Tahsin Ünal - Fatih ve Fetih

Page 1


FATİH

ve

FETİH

BERİKAı� ELEKTRONİK BASIM YAYIM SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. GMK Bulvan 80/1

(/J 0.312.232 62 18 / 19

Maltepe-ANKARA Fax: 0.312.232 14 99



FATİH ve FETİH

Dr. Tahsin ÜNAL

Yayına Hazırlayanlar

Ali GÜLER Suat

AKGÜL


BERİKAN Dr. Tahsin ÜNAL'ın Bütün Eser leri Serisi No: 19

FATİH VE FETİH Yazar Dr. Tahsin ÜNAL

Yayına Hazırlayanlar Al i GÜLER Suat AKGÜL

Genel Koordinatör CumaAGCA

Tashih Suat AKGÜL

Dizgi/Düzenleme Ayşegül ATASOY

Kapak Düzenleme Artı 5 Ajans: 0312.341 01 91

Baskı: M LE Organizas yon: 0312.278 12 89

Baskı Tarihi 1. Baskı: Ankara, Nisan 2001 2. Baskı: Ankara, Mart 2007

ISBN: 975-8308-55-6


İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ ÖNSÖZ GİRİŞ

.

.

.

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. VII .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.... .

.

.

.

.

.

.

.

1. FATlH'lN DOGUMU

.

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.IX

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Xl 1 9

2. FATlH'lN TAHSİLi VE O ZAMANKİ

FİKİR DURUMUMUZ

.

. .. .

.

.

.

..

.

.

.

.

.

.

11

3. FETİH'TEN ÖNCEKİ İKİ ALEMİN

SOSYAL DURUMU . .............................49 4. İKİ ALEMİN İKTİSADI DURUMU

.

.

.

.

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

5. İKİ TARAFIN AHLAK VE ADALETİ . .

6. İKİ ALEMİN ASKERİ DURUMU

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.57

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

65 89

7. İSTANBUL'UN FETHİNDEN ÖNCE il. MEHMET

.

.

.

..

.

.

.

.

8. FETHİN SEBEPLERİ .. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .

.

.

.

.

. .

. .

9. İSTANBUL'UN KUŞATILMASI VE FETHİ .

.

.91

..105 . 127 .

SONUÇ ..................................... (.....155



SUNUŞ Merhum Dr. Tahsin Ünal, ülkemizin yetiştirdiği ender şahsiyet­ lerden birisi idi. Çok yönlü bir kişiliği vardı. Öncelikle askeri öğretmen olarak, başta Kara Harp Okulu olmak üzere Silahlı Kuvvetlerimize ait bir çok eğitim ve öğretim kurumunda

"Tarih Öğretim Üyesi"

kimliği

ile binlerce subay adayını milli tarih bilinci ile yetiştirdi. İkinci olarak O, kısa ömrüne, hepsi alanında çok önemli boşlukla­ rı

dolduran, bir çoğu bugün bile hata aşılamayan önemli ilmi ve fikri

çok sayıda eser sığdırdı. Üçüncü olarak, Albay rütbesinde Silahlı Kuvvetlerden emekli ol­ duktan sonra atıldığı siyaset alanında da ülkemize önemli hizmetlerde bulundu. Alışılmış siyasetçi

"tipi"

dışında hareket eden Dr. Tahsin

Ünal, bu alanda da fikri bir ağırlığın ve seviyenin temsilcisi oldu. Vefatından sonra başta eşim Azize Hülya Güler'in

"halası"

olan

çok değerli merhum eşi Kevser Ünal ve oğlu kıymetli ağabeyim Baha­ dır Ünal olmak üzere, ailenin diğer üyeleri eserlerini ve evraklarını bi­ ze intikal ettirdiler. Dr. Suat Akgül ile birlikte yaptığımız tasnif çalış­ maları sonucunda gördük ki; Dr. Tahsin Ünal'ın yayımlanmış ve yayı­ ma hazır olan eserleri ile birlikte makaleleri yaklaşık yirmi kitap olacak seviyededir.


x

Sayın Bahadır Ünal'ın da teşvikiyle bütün bu eserlerin yayımlan­ masına, kamuoyumuza intikal ettirilmesine karar verilmiş bulunmakta­ dır. Berikan Yayıncılık tarafından

ri" adı

"Dr. Tahsin Ünal'm Biitii11 Eserle­

ile yayımlanacak olan serinin ondokuzuncu kitabı, elinizde tut­

tuğunuz

"Fatilı ve Fetih" isimli,

daha önce hiç bir yerde yayımlanma­

mış olan bu güzel eserdir. Bu eseri serinin diğer kitapları takip edecek­ tir. Seri

"Dr. Tahsin Ünal: Hayatı, Eserleri, Kişiliği ve Düşü11celeri"

isimli monografik bir eser ile tamamlanacaktır. Merhum Dr. Tahsin Ünal'ı ve merhum eşi Kevser Ünal'ı rahmet­ le anıyor, başta Sayın Bahadır Ünal olmak üzere ailenin bütün fertleri­ ne şükranlarımızı sunuyorum. Berikan Yayıncılık ve Kale Ofset Mat­ baası'nın değerli yöneticileri ile çalışanlarına ve Vedat Beki'ye göster­ dikleri titiz çalışmalardan dolayı teşekkür ederim.

Dr. Ali

GÜLER

Ankara, Nisan 200 l


ÖNSÖZ Ftitilı ve Fi'ltilı devri lıııHında un .\akı-:. gibi ç(if11eı111ıi�' vld11,qıı1 111

pek çok eser yaz1'1111ş,

mevzu­

biliyorum. Biz �·imdiye

ya-:.ılanları tekrar c'tmcdik. ıhriıpa'da

kadar

çoktan kabul edilmiş,

biz­

de de· yeni yeni kabul edilmeye ba,,/anmış

olan yeni bir metod ile

"lçıimaf Tarih Metodu" il e olayları bılw

çalıştık. Böylece Fetih

o/ay1111 hirferı olayı, kılıcı rekip gidilmiş,

mücerret bir olay ola­

rak dei[il, toplıımwı kitlenin olayı olarak

izaha çalıştık. Bu suret­

le, tarilıimizi, fertlerin tarihi olmaktan çık a rara k

hi

olarak 111iitaliia etmek istedik.

kındaki lıiikınii okuyııcıılan1111z

toplumun tari­

Başa rı lı olup olmadığımız hak­

verecektir. Takdiri okuyucuları-

1111-:.a in rakıyoruz. Fetih hadisesini izah ederken, billuı.ua viyesi ile sosyal, din� alıliik� üzerinde du rdu k. Bu devirde

hukuki, iktisadi ve sanayi durumu

Osmmı/ılar 'la müsbet ilmin ve fikri

seviyenin zm111edild(ifi gibi gelişmemiş müesseselerin dini itikad111, lıii.mü sanayii

ile

ticaret yalmz

devrin ilmi, fikri se­

olduğunu, fakat sosyal

alı/akın, adli nizamın, harp

civardaki(d ev letlere nazaran değil, tek-


XII

Dr.

Tahsin Ünal

mil Avrupa ve Asya devletlerine nazaran katbekat üstün olduğu­ nu, işte bu üstünlüğün fethi ve fütuhatı temin ettiğini nazarlar önüne koymaya çalıştık. Yer yer, tarihten alınması icabeden der­ si ibret/ere nazarı dikkati çekerek milletlerin rezaletlerle yıkıldı­ ğını, meziyetlerle kurulup geliştiğini Bizans ve Türk aleminden aldığımız misallerle göstermeye çalıştık. Eseri acizanemizi lstanbul'un fethinde padişah ile beraber çalışmış, kılıç sallamış, kan akıtmış, can vermiş olan şühedanın ruhu mukaddesine ithaf ederken, yapılacak ilmi ve mantıki ten­ kitleri hüsnüniyete atfeder, samimiyetle kabul ederiz.

Tahsin ÜNAL Harb Okulu Siyasi Tarih Öğrt.


GİRİŞ Şimdiye kadar, gerek lstanbul'un fethi hadisesi ve Fatih za­ manı, gerek tekmil Türk tarihi bir şahıslar tarihi, yahut ordular ve muharebeler tarihi olarak tetkik ve mütalaa edilegelmiştir. Os­ manlı lmparatorluğu'nun kuruluş ve yükseliş devirlerinde yeti­ şen büyük ve şanlı padişahların, bu padişahların emri altında bu­ lunan dünyayı titreten muazzam ve yenilmez orduların, hangi şartlar altında, nasıl bir sosyal muhit içinde yetiştikleri hemen hiç tetkik edilmemiştir. Bu padişahları yetiştiren toplum nasıl bir toplum idi?.. Yenilmez orduları çıkaran, organize eden toplumun müesseseleri nasıldı ve nasıl işliyordu? .. Toplumun ilmi, fi kri, dini, iktisadi, hatta ahlaki ve karakte­ ri ve mizacının seviyesi ne idi?. Bütün bunlar ele alınarak işlen­ memiştir. "Büyük adamları, büyük milletler yetiştirir" sözünün manası elbetteki doğrudur. Hangi sahada olursa olsun, bir büyük ve kahraman adam, önce şahsen kendi meziyetlerinin, sonra da kendisi gibi toplu­ mun bünyesinde bulunan daha yüzlerce büyük adamın meziyet sahibi kimselerin omuzlarına basarak yükselir. Cahil bir toplum­ da dünya çapında bir filime, fakir bir toplumda dünya iktisadiya­ tında rol oynayan bir kapitalist veya bankere, istiklaline aşık ol­ mayan bir toplumda istiklfil aşığı bir ferde, sanattan anlamayan


2

Dr.

Talısin Ünal

bir toplumda dahi bir sanatkara tesadüf edemezsiniz. Nasıl ki, çölde veya kutuplarda hattı üstüvada olduğu gibi metrelerce uzun nebatlara, ağaçlara, bunlardan gıdasını almaya mecbur olan zürafa, fil gibi hayvanlara tesadüf edilmez. Toplumun her sahada yetiştirdiği, padişahlar, vezirler, ku­ mandanlar, alimler, edipler, mimarlar, musikişinaslar hülasa her sahanın meşhuru, dahisi, kendi sahasındaki birçok kıymetlerin adeta elleri üstünde yukan kaldırılmış kimselerdir. Ferdi ve şah­ si hayatta da bu böyledir. Tek taraflı olan kimseler, o tek tarafla­ n

ile yükselemez, dünya çapında bir şöhret temin edemezler.

Ressam, felsefeci, edebiyatçı, şair olan Tevfik Fikret, diğerleri üzerine basarak şairlik tarafı ile yükselmiştir. Ressam, mimar, heykeltraş, matematikçi olan Leonardo da Vinci diğerleri üzeri­ ne basarak ressamlık sahasında yükselmiştir. Birkaç lisan bilen matematikçi, balestikçi, mimar, kumandan, felsefeden, sevk ve idareden anlayan Fatih, kumandanlık tarafı ile şöhret yapmıştır. Bu itibarla biz önce Fatih'i, Fatih yapan toplum, bu toplu­ mun müesseselerinin ne olduğunu, nasıl işlediğini, kitlenin dav­ ranışlarını bilmeliyiz ki, Fatih'i ve başarılannı anlayabilelim. Sa­ niyen böyle bir yol takip ettiğimiz takdirde, tarihten alınması ica­ beden dersi ibretler alınmış, gayede tahakkuk etmiş olur. Zira milletlerin hangi şartlar altında terakki ettiği, hangi şartlar altın­ da inkiraz ve izmihlale gittiği daha iyi anlaşılır. İlave edeyim ki, milletler, meziyetler, iyi niyetler ile terakki ve teali eder, rezalet-


Fatilı ve Fetilı

3

ler ile inkiraz bulur. Gariptir ki, bu noktada "Allah emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmederken adaletle hük­ metmenizi emreder"1• "Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akibetinin nasıl olduğunu görsün­ ler! Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündüler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah'ın gazabından koruyan da olmadı."2 di­ yen, Kur'an-ı azimüşşan ile sosyal tarih görüşü arasında sıkı bir bağ, aralarından sızmayacak kadar yakın bir alaka vardır. Biz, henüz tarihi tedris mevzuunda sosyal tarih yolunu ve görüşünü tutamadığımız için xıv' xv ve xvı. asırdaki başarı­ larımızın, sonra da başarısızlıklarımızın sırrını yalnız baştakiler­ de, ordularda, kılıçlarımızın keskin olup olmamasında aramakta­ yız. Evet, kılıçlarımız da keskindi. Zira demire en iyi su verip onu sert bir çelik haline getiren, onu en iyi bir şekilde bileyen san'atkarı da biz yetiştiriyorduk. Onun için Dadaloğlu:

"Belimizde kılıcımız kirmanf Taşı deler mızrağımız tirmanf" diye öğünüyordu. Öğünmekte de yerden göğe kadar hakkı vardı. Lakin, gel zaman git zaman topluma fuı.z olan binbir çeşit sosyal mikroplar sebebiyle o sanatkarlar yetişmez olmuş, iş sahtekarlı­ ğa dökülmüş, mertlik yerine hilekarlık kaim olmuş, insanoğlu, 1

Nisa Suresi, A. 58.

2

Mümin Suresi, A. 21.


Dr.

4

Tahsin Ünal

dünkü kılıcın, yahut mızrağın ortasını delmiş, mavzer yapmış ne­ dense bunlardan bizim haberimiz olmamıştır. Bu seferde Köroğ­ lu: "Delikli demir icad oldu mertlik bozuldu." diye havfetmeye başlamıştır. Evet, ordularımızın kahramanlığını, kılıçlarımızın keskinli­ ğini inkar edemeyiz. Hatta bunlarla milli bir gurur duyar, .iftihar ederiz. Fakat 1683'den sonra da ordularımız kahraman, kılıçları­ mız keskindi. Ama yenilegeldik. Neden yenile yenile yenildik. Neden membaı kurumuş nehirle gibi olduk? Darala darala daral­ dık. Avuç içi kadar yere sıkıştık kaldık acaba? .. Koskoca impa­ ratorluğun neden yıkılıp tarihe intikal ettiğini bin kere düşünme­ miz icabeder. İşte bu düşünme, bu tefekkür de bizi müsbet tarih metoduna, yani tarihimizi "Sosyal Tarih" olarak düşünmeye, tet­ kik ve izaha götürecektir. Malfimdur ki, ordular, milletlerin muhasalasıdır. Ordular, milletlerin içinden çıkar gelir. Bütün meziyetleriyle, faziletleriy­ le ordular, milletlerin yavrularıdir. Toplum sağlam müesseseleri muntazam, ahlfilo. ve karakteri dürüst, davranışı normal ise, onun yavrusu demek olan, onun içinden çıkıp gelen ordunun da o nis­ bette metin, enerjik ve dinamik olacağı aşikardır. Saniyen ordu­ lar, milletlerin ideallerini yayan ve yaşatan veya mevcudiyetini muhafaza eden vasıtadan başka birşey değildir. Bu vasıtanın iyi işlemesi, bu vasıtayı tutan bileğin, yani toplumun kudret ve kuv-


Fatih ve Fetih

5

veti ile vaiz' anına bağlıdır3• Bu itibarla biz, Fatih devrini inceler­ ken izahımızı mümkün mertebe toplum noktayı nazarında ince­ lemeye çalışacağız. Bu işi yaparken vesika kıtlığı ile karşılaşaca­ ğımızı düşünerek hadiseleri muayyen seneler içinde değil, belki asır içinde mütalaa edeceğiz. Türk zaferlerindeki başarıların sırrını yeniçerilerde (bu gay­

ri Müslfmlerin, Türk olmayanların çocuklarında) arayan, Türk ordusunun karşısında bulunan zümrenin, yeniçeri denilen ahfadı ve soyu olduğunu unutuyorlar. Yeniçeri denilen bu kitle Osman­ lı idaresine alınmayıp Türklük ve Müslümanlık ruhu ve kültürü verilmese idi, soylan gibi aynı akibete uğrayacakları aşikardı. İş­ te yeniçerilere verilen bu ruh, iman ve kültürdür ki, onları soyla3

Yeniçeriler vardı. Yeniçeriler ise gayri Türk ve gayrimüslimlerin çocukları idi. Bu itibarla Osmanlı Türkleri'nin ordusu cemiyetimizin muhassalası olamaz diye düşünenler olabilir. Evet, yeniçeriler vardı ama adetleri mesela Fatih zamanında 15.000 kişiyi geçmiyordu. lstanbul'u fetheden Türk ordusunun miktarının 1 50.000 kişi olduğu düşünülürse, yeniçerilerin tekmil ordunun an­ cak onda biri olduğu, onda 9'unun ise halis Türk evlatları oldu!)u hakikatı or­ taya çıkar. Saniyen, bu dönmelerin şatafatlarına bakılarak muharebelerde yararlık göstermeleri , yeniçeriler oldu!)u zannedilmiş, tarihte öylece aksetti­ rilmiştir . Halbuki imha muharebelerini kazananlar kalelere sancak çekenler, bo!)azlarda düşman donanmaları batıran gözünü budaktan sakınmayan, canını bayrağına feda eden, ülkeler almak için akıncı, fedai, serdengeçti olanlar Ulubatlı Hasanlar, Kara Mehmet'lerin ço!)u halis Türk çocuklarıdır. Şahsen XVll. asrın başına kadar yeniçeriler hakikaten Türk.imanı bütün müslümandılar. insanı insan yapan din, mezhep, soy, ırkdan ziyade onun küçüklükten beri muhitinden aldı!)ı ruh ve harstır. Buruh ve harsta kitle için­ de sivrilmiş ideal sahibi insanların, mütefekkirlerin fikirleri ile beslenir, büyür ve gelişir.


Dr.

6

Talısi11 Ü11af

rından, hatta düşman ordusunda bulunan kardeşlerinden ayırıyor ve üstün bir seviyeye çıkarıyor, yapılan savaşta behemahal kar­ şısındaki kardeşini mağlUp ettiriyordu. O ruh Türklük ruhu, o iman Müslüman imanı idi. Bu ruh ve iman ile yeniçeriler yenil­ mez, fakat daima yener bir kuvvet haline gelmişlerdir. Yeniçeri­

lere hu ruh ve iman verildikten sonra, kendi kardeşleri üzerine sevkcdiliyor, karşı tarafa geçmeleri ihtimali hiçbir zaman hatıra getirilmeden ki, böyle bir şey hiç olmamıştır. Zafere muhakkak nazarı ile bakılıyordu.

Osmanlı idaresinde yüksek mevkiler işgfil eden, isim hırkan Şargalılar. Sokullular, Hırvat Rüstem Paşa'l:ır devşirilip yeniçe­ ri cılmasalardı, cınsfıl ve akrabaları gi bi isimsiz �ahsiyetler olup

,l_!l'lip !'cçccckkrdi. Onların kuvvet ve kudretleri zatlarında değil '-:11 :tl l.ırı 11: hd i L ı\ıııvııka. Anupa w Asya'dan gelen göçmenlere Amerika­ lılık ııılı \'C iı:ıaııı verdikten sonra Avrupalılar'a Avrupa'yı, As­ yalılar'a Asya·yı istila ettirmeye çalışıyor. Bir Alman olan Reisi­

cunılıurlan Alnıanya·yı mağlup ediyor. Şimdi bu iş Amerika'da nasıl oluyorsa vaktiyle Os manlı la r da da öyle oluyordu. '

Bu mi.italfüı şeki ide yanlış değildir. Zira toplumda, müesse­ seler ve ilim gibi durmadan akar. Başı ve sonu belli olmayan olaylara tıir başlangıç yahut son bulmak bir hayli zordur. Bu iti­

barla 1 :fııih devrinde Türk toplumu ilmi, müesseseleri, adaleti derken ister istemez önceki yıllara inmek zarureti vardır. Ayrıca


Fatih ve Fetih

7

işaret edelim ki, biz Fatih devrinde toplumu, müesseseleri, ilmi, orduyu, ahlakı, hukuku incelerken bunların kuruluşlarını değil, bunların işleyiş tarzını ve bu işlemeden hasıl olan genel sonuçla­ rını anlatmaya çalışacağız. Buna karşın, yıkılan bir toplumun ne­ den yıkıldığını, bir toplumu yıkan sosyal hastalıkların neler ola­ bileceğini de zaman zaman gözler önüne sereceğiz. Saniyen mu­ asır Avrupa ve

İslam

fılemi ile, mümkün olduğu oranda

karşılaştırmalar yapacağız. Böylece aradaki farklara işaret ede­ rek Fatih devrini tebarüz ettirmeye gayret edeceğiz.



1. FATİH'İN DOGUMU lstikbal'in Fatih'i 29-30 Mart 1432'de seher vakti dünyaya geldi4• Babası, II. Murad sabah namazına kalkmıştı. Abdest alnuş fakat namaz vakti olmadığı için seccade üzerinde Kur'an okumaya başlamıştı. Kur'an'da sure-i Muhammed'i bitirmiş, sure-i Fethe başlamıştı. Bu sırada içeri giren harem ağalarından biri: "Cüretim bağışla Şevketlü Sultanım. Bir oğlu aziziniz dün­ yaya geldi. Nevzada Cenab-ı Hak'tan uzun ömürler dilerim . .. " dedi. Bu haberle sevinen il. Murad: "Ravza-i Murad da bir gül-ü- Muhammedi açtı..." diyerek hem sevincini izhar etti, hem de çocuğun ismini Muhammed ya­ ni Mehmet koydu5• Annesi Türk ırkının su katılmamış saf bir nesli necibi olan İsfendiyarzadeler'den İsfendiyar Bey'in kızı Alime hatundu6• Şehzade Mehmet, daha beşikte bir bebek olarak yatarken, 4

Fatih'in doğum tarihi muhtelif kaynaklarda 1 427, 1429, 1431 olarak geçer. Doğum yeri ise Edirne'den başka Dimetoka Manisa , Bursa olduğuna işaret edenler vardır.

5

Ebeveynler, evlatlarına müzeyyen, mukaddes manalı isimler koymakla mü­ kelleftir.

6

Fatih'in annesinin ismi, Babingerde Huma Hatun olarak geçer. Bizim peçe­ vi ise isim zikretmeden bir Fransız kadını olduğundan bahseder. l.H. Danışmend de 1.0.T. Kronolojisi adlı eserinde; 1/202 Huma Hatun�u ka­ bul eder.


10

Dr.

Tahsitı Ünal

şöhreti, dillere destan olan Hacı Bayramı Veli, bir münasebetle Edirne'ye gelmişti. O sırada İstanbul'u fethedemeyen il. Murad müteessirdi. Tekrar bir muhasara için askeri hazırlık yapıyordu. Huzura kabul edilen Hacı Bayram Veli ile konuşurken sözü İstanbul me­ selesine getiren il. Murad, Hacı Bayram Veli'den maddi, bilhas­ sa manevi müzaharet ve yardım istedi. Hacı Bayramı Veli de: - "Şevketlüm, İstanbul'un fethi için beyhude uğraşmıyasız. Siz bu şehri meşhuru fethedemiyeceksiz. Onu, beşikteki Şehzade­ mizle bizim köse fethedecekler." demiştir.Hacı Bayramı Veli'nin "bizim Köse" dediği kendi müridlerinden meşhur Akşemsed­ din' dir'. 5-6 yaşına kadar Edirne Sarayında kalan Şehzade Meh­ met, 6-7 yaşından itibaren o zamanki usul gereğince Manisa' ya va­ li tayin edildi. Annesi Alime Hatunla birlikte Manisa'ya geldiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk devirlerindeki şehzadeler hem idari, askeri işlerde daha küçük yaştan pişsin, bilgi sahibi olsun, ida­ re adamlarını tanısın, sırası gelip padişah oldukta devlet işlerinde acemilik çekmeden işleri yürütsün diye anneleri ile birlikte bir vila­ yete vali tayin edilirlerdi. Hem de hususi hocalar tayin edilir, ders verilir, ilim ve fikir sahasında da yetişmesine ikdam edilirdi. 7

Hacı Bayramı Veli ile il. Murad'ın bu mülakatlarını ve Hacı Bayram'ın Meh­ met'ten bahsetmesini kaydi ihtiyat ile kabul etmek lazımdır. Zira H.B. Veli 1429'da vefat etmiş, Şehzade Mehmet üç sene sonra 1432'de doğmuştur. Binaenaleyh böyle bir meseleden bahsetmesi mümkün olamaz . Bu itibarla böyle bir mülakatın ya sonradan uydurulmuş olduğunu kabul etmek yahut da bunu Hacı Bayram Veli'nin kerametine atfetmek icabeder.


A

2.

FATIH'IN TAHSiLi VE O ZAMANKi FİKİR DURUMUMUZ •

Vilayetlere gönderilen şehzadelerin vilayetlerdeki sarayları da küçük çapta bir padişah sarayı idi. Merkezde olduğu gibi bu­ rada da eyalet umuru idaresi için divan toplanır, münakaşalar ya­ pılır, kararlar alınırdı. Burada da ilm i mübahaseler yapılır, kıy­ metli ilim adamları, tecrübeli vezirler, idareciler şehzadenin etra­ fında toplanırlardı. Vilayetlerde, şehzadelerin içine düştükleri ve ilk esas fikir­ lerini, karakterlerini aldıkları bu muhittir. Hiç şüphe yoktur ki, şehzadelerin mizaçları, meziyetleri, düşünüş ve davranışlarından silinmesi zor bir tesir bırakıyorlardı. Her halde Şehzade Meh­ met'in gittiği Manisa muhiti şehzadeyi, il. Murad'ın istediği şe­ kilde yetiştirecek bir muhit değildi ki, Padişah Şehzade'nin Ma­ nisa'ya gelmesinden bir müddet sonra teiaşa düşmüştü. Hele Şehzade'nin derslerine karşı lakayt ve haylaz olduğunu haber al­ dıkça büsbütün müteessir oluyor, Şehzade'nin istikbfili hakkında endişe duyuyordu, üzülüyordu. Bu sırada il. Murad devrinin ta­ nınmış mütefekkirlerinden Mollayegan - yeğen hacdan dönmüş, padişahı ziyarete gelmişti. Mollayegan'ı huzuruna kabul eden Murad:


Dr.

12

Tahsin Ünal

"Buyur!.. Hoş geldin ! Otur bakalım Molla!" diyerek karşı­ ladıktan, yanına oturtup haccını tebrik ettikten sonra: "Bana gittiğiniz diyarı mukaddesten ne armağan getirdiz?." diye de latife etti. Mollayeğan-yeğen: *Saadetlü Sultanım, sana Mısır'dan lbni Hacer' in vekirle­ rinden, tefsir, hadis ve fıkıh da menendi bulunmayan Molla Gü­ rani isminde bir armağan getirdim", dedi. Gözlerinin bile içi gü­ len ve sevinen padişah: - Bu armağan kandedir? - Kapıdadır Hünkarım. Huzuru şahanenize kabul buyurmanız için fermanı hümayunlarınıza intizak eder. .. ''Hemen buyurup gelsinler. Sohbet idelüm ..." buyurdu. Hu­ zura kabul edilen Gürani ile padişah bir saat kadar konuştu. Gü­ rani' nin ilim ve fazlına hayran kaldı. Hemen Bursa' ya Yıldırım Bayezit Medresesi'nin müderrisliğine tayin etti. Bir müddet son­ ra da Manisa'daki haylaz şehzadeye ancak Molla Gürani' nin ho­ calık edebileceğini takdir ederek, Gürani'yi Şehzade Mehmet' in hocalığına tayin etti. 1Imi kadar vekar ve ciddiyeti ile de maruf olan Molla Güra­ ni Manisa'ya geldi. Vazifesine başladı. Molla Gürani ilk derse, elinde bir değnek ile girmişti.Şehzade Mehmet ürkek nazarlarla bir hocaya bir de elindeki sopaya baktıktan sonra şımarık bir eda ile:


Fatih ve Fetih

13

"Bu sopa ne işinize yarar, onunla ne yapacaksız?.." diye sordu. Hoca gayet ciddi ve vakur bir tavırla: "Bu sopa haylaz, derslerine lakayt, tembel öğrenmek için say-ü gayret göstermeyen talebelerin tedibi için arasıra bana la­ zım olur. Siz dahi vazifei aslinizde dikkat ve gayret göstermez­ seniz bununla tedib ve darb edeceğim ... " dedikten sonra sesini kısmen yumuşatarak: "Oğlum, dedi. Cahil bir kimse koyun çobanlığı bile edemez. Zira onun da kendisine mahsus bilgileri vardır. Siz ki, yarın mil­ leti lslamiyenin çobanı, Devletti Osmaniye'nin padişahı olacak­ sınız. Bir şeyler öğrenmek herkesten ziyade size lazımdır.. " de­ di. Zemin müsait ise telkin, körpe ruhlarda aşı tesiri yapar. Der­ hal tesirini gösterir. İşin ciddiyetini, yarın omuzlarına yüklene­ cek olan vazifenin önemini anlayan şehzade derslerine dört elle sarıldı. Namık Kemal'in ifadesi ile "Avcı elinde muztar kalan as­ lan yavrusu gibi birşeye muktedir olamayarak çaresiz, derslerine başladı. Fıtratında gizli olan istidat inkişafı lezzet ve haz duydu8• Az zamanda islami ilimlere dair, kelam, fıkıh, hadis ve tefsir ile islam felsefesine ait çok şeyler öğrendi. Mevzubahs dini ilimleri yalnız Molla Gürani'den değil Molla Hüsrev'den

(ölümü 1480),

Molla lbni Temcid'den, Molla Hocazade Mustafa'dan, Molla Hayreddin'den de öğrenmiş ve bu adamlar da Fatih'e hocalık et­ mişlerdir. Şurası muhakkaktır ki, bu hocalar Fatih'e hem dini 8

Evrak-ı Perişan-Teracümü Ahval.


Dr.

14

ilimler hem de akli

Talısi11 Ü11al

(yani müsbet) ilimler okutmuşlardır9• Bu ho­

calardan hangilerinin müsbet ilimler hangilerinin dini ilimler okuttuğunu tesbit etmek zordur. Fakat Ffüih'e ders veren hocala­ rın hemen hepsinin manevi ve dini ilimler, yani fıkıh, kelam, ha­ dis, tefsir, tasavvuf ve İslam felsefesi ilimlerinde üstad oldukla­ rı malGmdur. Bu muhterem zevatın dini ilimler tarafı kadar akli ilimler

(yani pozitif ilimler) tarafından da kuvvetli olduğu iddia

edilemez. O halde şunu kabul etmek lazımdır ki, Fatih, madem ki, dini ilimler tarafı kuvvetli, akli ilimler tarafı ne de olsa zayıf olan hocalardan ders görmüştür. Öyle ise Ffüih'in de, dini ilim­ ler ile müsbet ilimler tarafı teraziye konuldukta, dini ilimler tara­ fı ağır basacağı, bir başka deyişle zamanının münevver muhiti­ nin ve hocalarının olduğu gibi Fatih'in de dini ilimler cephesinin kuvvetli, müsbet ilimler cephesinin daha zayıf olacağını kabul etmek lazımdır. Öyle ise mükemmel bir balestik bilgisine sahip olan Kritovu­ los'un da "Ciddi riyaziyat bahislerine alışkın ve vakıf idi" diye işa9

Molla Gürani'nin derse deynek ile girmesini il. Murad'ın tenbih ettiği de söy­ lenir. Bunun gibi Mehmet Çelebi'nin de çalışmadığına üzülen Yıldırım Be­ yazıt bir gün, şehzadenin hocasını huzuruna çağırarak "Çelebi bana güven­ diği için çalışmaz, fakat bugün ben onu sizin sertliğinizden, kıymetli bir ho­ ca olduğunuzdan , çalışmazsanız sınıtta kalacağından bahsederim, yarın da mektebe gelir, bizim Mehmet nasıldır? diye sorarım. Sizde bir gazabı haşin ile bana çıkışırsınız. Hatta kürküme değnek ile vurarak beni dışarı çıkarırsı­ nız akşam ise ben ona lazım geleni söylerim dedi. Ertesi gün öyle yapıldı. Şehzade, hocasını padişah babasından da üstün görerek çalıştı. imparator­ luğu, fetret devrindeki yıkılma tehlikesinden kurtararak yeniden kurdu.


Fatilı ve Fetih

15

ret ettiği gibi şehzadeye bu riyazi bilgiyi, fetihten önce Rumeli Hi­ sarı' nın p15.nını yapacak kadar mimarlığı. İstanbul civarının kroki­ sini çizecek kadar haritayı ve krokiciliği, muhasara esnasında ha­ van topunu düşünecek kadar müsbet tefekkür tarzını, ölmüş bir or­ todoksun mezarını açtırıp çürüyüp çürümediğini kontrol ettirecek kadar Rönesans'ın şüphe, kritik ve tecrübe metodunu aşılayan aca­ balar, acaba hangi hocalar olmuştur. İşte üzerinde durulması icabe­ den taraflardan birisi de budur. Madem ki Ffüih'in bizzat kendisin­ de müsbet ilim fikri de vardı. Neden yayılıp halkın malı olmadı? Sebebini yukarda izah ettiğimiz gibi Fatih' in dini ilimler cephesinin daha kuvvetli olmasında aramak Hizımdır. Bunu ayrı­ ca aşağıda da izah edeceğiz. Yalnız hemen şunu ilave edelim ki Fatih de nihayet bir in­ sandı. Bir insanın bütün ilimlerde dört başının mamur bütün ilimlerden allamei kül olması mümkün değildi. Onun bu halini tabii görmek lazımdır. Fatih'in şahsında gördüğümüz bu hali, onun zamanında top­ lum ve fikir sahamızda da aynen görmek mümkündür. O zaman ki, fikir sahamızın nakli

ni miisbeı ilim)

(yani dini) ilimler tarafı kuvvetli, akli (ya­

tarafı zayıftı. Zaten toplum ve fikir sahamız böyle

olmasa idi toplum içinden çıkıp gelen Fatih de böyle olmazdı. O halde, XV. asırda toplumca, münevver mühitlerimizdeki fikir ve ilim seviyemizi Ffüih'in şahsında görmek mümkündür. Bu hali daha iyi anlayabilmek için biraz evvelden başlaya-


Dr.

16

Tahsin Ünal

rak: izah etmek lazımdır. Anadolu selevkleri zamanında Türk ilim ve fikir hayatı mu­ asır milletlerin ilim ve fikir hayatına nazaran bir hayli ileride idi. XII. ve XIII. asırlarda, Anadolu vilayetlerindeki medreselerin her biri ayrı bir fakülte olmak üzere birer otorite ve ilim kutbu olmuş­ lardı 10. Yerli alim ve mütefekkirlerden başka İslam aleminin her yerinden bir çok alimler de gelmişlerdi. Fikirlerde bir istikrar ve vahdet göze çarpıyordu. Fakat 1243' de Moğol akını vukuu buldu. Bu tehlike önünden kaçan bir çok kabileler ile birlikte bir çok da derviş, şeyh, alim ve mütefekkir gelmişti. Anadolu'ya gelen ka­ bileler, Anadolu'daki nüfus kesafetini artırdı. Anadolu'ya gelen ve muhtelif mezhep ve tarikata ve fikre sahib olan kimseler Ana­ dolu fikriyatına yeni bir şekil, yeni bir istikamet veriyordu. Daima mücadeleler, fikirlerin, mezheplerin, tarikatların, ic­ tihatlann, müsbet ilim düşüncelerinin tenevvililne sebep oldu. Eski fikri istikrar ve vahdet bozuldu. Nüfus bakımından kalaba­ lıklaşan Anadolu'da göçebe, köylü, şehirli halkın birbirine zıt yaşayış şekilleri ve dünya görüşleri, düşünüş tarzları, dini itikat­ ları, ilmi veya mistik fikir ceryanlarının çoğalmasına sebep oldu. Bu hal topluma gittikçe artan bir dinamizm ve enerji verdi. Bu kaynaşmalar önce Anadolu beyliklerinin bu arada Osmanlılar'ın kurulmasına sebep oldu 11• XII. asırda Anadolu emme ve basma 1O

Bakınız: Yeni Sabah Gazetesi No. 3588, H.Z. Ülken'in makalesi.

11

Z.V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş 1/197-212.


Fatih ve Fetih

17

bir tulumbayı andırıyordu. Anadolu tulumbası Asya'dan müte­ madiyen emiyor ama boşaltacak yer bulamıyordu. Bir başka ta­ birle XIII. asırda Anadolu üfürüldükçe şişen ve şiştikçe patlaya­ cak hale gelen bir bidona benziyordu. Bu balon en zayıf yerin­ den bir gün patlayacaktı. Tulumba emdiği suyu boşaltmak iste­ yecekti. Nihayet balon 1300 tarihinde Osmanlı devletinin kurul­ ması ile patlamış, Anadolu tulumbasının suyu asırlarca ta.. Viya­ na önlerine kadar akmış durmuştur. Bu akış bu fütühat evvelki asırlarda olduğu gibi sadece as­ keri bir akın, geçici bir istila değil, 1071'den sonra olduğu gibi, iskan ve kolonizasyon fütühatı, yeni bir yurt edinme, yeni bir va­ tan kurma fütuhatı idi. Bu fütühatta, dini yaymak, insanlığı köh­ ne ve batıl itikatlarden cehlin zulmetinden kurtarıp nura kavuş­ turmak emelleri, mümbit doğup ovalarda daha geniş ve mahsul­ dar mer'alar bulmak arzuları daha müreffeh yaşamak kaygulan, kızıl elmaya kavuşmak, kelimetullahı, ila etmek ideolojileri var­ dı. Bu fütühatta yeni ve medeni bir alemin, asra ayak uydurama­ yarak geri kalmış ve köhneleşmiş bir aleme kendini empoze et­ tirmek ve eski alemi kendi içinde hazmetmek fikirleri vardı

12•

Daha Osman ve Orhan beyler fütuhatlarına başlamadan ön12

Binaenaleyh; Anadolu beyliklerinin kurulmasını hazırtıyan amillerden biri de aynı ideolojide olan insan topluluklarını birarada, aynı ideolojinin tahakkuku için çalışan bir beyin emri altında toplaması olmuştur. Mesela: Koyu bir mil­ liyetçilik, muhafazakarlık, milli birlik fikrinde olan KaramanoQullarının, libe­ ral, muharip, az çok hümanist düşünenler, OsmanoQullarının etrafında top­ lanmışlar ve bu devletlerin kurulmasını hazırlamışlardır.


