki hususların da geçersizliğine yol açar ki, münakaşasının bile faydası yoktur. Bu yapıyı koruya­ cak olan Türk silahlı kuvvefleri, Türk töresine göre de istiklalimizin sembolüdür. Aynı zamanda Peygamber ocağıdır. Zayıf düşürülmemelidir . .

2.

BAYRAGIMIZ VE MARŞIMIZ: Varlığımızın ve istik­ lalimizin simgesi olan, çok yüce bir anlam taşıyan Albayrağımız ve bir daha yazılmaması için dualı olan İstiklal Marşımız tartışma konusu olamaz.

3.

TÜRKÇE TEK DİLDİR: Yaşayan Türkçe her Türk ta­ rafından benimsenmeli, öğrenilmeli, doğru konuşul­ malı ve yaşatılmalıdır. Dil, geleceğimiz için en hassas konuların başında gelmektedir. Okullardaki öğretim­ den görüntülü ve yazılı yayın organlarından iş yeri ta­ belalarına kadar her yerde Türkçe'nin kullanılması sağlanmalıdır. Bu konuda kanuni düzenlemelerle ted­ bir alınmalıdır; çünkü dilimiz milliyetimizdir.

4.

DEMOKRASİ

ve

HUKUK: Bugüne kadar uygulanan

rej imlerin "en az kusurlu" olanı demokratik rejimdir. Milletimiz için de en uygun olanıdır. Tarihi gelişim de


TÜRK DÜŞÜNCESİ

156

bunu doğrulamaktadır. İslamiyet'ten önceki "Yaz ve Güz Kurultayları", İslamiyet'ten sonraki "Divanlar" dahi bu fikrimizi doğrulamaktadır. Esasen milletimiz "hür ve bağımsız" yaşamak gibi bir temel felsefenin sahibidir. Bütün yozlaşmalara, kesintilere ve hala ku­ rum ve kurallarla gelişmemesine rağmen demokratik rejim en uygun yol olma vasfını öncelikle korumakta­ dır. Adalet kavramı kanunlarda, kurumlarda ve insan­ ların kafalarında ve vicdanlarında doğru olarak algı­ lanmalıdır. Hukukun işlerliği hiçbir tartışmaya sebep olmayacak şekilde yerleşmelidir. 5.

DİN

ve

VİCDAN HÜRRİYETİ: Bu sorunun çok tartı­

şılır olması konunun özünden kaynaklanmamaktadır. Tamamen siyasi prim yapma heves ve niyetinin ürü­ nüdür. Milletimiz tarihi boyunca bütün dönemlerde din ve vicdan hürriyetini hem kendisine ve hem de yönettiği tüm toplumlara layık görmüştür. Türk top­ lumunun geleneksel duygu ve düşünce yapısı insan haklarının tümünü kapsamaktadır. Küreselci zihniyet­ lere ve misyonerlik faaliyetlerine karşı durabilmek için yüce dinimiz bütünüyle ve doğru olarak her Türk ço­ cuğuna öğretilmelidir. Din eğitimi milli güvenliğimizle de doğrudan ilgilidir. 6.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ve DÜNYA TÜRKLÜ­ GÜ: Şüphesiz devlet çeşitli ittifaklara girecektir. Bütün bunlarda önemli şart "Dik durma" keyfiyetidir. Onur­ lu durulduğu sürece uluslar arası ilişkilerde her türlü müzakere imkanı mevcuttur. Maziyi hafızalarda canlı tutarak ve Türk Milleti'nin geleceğini düşünerek milli menfaatlere uygun siyaset izlenmelidir. Birçoğu ba­ ğımsızlığı elde etmiş Türk Dünyası'nda hala esir Türk­ lerin olduğu unutulmamalıdır. Bağımsızlığını elde et­ miş olanlarla bugün içinde bulunulan ilişkiler iç açıa değildir. Konu derinliğine incelenmeli ve net bir devlet politikası oluşturulmalıdır. Bağımsız olmayan veya başka devletlerde azınlıklar şeklinde yaşayan her Türk o ülkenin en saygın vatandaşı olarak yaşamalı ve mut­ lu olmalıdır. Hayati öneme sahip Balkanlar, Kafkasya,


TÜRK DÜŞÜNCESİ

157

Ortadoğu ile Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz havza­ larındaki her hareket anında değerlendirilmelidir. 7.

