Yücel Hacaloğlu - Türk Kimliği ve Yahya Kemal

Page 1



TÜRK KİMLiGi VE YAHYA KEMAL

Hazırlayan

YÜCEL HACALOGLU

TÜRK YURDU YAYINLARI


TÜRK KİMLİÖİ VE YAHYA KEMAL

Türk Yurdu Yayınları Nu: 56

ISBN 975-7841-43-9

DİZGİ-BASKI

:

Gökçe Ofset Ltd. Şti.

Nisan 1999 - Ankara

Türk

Ocakları

"ölümünün Kemal"

40.

Genel Merkezi

tarafından

düzenlenen

yılı münasebetiyle Türk Kimliği ve Yahya

konulu sempozyum, 4 Kasım 1998 de Gazi Üniver­

sitesi Gazi Eğitim Fakültesi Konser Salonunda yapılmıştır. Bu kitap, sempozyumda yapılan konuşmalardan oluşmaktadır.


İÇİNDEKİLER Nuri Gürgür'ün açış konuşması

....... . .......................5 .

.

BİRİNCİ OTURUM

....... .......... ...11

1-

Yahya Kemal (Doç.Dr. Şuayip Karakaş)

2-

Yahya Kemal'de Mekan (Prof. Dr. Şerif Aktaş) .................21

3-

.

.

Mimari ve Yahya Kemal (Prof. Dr. Bilge Ercilasun) . .... ... .

.

.

.

:26

İKİNCİ OTURUM

1-

Ses, Musiki ve Yahya Kemal (Yrd.Doç.Dr.Mehmet Ünal)

....... .41

.......... .49

2-

Yahya Kemal ve Türkçemiz (Prof. Dr. Leyla Karahan)

2-

Yahya Kemal'in Nesirleri (Doç.Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy) ........ 5

6 ................68

3-

Yahya Kemal ve Şiiri (Prof. Dr.M.Orhan Okay)

4-

Yahya Kemal'in Şiiri ve Gelenek (Beşir Ayvazoğlu) .............78

5-

Yahya Kemal'de Din-Kültür İlişkisi (Doç.Dr.Recep Kılıç) ........87


TÜRK OCAKlARI GENEL BAŞKAM

5

NURİ GÜRGÜR'ÜN AÇIŞ KONUŞMASI

Muhterem Hammefendiler, Beyefendiler İlim hayatımızın, fikir dünyamızın saygıdeğer mensupları Aziz Türk Ocaklılar

Cumhuriyetimizin 75. Yıldönümü vesilesiyle Yahya Kemal'in aziz hatırasına izafeten tertipledigimiz "Türk Kimliği ve Yahya Kemal" konulu toplantımızı teşriflerinizden ötürü sizlere şükranlarımızı sunuyor; saygıyla, muhabbetle selamlıyorum . Cumhuriyetimizin coşkuyla kutladıgımız 75. yılını takiben, gelecek yılın Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yıldönümü olmasını tarihimizin bütünlügü ve devamlılıgı açısından fevkalade önemli bir tesadüf ve hayırlı bir buluşma olarak degerlendirebiliriz. Zira biliyoruz ki Türkiye'de bazı çevreler yıllardan beri Cumhuriyeti asli hüviyetine aykırı olarak, kendi zihniyetleri çerçevesinde sun'i yorumlarla izaha ve onu ideolojilerine uygun bir yapıya dogru yön­ lendirmeye çalışıyorlar. Böylece toplumu tarihi ve kültürel irtibatlardan kopararak içtimai ve zihni mesnedlerini yıkarak kendi tercihlerine, inançlarına ve ölçülerine göre teşekkül ettirecekleri yeni bir kültür ve medeniyet zeminine taşıyabileceklerini umuyorlar. Bunların asıl amacının Mao'nun otuz yıl önce Çin'de başaramadıgı ,,Kültür devrimi'ni Türkiye'de gerçekleştirmek oldugunu söyleyebiliriz. Türk toplumunun tarihi ve sosyal yapısına, inanç ve ahlak anlayışına ters düşen, dayatmacı pozitivist ve materyalist projelerin, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal'in zihniyetine , mefkuresine '!e tercihlerine aykırı oldugu aşikardır. Atatürk, Cumhuriyetin temelinin, yüksek Türk kahramanlıgı ve Milli kültürümüze müstenid bulundugunu açıkca ifade etmiştir Bunlar, gerçek niyet­ lerini ve zihniyetlerini bir takım kılıflarla gizleyerek, saldırgan ve şirret bir uslup uygulamak suretiyle, kendileri gibi düşünmeyenleri yıldırıp sindirmeyi ne yazık


6

ki çok defa başarabiliyorlar. Bu kesimin tefekkür dünyamızda kurduğu ağır baskının sonucu olarak, ülkemizde hamleci ve üretici fikir hareketlerinin mey­ dana gelmesine imkan kalmıyor; tarihimiz, kültürümüz kalın bir sis perdesinin gerisine itiliyor. İki binli yıllara girdiğimiz bir dönemde cemiyetimizi lüzumsuz gerginliklere, çekişmelere ve son derece tehlikeli hüusumetlere sevkeden bu tavırlar, milletimize çok pahalıya mal olmaktadır. Böylece toplumun esas iştigal konularını teşkil etmesi gereken meseleler dikkatlerden uzaklaşmaktadır. Başta büyük Türk kültür coğrafyasının prob­ lemleri olmak üzere, önümüzdeki yüzyılda milli ve tarihi mükellefiyetimizin icabı, bizden emek ve mesai bekleyen konulara gereken alakanın göster­ ilmemesi, milli bir vebalıdır. Türk Ocağı olarak, Cumhuriyetin 75. Yıldönümü vesilesiyle tarihimizi, toplumumuzu, kültürümüzü konu alan faaliyetlerin yapılmasının, abartılı musi­ ki şölenlerinden de havai fişek gösterilerinden de daha akli ve faydalı olduğuna inanıyoruz. Başka bir ifadeyle 75. yılın içtimai muhasebemizin yapılması için güzel bir vesile olduğu kanaatindeyiz. Çünkü öz eleştirisini yapabilecek beceri ve cesarete sahip bulunmayan toplumların manen, fikren kamil bir seviyeye ulaşabildiklerini söyleye!T'tzyiz. Oysa, Türk Milleti bu olgun­ luğa sahip bulunduğunu, bütün tarihi boyunca ispatlamıştır. Bir kısım münewerin kendisiyle hesaplaşmaya cesaret edemeyişindeki yılgınlığı, olsa olsa bu kesime mahsus bir ruh hali olarak değerlendirebiliriz ve milletimize teşmil edemeyiz. Bu açıdan bakıldığında, bu anlamlı yılda, Yahya Kemal'in fikir ve düşünceleriyle, san'at ve estetiğiyle ilmi bir toplantının konusu yapılmasının fevkalade uygun olduğu kanaatindeyiz. Zira Yahya Kemal iki yüz yıldan beri yenileşme çabası içindeki Türk toplumunun, modernitenin getirip önüne yığdığı temel fikir ve kültür meselelerine derin bir muhteva ve bilgiyle eğilmiş, bunları müstesna san'at kabiliyetiyle yorumlamış, şiire, edebiyata intikal ettirmeyi başarmıştır. Bu hüviyetiyle O, tam ve kamil anlamda bir ,,mütef­