18

Dr. Tahsin Ünal

ce Asya'dan, Irak, Suriye ve Azarbaycan'dan binlerce mücahid uçlara gelmişlerdi. Bunların arasında dini ve pozitif ilimler bakı­ mından cidden kıymetli elemanlar, zeka ve kabiliyetler vardı. Fütuhat başladığı zaman gerek ordunun içinde, gerekse gerisin­ de bu kıymetli elemanların mühim bir yer işgal ettikleri görülü­ yor. Bunlar arasında Osman beye kızı Mal Hatun'u vererek, ona gazilik kılıcını kuşatan Şeyh Edebali ilk Osmanlı hutbesini, Os­ man bey namına okuyan Tursunfakih Karamani, Orhan beye şid­ detle tesir eden Abdal � tusa, Abdal Murae3 bulunmaktaydı. Geyikli Baba gibi14, I. Murat Hüdavendigar zamanında mü­ him rol oynayan Ahiler'� gibi Türk dervişleri bir taraftan kılıçla­ rıyla, fütuhatlarda mühim yararlıklar gösterirken, bir taraftan da fikirce kendilerine muhalif olan ulemaya karşı kalemleriyle mü­ cadele ediyorlardı. Bunlar Sünnilikten pek farklı olmayan, fakat İran Şiiliğinden de bariz hatlarla ayrılan milli ve mutedil Türk Şiiliğini'60smanlılar'a ve yeni fethedilen yerlere yaymaya çalı­ şıyorlardı. Milli ve mütedil Türk Şiiliğini yayan Türk dervişleri Türkçe olarak, halk ruhunu terennüm ediyodardı. Türkçe yazılan münacaatlar hiç şüphe yoktur ki geride milleti, cephede kuman­ dan ve askerleri şevke getiriyor, ölümü hiçe saydırarak Bizans ve Rumeli kalelerinin az zamanda fethedilmelerini sağlıyordu. Türk 13 14 15 16

Abdallar hakkında lslam Ans., Abdal mad. Babalar hakkında bak, lslam Ans., Baba mad. Ahilik hakkında bak, lslam Ans., Ahi mad. Milli ve mütedil Türk Şiiliği hakkında bilgi için bakın ız; An ı t Mecmuası 'ndaki makalelerimiz, Sayı: 4-20.


Fatilı ve Fetilı

I')

dervişlerinin yanında bir de ulema sınıfı vardı. Bunlar da hakika­ ten fılim kimselerdi. Saray muhitinde, padişahın veya sadrazam­ ların yanında Türk harsını, adet ve ananelerini muhafaza ederek onlara yol gösteriyorlardı. En meşhurlarından biri Orhan bey za­ manında ilmine hürmeten vezirlik rütbesi verilmiş olan Sinaded­ di n Paşa' dır. Ulema'nın yanında bir de Ulemai Rusum vardı. Bunlar Türk dervişlerinin ve ulemanın Türkçe söyleyip yazmasına mu­ kabil o devrin telakkisine göre ilim lisanı olan Farsça ve Arabça söyler ve yazarlardı. Türkçe söyleyip yazanlara cahil nazarı ile bakarlardı. Hiç şüphe yoktur ki Ulemai Rusum yazma ve söylemede Arapça ve Farsçayı kullanarak, o zaman değilse bile müteakib senelerde muvaffak olmuşlardır. Neticede Türk şiir, edebiyat ve ilim hayatında bir dualizm yaratılmasına sebep olmuşlardır. Di­ van edebiyatı, halk edebiyatı gibi. Böylece bilmeyerek büyük bir fenalık etmişler. Türk fikriyatının asırlarca halk arasına yayılma­ masına sebep olmuşlardır. �

Ulemai Rusum'un yanında bir de tasavvuf vardır. Onun ya­

nında da sığıntı vaziyetinde bulunan pozitif ilim alimleri mevcut­ tur. Şu kısa izahattan da anlaşılıyor ki XIV. asra girerken top­ lum ve fikir hayatımızda hakim olan fikirler, mistik, metafizik ve dini fikirlerdir. Pozitif ilim, müsbet fikir cephemiz zayıftır. İşte


Dr.

20

Tahsin Ünal

bu zihniyet ve fikirde bulunduğumuz bir zamanda 1330 veya 1332'de Orhan Bey zamanında İznik medresesi açılmıştı. Med­ resenin proğram bakımından hangi ilimlere daha çok önem vere­ ceğini, yukardaki izahatımızdan anlamak mümkündür. Nitekim A. Adıvar "Bu medresede müsbet ilimler noktasından bir husu­ siyet aramak beyhudedir" diyordu17• Dahası var; bu medreseye ilk defa baş müderris olarak tayin edilen Davutu Kayseri gerçi dini ve pozitif ilimlerle mücehhez bir zatı muhterem idi. Lakin kendisi meşhur Moğol tarihçisi Reşidid­ din zamanında yaşamış olan Kaşanlı Kemaleddin Abdurrezzak'ın müridi idi. Yani bir tarikat ehli idi. Muhtelif ilimlere ait bir ansik­ lopedi yazmışsa da ehemmiyeti tali derecededir. Baş müderrisin asıl önemi Muhiddini Arabi'nin Fusus adlı eserine bir şerh yazmış olmasındadır. Tasavvufu şiddetle müdafaa ve methetmiş ve tasav­ vufu Osmanlı ülkesinde yaymaya çalışmıştır. Anlaşılıyor ki Os­ manlılar'ın ilk baş müderrisi olan Davut-u Kayseri'nin de mistik ve din tarafı kuvvetli, müsbet ilim tarafı ise zayıftır. İznik ve daha sonra açılan Bursa medresesinde yetişen tale­ belerden en meşhurları Şemseddin Fenari, Kadızade-i Rumi, Abdurrahman-ı Rumi, Şeyh Abdullah İliiki Kutbeddin İzniki vs. dir. Bunların hocalarına ve evvelki devirlere nazaran bariz husu­ siyetleri vardır. Mesela Şemseddin Fenari tasavvuf ile beraber kuvvetli bir mantık, müsbet ilim ve felsefe de tahsil etmiştir. 17

A . Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, s. 2.


21

Fatih ve Fetih Bunlara dair kuvvetli eserler de yazmıştır. Kuvvetli bir mantıkçı olduğu için

(toprak, ilimleri ile amil

olan ulemanın etini vermez) hadisi şerifindeki hükme inanma­ mış, şüphe etmiştir. Bu şüphe duygusu ile hocasının mezarını aç­ tırıp bakmıştır. Osmanlı toplumunun pozitif ilim sahasında, dolayısıyle kül­ tür ve teknik sahasında yükselebilmesi için Molla Fenari'nin bu şüphe ve tecessüsüne dört elle sarılması icabederdi. Her halde Molla Fenari zamanını yalnız ibadetle geçirmemiş olduğu anla­ şılıyor

(1351-1432).

Mevzubahs medreselerde yetişen diğer bir alim de Riyaziye ve astronomi alimi olan Kadızacte-i-Rumi'dir. Yalnız Osmanlı­ lar'da değil, tekmil Asya'da isim yapmış, Semerkant rasathane­ sinin müdürlüğünü etmiş olan zat ne yazık ki memlekette kalma­ mış, Semerkand'a gitmişti. Memlekette kalsa idi, Türk fikri için herhalde büyük bir kazanç olurdu

( 1337-1412).

Osmanlı memleketlerinde bu ve bunlar gibi adamlar saye­ sinde ilim bir hayli ilerlemiş ve Yıldırım Beyazıt tarafından hem tıbbın daha iyi inkişafını sağlamak, hem de hastalan bilhassa sa­ ri hastalığa yakalananları burada tedavi etmek maksadiyle 1400'de Dar-Üt-Tıb namiyle bir hastane açılmıştır. il. Murat zamanında Mukbilzade Mü-min isminde bir dok­ tor da eski bir Arapça tıp kitabını Türkçeye tercüme etmiştir. Biz bu son bahislerde müsbet ilim tarafları ağır basanlardan kısaca


22

Dr. Tahsin Ünal

bahsettik. Bunların mistik ve dini tarafları da vardır. Fakat ne olursa olsu şu kısa izahat bile bize Molla Fenari (mantıkçı), Ka­ dızade Rumi

(Riyaziyeci) ve doktor olan Hacı Paşa ile Osmanlı­

lar'da XV. asrın sonu ile X V . 1i asrın başında hiç değilse dini ilimler sahasında olduğu kadar akli yani müsbet ilimler sahasın­ da da yeni bir çağın açılmış olduğunu göstermektedir. Bir kısmı telif bir kısmı en ziyade Arapçadan tercüme ile çoğalan kitapla­ ra ve yetişen müsbet ilim sahibi adamlara ne olursa olsun Os­ manlılar'da ilk fikir hareketlerinin mübeşşirleri, Osmanlı Röne­ sansına ilk alametleri nazarı ile bakılabilir18• Zira isimlerini zik­ rettiğimiz bu mütefekkirler de, batıda muasırları olan Levy de Gerson

(1288-1344) Arnoldo di Oillanova (1240-1311) Peter

(ölümü 1318) vs. gibi pozitif ilmi ve müsbet fikri benimsemiş bir toplumda bulunsalar, kendilerinden sonra da müsbet ilim meto­ duna itibar edenler çıksa idi, netice herhalde Avrupa'da olduğun­ dan farklı olmazdı. Bununla beraber bu izahatımıza bakıp da XIV. asrın sonu ile XV. asrın başında Osmanlılar'da müsbet ilmin gittikçe geliş­ tiğini, kuvvet ve kudret kazandığını, buna mukabil tasavvufun, İslami an' anelerin ve şeriatçılığın gittikçe kuvvetten düşerek za­ yıfladığını zannetmemelidir. Yalnız şu varki bu zamanda, bir ta­ raftan Osmanlılar'da ilk müsbet hareketler, bir taraftan da evvel­ ki asırlara nazaran bir dereceye kadar müsbet bir kalkınma oldu18

B u hususta fazla bilgi için bakınız; A . Adıvar, Osmanlı Türklerinde i lim, s. 2-1 5.


23

Fatih ve Fetih

ğu göze çarpıyor. Şayet müsbet yani pozitif ilim çalışmaları ve zihniyeti mevzubahs asırlarda dini ilim çalışmalarına ve zihniye­ tine üstün gelmiş olsa idi, hiç şüphe yoktur ki bu ilim hamisi, şanlı kahramanın zamanında Avrupa'daki misali gibi bir Türk Rönesansı doğabilirdi. Fakat ne yazık ki Fatih devrine girilirken de dini ilimlere ait çalışmalar müsbet ilim çalışmalarına ve zihniyetine hakim vazi­ yette idi. Bu hali yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fatih'in şah­ sında da görmekteyiz. Fatih devrinde mantık, riyaziye, astronomi ve tıb sahasında eser vermiş, isim yapmış mütefekkirler vardır. Mesela Mavera­ ünnehir'den, Herat Rasathanesi müdiri olan ve yukarıda Osman­ lılar'dan buraya Herat'a geldiğini zikrettiğimiz Kadızade-i Ru­ mi'nin talebelerinden Ali Kuşcu vardır. Bilindiği gibi lstanbul'a önce Uzun Hasan'ın bir elçisi olarak gelmişti. Şarktan ve garb­ ten tanınmış mütefekkirlerini sarayında toplamayı seven Fatih, Ali Kuşcu'yu beğenmiştir. Onu günde 200 akçe maaşla Ayasof­ ya Medresesi müderrisliğine tayin etmiştir. Sefaret vazifesini ik­ mal ettikten sonra İstanbul' a dönen Ali Kuşcu başta astronomi ve riyaziye alimi olan Hocazade

(ölümü 1488) olduğu halde ls­

tanbul'un tanınmış alimleri tarafından istikbal edilmiştir19• Ali Kuşcu kendisinden sonra torunu olduğu anlaşılan Mirim Çelebi ile Molla Lütfi'yi kendi sahalarında tanınmış birer alim 19

Bakınız: l slam Ansiklopedisi, Ali Kuşcu maddeleri.


24

Dr.

Tahsin Ünal

olarak yetiştirmiştir. Ali Kuşcu'nun, Farsça ve Arabça yazılmış Riyaziye ve astronomiye dair kıymetli eserleri vardır. Riyaziye ve astronomi ile meşgul olan Ali Kuşcu'nun tasavvufu ve astro­ lojiyi de ihmal etmediği anlaşılıyor. Bu devirde ismini zikretme­ ğe değer diğer bir riyaziyeci ve heyetşinas Sinan Paşa'dır. Gerek Sinan Paşa ve gerekse bunun da talebesi olan Molla Lütfi, Mol­ la Fenari gibi müsbet ilmin yaratıcısı olan ilmi müsbet yola sevk eder gibi şüphe ve tereddüt metodunu kullanmışlardır. Bu metod ile hareket ederek zamanın bir çok alimlerini tenkit etmişler ve fikirlerini isbata davet etmişlerdir. Onun için gerek Sinan Paşa gerek talebesi Molla Lütfi, dini bilgileri kuvvetli olup, müsbet ilim tarafları zayıf olan ve maalesef ekseriyeti teşkil eden, dola­ yısı ile toplumun fikriyatına hakim olan ulema sınıfı tarafından sevilmemişlerdir. Diğerlerine nazaran az çok sivrilmiş olduğu sanılan bu iki alime başta padişahlar olduğu halde

-delidir, zın­

dıktır- diye fena nazarla bakmışlardır. Sonunda Sinan Paşayı Fa­ tih Sivrihisar'a sürmüş, oğlu il. Beyazıt da Molla Lütfi'yi idam ettirmiştir. Görülüyor ki kitle, daha doğrusu böyle şeylere hakim vaziyette olan iktidar, kendisi gibi düşünmeyenleri daima berta­ raf edegelmektedir. Ama bunların müsbet veya menfi neticeleri zamanlarından ziyade müteakib asırlarda belli olmaktadır. Mari­ fet toplumda istikamet verecek olan bu fikirleri zamanında seze­ rek iyilerine itibar fenalanna itiraz etmektir. A. Adıvar, s. 34--35'de "vaktın uleması bu alimlerin affı için


Fatih ve Fetih

25

padişaha kafa tutmuşlardır" diyorsa da padişaha kafa tutanların Hocazade ve Molla Lütfi gibi düşünenler olduğu muhakkaktır. Hocazade fizikle de meşgul olmuştur. Fakat yine Hocazade Fatih'in emri ile lbni Rüşt'ün fikirlerini, kuvvetli bir mantık ile red eden ve Gazali'nin dine ve tasavvufa dair olan fikirlerini me­ theden bir şerh yazmıştır. Bir sürü din uleması, tasavvuf ehli kim­ seler dururken, padişahın bu işi Hocazade gibi bir fizikçi ve riya­ ziyeciye yaptırması Hocazade'nin bu tarafının da kuvvetli oldu­ ğunu göstermektedir. Aşağıda aynca izah edeceğiz. Fakat burada şunu ilave edeyim ki padişahın bir emirle Gazali'nin fikirlerini meth, lbni Rüşt'ün fikirlerini cerh ettirmesi Hocazade için müs­ bet bir not olduğu kadar, padişah için de menfi bir nottur. Fatih devrinde tıbba gelince; Meşhur Akşemseddin tıbba dair yazdığı bir kitapta "Cümle marazın nebat ve hayvanlarda ol­ duğu gibi asırları ve tohumları vardır. Ot tohumu, ot kökü gibi dedikten sonra babadan anadan irsen intikal eden marazlardan bazı niküs, cüzam gibi ki bunlar kahice yedi yıldan sonra yine zuhur eder." diyor. Ak Şemseddin bu tıbbi fikirleriyle

cidden

Fatih devrinde bir otorite olduğunu gösteriyor. Ama A. Adıvar buna itiraz ederek bu fikirler Ak Şemseddin'in değil diyor20• Tıb sahasında ismini zikretmek icabeden diğer doktorlardan biri de Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali, Altuncuzade, Ahmet Kudbeddin Acemi, Mehmet Şükrullah Şirvani, Hoca Ataullah Acemi, Fa20

A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, s. 35.


26

Dr.

Tahsin Ünal

tih'in hususi doktorlarından Yakub ve Lan Acemi hekimleri zik­ redebiliriz. Bunlardan Altunizade bir hastanın "bevil yolunda bir lfillmizait peyda olup etibba ilacından aciz kaldıkta adem altuni­ zadeye vanb, derdini anlatıp ilac istedikte altunizade tebessüm edib -bir iğne düzüb ucu tahme girib gittikçe tariki bevle bab ba­ bithal et seni incitmedikçe içerisine ilet- der ve adem iyileşir"21 teşhisi ve tedavi usulleriyle şöhret temin etmiş bir tabibi meşhur­ dur fakat adeden böylelerinin miktarı az olup yüzde iki ila üç ka­ dardır. Yukarda ismini zikrettiğimiz meşhur doktorlardan biri de hiç şüphe yoktur ki Sabuncuzade Şerafeddin Ali'dir. Bu zatı muhterem Amasya'da doğmuş ve Buhara'daki medresede tahsil etmiştir. Fatih'in doktorlara ve ilim erbabına hürmetini ve ver­ diği para miktarını duyarak bir eser yazmış ve bunu Fatih'e tak­ dim ederek, Fatih'in hizmetine girmek istemiştir. Bu maksatla Amasya'dan kalkıp lstanbul'a gelmiş fakat eserini Ffüih'e tak­ dim edememiştir. Bundan gücenmiş olan Sabuncuzade eserinin baştarafında; "Sultan Mehmet Han devrinde Amasya'da sakin idim. Ma­ işetim Killeli Rüzgar ve Zamanei Dilazar elinde giriftardı. Dile­ dim bu miheni rüzgardan kendimü halas idem. Ol sultanın hak merhametine yüz sürmekliğime vesile talel ettim. Bildimki ol fazılı kamil melikin hazretinde ulumdan mergub nesne yoktur. Hususa ilmi tıb kim şanında nisful ilim denilmiştir. Pes bu ma21

Vakıflar Dergisi, Sayı: 1 , s . 79.


Fatih ve Fetih

27

nadan bir kitabı cerrahiye yazdım. Bu ömrü kasir ve emeli tavil içinde bilib ve tecrübe edilmekle yakin ve aynel yakin müşaha­ de ettiğim amaliyeddin bir nice türlü acaib

ve garaib işler bu

muhtasar içere dercettim. Zamanın cerrahları bu zikrolunan ame­ liyeddin ekselisini ne görmüşler ve ne de işitmişlerdir. Kütübü mukaddimine nazar idib ol kitabların ahkamına tetebbü edüb Sa­ ib ameller kesbedüb tariki mustakim üzerine varmamışlardır... Bu asrın cerrahları ekseriya ümmidirler."22 Sabuncuzade'nin sözlerinde bizim de izahına çalıştığımız büyük hakikat gizlidir. Yukarda da bu münasebetle temas ettiğ­ miiz gibi "padişahın hakiki ilim ve fen adanılan ile temas ve teş­ riki mesai etmesine nasılsa padişaha yaklaşmış olan bir takım kimseler mani oluyorlardı."23 Bu da bizdeki ilmi gelişmeyi fren­ liyor, aksatıyordu. Fatih zamanında şarktan, isimlerini zikrettiğimiz veya zik­ retmediğimiz mütefekkirler tarafından Arabça'dan ve Fars­ ça'dan eserler de tercüme edilmiştir veya meşhur eserlere pek çok şerhler yazılmıştır. Yine Fatih devrinde, çok yerinde bir ha­ reketle, Avrupa'da Hümanizma ve Rönesanscılar'ın yaptıkları gibi eski Yunan'dan tercümelerde yapılmıştır. Mesela Batlam­ yus'un coğrafyası bir Rum alimi olan Amurutzes tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Meşhur Mirim Çelebi Batlam22 23

Vakıflar Dergisi, Sayı: 1 , s. 77-78. ilim ve San'at Tarihimizde Fatih Sultan Mehmet, s. 17.


28

Dr.

Tahsin Ünal

yus'un (el macesti) isimli eserinden istifade ederek eserler yaz­ mıştır. Hakeza Fatih' in emri ile Amurutzes İstanbul ' un fetihten sonraki durumunu gösteren bir harita yapmıştır. Amurutzes ve daha sonra İslam olup Mehmet ismini alan oğlundan başka garblı mütefekkirlerden bir arkeoloji meraklısı aynı zamanda bir heykeltraş olan Ankonalı Kriakus ki Fetih' den önce Ayasofya meydanında bulunan Jüstinien heykelini yapmış­ tır. Fatih her gece Roma, Kartaca Yunan tarihlerini okutur, din­ lerdi24. İtalyalı bir alim olan Giovanni Maria Angiolello ressam Venedikli B ellini, ressam ve madalyoncu Veronalı Matteo D. Patsi -ki Fatih'in madalyasını bu adam yapmıştır-. Fatih böyle mütefekkirleri de sarayında toplamıştı . B unlardan başka İstan­ bul' daki Rum mütefekkirlerinden müsbet ilimler hususunda ve Ortodoks papazlarından Hıristiyan akideleri hususunda istifade edildiği muhakkaktır. Bunlar da evvelkilerine ilave edilince Osmanlılar' da fikri intihabın uyanmış olmasına, fikirlerde ve zihinlerde bir yeniliğin meydana gelmiş olmasına hükmedilebilir ve Fatih medresesinde bu yeni zihniyetle tedrisata başlanmış olması düşünülür. Fakat ne yazık ki bu olmamıştır. XIV. asırda İznik ve B ursa medreselerindeki tedris zihniye­ ti ile XV. asırdaki Fatih medreselerindeki tedris zihniyeti ve di­ ni ve akli ilimlere verilen önem bakımından esaslı bir fark yok 24

Mevzubahs heykelin resmi için bakınız; Aylık Ans. lstanbul'un Fethi maddesi.


Fatih ve Fetih

29

gibidir. Gerçi medresenin binası, mimari tarzı, tertibi, teşkilatı, hocalara verilen para ve harcırah cidden insanı düşündürecek bir şekildedir ve ilmin himaye edildiğini gösterir. Yalnız Osmanlı­ lar' ın değil, İslam aleminin şah eseridir. Bu hal Fatih' in ilme ver­ diği önemin en büyük delilidir. Hatta medresede fıkıh, kelam, hadis, tefsir gibi dini ilimler yanında mantık, riyaziye ve tıb da okutulmuştur. Fakat tahsil, yine akli ilimler cephesi zayıf olan alimler tarafından yapılmıştır. Müsbet ilim tarafı zayıf, dini ilimler cephesi çok kuvvetli olan bu mütefekkirlerin zihniyeti, onların hazırladığı ders prog­ ramı ile ders yapılınca yetişenlerin de ilim tarafları zayıf, din ta­ rafları kuvvetli olagelmiştir. Bir başka deyişle medreselerde dini ilimlere daha çok, müsbet ilimlere daha az yer verilmiştir. Dola­ yısıyle müsbet ilme ikinci, hatta üçüncü planda önem verilmiştir. Haftada on saat fıkıh, kelam, hadis ve tefsire mukabil bir saat ri­ yaziye, fizik, kimya okunursa orada müsbet ilim okutuluyor de­ nilemez. Zamanımızda liselerde haftada bir saat askerlik, yüksek okullarda bir saat tarih okutuluyor. B u vaziyette liselerde asker­ lik, yüksek okullarda tarih bilgisi denilemediği gibi. Fatih zamanında yerli alim ve mütefekkirlerden başka, isim­ lerini yukarda zikrettiğimiz batılı mütefekkirlerin yanında şark­ tan Ali Kuşcu, Mısır'dan Molla Gürani, Herat'dan Ahmet Kut­ beddin Acemi gibi mümtaz şahsiyetler de İstanbul' a gelmişler­ dir. Fatih' in Ortodoks mütefekkirlerle Hıristiyanlığa dair, B atılı-


30

Dr.

Tahsin Ünal

larla eski Avrupa tarihine dair islam mütefekkirleriyle dini ve metafizik25 meselelere dair, tıb meseleleriyle doktorlarla muba­ hase ve munazaralarda bulunduğunu kitaplarımız yazıyor26• Fa­ tih' in, bir padişah olarak ilmin her branşı ile, dinin her meselesi ile yakınen meşgul olması bir çok tarihçileri şaşırtmıştır. Onu hem ilmi layıkiyle bilir bir allemeikül zannedenler bulunduğu gi­ bi, metafizik meselelerle meşgul olmasını, günlerce mistik mü­ nakaşaları, usanmadan dinlemesini nazarı itibara alanlar onu ko­ yu bir dindar, sofi, fakih zannedenler de bulunmuştur. Hıristiyanlıkla meşgul olmasını nazarı itibara alanlar, başta Papa i l . Pius olduğu halde, Fatih' in Hıristiyanlığa meyyal oldu­ ğunu zannederek Hıristiyanlığı kabul etmesi için mektub bile yazmaya kalkışanlar olmuştur. Hatta G. Guillet gibi bazıları da Fatih'i "hiçbir dine ve mezhebe mensub olmayan, hiçbir dine inanmayan" dinsiz bir adam addedenler de bulunmuştur. Hülasa olarak temas ettiğimiz Fatih devrinde fikir hareket­ lerimizin görünüşte pek faal olduğu, fakat hakikatta bütün bu fa­ aliyetlerden müsbet bir neticenin maalesef elde edilemediği gö­ rülmektedir. Şarktan ve garbtan mütefekkir adamları memleketin­ de sarayında toplayan Fatih' in kendisi de mütefekkir bir padişah­ dı. Onun devri, Osmanlılar da pozitif ilim ve fikir hayatının en yüksek devri olabilirdi. Buna az çok zemin de müsait idi. Fakat ne 25 26

Şakayik: 1/82 ve 1 43. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, s. 28-29.


Fatih ve Fetih

31

yazık ki bu olmamıştır. Osmanlılar'ın (1300-1481) arasındaki il­ mi faaliyetleri, eski Yunan, eski İslam fikriyatı ile mukayese edi­ ldiği takdirde bu zamanda, inkişaf etmesi icabeden müsbet ilim­ lerin cidden inkişaf edemediği, hiç olmazsa yerinde dahi sayama­ dığı, aksine tereddi ettiği maalesef görülüyor. Muasır Avrupa fik­ riyatı ile karşılaştırıldığı zaman aynı hakikat ile karşılaşarak üzül­ mekten, insan kendisini alamıyor. Çok defa şişirilerek nakledilen­ lerin hilafına olarak gelişmesi, inkişaf etmesi, bir Türk rönesansı­ nın temellerinin atılması icabederken neden bu olmamıştır? Bu­ nun sebebleri elbetteki pek çok ve çeşitlidir. Kanaatı acizanemize göre mevcut sebepler arasında şunları da sayabiliriz: l- Dini i lim alimlerinin, müsbet i liın -alimlerinden daha çok olması ki azınlıkta kalan nıüsbct ilim illimleri, çoğunluk karşısın­ da fikirlerini kabul ettireıncmişlcrdir. Dolayısıyle mevzi mahdut ve tfili derecede bir faaliyet gösterebilmişlerdir. 2- Doğru bir ilim metodu bulamayan, müsbet ilim alimleri

her nedense Molla Fenari , Molla Lütfi ve Sinan Paşa'nın şüphe ve tereddüt fikirleri ni mi.isbet ilimde ilerlemek için kendilerine şiar da edinmemişlerdir. Dolayısıyle Osmanlılar' da ilmi faaliyet­ ler, kendilerini tenvir edecek olan ilim metodundan mahrum kal­ mıştır. Kendilerine ilim yolunun ne olduğunu gösteren bir alim de çıkmamı ştır. Saniyen yukarda da müteaddit defa zikrettiğimiz gibi müsbet ilim adamı olarak ele aldığımız şahıslar, zayıf da ol­ sa bir tarafları ile dini ilimlerle de dolu idiler. Manevi metafizik


Dr.

32

Tahsin Ünal

fikirlerden kendilerini sıyıramamışlardır. 3- Saray muhitinde ve padişahlar nezdinde hüsnü kabul gö­

ren ve makbul addedilen kimselerin ekseriyetini mistik, manevi ve dini ilim sahibi olan alimler teşkil ediyordu. Söylemeye lü­ zum yoktur ki padişahlar da aynı efkarda idi ki onlardan hoşlanı­ yor, onlardan manevi yardımlar ümid ediyorlardı. Dolayısıyle di­ ni ilim sahibi ve padişahın sırdaşı ve akıl danesi olan bu alimler fikirlerini padişaha empoze ettiriyorlardı. Bunların fikirleri itibar görüyor. Ötekiler geri kalıyordu. Gerçi Fatih'in laik ve tolerans sahibi olduğunu gösteren bazı rivayetler ve kayıtlar vardır. Fakat bunlar mahdut ve mahalli olmaktan ileri geçememektedirler. An­ cak buna rağmen o devrin özelliğini dikkate aldığımızda Fatih'in uygulamalarının laik bir anlayışı yansıttığını söyleyebiliriz. 4- Çok defa padişah hocalarının manevi ve dini ilim üstadı

olan hocalardan seçilmesinin de bu meselede hissesi olsa gerektir. Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okur. Talebesi kim olursa olsun hoca bildiğini öğretir. Bildiği şeylere ait fikirler verir. Hoca dini ilimler üstadı olunca talebesinin de bu cephesinin kuvvetli olacağı aşikardır. Dini bilgileri kuvvetli, müsbet ilim ta­ rafı zayıf olan şehzadenin padişah olunca dini ilimlere önem vere­ rek, müsbet ilimlere karşı kayıtsız kalacağı ma1Gmdur27• 27

Önemsiz gibi görünen bu zihniyet yani dini ilimlere önem veren, müsbet ilimlere lakayt kalan zihniyet, zamanla medreselerden müsbet ilimleri büs­ bütün çıkarıp atmıştır. Dolayısıyle, zamanla müsbet ilimden, teknikten ve makineden bihaber, hatta ona düşman bir nesil yetiştirilmişlir. Onun içindir


Fatih ve Fetih

33

Fatih'in suçlu birisini idam ettirmesi üzerine Akşemsed­ din'in: "Kangı fetvaya müsteniden bu ademi katleylediniz, bizden fetva-ı şer'i almanız icabederdi." demesi üzerine Fatih, "Ne fetvası sorarsınız. Fetva verenler kadar ben de ulum-u­ şeriyye okudum. Fetvasını kendüm verdim." demesi28 fikrimizi teyit etmektedir. Dini ilim tarafı kuvvetli olan bir padişah dini ilimlere önem verir. Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar adlı eserinde "Akılcı ve Aristocu ilahiyata Gazali kadar kudretle hücum eden olma­ mıştır. Gazali'nin tesirleri Osmanlı imparatorluğu' na, oradan da zamanımıza kadar gelir ve bazan da resmi bir kıymet alır. Fa­ tih' in emriyle Hocazade üçüncü bir Tehafüt yazmış, Gazali'nin fikirlerini tahrib eden İbni Rüşt'e karşı, ilahiyatın intikamını al­ maya, aklın kifayetsizliğini ve imanın şart olduğunu tekrar yaz­ mıştır... Akılcı ve tabiatçı Avrupa kafasının prensiplerini koyan­ lar Farabi ve İbni Sina gibi Türkler' di. Fakat sonradan bu hare­ kete karşı çıkan Gazali 'nin ve M. Arabi' nin müdafaasını Osman­ lı lmparatorluğu' nda Fatihler, Yavuzlar ve Kanuni' ler ele almış-

28

ki son 1 50 seneden bu yana yetişen hocalarımız, garbten gelen her yenilik ve tekniQi kafir icadıdır, istimali haramdır diye büsbütün red ve inkar etmiş­ lerdir. işte bizdeki bu zihniyet ve telakkinin ilk tohumlarını lznik, Bursa, Edir­ ne, Fatih ve Süleymaniye medreselerinin proQgramları nın arasında aramak lazımdır. Medreselere hakim olan zihniyet neticede böyle bir nesil ve zihni­ yet doQurdu. S. Ünver, Fatih Devri Fıkraları, s. 22.


Dr. Tahsin Ünal

34

lardı"29 diyor. Fatih Hocazade'ye yazdırdığı eserde İbni Rüşd'ü çürütür, Gazali ' yi müdafaa ederken Kanuni bunu "Kimki bu aki­ delere itiraz eder günah işlemiş olur. İtirazında israr ederse bü­ yük hata irtikab etmiş olur. Padişahın onu cezalandırması vacib olur" diye adeta kanun haline getiriyordu. Fatih pozitif ilme, müsbet fikre cephe almış bir padişahmı­ dır? B unu asla iddia edemeyiz. Fakat müsbet ilmin temeli olan akılcılığa ve tabiatcılığa karşı cephe almayı Hocazade' yi memur etmesi ve toplumun fikirce ileride bulunan mütefekkir kitlesinin müsbet ilim taraflarının zayıf olması, Molla Fenari , Hoca Paşa, Sinan Paşa, S abuncuzade, Altunizade, Hocazade Rumi gibi mü­ tefekkirlerle başlamış olan Türk rönesansını Avrupa rönesansın­ dan ayırmış ve tekrar şarka, mistisizme çevirmiştir. "Görülüyor ki açılan yeni çağa karşı Fiitih'in rolü maalesef tamamiyle men­ fi olmuştur"30• O bunu yaparken, bundan doğacak olan menfi ne­ ticeleri müdrik mi idi? Hayır. O, kökü tarihin derinliklerinde bu. lunan ve o zaman hiç de belli olmayan binbir tesirin altında idi . B i zler de zamanımızdan ziyade evvelki senelerden gelen tesirle­ rin altında değilmiyiz? 5- Başta padişahlar

(Fatih ve oğlu il. Beyazıt) olduğu halde

Türk münevverlerinin ekserisi, İslam medeniyetine en ileri bir medeniyet nazarile bakmışlar, Avrupa' daki fikir hareketlerini 29 30

S. Ünver, s. 1 60 ve devamı. Türk Dili Mecmuası, Sayı: 20.


Fatih ve Fetilı

35

aşağı görerek daima lakayt kalmışlardır. Halbuki Fatih devrinde Avrupa' da eski Yunanistan' ı n tetkik edilmesiyle Hümanizma ve Rönesans, fikir ceryanları almı ş yürümüş, müsbet ilimde, orta çağa nazaran dev adımlan atılmıştı. B i z Avrupa' ya lakayt kalır­ ken, Avrupalı alimler Osmanlı fikir hareketlerini adım adım ta­ kib ediyorlardı . Hatta yazdıkları eserleri Fatih' e ithaf edenler vardı. Floransalı Francesko Berlinghieri gibi. Fatih'in dini mese­ leler hakkındaki efkarını ve Hıristiyanlığa karşı gösterdiği alaka­ yı takib eden Papa il. Pius Fati h ' e Hıristiyanlığı kabul eder, vaf­ tiz edilirse ebediyyen Doğu Roma İmparatoru olarak kalacağını yazıyordu. Fati h ' i n askeri bilgilere meraklı olduğunu bilen Ve­ nedik elçisi Fatih' e, Robert Volturio' nun Fatih için yazdığı as­ kerliğe dair bir kitabını gönderiyordu3 1 • Tekrar etmek zorunda kaldığımız ve tekrarından fayda bek­ lediğimiz bir mesele varsa o da;

(Kendimizi tekamülün dışında

görmemiz, etrafa lakayt kalmamız bize ilim ve siyaset ile asker­ lik bakımından pek pahalıya mal olmuştur). B u kötü zihniyet bi­ zi asırlarca geri bırakmış, sonunda koca i mparatorluğun yıkılma­ sına sebeb olmuştur32• 31

32

Avrupa'nın müsbet ilmine karşı olan bu lfıkaydimiz siyasette de kendisini göstermiş, siyasıri lfıkaydimiz de bize pek pahalıya mal olmuştur. Şüphesiz siyasi lakaydımız, ilme karşı olan lfıkaydimizden geliyordu. Yani düşüneme­ dil:)imiz, tefekkür edemedil:)imiz için siyasi hatalar yapıyorduk. Avustralya, Afrika yerlilerinin XX. asra kadar ibtidai milletler olarak kalmala­ rı nın başlıca sebebini onların ilim alemi ile, medeni milletler ile temas etme­ melerinde aramak lazımdır. Aynı şeyi kibir ve gururla biz yapmışız.


36

Dr. Tahsin Ünal

lstanbul ' da Fatih'in emriyle eski bir coğrafyacı olan "Ka­ inatın merkezi dünyadır. Dünya ise yuvarlak değil, düzdür"33 di­ yen Batlamyus'un coğrafyası Arabçaya tercüme edilir emek ve para sarfedilir, oyalanıp vakit geçirilirken Avrupa' da Fransalı Levi Gerson (1288-1344) daha XIV. asırda "kainatın, merkezi arz olamaz" diye, bir papaz olan Kardinal de Kuza (1401-1464)

(yani tam Fatih zamanı) da "Arz hareket eden bir cisimdir. Bel­ ki düz değil, yuvarlak olması icabeder" diye astronomiye ait eserler yazıyorlar. B ar bar bağırarak B atlamyüs faraziyesini ten­ kit ederek yıkıyorlardı. Dahası var bu adamların fikirlerinden mülhem olan meşhur seyyah Kolomb da "Daima batıya gidilirse bir gün doğuya gelinir" diyerek 1 402' de seyahata çıkıyor ve Amerika'yı keşfediyordu. B izim bunlardan ya haberimiz yoktu veya haberimiz vardı da istikbfilde bunların tevlit edeceği büyük hadiseyi tefekkür edecek alim adamımız yoktu34• Halbuki Hazre­ ti Resul bir anlık tefekküre yetmiş yıl ibadet etmiş sevabı yaza­ cağını bildiriyordu. Hazreti Peygamber ise; "İlmi, beşikten mezara kadar arayı­ nız. İbadetin en iyisi ilme çalışmaktır. llmi arayınız Çin' de de ol­ sa." "Kafirlerin lisanlarını öğrenin öğrenin ki onların ilimlerine, 33

34

(Dünya ise yuvarlak de!)il, düzdür) cümlesini kaydı ihtiyatla kabul etmek la­ zımdır. Tarih hazinesi, Sayı: 8'de Kolomb'un lstanbul'a gelip il. Beyazıt'tan (3--4 ge­ mi verin size yeni dünyalar bulayım) dediQi, ulemanınise (Yeni dünyalar ahi­ rette olur) diye red ettikleri yazılıdır. Bu müracaat ve verilen cevabın şekli fi­ kirlerimizin do!)rulu!)unu göstermiyor mu?