SERBEST PİYASA EKONOMİSİ: Kuralları olan bir "Serbest Piyasa Ekonomisi" omurganın tamamına eşlik edecektir. Rekabetin olması ürünün kalitesini arhraca­ ğı gibi, fiyatın da makul ölçüler içinde olmasını sağla­ yacakhr. Elbette "Sosyal Devlet İlkesi" asla unutul­ mamalıdır. Yolsuzluklar kesinlikle bitirilmelidir. Yok­ sullukla mücadele lafta kalmamalıdır. Özelleştirme adı altında Türk Milleti'nin kaynakları yabancıların kont­ rolüne verilmemelidir. Stratejik öneme sahip çok de­ ğerli madenlerimiz milli çıkarlarımız doğrultusunda kullanılmalıdır.

8.

EGİTİMDE MİLLILİK: Eğitim, başta dil ve tarih ol­ mak üzere milli olmalıdır. Şüphesiz bilimsellik tarhş­ ma dahi kabul etmez. Çağımız bilgi ve bilim çağıdır. Bunun gerisinde kalınamaz; ancak çerçeve milli olma­ lıdır. B.unun yanı sıra Türk gençleri ayrı dünyaların adamı olmamalıdır,•. Bu sebeple eğitimde temel felsefe­ nin bütünlüğü esastır. Destanlardan günümüze kadar önem arz eden yazar, şair ve düşünürlerin eserlerinin her Türk çocuğuna okutturulması sağlanmalıdır. Bi­ limsellik ve çağdaşlık bahanesiyle eğitim alanı yabancı kültürlerin istilasına terk edilmemelidir.

9.

KÜLTÜR, SANAT

ve

SPOR: Yüksek bir medeniyet

kuran Türk Milleti'nin bütün kültür değerleri insan ruhunu yücelten büyük inceliklere sahiptir. Yıllardır büyük bir saldırı ile yozlaştırılmaya çalışılan değerle­ rimizin farkına varmak ve onlara sahip çıkmak görev olmalıdır. Sanatın bütün dallarındaki gayri Türk un­ surların yönlendirmelerine ve kontrolüne son verilme­ lidir. Başta folklorumuz, musikimiz ve mimari eserle­ rimiz olmak üzere töre ve geleneklerimiz koruma altı­ na alınmalı, her kademede eğitimi ve öğretimi verilme­ lidir. Kırsal kesimler ve kasabalarda yapılacak tarama­ lar ve seçmeler sonucu kabiliyetli Türk çocukları eğiti­ lerek sporun her dalında özellikle ananevi, milli yapı­ mıza uygun dallarda başarı sağlanmalıdır.


TÜRK DÜŞÜNCESİ

158

10. ÇOCUKLARIMIZ

ve

TÜRK AİLESİ: Milli ve manevi

bağlarla sıkı sıkıya bağlı Türk aile yapısını bozmadan Türk Milleti'ni çökertemeyeceklerini anlayan düşman­ lar, yerli işbirlikçilerle bunu başarmak istemektedirler. Bilhassa sanatın bütün dallarında ve müzik, spor gibi gençleri kolay etkileme yolları ile çok mesafe aldıkları görülmektedir. Çizgi filmlerden kırtasiye malzemele­ rine kadar iğrenç metotlarla çocuklarımız ciddi tehdit altındadır. Bizi biz yapan milli ve manevi değerlerimi­ ze ve inançlarımıza karşı yapılan saldırılar özellikle bazı yayın organlarında pervazsızca devam etmekte­ dir. Buna derhal son verilmelidir. 11.

BÜYÜK HEDEF: Esas olan Türk Milleti'nin ilelebet hür ve mutlu yaşamasıdır. Bunun için Türkiye çok güçlü olmalıdır. Bütün dünya Türklerinin, bulunduk­ ları coğrafyada hür ve mutlu yaşamaları sağlanmalıdır. Ezilen ve sömürülen diğer toplumlara da yardım edilmelidir. Her alanda dünyanın dengesinin korun­ masına çalışılmalıdır. Milletimizin iradesi her şeyi dü­ zel tmeye muktedirdir. Türk Milleti'nin bilgili, inançlı, tarihinden, atalarından ve kültür değerlerinden gurur duyan, kendisinden emin gençleri, akılla ve sabırla çok çalışarak mutlaka başarılı olacaklardır. Buna inancımız tamdır.