fekkir" di.


7

Yahya Kemal, sadece modern Türk şiirinin kapılarını açmakla kalmamış, Avrupa kültürüne, san'atına olan vukufiyeti sebebiyle, mukayeseler yapmayı başarmış, kendi medeniyet ve tarihimizle saglam irtibatlar kurmuş, ilerki bütün nesiller rehber olabilecek degerde engin ufuklar açmıştır. San'at ve edebiyatı­ mızda milli tarihle ilgili yorumlar ve tesbitler yapılmasının, irtibatlar kurulma­ sının ç@rını açan Yahya Kemal'dir. lstanbul'a sıradan bir barınak olarak degil,

,,

Vatan Şehir" hüviyetiyle

bakmayı, onu öz kimligimizle, ruhumuzla, vicdanımızla görmeyi milli yankımı:<. olarak

sevmeyi, ,

O' nun

şiiriyle ,

yazılarıyla

ögrendik.

Üsküdar' ın,

Kocamustafapaşa'nın sokaklarında kendimizi başka nasıl bulabilirdik? İsimsiz bir nefesin imanlı hüznünde, tarihimizin ihtişamını, coşkusunu, zafer toplarının yürekler hoplatan gümbürtüsünü , insanımızın mistik heyecanlarını, O'nun kadar mükemmel resmedebilen, bir musıki ahengiyle gönüllere nakşedebilen, bütün bunları Süleymaniye'nin tasavvufi ahengiyle birleştirip yoguran, Rakofça kırlarının hür havasında yetişmiş, evlad-ı Fatihandan Yahya Kemal'den başka kim olabilirdi? O'nu minnetle, rahmetle, saygı ve muhabbetle anıyoruz. Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun.



BİRİNCİ OTURUM Başkan

: Prof. Dr. Mustafa İSEN (Gazi Üniversitesi, Fen-Ed.Fak.Dekanı)

Başkan Yrd.

Yrd. Doç. Dr. Filiz KILIÇ (Gazi Üni., Gazi Eğit. Fak., Öğrt. Üyesi) :



YAHYA KEMAL

11

Doç.Dr. Şuayip KARAKAŞ(*) Yahya Kemal Beyatlı, Üsküp adliyesinde icra memurlugunda ve bir süre de bu şehrin belediye başkanlıgında bulunan babası lbrahi"m Naci Bey'in bugün Yahya Kemal Müzesi'ndeki Kur'an-ı Kerim'e kaydettigine göre 14 Saferü'l-hayr 1302, 20 Teşrin-i san! 1300, 2 Aralık 1884 Salı günü, çok son­ raları, Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle biz'di o. (Kaybolan Şehir)

mısralarıyla ve,, Yıldırım Bayezıd Han'rn Evlad-ı Fôtihôn'a yadigarı" olarak hatırlayacagı bir Rumeli şehri olan Üsküp'te, büyük validesi A dile Hanım'ın lshakıyye mahallesindeki konagında dogmuştur. (*) Yine aynı Kur'an-ı Kerfm'de tespit edildigine göre asıl adı Ahmed A gah'tır. Annesi Nakıyye Hanı, divan şairi Leskofçalı Galib Bey'in kardeşi lsmail Paşa-zade Dilaver Bey'in kızıdır. Şairin anne ve babası tarafından cedleri, Sultan Üçüncü Mustafa devri sancak beylerinden Şehsüvar Paşa'da birleşmek­ tedir. Şair, hem annesi, hem de babası tarafından Şehsüvar Paşa'nın torunudur. Yahya Kemal, hatıralarında, Şehsüvar Paşa'nın ,,evlad-ı fati­ han"dan, yani ilk Rumeli fatihlerinin neslinden oldugunu belirtmektedir. Bu sebeple Şehsüvar Paşa ailesi, vaktiyle Niş, Leskofça ve Vranya bölgelerini kucaklayan geniş bir arazinin da sahibi olmuştur. Yahya Kemal, 1889 yılında, henüz beş yaşında iken, Üsküp'ten yeni yaptırdıkları evin yakınında, Sultan Murat Camii'nin arkasındaki Yeni Mektep (*) Gazi Üni. Gazi Eğitim Fak. Öğretim Üyesi