Fatih ve Fetih

37

fikirlerine, sizin hakkınızdaki niyyetlerine vakıf olasınız" buyur­ muşlardı. Bizim ulemai rusum bunlara hiç itibar etmemiştir3s. Hakeza yine Fatih devrinde Gutenberg (1450)'de matbaayı icat etmişti. Avrupa'nın hemen her yerinde kıymet ve ehemmi­ yeti takdir edilen bu makineye dört elle sarılmışlar, memleketle­ rinde matbaalar tesis etmişlerdir. Matbaa sayesinde az para, az emek ve az zaman ile pek çok kitaplar yazılmış Hümanizm ve Rönesans' ın fikirleri umumi halka yayılarak az zamanda büyük hamleler olmuştur. Bizim memlekette ise matbaaya kıymet ve önem veren olmamıştır. Hatta Fatih matbaayı da tab edilen kitab­ ları da görmüştü. 6- 1lmi bir metoddan mahrum olan Türk mütefekkirleri es­

ki Yunan ilminin nerede başlayıp nerede bittiğini, eski Yunan alimlerinin en meşhurlarının kimler olduğunu, Orta çağda İslam ilminin nerede başlayıp nerede kaldığını bilememişlerdir. Onun için mesela eski Yunan' dan tercümeler yapılırken ilimde otorite olan, çığır açan filozofların eserlerini değil, ikinci, üçüncü dere­ cede önemli olan adamların eserlerini tercüme etmeye çalışmış­ lardır. Dahası var; daha önce Arapçaya tercüme edilmiş olan eserleri bir daha tercüme etmişlerdir yahut Arapçaya tercüme edilmiş olan eski Yunan eserlerini Türkçeye çevirmişlerdir. İs­ lam aleminin tanınmış mütefekkirlerinin eserlerine, onlardan fi­ kirler alarak, fikirler ilave etmek suretiyle telif eser yazacakları 35

ilim, Ahlak, i man, s. 78, 1 48, 1 54.


38

Dr. Tahsin Ünal

yerde ya haşiyeler ya şerhler yazmak suretiyle maalesef vakitle­ rini ve ömürlerini heder etmişlerdir. Bu hal Fatih devri mütefek­ kirlerinin, klasik ilmin neresinden yapışmak, hangi eserleri ter­ cüme ederek ilim sahasında eskiden kazanılmış olanlara yenile­ rini ilave etmek suretiyle zamanlarındaki ilmi zenginleştirmeyi bilemediklerini açıkça gösteriyor. 7- Bizde ilmi gelişmeyi firenleyen diğer bir amil de, kuru­

lan tarikatların çokluğunda ve bu tarikatların fikirleri ile takib et­ tikleri yolda aramak lazımdır. Tarikatların zuhuru, her halde iç­ timai zaruretler neticesinde olmuştur. Belki ahlaki, edebi, ruhi ve dini faideleri ve fetihlerde önemli yönleri de dokunmuştur. Fakat müsbet ilim sahasında ele alınır, insan işine yarar, toplumda ye­ ni bir çığır açar, bir fikir getirdiğini zannetmiyoruz. Halbuki Av­ rupa' da müsbet ilim hareketlerinin çoğu, aslen din adamı olan piskopos ve papazlardan çıkmıştır. Avrupa' da tarikatlar ve kilise idaresinde, açılan okullar, za­ manla müsbet ilme doğru gelişmiş ve hiç değilse XVI. asırda re­ formdan sonra ilim ile din ayrı iki branş olarak gelişmiş oldukla­ rı halde bizde medreseler gittikçe müsbet ilmi ihmal ederek yal­ nız dini ilimler tedris eden müesseseler haline gelmişlerdir. Biz­ de ilim, dinden ayrı ve müstakil mütalaa edilememiştir. Buna, toplum bünyesini saran tarikatların mistik zihniyeti ve metafizik meseleleri de inzimam edince ilim, dinin kapısında, kendisine ' ehemmiyet verilmeyen bir sığıntı halinde kalmıştır'.


Fatih ve Fetih

39

Malı1mdur ki tarikatlarda bir esas fikir vardır. Müritlikten şeyhliğe, şeyhlikten yükselerek fenafillah olabilmek için itirazsız ve şartsız şeyhe itaat etmek lazımdır. Şeyhe itaatsızlık etmek, şey­ hin sözlerine itiraz etmek, şeyhin fikirlerinden şüphe ve tereddü­ de düşmek, büyük günah idi. İtaat etmek, şüphe ve tereddüt etme­ mekle şeyh ve fenafillah olunabilirdi. Şeyhin en iyi bildiğine, ya­ lan söylemediğine inanmak icabederdi. Bizdeki tarikatlarda mev­ cut olan bu fikir ve telakki (Üstad iyi bilir. Üstad böyle söylemiş­

tir. Başka türlüsü düşünülemez) tezini müdafa eden Ortaçağ Av­ rupa' sının skolastik fikir ve telakkisinin aynıdırl6• Bu dönemin özelliği itibariyle ve Fatih'in yetiştiği muhitin tesiri münasebetiyle Fatih'in Akşemseddin gibi bir hocası olma­ sa idi, dünyadan eletek çekip37 İbrahim Etem gibi, Celaleddini Rumi gibi bir tasavvuf şeyhi olabileceğinden bahsedenler vardır. 36

37

Demek oluyor ki XV. ası rda skolastik zihniyetten, hümanizma, Rönesans ve reform ile kurtulurken biz cemiyetce aynı fikir, aynı hastalı(Ja da yakalanı­ yorduk. Samiha Ayverdi; Edebi ve Manevi Hayatı içinde Fatih, s. 30-38. Samiha han ı m ismi geçen eseri ile fikirlerimizi teyid etmektedir. Yalnız eserinin 46. sayfasında "Fatih zamanında ilim ile din metodda da neticede de ikiz kar­ deş gibi idiler" dedikten sonra Latifi'den ve yabancı bir yazardan parçalar alarak sayfa 48'de "O zaman medrese denilen bu yüksek mekteblerde ilmi sarf, ilmi nahiv, ilmi mantık, ilmi kelam, ilmi edeb, ilmi bedii, ilmi maani, ilmi beyan. ilmi hendese, ilmi hey'et okutulurdu" diyor. Burada ismi geçen 1 O dersten ancak 3 tanesi müsbet ilim dersidir. Geri kalan 7 tanesi dini ve Arab grameri dersidir. 7 dini derse karşı 3 müsbet ilim dersi oldu!:juna göre "ilim ile din metodda da neticede de ikiz kardeşler gibi idiler" denilemez. ikiz de­ !:jil, ilim, dinin bir sı{Jıntısı mesabesindedir.


40

Dr. Tahsin Ünal

Onun büyüklüğü, ilim ile dinin bir kuşun iki kanadı gibi kabul et­ mesinden yalnız dine, yahut yalnız ilme sarılmakla toplumu te­ kamüle doğru götürmenin mümkün olamayacağını idrak etme­ sinden, Kur'an'daki ilahi emirlere sarılarak, fakat beşer aklını da mümkün olduğu kadar ihmal etmeden toplum işlerine düzen ver­ meye çalışmasından ileri gelmektedir. Fatih' in büyüklüğü, "top­ lumin başını bağladığı imanı prensib, ilmi de bu prensibi izah, neşr ve tekamül ettirmek için tekamül prensibi olarak kullanmak istemesinden gelmektedir." "Onun için padişahı, bir ayağı ile imanda, bir ayağı ile ilimde görürüz."38• Onun büyüklüğü, İslami prensibleri olduğu gibi tatbik ederek, ihtilalden çok evvel, insan haklarını, vicdan hürriyetini, eşit olarak doğan insanların toplum içinde, kanun önünde de eşit olmalan lazım geldiğini Avrupa'ya göstermesinden gelmektedir. Muasırı olan şark ve garb hüküm­ darlarına nazaran "Sahib-ül-seyf vel-kalem" olması bakımından laik idi. Çok okurdu. Külliyetli miktarda kitab toplamıştı. "Fetih­ ten sonra lstanbul'da tesis edilen bir kütüphaneye şahsi kütüpha­ nesinden eserler vermişti39• Osmanlı padişahları arasında kitab se­ verliği, ilmi toleransı ve fikri olgunluğu ile yüz akı olmuştur. O, şarktan ve garbten birçok fikir adamlarını sarayında toplamıştır. Onların fikirlerinden istifade ederek şark ile garp fikirlerini karış­ tırmayı, yine ilk defa Fatih düşünmüş ve yapmaya çalışmıştır. Yi­ ne ilk defa şarktan ve eski Yunan'dan tercümeleri Fatih yapmıştır. 38 39

Semiha Ayverdi, aynı eser, s. 70-75. S. Ünver, i lim ve Sanat Tarihimizde Fatih Sultan Mehmet, s. 8.


Fatih ve Fetih

41

Böylece şark ve garp ile Hıristiyanlık ve Müslümanlık ve Eski Yunan felsefelerini mezcederek yeni felsefi bir çığır açmak iste­ miştir. Şayet Fatih'in girişmiş olduğu bu hayırlı teşebbüsler, za­ manındaki mütefekkirler tarafından iyi anlaşılmış, halefleri zama­ nında da aynı yolda yürünmüş olsa idi, Avrupa'daki misali gibi bizde de yeni bir fikir ceryanı doğabilirdi. B inasız, zemini hazırlamadan ve hocaların hayat şartlarını standardize etmeden ve ilme muhtariyet vermeden, ilmin olama­ yacağını Osmanlılar' da yine ilk defa olmak üzere Fatih düşün­ müş ve düşüncesini, inşa ettiği o muazzam külliyesi ile tahakkuk ettirmek istemiştir. Bunlardan başka Fatih, meşhur bir kumandan olarak da zikredilir. Devrin ve idare ettiği toplumun anlayışına göre padişah, herşeyden önce iyi bir kumandan olmalı idi. Fatih de iyi bir kumandan olması icabeden vasıfları kendisinde topla­ mıştı. O, ordunun, daima zapt-ü-rapt ve disiplin ile, ayakta du­ rabileceğine kani idi. Hatayı zinhar affetmezdi. Merhametten marazın doğacağını müdrik idi. Karaman seferinde intizamı mu­ hafaza edemeyen Yeniçeri Ağası Doğan Ağa'yı, muhasara esna­ sında 4 papa gemisinin hakkından gelemeyen Baltaoğlu Süley­ man Bey ' i şiddetle cezalandırması, onun hataları zinhar affetme­ diğni gösterir. Fatih, sımnı ve yapacağı işi kimseye söylemezdi. Önceden düşünür, planlarını yapar, karar verirdi. Kararını mutla­ ka tatbik ederdi. Askeri hazırlıklarından birinde: "Seferimiz hangi yönedir?" diye soran Kazaskerine:


42

Dr. Tahsin Ünal

"Buna, sakalımın tellerinden birinin vakıf olduğunu bilsem, onu koparır atar, yahut yakardım . . . " diye cevap vererek kazaske­ ri susturması meşhurdur. İştirak: ettiği seferlerde hiçbir zaman, velevki tehlikeli anlar dahi olsa, soğukkanlılığını kaybetmemiş­ tir. Muhasara esnasında atını denize sürmesi; B elgrad muhasara­ sında huruç yapan düşman savleti karşısında: "Otağı hümayunu terk edelim . . . " diyenlere; "Askerlerim beni burada bilir. Ölümden ürküp düşmandan yüz çevirmek erlik kan değildir! .. " diyerek red etmesi ve bizzat kılıç kullanarak muharebeye iştirak edip üç düşman askerini öl­ dürmesi, kendisinin de bu muharebede kalçasından yaralanmış olması meşhurdur. Fatih, kendisinden evvelki büyük kumandanların "Dara, ls­ kender, Anibal, Salur, Yıldırım, Timur" tarihlerini okumuş, bir başka deyişle harb tarihi tetkik etmiş, buralardan öğrendiklerini muharebelerinde tatbik etmiştir. Otlukbeli muharebesinden önce vezirlerinin "Önce B ayburd ' u fethedelüm" teklifine O, "Hayır, asıl hedefimiz düşman ordusu olmalıdır. Alaüddevle'nin leşkeri­ ni dize getirirsek B ayburd' un anahtarları elimizde sayılır" diye­ rek ve böyle yaparak B üyük Frederik'ten, Napolyon' dan, Molt­ ke' den çok evvel "muhtelif yollardan ilerlemek, kat'i netice ye­ rinde toplanmak" gibi stratejik baskıyı düşünmüş ve tatbik etmiş bir kumandandır. Fatih, kanun vaz' etmek, en iyi devlet adamlarını bulup işba-


Fatih ve Fetih

43

şına getirmek mevzuunda da büyük bir isabet göstermiştir. Fa­ tih ' in Arapça, Farsça ve Türkçeden başka Rumca, Sırbca, Slav­ ca, İbranice lisanlarını bildiği de söylenir. İlk üç lisanı edebiyat ve felsefesine vakıf olarak bildiği muhakkaktır. Diğer lisanlara aynı derecede vakıf olduğu söylenemez. Fatih, asrının bir icabı olarak çok şeyler bilmek meziyetine de sahib idi. Rumeli Hisa­ rı ' nın planlarını kendisi çizmiş olduğuna göre bir çok meziyetle­ ri yanında mimar olduğunu da kabul etmek icabeder. O, matema­ tikçi, balistikçi, topcu, haritacı idi. "Mademki Osmanlılar' ın kuruluşu devrinde ve Fatih zama­ nında müsbet ilim cephesi zannedildiği kadar kuvvetli değildi. Öyle ise Osmanlı İmparatorluğu nasıl gelişmiş, İstanbul' u fethet­ miş, Viyana' ya kadar dayanmıştır?" şeklinde ikinci bir sual varid olabilir. Bunu aşağıda izaha çalışacağım fakat şunu iliive edeyim ki, Osmanlı toplumunda müsbet ilim hiç yok, demek değildir. Os­ manlılar' da da matematik hendese, coğrafya, tıb, felsefe vardı. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi sınırlı dahi olsa müsbet ilim yo­ lu da tutulmuştu. Fakat bunlar hem başlangıç halinde idi, hem de müteakib senelerde gelişememişti. Fakat Osmanlı Türklerinde teknik, hele harb tekniği asrına nisbetle pek üstündü. Saniyen Os­ manlı imparatorluğunun ilk gelişmelerinin sırrını müsbet ilimin gelişmiş olmasından ziyade, sosyal ilimlerin, hukuk ilminin geliş­ miş olmasında yeni bir ruhun, infilak etmeye hazır bir dinamizmin gelişen harb sanayii ile birleşmesinde aramak icap eder sanırım.


44

Dr.

Tahsin Ünal

İslam dini, yalnız metafizik düşüncelerin yığını değildir. İs­ lam dini, nice sosyal, iktisadi, idari, ahlfilci, siyasi, ilmi, hatta re­ j im, muharebe psikolojisi gibi birçok ilke ve kuralın toplamıdır. B unların aynen tatbik edilmesi, millete yeni bir ruhun verilmesi­ ne, dinamizme, dolayısiyle tefevvuka, gelişmelere zemin olmuş­ tur. Galibiyeklerin sımnı teşkil etmiştir. Biz, XV. asırda müsbet ilimler sahasında o zamanki Avru­ pa' ya ve XIII. asırdan önceki İslam medeniyetine nazaran geri idik. Fakat sosyal ekonomik, idari, adli, askeri teknik, genel kül­ tür, ruh, iman ve ahlak bakımından bilhassa XIV. ve XV. hatta XVI. asırlar, Avrupa'ya, Balkanlar' a, Bizans'a ve o zamanki İs­ lam devletlerine nazaran kat be kat ileri ve üstün idik. Osmanlı İmparatorluğu 1 300-1 579 tarihleri arasında mükemmel bir orga­ nizasyona, çok iyi teşkilatlanmış olan bir toprak sistemine, bir ma­ kine gibi işleyen askeri teşkilata malikti. Onun içindir ki, yabancı müverrihler Osmanlı devletinin dünyayı titreten üç esas dayanağı: "Dirlik teşkilatı - yani toprak sistemi -, Yeniçeri teşkilatı, bu teş­ kilatın başı olan padişahsiyeti ile aksamadan işleyen müesseseler olduğunundan bahsederler40• İşte o büyük başarılarımızın sebebi­ ni, müsbet ilimde ileri olmaktan ziyade bunlarda aramak icabeder. Yukarda da temas ettiğimiz gibi, biz Osmanlı İmparatorluğu'nun kuvvet kaynağı olan bütün bu teşkilatların, ruhun ve imanın kuru­ luş ve işlerinden ziyade genel neticeleri üzerinde duracağız. 40 Türk Hukuk Tarihi Dersleri, s. 1 1 6.


Fatih ve Fetih

45

Anadolu kapılarını Türk ırkına açan 1 07 1 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden Osmanlılar'ın kuruluş tarihi olan 1 299 tarihine kadar geçen 228 sene zarfında, Önasya ve Anadolu' daki Hıristi­ yan, Rum, Ermeni vs. unsurlar ile Türk ve Müslüman olan unsur­ lar birbirlerini maddi ve manevi sahaları ve tarafları ile pek yakın­ dan tanımışlardı. Zira bir çok yerde birbirine karışmış, iç içe gir­ mişler, bir çok hudutlarda komşuluk etmişler, birbirleriyle alış ve­ riş etmişlerdi. XI ve XII. asırlarda olduğu gibi XIII. asrın sonları­ na doğru iki tarafın uç beyleri zaman zaman muharebe etmekle beraber, aralarında senelerce dost kalanlar da az değildi. Muhare­ belerden ziyade bu samimi ve dostane münasebetler, alış verişler, iki alemi birbirine daha çok yaklaştırmış, daha çok tanıtmıştır. Bu tanıma ve yaklaşmalar sonunda iki unsur - Hıristiyan Müslüman - aynı devletin tebaası imiş gibi bir manzara arzedi­ yordu. Siyasi sınırlar pek nazarı itibara alınmıyordu. Aynı pazar­ da alışveriş eden aynı devletlerin tebaalarına, aynı ziyaretgahı zi­ yarete gelen Hıristiyan ve Müslüman unsurlara, aynı filozofun dostu olan Rum ve Türk beylerine sık sık tesadüf ediliyordu41• Bu asırlar, iki unsurun karışıp kaynaştığı asırlar olmuştur. İki tarafın kadınları bile birbirlerine misafirliğe gidiyorlar, bey­ ler birbirlerine kıymetli mallar ile birlikte kadınlarını emanet edi­ yorlardı. Osman Gazi'nin yaylağa giderken kıymetli eşyalarını 41

Bakınız, i lk Mutasawıflar, i lahiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı: il. 111. Sarı Saltuk yazısı.


Dr. Tahsin Ünal

46

kadınlarla birlikte Bilecik tekfuruna bırakması fikirlerimizin açı ifadesidir42• B inaenaleyh 1 300'de başlayan, 1 500'e hatta 1 570'e kadar devam eden Osmanlı taarruzları, Rumlar tarafından hiç de ya­ bancı bir taarruz olarak karşılanmadı. lkibuçuk asırdan beri yan yana yaşadıkları Türk ve Müslümanların, daha iyi idare, daha iyi teşkilat, ferdin ve toplumun hak ve hukukunu gözeten bir sistem olduğunu gören bizzat yaşayan Rumlar tarafından Türk taarruzu, bir hulüskar taarruzu olarak karşılanmıştır. B u itibarla, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu, tekmil Anadolu ve Rumeli'ye, Ka­ ra ve Akdeniz' lere hakim oluşu öyle çok defa zannedildiği gi­ bi kalır ve imha edici meydan muharebelerinden, halkın külli­ yen katledilerek, ülkelerinin kılıç zoru ile ele geçirilmesinden sonra olmamıştır. Eğer böyle olsa idi bugün Türk memleketi olan ülkelerde haia yaşayan gayrii M üslimlere tesadüf edilme­ mesi Iazımdır. Bu itibarla geniş fütuhatlanmızda, fert ve top­ lum için daha cazib olan, huzur, rahat ve refah getiren, ferde ve topluma adalet, musavat sağlayan, ticaret, sanayi faaliyetleri temin eden, içtimai dayanışma ve denge temin eden iman, ruh ve hele müesseselerimizin geniş ölçüde hisseleri bulunduğunu ihmal etmememiz ve unutmamamız Iazımdır. Bu mesele, bir tarafta ahlak ve dini sahalarda köhneleşmiş hurafelere dalmış dej enere olmuş bir alemin yani B izans aleminin; kendisinden 42

Hammer, 2/106.


Fatih ve Fetih

47

daha teşkilatlı, sosyal dengesi yerinde, geniş ekonomik i mkan­ ları sağlayan bir makine gibi işleyen müesseselere sahip olan, adalet ve musavat sağlayan dinamik bir ruh, iman ve ahlaka sa­ hih olan yeni bir aleme, yani; Türk alemine bağlanmaya mec­ bur olması neticesinde vuku bulmuş, geniş bir devir ve teslim işi olarak mütalaa edilmelidir43• Fetih meselesi bir Hıristiyanlık - Müslümanlık mücadelesi olarak ele alınırsa hem izahlarda in­ di, hissi ve hayali mülahaza ve mütalaalardan daha ileri gidil­ mez. Hem de dinleri, ırkları ve milletleri birbirine karşı teşvik et­ mek gibi kötü bir sonuca varılmış olur. Buna mukabil, Fetih me­ selesi, iki alemin sosyal ve ekonomik vaziyetleri, idari ve adli teşkilatlan, müesseseleri ve din ile ahlakları ele alınır, hiç olmaz­ sa ana hatları ile mukayeseler yaparak bir izah yolu tutulursa hem zamanımızdaki tarih anlayışına uygun hareket edilmiş olur44• Hem de dahi, iyi ilmi ve mantıki neticelere yaklaşılmış olur. Zira fertler ve toplumlar daima kendilerine huzur ve rahat getirecek olan sistemleri arar ve bulurlar. Menfaat bir cıvadır. Meyilli bulduğu tarafa akar. Irk din ve milliyet tanımaz. Hele böyle fikirlerin hemen hiç kıymeti olmayan, hatta bilinmeyen or­ taçağlarda ... B u itibarla biz, Fetih hadisesini şimdiye kadar üzerinde pek az durulmuş bir cepheden mütalaa ve izaha çalışacağız. 43 44

Türk Dili Mec. Sayı: 20, M. AkdaQ'ın makalesi. Modern Tarih telakkisi için bakınız, Tarih Dünyası Mec.: Sayı: 27'deki ma­ kalemize.



3. FETİH'TEN ÖNCE

İKİ ALEMİN SOSYAL DURUMU Bizans'ta Orta çağlarda tekmil Avrupa'da olduğu gibi Bizans'ta da halk Asiller, Rahibler, Köylüler ve Serfler olmak üzere birbirine karşı düşman muameleleri yapmaktan çekinmeyen, hor gören, fakat yekdiğerine hilim olmak isteyen bir takım sınıflara ayrıl­ mıştı. Büyük kitleyi teşkil eden köylüler ve serfler, asiller ve ra­ hibler tarafından iktisaden sömürülmekte, kanunlar karşısında eşit muamele azınlıkta idi. B u itibarla büyük kitle, kendilerini idare eden fakat ekaliyette kalan asiler ve rahibler sınıfını sevme­ mekte idi. Asiller ve rahibler sayı olarak az olmakla beraber ara­ zinin yüzde 80'ini ellerinde bulunduruyorlar, buralarda topraksız köylüleri ve serfleri karın tokluğuna çalıştırıyorlardı . İsmi geçen sınıflar arasında, Bizans'ta mühim bir rol oynayabilecek kuvvet­ li bir burjuvazi sınıfının mevcut olduğunu zannetmiyorum. Zira burjuvazi, ticaret, sanayi bakımından gelişmiş memleketlerde tü­ rer ve kuvvetlenir. B izans'ta ise bilhassa 1 204' den sonra deniz ticareti yabancıların, Venedik ve Cenevizliler' in Asya tarafında­ ki kara ticareti de Türkler' in eline geçmişti. Bizans sanayii de


50

Dr. Tahsin Ünal

mühim bir yekun teşkil etmediğinden eskiden mevcut olan bur­ juvazi sınıfı zamanla yok olmuştu. Geniş arazilere sahip olan asiller adeta karın tokluğuna ça­ lıştırdıkları insanların kaldırdıkları mahsuller ile, Avrupa' daki benzerleri gibi sarfederler, eğlenirler, sefahata ve av eğlenceleri­ ne harcarlardı. Subaylık ederler. İdare makamlarında bulunurlar­ dı. Çok zengin olan, yüksekce bir makam işgal eden asilzade su­ baylar, eyaletlerinde şahsi ordu besleme hakkına da sahip olduk­ larından, icabında krala kafa tutar, isyan eder, bulunduğu yerin mutlak hakimi kesilirdi. Böyleleri türlü sebeplerle "Ölüm, miras, izdivaç, satın alma" yollarıyla mülklerini durmadan genişletirler­ di. Arazi bakımından geniş mülke sahip askeri bakımdan bir hayli kuvvetli olan asilzadelerin mevcudiyeti, şüphesiz krallar için bir tehlike idi. Gün geçtikçe asillerin k �vvetlerini artırması sonunda imparatorluk dahilinde feodal isyanlar başladı . Netice­ de feodal beylerden biri olan Komnenler ailesi Bizans idaresini eline aldı ( 1081-1204). Fakat dahili mücadeleler 1 45 3 ' e kadar devam etti. Haçlı seferleri devamınca, Bizans' ta küçük emlak sahipleri­ nin arazileri büyük emlak sahibi olan asiller tarafından yutulma keyfiyeti daha hızlandı . Büyük emlak sahipleri, merkezi tanıma­ yan birer feodal bey oldular. Bizans kuvvetinin dağılmış olma­ sından istifade eden Latinler ( 1204-1261) Bizans'ı ele geçirdi­ ler. Latin devletini yıkarak Bizans'ı ele geçiren Paleologlar


Fatih ve Fetih

51

(1261-1453) zamanında sınıflar arasındaki zıddıyet, kin v e nef­ ret had safhasına çıktı . Öyleki asiller yani tahtta gözü olan bey­ ler imparatorlara karşı, feodal beylerin keyfi idaresinden bıkmış usanmış olan aşağı sınıflar feodal beylere karşı daima isyan, da­ ima mücadele halinde idiler. Nerede ve ne zaman olursa olsun si­ yasi ve askeri buhranlar daima iktisadi ve içtimai buhranlar ya­ ratagel miştir. Bi zans' taki bu dahili mücadeleler, iktisadi ve içti­ mai buhranlar, bu buhranlarda iktisadi ve içti mai sefaleti kırbaç­ lıyordu. İçtimai ve iktisadi sefaletin hüküm sürdüğü muhitlerde mukaddes mefhumları yıkılır, şeref, haysiyet payimal olur. Vi­ ranelerde ölen baykuşlar gibi ahJaksızlıkta, içtimai enkazın üze­ rine çıkıp ölüm, çöküş ! . . . diye uluyarak topluma ölümü ve çökü­ şü çağırır. . . Rahiblerin geni ş arazilerinde, kilisenin uçsuz bucaksız ma­ likanesinde köylü ve serfler çalışıyordu. Rahiblerin serbest dere­ beyliği, asillerin derebeyliğinden daha az tehlikeli değildi. Hatta, dini derebeylik, içtimai, fikri ve iktisadi neticeleri bakımından si­ yasi derebeylikten daha tehlikeli, daha korkunçdu denilebilir. Zi­ ra X. asırdan XV. asıra kadar B i zans arazisinin büyük bir kısmı rahiblerin ve keşişlerin elinde, halkın, ordunun ve devlet maliye­ sinin zararına olarak kullanılmaz bir halde durmuştur45• İmpara­ torlar kilise emJakine katiyyen dokunamıyorlardı . Ne azaltabili­ yorlar, ne de gün geçtikçe çoğalmasına mani olabiliyorlardı. Zi45

Bu halin Bizans zirai istihsalini nasıl menfi etkilediQini daha iyi anlamak için bakı nız, A. Refik, Büyük Tarihi Umumi, JV/226-23 1 .


Dr.

52

Tahsin Ünal

ra imparatorlar, tahta kendilerine sadık olan patriklerin yardımı ile gelirlerdi. Patriği ve onun gerisindeki rahibler ve keşişler gru­ bunu gücendirdiği gün tahta veda etmesi muhakkak gibi idi. Bi­ naenaleyh imparatora sadık bir patrik ve patriğin tarafı, impara­ tora ne büyük hizmetler ifa ediyorsa imparatordan mamur bün­ yan bir patrik ve patriğin tarafı da o nisbette külfetler izafe edi­ yordu. Onun için bu sınıfı hiç bir imparator darılmak istemezdi. Hoş tutmayı yegane gaye addederdi. Geniş halk kitlelerinin vic­ danına, fikrine, siyasi kanaatlanna hakim olan patrikler ve rahib­ ler kitle içinde mühim rol oynuyorlardı. Ayrıca kilise arazisinde toplanan binlerce rahib ve keşiş is­ tihsal yapmazlar, devlet bütçesinin zaafını hazırlarlardı. Askerlik etmezler, orduyu zaafa uğratırlardı. Fikirce nesilleri kendileri gi­ bi ve kendi ideoloj ilerine hizmet edecek şekilde yetiştirirlerdi. Din hususunda öğrettikleri, saf ve doğru Hıristiyanlıktan uzak, batıl itikatlar ile karışık içtihatlardan ve hurafelerden ibaret idi. Ruhban sınıfının yaşayışı ve halka öğrettikleri bilgiler hakkında Hammer'de ve A. Refik'in Büyük Tarihi Umumiyesi'nde orjinal malfimatlar vardır46• Milletin büyük kitlesini teşkil eden köylüler ise zahirde eko­ nomik haklara sahih idiler. Fakat hakikatte ise ekserisinin arazi­ si yoktu. Bunlar asillerin ve kilisenin malikanelerinde adeta ka­ rın tokluğuna çalışıyorlardı. Arazisi olanların da feodalizm ka46

Bakınız, Hammer: 11/274 ve devamı Büyük Tarihi Umumi, IV/225 ve deva· mı ile keşişler bahsi.


Fatih ve Fetih

53

nunlan gereğince ve türlü bahanelerle kazandıkları ve kaldırdık­ ları ellerinden alınıyordu. Memleketin bütün gücünü teşkil eden, en ağır hizmetleri gören halk kitleleri, mevcut nizamdan hiç de memnun değildi. Bu arada bir de serfler vardı. Gerçi adetleri, za­ hirde hür olan köylüler kadar değildi. Fakat menşelerini eski Ro­ ma İmparatorluğu devirlerine kadar çıkarabileceğimiz serfler ta­ bakası da asillerin, devlet malikanelerinde ve kilise arazisinde karın tokluğuna çalışıyorlardı. Bu son iki sınıf, hem siyasi ve ekonomik haklardan mahrum idiler, hem de mallarını, canlarını vererek imparatorluğun yükünü omuzlarında taşırlardı . Ayrıca bu i nsanların tabii hukukları, kanun karşısında eşit olmaktan da mahrum idi . Türkler' de B una mukabil, Türk camiasında, araları kesin hatlarla ayrıl­ mış bir sınıf farkı mevcut değildi. Belki sınıflar vardı . Belki bir silah aristokrasisi, belki bir eşraflar ve zadeler sınıfı mevcuttu. Fakat bunlar bir sınıf olmaktan ziyade grublar zümreler idi . B inaenaleyh, bizdeki sınıflar, zümreler ve aristokratlar Bi­ zans' takinden çok farklı bir sınıflaşma idi. Bizdeki sınıflaşma, muayyen kalıblar olmaktan ziyade zümreleşme idi . Ezcümle bizde bir köylü çocuğunun kendi şahsi gayreti ile en yukarı tabakalara kadar yükseldiği, bu gün dahi görüldüğü halde, en yukarı tabakadan birinin de şahsi gayretle iktam göster­ meyip en zelil derecelere düştüğü her zaman görüle gel miş hal-


Dr. Tahsin Ünal

54

lerdendir. "Düşmez kalkmaz bir Allah vardır" fikri bizde sınıf­ laşma olmadığının açık ifadesidir. Toplumu teşkil eden fertlerin geniş ekonomik ve siyasi hakları vardı . Önce, Bizans imparatorl uğunun feodalizm rej imine mukabil Osmanlı devletinde feodal sistemden pek farkl ı olarak merkezi­ yetçi bir devlet sistemi mevcuttu. Sonra, Osmanlı devleti, fütuhatta ele geçirdiği yerlerdeki B i zans feodalizmini ve onun bütün sistem ve kanunlarını yıkı­ yor, esas kitleyi teşkil eden, köylü ve serfleri, feodalizmin kötü geleneklerinden, angarya hizmetlerinden kurtarıyordu. Mesela; Daha önce olduğu gibi Fatih zamanında da, Bizans' ın insan mu­ amelesi yapmadığı karın tokluğuna çalıştırdığı köylüler ile serf­ lere ve muharebelerde ele geçen esirlere kötü muamele yapıl mı ­ yordu. Bunlar boş topraklar üzerine iskan ediliyor, kendilerine asırlardan beri özledikleri halde, bir türlü ele geçiremedikleri toprak veriliyor, çift veriliyor, tohum veriliyordu. B unlar, küçük müstahsiller

-

çiftçiler-

toprak, ekonomik ve siyasi haklara sa­

hib tebaalar haline getiriliyordu. B unlardan cüz ' i bir vergi

-ciz­

ye- almakla iktifa ediliyordu47• O halde şöyle diyebiliriz; Osmanlı devleti fütuhat ile idare­ si altına aldığı yerlerden bir sili ndir gibi, her tarafı yerle bir ede­ rek geçip gitmemişti. O muazzam teşkilat, o iyi işleyen makine, gittiği yerlerde eski fena idareyi , sınıf farkların ı , feodal sistemin 47

l ktisad Fakültesi Mecmuası, Say ı : 1 ,

2, 3, 4. Ö.L. Barkan'ın makaleleri.


Fatih ve Fetih

55

geleneklerini, keyfi ve sahibi nin, kölesi üzerindeki hukukunu ha­ tırlatan mükellefi yetleri yıkarak birbirine karıştırmıştır. Sonra bunu kendi teşkilat ve idaresi içinde yeniden dokuya­ rak m untazam ve hukuki bir şekle sokmuştur. Tashih edilmiş, kendi özel kanunlarına raptederek il erlemiştir. Gerisinde baykuş­ ların tünediği bir harabeler ve viraneler memleketi değil, bülbül­ lerin şakıdığı bir "Hür çiftçiler - küçük müstahsiller memleketi" ekonomik, sosyal ve adli meselelerde yekdiğerlerine denk bir in­ sanlar yurdu imfıl ve inşa ederek ilerlemiştir. Aynı asırdaki Av­ rupa memleketlerinde, mevcut olan sosyal, idari ve adli bünye oluşlarından tamamen farklı ve bariz hatlarla onlardan ayrılan bir imparatorluk tesis ederek ilerlemiştir. Osmanlı imparatorluğunun XIV. ve X V . asırlarda yeniden kurduğu bu "Hür çiftçi ler

-küçük müstahsiller-

memleketi ve

sosyal bünye oluşu" seviyesine erişebilmek için Fransa; 1 789, Prusya 1 82 1 , Avusturya - Macaristan 1 848, Rusya ise 1 86 1 ta­ rihlerini bekleyecektir48•

48

iktisadi ve içtimai oluş ile kaynaşmayı orjinal bir şekilde izah eden eserler­ den biri de H. A. Gibbosn'un Osmanlı lmparatorlu!:)u'nun Kuruluşu adl ı ese­ ridir. Meraklı olanlara şayanı tavsiyedir.



4. İKİ ALEMİN

İKTİSADI DURUMU Bizans'ta: Evvelcede bahsettiğimiz gibi B izans ' ta asillerin, kilisenin yahut devlete ait olan arazilerin üzerinde çalışan, mik­ tarları mühim bir yekuna varan serflerin ve topraksız köylülerin yaptıkları istihsal hiç yoktur denilecek kadar azdı. Randuman düşüktü. Karınlarının doymasını, günlerinin dolmasını düşünen bu insanlar, artık bir istihsal vasıtası olmaktan çıkmıştı. Bu hal B izan s ' ı zaafa götürmekte takatanı düşürmekte idi . Küçük emlak sahipleri ise, kaldırdıklarının bir bahane ile ellerinden alınacağı­ nı bildikleri için az eker, az istihsal eder, kendi ailelerini geçin­ direcek kadar ziraat yaparlardı. Zirai mahsul satarak bir gelir te­ min etmeyi kimse düşünmezdi . B ir memlekette nüfus ekseriyetini teşkil eden zümre yalnız kendi ailesini geçindirecek kadar mahdut bir istihsal yaparsa faz­ l a istihsal fikriyle hareket etmezse, o memleket fakr-ü zarurete mahkfimdur49• Arazisinin yüzde 80' inini asillerin, kilise ile zenginlerin eline terk eden, bural ardan yetecek kadar istihsal alamayan, geri kalan 49

Yakın zamanlara gelinceye kadar nüfusumuzun yüzde BO'ini teşkile den köylümüzde aynı düşünce ile zirai istihsal yapılıyordu. Ne gariptir ki, aynı topraklar üzerinde oturan aynı fikri benimseyen iki millette aynı akibete uğ­ ram ıştır.


Dr. Tahsin Ünal

58

yüzde 20' si üzerinde de ancak kendi ailelerine yetecek kadar istih­ sal yapan Bizans'ta, toprak istihsali yok denecek kadar azdı. Kıt­ lık senelerinde, harici istilalar, dahili i syanlar olduğu senelerde bu istihsal daha da düşüyordu . Böyle senelerde ekmek bulamayan halk kitleleri, ekmek bulabilmek ümidiyle tarlaları nı bakımsız, köylerini ıssız bırakarak büyük şehirlere akın ediyordu. Taşradan gelen bu fakir zümreler şehirlerin havasını bozdu­ ğu gibi siyasi ve dini maksatlara da alet oluyordu. Maceraperest­ ler, scrgüzeştçiler bunları etrafta toplayarak isyan çıkardıkları oluyordu50• İmparatorluğun servetlerinden biri de kara ve deniz ticareti idi . Fakat B i zans, XI. asırdan XV. asra kadar geçen zaman için­ de bu servetini de kaybetmişti. Önce Selçuklular' ın sonra da Os­ manlılar' ın kurulması ile, lstanbul' dan Anadolu' ya, Asya' ya uzanan kara ticareti yolları Türkler' in eline geçmişti. Hele Os­ manlı devletinin kurulup Yıldırım zamanında Ege sahillerine ha­ kim olması yalnız B izan s ' ı n değil, tekmil ön Asya'nın ticaret merkezi ni değiştirdi . XIII. asırdan önce Şark' da, Konya, Kayse­ ri, Si vas Elaziz, Haleb ve Şam birer ticaret, aynı zamanda ilim merkezleri idi. Ege sahillerinin, Marmara havzasının hatta B alkanlar'ın Os­ manlılar eline geçmesi bir taraftan Bizan s ' ı n ticaret yollarından ve kara ticaretinden mahrum olup onun zaafını hazırlarken bir ta50

Charles Diel, s. 1 09 ve devamı ile 1 88 ve devamı .