Ek:4

TÜRK DÜŞÜNCE HAREKETİ MERKEZ HEYETİ (Alfabetik Sırayla) -

-

Abdullah ÇİPTÇİ, Eğitimci, İşadamı Abdullah KEDER.OOLU, Jeofizik Mühendisi, İşadamı

- Dillver CEBECİ, Yard. Doç. Dr., Şair, Yazar Mavi Türkü Devranniime Tanzimat ve Türk Ailesi Seyranname Men Kazanga Baramen Türk 'e Dair Divan Şiirinde Kadın Kur'an Gerçekleri Evliya Çelebi Hun Aşkı Şafağa Çekilenler . . . . Ve Sığınının İçime Asra Yemin Olsun ki. . . Sitiire Bütün Şiirleri

- .Emin IŞIK, Yard. Doç. Dr.,Yazar Devleti Kuran İrade Kur'an 'ın Getirdiği Celal Hoca Ahlak Dersleri Belh 'in Güvercinleri

-

-

Hasan ALBAY, İnşaat Mühendisi, İşadamı Hasan KÜLÜNK, Makine Mühendisi, İşadamı

- Hayrdtin NUHOÖLU, İnşaat Mühendisi, İşletme Uzmanı, İşadamı - İtınhim OKUR. Makine Mühendisi, İşletme Uzmanı, İşadamı, Araştırmacı Yazar İkinci Binyılın Muhasebesi Arsızlık ve Kültür Soğuk Savaşı Gözederken Matematik ve İlahiyat Temizliğin Tarihi Türkler ve A vrupa Osmanlı "nın Soıı Yıllan Sümer Matematiği ve Sayılann Gizemi


1 60

TÜRK DÜŞÜNCES İ Japonya Afrika Kültür Savaşı Fransa 'da İşgal Yıllan Çin Beş Makale Kunla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar

-

Kemal ATA. Makine Mühendisi, İşadamı

- Mehmet GÖZAY, Tarihçi, İşletme Uzmanı, Yönetici

- Ôzdemir �OY, Elektronik Yüksek Mühendisi, Yazar Gönül Dostları Esma-ül Hüsna Hüzünlü Şarkılar

- Remzi YILMAZ, Petrol Mühendisi, Araştırmacı Yazar Hemşin 'in Tarihi Köklerine Doğru -

Sedat ôzALTIN, İnşaat Mühendisi, İşadamı

- Yaşar SARI, Hukukçu, Avukat - Yümni SEZEN, Prof. Dr., Yazar Günümüzde İslamiyet ve Milliyetçilik Sosyolojiye Göre Halk, Millet, Devlet Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi Hayatın Manası Sosyoloji Açısından Din Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tanışmalar Türk Toplumunun Laiklik Anlayışı İslam Sosyolojisine Giriş Maddeci Felsefenin Çıkmazları Çağdaşlaşma Yabancılaşma ve Kimlik İslam 'ın Sosyolojik Yorumu Kurban ve Din Hümanizm ve Türkiye Dinlerarası Diyalog İhaneti Kültür ve Din

-

z.elıi ARSLANTÜRK. Prof. Dr., Yazar Naima 'ya Göre Osmanlı Devleti 'nin Çöküş Sebepleri Naima 'ya Göre XIIV. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı Sosyolojiye Giriş Sosyal Bilimciler için Araştımıa Metod ve Teknikleri

21. Yüzyılda Din Olgusu ve Türk Gençlerinin Din Eğilimleri Doğu Karadeniz Bölümü 'nde Çay Mono-Kültürü ve Sosyo-Ekonomilc Değişme Trabzon 'da Şehirleşme Eğilimleri ve Gecekondu-Kenar Mahalle Sosyo-Kültürel Hayatı Kutsal 'ın Dönüşü ve Yeni Toplum Arayışları Sosyoloji



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.