12

isimli mahalle mektebinde, törenle okumaya başadılar. Bu mektepte sadece Amme Cüz'ünü ögrenebilmiştir. Yedi yaşında iken Vali Müşir Ahmed Eyyüb Paşa'nın açtırdıgı Mekteb-i Edeb'e kaydolmuştur. Mekteb-i Edeb, hususi ve modern bir mekteptir. Yahya Kemal, çocukluk yıllarına ait hatıralarını anlatırken, dört yıl devam ettigi bu mektepteki ögrenciligi sırasında, lstanbul 'dan gelen Sabah ve ikdam gazeteleriyle muhtelif mecmuaları ihtirasla okudugunu bildirmektedir. Şair, çocukluk yıllarında tamamen dini bir muhit içinde yaşadıgını söylü­ yor. Üsküp minarelerinde ezan sesleri başladıgı zaman bütün şehir bir mabet sükununa bürünür.Şair, içi bu ezan sesleriyle dolarak büyür. Onun için ezan, sadece dini bir davet degil, aynı zamanda milli bir musikidir. Müslüman Türk çocuklarının dini ve milli terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesiri olduguna inanır. Çocuklugunda dinledigi bu ezan sesleri, şair üzerideki tesirini bütün hayatı boyunca devam ettirmiş; hatta şair, Paris'te bulundugu yıllarda Üsküp ezanlarının zaman zaman kulaklarında yankılandıgını hissetmiştir. Yahya Kemal'in hem dini, hem milli terbiyesine hiç şüphesiz en fazla tesir eden kişi, çok dindar bir kadın olan annesi Nakıyye Hanım'dır. Bu anne, çocuguna, Yazıcı-zade Mehmed Efendi'nin Muhammediyye'sini okur, Kur'an okumasını ögretir. Şairimiz, bu yaşlarında iken Yazıcı-zade'nin Türklükle lslamlıgı yoguran milli ve lslami harsını, annesinin sesinden dinleyerek benliginde hissetmeye başlar .Yine annesi, ogluna,dünyada bir Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi, yani Rumeliyi fethederek Türklerin vatanı haline getiren Sultan Birinci Murad ile Sultan ikinci Murad'ı sevmesini tavsiye eder. Şairimiz, kendisindeki epik karakterin teşekkülünü izah ederken lalası Hüseyin' i hatırlar. Bir Leskofça muhaciri olan Hüseyin, Yahya Kemal'e Battal

Gazi destanı'nı okur; devamlı Budin, Belgrad, Leskofça türküleri

söyler. Şair, ,,bu türkülerde , müphem surette Macar ufuklarını görürdüm" diyor . 1 895 yılında Mekteb-i Ebed 'derı mezun olunca, Üsküp ldadisi'ne kay-


13

bolur. ilk şiirini d e bir türkü güftesi halinde bu yıl yazar. O sırada Muallim Naci'nin Şerare'sini okur. Ardından yine Naci'nin Ateşpare ve Füruzan adlı eserlerini görür. Naci'den sonra Recai-zade Mahmud Ekrem'in, Ziya Paşa ve Abdülhak Hamid'in şiirlerini okur. ancak bunlar arasında Yahya Kemal'in zevkine ve gönlüne hitap eden tek şair, Muallim Naci'dir. Ailesi, babasının ısrarı üzerine 1 897 yılında Selanik'e taşınınca, Yahya Kemal de egitimine Selanik ldadisi'nde devam eder. Selanik'teki ögrenciligi sırasında Servet-i Fünun'u takip eder, Fikret'in ve Cenab'ın şiirlerini okur; şiirlerinde Esrar mahlasını kullanır. Aynı yıl annesi, vereme yakalanır ve beş ay içinde vefat eder. Babası 1 898 yılında, Mihrimah hanım' la evlenir. Yahya Kemal, 1 902 yılında tahsiline devam etmek üzere lstanbul'a gelir. Mekteb-i Sultani'de okumak ister. Ancak okulun kadrosu dolu oldugu için müracaatı kabul edilmez. 1 902 yılı kış mevsimini, annesi Nakıyye Hanım'ın akrabasından olan Abdurrahman Paşa-zade lbrahim Bey'in Sarıyer'deki köşkünde geçirir. lstanbul'a geldikten sonra Servet-i Fünunculara olan ilgisi daha da artar. Rübab-ı Şikeste'yi okuduktan sonra Abdülhak Hamid'i, Recai­ zade Ekrem'i ve Muallim Naci'yi ,,maziye intikal etmiş gibi" görmeye başlar. lbrahim bey'in köşkünde, kanuni Arif Bey'in riyasetinde hemen her gece toplanan fasıl heyetinin icra ettigi musiki meclislerine iştirak eder. Bu meclisler, onun Türk musikisinin zevrkine ve inceliklerine nüfuz etmesine yardımcı olmuştur. Yine bu musiki meclislerinde Serezli Şekip bey adlı bir gençle tanışır. Şekip Bey, vaktiyle siyasi fikirlerinden dolayı Paris'e firar etmiş ve bu sebeple ordudan ihrac edilmiş, Avrupa medeniyetinden başka bir medeniyete inan­ mayan, Müslümanlıga , Osmanlılıga ve hatta Türklüge düşman kozmopolit bir gençtir. Ona göre her genç, mutlaka bir kolayını bularak Paris'e gitmeli ve orada yaşamalıdır. Onun Avrupa'ya dair hararetli sohbetlerinin tesisi altınd� kalan Yahya Kemal, 1 903 yılı Agustos ayında, henüz on sekiz yaşında iken ailesinden habersiz Paris'e gider. Paris'te Jön-Türklere karışır; Ahmed Rıza, Sami Paşa-zade Sezai, Prens


14

Sabahaddin, doktor Nihad Reşad, doktor Abdullah Cevdet, şair Abdülhalim Memduh 'la ve diger Jön Türklerle tanışır. Doktor Abdullah Cevdet'in tavsiye­ sine uyarak Fransızca ögrenmek için Paris dışındaki College de Meaux 'ya kay­ dolur. Bir yıl sonra, 1 904 yılıda Paris'e dönerek Ecole Libre des Sciences (Mülkiye Mektebi)'ın Harici Siyaset Bölümü'ne yazılır. Yahya Kemal, 1 904 yılını, kendi hayatı için yeni bir başlangıç kabul eder. 1 9 1 2 yılına kadar kalacagı Pariste, para yönünden bazen rahat bazen sıkıntılı, ancak daima zevkine göre bir ömür sürer. Paris'te, Quartier latin'e yerleşir. Daha çok Jön Türkler'in çevresinde, bazen de şair ve sanatkar muhitlerinde yaşar. O sırada Paris'te, sosyalist cereyan, sert bir rüzgar gibi esmektedir. Kendisi de bu cereyana kapılır, mitinglere katılır. lnternational'i dinlerken göz­ leri yaşarır. 1 905 yılından itibaren bu cereyandan ve Jön Türk muhitinden uzaklaşır ve kendini Paris'in eglenceli hayatına kaptırır. O yıllarda Fransa'nın en büyük tarihçisi sayılan Albert Sorel, diger tarihçi­ ler Albert Vandale, Emile Bourgoix ve hukukçu Louis Renault, Yahya Kemal'in okudugu Harici Siyaset Bölümü'nde ders vermektedir. Yahya Kemal, bunlardan bilhassa Albert Sorel'in derslerini derin bir hayranlıkla takip eder. Sorel, derslerinde, tarih ortasında Fransızlıgı arama usullerini, Alman ve İtalyan milliyetlerinin uyanışını anlatır. Yahya Kemal , Sorel'in tesiriyle birşeyler yapmak ve bilhassa tarih onasın.çla Türklügü aramak ve bulmak hevesine kapılır. Bu hevesle tarih okumaya başlar. Ö nce Fransızca, sonra Türkçe yazılmış eserleri okur. Ancak bu okuma faaliyeti, onda Asya'daki Türklügü aramanın ve bulmanın müphem bir çalışma oldugu kanaatini uyandırır. O sırada bir dergide Fransız tarihçi Camille Julian'ın şu cümlesine tesadüf eder: ,,Le sol de la France, en mille ans, a cree le peuple Français." ,,Fransız milletini bin yılda Fransa topragı yarattı. " Yahya Kemal, ,,işte o zaman, kafamın içinde Malazgird bir başlangıç gibi tecelli etti. 107 1 'den sonra Anadolu'ya, sonra Rumeli'ye, daha sonra lstanbul'a yerleşerek yepyeni ve yaratıcı bir millet oluşumuzu hayal meyal görmege başlamıştım." diyor ve kendi kendine şu soruyu soruyor: ,,Acaba bizi de Malazgird 'den, 1071 'den sonraki sekiz yüz senede Ttürkiye'nin topragı yaratmamış ır.ıydı?" Artık onun