Fatilı ve Fetilı

59

raftan da Ön Asya' da bulunan licaret merkezlerinin batıya, İznik, B ursa, Çanakkale, İzmir, Seianik, Edirne ' ye kaymasına sebeb olup Ön Asya devletlerinin zaafını fakat Osmanlılar'ın kudretini artırmı ştır. Bizans elinden Osmanlılara geçen şehirlerin derhal kalabalıklaşarak, hanlar, hamamlar, camiler, medreseler, kervan­ saraylar, çarşılar ile imar edilmesinin, hem ticaret, hem i lim mer­ kezleri haline gelmelerinin sebebi budur. Bizan s ' ı n deniz ticaretine gelince; yukarda da temas ettiğim gibi 1 204- 1 26 1 tarihleir arasında İstanbu l ' u ele geçiren Latinler zamanında Ak ve Karadeniz ticareti tamamen Venedik ve Cene­ vizler'in eline geçmişti. 1 26 1 ' de Latinleri yıkıp Bizans İmpara­ torl uğu ' n u ve siyasi iktidarı ele geçiren Paleologl:ır deniz ticare­ tini Venedik ve Cenevizler' in elinden alamadılar. Deniz ticareti 1 26 1 ' den sonra Ceneviz ve Venedikliler' in elinde kaldı. Ege denizindeki adalara, sahillerdeki büyük şehirlere, İstan­ bul' un içine Karadeniz' de bir çok yerlere yerleşmiş olan Vcne­ dik ve Cenevizler, Bizans maliyesini ve ticareti ellerinde tutmak­ la Bizans' ın kanını emiyorlardı. Bunun zararını Bizans impara­ torları da müdriktiler. Fakat kuvvet ile sürüp çıkaracak kudrette değillerdi. Hülasa şu ki ; B izans imparatorluğunda, mühim ticaret merkezlerinde koloni kuran, Bizans ticaretine ve piyasasına ha­ kim olan Venedik ve Cenevizler B izans ' ı n bütün servetini ve de­ nizin bütün hasılatını ellerine almakla B i zans İmparatorluğunun önce iktisaden, sonra da siyaseten mahvını hazırlamışlardır.


Dr.

60

Tahsin Ünal

Garbdan başta Venedik ve Papa olduğu halde önce B alkanlı dev­ letler, sonra Avrupa'nın bazı devletleri, Türkler' e karşı B izan s ' ı korumak için Haçlı seferleri tertib ettikleri malı1mdur. Fakat unutmamak lazımdır ki, Bizan s ' a yardıma gelen bu devletlerin hakiki gayeleri, her sene biraz daha gerileyen ve parçalanan B i ­ zans' t a iktisaden menfaatlar koparmaktı . Avrupa' dan B izans' a yardıma gelen devletler, dinen ona tahakküm etmek, siyaseten onu fethetmek, iktisaden ondan menfaatlar koparmak, B izans' ı aralarında taksim etmek için geliyorlardı5 1 • B u genel siyaseti ve fikirleri bilen "Bizans efkarı umumiye­ sini, onun içindir ki" "İstanbul ' da kardinal serpuşu görmektense Türk sarığı görmek evladır" diyorlardı. Garbın yıkıcı, parçalayı­ cı sistemini değil, Türkler' in kurucu huzura kavuşturucu idaresi­ ni istemekteydiler. B undan şu neticeyi çıkarmak mümkündür. Zahirde B izans' a yardıma gelen devletler, hakikatte kendi menfaatlarını müdafaa için gelmekte idiler52• 51 52

Charles Diel; s. 1 80 ve devam ı. Görülüyor ki , Bizans'ı n son zamanlarındaki mali durumu (Yani istihsal kara ve deniz ticareti ve Bizans'a yardıma geldikleri zannedilen devletlerin gaye­ leri) Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarındaki istihsal durumuna kara ve bilhassa deniz ticaretine ve Rus tehlikesine karşı zahirde bize yardıma koşan, hakikatte kendi menfaatlerini müdafaa etmek isteyen l ngiltere ve Fransa'nın durumuna benzemektedir. Pozitif ilimlerde (ayni sebebler ayni neticeleri tevlit eder) diye bir fdrmül var­ d ı r. Bunu sosyal ilimlerin bir kolu olan tarihe de tatbik edebiliriz. Zira millet­ lerde aynı sebeblerle kuruluyor, aynı sebeblerle yıkılıyorlar. i şte tarihten


Fatih ve Fetih

61

B u bahiste son söz ol arak şunları söyleyebiliriz: B izans İm­ paratorluğu xıv. asrın başından beri şiddetli bir mali buhran içinde idi. Dahili ve harici muharebeler yüzünden zaten pek cüz' i olan istihsal yapılamıyordu. Emlak vergileri toplanamıyordu. İmparatorlar para bulabilmek için saraylarındaki kıymetli madenleri eriterek veya ödünç paralar alarak para temin ediyor­ lardı. Kara ve deniz ticaret yol ları zaten elinden çıkmıştı53• Bi­ zans'ın dahili durumunu B ursa tekfurunun Orhan beye söylediği şu sözlerde de görmek mümkündür. Orhan B ey : "Nedeiı memleketinizi müdafaa etmez, firar eder, çekilir veya teslim edersiniz?" dedi . Tekfur: "Hünkarım, efendim. İmparator, tekfurlara verilmesi icabe­ den maaşı vermez, tekfurları vergi için tazyik eder. Tekfurlar ise

53

alacağımız dersi ibrette budur. Bir cemiyette haksızlık, riya, taassub, ada­ letsizlik, istihsal düşüklüğü, ticarete başkalarının hakim olması, ahlaksızlık, hırsızlık vs. alıp yürüdü mü, cemiyetin yakın bir istikbalde çöküşü kaçınıl­ mazdı r. Bunun aksinin ise cemiyette yeniden bir kalkınma olacağına işaret­ tir. Ticaret yolları mevzuunda XVI . asrın başından itibaren Osmanlılar'da aynı müşkül mevkie düşmüşlerdir. Amerika'nın Ü mit burnunun keşfinden sonra karada ve denizde ticaret merkezleri olmaktan çıkmıştır. Bu tehlikeyi gören ve kara ve deniz ticaretinin önemini takdir eden bazı padişah ve sadrazam­ lar, ticaret merkezini yeniden Şarka çevirmek, Akdeniz'i yine bir ticaret mer­ kezi olarak canlandırmak için çal ışmışlardır. Fatih'in Kırım ve Otranto'yu zaptı, Yavuz'un Suveyş'i, Sokullu'nun Don ile Volga arasını açmak isteme­ leri, Kanuni'nin Hint Okyanusu'nda savaşıp, Hint ve Sumatra'ya yardı m göndermesi hep ticaret yollarını e l e geçirmek kaygısı ndan ileri geliyordu. Fakat ne yazık ki , muvaffak olunamadı . Barthold, lsldm Medeniyeti Tarihi, F . Köprülü'nün izahları.


62

Dr. Talısin Ü11al

kendi ihtiyaçlarını temin, imparatoru tatmin için halkı tazyik edib bizar kılarlar. Devletimizi, her biri ayrı bir emel peşinde ko­ şan ücretli askerler müdafaa eder. B unlar mağlubiyette firar za­ ferde ganimet için askerlik ederler, imparatorun hazinesi boş ol­ duğu için denizde ve karada yeni bir ordu tesis etmeye imkan el­ vermez. Tekfurlar birbirleriyle mücadele ederler."54 demiştir. İşte bu cevapta imparatorluğu temelinden sarsan bütün ak­ saklıkl arı ve tehlikeyi bulmak mümkündür. Rumlar işte bu ikti­ sadi buhrandan ancak 1 453 tarihinden sonra kurtulabileceklerdir. Fatih , lstanbul ' u aldıktan sonra Venedik ve Cenevizler' i n Kara ve Akdeniz' deki ticaret kolonilerini birer birer zaptedecek, hatta Venedik kolonilerini ve Akdeniz ticaretini tamamen elege­ çirebilmek için Venedikliler ' le senelerce savaşacaktır. Bu müna­ sebetle ilave edeyim ki, Venedik ve Cenevizliler' den kara ve de­ niz ticaretini azim kanlar dökerek, külliyetli miktarda masraflar ederek ele geçirdik. Lakin bu karlı işi Rumlar' a, Ermeniler'e, Yahudiler' e verdik. Son zamanlara kadar da onların elinde kal­ dı. Halen de bir kaç büyük şehrimizde piyasaya bunlar hakimdir. Böylece XV. asırdan önce Rumlar'ın düştüğü kötü akibete XVII. asırdan sonra biz düştük. Kara ve deniz ticaretini, mim bir ka­ zanç, mim bir gelir olarak kendi asli unsuruna vermeyen devlet­ lerin sonu hüsrandır. Kara ve deniz ticareti ile bir milletin hem kesesi kasası dolar, hem de başka milletlerle temas ettikçe bilgi54 A. Refik, Bizans Karşısında Türkler.


Fatilı ve Fetilı

63

si, görüşü artar. Yeni bir ruh, yeni bir dinamizm kazanır. Türkler'de: Bizans'ın fena iktisadi durumuna karşılık Os­

manlılar'da vaziyet bambaşka idi. Daha Rumeli'ye geçmeden önce Eskişehir'den Bursa'ya, Çanakkale' ye, İzmit'e kadar uza­ nan bu dar ülkede bile, yalnız kara yollarından istifade edi lerek, ticarette mühim bir adım atılmıştı. Ayrıca Eskişehir üzerinden geçen Bizans ile Orta Anadolu ve ön Asya ticaret yolu üzerinde bulunmaları da onlara bir avantaj sağlıyordu. Dahilde ise sükun ve asayiş içinde "ki Osmanlı memleketi muharebe sahası değil­ di". Gerek asli unsuru olan Türkler arasında gerek yeni tebaalar olan gayri Türkler arasında bir ticaret organizasyonu ile faaliyet başlamıştı. Dahili ticaret ve sanayinin sür'atle organize edilip ge­ lişmesinde, zaten Anadolu' da mevcut olan ve Osmanlılar' ın ida­ resine geçmiş bulunan Ahi teşkilatının ve Ahilerin büyük hiz­ metleri ve hisseleri vardır. İstihsal sahasında ise, Osmanlılar'ın tesis ve organize ettikleri -hür çiftçilerin- çalışmaları müsbet ne­ ticeler veriyor, istihsalin artmasında başlıca amil oluyordu. Zaten 1 300'den itibaren kalabalık üretici ve yaylacı olan Türkler'in pazarlara getirdikleri zirai ve hayvani ürünler ile Ahi­ lerin, sanayici Rumlar'ın aynı pazara getirdikleri sanayi ürünler arasında alışveriş çoktan başlamıştı. Rumlar, her türlü tecavüz­ den uzak, her türlü ihtiyaçlarını temin edeceklerinden emin ola­ rak Türk pazarlarına gelmekte, alışveriş etmekte, kendi iktisadi ve adli mukadderatlarını Türklerinkine bağlamış bulunmakta idi-


Dr. Tahsin Ünal

64

ler55• İki tarafın bu münasebet ve yakınlıklarını yalnız iktisadi fa­ aliyetlere değil, aynı zamanda işi ahbaplığa, akrabalığa kadar gö­ türmüş olmaları da mümkündür. Eskiden olduğu gibi Osmanlı devleti teşekkül ederken de, ticari merkezi sikletin Osmanlı ülke­ sine kaymaya başlamasından sonra Rumlar Bizans'tan tamamen yüz çevirmişler ve Türkler ile ticarete başlamışlardı56• Rumeli' nin ve B alkanlar' ın zaptı ile geniş ülkelerin kara ti­ caretine ve -hür çiftçiler- istihsali ile sanayiine sahih olan Os­ manlı devleti birden bire kuvvet ve kudret sahibi olmuş, İstan­ bul'un zaptedilmesi ve deniz ticaretine de hakim olması ile bu kudret ve kuvvet en az iki misline çıkmıştır. İktisadi, ticari, sana­ yi bakımdan topluma yeni bir hayatiyet ve canlılık gelmiştir. İs­ tanbul' un etrafındaki kara, civarındaki denizlerde bir kısım deniz ticaretini ellerine geçiren Osmanlı Türkleri, bu ticaret ve sanayi­ lerini garantiyle sağlayabilmek için, lstanbul ' u almaktan ticari ve askeri zaruretler görüyorlardı.

55 56

Türk Dili Mec.: Sayı: 20 M. Akda�'ın yazısı. CHP Konferanslar Serisi, Kitab 1 6, Ö .L. Barkan'ın konferansı.


5. İKİ TARAFIN

AHLAK VE ADALETİ Bizans'ta: B ir milleti ayakta tutan, ilerlemesini sağlayan,

diğer milletlere faikiyetini temin eden en büyük kuvvetlerden, amillerden biri de, hiç şüphe edilmemeli ki o milletin ahlaki me­ tanetidir. O milletin içinden çıkıp gelen ehil, hak ve hukuk göze­ tir, hatır ve gönüle, mevki ve milliyet farkına bakmadan, "mev­ kiimden olurum" endişesi duymadan adalet dağıtan, şuur sahibi, vicdan sahibi hakimleridir. Bunun aksinin de bir milleti farkında olmayarak, bir kurt gibi için için yiyip bitirdiği, yıkılmasını ha­ zırladığı o nisbette aşikar bir haldir. Bizans kaynaklarına inanmak tazım gelirse57 evvelki asırlar bir tarafa bırakılsa bile 1 26 1 ' den sonra da Bizans'ta bir ahlak buhranı hüküm sürüyordu. Tekfurluklar (vali) ve memuriyetler külliyetli rüşvetler mukabilinde veriliyordu. Rüşvet 'ile mansıb alanlar gittikleri yerde verdikleri paradan bir başka kar da temin edebilmek maksadıyla halka, akla gelmez mükellefiyetler yüklü57

inanmak lazım gelirse diyorum. Zira Bizanslı müverrihler, her mağlübiyetle­ rini bir hiyanete, ki bu da bir ahlaksızlık şeklidir, atfederler. Demek istiyorlar ki bu hiyanet, bu hırsızlık, bu suistimal olmasa idi Türkler muvaffak olamaz­ lardı. Her mağlüb milletler başarısızlıkları nı işte böyle aczin ve zaafın bir ifa­ desi olarak tali bir sebebe atfederler.


66

Dr. Tahsiıı Üııal

yorlar, vermeyenlere zulmediyorlardı . Kumandanlar, askere ve­ rilmesi icabeden paral arı çalıyorlardı . Donanmaya mensub gemi­ leri satan amirallar vardı . B ir yerin tamiri veya yeniden inşası, için saHihiyetli bir memura veya bir müteahhide verilen para, yerli yerince sarfedilmezdi . Mes' ul memur yahut müteahhit pa­ ranın bir kısmını aşırmak suretiyle çabucak zengin olmak isterdi. Son zamanlarda surların tamiri ; istikamet ve hüsnüniyetlerin­ den emin olunan bir kısım keşişlere verilmişti . Sur tamirine me­ mur edilen ve din adamı olduğu için Allah 'tan korkması icabeden keşiş Emanüel Jagari ile Rodoslu keşiş Neofitos, ellerine veri len tamir parasından 70 bin altını çalmışlardı�8• Daha orij inal olan ta­ rafı ise imparator tarafından kontrol ve teftişe memur olan kimse­ ler de mevzubahs hain ve hırsız kimselerle ortak oluyorlardı. M uhasara devam ettiği müddetçe Türk parası ile satın alın­ mış olan bir sürü rahib ve R umlar' ı n memleketlerine hiyanetleri romanlara ve filimlere bile mevzu olmuştur59• B i zans ' ta kadın er58 59

Slomberje: s. 86, 92. Bunları yazarken kastımızın Bizans'ı mazur, kendi başarıları mızı önemsiz göstermek olduğu zannedilmemelidir. Kastımız, bir cemiyeti içi nden yiyip bitiren mikrobların neler olabileceğine işaret etmektir. izah ı na çalıştığımız hastalı klar yalnız Bizans cemiyetine has bir hastalı k değildir. Bu hastalıkla­ ra yakalanan her cemiyet aynı akibete uğrayacaktı r. Bunun bir kehanet ol ­ duğu da zannedilmemelidir. Verem, kanser, tifo vs. her vücutta aynı tahri­ batı yapar. Bu hastalıklara yakalananları, tedavi edilmezse yıkar ve öldürür . Barutu ateşe yaklaştırı rsanız patlar. Taş yukarıya atı l ı rsa da yere düşer. Bunlar gibi cemiyetleri hasta yapan mikroplar, onların tevlid ettiği hastalık­ lar vard ı r. Tedavi edilmezse tabiidir ki, cemiyeti yıkar, münkariz eder. T. Ü.


Fatilı ve Fetih

67

kek münasebetleri de kalemlerin yazmaya haya edecekleri kadar çirkin ve anormal idi . B atı Roma lmparatorluğu' nun inkiraz se­ beblerini yazan bir tarihçi, "B u devirde kadınlarla erkekler fıle­ nen münasebette bulunurlardı" derken"°, Ahmet Refik B ey de "Bizans' ta ahlaki umumiye garbdekinden daha ziyade bozuktu. İmparatorluğun en ahlfiksız kadın ve erkekleri büyük şehirlerde yaşarlardı"61 diyor. Kadın ile erkeğin bu türlü münasebetleri hiç şüphe yoktur ki, toplumu !1 hücresi , daha doğrusu esası olan aileyi temelinden sarsmıştır. Bu ise toplumun çöküşünü hazırlamıştır. Hata ortaçağ feodalizmini yaşayan, birtakım sınıflardan mü­ rekkeb olan B i zans' ta tam bir adalet de mevcut değildi. Kanun karşısında ve hakim nazarında fertler eşit değillerdi. Asiller ve rahibler mahkemelerde çok defa haklı, köylü ve serfler ise hak­ sız idiler. Köylü ve serfler küçük suçlarda bile ağır cezalara çar­ pılırlardı. Türkler'de: B izans'ın bu genel ahlaki ve adli durumuna mukabil Türk ahlak ve adaleti hiç şüphe yoktur ki , en iyi, en üs­ tün bir vaziyette idi . Esasını milli vicdandan ve lsıam dininden alan Türk ahlak ve adaleti, o zaman bütün B alkanlar'da ve Av­ rupa'da Türk ordularından önce insanların kalbini fethetmişti . Türkler' in ferdi olduğu kadar kitle halindeki ahlaki seviyelerinin 60 61

Bakınız: i kinci Viyana Muhasarasında Mağlüb Olmamızın Gizli Sebebleri adlı etüdümüze. Ahmet Refik, Büyük Tarihi Umumi, IV/233.


Dr. Tahsin Ünal

68

üstünlüğü komşuları olan Rumlar üzerinde inanılmaz tesirler bı­ rakıyordu. Daha Osmanlı devletinin kurulduğu sıralarda idi. Bir gün, hanedana mensup olanlardan Tosun isminde bir çocuk kır­ da başıboş, sahipsiz bir kuzu bulup eve getirmişti. Annesi: - Oğlum, bu kuzuyu nereden aldın? - Almadım ana, başıboş bulup getirdim. - İyi ! . . Kurttan kuştan kurtarmış oldun. Ama bunun elbette bir sahibi olmalı ! . Götürüb sahibine veresin ! . . - Sahibini nasıl bulanı, ana? .. - Kolay ! . . Obamızı dolaş. Bizimkilerin değilse, Rum komşularımızındır. Nerede mahzun mahzun bir koyun meler diyor­ san, kuzu o koyunun olmalı . . . dedi. Tosun, kuzuyu alıp götürdü. Rum kalesinde meleyen bir ko­ yun gördü. Kuzuyu bıraktıkta kuzu annesine koştu. Koyun yav­ rusunu emzirdi . Tosun sevinerek dönerken koyunun sahipleri, çocuğu çağırıb sordular. Tosun, hadiseyi olduğu gibi anlattı. Kendilerinde böyle hadiseler görmeyen Rumlar, Türk doğrulu­ ğuna hayret edip takdir etmekten kendilerini alamadılar62• Bu hadisenin önemi şuradadır: Meğer kuzu sahibi meşhur Köse Mihal Bey imiş. Türk annesinin çocuğuna verdiği terbiye­ ye, çocuğun da annesine karşı itaatına, dolayısiyle Türk ' ün sağ62

Cumhuriyet Gazetesi, Sayı: 8214, Balkan Fütuhatında Türk Adaletinin Te­ sirleri ve l.H. Danişment, izahlı Osmanıl Tarihi Kronolojisi, C. 1 /2 ve deva­ mı.


Fatih ve Fetih

69

lam ahlakına hayran kalan Mihal B ey, badehu Osmanlı idaresine geçmiş, İslamiyeti kabul etmiş, kuruluş devrinde büyük hizmet­ ler ifa etmiştir. İyilik, iyi söz yılanı deliğinden çıkarır. Fenalık yılana zehrini akıtır. İki alemin birbirine yaklaşmasını hazırlayan amillerden biri de, belki de başta geleni Türk ahlakının güçlü oluşudur. Orhan Bey zamanında köylülerden biri, diğerinden bir tarla satın almıştı. Tarlayı satın alan bir gün tarlayı sabanla sürerken, sabanın ucuna birşeyin takıldığını hisseder. Orayı kazdığı zaman içi altın dolu bir çömlek bulur. Kendi kendine; "Bu altınlar bana haramdır. Tarlayı aldım ama altını ile almadım. B u, tarlanın es­ ki sahibinin olmalı. B uraya gömmüş ve unutmuş olması muhte­ mel. Çocuklarıma haram lokma yedirip harami edemem ! " diye düşünerek altın çömleğini alır, tarlanın eski sahibine gelir: "Ağam", der. "Sizden aldığım tarlanın pazarlığını ederken oraya gömdüğünüz bu altın çömleğini unutmuşsunuz. B uyrun alın ! Sayınız ki bir tane dahi almadım !" der. Tarlanın eski sahibi : "Hayır, bunu oraya ben gömmedim. Demekki eskiden ora­ da gömülü imiş. Ben sana tarlanın taşını toprağını, altını üstünü bile sattım. Bu kısmen benim olsaydı benim sabanıma takılırdı. Seninmişki senin sabanına takılmış, senin kaşığında çıkmı ş ! " di­ yerek altın çömleğini almaz. İki köylü anlaşamazlar. lş mahke­ meye intikal eder. Kadı:


70

Dr. Tahsin Ünal "Mademki taraflar hüsnüniyetle hareket ederler. Altının ta­

mamını kabul etmezler. Öyle ise, bu altınlar ikinizin ortak malı­ dır. Ortak olan mallar, şer' an taraflara eşit olarak taksim edilir. B en de bu altınları ikinize taksim edeyim" diye karar verir. Al­ tınları köylüler arasında eşit olarak taksim eder. B ir rivayete göre kadı da işin içinden çıkamaz. Mesele vak­ tin S adrazamı olan AHiaddin Paşa' ya intikal eder. Sadrazam ta­ rafları ve kadının hükmünü dinledikten sonra istifa eder. İstifa etmesinin sebebini soran Orhan B ey ' e: "B irbirlerinin hakkına riayet edüb haramdan bu kadar kor­ kan şeriattan ayrı lmayan ademlerden teşekkül eden milleti islfı­ ma, ben kulların vezirlik edemem . Zira, benim hüsnüniyetim ve i stikametim bu ademlerinkinden noksandır. AhHiki nakise sahibi olan bir günahkara sırmalı l ibas giyih altın mühür kullanıb veza­ ret mansıbında oturmak yaraşmaz", demiştir. Rumel i ' ye geçen ordularımızın, bağ ve bahçelerin civarın­ dan geçerken sahibinden habersiz ve parasız bir tek meyve kopa­ rıp yemedikleri, sahibi olmayan bir bağ veya bahçeye girdikle­ rinde aldıkları meyval arın parasını ağaçların dallarına, üzüm çu­ buklarının kütüklerine bağlayıb gittikleri, ekin tarlalarına girme­ den , başakları tahrib etmeden seferlere gittikleri tarihlerimizde Türk ahlakı nın milli menkıbeleri olarak yazılıdır. Kendi asker ve tekfurları, mallarını zorla ellerinden alıp gö­ türürken, Türkler' in aldıkları meyvaların parasını dal l ara ve kü-


Fatilı ve Fetilı

71

tüklere bağlayıp gitmeleri, Rumlar' ın o zamana kadar görmedik­ leri hallerdendi. Bu haller Rumlar' ı Bizans idaresinden uzaklaş­ tırıyor, Türk idaresine can atmalarına vesile oluyordu. Acem Şahlarından biri valileri ile elbirliği edip halkın malı­ nı, canını almaya başlamış, zulme maruz kalan halk öteye beriye gitmiş. Halk azalınca istihsal azalmış, hazine boş kalmış, asker zaafa düşmüş, düşmanlar her taraftan memlekete girmişler. Şah bunun sebebini sorunca, vezir şu hikaye ile cevap vermiş "Nuşirevan! Adil, bir gün ava çıkmıştı. Av yerinde avlardan birini yemek istedi. Tuz yoktu. Askerlerinden birine; şu köye git! Para ile bir miktar tuz al ! Anladın mı parasını ver bir miktar tuz al gel !" dedi. Yanındakiler gülüşerek bir parça tuz para ile mi olur, dediler. A dil Şah dedi ki: "Zulmün esası cihanda evveıa az imiş. Sonra her gelen bir parça ilave ederek çoğaltmış. Ben bir parça tuzu köyden parasız alırsam, benden sonra gelenler bunu artırıp köyü harap ederler. Padişah, ahalinin bahçesinden parasız bir elma yerse, adamları ağacı kökünden söküp çıkarmakta beis görmezler. Padişah, yarım yumurtayı gönülsüz alır da bu zulüm mü? derse, askerleri bin tavuğu şişe geçirirler..." demiştir. O zaman Türk hakimlerinin adalet dağıtmakta gösterdikleri

dikkat ve itina da dillere destan hikayelere mevzu olmuştur. Dola­ yısiyle bu gizli ve fakat milletlerin kalbini fetheden manevi kuv­ vetler, diğer maddi kuvvetleri gölgede bırakacak, hatta ikinci de­ receye düşürecek şekilde fetihlerde önemli roller oynamıştır.


72

Dr. Tahsin Ünal Nizam-ül-M ül k ' ü , "Herkese para dağıtır. Fukara babası

geçinir. Adil görünmek ister. B unun için hazineden her sene 300.000 dinar sarfeder" diye Melikşah ' a şikayet ettiler. Melikşah çağırıp sorduğunda, ihtiyar vezir: - Evet, doğrudur. S en 300.000 dinar ile bir ordu teşkil etsen ordundaki en iyi nişancıların attığı ok ancak bir mil gider. En ba­ hadır asker yanındakini elde edebilir. Fakat ben bu para ile hak geçirmeyen adaletimle, fukaraları doyurmakla milletlerin kalbi­ ni fethediyorum. Kalbi fethedilenin kalesi yıkılıverir, kılıcı bü­ külüverir. . . dedi. B i zans ile beraber tekmil B alkan devletleri, hatta Avrupa kralları tebaalarını adaletsizlik, zulüm, irtişa ve sefalet ile ezer­ ken, Türkler' in insanlık hakları ve adalet prensibleri ile (siyasi ve askeri başarılarında bir gösteriş olsun diye değil) milli ve dini bir şuurla ortaya atılmaları, huzur ve rahat ile refah görmeyen mil­ letler için bir mucize, bir halaskar olarak telakki edilmiştir. M i l­ letlerin cezbedilmesinde büyük bir amil olmuştur. Türk hakimle­ rinin adalet tevzinde gösterdikleri iman, itina ve tarafsızlık ile padişahlarımızın kanun karşısında "Şeriatın kestiği parmak acı­ maz" diyerek nasıl elpençe divan durduk.lan, bugün dahi hayret ve takdire şayandır. a) Karacahisar ' ın fethinden sonra bir pazar günü "Pazar baç ' ı" almaya gelen bir mültezime, Osman Gazi: - Ne baç ' ı istersiz. Siz devletmisiz? B ir kişi kazanırsa gay-


Fatilı ve Fetilı

73

risinin mi olur? Anın mülkinde ve kazancında benim ne dahlim vardır ki, andan akçe alam. Baç alursa devlet alur. Bre kişi ! Var git burdan ! Sana ziyanını dokunur. Demiştir ki, bu hal Osmanlıların daha ilk kurulduğu devir­ lerde, Bizans feodalizminin keyfi vergi sistemine vurulmuş, ilk darbe olması bakımından büyük bir önem taşır. Saniyen Osman­ lılar nezdinde fert hukukunun devlet hukukundan daha üstte tu­ tulmakta olduğunu ifade eder. Osman Gazi' nin bu hareketi, şüp­ hesiz etrafta duyulmuş, keyfi idareden nefret etmiş olan Rumlar üzerinde olumlu bir tesir yapmıştır. b) Murat Hüdavendigar zamanında aktedilen bir divanda Sadrazam: "DevletlG hünkarı m ! Kanun üzre ülufe tevzi edildikte bir miktar akçe arttı. Artan akçe, ferman buyurursaz hazinei huma­ yunda kala", deyince, Padişah: "Sair senelere nazaran fazlalığın sebebi ne ola? Zahirdür ki, defterdar efendi bize yaranmak için tebaa ve reayamıza zülme­ dib fazla para tedarik kastın gütmüştür. Padişaha yaranmak için halka zulmeden kimse bize gerekmez", diyerek defterdarı azlet­ miştir. Halktan para toplamak için her türlü tedbiri reva sayan Bi­ zans idaresine karşı, kendisinden ziyade halkı ve halkın refah ve saadetini düşünen bir padişahın idaresini elbetteki herkes terci h eder. Böyle bir padişahın sırf milli bir his v e intikam ile katledil-


74

Dr. Tahsin Ünal

mesine, milleti kan ağlar, aylarca matem tutar. c) Ulu Caminin inşaası sırasında arsanın tam ortasında bu­ lunan ve dul bir kadına ait olan bir kubbenin istimlakı istenmiş­ ti. Kadın satmadı. Cami yapılıp bitmiş, lakin kadın kulübesini satmamakta israr etmişti. Sonunda kadın eceli ile öldü veresesi­ ne müracaat edildiğinde, onlarda "Hayır satmayız. Yalnız bir şartla kulubeyi ve yerini camiye hibe edebiliriz. Kulübenin yeri­ ne caminin şadırvanını yaptırırsanız! ... " Kabul edilmişti. Şahsın hukukuna ve mülki emniyet ile tasarrufuna, Osmanlı padişahları kadar riayetkar padişahlar nadir gösterilebilir. Hele Bizans' ta böyle şeyler, ancak hikayelerde işitilen şeylerdendi. Hakeza Yıl­ dırım Bayezıt' ın bir mesele hakkında şehadetine lüzum görüldü­ ğünden mahkemeye celbedilmişti. Bursa kadısı Şemseddin Fe­ nari, Yıldırım' ın yüzüne karşı: "Begim, içki içen ve terk-i cemaat ve terk-i edayi selatin eden bir kimsenin şehadetinin sıhhatından şübhe edilir!" diyerek, Y ı l d ırım'ın şehadetini kabul etmeyerek reddetmiştir. Zamanımızda ise,yalnız içki içenin değil, bin kişiyi dolandı­ ran, fasık ve gammazların şehadeti de makbul ve muteberdir. Es­ ki kadılarımızın huzuru kalb ile adaleti dağıtabilmek için ne ka­ dar ince düşündüklerini takdir etmemek elden gelmiyor. Bu hü­ kümde, şayanı dikkat ve takdir edilmesi lazım gelen bir taraf da­ ha var. O da; "Ben dünyaya kılıç kuşanmak, kendimden öndeki­ leri mutlaka mağlfib etmek için gelmişimdir" diyen Niğbolu'da


Fatih ve Fetih

75

haçlı ordularını haki zemine seren, cihan kahraman koca Yıldı­ rım ' ı n hakim huzurunda elpençe divan durması ve hakimin fikir­ lerine boyun eğerek hakkında verilen karara ses çıkarmadan razı olması, her halde insanlık ve adalet tarihine nakşedilen muhte­ şem levhalardan biri olsa gerektir63• d) i l . Murad ' a para liizım olmuştu. Sadrazam Halil Paşa' dan ödünç para aldı. Bunu gören Fazlullah Paşa: "Devletlii S ultanım, dedi. Padişahlara Hazine gerekir. Hazi­ ne cemedelim. Ferman si zden hizmet bizden olsun ! .. " deyince, i l . Murad: *Hazineyi nice cem edersiz?" diye sordu. Paşa: "Hünkarım, dedi . Bu vilfiyetin halkında mübalağa mal var­ dur. Padişahlara almak caizdür" diye bir mütalaa beyan edince, Padişah: "Hey Fazlullah, bu söz ne sözdür ki söyler, dile getirirsiz. Bizi m vil iiyetimizde, üç helal lokmavardır. Biri madenler, biri kafirden alınan haraç, biri dahi gazalardan hasıl olan maldır. B i­ zim leşkerimiz gaziler leşkeridir. B unlara helal lokma gerektir. Şol padişah kim leşkerine haram lokma yedirir, ol leşker harami olur. Haraminin sebatı olmaz. Netice halin neidüğü malfimdur"ı;.ı 63 64

Aşık Paşa Tarihi, s. 1 96-1 97. l slamiyet menettiği şeylere haram, mübah gördüğü şeylere helal demiştir. Bu iki kelime boş ve kuru iki kelime o!mayıb sosyal, tıbbi, ahlaki manalar ifa­ de eder. Bugün müsbet ilim, mesela tıb, lslamiyetin içkiyi neden menettiği­ ni veraset kanunlarını yani babadan oğula maddi ve manevi birçok şeylerin ,


Dr. Tahsin Ünal

76

dedi . Fesat fikirli olan veziri yakın ında durdurmayıb azletti . Muhterem padişahın, derin manalar ifade eden kuruluş devrinde­ ki başarılarımızın sırrını anlatan, bu fikirlerine ne ilfive edilebi­

lir? Yalnız şuna dikkat etmek bile k fidir: "Haram yiyen harami olur. Haramini n sebatı olmaz."65

65

intikal edebileceğini, içkinin neden insanı sarhoş edip insanlıkta çıkardığı­ nı, içkinin içerisinde insan akıl ve şuuruna tesir eden birtakı m mikroblar bu­ lunduğunu kabul ediyor. Böylece (haramın) manasını izah etmektedir. Akıl ve şuura tesir eden mikrobların meni ile birleştiklerinde, meninin terkibini bozduğunu, anormal bir hale getirdiğini, dolayısıyle, içki mübtelası , esrar­ keş kimselerin çocukları n ı n ruhen veya bedenen anormal, sakat olduğunu tıb kabul ediyor. Onun için lslamiyet içki haramdı r, içmeyiniz, dolayısıyle neslinizi aklen ve bedenen anormal bir hale getirmeyiniz, diyor. Saniyen, "haram lokma yemeyiniz. Sizin olm ayan bir şeyi almayı nız, haramdı r" diyor. Bu türlü gıda da insan ruhu ve menisi üzerinde herhalde menfi bir tesir ya­ pıyor, onun terkibini, ahlakımızın terkibini bozuyor ki, bize ihtarda bulunu­ yor. Bugün maddi olanların terkibini bulan ilmin, yarın da manevi olanların terkibini bulmayacağı ne malumdur. i şte bütün bunlara XV. asırda belki vakıf değildik. Fakat dinimizin yasak, ha­ ram dediklerine de zinhar el uzatmadık, kaçındık. Daha geçenlerde Ameri­ ka'da bir profesörün gazetecilere; "Gözyaşları üzerinde tecrübe yapıyorum. Şimdiye kadar yaptığım tecrübelerde teessür yaşlarının, sevinç yaşlarının, aşk yaşlarının terkiblerinin aynı olmadığını gördüm!" diye açıklamada bu­ lunduğunu bir gazetede okudum. Demek ki teessür yaşının terkibi başkadır. içinde daha çok teessür ifade eden maddeler vardı r. Sevinç gözyaşlarının terkibi başkadı r. O halde maddi dediklerimizle, manevi dediklerimizi ayrı ay­ rı değil, bir düşünmemiz icabeder. Karmus al-alam; 1/265. Bununla beraber daha o zamandan itibaren mevzii dahi olsa, cemiyette bir arazı n başgöstermiş olduğu da muhakkaktı r. Şeyh Bedreddini Simavi hare­ keti bunu gösteriyor. l zmir ve Manisa havalisinde 50.000 kişiyi başlarına toplayıp aylarca devlet kuvvetlerini meşgul etmelerinin fikri, ekonomik ve sosyal, belki de siyasi ve askeri sebeb ve manası olsa gerektir.


Fatih ve Fetih

77

İşte XIV. ve XV. asırlarda biz haram yemiyor, harami ol­ muyor, tuttuğumuz her işte sebat ediyorduk. B izan s ' ta ise fertten topluma, kraldan kumandana, askere ve köy muhtarına kadar he­ men herkes haram yiyordu. Harami idi. Onun için de haram ye­ meyen, sebat edenlerin karşısında sebat edemiyorlar, mağlub oluyorlar, kaçıyorlar, memleketlerini bize terkediyorlardı. Söz buraya nakledilmişken şunu da ilave edeyim: Yukarıda bir münasebetle "Bizde müsbet ilmi frenleyen amillerden biri de tarikatların çokluğudur. Tarikatların müsbet ilme aykırı olarak takib ettikleri yoldur" demiştim. B una bakıp da bizde de XIV ve XV. asırda, B izan s ' ta olduğu gibi tarikatların birer tembel yata­ ğı, toplumun maddi ve manevi gücünü kemiren birer müessese olduğu zannedilmemelidir. Tarikatların bu hale gelmesi daha sonraki asırlardadır. XIV ve XV. asırlarda bizdeki tarikatların şeyh ve müridleriyle birlikte asker olarak, tüccar olarak, müstah­ sil olarak,münevver olarak çalıştıkları muhakkaktır. B il farz, Fa­ tih devri ulemasından Akşemseddin, Hacı B ayramı Veli ' ni n tari­ katına intisab etmek için Ankara ' ya ve Hacı B ayram ' ın köyüne geldiği zaman, Hacı B ayram' ı Vel i ' y i müritlerle tarlada orak bi­ çerken bulmuştu66• Bir kısım ahiler, cephede savaşırken bir kıs­ mı da geride tezgah dokuyarak, ticaret yaparak çalışıyorlardı. Böyle çalışanların m iktarı da ekseriyeti teşkil etmekteydi. e) İstanbul fethedildikten sonra, Fatih, Ayasofya' yı gölgede 66

S. Ü nver: Fatih Devri F ı kraları .


78

Dr. Tahsin Ünal

bırakacak bir caminin inşa edilmesine karar verdi. Bu maksatla Fatih Camiinin inşaasına başlanmıştı. Bir gün inşaat yerine gelen Fatih, Rum mimar Kostaki ' nin, iki mermer sütunu kesib kısalt­ masına kızdı. Huzuruna çağırıp: "Bre hai n ! .. B u sütunları kesib camiyi şerifi neden alçak edersiz? .. " diye bağırdı. Rum mimar Kostaki : "Şevketlı1m, dedi. lstanbul ' da zelzele çok olur. Caminin di­ rekleri ve sütunları yüksek olursa, yıkılması kolay olur. Zelzele­ ye dayanıklı olsun diye sütunları kesip alçak ederim'', dedi ise de kızmış olan Fatih, o öfke ile mimarın iki elini bileklerinden kes­ tirdi. Bir müddet sonra Mi mar Kostaki, Fatih ' i dava etti. mahke­ meye gelen vaktin padişahı Fatih, ayakta durmayıp oturmak iste­ diğinde İstanbul kadısı olan Hızır Çelebi ' ni n ; "Oturma begim . . . Hasmınla murafaa-i-şer olub hasmınla bile ayakta dur", ihtariy­ le karşılaştı . Hakimin ihtarı ile karşılaşan koca Fatih, rengten renge girerek ayakta durdu. Hızır Çelebi iki tarafı dinledikten sonra: "Caminin alçak olması ibadete mani değüldür.. Senin taşın cevahir de olsa yine taşdür. Hissinle hareket edip şer' an muafıkı hal ol mıyarak mimarın iki elini kestirmişsiz. B ilmez misiz ki iki el bir boğaz içindür. Bu suçun cezası kısas' a kısasdür", dedi. Ya­ ni hakim, Farih' in de ellerinin kesilmesini istedi . Lakin davacı : "Efendim, dedi.

B ir iştirki olmuştur. Onun eli kesilmekle

benimki yerine gelmez. Saniyen bir padişahın elin kesilmesi


Fatih ve Fetih

79

doğru değüldür. Kısasa rızam yoktur'', deyince, Fatih "Beytül­ malden maaş bağlıyalım", dedi. Kadı ise Fati h ' e çıkışırcasına: "Hayır, zinhar olmaz ! Kimin malını kime verirsiz? B eytül­ mal, milletin malıdır. Beytülmale gadr olur. S izden kısas itme­ yen bu ademe her gün 1 0 akçe vererek mevtine dek bakacaksız", diye hüküm verdi. Fatih' i mahkum etti. Fatih kısastan kurtuldu­ ğu için mimara 10 akçe değil 20 akçe vermeyi kabul etti. M imar­ başı da kabul ettiğinden barışıp helallaştılarb7• O günün 20 akçe­ si bu günün parası ile takriben bin l ira eder68• Dahası var. Dava bittikten sonra Fatih, Hızır Çelebi ' ye: "Şayet, bu padişahdır deyü bana tazim edib iltimas yolun tutsaydız, davacı bir Rumdur diye onu haksız çıkarsaydız, şu to67

Akçenin bu günkü paraya tahvi l i için bak ı n ız: Hazine Mec. Say ı : 27'deki ma­ kalelerimize.

68

Müntehibatı Evliya Çelebi: ismi geçen H ı z ı r Çelebi, Molla Yegan'ın talebesi olur. Seferi-Sivri-H isar medresesi müderrisi ve kad ısı iken Edirne'ye bir Acem al imi gelib bizim alimleri bir mubahasade susturur. Fatih'e Hızır Çe­ lebi tavsiye edil i r. Adam gönderip H ı z ı r Çelebi'yi Edi rne'ye celbeder. H ı z ı r Çelebi, s ı rtındaki sipahi, kabasaba elbisesiyle Acem aliminin karşısına çı­ kar. Acem alimi Hızır Çelebi'nin haline bıyık altı ndan güler ve onunla alay eder. Toplantıda Fatih de vardır. H ı z ı r Çelebi, Acem illiminin sorduğu sual­ lere muvatfakiyetle cevab verir. Sonra H ı z ı r Çelebi de Acem'e sualler sorar. Acem alimi bunlardan hiçbirine cevap veremez ve susar. Sonunda "Beni susturdunuz!" diyerek kendi aczini, H ı z ı r Çelebi'nin liyakat ı n ı teslim eder. Bundan memnun olan Fatih , Hızır Çelebi'ye sırt ı ndaki kıymetli bir kürkünü çıkarı p giydirir. H ı z ı r Çelebi ile Fati h'in ilk karşılaşması böyle olmuştu. Ba­ dehu Fethi müteakib Fatih, H ız ı r Çelebi'yi lstanbul Kadısı tayin etmişti. (S. Ünver, ilim ve San'at Tari himizde F. Sultan Mehmed, s.

9).


80

Dr. Tahsin Ünal

puz ile başın ezecektim", diyerek cübbesinin altından bir topuz çıkararak göstermiştir. Hızır Çelebi de: "Siz de padişahım deyip şer'in hükmüne rıza göstermeyip mahkemenin sükunetini bozup, bizi tehdit yolunu tutsaydınız, biz de sizi şu ejderha ile parçalayacaktık ! " diyerek oturduğu ha­ lının altındaki ejderhayı (kılıç) Fatih' e göstermiştir69• Bir padişah ile bir Rum amele veya mimarın mahkemede ayakta durub eşit muamele görmesi, mahkeme sonunda padişa­ hın haksızlığı görülüb mahkum edilmesi, Bizans adliyesinde gö­ rülmüş şeylerden değildir. Bu hadise gayri Müslim tebaa üzerin­ de her halde müsbet bir tesir yapmıştır. Rumlara ve XV. asır La­ tinlerine, yeryüzünde insanların mevkilerine asalet ve dinlerine bakmadan, zayıfları kuvvetlilere karşı koruyan bir idarenin me­ cudiyetini göstermiştir. Nitekim Thevenot, Osmanlılar'da dava­ ların süratinden ve adaletin tevziinden bahsederken, kendi mem­ leketindeki avam ile asiller arasındaki eşitsizliği bildiği için "Bu­ rada herkes, hangi tabakadan ve hangi din ve milletten olursa ol­ sun dinlenir. Bir fakir bir vezirden şikayetçi olup adalet talebe­ der. Bir Hıristiyan bir İslamdan hakkını ister. İşler hemen halle­ dilir" diyor. Zikrettiğimiz bu misallerin yalnız padişahlara has bir şey ol­ duğu zannedilmemelidir. Padişaha bile müsamaha etmeyen, bir padişah ile bir ameleyi kanun karşısında eşit tutan Şemseddin 69

A. Refik, Büyük Tarihi Umumi, IV/226-234.


Fatih ve Fetih

81

Fenari ve Hızır Çelebi gibi "Hak deyince akan sulan durduran" daha binlerce isimlerini bilmediğimiz hakimler vardır. Şemsed­ din Fenari ve Hızır Çelebi, onların omuzlarına basarak sivrilmiş­ ler, isimlerini tarihe yazdırmışlardır. İsimlerini bilmediğimiz Türk hakimleri de halka adalet tevziinde aynı dikkat ve ihtima­ mı göstermekte idiler. Bunlardan da bir misal

vermekle iktifa

edeceğim. Son B izans hükümdarı Kostantin, hakşinaslık eder ve: "Memleketin her gün biraz daha çökmesinin sebebi adalet­ sizliktir. İdarecilerimizin ehil kimseler olmayıb rüşvetle, irtişa ile iş görmeleridir'', diyen hakiml erden iki tanesini hapsetmi şti . Bu­ rada calibi dikkat olan bir nokta var: Fatih "Bu padişahtı deyu, il­ timas yolun tutaydın başın ezerdim ! " diyerek doğruluk isterken, rakibi olan Kostantin doğru söyleyenleri hapsediyordu. Nerede­ ki doğru söze itibar edilmez, liyakat ve kabiliyetlerin elinden tu­ tulmaz, işler ehil olmayanlara emanet edilir, oranın kıyamet gü­ nüne intizar edile. Kostantin' in hapsettirdiği hakimleri, fetihden sonra serbest bıraktırdı. Huzuruna getirdip suçlarını sordukta, hakimler hadiseyi naklettiler. B unun üzerine Fatih: "Sizi azad ederi m ! Yarıp memaliki Osmaniyyeyi dolaşsasız. Mahkemeleri dolaşıb gördüğünüz adaletsizliği huzuru şahanem­ de bildiresiz. Doğru söze itibar edilir. Hakikatleri fevtetmiyesiz", dedi . Rum hakimler yola çıkıb B ursa' ya geldiler. Mahkemede


Dr. Tahsin Ünal

82

şöyle bir dava dinlediler: B ir köylü diğerinden bir at satın alır. Fakat hayvan pazarlıktan iki gün sonra huyunu gösterir. Solugan olduğu anlaşılır. Atı alan, eski sahibine varıb al atını, hayvan huylu imiş der. Fakat eski sahibi, hayvan bende iken huylu de­ ğildi. Siz huylandırmışsınız diyerek hayvanı geri almak istemez. Atı satın alan kadıya müracaat eder. Kadıyı yerinde bulamaz. Müracaatını ertesi gün yapmak üzere eve geldiği zaman hayvanı ölmüş bulur. Ertesi gün bütün bunları dinleyen kadı: "Ben vazifemin başında bulunsa idim, bu satışı bozacak, so­ lugan hayvanı eski sahibine iade edecektim. Mademki buna, be­ nim vazifem başında bulunmamam sebeb olmuştur, o halde atın değerini benim ödemem lazımdır'', diyerek çıkarıb atın bedelini, hayvanı alan adama vermiştir. Bu gün de bu fedakarlığı yapacak hakimlerimiz var mı acaba? . . Rum hakimleri, gelip gördüklerini Fatih'e naklettikten sonra: "Memleketi niz bu şekilde adalet dağıttığı müddetçe devleti­ nizin ömrü uzun olacaktır" derler. Zaman geçmiş, devir dönmüş, Rum hakimleri maalesef haksız çıkmışlardır. Menkibeleşen Türk adalet sistemine, müsavat fikrine A vru­ pa erişebilmek için 1 789 İhtilalini bekleyecektir. Türk toplumun­ da müsavat fikrinin asırlardan beri kanunlaşmış bir esas olduğu­ nu, Türk hakimlerinin mevki, rütbe, hatır ve gönüle bakmadan . adalet tevzi ettiğini yalnız ferdi hayatta değil, içtima] ve dini ha-


Fatilı ve Fetilı

83

yatta da görmek mümkündür. Muasır Avrupa devletlerine naza­ ran Osmanlı devleti bu sahada da çok ileri ve üstün idi . Mesela ortodoks kilisesi, Türk idaresinde bulduğu muhtariyet ve imtiya­ zı, kurulduğu zamandan beri Bizans idaresinde bulamamıştı. Hü­ kümet kilise işlerine mütemadiyen müdahale etmiş durmuştur10• Onun içindir ki, B izan s ' ı , ortodoks halk, garbden gelen şahsi ve içtimai vicdanları tehdit, servetleri yağma eden katolik kamileri­ na karşı şarktan gelen insanlığın bütün prensiblerine serbesti ge­ tiren Türk idaresini daima tercih etmiştir. B unun en beliğ ifade­ si, fetihde sonra huzura gelib patriklik asa ve alametlerini teslim etmek isteyen Patrik Gennadiüs' e Fati h ' i n : "Hayır Patrik Gennadiüs hazretleri , bu emaneti mukaddese­ yi teslim etıniyesiz. Siz kemali rahat ve emniyet ile vazifenize devam edesiz. M üracaata muhtaç olduğunuz umuru dahi çekin­ meden huzuru şahaneme bildiresiz. Zira sizi tekmil Ortodoks­ lar' ın patriği olarak tanıyor ve yerinizde ibka ediyorum. Siz ve hıristiyan tebaam himayei şahaneme mazhar olacaksınız. Eslafı­ nızın, benden evvelki i mparatorlar zamanında n' ail olduğunuz müsaadeden daha vasi bir müsaade, imtiyaz ve muhtariyete maz­ har olacaksınız . . . " demesi ve Ortodoks patrikhanesine muhtari­ yet vermesidir. Söz buraya gelmişken hemen şunu söyliyelim: Ortodoks patrikhanesine bu muhtariyet ve imtiyazı verdi diye Fatih Sultan 70

Bakara ve Kafirun Süreleri.


Dr. Tahsin Ünal

84

M ehmed ' e hücum edenler vardır. Hayır, etmesinler ! Zira Fatih, kendiliğinden böyle bir imtiyaz vermemiştir. Fatih, bir ilahi em­ ri yerine getirmiş kendisinden evvelki hükümdarların yaptığını tekrar etmiştir. Şöyleki ; Kur' an-ı azimüşşan 'da "Ey müslüman­ l ar ! . .. kafirlerle cenkedin ! Cenkedin, ta ki onlar aman dileyip vergi vermeyi kabul edince de, onlara zinhar dokunmayın !" "Dinde cebir yoktur. Zira artık hidayet ile dalalet tebeyyün etti ." "Artık isteyen inansın, iman etsin. isteyen inanmasın küfür ve in­ kar etsin."'1 deniliyor. Ayrıca bir de Hz. Peygamberimiz' den kal­ ma bir filıitnameden bahsedilir. Bu ahitnamede " . . . bir papaz pa­ pazlığından tağyir olmasın ve manastırlarından çıkarılmasın, ki­ l iselerden nesne yıkılmasın ! Kiliseler mallarından mal alınıb müslüman mescitleri binasına sarfolunmasın ! Nasranllerin , kili­ selerine varıb ibadet etmelerine mani olunmasın ! Herkim Al­ lah' ın b u ahdine muhalefet edüb zıddı ile amel etmiye ! Ederse Allah' ına ve Resulüne isyan etmiş ola."72 deniliyor. İşte bu ilahi emre, bütün Türk ve M üslüman padişahlar ve kumandanlar itaat etmişler. Onunla amel etmişlerdir. Mısır' ı, İs­ panya'yı, Asya'yı zapteden Arablar Anadolu ' yu, B alkanlar' ı zapteden Türkler aynı ilahi emirle amal etmişler. Hıristiyan, mu­ sevi vb. dinlerde olanları zorlamamışlar, dinlerinde, ayinlerinde onlara vicdan ve iman hürriyeti tanıyarak serbest bırakmışlardır. M alOmdur ki, o zamanlar toplumların fikrine ve ruhuna dinler 71 72

Münşeatı Feridun: 1/21 4 Hammer, 1 1/375.


Fatih ve Fetih

85

hakimdi. Milliyet fikirleri yoktu. Evvelki misalleri bir tarafa bırakalım. Osmanlılar zamanın­ da, fakat Fatih' den evvelki padişahlar, mevzubahs ilahi emre im­ tisalen imtiyazlar, serbestiler veregelmişlerdi. 1 397' de Yıldı­ rım ' ın huzuruna çıkan Salona Piskoposu: "Halkın dini ayinlerine ses çıkarmadığınız işitilir. Aynı mu­ amele Salonalılara da yapılırsa, şehrin teslim olmağa amade ol­ duğunu arza geldim ... " demesi üzerine, Yıldırım: "Beli ! . . Bizim, Allah şahiddir, farklı muamelemiz yoktur. . . " demiş. Salonalılar da şehri teslim etmişlerdi. 1 43 1 'de il. Murad' ın huzuruna çıkan Yanya elçileri: "Halkın dini ayinlerine, şahsi hürriyetlerine müdahale edil­ mez, hürmet edilirse şehrin anahtarlarını teslim etmek isteriz . . . " dedikleri zaman, il. Murad: "Biz vaktı hulı1lumuzdan beru, Hıristiyan tebaamızın iba­ dat-ü taatlan ile hürriyetlerine riayette kusur ettik mi ki ! . .. " de­ miş, onlar da Yanya'yı teslim etmişlerdi. Fatih Sultan Mehmed de dininin icabatını yapmış, atalarının izini takib etmiştir. Fetihten sonra Fatih de, ecdadı gibi bir hattı humayun neş­ rederek "İtikad ettiğimiz ulu Allah'ımız, sevgili Resulümüz, aş­ kına, kuşandığımız kılıç aşkına, pederimizin ruhuna yemin ede­ riz ki, cümle Rum ayan ve eşraf ve ahalisinin emvaline, evlatla­ rına, hiçbir şeyinize dokunulmayacaktır. Bilakis sizlerin istiraha­ tınızı temin edecek, evvelki halinizden daha iyi bir halde bulun-


Dr. Tahsin Ünal

86

duracağım"73 d i yordu. Yine Fetihten sora Fatih fütuhatına de­ vamla Sırbistan hududuna gelmişti . Katolik Macarlarla, müslü­ ınan Türkler'in tehdidine maruz kalan Sı rbistan Kralı Brankovic bi r gün memleketinin bu iki düşmandan biri tarafından istila edi­ leceğini biliyordu. Mil let ve memleketine hangi taraftan zarar gelmeyeceğini anlamak, sonunda ehveni şer olanı tercih etmek istedi. Bu maksatla biri Macar Kral ı Hünyad ' a, diğeri Ffüih ' e iki elçi hey ' eti gönderdi. Her iki hükmdara da "Sırbistan idarenize terkedi ldiği takdirde, halkın dini inançlanna,şahsi hukukuna kar­ şı ne gibi bir muamelede bulunursunuz? .. " sualini sordu. Bu su­ ale Hünvad: "Ortodoks kiliselerini yıkar, katolik kiliselerini inşa ettiri­ rim . Halka da esir milletlere yapılan muameleyi yaparım .. " diye cevab verdiği halde, Fatih : "Her cami nin yanında bir katolik veya Ortodoks kilisesi yaptırırı m. Zira Sırbistan halkının bir kısmının Ortodoks bir kıs­ mının katolik olduğunu bilirim. Her din salikinin kendi dinince ibadet etmesine müsaadei iiahi vardır. Ben· de bu müsaadeyi ver­ n1İye itina ederi m . Halkın şahsi hukukuna hiçbir yerde dokunma­ dık. Topraksız ailelere toprak, tohum, çift verdik. Sırbistan ' da da aynı şeyleri yapacağımızdan şüphe edilmemeli . . . " demiştir. B ütün hunlar, Türk fütuhatının adaletsizliğe, zulme, haksız­ l ık ve irtişaya, esarete karşı bir zaferi olduğunu göstermesi bakı73

Bu hususta fazla bilgi için bakınız: Charles Diel, Bizans imparatorluğu Tari­ hi, s. 78, 1 1 8, 1 1 9, 1 47, 1 63, 1 98, A. Relik, Büyük Tarihi Umumi, C. iV.


Fatih ve Fetih

87

mından ayrıca bir önem taşır. Osmanlı Türkleri lslam dininin en­ ternasyonal emelleri ile kendi Kızıl Elma ideoloji lerini mezcede­ rek gelişmiş genişlemişlerdir. Dinin ve Kızıl e l m a n ı n ırk. rc ı ı l-. . d i n , mezheb v e mil liyet tanımadan i ç i n e al mak. gcn İ � l e ınck İ sle­ yen enternasyonaline yapışmışlardır. Fakat ı rk , d i n ,

ren k. md­

kı1re farkı gözetip safl aşmak, toparl anmak İ steyen n asyona l i zme pek önem vermemişlerdir.



6. İKİ ALEMİN

ASKERİ DURUMU Bizans'ta : Bu mevzuda geniş izahlara girişmek zaittir. Fa­

kat kısaca temas edelim ki, feodalite prensib ve sistemleri ile ida­ re edilen Bizans'ta daimi ve muntazam bir ordu yoktu. Mevcut olan da inzibat zabt-ü-rapttan mahrum idi. Başta imparatorlar olduğu halde, tekfurlann kendi paraları ile tutulmuş, kendi emir­ leri altında ücretli orduları vardı. B ir ideolojiden, vatan ve millet sevgisinden mahrum olan bu kitle, zaferde ganaim toplamak, mağlubiyette firar ederek, velinimetlerini bile yalnız bırakan bu kitlenin hiçbir kayda bağlı olmamaları, imparatorluğun en zayıf taraflarından birini teşkil ediyordu. İmparatorluğun askeri ba­ kımdan da zayıf olması; devletin adeta müdafaadan mahrum ol­ ması, bir vak'anüvis' in de dediği gibi "İmparatorluk denilen bin yaşındaki bu aşufte kocakarı, altın ve mücevheratla süslenen, bir genç kız gibi herkesin söz attığı, takıldığı" zavallı bir hale gel­ mişti. İmparatorluğu harici tehlikelere karşı korumaktan aciz olan bu kitle, dahilde mühim roller oynuyordu. İmparatorluğun çök­ mesine zemin hazırlıyorlardı. Askeri kitlenin, bir tekfuru tutma-


Dr. Talı.�i11 Ü11al

l)()

s ı , onun imparator olmasını sağladığı gibi zaman zaman çıkar­ dıkl arı isyanlarla devlet istihsalini sıfıra düşürüyorlardı. 1 3051 3 1 1 tarihleri arasında Katalan bölükleri isyan etmişler, memle­ ketin hemen her tarafını tahrib yağına ve talan ederek hariçten gelecek olan düşmanlara rahmet okutmuşl ardı11• Tıpkı yeniçeri­ lerin son zamanları gibi. Osmanlılar'da: Osmanlı imparatorluğunun ise daimi bir Yeniçeri ordusu vardı . İnzibatı, disiplini, silahları muntazam ve mükemmel idi. Eyalet orduları ile birleşince yenilmez bir ordu haline geliyordu. bu ordu dünya çaprnda bir ordu, bir kuvvet ol­ duğunu, fetihden çok evvel, Sırpsındığı' nda, iki defa Kosova' da, Ni ğbol u ' da, Vama'da gösterm işti .

74

Fazla bilgi için bakınız; Uzunçarşılı, Kapıkulu Teşkilatı, C. Üçok, Türk Hu­ kuk Tarihi Dersleri, l.H. Danışment, izahlı Osmanlı T.K., Z. Pakalın, Os­ manlı Tarihinde Deyimler ve Terimler, Resimli Tarih Mec., s. 60-80 arası n­ daki sayılar.


7.

İSTANBUL'UN FETHİ'NDEN ÖNCE il. MEHMET

i l . Murat, Anadolu ve Rumeli' de bitmez tükenmez muhare­ belerden bıkmış usanmıştı. Sırplar ve Macarlar'la H . 847, M i l a­ di l 444 ' de Segedin muahedesini imza ederek ve aynı sene <le Karamanoğlu İbrahim beyle de sulh aktcderek Edirne'yc dön­ müştü. Bir gün Sadrazam Candarlızade Halil Paşa ile

İshak

Pa­

şa' yı huzuruna celbedcrek:

"Lala", dedi . "Dı şardan bakıldıkta müzeyyen bir taht olan saltanat meğer bir cihan kavgasından ba şka bir şey değil miş. Ya­ şımız bir hayli ilerledi. Saltanatı oğlumuz M ehmcd ' e terkcc\crek , Manisa ' ya çekilmek ahir ömrümüzü ibadat-ü-taat i l e geçirmd murat ederüz. Siz ne dersiz." dedi. İki vezir bu tek lifi önce hay ·· retle karşıladılar. Zira kendi arzusu i l e tahtı oğluna h ıral\ ın:ık aı görülen hallerdendi. Sonra işin ciddi olduğunu anl ayar;ık i l \f o ­ rat' ı fikrinden vazgeçirmeye çal ı �tıl ar. "Oniki y a şı nda hu l ı ın �ı n bir çocuğun, saltanatta bulunması, devlet düşmanlarına fı r -. : . ı w ­ rir.Şöyle bir vakitte saltanatı terkctmek doğru olmaz'" d i 1. c ; t • I : padişahı kararından çevirmeye uğraştılar. Fakat muvarLı� ı : : ı madılar.Nihayet M anisa'da bulunan Şehzade Mehmet'e nwl-.ı ı ı l ,


92

Dr. Tahsin Ünal

yazarak Edime'ye davet ettiler. Bir merasimi mahsusa ile l 444'de Il. Murat arzusu ile tahtını oğlu Mehmet'e terkederek Manisa'ya çekildi. Segedin muahedesinin imzalanmasından on gün sonra Os­ manlı 1mparatorluğu'ndaki saltanat değişiminden istifade etmek isteyen düşmanlar harekete geçtiler. Candarlızade Halil Paşa ile İshak Paşa'nın akıllarına gelen başlarına geldi. Papa' nın vekili olan Kardinal Jülyen Sezarini, kral ile kral­ lık meclisi arasına "Hıristiyan olmayanlara kaşı yapılmış olan aht-u-peymanın bir kıymeti olmadığını, verilen söze sonuna ka­ dar itaata mecburiyet bulunmadığını" Hz. İsa ve Meryem üzeri­ ne yemin ederek bildirdi ve Hıristiyan alemini Türkler üzerine teşvike başladı. Bu mukaddes teşvikin az zamanda tesirleri gö­ rüldü. O sıralarda Osmanlılar'ın dahili durumlarını ve Karamano­ ğulları ile muharebe halinde bulunduklarını bildiren, Bizans İm­ paratoru Paleologos' un bir mektubu ve Papa' nın Çanakkale' de­ ki donanmasının amirali Kardinal Francesko Gondolmieri tara­ fından yazılan mektublar mukaddes makama takdim edilmişti. Gerek Bizans imparatorunun, gerek Françesko Gondolmieri' nin mektuplarında fırsatın kaçınlmaması ve hemen harekete geçil­ mesi isteniyordu. Bu mektuplarda Kardinal Sezari'nin fikirlerine muaafık geldiğinden, yaptığı siyasi konuşmalarda "Macar Kralı Türkler'le kendi namına bir muahede imzalamıştır. Fakat Hıris-


Fatih ve Fetih

93

tiyanlık namına kralın hiçbir muahedeye imza atmak selfilıiyeti yoktur" diyerek Macar Kralını da düşmüş olduğu müşkül durum­ dan kurtarmak istiyordu. Uzun siyasi muhabere ve münakaşalar­ dan sonra Macar Kralı Ladislas Türkler' den istirdat edilecek olan Bulgaristan' ın, Bulgaristan Kralı da olmak üzere kendisine verileceği vaadedilerek ikna edildi. Erde! Kralı Hunyaduya­ noş ' la işbirliği etti. Neticede Macarlar'dan, Sırplar' dan, Eflaklı­ lar' dan, Erde! ve Lehliler' den müteşekkil bir ordu karadan Tuna vadisini takiben harekete geçti. Papa ve Venedik müttefik do­ nanmaları da Çanakkale boğazını kapamak üzere yola çıktı. Maksatları, Tuna vadisinden ilerleyerek Karadeniz' e inmek, _ buradan deniz yolu ile B izans'a gelmekti. B izans kuvvetleri ile de birleşerek, o zamana kadar Çanakkale boğazına gelmiş ve bo­ ğazı kapamış olan Papa, Venedik ve şövalye donanması ile irti­ bat temin edip B alkanlar' daki Türkler' in bricat hatlarını keserek imha etmekti. Tuna vadisinden ilerleyen Haçlı ordusu Niğbo­ lu 'ya geldi. Kaleyi muhasara etti. Kale Kumandanı Firuz Beyza­ de Mehmet Bey'e teslim teklifinde bulundular. Mehmet Bey: "Niğbolu'da yediğiniz dayağı ne çabuk unuttuz. Yıldırım'ın çocuklarının daha haşin olacaklarını neden tefekkür etmezsiz. Biz atalarımızdan öğütlüyüz. Kale alırız, vermeyiz. Can verir şan alırız. Biz buralarda kale vermek için değil, müdafaa etmek için dururuz." diyerek reddetti. Türkler' in elinden kale almanın ne demek olduğunu bilen


94

Dr. Talısin Ünal

dü�m :.ın l ar burada kalıb vakit kaybetmek istemediler. Büyük kı­ ,

sımları ile Varna'ya doğru ilerlediler.

"

S al i h (Haçlt) ordusu Haz­

re ti İsa n a mın a silahlanmıştı . İsa di n inde olan l arı M üs l i.iman­ lar' ı n tah akk ü m ün den

kurtaracaklardı ( ! ).

Fa k at fi k i rl erle fi i l leri

birbirine uymuyordu. Gcç t : kkri y erle rde k i tekmil ortodoksl:.ırı n kil i se l eri ni tahrib, k endileri ni kati, mall arı n ı y ağ m a ederek"75

ilerliyorlardı. Ordunun ark as ı n d a n gelen iki bi nden fazla ağırl ık arabası nın hayvanları, kend i kr i n i kurıarınak için g e l d i kl e ri köy­ lerde eki n , bağ, bahçe namına birşcy bıra k m ı yorl ard ı � ''. 3 Kas ı m 1 443 d e Yama kalesi n i muhasara e t t i l er. Fakat ayıı ı günün akşa­ '

mı Osmanlı ordusu da gelmiş, d üşm anı ınu ha�.ar.ı c ı ı n i � t i . Şöyleki: Düşman ordusu n un harek e t h :.ıheri Edi rn e ' de d u ­ yulduğunda hemen bir di van top landı . D i van da l l . Yl ur;.ıL ' ın y e ­ niden ordunun başına geçmesine ittifakla karar veri ldi , Sul tan Mehmet: "B u nasıl i şdürki, mazı11 padişahı tahta çı karı rs ız Evvelden .

bu makuleler neden düşünülmez." diye kızıp bağırmasına rağ­ men , ekseriyetin fikrine boyun eğdi. i l . M urat ' a, I I . Mehmet' i n tuğrasını havi b i r mektub yazıldı. i l . Murat bu mektuba: "B izim tahtı oğlumuza bırakmaktan kastımız, bundan böyle 75 76

Hammer: 1 1/21 8-21 9. Yukarıda da temas etti�imiz gibi Ortodoksları, Katolikler'den, garbden gelen sözde yardımcı kuwetlerden nefret ettiren, Türkler'in idaresini tercih ettiren sebeplerden biri de işte bu idi. Kendi iddialarına göre zahirde halaskar, hakikatte barbar birtopluluk olan Haçlı orduları Müslüman olsun, Hı ristiyan olsun, kimsede mal, can, mukaddesat, ırz, namus tanımıyorlardı.


Fatilı ve Fetilı

95

istirahat etmekti. Padişahlık kendisine lfizımsa di n-ü-devleti S i ­ yanet edüb ınülk-ü İ slfünı küffara çiğnctmesin." diye cevap ver­ miş ve davete icabet etmemi şti . Bunun üzerine ikinci bir mektub yazılmasına zaruret hasıl oldu. Bu mektupta: "Eğer Saltanat ol canibde i se, küffar mülki İslamı tahrib, mi­ leli i slftmı kati ed ib bir belayı asuman misa l i i l erler. Menı a l i k i Osmaniye'yi b u heladan half.ıs etmek s i z i n vazifc-i asl i n i z oldu­ ğundan orduyu humayunun başına geçip vaz ifen izi ifo etmeniz l fızıındır. İhtar o l u n ur. Yok saltanat bu canib de i se, m i l d i

i�ıa­

miyycyi k at l i a m l ardan. mülki İ slamı i stil5dan ve Dcv l c ı i A l i yye­ yi hu belayı asumandan kurtarmak vazifesilc Ord u y u Huma­

yun'un başına geç i b hemen serhaıa hareket etmeniz için fermani padişahi va rd ır. Tebli ğ ederiz . " den i l iyord u . Yen iden ordunun ba�ına geçmeye mecbur kalan i l . Murat

Anado l u ' dan topladığı 40 bin kişilik bir k u v vetle Çanak kale bo­ ğa z ı n a gel d i . Buranın papa ve Yened i k donan maları ile kapalı ol­

duğunu gürdü. İstanbul boğazını dolaştı . Anadolu H i sarı ' n ın ol­ duğu yere gel d i . Karşı sahile geçmek için Cenevizler'e her asker için bir duka ahın, yani 40 bi n asker için 40 hi n duka altın vere­ rek gemi k i ra l ad ı . Askerleriyle Rumeli sahiline geçt i . Buradan Edirne ' yc geldi . Edirne'de yeniden tahta cülus elti-'. Burada top­ lanan a s ke rl eri 77

de emri ne alarak

Sofy a ' y a doğru hareket elti. Bal-

Bazı kaynaklar Şehzade Mehmet'in Manisa'ya döndüğünü yazarlarsa da, Mchmet'in Orduyu Hümayun'la beraber Varna Meydan Muharebesi'ne işti­ rak ettiği anlaşılıyor.


Dr. Tahsin Ünal

96

kan dağlarını açıb Niğbolu'ya doğru ilerledi. Fakat yolda düşma­ nın Niğbolu'yu bırakıp Vama'ya gittiği öğrenildiği için yürüyüş istikameti o tarafa çevrildi. Düşmanın V ama önlerine geldiği gü­ nü akşamı Osmanlı ordusu da arkadan gelmiş, düşmanı muhasa­ ra etmişti. Ertesi günü sabahın erken saatlerinde iki taraf da,düşman tek hat, bizimkiler çift hat üzere muharebe nizamı almışlardı. Muha­ rebe iki tarafın birbirlerine karşı taarruzlariyle başladı. Cenahlarda öğleden sonraya kadar sert ve şiddetli muharebe­ ler oldu. Nihayet düşman sınıp Yama kalesinin dibine çekildi. Bu sırada Hunyadıyanoş ile Ladislas 1 0 bin zırhlı süvarinin ba­ şına geçerek Osmanlı ordusuna mukabil bir taarruz yapmak, Os­ manlı ordusunun kalbi olan otağı hümayuna kadar ilerleyerek padişahı ölü veya diri ele geçirmeye karar verdiler. Bu maksatla iki kral 10 bin zırhlı süvari ile sert bir taarruz yaptılar. Bu savle­ te dayanamayan merkez kesimimiz yarıldı. Her tarafta çekilme­ ler başladı. Düşman otağı hümayunun olduğu yere bütün savleti ile ilerlemeye başladı. Padişahın yanında bulunanlar tehlikenin azametini görerek telaş ettiler. Her şeyin artık bitmiş olduğunu söyleyer�k padişahı da firara teşvik ettiler. Padişah da atına binip firar için hazırlandı. Fakat bu sırada ümeradan Andolu Beylerbe­ yi Karaca Paşa, hemen atından inip koşarak geldi. Padişahın atı­ nın dizginlerinden tutarak, kalın erkek sesiyle: "Şevketlü hünkarım nereye kaçacaksız? Mazallah sizin bu-


Fatih ve Fetih

97

gün muharebe sahasından firar etmeniz, Devlet-i Ali Osmani­ ye' nin zeval ve izmihlaline sebeb olabilir. Ben kulun öldürme­ den sizi zinhar bırakmam. Firarı hatırınızdan çıkanb başka bir çarei hal bulalım . . . " derken söze Yeniçeri Ağası Doğan Ağa ka­ rışarak: "Bre Karaca, padişahı selamete çıkmaktan niçin mene­ dersin? Sultanı muhafaza edecek kimse kalmadı. Asker dağıldı. Otağı humayun hizmetçilerinden başka kimse yok. Mazallah küffara gün doğar sultanı esir ederlerse halimiz nice olur?" dedi. Karaca Bey: "Padişahı selamete çıkarmak için tutarım. Böyle sıkışık an­ lar muharebe meydanlarında her zaman olagelmiş hallerdendir. Kumandan oldurki böyle sıkışık anlarda bile yerinde sebat edib askerini sevk ve idare eder." dedi. Sözü padişah alarak: "Doğru söylersin Karaca amma, askerimiz sindi, küffar iler­ liyor. Gittikçe halimiz müşkül oluyor. . . " dedi. Fakat Karaca Bey: "Şevketlüm bugün muharebe sahasından çekilmekle felah ve kurtuluş yoktur. Felah ve kurtuluş burada kalıb sebat etmektedir. Cenab-ı Hak sırtınızı düşmana çevirmeyiniz buyurmadı mı? . . B ir Osmanlı padişahının düşmanı sırtını çevirdiği kande görül­ müştür? Hemen Şehzade Mehmet' e ulak gönderib imdat isteye­ lim. Ben de askerimle düşmanı karşılarım. (Elini göğsüne götü­

rerek) Göksümü siper ederek bin canımda olsa hepsini devletin şeref ve namusu için feda eder, illa küffarı otağı hümayuna sok­ mam." diye ısrar etti. Padişahı bırakmadı. Bu haklı ve makul is-


Dr. Talısirı Ürıal

98

rar karşısında padişah firardan vazgeçti . Atı ndan inerken : "Karacam haklı söyler. Bir Osmanlı padişahının sebebsiz yere muharebe sahasından firar ettiği görül memiştir. Firar bizim şanımıza yakışmaz." dedi. Adamlarına dönerek: "Şehzademe ulak uçurun, hayatı bahasına da olsa babasına yardıma gelsin . . . " derken,

(eliyle soldaki tepeleri göstererek):

"Şu tepede Mehteri hümayun çalınsın . . " diye emir verdi. Sonra Karaca'ya dönerek: "Karacam da i şinin başına gidib vazifesini yapsı n." dedi ve yanında bulunanlara: "Devlet ve milletle can vermeye hazır dila­ verlerim yok mu?. Karaca'ma yardım etsinler. Gayret bizden tevfik Allah' tandır." dedi . Karaca B ey padişahın eteği ni öptükten sonra atına bindi. Emrindeki sipahilerle düşmanı karşılamak için tozu dumana ka­ tarak atın tepip gitti . Onun arkasından aralarında Hoca Hızır na­ mında, aslan yapılı, kırçıl bir Anadolu çocuğunun da bulunduğu bir bölük sipahi de at tepip gittiler.Bu sırada mehteri hümayunun hala tepede çaldığını duyan, çekilen ve dağılan askerler de padi­ şah eski yerinde duruyor diye toplanmaya başladılar. Şehzade emrindeki süvarilerle mukabil taarruza geçmişti . . Yeniden başlayan sert v e çetin b i r mücadeleden sonra düşmanın bir kısmı imha, bir kısmı esir edildi. Bir kısmı da araları nda Jan Hunyad da olduğu halde firar etti. M uharebe sahasında ölenler arasında papanın vekili Kardi -


Fatih ve Fetilı

99

nal S ezarini, Kardinal Etien Batar vardı7R. Burada düny:ı çapında bir imha meydan muharebesi daha kazanılm ıştı . M uharebeden sonra Edirn e ' ye dönülmüştü.