15

için 107 1 'den önceki devirlerimiz ,,kable't-tarih" , 107l 'den sonraki devirler­ imiz ise ,,tarih"tir. O, asıl Ti�rkiye'deki Türklü!;)ün macerasını merak etmiş ve bununla ilgilenmiştir. 1 906 yılının Temmuz ayında Londra'ya geçerek Abdülhak Hamid'le görüşür. Aynı yılın sonbaharında Brüksel'e giderek Hüseyin Siret' le buluşur. Belçika şehirlerini gezmek suretiyle Paris'e döner. Paris'te bulundugu yıllarda Fransız şiiri ile yakından ilgilenir. Kendisi bu ilg i derecesini, "Fransız şiirinin, fikrinin, zevkinin havası içinde balık suda yaşar gibi yaşıyordum . " cümlesiyle ifade ediyor. Önce Victor Hugo'nun şiirlerini okur. Daha sonra Paul Verlaine'in şiirlerini kalbine sindirir. Ardında Theophile Gauti'!r, Theodor de Banville, Stephane Mallarme ve Charles Baudelaire'in şiirlerini severek okur; Jean Moreas ile ilgilenir. Fakat bunların hepsinden daha fazla Jose Maria de Heredia'nın sonnet'leri üzerinde durur. Heredia'yı okurken eski Yunan ve Latin şiir zevki karşısında adeta büyülenir. işte bu büyülenme sebebiyle Türk şiirini Arap ve Acem tesirlerinden uzaklaştırarak Latin ve Yunan edebi terbiyesine baglamak ve nihayet bütün Avrupa milletlerinde oldugu gibi bizde de bu edebiyatları esas kabul eden ,,Nev-Yunani" tarzında bir şiir meydana getirmek hülyasına kapılır. Bundan

sora Stephane Mallarme'nin tesiriyle divan şiirini okuyup anlamaya çalışır. Ancak bunun için Arapça ve Farsça bilmek gerektigini farkedince, bu dillerdeki bilgisini artırmak için bir süre Ecole des Langues Orientales (Dogu D illeri Mektebi)' e devam eder. 1 9 1 2 yılında, dokuz sene kadıgı Paris'ten zengin bir edebi kültüre ve tarih şuuruna sahip olarak lstanbul 'a döner. Paris'ten ayrıldıgı gün ayaklarının sal­ landıgını, gençlikten sıyrıldıgını hisseder. Tren hareket edince, adeta damar­ larının birden koparıldıgını zanneder. Başka yıldızda bir hayat imiş o. His ve haz yüklü kainat imiş o. (Eski Paris)


16 Paris'de genç iken koyu Baudelaire-perest idim. Balkan'la, yolculukla, Güzellik'le mest idim. Bir gün veda edip o diyarın hayatına, Döndüm bütün vatanın kôinatına.

Lakin o bahçelerde geçen devre'den beri Kalbimde solmamıştır o şi'rin çiçekleri. (Büyü Şiir)

Paris'ten sonra İstanbul, Yahya Kemal'e bir köy gibi görünür. Ancak tarih ortasında ve cografyada Türklügü aramak iddiası, onu lstanbul'a baglar. lstan­ bul'un bütün semtlerini gezmeye ve bütün abidelerini görüp incelemeye başlar. Nihayet lstanbul şaire, ,,bütün Türk tarihinin, Türk cografyasının bir terkibi, hülasası, tecellisi" olarak görünür. işte bu idrak, gün geçtikçe şairi sar­ maya ve lstanbul'a baglamaya başlar. Artık onun için ,,hakiki vatan ve insanı mes'ud edecek tek yer, bütün vatanın ruhunu teşkil eden bu şehirdir . " Sana dün bir tepeden baktım aziz lstanbul! Görryı edim gezmedigim, sevmedigim hiç bir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre deger. Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada Sende çok yıl yaşıyan, sende ölen, sende yatan. (Aziz istanbul) 1 9 13 yılında.Satı Bey'in teklifi üzerine Darüşşafaka'da tarih ve edebiyat


17

dersleri vermeye başlar. 1 9 14 yılında, Medresetü'l-Vaizin'de muallim vekili olarak medeniyet tari­ hi dersleri verir. Ayın yıllarda Türk Ocagı'nda ve Bilgi Dernegi'ndeki dil ve tarih tartışmalarına iştirak eder. Bu arada Peyam 'da, Süleyman Sadi müstear adıyla nesirleri, Yeni Mecmua'da da Yahya Kemal imzasıyla şiirleri yayımlanır. 1 9 16 yılında, Ziya Gökalp'in teklifi üzerine Darülfünun'a müderris tayin edilir. Burada önce medeniyet tarihi, sonra Garb edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verir. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarında, Tevhid-i Efkar ve ileri gibi çeşitli gazetelerle Dergah mecmuasında milli hareketi destekleyen şiir ve makaleleri yayımlanır. 1 9 1 8 adlı şiirinde, mütareke acılarını ve bu acıların bir gün mut­ lak surette sona erecegine olan inancını dile getirir: Ölenler öldü, kalanlarla muztaıip kaldık. Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık. Ölenler en sonu kurtuldular bu dagdagadan Ve göz kapaklarının arkasında eski Vatan Bizim diyar olarak kaldı ta kıyamete dek.

Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek Harab olup yaşıyor tali'in azabıyle, Vatanda düşmanı seyretmek ıztırabıyle.

Vatanda korkulu rü'ya içindeyiz, gerçek. Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.


18

Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi, Bu, insan ogluna bir şeyn olan, Mütareke'yi. 1 92 1 yılında rahatsızlanınca, tedavi görmek üzere Burgaz yolu ile Sofya'ya gider. iki ay süren bu seyahati sırasında Filibe'yi de ziyaret eder. Gazete ve dergilerde, Milli Mücadele'yi destekleyen şiir ve yazılar yayımla­ maya devam eder. Büyük Taarruz'un zaferle neticelenmesi için, Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi! Senin ugrunda ölen ordu budur Yarabbi! Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyen namın, Galib et, çünkü bu son ordusudur lslam'ın. (26 Agustos 1 922) mısralarıyla Allah' a yönelir. 1 9 2 2 yılında, Lozan murahhas hey'etine müşavir olarak katılır. Konferansın kesintiye ugradıgı günlerde Cenevre'ye, Montreux , Parar.ıe ve Paris'e gider. Konferansın ardından. heyetten ayrılarak Venedik'i ziyaret eder. Lozan'dan döndükten sonra 1 923 yılında, Büyüv Millet Mec:,si'ne Urfa'dan milletvekili seçilir. 1924 yılında tekrar Paris'e gider. Bir ay kaldıgı Paris, onu hayal kırıklıgına ugratır. Gençlık yıllarında kendisini büyüleyen bütün güzelliklerin artık kayboldugunu görür, lstanbul'u özler. Paris'ten Viyana'ya, oradan da Budapeşte'ye geçer. Bir hafta kaldıgı Macaristan'da Estergon, Tamışvar ve Tuna havalisini görür. 1 925 yılında Türkiye-Suriye Hudud Tahdidi Hey' eti' ne murahhas tayin edilir. lskenderun'da Fransızlarla olan müzakereler sonunda Payas istasyonu­ nun arkasındaki altı kilometre arazi ile Kilis'ten 13, Hassa'dan 1 8 Türk köyünün anavatana katılmasını saglar. 1 926 yılında, Varşova orta elçiligine gönderilir. Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,


19 Tanburi Cemil bey çalıyor eski plakta. Birdenbire mes'udum işitmek hevesiyle, Gönlüm dolu lstanbul'un en özlü sesiyle. (Kar Musikileri)

mısralarını ihtiva eden Kar Musikileri adlı şiiri, üç yıl kadar devam eden bu vazifesi sırasında duydugu vatan hasretinin günümüze intikal eden bir vesikasıdır. 1 929 yılında, Madrid orta elçiligine tayin edilir. 1 93 1 yılında, Lizbon elçiligi de uhdesine verilir. 1 932'de Madrid'deki görevinden ayrılarak bazı Avrupa şehirlerini de gezmek suretiyle Bükreş üzerinden Türkiye'ye döner. 1 934 yılında, Yozgat'tan ve aynı yılın sonunda Tekirdagı 'ndan milletvekili seçilerek meclise döner. Meclisteki çalışmaları, 1 943 yılına kadar devam eder. 1 946'da lstanbul'da yapılan kısmi seçimi kazanarak tekrar meclise girer. 1 948 yılı başında, istiklalini yeni kazanan Pakistan'a Türkiye'nin ilk büyükelçisi sıfatıyla tayin edilir. 1 949 yılında, buradaki görevinden yaş haddinden dolayı emekli olunca lstanbul'a döner. Bundan sonraki hayatını, lstanbul'daki Park Otel'de kendisine tahsis edilen dairede şiir yazmakla geçirir. Fakat saglıgı da artık önemli derecede bozulmuştur. Yüksek tansiyon, kronik bronşit, sık sık gelen öksürük nöbetleri ve kanamalar, şairimizi perişan eder. Tedavi maksadıyla 1 95 1 yılında Paris'e, 1955 yılında da Roma'ya gider. 1 956 yılında, yarım kalmış şiirlerini tamamlamaya gayret eder. Nitekim Atik Valde'den inen Sokakta, Büyü Şiir, O Taraf, lstanbul Fethini Gören Üsküdar, Gurbet, Ufuklar gibi daha birçok şiirini, bu yıl Hürriyet gazetesinde neşreder. 1 957 yılında hastalıgı şiddetlenince, tekrar Paris'e gider. Artık sıhhatine kavuşmuş gibidir. lstanbul'da şiirlerinin neşrine devam eder. Selimname, Rubailer, Hayal Beste, Süleymaniye'de Bayram Sabahı gibi birçok şiiri, bu yıl yayımlanır.


20

Doktorların bütün ihtimamına ragmen hastalık, bir türlü şairimizin yakasını bırakmaz. 10 Ekim 1 958 günü Cerrahpaşa Hastahanesi'ne yatırılır. Ancak üç hafta sonra, 1 Kasım 1 958 günü, Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız mısramı okuduktan sonra, Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizden'im, Dünya ve ahirette vatandaşlarım benim. (Üsküdar'ın Dost Işıkları) Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor; Lakin vatandan ayrılışın ıztırabı zor. (Eylül Sonu)

mısralarının sahibi olan Yahya Kemal'in aziz na'şı, ertesi gün,Fatih Camii'nde kılınan namazdan sonra, tören için lstanbul Üniversitesi'ne getirilir ve ardından vasiyeti üzerine, ilk fetih şehitlerinin medfun bulundugu Rumelihisarı Mezarlıgı'nda, çok sevdigi vatan topraklarına emanet edilir. Lise ögrenci­ lerinin lstanbul'un her semtinden getirdikleri topraklar da üzerine serpilir. Ve mezar taşına, vasiyetine uyularak Rindlerin Ölümü adlı şiirin ikincikıt'ası hakkedilir: Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

( ) Bu yazı, Nihad Sami Banarlı tarafından yayınlanan ,,Yahya Kemal'in Hatıraları" ( İstanbul *

1 960) adlı eserden istifade edilerek hazırlanmıştır.