1 444 ' de yine

tahtı oğlu Şehzade Mehmet' e terkederek kendisi Manisa'ya çe­ kildi . Böylece Hicri tarihe göre Şehzade Mehmet bir sene ar:ı ile iki defa, fakat miladi tarihe göre bir senede iki defa olmak üzere tahta çıkm ıştır. il. M urat ' ın Manisa'ya çekilmesinden bi raz son­ ra yeniçeriler ulufelerinin artırılması için isyan ederek Edirne ci­ varında bir tepede toplandılar. Kendilerine nasihat etmek için gönderilen Hadım Şahabeddin Paşa ' y ı öldürmek istedilerse de, paşa kaçıp Saray ' a iltica etmek suretiyle canını kurtard ı . Netice­ de, H. 849, M . 1 44 5 ' de Edirne'de padişah olarak bulunan i l . Mehmet yeniçerilerin toplandıkl arı tepeye bizzat giderek ul ufe­ lerine yarımşar akça zam ettiğini bildi rerek isyanı susturmuştur. Yeniçerilerin ulufelerine, çekildikleri tepede yarım akçe zam yapıldığı için tepenin i smine

-Buçuk tepe- denilmiştir.

Bu suretle ortaya çık:ın karışık durumu düzeltmek i steyen S adrazam Halil Paşa ve bir kısım devlet ricali i l . Murat'ın tekrar tahta çıkarılması meselesinde anlaşarak, il. Murat'ı H. 84 9 M . ,

1 445 ' de yeniden tahta çıkarmışl ardır79• 78 79

Hammer, 1 11223 ve Hayrullah Efendi Tarihi, Vl l/71 . Hayrullah Efendi Tarihi, Vl l/72, 78. Uzunçarş ı l ı ; Osmanlı Tarihi, 1/2 1 7-222. 1. Hami Danişment, 1.0. Tarihi Kronolojisi, 1/2 1 1 . i l . Mehmet'in bir defa ço­ cukluğunda 1 444'de, bir defa da babasını n ölümü üzerine 1 451 'de olmak üzere iki defa tahta çıktı!:)ını, Varna meselesi esnasında il. Murat'ın padişah


1 00

Dr. Tahsin Ünal

Şehzade Mehmet yeniden Manisa'ya dönmüş ve bir daha 1 45 1 tarihinde tahta çıkıncaya kadar orada kalmıştır80• Manisa'da iken 1 447 tarihinde kendisinden sonra tahta çıka­ cak olan oğlu Beyazıt dünyaya geldi81• Bir sene sonra yani 1 448 tarihinde Sadrazam Halil Paşa' yı huzuruna çağırarak: "Lala", dedi. "Kızım cihazladım. Çıkardım. İmdi oğlum Sul­ tan Mehmet'i de everem. tııa dilerimki Dulkadiroğlu Süleyman Beyin kızlarından birini alam dirim. Böylece bu Türkmen bizim­ le doğruluk üzre olur. Dost olur. Hem de Kararnanoğlu' na, Ak­ koyunlular'a karşı bir müttefikimiz olur. Ne dersiz?" deyince Halil Paşa "Yeğdir. Sultanım. Layıktır." dedi. Dulkadir oğlunun kızlarından birini almaya karar verdikten sonra önce görücü ola­ rak Hızırağa'nın hatunu gönderildi. Görücü Hatun Süleyman Be­ y'in beş kızından Mükerreme Sitti Hatun' u beğendi. Edime'ye döndü. Düğünden önce dünürlük etmek ve nişan yapmak içinde başta Hızır ağanın ve Amasya Valisinin hatunları olmak üzere

80

81

olmayıp, kumandan olarak vazife görmüş olduğunu yazıyorlar. Ve senet olarak da yukarıda bahsettiğimiz ikinci mektubu gösteriyorlar. Fakat o mek­ tub il. Murat'a bir emrivakiyi kabul ettirmek için yazılmıştır. Saniyen Osman­ lı tahtında bunun gibi ikinci bir misal de gösterilemez. Görülüyor ki il. Murat ile oğlu Şehzade Mehmet Sadrazam CandarlızMe Halil Paşa ve kendisi gibi düşünen birkaç vezirin oyuncağı haline gelmiştir. Bundan haklı olarak endişe eden il. Mehmet, aşaj;iı yukarı Osmanlı hane­ danı ile yaşıt olan ve irsen sadrazamılğı ellerinde tutan Candarlı hanedanı­ nı ortadan kaldırmış ve taht hanedanlığı ile sadrazam hanedanlığının reka­ betine son vermiştir. Şehzade Beyazı t (il. Beyazıt) Fatih'in üçüncü zevcesi olması muhtemel olan Gülbahar Hatun'dan olmuştur.


Fatih ve Fetih

101

Anadolu Beylerbeyi hatunu da gönderildi. Arkadan düğüne baş­ landı. Muazzam bir düğün yapılarak Mükerreme Sitti Hatun Edime'ye gelin getirildi82. 1449 kışında Edirne' de yapılan ikinci bir düğünle Şehzade Mehmet, Mükerreme Sitti Hatun ile evlen­ dirildi83. 145 1 tarihinde babasının vefatını, Sadrazam Halil Paşa' nın

Manisa'ya gönderdiği bir tatar tarafından, üç gün sonra haber al­ dı. Şehzade Mehmet, hemen Arab adına bindi: "Beni seven arkamdan gelsin." diyerek atını mahmuzladı. Manisa' dan Gelibolu'ya kadar olan uzun mesafeyi iki günde ka­ tederek Gelibolu' ya, oradan da bir gün ve gecede Edime'ye gel­ di. Şehzade'nin şehre yaklaşmakta olduğu haberi duyuldukta, başta Sadrazam Halil Paşa, vezirler, kumandanlar, Olema, meşa­ yih ile birlikte kalabalık bir halk tarafından şehirden uzak bir me­ safede karşılandı. Kendisine yaklaşıldıkta ümera ve vüzera atın82

83

F�tih'in dört karısı olduğu söylenir. 1 . Sitti Hatun: Bundan çocuğu olmamış­ tır. 2. Gülşah Hatun: Şehzade Mustafa olmuştur. Ölümü 1 449-1 45 Kara­ man valisi iken öldü. 3. Gülbahar Hatun: Bundan il. Beyazıt olmuştur. 4. Çi­ çek Hatun: Cem olmuştur. il. Mehmet'in, Mükerreme Hatun'ndan çocuğu olmamıştır. Sırf siyasi bir maksatla yapıldığı anlaşılan bu evlenmeden Sitti Hatun'un da mes'ud olma­ dığı, Osmanlı sarayında münzevi bir hayat yaşadığı anlaşılıyor. 1 487'de Edirne'de vefat eden Hatun, sağlığında inşa ettiğirdi Edirne'deki Sultan Ca­ mii'nin avlusuna defnedilmiştir. Mükerreme Hatun'un sağlığında bir Bizans­ lı ressam tarafından yapılan resmine göre ablak yüzlü, sert bakışlı, erkek si­ malı, hesna bir Türkmen güzeli olduğu anlaşılıyor. Nitekim SolakzAde "Eğerce beş oluhteri pakize idi amma Sittişah içlerinde hüsnücemal ile cüm­ lede hesna bir bihter idi" diyor.


Dr. Talısin Ünal

1 02

dan inip yeni padişahın dizginlerini öptüler arkasından şehre ka­ dar yaya yürüdüler. Ertesi gün Şehzade Mehmet, i l . Mehmet is­ miyle84 tahta çıktı . Kızlarağası Şahin ile İbrahim Paşa yeni padi­ şahın yanısıra durdukları halde İshak Paşa ile S adrazam Candar­ l ı zade Halil Paşa biraz ötede kalmışlardı. Padişahı iki defa taht­ tan ayırmış, ellerinde bir oyuncak gibi oynamış olan bu iki vezir suçlu ve yeni padişahın teveccühünden emin değillerdi . S ultan Mehmet kızlar ağasına hitaben: "Vezirlerim neden benden uzak dururlar. Halil Paşa mutat olan yerinde dursun. İshak Paşayı Anadolu Beylerbeyi nasbeyledim. Pe­ derimin naşı mübarekini alıp Bursa'ya isal ve defn vazifesini ifa et­ tikten sonra Kütahya' ya vazifesi başına gitsin.'' dedi. Halil Paşa va­ zifei sabıkında ibka olunduğuna emin olunca padişaha yaklaştı. İs­ hak Paşa da 11. Murat' ın naşını alıp Bursa'ya hareket etti. Cülus merasimine uzak ve yakın devletler elçiler gönderdi­ ler, i l . Mehmet' i tebrik ettiler. i l . Mehmet yine B ursa'da bulunduğu sırada bir gün yeniçe­ riler isyan edip cülus bahşişi istediler. Padişah istenilen bahşişi vermeye mecbur oldu ama bir müddet sonra "Devletlü. kulların cülus bahşişi isterler" diye yeniçerilere elçilik eden Hadım Şaha­ beddin Paşa ile Turhan B ey ' i hapsettiği gibi Yeniçeri ağası Ka­ zancı Doğan Ağa' yı yeniçerilerin huzurunda: 84

1. Mehmet dedesi Çelebi Mehmet'tir ( 1 402-1 4 1 2 fetret devrinde ve sonra fetret devrine son vererek 1 4 1 2- 1 42 1 'e kadar hükümdarlık etti.)


Fatih ve Fetilı

103

"Gel bakalım Doğan ağa. Siz ki yeniçeri kullarımın başısız. Onlara söz geçiremesiz. Karaman seferinde mevcudu asılsız gös­ terip yalan söylersiz. İdaresini deruhde etti ğiniz kullar arasında intizamı muhafaza edemezsiz. Padişaha i taat, devleti aliyyeye hizmet bu mudur?" diyerek bağırmış ve Doğan Ağa' yı kırbaçla döğmüş ve tepiklemiştir. Doğan Ağayı azlederek yerine Mustafa Ağayı yeniçeri ağa­ lığına getirmiştir. Bu şiddetli muamele yeniçerilerin gözünü korkutmuş olmalı ki bundan soraki vazi felerinde sadakatle ve saygı ile gayret gös­ termişlerdir. Musamahadan felç, merhametten maraz doğar. Gül yumuşak yüzlü olduğu için başı na bülbül de karga da konar. Devlet işlerinde acımak, siyanet etmek, milletin istikbalini balta­ l amaktır. Suç' un cezası vaktinde verilmezse. hem tesirsiz olur, hem de istenilen netice elde edilmez. Askeri bir işaretle ölüme s cvkı.! t­ mek için neden öleceğini anlatmak, disiplin yularını dai ma ger­ gin tutmak lazımdır. Hazarda disiplinle tal im terbiye görmeyen asker, seferde mağlubiyetin vahşi rüzgarı önünde, toz bulutları kaldı rarak kaçar.



8. FETHİN SEBEPLERİ 1- İstanbul, Karadeniz'den gelip Akdeniz'e geçen, Akde­ niz'den de Karadeniz'e giden deniz askeri ve ticaret yollarının düğüm noktasındadır. Hakeza İstanbul Orta Avrupa' dan ve Bal­ kanlar'dan gelip Anadolu'ya ve Ön Asya'ya, aynı zamanda Ön Asya'dan, Anadolu'dan gelip B alkanlar'a geçen kara, askeri ve ticari ana yolunun da kavşak noktasındadır. B u itibarla ticari ve stratejik bakımından pek önemli bu yer­ de bulunan İstanbul ve havalisi tarihi pek erken devirlerinden be­ ri iskan edilmiş ve çabucak gelişmiş olan önemli yerlerden biri­ dir. Binaenaleyh tarih boyunca bir çok milletler burası için birbirleriyleadeta yarış etmişler, ele geçirerek askeri ve ticari öneminden istifade etmek istemişlerdir. M.Ö 662'de Yunanis­ tan'da Megaralı göçmenler bu önemli yeri elegeçirmişler ve ko­ loni tesis etmişlerdir. Megaralılar elinde az zamanda çok gelişen bu şehri, ilk defa olarak yine M.Ö. 342 tarihinde Makedonya Kralı ve Büyük İskender'in babası olan il. Filib muhasara etmiş­ ti. Fırtınalı, zifiri karanlık bir geceden istifade ederek kuvvetleri­ ni gizlice surlara yanaştıran Filib' in hareketini, bulutların arka­ sından sıyrılan, gecenin zulmetini nura boğan hilfil, müdafilere


1 06

Dr. Talısin Ünal

haber vermişti. Hemen müdafaa yerlerine koşan müdafiler, Fi­ lih'in taarruzları na kar�ı şehri korumuşl ardır. Filib de şehri ala­ mayacağın ı anlayarak çekilip gitmek zorunda kalmıştı . Kolonist­ krin reislerinin i smine izafeten Bi zans (Bzanıwn) ismini alan şe­ h i r, daha o zaman yani 2295 * sene önce, talih ve mukadderatı nı h i lftlc bağlamış bulunuyordu . Tarihlerin kaydına göre yirmi iki defa muhasara edilen8� fa­ kat alınamayan İstanhul ' u , Osmanlı lar da 7 defa muhasara etmiş­ ler, ele geçirememişlerdi. i l . Mehmet de buranın önemini takdir ediyor, zaptederek mevzubahis menfaatları tamamen ele geçim1ek istiyordu. Zira İ stanbul ' a gelen askeri ve ticari yollardan, kara, askeri ve ticari yollar, ele geçirilmişti . Şehri zaptetmek deniz askeri ve ticari yollarını da ele geçirmek bir zaruret haline gelmi şti . Gerçi şehrin, B i z:.ı n slılar'dan başka, deniz ıicaretini tama­ men B i z:m s ' ı n el i n d e n al ını� olan Vcnedik, Cenevizler de ıni.idaP.u eserin 1 953 y ı l ı nda hazı rland ı ğ ı anlaşıl ıyor (Haz ı rlayanlar ı n notu . )

1 .M.Ö. 34 2' de 1 . Fi lib, 2. M .Öb 1 94'd e Romn lmparaıoru Scptimsevcr, 3. M S. C i 6'Ca i l . Keyh u s rev, 4 . 626'da Avarlar, 5. 665'de Arnpl <ı r . 6. 667'dc •

: n

/.np:ar - Eyy�blil-ensar - bu seferde şehit oldu. 7 . 672·,; o . 8. · · 1 2 'de,

:·2;;

ıi.lr

I ·�

uE:

i O. 732'de, 1 . 8S4'de Araplar, 1 . 8G4'de R.ı�lar, 1 3 . E': J"(tl A! ap­

3 / 0'dc kaplrır 1 5. 904' Rus!ar, l G . 936 Rus:ar 1 7. Çı:.,;,. Mi1e3�!ar,

113 � :�c.; Lili�!P-r. 1 9. ı 26 1 "dE Biz a :ı s ı Lad ' n lnrclc n y ı ·

·

·:�

·.

ı

;ego:; .. ı!dı 20. 1 30'.''de Venedikler. 2 1 . 1 J4 8'rJr.- C':cn: \· . . . . ·;: :ı e

Cı: ııevı.:ie• '1'.dr.<J"':ır::l ettı:er. � 1 9 t . ı :;9!' .

. 1 !1 3'dü

an

7 r!ı0'. (') . • ': ,ır. ı ı l ::ı r c ı rpak Ü ; · : · -:: :· • , ,-·

· · " : T a ı : ıı f\1l,C. �->yı · i 1 qcçı ı . ı ,ı r tıı.:qı , ,

·

-

·. ı .

. :.·

-

· ·

:.. :;şro

i nko· : ıf'

yı·

� .� ·--� 2

\:e

·; .� � ,.


Fatih ve Fetih

1 07

fii kesilmişlerdi. Lakin bu iki devlet ile şimdilik boğazları kapa­

mak suretiyle boy ölçüşmek imkan dahilinde idi. Onlar, B izans' ı değil, menfaatlannı müdafaa edeceklerdi86• Osmanlı imparatorluğunun arazisi Anadolu ve Rumeli'de her sene biraz daha genişlemekte idi. İki kıtaya yayılan Osmanlı devletinin merkezinin Anadolu' da olması Balkan işlerine, Rume­ li' de olması Anadolu işlerine sekte veriyordu. Padişahlar Edir­ ne' de ikamet ettikleri zaman Balkan işlerine, Bursa' da ikamet et­ tikleri zaman Anadolu işlerine önem verecekleri anlaşılıyordu. Düşmanlar da ona göre hareket edip hazırlıklı bulunuyorlardı . Bu da, ne de olsa Türk fütühatını güçleştiriyor, fırenliyordu. Saniyen Kara ve Akdeniz sahillerine hakim olan Osmanlı lmparatorlu­ ğu ' nun bu denizlerde donanma bulundurmasını zaruri kılıyordu. Salisen bir tehlike anında Anadolu kuvvetlerinin RumeJi'ye. Ru­ meJi'deki kuvvetlerin Anadolu'ya geçirilmesi tehlikesiz olmu­ yordu. Bundan da çok önemli mahzurlar doğmakta idi. Binaenaleyh, Osmanlılar için askeri ve siyasi bakımdan önemli olan B izans' ın alınması, askeri, siyasi bakımdan tevlit

et­

tiği mahzurların bertaraf edilmesi artık bir zaruret ve mecburiyet haline gelmişti. 3- Herhangi bir devletin hir merkezi olur. O da her tarafa 86

XIV. ve XV. asırlarda Venedik ve Cenevizler'in Bizans'ı, Türkler'e karşı dafaaları , XVl l l . v e X I X . asırda lngiliz v e Fransızlar'ın Ruslar'a k n ; · manlı lmparatorluğu'nu müdafaa etmeleri gibidir.

;•·


Dr. Tahsin Ünal

1 08

zamanında ve kolayca asker sevkedebileceği, her tarafı istediği gibi göz altında ve tasarrufunda bulundurabileceği bir yerde, devlet arazisinin ortasında bulunur. Fatih devrinde göçebe haya­ tını ve seyyar merkez idaresini çoktan geride bırakmış olan Os­ manlı devletinin de B alkanlar ve Anadolu'yu göz altında ve ta­ sarrufunda bulundurabileceği, askeri kuvvetini iki yana da tehli­ kesizce ve vaktinde sevk edebileceği bir merkeze şiddetle ihtiya­ cı vardı. Bu ihtiyacın ortaya çıkardığı merkez, ancak İstanbul olabi­ lirdi. Binaenaleyh İstanbul' u almak ve imparatorluğun merkezi­ ni buraya taşımak lazım geliyordu. Bu suretle bir çok mahzurlar kendiliğinden önlenmiş olacaktı. 4- Bizans İmparatorları, gerek Osmanlılar daha Anadolu' da

iken, gerek Türkler Rumeli'ye geçtikten sonra kendileri için en büyük ve kahredici tehlikenin Osmanlılar' dan geleceğini anla­ mışlardı. Bu tehlikeyi bertaraf edebilmek ve biraz daha yaşaya­ bilmek için Bizans İmparatorları ananevi siyasetlerini Osmanlı­ lar' a da tatbik ediyorlardı. Yani, ya Avrupa devletlerini Osmanlılar üzerine teşvik edi­ yorlardı, yahut Osmanlı şehzadelerini himaye, teşvik ve yardım etmek suretiyle dahili bir gaile çıkarıyorlardı . Böylece Osmanlı devletini zaafa düşürmek istiyorlardı. B inaenaleyh B izans İmpa­ ratorluğu Osmanlılar'ın gerek fütühatlannda, gerek dahili idare­ lerinde bir fitne ve fesat kazanı haline gelmişti. Onun bu haline


Fatih ve Fetih

1 09

son vermek için birkaç defa muhasara edilmişti fakat her defa­ sında, daha mümkün gaileler çıktığı için muhasara refedilmişti. Bu itibarla Bizans'ı ele geçirerek onun fitne ve fesadından kurtulmak, dahili sükuna kavuşmak, hariçte de daha emin fütü­ hatlar yapmak dahi, günün başlıca bir zarureti haline gelmişti. 5- Türk tarihi ile meşgul olanlarca malumdur ki; Türkler'in bir kızıl elma idealleri vardır. Türkler'in İslamiyeti kabul etme­ sinden sonra Hz. Peygamber'in İstanbul hakkındaki hadisi şerif­ leri ile Türkler'in kızıl elma idealleri birleşmiştir. Böylece milli bir ideal, dini bir ideal ile birleşerek büsbütün kuvvet ve önem kazanmıştır. Daha Tuğrul Bey zamanında B izans İmparatoru Selçuklar'a yaranmak için lstanbul' daki camiyi ve minaresini ta­ mir ettirmiş ve mihrabına da ok ve yaydan müteşekkil Türk ar­ masını koydurmuştu. Anadolu'yu fetheden Türk mücahitlerinin Anadolu' dan başka İstanbul' u da almak için savaştıkları hadise­ lerin seyrinden anlaşılmaktadır. Malazgirt meydan muharebesin­ den sonra Anadolu fatihlerinden Melik Danışment Gazi ' nin hu­ zurunda aktedilen bir divanda Danişment Gazi: "Rum ülkesindeki küçük kalelerin fethiyle uğraşıp, vakit kaybetmektense önce Kostantiniyye'yi fethe gidelim."87 demiş­ tir. Bu sözün önemi bir taraftan yukarda bahsettiğimiz milli ve dini idealin birleşmesini, bir taraftan da Rum ülkelerini fetheden87

Bak: Miskat-ül-Cihat.


Dr. Talısin Ünal

1 10

lerin yalnız Rum - Anadolu ülkesi için değil, lstanbul ' u almak için de kan dökmüş, can vermiş olduklarını göstermesindedir. 1 07 1 ' den hemen biraz sonra Anadolu ' yu fethe gelen mücahitle­ rin, daha güney ve Kuzey Anadolu fethedilmeden, ilerleyerek İ z­ nik' e kadar gelmeleri ve bu şehri merkez yaparak İstanbul ' a akınlara başlamaları v e kızıl elma addedilen Ayasofya'yı almak istemeleri, her halde manidar idi . Türkler' in asıl gayelerini bilen B i zans imparatorlarının telaşa düşüp Papa' ya müracaatla, yar­ dım istemeleri, Papa VII. Greugar'ın da Avrupa'yı teşvik ederek Türkler' e karşı Haçlı seferlerini tertip etmesi, fikri mizin başka türlü bir izahıdır. Şayet H açlı seferleri vukubulınasa idi İ stanbul belki de XI. asrın sonunda veya XII. asnn başında zaptedilecek­ ti . Bunun için Haçlı seferleri, lstanbul'un zaptını üçbuçuk asır geri bıraktırmıştır denilebilir. Fetih geri bırakılmıştır. Fakat mil­ li ve dini ideal sönmemiş, yaşamıştır. Osmanlılar zamanında ye­ niden alevlenen bu ideal ile Osmanlılar 1 50 sene içinde yedi de­ fa lstanbul' u muhasara etmişlerdir. İlk hamlede Bursa alındı . İz­ nik istirdat edildi. Osmanlılar'ın ilk fetihlerine, Osman Gazi ' nin;

- Osman Ertuğrul oğlusun . Oğuz Karahan neslisin. Hakkm bir kemler kulusun. lstanbulu aç gühza r yap88 sözünün hakim olduğu açık bir 88

M . Ziya: lstanbul ve Bo!)aziçi, s. 1 73.


Fatilı ve Fetilı

1il

şekilde görülmektedir. Nitekim Osman ve oğlu Orhan beyler za­ manındaki fütühatın, harita üzerinde takip edildiği zaman lstan­ bul ' u , Anadolu' dan tecrit ederek onun bu taraftaki hinterlandın­ dan mahrum etmeye çalışıldığı görülür. 1. Murat ve Yıldırım za­ manında da Bizans' ı Rumel i ' den ayırmak ve onu bu taraftaki hin­ terlandından mahrum etmek için savaşıldığı görülmektedir. Her ikisinde de muvaffak olunduktan ve İstanbul kendi kendine yaşa­ yamaz bir hale getirildi kten sonra

(lsıanbul 'un aÇtlrp gülizfir ya­

pılması) için İstanbul muhasaralarına başlanmıştır. Bütün bunla­ ra Fatih Mehmet ' in babası olan 11. Murat'ın da ölüm yatağında; "Şehri Kostantiniyye' yi açmak, burasını diyarı İslam eyle­ mek boynumuza borç oldu . Bizans hükümdarlarının ettiklerine şehzadem bir son vermelidir." şeklindeki vasiyetini de ilave et­ mek yerinde olur. Şu kısa izahattan anlaşılıyor ki İstanbul ' un muhasara ve zaptı iki ay kadar devam etmiş bir hadise değildir. İstanbul ' un muhasara ve zaptı, asırlarca evvel başlamış olan bir sürü müca­ eleleıin tabii bir neticesidir. Bu neticeyi alarak milli ve dini ide­ ali tahakkuk ettiren Ffüih'i tebrik ve tebcil ederken, bu neticenin hasıl olması için kanlarını döken, canlarını veren ve zemini ha­ zırlayan Türk kumandan ve askerlerini de minnet ve şükranla an­ mak lazımdır. 6- İstanbu l ' da Ayasofya ve Ffüih Camilerinin avlusundaki �ad ırvanl arın üst saçaklarından; "Le tuftchenncl Kustaniyyete fe-


Dr. Tahsin Ünal

1 12

lenimel emiru emiruha velenimelceyşu zalikelceyş" ibareleri okunur. Yani "Elbette ve elbette siz İstanbul' u fethedeceksiniz. Ne mutlu, ne güzel kumandandır o kumandan ve ne mutlu, ne güzel askerdir o askerler." Bu bir hadisi kutsi olup

(Fetih hadisi) ismini alır. Bu hadisi

şerifin sırrına mazhar olmak için bir çok Müslüman ve Türk ku­ mandanları birbirleriyle adeta yarış ederlercesine İstanbul üzeri­ ne sefer edip şehri muhasara ve zapt etmek istemişlerse de mu­ vaffak olamamışlardır. Bunda muvaffak olmak il. Mehmet ' e müyesser olmuştur. Fatih' i n eriştiği b u mazhariyeti çekemeyen­ ler bulunmuştur. Genç padişaha yaranmak için hülüskiirlan tara­ fından böyle bir hadis uydurulduğu bile söylenmiştir89• 89

Bu hadisi şerif uydurma değildir (Bak: Resimli Tarih Mec., Sayı: 41 ) Fakat uydurma olan başka bir hikaye vardır. Güya Ayasotya'yı yapan Miletli lzidor ile Tırallı Antemius ismindeki mimarlar Kubbeyi bir türlü tutturamamışlar. O zaman rahiplerden biri "Arabistan'da bir peygamber vardır. Onun tükürü­ ğünden getirip harca karıştırılırsa kubbe o zaman tutar" demiş. Özel suret­ te H icaza gönderilen ve Medine'ye gelen elçi sahabelerin de bulunduğu bir sırada Hazreti Peygamber'in huzuruna kabul edilmitir. Elçi vaziyeti anlattık­ tan sonra Hz.Peygamber, mübarek tükürüğünden bir miktar tükürük rica et­ miştir. Hz. Peygamber de hiç düşünmeden elçinin arzusunu yerine getirmiş­ tir. Bir kutu içinde getirilen tükürük harca konulmuş, kubbe tutmuştur. Fakat Hz.Peygamber mübarek tükürüğünü bir kafir kilisesine vermesine kı­ zan sahabelerden biri ''Ya!.. Resullallah bir kafirin kilisesi için mübarek tük­ rüğünüzü neden verdiniz? .. " diye sorunca Hz.Peygamber; "Bu gün kilise olarak yapılan Ayasotya bir gün gelecek cami olacak da onun için verdim." buyurmuşlardır. Bu hikayenin mahza uydurma olduğu, Ayasotya'nın inşa tarihi olan 532-537 tarihi ile Hz. Peygamber'in doğum tarihi olan 570 veya 572 tarihleri karşılaştırılınca anlaşılmaktadır. Yani Hz. Peygamber Ayasof­ ya yapıldıktan 33-35 sene sonra dünyaya gelmiştir.


Fatih ve Fetih

1 13

S aniyen yine bir gün H azreti Peygamber eshabına: "Bir atarfı karaya iki tarafı denize nazır bir şehirden bahse­ dildiğini i şitti ni z mi?" "Evet ya ! . . Resulullah !" "B u şehir İshak Aleyhisselamın yetmiş bin hafidi tarafından zaptedilmeden kıyamet kopmayacaktır. Onlar şehrin tabyelerine mancınıklarla silahlarla değil, Lailaheillallah ! . . Allah-ü ekber naraları ile saldıracaklardır. O zaman önce denize nazır, sonra karaya nazır surlardan biri yıkılacaktır. Galibler şehre dahil ola­ caklardır" buyurmuşlardır90• B ir milletin, milli ideali ve atalarının vasiyetinden başka di­ ni ideali ve Peygamberinin tebşiratın a kuvvetle sarılarak bunla­ rın tahakkuku için çalışacağı aşikardır. Muhasara esnasında bin­ lerce kitlenin surlara saldırmasında mevzubahs fikirlerin hakim olduğu muhakkaktır. B u hakim fikirdir ki, yalnız B izans civarın­ daki orduları değil, imparatorluk dahilindeki bütün bir milleti en­ ginlerden gelen dalgalar halinde İstanbul ' a doğru sevkediyor, surlara taarru z ettiriyordu. Türkler'de kuvvetli bir iman halinde

(lstanbul bir gün zap­

tedilecektir) fikri hakim iken B i zans halkında da (lstanbul nasıl olsa bir gün Türkler tarafından zaptedilecektir) fikri hakimdi. Öteden beri Rumlar ' ı n maneviyatları kırılmıştı. Şehrin 90

Hammer, 11/277, M. Atanı n Zevli. Bu hadis Ali ve ldrisi'de de vardır.


1 14

Dr. Tahsin Ü11al

Türkler tarafından mutlaka zaptedileceğine dair bir çok şayialar halk arasında bir kahinin kehaneti imiş gibi dolaşıyordu. Mesela bir rivayete göre "Şehre Türkler girecekler fakat sonra çıkarıla­ caklardır ! " yahut "Şehir bir daha alınamayacak, halk tamamen kılıçtan geçirilecekti !". Başka bir rivayete göre Sarayburnu ' nda bulunan bir kitabede bir kehanet yazılı idi. Bu kitabede sıra ile Bizans patrik ve imparatorlarının i simleri yazılı idi. Fakat son Patrik ve kraldan sonra isim yerleri boş bırakılmıştı. Bu impara­ torlukta bir deği şikliğin olacağına işaret sayılıyordu. Hakeza Hunyat Kosova' dan mağJOben çekilirken bir ihtiyar keşiş önüne çıkıp "Müteessir olma ! Rumlar mahvolup Kostantiniyye Türkler eline geçinceye kadar H ı ristiyanlar bedbaht olacaklardır" diye teselli etmiştir''1 • Tarih, halk üzeri nde şiddetli tesirleri olan bu türHi havadis, kehanet ve iti katları islihfaf etmemelidir. Bunlar zamanımızın so­ ğuk harbine yahut beşinci kol faaliyetlerine denktir. Aynı zaman­ da bu rivayet ve itikatların tetkiki bir milletin fikriyatı nı, bir hükü­ metin ınevkiini izah eder. Milletler de, fertler gibi istikbill hakkın­ daki fikirleriyle yaşar. Bu fi kirler milletin kuvvetinden veya za­ afından neş'et ettiği için saadetini yahut harabfüını gösterir. Bazen bir kehanet, bir zafer kazandırır yahut kaybettirir. Kuvvetini bilen, cesaret ve iman zafere inanır. Zaaf ve cibanet, hezimete evvelden mazeret arar. Zafer. "zaferi kazanacağım" diyebilenindir. 91

Hammer: 11/276.


Fatilı ve Fetilı

1 15

B inaenaleyh daha muhasaradan önce iki taraf arasında böy­ le iman, itikat, milli ve dini ideal farkları vard ı . bu farklı mane­ viyatlardan bozuk, zayıf olanın, imanı tam ve kuvvetli olana ye­ nileceğini tarih bir kere daha göstcrecektir�2• Hulfrsa şu ki: il. Mehmet de mi lli ideal ve dini itikadın bir sembolü olarak ileri atılacaktı. Milll idealin tahakkuku için, ata­ larının vasiyetini yerine getirmek için, Hazreti Peygamber' in ha­ dislerinin sırrına ve tebşiyatına mazhar olmak için çalışacaktı. Önemsiz gibi görünen bu olaylar il. Mehmet ' in tebaasından olan bir seyise, bir çobana, bir ameleye, bir askere yapılan haka­ reti kendisine yapılmış gibi telakki ettiğini, tebaası üzerine adeta titrediğini göstem1esi bakımından ayrıca bir önem taşır. Saniyen zahiri sebep olarak zikrettiğimiz bu hadiseler, hakiki sebeplerle olgunlaşmış, bir çıban haline gelmiş olan yaraya sadece bir iğne batırmış, çıbanın başını koparm ıştır. Zaten alınması bir zaruret ha­ line gelen İstanbul'u muhasara ve zapt etmek için yeter sebep ad­ dedilerek hazırlıklara başlanmıştır. Hazırlıklara başlamadan önce Fatih, ümera ve vüzerasını toplayarak onlarla şöyle konuştu: "Benim veziri vüzeram, ulema ve meşayihim hep bilirsiz ki şu devleti fıl i , bir çok say-u-gayretlerin, akıtılmış kanların ve ve­ rilmiş canların bir neticei necibi olarak kurulmuştur. Ecdadı iza92

Aynı haller XVl l l . ası rdan sonra bizde de zuhur etmiştir. Milli iman ile itika­ dımız ve milli idealimiz pasifleşmişti. Belki bizi düşmanlarımızdan önce, ma­ nevi sahada gerilememiz yeniyordu.


Dr. Tahsin Ünal

1 16

mım Kastamonu, Ankara ve Tarsus' tan Çanakkale' ye dek, Ça­ nakkale' den Tuna ve S ava sularına dek fethetmiştir. Futuhat laf ile meydana gelmez. Devlet emeksiz kurulmaz. Ülkeler ölmeden fethedilmez. Zahmet ve meşakkatlere katlanmadan zafer gülü koklanamaz. Nice kanlar döküldü, nice eytam ve eramil gözle­ rinden kanlı yaşlar aktı. Nice hanumanlar söndü. Kahraman ec­ dadlarımız bunlara tahammül ederek göğüslerine uzanan kargı­ ları kırdılar. Böylece bizlere mükemmel bir devlet bıraktılar. Bizlere düşen nedür? Mirasyediler gibi elimizdeki mülkü çürüte­ cek miyiz? Eslafımızın asarını mahve nabedid mi edeceğiz? Ha­ yır elde edilen bu şan ve şöhretlere yenilerini ilave edeceğiz. B iz­ ler eğer kahraman ecdatları mızın temiz sulbünden inen torunları olduğumuzu fiilen isbat edecek zaman gelmiştir. Küffar kavi olabilir. Fakat zaaf göstermek hem faide vermez, hem de İslamın şiarından değildür. Ahirkar ölmek mukarrer olduktan sonra bin yıl betnam ile yaşamaktansa bir gün iyi ad ile zindegani olup git­ mek evladır. Resulu ekrem efendimiz "Cennet kılıçların gölge­ sindedir" buyurmuşlardır. Nuru İslamı, kılıçla alemlere saçıldı. Hak ile batıl kılıç ile ayrıldı. Mazhari hidayet olmayan müşrük­ lerin hakkından kılıç geldi. Mülkü İslamın ortasında kalan B izans kendisine güvenile­ cek bir durumda değildür. Rumlar'ın bize açtığı zararlara cümle­ niz vakıfsız. Kral Kostantin'in İslam ' a ve Devleti Aliyye' ye kar­ şı yaptığı fenalıklara nihayet vermeye azmetmişimdir.Vakit zayi


Fatih ve Fetih

1 17

edilmeden hazırlıklara başlansın. Hazırlıklar ikmal edilir edil­ mez harekete geçilsin. Çalışmak bizden tevfık Allah' tandır." di­ yerek hazırlık emri vermiştir. B unun üzerine hazırlıklara başlan­ mıştır. II. M ehmet zamanına kadar İstanbul yalnız Osmanlı lar tara­ fından 1 39 1 , 1 395 , 1 396, 1 400 tarihlerinde 4 defa Yıldırım B e­ yazıt, 1 4 1 2 tarihinde Musa Çelebi, 1 422 tarihinde il. Murat tara­ fından olmak üzere altı defa muhasara edilmişti. Fakat alınama­ mıştı . Muhasara edilip de alınamamasının sebebini; a) lstanbul ' un kalın surlarını yıkacak büyük çaplı, uzun menzilli topların olmamasında, b) Muhasara aletlerinin noksanlığında ve kifayetsizliğinde, c) Muhasaralann yalnız kara tarafından yapılıp, deniz tara­ fının ihmal edilmiş olmasında, d) Muhasarayı bıraktıracak harici ve dahili daha önemli ve hayati olayların zuhur etmiş olmasında aramak Iazımdır93• 93

Bu dahili ve harici hadiseler ne idi. Bu dahili ve harici olaylar şunlardı. 1 391 muhasarası, Bizans'ı n teşviki ile Macar Kralı Zigismunt'un Bulgaristan'a ta­ arruz için hazırlık yaptığı duyulmuştu. i mparator Manüel de lstanbul'da bir Türk mahallesi, bir cami inşası ve mahkeme tesisini kabul etmes iüzerine kaldırıldı. 1 395 muhasarası yine imparator Manüel'in istimdadı ve Haçlı or­ dusunun Niğbolu'ya yürümesi üzerine kaldırıldı. 1 396 muhasarası impara­ torun Sirkeci'de bir Türk mahallesi ve camisi inşası ve mahkeme tesisini ve 10 bin altın vergi vermeyi kabul etmesi üzerine kaldırıldı. Manüel, 1 395'den öne ve 1 395'de Osmanlı ordusu muhasarayı ret ile Niğbolu'ya hareket edin­ ce mevzubahs mahalle ve camii inşaas ı n ı ve mahkeme tesisini redetmişti.


Dr. Talısin Ünal

1 18

Binaenaleyh i l . Mehmet'in lstanbul ' u fethedebilmesi için bu noksanları tamamlaması icabediyordu. Bu noksanları müdrik olan ve bu noksanların tamamlanmasının zaruri olduğunu takdir eden i l . Mehmet 1 45 2 ' den 1 45 3 ' e kadar hummalı bir şekilde ça­ lışmaya koyuldu. Bu hummalı şekilde çalışmalar şüphesiz ki pek mütenevvi idi. Fakat çalışmaların bilhassa şu sahalarda teksif edildiği görülmektedir veya bu sahalar üzerinde önemle ve ısrar­ la durulduğu anlaşılmaktadır. 1- Muhasara başladıktan sonra muhasarayı, harici ve dahili daha önemli ve hayati bir neden yüzünden bırakmayacak şekilde hazır bulunmak. Bu maksatla daha tahta çıkmasını müteakib kendisini tebri­ ke gelen devletlerin elçilerine, dostane münasebetleri idame et­ tirmek kararında olduğunu bildirdi. Venedikler, Cenevizler, Ro­ dos şövalyeleri ile tecdidi sulh yaptı. Jean Hunyat ile üç senelik bir mütareke imza etti. Böylece Avrupa' dan gelmesi muhtemel94 tehlikelerin kapısını sulh yolu ile kapadı. Bu devletlerin ahdları­ na vefa etmeyip yine de B izans ' ın yardımına geleceklerini dü­ şündüğü için aşağıda ayrıca görüleceği gibi bunları da önlemek maksadiyle tedbi r almaktan geri kalmadı.

94

1 400'de Timur tehlikesi üzerine, 1 41 2'de Manuel'in Musa Çelebi'ye muka­ bil Mehmet Çelebi ile birleşmesi ve Mehmet Çelebi'nin yardıma koşması üzerine kaldırıldı. 1 422'de Bizans'ı n teşviki ile i l . Murat'a karşı küçük karde­ şi Mustafa'n ı n isyan etmesi üzerine kaldırılmıştı . Hammer, 11/259.


Fatih ve Fetih

1 19

S aniyen, tahta çıkmasından bir müddet sonra bir taraftan da l 444'ten yani birkaç defa tahta çıkıp inişinden beri, başta S adra­ zam Halil Paşa, İshak Paşa, üvey annesi S ırb Prensesi Mara ve küçük kardeşi Ahmet, annesi İsfendiyar beyin kızı olduğu halde, sarayda aleyhine hazırlanan komployu akim bırakmak, bir taraf­ tan Sadrazam Halil Paşa'ya ve İ shak Paşa' ya bir göz dağı vere­ rek uyumadığını, gafil olmadığını anlatmak, bir taraftan da sefer­ ler esnasında veya muhasara devamınca gerisinde bir tehlike bı­ rakmamak ve bekasının düştüğü müşkül duruma düşmemek için küçük kardeşi Ahmet' i boğdurdu. Annesini saraydan uzaklaştırdı. Üvey annesi olan Sırp Pren­ sesi Mara ' yı babasının yanına iade etti9s. 95

il. Murat'a mağlub olan Sırb Kralı Yorgi Brankoviç kızı Mara ile senede 50 bin altın vergi vermeyi kabul ederek sulh yaptı. Sonra: -" Kızımcıhazın hazırladım, Adem gönderib cariyenizi alasız" diye elçi gön­ derdi. Sultan il. Murat vezirlere: - "Alak mı ne dersinz." dedi. Vezirler, "Sultanım almak yeğdir. i leride Sırbis­ tan bizim olmak gerek." dediler. Sultan: "Öyle ise tedarikin ne ise görün" de­ di. Üskün valisinin hatunu ile bir çok hatunlar gönderilip gelin getirildi. Yor­ gi gelin getiricilere; "Ben kızımı hünkara, fakat ciharın kızıma vermedim. Ki­ me dilerse ona versin" demiş. il. Murat; "Bir sipahi kafirin kızı için düğün ne gerek" diye düğün yapmadı. Mara gelin geldiğinde 1 4 yaşında bir güli-clila­ ra idi. 1 451 'de il. Murat ölünce 26 yaşında dul kaldı. Fatih ona Sırbistan'a iade eti. Mara Bizans imparatorunun izdivaç teklifini red ederek, sırtı ndan bir daha çıkarmayacağı siyah bir elbise ile Sırbistan'a gitti. Mara 1 458'de Sırbistan'da büyük bir facia ile karşılaştı. Babası Yorgi öldü. Greguvar, Eti­ yen, Lazar isminde üç kardeşinden Greguvar ile Etiyen ama idiler. Tahta çı­ kan kardeşi Lazar hünkar idi, tahta çıkar çıkmaz iki ama erkek kardeşi ile Mara Sultanı ve küçük kız kardeşi Katerina ve amcası Toma'yı hapsetti. An­ nesi Kraliçe l ren'i zehirleyerek öldürttü .


Dr. Tahsin Ünal

1 20

Bu suretle muhasara devam ettiği müddetçe hariçten ve da­ hilden gelmesi muhtemel daha önemli ve hayati hadiselerin zu­ huruna meydan vermemeye dikkat ve itina ederek i şini sağlama bağlamaya çalıştı. 2- il. Mehmet, kendisinden önce yapılan muhasaralarda şehrin yalnız kara tarafından kuşatıldığını, deniz tarafının ihmal edildiğini biliyordu. H albuki şehir açık olan deniz tarafı ile mü­ temadiyen yardım esliha, iaşe alıyor, dolayısıyle kendisini daha çok ve daha iyi müdafaa edebiliyordu. Şehrin deniz yolunun da kapatılması icabediyordu. Bu maksatla: a) Gelibol u ' daki tersaneyi faaliyete geçirdi. Daha Osman Gazi zamanında, M armara sahilinde birkaç mil imtidat eden bir sahil parçası alınmıştı. İşte o zaman birkaç Mara Sultan hapisten üvey oğlu Fatih'e kendilerini halas ettirmesi için bir mektup yazdı . Yardım istedi. Söylenenlerin aksine olarak üvey annesine bir hürmetle bağlı olan Fatih, biraz da siyasi düşüncelerle olmalı, mahkumları hapis bulundukları kaleden kaçırttı . Getirtib bu 5 mahkumu Avnoroz civarın­ da Yasova'da bir manastıra yerleştirdi. Ö lünceye kadar burada rahat ve asude yaşadı lar. Sı rbistan'da Kral hanedanı olan Brankoviç ailesi ile Osmanlı hanedanı ara­ s ında dostça ve düşmanca bir çok münasebetler vard ı r. Murat Hüdavendi­ gar, muharebe sahası nda Brankoviç ailesinden bir subay şehit etmişti. i l . Murat Brankoviç ailesinden Mara i l e evlendi. Fatih, Mara'n ı n v e Brankoviç ve bu ailenin bir kolu olan Abogoviç ailesinin hukukunu muhafaza maksa­ diyle Sı rbistan'ı istila etti (1 459). Uzun zaman Brankoviç ailesi Sırbistan\ Osmanlı lar namı na idare ettiler. Nihayet XIX. asırda yine aynı ailenin baş­ ka bir kolundan olan Miloş Obrenoviç, S ı rbistan'ı n başına geçti ve istiklal için çal ıştı. 1 830'da i l . Mahmut'un bir fermanı ile Miloş Obrenoviç Sı rbistan Prensi ünvanı ile Sırp Kralı oldu.


Fatih ve Fetih ince donanma i l e Kara Ali

121

-Emirali- önce Medaim (Mudan­

ya 'yı) sonra Kiyos' u ve lmralı' yı -ki Emirali 'dir- almıştı. Emirali ' nin M armara'ya yaptığı bu küçük akınlara, Kara­ mürsel ve Orhan Beyin küçük oğlu Şehzade Halil de iştirak et­ miştir. Orhan bey zamanında İzmit ve Gemlik'te ince donanma inşa eden küçük çaplı, az personelli bir tersane inşa edildiğini Şükrü Bey -Esfari Bahriye- adlı eserinde söylüyor. Bundan son­ ra Y ıldınm Beyazıt zamanında da 1 390' da İzmit, Gemlik küçük tersanelerinin bir örneği de Gelibolu' da açılmıştır. Yıldırım Be­ yazıt Gelibolu tersanelerinden başka bir de boğaz muhafızlığı kurmuştur96• Şu kısa izahat bile bize Osmanlılar' da II. Mehmet' ten önce donanmanın mevcudiyetini ve donanmaya olan ihtiyacı gösterir. Fakat itiraf etmek lazımsa Osmanlılar il. Mehmet' ten önce kara kuvvetleri kadar deniz kuvvetlerine önem vermemişler ve bun­ dan Jayıkı ile istifade etmemişlerdir. Daha önceki hadiseler gibi muhasara esnasında da bir takım düşman gemilerinin Çanakkale boğazından geçerek lstanbul ' a ka­ dar sokulmaları hatta şehre dahil olarak bir miktar iaşe esliha ve 96

Osmanlılar'ın, deniz kuwetlerinin ilk nüves i hiç şüphe yoktur ki lzmit, Gem­ lik ve Gelibolu tersaneleridir. Fakat Karadeniz'de, Akdeniz'de, Hint Okyanu­ sunda dünyaya meydan okuyan donanmalar,Karamani Piri Mehmet Pa­ şa'nın Yavuz Selim zamanında Kasımpaşa'da inşa ettirdigi tersanede inşa edilmiştir. Şöyle böyle 50 senede Türk denizciliginin gösterdigi inkişaf cid­ den şayanı takdirdir ve dünya devletleri arasında bu inkişaf pek az devlete müyesser olmuştur.


Dr. Tahsin Ünal

1 22

yardımcı kuvvet getirmiş olmaları bunu gösterir. Kuvvetli bir de­ niz kuvveti ve topçu ile Çanakkale boğazı tahkim edilmemiş veya zamanın aletleri buna kafi değilmiş ki, Venedik gemileri Çanak­ kale boğazından sağ salimen geçerek lstanbul ' a gelmişlerdir. b) İstanbul boğazını Avrupalı tüccarlara kapamak, icabında bir üs olarak kullanmak için Rumeli Hisarını inşa ettirmeyi ka­ rarlaştırdı. Bu maksatla 1 452 kışında eyalet valilerine ilk baharda yapı­ lacak olan Rumeli Hisarı' nın inşaatı için lazım olan usta, amele, kereste, taş, inşaat malzemesi ve aletleri ve nakil vasıtaları hazır­ lamalarına ve nasıl hareket edeceklerine dair fermanlar gönder­ di. Bu fermanı alan valiler ilk bahara kadar hazırlıklarını ikmal ettiler. Anadolu H isarı ' nın olduğu yerde inşaatçılar toplandılar. il. Mehmet de başlarında olduğu halde Edirne ' den veya B ur­ sa' dan bir kısım askeri kuvvetle Anadoluhisarı ' nın olduğu yere geldi. Gelibolu' dan 30 kadar gemide inşaat yerine celbedilmiş, B izans'ın muhtemel bir hareketine karşı askeri bir tedbir de alın­ mıştı .

1 8 tane Rum ateşine karşı mukavim olsun, yanmasın diye bakır kaplı gemi, yapmışlardı ki 20 Nisan 1 453 deniz savaşını bu bakır kaplı gemiler yapmışlardır. 1 5 tane de veları sivri ve demirli olmak üzere müsademe ge­ misi yapmışlardır. Bu gemiler ile Haliç ' e gerilmiş olan zencire taarruzlar yapılmıştır.


Fatilı ve Fetih

1 23

Takriben bunların toplamı kadar da sair harp gemileri yapıl­ mış olduğunu kabul edersek Saruca ve B altaoğlu Süleyman Pa­ şa' nın bir sene içinde 70-80 kadar gemi inşa etmiş olmaları kuv­ vetle muhtemeldir. Muhasara esnasında İstanbul önlerindeki Türk gemilerinin miktarı ise 1 40- 1 50 kadar olduğuna göre98, il . Mehmet' in önce­ den mevcut olan 70-80 gemiye bir senede 70-80 gemi ilave et­ miş olduğu anlaşılır. il. Mehmet, sadrazam vasıtası ile B i zans imparatoruna bir elçi gönderip bugünkü Hisar' ın olduğu yerin hali bir arazi oldu­ ğundan bahisle burada bir kale yapmayı düşündüklerini, il. Mu­ rat zamanında Yama hadisesi üzerine Çanakkale Boğazının ka­ patılıp geçişin kat edilmiş olduğunu ilave ettikten sonra maksat­ larının sadece İslam askerlerinin geçişlerini sağlamak olduğunu bildirdiler. İmparator; "Ol mahal bizim, değül, Galata tevabiin­ den olan Cenevizle' rindir." diye cevap verdi. B unun üzerine il. Mehmet: "Biz Cenevizler' le kozumuzu kolay paylaşırız. Mektub yazıp elçi göndermekten kastımız dostumuz K. Dragazos ' u gü­ cendirmemekti !" diyerek B oğazın geçilip inşaata başlanması için emir vermiştir. Ordu ve amele 1 452 M art ayı sonunda i nşa­ at yerine geçirilmiştir. İnşaat yerine geçilir geçilmez hemen otağı humayun kuru­ lup, Türk bayrağı çekilmiş ve yine aynı gün daha önce i l . Meh97

Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 4 1 , A. Daver.


Dr. Tahsin Ünal

1 24

met tarafından çizildiği muhakkak olan plan gereğince bir taraf­ tan hafriyata, bir taraftanda temel atmaya başlanmıştır. İnşaatın aksamaması, işleyebilmesi için i l . Mehmet sanki bir inşaat mühendisi gibi ameleyi önce üç gruba ayırmıştır. Her grubun başında S adrazam Halil Paşa Zaganos Paşa, Saruca Paşa bulunuyordu. Ameleye reislik eden paşalar önce kendi isimleri ile anılan büyük kuleleri yaptırmışlardır. Sonra büyük kuleler arasındaki surlar çekilmiştir. Ayrıca işlerin aksamaması karışıklık olmaması için aynca ameleler içeride çalışanlar, dışarıda çalışanlar olmak üzere iki gruba ayrılmıştı. Her ustanın yanında bulunan ve ameleye reislik eden vezirlerin yanında bulunup inşaat hakkında onlara fikir ver­ diği muhakkaktır98• Lazım olan kereste Karadeniz Ereğlisi' nden, B ol u ormanla­ rından, taşlar Anadolu taş ocaklarından, kireç Göksu ile Küçük S u ' da inşa edilen 1 2 kireç ocağından temin edilmiştir. Malzeme Anadolu Hisan ' n a getiriliyor, buradan marinalar ve küçük gemi­ lerle inşaat mahalline taşınıyordu. Denizin üzeri bir karınca yolu gibi gidip gelen marina ve gemilerle dolu idi. 98

Şuna kısaca temas edeyim ki il. Mehmet zamanındaki Türk idaresinin ça­ lışma şeklinin, organizasyon şeklinin, cemiyeti idare edenlerin genel bilgi bakımından derecelerinin nasıl işlediğini ve ne olduğunun hisarın inşaasın­ da görmek mümkündür. Hiç şüphe yoktur ki diğer çalışma yerlerinde de me­ sele\ Gelibolu'daki tersanenin çalışma ve randımanında, Edirne'deki top imAI ve dökümhanelerinde, iskAn, imar işlerinde bu MI aynı ile vAkidir. Bu çalışma ve teşkilAt ki Osmanlı lmparatorluğu'nun gelişmesini sağlamıştır.


Fatih ve Fetih

1 25

B urada çalışan, inşaata nezaret eden Saruca, Zaganos ve Halil Paşalar emirlerindeki beylerbeyleri, sancak beyleri ile be­ raber ve masraflarını kendi timar ve zeametlerinden ödemek us­ ta ve ameleleri kendi vilayet veya sancaklarından temin etmek suretiyle inşa ettirmişlerdir. Nasıl eyalet askerlerinin toplanması ile Osmanlı ordusu meydana geliyor, müşterek bir Türk zaferi kazanılıyorsa, burada da muhtelif eyaletin beylerbeyi, sancak be­ yi, usta ve amelesi ile müşterek bir Türk kalesi inşa edilmiştir. Devamlı ve sistemli bir çalışma neticesinde hisar, 1 8 Temmuz 1 45 2 tarihinde takriben 4 ayda tamamlamıştır. Hisar' ın inşası tamamlandıktan sonra il. Mehmet hisara 400 kadar yeniçeri koydu.Kalede her türlü toplar ile tahkim edilmiş­ ti . Kale kumandanlığını Sultan Ahmet Meydanı' nda bir de cami­ si bulunan Firuz Ağaya verdi. il. Mehmet, Firuz Ağaya yazıp verdiği talimatta: "İzinsiz bir gemi zinhar geçirilmemeli . İzinle geçenlerden baç alınmalı. İzinle geçenler Hisar' daki Türk bayrağını selamla­ malı ." diyordu. 1 452 Aralık ayının sonlarına doğru Karade­ niz' den gelen üç Venedik gemisi geçiş şartlarına riayet etmediği için Antonio Rizo ismindeki kaptan gemisiyle beraber esir edil­ di. Diğer ikisi de batırıldı. Böylece Aralık 1 45 2 ' den itibaren vazifesini yapmaya başla­ yan hisarın önünden lstanbul ' un zaptına başlandı .



9. İSTANBUL'UN KUŞATILMASI

VE FETHİ Sultan Mehmet hazırlıklarını ikmal etmişti . B izans ' a yardı­ ma gelmesi muhtemel olan Rize' deki Pontus Krallığı ile Mora ve Yunanistan ' daki despot ve tekfurları oyalamak maksadiyle Ana­ dolu kuvvetlerinden bir kısmını Pontus Krallığı üzerine gönder­ di. Mora ve Yunanistan üzerine de Turhan Bey ile iki oğlu Ömer ve Ahmet Beyler'in kumandasında kuvvetler sevketti . Edirne' den ilk hareket 1 Şubat 1 45 3 tarihinde başladı. On bin kişilik öncü kuvvetlerine kumandan tayin edilen Rumeli B eylerbeyi Karacabey ileri hareketle M i siri, Vize, M idye, Bur­ gaz, B igados Kale ve o vakte kadar B izan s ' ı n elinde bulunan Pa­ langalarını alarak surların dibine kadar geldi. Şehri uzaktan ab­ lukaya başladı. Bu hal tabii olarak, Türk ordularının önünden bir çok Rumların kaçarak gelip İstanbul' a sığınmalarına ve şehrin müdafaa kuvvetlerinin artmasına sebep oldu. Karacabey ' in em­ rinde olup önden ilerleyen kuvvetlerin arkasından büyük toplara yol açmak maksadiyle 200 kazmacı ile 50 arabacı hareket etti . Bun lar büyük topların geçeceği yollan tesviye, köprüleri tamir ve yeni köprüler inşa ederek ilerliyorlardı. Bunların arkasından da 50 çift öküzle çekilen ve 400 nefer tarafından sevk ve idare edilen büyük toplar gelmekte idi . B üyük toplar ile ilerleyen kuv-


1 28

Dr. Tahsin Ünal

vetler çok yavaş yürümekte idi. 64 günde B üyük Çekmece civa­ rına, 66 günde de İstanbul önlerine gelinebildi. Daha sonra Sul­ tan Mehmet kısmı külli olan Orduyu Hümayu n ' la hareket etmiş­ ti. Çanakkale boğazını geçerek Anadolu ' dan gelen kuvvetlerle Tekirdağ civarında birleşildi. 5 Nisan 1 453 tarihinde İstanbul ön­ lerine gelindi. Kara ordusu İstanbul önlerine geldiği gün B alta­ oğlu Süleyman Bey kumandasındaki donanmamız da İstanbul önlerine gelmişti99• 6 Nisan 1 453 ' de şehre 750 metre kadar yak­ laşılarak çepeçevre muhasara edilmişti . Sağ cenahta, yani Yedi­ kule, Silivrikapı ve Mevlana Kapı karşısında Anadolu Beylerbe­ yi İshak Paşa ile M ahmut Paşa bulunuyorlardı . B unların emirle­ rine takriben 25-30 bin ki şilik bir kuvvet verilmişti . Merkezde yani Topkapı ile Edirnekapı karşısında bizzat pa­ dişah bulunuyordu. Sadrazam Candarlı Halil Paşa, padişahın em­ rinde idi. Otağı humayun bugün Maltepe kışlasının olduğu yere kurulmuştu. Padişah bu tepeye çıkıp şehri gördüğü için "Şehri Kostantiyye' yi malettik" dediği için tepeye Maltepe denilmiştir. Padişahın emrinde 1 5 bin yeniçeri ile 5 bin kadar sipahi vardı . On bin kişi de ihtiyatta idi. Sol cenahta, yani Tekfur sarayından Ha­ liç' e kadar uzanan cephede Rumeli Beylerbeyi Karacabey bulunu­ yordu. Emrindeki kuvvetlerin miktarı da 25-30 bin kadardı. Galata ve Kasımpaşa sırtlarındaki kuvvetlere de Rumeli Hi99

Aylık Ansiklopedi; Vll ln57'de donanmanın, muhasaranın 7. günü yani 1 2 Nisan 1 453'de geldi!)i ve Dolmabahçe koyuna demirledi?:ji yazılıdır.


Fatih ve Fetih

1 29

san' nın inşaasında himmet ve hizmetleri görülen Zaganos Paşa kumanda ediyordu . Zaganos Paşa icabında Hasköy ile mukabil sahil arasında bir köprü kurmaya da memur idi. Emrinde 1 0- 1 5 bin kadar bir kuvvet bulunuyordu. Her cenahın emrinde kuvvet­ leriyle mütenasib toplar da vardı. Toplar, cenahlann ilerisindeki mevziye sokulmuşlardı. Fatih'in döktürdüğü büyük topların, merkezin ilerisinde yani Topkapı ile Edime Kapı arasındaki sa­ haya mevziye sokulduğu rivayet edilir100• 1 00 lstanbul muasarasına iştirak eden kuvvetlerimizin miktarı muhtelif tarihlerde başka başka rakamlarla gösterilmiştir. Mesela batılı yazarlardan Barbaro ve K. Larnus; 1 60 bin, Tetaldi; 200 bin, Montalda; 240 bin, Hammer; 250 bin, Françis; 260 bin, Leonardo; 300 bin, Kalkondilas; 400 bin olarak gösterirler. Bizim tarihçilerimizden, Ahmet Refik, 200 bin, Uzunçarşıh 1 50 bin, Ziya Şa­ kir 1 50 bin, Hayrullah Efendi 80 bin, Feridun Dirimtekin 75 bin, Ali Rıza Sağ­ man 1 O bin kişi olarak kabul ediyorlar. Kanaatı acizanemize göre bu rakam ne Avrupalılar'ın verdiği rakamdır. Çünkü adetlerde mubalağa vardır. Ne de bizimkilerin verdiği rakamdır. Zira azaltılmıştı r. Kısmen doğru bir sonuca va­ rabilmek için en iyisi verilen bu rakamların vasatisini almak lazımdır. Bu su­ retle onların m ubalağasının, bizim tenzil etmemizin ortası, bulunacaktır. Ve­ rilen bütün bu rakamların vasatisi alındığı zaman Türk ordusunun miktarının 1 70 bin kadar olduğu ortaya çıkıyor ki bu da çoktur. Hemen ilave edelim ki ne bizim verdiğimiz rakam ne de onların verdiği rakam birer birer sayılarak elde edilmiş rakamlar değildir. Tahminlere ve biraz da hislere istinat eder. Bi­ zim ortalama olarak ele aldığımız ve çok bulduğumuz 1 70 bin kişinin içine orduyu hümayuna iştirak eden gönüllü, başıbozuklar, fisebilillah mücadele eden gaziler, satıcılar, sobacılar, yani orduda bulunup da, silahlı mücadele­ ye iştirak etmeyen gayri müsellahlar da dahildir ki bunların adedinin bir hay­ li yeküna vardığı tahmin edilmektedir. Az. bir orduyu pek kalabalık gösteren, bunlar çıkarılırsa lstanbul önlerinde bulunan Türk ordusunun silahlı kısmının mevcudunu 1 00-120 kişi olarak kabul etmek lazımdır. A. Rıza Sağman'ın dediği gibi "inanmazsan say!".


Dr. Tahsin Ünal

1 30

i l . Sultan Mehmet Edime'den, donanma Gelibolu' dan gelip İstanbul muhasaraya başladıktan sırada Anadolu beyliklerinden /

Karamanoğulları, Germiyanoğullan, Aydın, Teke ve S aruha'noğulları da maiyeti efratlanyla gelip orduyu hümayuna iltihak et­ tiler. Karamanoğulları 'nın kuvvetleri Y edikule kapısına, Aydıno­ ğullannın kuvvetleri Mevtanahane kapısına, Tekeoğullan ' nın kuvvetleri Silivri kapısına, S aruhan ve Genniyanoğullan ' nın kuvvetleri Topkapı ' sına mütenazır olarak yerleştirildiler. B ura­ larda harikuliide secaatlar ibraz ettiler."

(Sahayif-ı-Muzafferi­

yat-ı Osmaniye, s. 253-254) B u da ne demek? Her birisi Osmanoğullan ' nın ayn ayn hasmu-canu iken, Anadolu beylikleri lstanbu l ' un fethinde ne arıyorlar? B u nlardan bir kısmı 1 45 3 ' den önce mağlup edilmiş. Os­ manlılar' ın tabiiyeti altına alınmıştı. Fakat bir kısmı meseıa Ka­ ramanoğullan müstakil bir devlet idiler. Osmanlılar ile münase­ betleri de düşmanca idi. Daha l 45 l tarihinde Fatih ile savaşmış­ lardı. Acaba bu beylikler muahedelerde yaptıkları vaatleri yerine mi getiriyorlardı? .. Yoksa, evet yoksa harici tehlikelere karşı Hı­ ristiyan aleminin birleştiği gibi şimdiye kadar bilinenlerin aksine olarak Türk ve Müslüman atemi de birleşiyor mu idi? Hz. Pey­ gamber' in hadisi şerifindeki sırra mazhar olmak ve kelimetulla­ hi ita etmek için onlarda mı bu cihada iştirak ettiler? Eğer böyle


Fatih ve Fetilı

131

ise lstanbul 'un fethine yalnız Osmanlılar'ın mücadelelerinin bir neticesi olarak değil, tekmil Anadolu Türkleri ' nin, İstanbul'u al­ mak için sarfettikleri cehd ve gayretler ile yaptıktan mücadelele­ rin bir neticesi olarak bakmak lazımdır. Elimizdeki kaynaklar Osmanlı kaynakları olduğu ve dolayısı ile Türklüğü bir bütün olarak değil, mevzi bir şekilde mütalaa eden kaynaklar olduğu için hadiselerin bu cephesinden hemen hiç bahsetmezler. Tabii dir ki bu da bizim görüş ve izahlarımıza tesir etm<tktedir. Şehrin, çepeçevre muhasarası tamamlandıktan sonra Sultan il. Mehmet usulen ve anane gereğince Mahmut Paşayı elçi ola­ rak B izans imparatoru Kostantin Dragazos'un nezdine gönderdi. Mahmut Paşa'ya bir mektub da verildi. Padişah il. Mehmet şeh­ rin teslim edilmesini teklif eden bu mektubunda; "- Rabbiialem olan Cenab-ı Hak' kın emri ve Peygamberi­ miz Muhammet Mustafa S allallahü Aleyhivesselam efendimi­ zin kavli üzere asakirimizi cemedib ilayı kelimetullah maksadiy­ le şehri Kustantiniyye ' nin altına geldik. İmdi, kılıca sarılmadan evvel İsiami teklif etmek vacibdir. Ya İsiamiyeti kabul veya şeh­ ri teslim edersiz. Böyle yaparsaz, bir ferdi vahidin can ve malına dokunulmaz. Mal ve canı ile evıat ve iyalini alıb istediği yere git­ mekte serbest bırakılır. tııa şehri cenk-ti-cidal ile fethederüz. Dökülen kanların vebali boynunuza olsun." diyordu. Bizans İmparatoru Kostantin Dragazos bu mektuba: "Şehri Kustantiniyye' yi önce Cenabı Hak ile Peygamberi-


Dr. Tahsin Ünal

1 32

miz Hazreti İsa ve Meryem anamız, sonra da Rumlar, Venedik­ ler, Cenevizler ve tekmil Avrupalılar müdafaa etmektedirler. B en onların fikirleri hilafına şehri teslim etmeye kalkarsam şim­ di milletimin istikbalde de tarihimin lanetine uğrarım . Canımız tende kaldıkça şehri müdafaa edeceğiz. Sizler cesetlerimizi çiğ­ neyerek şehre girebileceksiz . . " şeklinde cevab verdi. B unun üzerine 10 Nisan' da fiilen harbe başlanmıştı. 1 1 Ni­ san ' da lstanbul ' un kalın surlarını döğecek olan toplar mevzilere sokuldu . 1 2 Nisan ' da ise şafakla beraber her taraftan surlar bom­ barduman edilmeye başlandı . Bu bombarduman 1 7 Nisan ' a ka­ dar yani beş gün devam etti. Zaman zaman hombardumanlar durdurularak deneme mahiyetinde olmak üzere piyade taarruzla­ rı

yapıldı. B ombarduman daha ilk günlerde tesirini gösterdi . Bil­

hassa meşhur büyük toplardan beklenen netice alınmaya başladı . Topçular, surlara üçgen

(müselles) ateşleri yapıyorlar, dördüncü

gülle ile kalın duvarda tamiri kolay olmayan gedikler açıyorlar­ dı . Bu müsbet neticeyi gördükçe il. Mehmet memnun oluyor, şehri bir gün zaptedeceğine dair olan ümit ve itimadı kuvvetleni­ yordu. 1 8 Nisan' da Kaptanı Derya B altaoğlu S üleyman B ey bir kı­ sım gemilerle gidip Kınalı, B urgaz, Heybeliada ve Büyükada'yı zaptetti . Aynı gün kaleye büyük bir taarruz yapıldı ise de muvaf­ fak olunamadı. Ağır zayiatla geri çekilindi . Kaleye yapılan taar­ ruzlar gece karanlığından istifade edilerek hazırlanıyordu. İçi su


Fatih ve Fetih ile dolu olan hendeğin

1 33

(hendekte su yoktu diyenler de varsa da

suyun olması ihtimali daha kuvvetlidir). Kenarında tekerlekli ku­ lelerin parçalan, oklar, halatlar, ip merdivenler yığılıyordu. Hat­ ta hendeği doldurmak için toprak ve taş da hazırlanıyordu. Şa­ fakla beraber, portatif kuleler takıştmlıyor, ip merdivenler, halat­ lar, oklar tevzi ediliyor, verilen taarruz i şareti üzerine harekete geçiliyordu.

19 Nisan' da B altaoğlu S üleyman B ey aldığı emir üzerine, bu iş için özel olarak inşa edilmiş olan 1 5 kadar, uçlan sivri ve demirli gemilerle Haliç ağzına gerilmiş olan zenciri kmp içeri girmek maksadiyle bir deniz taarruzu yaptı. Fakat zencirin sağ­ lamlığı ve Haliç' teki Bizans gemilerinin muharebeye müdahale­ leri yüzünden bu taarruz akim kaldı. Yine aynı gün, padişahın huzurunda aktedilen gizli bir divanda bir kısım hafif Türk gemi­ leri nin Haliç'e indirilmesine karar verildi . Bilhassa geceleri, Ha­ liç ' e indirilecek gemilerin kalastan raylan döşenmeye çalışıldı. Eksiklerin tamamlanmasına gayret sarfedildi. Bu işe memur olan Zaganos Paşa' nın himmet ve gayretleri takdirle vadedilmeye de­ ğer. Zaganos Paşa'nın, kalas rayları ve kalas rayların üzerine dö­ külen zeytin yağları Galata ' da oturan Cenevizliler' den temin et­ tiği rivayet edilirıoı . 20 Nisan' da üçü Papa ve yolda kendilerine iltihak eden bir B izans gemisi ile cem' an dört düşman gemisi Üsküdar ile Yedi1 01 Hammer, Cilt il, s. 282-300.


1 34

Dr. Tahsin Ünal

kule açıklarında görünmüştü. Aynı gün saat dokuz sularında Ye­ şilköy açıklarından İstanbul' a doğru dört geminin geldiği haber alı ndı . Bunlar şiddetle esen lodos rüzgarından ve gece karanlı­ ğından istifade ederek Çanakkale boğazından Marmara ' ya geç­ mişler ve pupa yelken lstanbul ' a yaklaşmışlardı. Dolmabahçe önlerinde bulunan B altaoğlu Süleyman Bey hemen emrine aldığı 1 8 küçük bakır kaplı

(ki bu iş için özel suretle inşa edilmişti) ge­

mi ile çala kürek Yedikule açıklarına doğru ilerledi. Onlar ile karşılaştığı yerde muharebeye başladı. Lakin bizim gemiler ade­ den fazla olmakla beraber küçük idiler. Asker, cephane, iaşe yüklü papa gemileri ise yüksek idiler. Kendilerine yaklaşmak is­ teyen Türk denizcilerini yukardan ok yağmuruna tutuyorlardı . Yanlarına yanaştırmıyorlardı. Bizimkiler ise verdikleri zayiata bakmadan ve yılmadan aşağıdan yukarıya ok ve taş yağdırıyor­ lardı, ama tesirsiz kalıyorlardı. Saat ondan, öğleden sonra saat onaltıya kadar hiçbir netice alınamadı. Saat onaltıdan yatsıdan sonraya kadar devam eden muharebe daha ziyade Kız Kulesi ile S arayburnu civarında oldu. Papa gemileri S arayburnu sahillerine yaklaştığı için bizim gemiler kalenin içinden atılan ok ve top ate­ şine de maruz kalmışlardı. Bu vaziyette savaşa devam etmek bi­ le bile mahvolmak demekti . B altaoğlu sabahleyin muharebeye devam etmek gayesi ile Dolmabahçe önlerine çekildi. Fakat ge­ ce düşman gemileri, açılan zencirden içeri girmişlerdi. Bu deniz muharebesinde mağlup olmamıştık. Fakat düşmanı da mağlup


Fatih ve Fetih

1 35

edemedik. Getirdikleri iaşe, esliha ve yardımcı kuvvetlerin, şeh­ re girmesine mani olamadık. Piskopos Leonardo, bizim gemileri at sineklerine, papa gemilerini ise boğaya benzetir.

20 Nisan ' da cereyan eden bu deniz muharebesini Zeytinbur­ nu havalisinden seyreden padişah, Süleyman Bey ' i n düşman ge­ milerine bir şey yapamadığını gördükçe kızıyor, yerinde duramı­ yordu. Bir aralık yağız atına binerek, doludizgin atını denize sür­ düğü ve: "Bre ! . . Süleyman, bre ! . . Şahbazlarım koman, küffarı sağ koyman." diye bağırdığı rivayet edilir. Padişahın öfkesi ertesi gün de geçmemiş olmalı ki silahtarına: "Bre Silahtar, kapıcı başı ağayı gönderib Süleyman ' ı n başın getirsin" dedikte Silahtar: "Şevketlüm, Süleyman kulun bir gayretli kimsedir. Kendi say-ü gayreti ile meydana getirdiği donanma ile bugün olmazsa yarın uğru hümayununuzda bir hoşca hizmet eyler." deyince pa­ dişah öfkeli bir tavırla: "B re ! . . S ilahtar ne boşa söylersin ! Bir hoşca hizmet, dört küffar gemisin hakkından gelemeyib sağ salim Bizans ' a bırak­ mak mıdır?" diye bağırdı. Silahtar devamla: "Hünkarı m ! Savaşanlar için mağlubiyet de, zafer de mukad­ derdir. Bunu kabul etmek gerekir. Süleyman kulun bu cenkti kaybetmemek için can-u-baş ile cenk edüb kargılara, dalgalara


1 36

Dr. Tahsin Ünal

göğüs gerdi. Lakin bir küffar okunun gözüne saplanmasına ma­ ni olamadı . Fakat o buna aldırış etmeyib gece karanlığa dek yine savaştı" deyince, Padişah: "Ne dedün? S üleyman gözlerinden birini kaybetti mi?"

"Öyle ise hayatını bağışladım. Çekilib tedavi ve istirahat et­ sin !" diyerek Süleyman Bey ' i n yerine Hamza B ey ' i donanma kumandanlığına tayin etti

102•

2 1 Nisan' da surlara piyade taarruzları yapıldı. Aynı gün biz­ zat Fatih ' i n hesaplayarak i malini emrettiği havan topu imal edil­ di ve Galata sırtlarından yaptığı aşırma ateşi ile Galata koyuna çekilmiş olan B izans donanması bombarduman edildi. Gemiler­ den biri batırılınca diğerleri burada bannamayacaklannı anlaya­ rak koydan çekilmek zorunda kaldılar. 2 1 -22 Nisan gecesi B eşiktaş önlerinden Haliç ' e gemi indir­ mek için faaliyete başlandı . Gemiler kalaslar üzerine alındı . Ha­ latlarla hayvanlara bağlandı. Askerler de çekme, i tme işinde, ka­ lasların yer değiştirilmesinde yardımcı oldular. Çok defa aynı 1 02 20 Nisan'da cereyan eden bu savaşı kendilerine bir hisse çıkarmak isteyen batılı müttefikler başka türlü anlatırlar. Mesela 4 papa gemisine karşı 1 50 gemi ile savaştığımızı ve 1 2 bin ölü verdiğimizi söylerler ki, tamamen asılsız olup oldukça mübalağalıdır. 12 bin ölü veren bir donanmada her halde bir o kadar da yaralı olmalı. Böylece donanmamız da 24 bin kişi harp harici edil­ miş oluyor ki, donanmamızın tamamının imha edilmiş olması lazımdır. (Resimli Tarih Mecmuası; Sayı: 4 1 , s. 2236).