YAHYA

KEMAL'DE MEKAN

21

Prof. Dr. Şerif AKTAŞ (*) Hüviyeti olan her insan toplulugunun millet haline gelişi bir digerinden farklıdır. Belirli hazır kalıplar içinde bir milletin teşekkülünü izah etmek aldan­ maya sebep olur. Zaten milletlerin teşekkülü izah edilmez. Ancak o millete vü­ cut veren eserlerden yansıyan zevk ve anlayıştan, yaşama tarzından hareket­ le hissedilir; anlaşılır ve yorumlanır. Yahya Kemal de bizim millet halinde var oluşumuzu, ciddi anlamda sezen, anlayan ve yorumlayan biridir. O, felsefi ananeden mahrum toplumumuzun var oluş macerasını bir şair hassasiyetiyle ifade eden çok yönlü bir terkip hü­ viyetiyle karşımıza çıkar. Bu terkibin en belirgin özelligi şairligidir. Zira bu ter­ kip şiir etrafında teşekkül etmiş ve kendisini şiir vasıtasıyla ifade etmiştir. Onun çok iyi anladıgı Osmanlı ve Selçuklu'da mısralara sinen ses ve musiki ile bir bakıma felsefe yapmıştır. Bu, ayrı bir konu. Ancak Yahya Kemal'in "ta­ rihte Türklügü"şiir ikliminde araması, onu sözü edilen ananeye baglar. Zaten onun sohbetleri, tarih araştırmaları, nesirleri ve diger edebi faaliyetleri ve hat­ ta hususi hayatı şiir etrafında birleşir. Biz bu konuşmada Yahya Kemal 'de mekan üzerinde durmayı vaad ettik. yahya Kemal adlı terkibe mekan dikkatiyle baktıgımızda onun yetişmesinde rol sahibi mekanlar ile eserlerinde ifade edilen mekan arasında bir yakınlıgın oldugunu; birincilerinin ikinciyi hazırladıgını görürüz. Yahya Kemal'in Üsküpten lstanbula, lstanbul'dan Paris'e ve Paris'ten "tarih içinde Türklügün" hülasası olan ebedi Türk şehrine dönüşü olarak özet­ lenebilen yetişme dönemi, hem şiirde kendi sesini arama gayreti, hem de şahsiyetine vücut veren iç düşüncede kendi kimligini idrak dönemi olarak de­ gerlendirilebilir. Bu terkibe mekan perspektifinden yaklaşmak, mekandan ha­ reketle ona nüfuz etmek mümkün görünmektedir.

(*) Kırıkkale Ü ni. Fen. Ed. Fak. Öğrt. Üyesi -


22

Denebilir ki bu üç şehir sahip oldugu imkanlar, telkin ettigi hususlar, sebep oldugu olaylarla sözü edilen terkibin teşekkülünde önemli rol sahibidirler. Bunlardan birincisini, yani Üsküp'ü kendisi; " Rumeli'de türklügün tekasüf et­ tigi yerdir. O kadar Türktür ki her taşında milliyetimizin ruhu şekillenir." cüm­ lesiyle veciz biçimde degerlendirir. Hatıralarında da çeşitli vesilelerle Müslü­ man Türklügün rüyasını görmeye zemin hazırlayan bir mekan oldugunu ifa­ de eder. Acaba yalnız Üskup mu böyledir? O, bu şehirde geçen çocukluk yıl­ larında kazandıgı hassasiyetle bize has kültürün mekanda yansımaları üzerin­ de duracak, düşünecek gözlem ve tespitlerini şiir ikliminde ifade yolunu ara­ yacak ve bulacaktır. Kaybolan Şehir adlı şiirde, Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o: Yalnız bizimdi. çehre ve ruhiyle bizdi o. Üsküp ki Şar dagında devamıydı Bursa'nın Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın mısralarıyla ifade ettigi gibi mekanda bize ait olanı, önce Üsküp'te görür, ya­ şar, hisseder ve sonra bunları dille yogurur, mısra haline getirir. lstanbul'a ilk gelişinde Sarıyer' de lbrahim Bey'in köşkünde, bize h;:ıs haya­ tın bir yönü olan rindane yaşama tarzını tanır, bize has musikinin ifade gücüy­ le karşılaşır. Kendisi bu hususu şu cümlelerle ifade eder: "Bazı mehtap gece­ lerinde ise lbrahim Bey, iki pazar kayıgı tutar, birine saz takımını, ötekine ken­ di ailesini bindirerek Bogaziçi'nde saza çıkardı. bu gecelerde ve bu fasıllarda dinledigim Türk musikisi bende derin tesir uyandırmış, ruhumu, kulaklarımı vatanın her topragında estigine inandıgım seslerle doldurmuştur. Türk musi­ kisine dair ilk merakım, bu musikiye ait birçok şeyler ögrenmek isteyişim bu gecelerde başlamıştır." Ayrıca aynı köşkte Fransa'ya kaçışını fikri bakımından hazırlayan Serezli Şekip Bey ile karşılaşır. Şekip Bey, bu asrın başlarında lstanbul'da sürdürülen hayatın bir başka yönünü temsil eder. Yahya Kemal, Şekip Bey'i şöyle anla­ tır: "Bu Şekip Bey, lbrahim Bey ailesinin gençlerini etrafına alır, Avrupa fey-