Fatih ve Fetih

1 37

gecede olduğu kabul edilen bu kara gemi yüzdürme işi bir gece­ de değil, iki gece ve bir gündüz de olmak üzere 36--40 saat kadar bir zaman içinde tamamlanmıştır. Riyazi hesaplarda bunu göste­ rir. Şöyle ki bir geminin Beşiktaş' tan Kasımpaşa'ya nakli bir sa­ atta olmuştur kabul edilirse nakledilen 67 gemi için 67 saat la­ zımdır. 67 saat ise geceli gündüzlü 7 gün eder. Halbuki bir gemi yarım saatte nakledilmiş olsa 67 ' nin yarısı 35 saat eder ki bu da iki gece bir gündüz olup 36--40 saatte bu işin tamamlandığını gösterir. 22 Nisan gecesi bu iş için ayrılmış 67 kadar küçük gemi Za­ ganos Paşanın inşa ettirdiği ağaç raylardan kaydırılarak Haliç ' e indirildi. Gemilerin hangi yoldan Kasımpaşa'ya indirildiği meselesi zamanımıza kadar aydınlanmış ve fikir birliği hasıl olmamıştır. Bir kısmı gemiler, Dolmabahçe Harbiye -

önü- Pangaltı yolunu

takip ederek Kasımpaşa'ya inmiştir, der. Bir kısım tarihçiler "Hayır ! Dolmabahçe - Taşkışla önü - Belediye gazinosundan Kasımpaşa'ya indirilmiştir" diyor. B azıları Tophane'den Galata surları önünden Şişhane yokuşunu takiben Kasımpaşa'ya inmiş­ tir, der. B unu görünmesi itibariyle mahzurlu görenler "Beşik­ taş ' tan - Topçu kışlasından Tozkoparan 'dan Kasımpaşa'ya in­ miştir" diyor. Gemilerin hangi yolu takip ettiğini anlamak için Tursun Bey gibi, fetih esnasında Fatih' in yanında bulunmuş olan tarihçiler


Dr. Tahsin Ünal

1 38

ile fethi müteakib l stanbul ' a gelmiş ve yolu bizzat görmüş olan tarihçilerin eserlerine itibar etmek ve inanmak icabeder. Nitekim bu fikirle hareket eden müelliflerden son zamanlarda bu mevzu üzerinde araştırma yapanlar, gemilerin Tophane' den karaya çe­ kildiği, buradan Galata kulesine çok yakın bir yolu takip ederek Tepebaşı ' ndan Kasımpaşa deresine indirildiğini umumiyetle ka­ bul etmektedirler. Tarihçilerimiz, hiç şüphesiz çıkışı oldukça dik olan ve o nisbette çekilişi zor, fakat iniş tarafı da o nisbette ko­ lay olan bu hareketi "Tepeye dek ameliye zahmetli oldu . Sonra iş kolay oldu. Kızaklar üzerinde tekneler adeta denizde imişler gibi dik duruyorlardı. Hepsi alemlerin açmışlardı. Derya üzre imişler gibi kaptanlar kumanda verirler, forsular havaya kürek sallarlar. Tayfalar mehter çalarlardı. Yol boyunca uzanan binler­ ce askerin bir kısmı arka halatları öne alırlar, bir kısmı halatlarla öne doğru çekerlerdi." diye izah ve tasvir ederler. 22-23 Nisan gecesi başlayan faaliyet 23 Nisan günü ve 23-24 Nisan gecesi de devam etmiştir. Fakat 23 Nisan sabahı, Haliç ' i n dip tarafındaki Bizans donanması mürettebatı ve tekmil Bizanslılar Kasımpaşa koyunda Türk donanmasını görünce bü­ yük bir hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. B izanslılar hemen donanmamız üzerine atılarak imha etmeye karar verdiler. Fakat muvaffak olamadılar. Aynı manevi mağlubiyetin tesiriyle impa­ rator şehrin kendisine terk edilmesine mukabil en ağır şartları ka­ bul edeceğini bildirerek sulh yapılmasını teklif etti. Fakat teklifi


Fatih ve Fetih

1 39

i l . Mehmet tarafından; "Ya ben bu şehri Kostantiniyye'yi alının ya da o beni !" di­ yerek red edildi . B izans donanması Kasımpaşa'daki 67 kadar gemimize yap­ tığı taarruzda muvaffak olamayacağını anlayınca Haliç' in dip ta­ rafını tahliye ve terk ederek Galata tarafına, bugünkü Mısır Çar­ şısı yani Eminönü havalisine çekildi. Bizans donanmasının bu havaliye çekilmesinden istifade edilerek ve Haliç' teki donanma­ mızdan faydalanarak Zağanos Paşa bugünkü Hasköy ile Defter­ darlık sahilleri arasında binden fazla duba kullanarak bir köprü yaptı. Köprü beş kişinin yan yana geçebileceği kadar genişti . Bu köprü üzerinden asker ve top geçirilerek Ayvansaray civarında bir cephe daha açıldı. Surlar bu cihetten de bombarduman edil­ meye, bu taraftan da surlara taarruz edilmeye başlandı . B u hal Bizanshlar'ın sair müdafaa yerlerinden bir kısım kuvvetlerini kaldırıp bu tarafa çekmelerine, dolayısıyle müdafaa hatlarının dağılıp zayıflamasına sebep oldu

(Slomberje

s.

146).

"Beldenin sükutuna doğrudan doğruya icrayı tesir eden hadisat­ tan biri de hiç şüphe yoktur ki Türkler' i n Haliç'e hakim olmala­ rıdır" diyor. Bu mahzuru bertaraf etmek maksadiyle Bizans ku­ mandanlarından Senyör Jak Kub ' un Grej uva ateşi ile köprüyü ve Türk gemilerinden ele geçirebildiklerini yakmak için yaptığı te­ şebbüs akim kaldı. Senyör Kub ' u n Türk topları tesir etmesin di­ ye gemilerini keçe ve örtü ile bürümüş, maskelemişti . Bu hadise-


1 40

Dr. Tahsin Ünal

de muvaffak olamayan Venedikler'i, Cenevizler beceriksizlikle it­ ham ettiler. İmparator araya girerek bu iki zümreyi banştırdı. .. 24-28 Nisan'da muharebeler bilhassa yeni açılan Ayvansa­ ray cephesi ile Haliç'te cerayan etti. Bizans hazırlıklan daha ön­ ceden haber alındığı için tedbirli bulunan kaptanlanmız gece yan­ sından sonra kendilerine yaklaşan düşman donanmasına topla mu­ kabele ettiler. Atılan güllelerden biri Amiral Jüstiniyen' in gemisi­ ne isabet etti. Amiral gemisi parçalandı. İçindeki 1 50 mürettebat ile battı. Amiral Jüstiniyen müşkilatla kurtulduıo3• Bu Bizanslı­ lar'ın Haliç' teki donanmamızı imha etmek için yaptıkları üçüncü hareket idi. Her üçünde de Bizanslılar olumlu bir netice alamadı­ lar. Aksine Hal iç ' e hakim olmak keyfiyeti B izanslılar' ın elinden çıkıyor, Türkler'in eline geçiyordu. Nitekim bu keyfiyet 28 Ni­ san' da yapılan muharebelerden sonra tamamen tebeyyün etti. 28 Nisan' dan 6 Mayıs'a kadar Haliç'teki donanmamız ile B i zans ' la Papa ve Venedik donanması arasındaki yeniden kanlı muharebeler oldu . Bizans donanması mağl up oldu. Hiç değilse bir kerre daha taarruz etmek cesaretini gösteremediler. Hali ç ' te üstünlük ve hareket serbestisi elimize geçti. B izans ' ın Ayvansa­ ray havalisindeki surları da şiddetle döğülmeye, bu havaliden de taarruzlar yapılmaya başladı. Nitekim aşağıda göreceğimiz gibi şehre ikinci olarak giren kuvvetlerin bir kısmı da bu havaliden giren kuvvetlerdir. Hatta, imparatoru Ayvansaray 'dan giren kuv1 03 Hammer, 111288.


Fatih ve Fetih

141

vetleri katlettiği rivayet edilir. Kara tarafından bombardumanlar ve küçük çapta taarruzlar devam etti.

6 Mayı s ' ta sabahın erken saatlerinde başlayan şiddetli bom­ barduman ikindiye kadar devam etti. Akşam namazından sonra İstanbul surlarına karşı ilk büyük taarruz yapıldı. 30 bin kişinin iştirak ettiği bu taarruzun merkezi sikleti Topkapısı cihetinde idi . Akşam ile yatsı arasında üç saat kadar devam eden bu savaşta, buraları müdafaaya memur edilen Venedik Kumandanı Jüstini­ yen cidden büyük bir maharet gösterdi. Bu kanlı boğuşmalar es­ nasında Ömer isminde bir şahbaz yiğit: "- Yoldaşlar ileri atılın. Küffarın okundan, kılıcından kork­ mayınız! Er olan er meydanında kala" diyerek i leri atılmışsa da göğsüne isabet eden bir okla ağır yaralandı . Göğsüne saplanan oku sol eli ile çıkarıp atmak isterken yerinden kalkamayıp şehit oldu. Topkapı' sına doğru ilerleyen kol arasında bulunan Murat isminde bir kahraman da: "- Uzak diyarlardan bu şehri almak için geldik. Durup bek­ lemek, ölümden korkup sınmakla şehir alınmaz. Bu yolda şehit olmakta var." diyerek ileri atıldı ise de şehit oldu. 7- 1 2 Mayı s ' a kadar aynı şekilde bombarduman devam etti. Bizanslılar kadın - erkek, genç-ihtiyar açılan gedikleri durma­ dan tamir ediyorlardı. Şehirde dini ayinler yapılıyor, kendilerini kurtarması için Meryem Ana' ya dua ediyorlardı.


1 42

Dr. Tahsin Ünal Çok zaman surlarda açılan delikler ve gedikler Rumlar'ın

canla başla çalışmaları neticesinde hemen tamir ediliyordu. Ta­ mir işi, yeniden taşlarla olmaktan ziyade, içine kum veya toprak doldurulmuş torba ve çuvallarla yapılıyordu. Muhasaranın başın­ dan sonuna kadar devam eden bu şekildeki tamircilik B izanslı­ lar' ı memnun ediyordu. Lakin bizim için iyi değildi. Zira kum torba veya çuvallarına çarpan top gülleleri bir tahrip yapmıyor. Havası boşaltılmış bir lastik top gibi düştüğü yerde kalıyordu. Bu hal sık sık mevzi ve hedef değiştirmeyi icabettirmiştir. 1 2 M ayıs'ta Edimekapı ile Tekfur Sarayı arasına 50 bin ki­ şinin iştirak ettiği ikinci büyük taarruz yapıldı. Sabahın erken sa­ atlerinde başlayan bu taarruz ilk saatlerde çok iyi inkişaf etmişti. Enginlerden gelen dalgaların kayalara çarpıp parçalanması gibi Türk askerleri de "Lailaheillallah Allahü ekber" naralariyle kit­ leler halinde gelip surlara çarpıyorlar, halatlarla, ip merdivenler­ le surlara tırmanıyorlardı . Zaman zaman surların üstüne çıkılı­ yor, burada boğaz boğaza mücadeleler oluyordu. Bir aralık Tek­ fur saray civarında surlardan içeri girilmiş, şehre doğru ilerlen­ meye başlanmıştı, fakat B izanslılar başka yerlerden buraya im­ dat yetiştirerek ve ihtiyat kuvvetlerini sevk ederek bu akını dur­ durdular. Sair yerlerde de Grej uva ateşi kaynatılmış zeytin yağı ve su dökmek suretiyle taarruzumuzu akim bıraktılar. Ağır zayi­ at vererek geri çekildik. 1 3 . , 1 4 ve 1 5 Mayıs ' ta bombarduman devam etti. Küçük


Fatih ve Fetih

1 43

çapta taarruzlar yapıldı. 1 6 May ı s ' ta Eğrikapı istikametinden kazılan lağım Bizans­ lılar tarafından öğrenilmişti . Mukabil B izans lağımı ile karşı­ laşıldı . Yeraltında yapılan kanlı bir savaştan sonra Bizanslılar bi­ zim tarafı yaktılar. Toprak ve kayaları tutan direkler yanınca la­ ğım çöktü, altındaki askerlerimiz ezilerek feci şekilde şehit oldu­ lar. Lak.in bu lağım işi Bizanshlar ' ı Haliç' e inen donanmadan sonra ikinci defa esaslı sarstı. B izanslılar' ın şimdiye kadar görmedikleri harp silahlan, muharebe usulleri onları şaşırtıyor, maneviyatlarını tamamen sarsıyordu. Aşırma ateşi yapan havan topu, Haliç ' e donanma in­ diri lmesi, deniz üzerinde bir köprü inşası büyük topların surları allak bullak ederek yıkması, lağım hareketleri, tekerlekli kuleler, 1 2 M ayıs' taki taarruzda akim kalmakla beraber Türkler'in sur­ dan içeri girmeleri Bizanslılar'ı cidden şaşırtmıştı. Her an yeni bir silah ile karşılaşmak, yeni bir taarruzla vuruşmak endişesi on­ ların uykularını kaçırmış, yüreklerini korku salmıştı. 1 7 M ayıs ' ta surların her tarafına birden bombarduman ya­ pıldı. Zaten manen sarsılmış olan B i zanslılar bu devamlı bom­ bardumandan bir hayli endişelendiler. Arkasından büyük bir ta­ arruz beklediler. Ona göre hazırlıklar yapıp beklediler. Fakat bekledikleri taarruz o gün olmadı . 1 8 Mayı s ' ta tekerlekli kulelerle surlara taarruz edildi. 1 7- 1 8 Mayıs gecesi Türk ustalarının mahirane bir şekilde yaptıkları te-


Dr. Tahsin Ürıal

1 44

kerlekli kuleler, ortalık alaca karanlık iken surlara yanaşlırıhnca müdafiler korktul ar. Feryat-Ü - figan ederek imdat istediler. Öğ­ leden sonraya kadar surların dibi nde, üstünde ceryan eden kanlı muharebelerden yine bir netice alınamadı. Merdivenleri, halatla­ rı, ip merdivenleri Bizanslılar grejova ateşi ile yaktılar. Taarru­ zumuz ağır zayiatla durdurulmuş, akim bırakılmı ştı . 1 9, 20, 2 1 ve 22 Mayıs ' larda küçük çaplı taarruzlar lağım faaliyeti, Haliç' in ağzındaki zenciri kırmak için denizden taar­ ruzlara devam edildi . Fakat denizden yapılan taarruz da bir neti­ ce vermedi . Bu taarruz esnasında Haliç' teki donanmamız da har­ be iştirak ederek Bi zans donanmasını neden imha etmedikleri akla gelir. Sebebini donanmamızın ne de olsa zayıf olmasında aramak lfizımdır. 23 Mayı s ' ta, Sultan Mehmet, B izans İmparatoruna lsfendi­ yarzade İsmail Bey ' i göndererek yeniden ve ikinci defa şehrin teslimini teklif etti . Yazılan mektupda: "Müdafaaya devam edilmesi azmimizi artmyor. Allah nasib ederse bir gün şehre girdiğimizde netice sizler için iyi olmaya­ caktır. B ugünden tezi yok teslim fikrine itibar edilir ve şehir tes­ lim edilirse cümle Rumlar'ın mal ve canlarını bağışlarım." deni­ liyordu. İmparator mektuba nasıl cevap verileceğine dair topla­ dığı mecliste: "Padişah ecdadına imtisalen sulhun devamını istiyorsa ev­ velce olduğu gibi muayyen bir miktar vergi vermeyi kabul ve ta-


Fatih ve Fetih

1 45

ahhüt ederiz. Lakin şehri teslim edemeyiz. Şehri son nefesimize kadar müdafaa edeceğiz. B unun için yemin ettik." diye karar ve­ rildi. Karar elçiye bildirildi. 24 ve 25 Mayıs' ta Bizans' la devlet ricali toplanıp umumi vaziyeti görüştüler. Mecliste bulunanlar "Şehir kurtulamayacak­ tır. B ari imparator kurtulsun. Limanda bulunan gemilerden biri­ ne rikab edip sahili selamete çıksın" dediler. İmparator bu ko­ nuşmalardan çok müteessir oldu. Bayılıp düştü . Gül suyu ile oğarak ayılttılar. İmparator kalkıp yerine oturunca: "Benim kurtulmam bir faide temin etmez. Şehir kurtulmalı . Ben buradan ayrılmayacak ve son nefesime kadar memleketim imüdafaa edeceğim. Düşman cesedimi çiğneyerek şehre girecek­ tir." dedi. Firar teklifini reddetti. Kadın ve çocukların kaçırılma­ sına karar verildi. 7-8 gemi ile bunlar bir gece kaçınldılar. Yukarda da temas ettiğimiz gibi bizim donanmamız maale­ sef buna da mani olamamıştır. Realiteyi söylemek icabederse, Hali ç ' e hakim olmamızı söylememize, sık sık, zencire karşı taar­ ruzlarda bulunmamıza, havan topu ile aşırma ateşleri yapmamı­ za rağmen, Haliç' teki B izans donanmasını tamamen ya imha edemediğimiz veya esir alamadığımız anlaşılıyor. Neden imha veya esir edemediğimizin sebebini söylediğimiz gibi donanma­ mızın zayıf yani küçük bordalı , az kürekli , küçük ve ince gemi­ lerden müteşekkil olmasında aramamız icabeder. 26 Mayıs' ta Macar Kralı Ladislas' ın elçileri, Fati h ' in ordu-


Dr. Tahsin Ünal

1 46

gahına geldiler. Bunların maksatları Macar Kralının yakında Bi­ zans'ın yardımına geleceğini söyleyerek il. Mehmet' i tehdit et­ mek ve muhasaradan vazgeçirmekti . Hadisatın seyrinde de neti­ cesinden de anlaşılacağı gibi Macar elçi leri arzularında muvaf­ fak olamamışlardır. Bir başka rivayete göre Macar elçileri i l . Mehmet' i tehdit etmemişler, yeni kraldan dostluk selamı ve ye­ ni anlaşmalar teklif etmek için gelmişlerdir. Hammer "Bir gün Macar elçileri cepheyi gezdiler. Türk topçularının acemice top ateşlemelerini hayretle gördüler. Top böyle atılır diye birini ateş­ lediler. Bundan Türkler iyi top atışını öğrendiler" diyorsa da bi­ zi inandıramaz. Belki kendisi de yazdığına inanmadan yazmıştır. Gayesi her halde topçulukta M acarlar üstün ve ileri idi demektir. Fakat hadisat Hammer' i müfteri ve kezzab etmiştir. 27 M ayıs ' ta il . Mehmet ' i n huzurunda bir meclis toplandı. Muhasaranın genel gidişi muhasaraya devam edilip edilmemesi görüşüldü. Sadrazam Halil Paşa: "Muhasara üzüyor. Taarruzlard ağır telefatlar verdik. Deniz­ de ve karada işe yarar bir şey yapamadık. Dünkü Macar elçileri­ nin ifadesinden kuvvetli bir Macar ordusunun B izans ' ın imdadına gelmek üzere yola çıkacağı anlaşılıyor. Kuvvetli bir Venedik do1 04 Paşanın böyle konuşmasını hiyanetine affederler. Sadrazama, bu hiyanet affetmek Rumlar'ın sadrazamımıza yaptıkları iftiran ı n ta kendisidir. Onlar bi­ zim büyüklerimize "Hain, köpek, kuduz, alçak" demekten çekinmemişlerdir. Onların eserlerini okuyan bizler de bunları hakikat imiş gibi eserlerimize ge­ çirmişizdir. Sadrazam 'Macarlar ve Venedikliler şehrin imdadına geliyorlar)


Fatilı ve Fetih

1 47

nanması da yola çıkmış, geliyormuş. Muhasaraya devam eder, bir netice almadan beklersek üç ateş arasında kalır. mahvü perişan ol­ mamız muhaldir." dedi 'o.ı. Kumandanlar Halil Paşa' nın fikrine iti­ raz ederek sert konuştular. Bilhassa Zağanos Paşa: "Bu sözlerini sadrazamdan başkası söylese idi, boynu vuru­ larak cezalandırılırdı. Dayanıklı, cesur ve i manlı olmak Bizan s ' a hemen saldırmak lazımdır. Şehri Kostantiniyye büyük bir taarru­ zumuza dayanamayıp dize gelecektir" dedi. Zağanos Paşa alkış­ landı. Fikri kabul edilerek Bizans' a büyük bir taarruz daha yapıl­ masına karar verildi . Padişah Zağanos Paşa ' yı Orduyu Hüma­ yun 'u teftişe ve gazilerin secaatını teşci ye memur etti. Aynı gün kale içinde de büyük bir toplantı ve kadın - erkek, genç ve ihtiyarın iştirak ettiği büyük bir dini ayin yapıldı. Mer­ yem Ana'nın tasvirlerini alarak surlar etrafında dolaştırdılar. Tasvirleri kale duvarlarına tutarak, şehri koruması için dua etti­ ler. Bu sırada kopan fırtınadan tasvir taşıyanların elinden düşüp parçalandı. Arkadan bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan şehir sellere gark oldu. Bizanslılar buna büyük bir uğursuzluk atfettiler. Şehrin yakında ellerinden çıkacağına hükmettiler. 2728 Mayıs gecesi Türk ordugahında şenlikler yapıldı . Her tarafta meş ' al eler yakıldı . derken yalan söylemiyordu. Macar elçileri ordugahta idi. 30 kadar Papa ve Venedik gemisi de Sakız'a gelmiş, müsait hava bulup lstanbul'a hareket edememişlerdi. Sonra fetih haberini duyup geri döndüler.


Dr. Tahsin Ünal

1 48

28 Mayıs'ta şehirde yeniden büyük bir dini ayin yapıldı. İm­ parator Ayasofya' daki ayine iştirak ettikten sonra surları dolaştı, askerlerine teşci edici sözler söyledi. il. Mehmet de yeniden topladığı bir kurultayda uzun bir ko­ nuşma yaparak gece yansından sonra şehre üç koldan hücum edilmesini emretti ve: "Vezirlerim, beylerim, ağaları m, şu cenk-ti cidalde benimle bile olan silah arkadaşlarım. S izi buraya, yapılması düşünülen büyük taarruzda, şimdiye dek yaptığımız say-ti-gayret, cesa­ ret-ti-fedakarlıktan ziyadesin istemek için topladım. Adı cihana ün salmış olan şehri Kostantiniyye ' yi zaptedeceksiz. B u beldeyi zapteden dilaveran olarak anılacaksız. Size 52 gün evvelki gibi metin burcu, borularla muhat bir kal ' a değül, surları toplarımızın gülleleri ile delik deşik olmuş bir düzlük gösteriyorum. B ununla beraber, enkazlar üzerinde sa­ vaşmak kolay olmayacaktır. Azim, tehlikelerle karşılaşmanız mutasavverdir. M aharetiniz, cesaretinizle bunları yeneceğiniz­ den eminim. Sizin bükülmez bileğiniz, dönmez yüzünüz, yılmaz i manınızla zafer bize gülecek, Kustantiniyye bizim olacaktır. Kumandanlarım, askerlerini şevke getirip coştursunlar. Bil­ sinler ki askerlik, harpü ç şey ile yapılır. Yılmadan savaşmak,na­ mus ile ölmek, emre itaat. Yarın ben de sizinle beraber olacak, herkesin uğru hümayu-


Fatih ve Fetih

1 49

numda, diyarı küfür feth ve kelimetullahı ila için nasıl erlik gös­ terdiğin müşahade edeceğim. Şimdi çadırlarınıza gidip sözlerimi askerlerime söyleyesiz. Yatıb ıstırahat edesiz. Taarruz işareti ve­ rildikten sonrası sizindir." dedi. 28-29 Mayıs gecesi Bizans ' ta dini ayin ve müdafaa tedbir­ leri alınırken, Türk ordugahının her tarafında yarınki büyük taar­ ruz için şenlikler yapıldı. Şehri çepeçevre çevirmiş olan Türk or­ dugahının her tarafında karada ve denizde meş' aleler yakılıp şenlikler edildi. Gecenin karanlığında İstanbul bir ateş çemberiy­ le çevrilmişti. Şehrin hali etrafını ateş sarmış akrep misali gibi idi. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. 29 Mayıs'ta son büyük taarruz gece yarışından sonra bir ile iki arasında başladı. Donanma Marmara kıyıları boyunca sırala­ narak dar sahile asker çıkarmış, kara cihetinden de kısmı külli surlara yüklenmişti. Gecenin karanlığında cenk naraları, kılıç ve kalkan şakırtıları, binlerce kiliseden çıkan çan sesleri birbirine karışarak atak dolduruyor, yer yerinden oynuyordu. En kanlı bo­ ğuşmalar Topkapı civarında oluyordu. llk defa şehre Kerkoporta denilen kapıdan girildi. Sokaklarda Türkler' in koşuştuğunu gö­ ren Rumlar; "Şehir alındı ! " diye bağırarak kaçıyorlardı . Şafakla beraber B izanslılar bu kapıdan akan Türk selini durdurdular. İçeri giren kahramanları şehit ettiler. Fakat bu sırada Topkapı 'yı müdafaa eden Jüstiniyyen ağır yaral anmıştı. Geri çekiliyordu. Yolda lm-


1 50

Dr. Tahsin Ünal

para tor Kostantin Dragazos' a rastladıkta İmparator: " General ! . . Yaranız ağır değildür. Nere gidersiz, biraz daha mukavemet, şehri kurtaracaktır. Nereden çıkacaksız? Dönün ! Geri dönün !" diye döndürmek istedi ise de Jüstiniyen : "İmparator Hazretleri ; Allah ' ı n Türkler' e açtığı yarıktan çı­ kana artık müdafaa ve mukavemet edecek bir şey kalmadı. Siz de çekilin ! " diyerek yoluna devam etti ve emrine amade olan bir ge­ miye binerek o karışıklık esnasında memleketi olan S akız'a git­ mek üzere yola çıktı. Aldığı yaradan İstanbul' da öldü diyenler de vardır. Bu sırada müdafaanın zayıfladığını hisseden padişah atı­ nın üzerinde doğrularak: "Koman Ş ahbazlarım ! Atılın uslanlan m ! Şehri alıyoruz !" diye bağırdı. Genç padişahın gür ve erkek sesini işiten ve ikinci katta bulunup henüz muharebeye katılmamış olan bir Anadolu çocuğu, Ulubatlı Hasan ayağa kalktı. Etrafına bakındı. Esmer be­ nizli, burma bıyıklı, arslan yapılı Hasan, kalkanı kendisine siper etti. Y anında ve civarında bulunanlara: "Bre kardaşlar, ne durur, korkak kadınlar gibi sınarız. İşte hünkar da yanımıza kadar gelmiştir. Şehit olmaktan bu denlü korkulur mu? Er olan ileri atılsın ! Ölürsek de şan ve şerefle öle­ lim" diyerek yalın kılıç ileri atıldı. Hasan ' ın arkasından önce el­ li, sonra yüz elli, daha sonra da koca ordu koca bir dalga halinde surlara doğru okla, en önde ilerleyen Ulubatlı Hasan ' ın , düşma­ nın ölüm saçan ok yağmuru altında surlara tırmanması ile burca


151

Fatih ve Fetih

çıkması bir oldu. Hasan, surun üstüne çıkar çıkmaz etrafını saran yirmi kadar düşman askeriyle vuruşmaya başladı. Kılıcı çelik bir pervane gibi dönüyor, rast gelenleri ikiye bölüyordu. Bu sırada gerilerdeki bayrak elden ele Ulu batlı Hasan ' a kadar ulaştırıldı. Hasan, kalkanını atarak demir pençesiyle bayrağı yakaladı. B ir eliyle bayrağı surların üzerinde tutuyor, bir eliyle savaşıyordu. Fakat bu sırada göğsüne ve sırtına saplanan düşman oklan ile ağır surette yaralandı. Fakat o yine savaşıyor, bayrağı yere dü­ şürmemeye gayret gösteriyordu. B u sırada ok menzilinden uzakta duran il. Sultan Mehmet bu lıali görerek: "Bu şahbaz yiğit kimdür?" diye sordukta, etrafındakiler: "Sultanım

pederi İkinci Kosova'da şehit olmuş, Kastami

eyaletinin Uluabat köyünden Hasan isminde bir aslandır." dedi­ ler. B unun üzerine padişah üzengileri üzerinde yeniden ayağa kalkarak: "Şehit oğlu şehit Hasan ' ı m ! .. Ş ahbazım, aslanım beni m ! . . İstanbul bizimdir. Canın ver, fakat bayrağı verme ! Mehmet d e bu yolda şehit olmaya gelir." diye bağırdı ve atını dolu dizgin ileri hatlara sürdü. Padişah ile beraber yeniden büyük bir taarruz baş­ ladı. Ulubatlı Hasan çoktan şehit olmuştu ama onun şehit olduğu yerden akın halinde Türkler şehre dahil oldular. Türkler Ayvansaray havalisinden de Cibali tarafından da girdiler.


Dr. Tahsin Ünal

1 52

B ütün ümitlerin kaybolduğunu gören İmparator Kostantin Dragozes tanınmamak için üzerindeki imparator üniformasını çı­ karıp attı . Yalnız ayaklarında, kırmızı üzerine işlenmiş iki başlı B izans Kartalı arması bulunan çizmeleri kalmıştı. Öylece savaşa devam etti. Sonunda kılıcı kırıldı. Kalkanı elinden düştü. Yanın­ da sadık üç subayı ile beraber Unkapanı' ndan şehre giren deniz­ ciler (Azebler) tarafından Zeyrek civarında katledildiği kuvvetli bir rivayet olarak kabul edilir. Fakat şurası muhakkak ki impara­ torun nasıl ölmüş veya öldürülmüş olduğunu kimse bilmemekte­ dir. Söylenenler rivayet kabilindendir. Zira en yakını ve mahremi vakıf olan tarihçi Frances "Son dakikada imparatorumuzun yanında hiç birimiz bulunmadık. Ne olduğunu bilmiyoruz"105 dediği gibi fetihten sonra Fatih, başve­ kil N otaras ' a: "İmparatorunuz kandedir? Ne olmuştur?" diye sordukta No­ taras: "Kulunuz yanında değildün. Ne olduğun bilemem !" demiş­ tir. B u konuşma esnasında askerlerden biri: "Hünkarım işte imparatorun başı diye !" saçından tuttuğu kesik bir başı göstermiştir. Kesik baş Notaras ve esir edilen Bi­ zans subaylarına gösterildikte: "Evet imparatorun başıdır." dediler. O zaman Fatih askerin 1 05 Slomberje; s. 300. 1 06 Aylık Ansiklopedi, 111/762.


Fatih ve Fetih

1 53

elindeki kesik başa hürmet ve tazim ederek: "Kostantin ! .. S i z kahraman bir hükümdardız. Şan-ti-şerefle öldüz. Daima hürmetle aml acaksız." diyerek eğilmiş ve kanlı al­ nından öpmüştür106• Sonra kesik başı patrike göndererek "Şerefi ile mütenasib bir yere gizli olarak gömsünler. Naaşını da mera­ simi mahsusa ile defnetsinler" emrini vermiştir. İmparatorun ke­ sik başının gümüş bir kap içine konularak Ayasofya' nın bilinme­ yen bir yerine, naşının ise bugünkü Vefa Lisesi ve Camii civa­ rında bir yere defnedildiği rivayet edilir.



SONUÇ B azı hareket tarzları, sözler vardır. İlk nazarda fıkra veya hi­ kaye gibi görünür. Halbuki bunlar, bir şahsın karakterini, bir devrin ve bir toplumun durumunu beyan eder. Toplumun takip ettiği yolu gösteren ışıklar, işaretler mesabesindedir. B unun gibi Fatih Sultan Mehmet' e ait nakledilen bir kaç fıkra, hem onun şahsı, hem de onun şahsında sembolize edilen toplum hakkında insana bir fikir verebilir. Mesela: Fatih, daha tahsil çağında küçük bir şehzade iken bazı ders­ lere karşı lakayt kaldığını gören il. Murat üzülüyordu. Nihayet bu işe, Molla Yeğen' i Mısır'dan getirip il. Murat' a takdim ettiği Molla Güran i ' yi memur etti. Molla Gürani ilk derse bir değnek ile girdi. Hocanın değnek ile derse gelmesine hayret eden, hay­ laz şehzade "Hocam bu değnek ne olacak?" diye sordu. Gürani gayet ciddi ve vakur bir tavırla; "Bu değnek, derslerine karşı la­ kayt davranan, tembel olan, öğrenmek için üstün gayret göster­ meyen talebelerin tedibi için ara sıra lazım olur. Siz de öğrenmek için say ve ikdamda gayret göstermezseniz bununla tedib ede­ rim. Zira cehalet ile bir kişi, koyun çobanlığı bile edemez" de-


Dr. Tahsin Ünal

1 56

miştir. İşin ciddi olduğunu anlayan şehzade, az zamanda şark ve garp ilimleri ile yedi lisan öğrenmiştir. Hocaya fırsat verilirse, hoca da hatır ve gönüle bakmadan memleket evlatlarını, dört başı mamur birer unsur olarak yetiştir­ mek için say-ti gayret sarfederse her devirde kıymetler yetişir. Hoca, bir milletin yarınını hazırlayan, bir millete yeni bir istika­ met veren kimsedir. Hocasına layık olduğu kıymeti vermeyen, hor gören milletler, kendisini hor görmüş, istikbalde layık oldu­ ğu kıymeti görmemiş olur. Hocadan iltimas beklemek istenilen hedefe varmamak demektir. İstanbul fethedilmişti. Lakin Fatih Mehmet cumaya kadar şehre girmedi. Cuma günü vezir, vükela ve ulema ile büyük bir ihtişamla, daratla Edimekapı' dan şehre girdi. Vakur bir eda ile camiye tahvil edilmiş olan Ayasofya'ya doğru yol almaya başla­ dı. Bu yürüyüş esnasında Fatih 'in önüne ak sakallı bir pir çıka­ rak "Oğlum, bu kadar mağrur olma. Şehri Konstantini 'yi biz erenlerin hayır duaları ile ele geçirdin" deyince, Fatih "İhtarını hüsnüniyetine bağışlarım baba. Sözlerin doğrudur. Lakin -yanı başında asılı duran kılıcını göstererek- bununda hakkını teslim etmek lazımdır" demiştir. Bu sözü ile Fatih, dünyevi ve uhrevi çalışmaların bir bütün olduğunu, birinin ihmali ile ötekinin ya­ rım kalmış olacağını anlatmak istemiştir. B izans'ın son günlerinde idi. İki papaz "Memleketin her gün biraz daha çökmesinin sebebi, memleketi idare edenlerin ah-


Fatih ve Fetih

1 57

laksızlığı, kabiliyetsizliği, mahkemelerin adaletsizliğidir" dedik­ leri için hapis edilmişlerdi. Fetihden sonra Fatih bunları huzuru­ na celbederek neden hapsedildiklerini sordu. Onlar da hadiseyi naklettiler. Fatih "O halde gidin memaliki Osmaniyeyi dolaşın, gördüğünüz adaletsizliği ve liyakatsızlığı bana haber verin" de­ di. B ursa'ya gelen papazlar bir dava dinlerler. Bir adam ötekin­ den at alır. Lakin at huylu çıktığı için atı alan, bu alı şverişi boz­ durmak maksadiyle hakime gelir, yerinde bulamaz. Fakat bu ara­ da at ölür. B unu haber alan hakim "kabahat bendedir, yerimde olsa idim, bu alışverişi bozduracak, huylu atı eski sahibine iade edecek, adamın parasını alacaktım. B una ben sebep olduğuma göre parayı benim tazmin etmem lazımdır" diyerek parayı öder. B aşka bir olay ; lzmit'e gelen papazlar, tarlada bulunan bir küp altını, tarlanın önceki ve son sonraki sahibleri ben� m değil, se­ nindir diye hakime müracaat ettiklerinde hakimin hazineyi eşit olarak taksim ettiğine şahit olurlar. Memleketin her tarafını do­ laşmaya lüzum görmeyen papazlar İstanbul' a dönerler. Huzura çıkarlar, gördüklerini naklettikten sonra "Sizin adaletinizin eski­ den beri hayranıyız. Memleketiniz, böylece adalet yapmakta de­ vam ettiği müddetçe payidar olacaktır" derler. Memleket, devlet, sehpasını ayakta tutan dört ayaktan biri adalettir. Osmanlı lmpa­ ratorluğu ' nun kurulmasında, yayılmasında ve yaşamasında hiç şüphe yoktur ki dürüst adaletinin büyük hissesi vardır. Fetihden sonra lstanbul 'daki Rum Patriği Gannadius huzu­ ra geldi. Asasını ve patriklik alametleri olan mukaddes emanet-


Dr. Tahsin Ünal

1 58

leri, Fatih'e teslim etmeye başladı . Fatih ; "Hayır Patrik Hazretle­ ri, bu emaneti mukaddeseyi ve patriklik alametlerini teslim etmi­ yesiz, yine kemali rahat ve emniyet ile vazifenize devam edesiz. Müracaata muhtaç olduğunuz umuru ahi çekinmeden şahaneme arz ve ifade edesiz. Zira sizi yine tekmil Ortodoksların patriği olarak ibka ediyorum. Siz ve Hıristiyan tebaam himayei şahane­ me mazhar olacaksız. B enden önceki imtiyaz ve müsaadeye mazhar olacaksız" demiştir. Böylece ilk imtiyaz müsaadelerini alan Rumlar asırlarca idari, coğrafi, tarihi, fikri, siyasi, dini v . s . imtiyazları i l e devletimiz içinde benliğini kaybetmeden zinde bir millet olarak yaşamışlardır. Sonra da istiklallerine kavuşmuşlar­ dır. Avrupalı ırk ve dindaşları birbirini kırıp geçirirken Rumlar, himayei şahanemiz altında huzur ve rahat içinde efendice yaşa­ mışlardır. Bu sebepten bize minnet ve şükran duyguları ile bağlı olmaları icabederken , fırsat buldukça düşmanlık etmekten geri kalmıyorlar. Küfranı niğmet,nankörlük buna derler. B esle karga­ yı oysun gözünü ! Fatih' in, Patrik Gennadius ' a ve onun reisliğini ettiği mez­ heb ehline karşı bu muamelesi Papa il. Pius ' u kıskandırmış ol­ malı ki, Fatih' e yazdığı bir mektubunda; "Bizans ' ı aldınız ama, oralarda tutunabilmeniz için imparatorluğunuzu bizim tasdik et­ memiz lazımdır. Ortodokslar'a gösterilen hüsnü muamele, veri­ len imtiyazlar İstanbul ' da tutunmanız için kafi değildir.B iz, sizi Doğu Roma İmparatoru kabul ve ilan edersek o zaman Doğu Ro­ ma İmparatorluğu ebediyyen sizin olabilir. Bu işlerin olması için


Fatih ve Fetih

1 59

küçük bir şeyi kabul etmeniz kafidir. Katolik vaftizini kabul bu­ yurunu z ! " diyordu. Fatih'in 1 480' de Gedik Ahmet Paşa kumandasında İtalya' yı istilaya kalkışmasını göz önünde tutanlar, onun lstanbul ' u al­ makla oğlu Beyazıd ' a bir taht temin ettiğini, Roma'yı alarak, Roma tacını da oğlu Cem'e vermek istediğini söylerler. Hakika­ ten Papa II. Piu s ' un , mektubu, ltalya' nın fethine kalkışılması, mağlub olan Cem ' i n İtalya'ya götürülmesi gibi hadiseler de, bu­ gün için izah edilmemiş bir hakikatın saklı bulunması mümkün­ dür. Ş ayet böyle bir hakikat payı varsa bu, Papa'nın arzusunu ye­ rine getirmek, eski Roma İmparatorluğu ' nu ihya etmek için de­ ğil, Türk ve M üslümanlığın menfaatlerini sağlamak içindi. Öte­ kiler bunda alet olarak kullanılacaktı.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.