23

losoflannın fikirlerini söyler, Paris'ten büyük cuşişle bahsederdi; Avrupa me­ deniyetinden başka medeniyet olmadıgını, kendisine mahsus bir talakatle ve hararetle konuşmalarla anlatırdı. ( .. . ) Bizde bir gencin yapacagı bir iş varsa, o da bir kolayını bulup Paras' e firar etmek ve orada yaşamak oldugunu söyler­ di." Yahya Kemal'in gençlik yıllarında gördügü lstanbul, Türk musikisinin de­ rinligini ve oluşumunu hissetmesine, rindane yaşama tarzını tanımasına ve Avrupa medeniyetini kendi ikliminde ögrenme ihtiyacı duymasına sebep olur. Yani lstanbul, genç şair adayı için iki farklı medeniyet arasında geçişi sagla­ yan kapı durumundadır. Paris, yalnız şiir ve sanat zevkinin zenginleşip geliştigi bir şehir degildir, onun kendi ben'ini farklı ortamlarda sorgulayıp olgunlaştırarak kimligini idra­ ke zemin hazırlayan bir yerdir de. Burada Yahya Kemal'in şahsında Türk ede­ biyatı ve tefekkürü,tarihi olanı hissetme ve degerlendirme terbiyesini alır. Bu, son derece önemlidir.Zira Paris'te, Ulum-ı Siyasiye mektebinde ögrencisi ol­ dugu Albert Sorel' den mekana bakış tazım belirleyen dikkati ögrenir. Bu hu­ susu Yahya Kemal şöyle anlatmaktadır: "Sorel, kendinden ewel Fransız tarihçiliginde büyük merhale katetmiş Michelet gib Faustel Coulange gibi ve onun mütemayüz talebesi Camille Juli­ an gibi tarih ortasında Fransızılgı arama usullerini anlatıyor, tarih musahabe­ lerini ilmin ve talakatin en cazip bir terkibi haline koyuyordu. Bu musahabe­ lerin ve Sorel 'in Ulum-ı Siyasiye mektebindeki derslerinin derin tesiri altında kalmıştım. Ben de bir şeyler yapmak ve bilhassa onlara müvazi olarak tarih ortasında Türk.lügü aramak ve bulmak hevesine kapılmıştım. " işte Paris, bu bakımdan Yahya Kemal adlı terkibin teşekkülünde önemli rol oynar. Çünkü Albert Sorel çevresinde kazandıgı dikkat veheyecanla tarihi . eserleri okumaya koyulan Yahya Kemal, Camille'nin "Fransız milletini bin yıl­ da Fransız topragı yarattı. " cümlesinin kendi üzerindeki tesirini de şöyle ifade eder: "Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dagınık düşüncelerimi birden bire yeni bir istikamete sevk etti. " Böylece milliyet duygusunun şuuruna ulaşan Yahya Kemal , lstanbula dön-


24

dükten sonra bu dikkat ve duyarlılıkla Türklügü tarih ortasında ve cografyada aramaya koyulur. Yahya Kemal adlı terkip işte bu arayışın mahsulü; onun ese­ ri de tesbit ve dikkatlerinin şair duyarlılıgıyla ifadesidir, yorumudur. Edebiyatı­ mız ve fikri hayatımızda soyut vatan ve millet kavramlarından tarihi devamlı­ lık içinde somut vatan ve millet kavramlannın idrakine ve bunların yaşanmış olanın hazırladıgı duygu hali içinde ifadesine geçilir. Bir beyin-kalp diyalogu kurarak tarihin ve yaşanan mekanın degerlendirilmesidir. Bu konuda Yahya Kemal yalnız degildir. Gökalp ve Akif de böyledir. Yahya Kemal, sözü edilen duyuş tarzıyla bilinen tarih ve üzerinde yaşanan cografyada Türklügü aramaya koyulur. Bu arayış onu kendi gök kubbemizde yer ve zamana göre degişmeyen, ama kendi mahiyeti içerisinde, yani kendi kainatında zenginleşen, bizi biz yapan asli degerler bütününe götürür. Bu üs­ tün degerler bütünü, kendi kainatımızı şekillendiren, tekevvünümüzü gerçek­ leştiren kollektif ruhun tezahürüdür. Yahya Kemal 'in eseri bu . temel güç tara­ fında teşekkül eder. Yani bu eserdeki her unsur bu temel güçten kaynagını alır ve onunla beslenir.O da kollektif ruhtur. Zaten Yahya Kemal'in şiirinde dil, mısra örgüsü, ses muhteva gibi unsurlar bu temel güce göre ve bu temel güç etrafında şekillenir. Bunun için de bu şiir, bir yönüyle Türk tekevvününün yir­ minci yüzyıldaki sesi durumundadır. Bu tekevvün, kendi gök kubbemizin çe­ peçevre sardıgı büyük sahnede gerçekleşir. Bu sahne Batı Türklügünün, hu­ susiyle Osmanlı Türklügünün ruhunun sindigi, onunla birleştigi geniş mekan­ dır. Yani en geniş ve gerçek manasıyla vatandır. Burada tekevvün terimi üze­ rinde durmak istiyorum: Tekevvün, tarihi zamanın örsünde, belli bir mekanda birbiriyle karşılaşan farklı unsurların kollektif ruh etrafında ve kollektif ruha vücut vererek, onu besleyerek bir bütün haline gelerek gelişmesidir. Artık burada farklı unsur yoktur, bütünün kendisi vardır. Milliyet sentez degil, vatan haline gelen cografyada gerçekleşen tekevvündür. işte Yahya Kemal tarih içinde Türklügü ararken bu tekevvünün cografyayı vatan haline getirdigi, farklı unsurların da kollektif ruhun varlıgında eridigini şair hassasiyetiyle sezen ve gören insandır . . "Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir varan tablosu


25

görünür." diyen şair bu ahengi saglayan unsurun, kollektif ruhun zaman ve mekandaki tezahürü durumundaki tekevvün oldugunu sezmiştir, anlamıştır. O, bu ruhun çeşitli tezahürlerini klasik Türk musikisine has seste, berceste mısrada kristalize olan dilde, mimari eserlerde ve lstanbul'da en iyi temsil edilen yerleşme tarzı ve yaşama biçiminde görür. Bunun için de bizi en iyi biçimde temsil eden ve vatanın tarihi akış içinde tabi temsilcisi sayılan, lstan­ bul' dan hareketle hem kollektif ruhun tezahürlerini, hem de bize hassesi ve duyarlılıgı mısralaştırır. Mekanın sundugu çagrışımlardan hareketle Ahmet Yesevi'den günümüze Türkiye Türklügünün tekevvününü modern destan şairi hassasiyetiyle yorumlar. Onun için mekan, tekevvünün sahnesidir. Onun için mekan, her an yorumlanmaya hazır kollektif ruhun cisimleşmiş belgesidir. Onun için mekan, tarihi zamanın haldeki temsilcisidir. Onun için mekan mil­ liyetimizin vaz geçilmez göstergesidir, hatta kendisidir. Saygılarımla.


26

MİMARİ VE YAHYA KEMAL

Prof. Dr. Bilge ERCİl.ASUN (*) Sözlerime Yahya Kemal'den aldıgım üç cümle ile başlamak istiyorum: ,,Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür. " ,,Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz. " ,,Mimarisini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken güya ,,Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır" dedigi hissedilir." Yukarıdaki cümleler Yahya Kemal'in Türk İstanbul adlı makalesinden alınmıştır ( 1 969/5) . Buradaki ifadelerden anlaşıldıgına göre Yahya Kemal'in mimariye bakışını birkaç maddede toplamak mümkündür: 1.

Unsurlar: Yahya Kemal'e göre mimari, vatan cografyasını oluşturan

üç unsurdan biridir. 2.

Uyum: Yahya Kemal, vatan cografyasının oluşması ve devamı için

manzara, mimari ve halk diye ifade ettigi üç unsurun uyumunun şart oldugunu, yani ahenk içinde olmaları gerektigini belirtiyor. 3.

Milli mimari anlayışı ve edebilik: Yahya Kemal mimarinin, millilik ve

ebedilik vasıfları üzerinde de durmaktadır. Mimari, milletin şahsiyetini temsil etme ve onu ölümsüz kılma özelliklerine sahiptir. Yahya Kemal bu düşüncelerini pek çok yazısında tekrarlamış, ayrıca şiir­ lerinde işlemiştir. Onun mimariye bakışı ruhundan ve mizacından dogmak­ tadır. Ayrıca mimari, Yahya Kemal'in şiirlerine teknik olarak da tesir etmiştir. O şiirlerini, bir mimar titizligiyle yaratır ve işler. Bir kelime, bir mısra üzerinde aylarca, hatta yıllarca düşünmesi, bunun delilidir. Yahya Kemal'in bu özelligi (*) Hacettepe Üni. Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi


27

üzerinde duran Tanpınar onu, metodu ve dikkati bakımından bir heykeltıraşa benzetiyor ve şöyle diyor: ,,Onun şiirlerindeki güzellik, çıplak bir güzelliktir. Denebilir ki, bu büyük adamın içinde eski bir heykeltıraş ruhu vardır. Lisanı bir mermer kitlesini yon­ tar gbii geniş ve cesur hamlelerle işler? Söze mermerin ve tuncun salabetini verir. " (Tanpınar 1 977/300) . Tanpınar'ın bu tespiti çok isabetlidir. Yahya Kemal şiirlerinde daima bir mimar, bir heykeltıraş gibi hareket etmiştir. Bu ise, Yahya Kemal'in plastik sanatlara verdigi ehemmiyeti göstermesi bakımından ilgi çekici bir husustur. Tanpınar başka bir misal daha veriyor: Yahya Kemal Açık Deniz şiirinde denizi ,,bin başlı ejder"e benzetmiştir. Tanpınar bu ,,bin başlı ejder" ifadesinde bir ressam tavrı buluyor ve hiç bir şairin, hiç bir ressamın denizi, onun kadar anlayarak teganni etmedigini belirtiyor (Tanpınar 1977/3 1 7) . Suut Kemal Yetkin, Estetik adlı kitabında güzel sanatların çerçevesini çi­ zerken mimarlık hakkında şöyle diyor: ,,Mimarlık, bütün sanatlar arasında, tabiatın taklidine en az dayanan ve fizi­ ki kanunların sıkı hakimiyeti altında bulunan bir sanattır. Mimarlık agır kütlelerin muvazenesi, binaların kısımları arasındaki buut ve mesafenin tenasübü ile bir güzellik hissi meydana getirir. Gözlerimiz önünde müşahhası, metaneti, devamı, kuweti canlandırır. " ( 1 940/46) . Burada kullanılan ,,müşahhas, metanet, devam, kuwet" kelimelerine dikkat çekmek istiyorum. Yahya Kemal de yazılarında mimarinin bu özellik­ leri üzerinde durmaktadır. Yahya Kemal'in, sanat tarihi, estetik ve güzel sanatlar hakkında geniş bir bilgisi vardır. Yazılarından ve şiirlerinden bunu anlamak mümkündür. Bu bil­ gileri Fransa' da kaldıgı yıllarda edinmiş, orada, hem okumak, hem de görmekle derinleştirmiş ve zenginleştirmiştir. Şair dikkatini, şiire oldugu kadar güzel sanatların diger şubelerine, musikiye ve plastik sanatlara da


28

yöneltmiştir.O kadar ki bazı şiirlerinde bir parnasyen gibi davranır ve parna­ sizmin bütün unsurlarından faydalanır. Yahya Kemal mimarlık hakkındaki düşüncelerini hem nesirlerinde, hem de şiirlerined oıiaya koymuştur. Nesirlerinde mimarlıkla ilgili görüş ve fikirleri, teklifleri, bir yazının çerçevesine sıgamayacak kadar hacimlidir. Onun için buraya çarpıcı buldugum bazı noktaları almakla yetinecegim. Yahya Kemal , Türk lstanbul adlı yazısında mimariye verdigi önemi ortaya koyar. lstanbul 'un fetihten sonraki mimari degişmesini şöyle tasvir eder: ,,Bogaziçi, iki sahil boyunca, köy köy, Kavaklar'dan Marmara'ya kadar, yalı mimarisiyle süslenmiş, yeryüzünde, yalnız kendine benzer, başka bir şehir olmuştur. Üsküdar, mahdut bir kasaba olan Chrysopolis olmaktan çıkmış, camileri ve saraylarıyle, lstanbul 'un karşısnıda, ona benzer bir Şekil almış, sahilden Çamlıca tepesine kadar yükselmiştir. Eyüb, bir sütçü köyü iken, fethin ruhani hatıralarının etrafında, milli mimarinin bütün güzellikleriyle bezenmiş, zamanla genişledikçe genişlemiş, ölümü güzel gösteren, nazirsiz bir ölüm şehri mertebesine ermiştir. " ( 1 969/49) . Bu yazının ileriki bölümlerinde Yahya Kemal lstanbul 'un diger semtlerini de aynı şekilde tasvir etmektedir. Aziz lstanbul adlı kitabında mimari aynı zamanda ana temlerden biridir . Yahya Kemal mimarinin başka bir özelligine de deginir, süratli olması gerektigini belirtir. Bir çok yazısında buna dikkati çeker. Aşagıda metinde ,,Sürekli" kelimesi ile imarın süratli olmasını kastetmektedir: , ,Fetihten sonra lstanbul 'un imarı başladı. O devirde harp ne kadar sürek­ li olmuşsa imar da o kadar sürekli olmuştur. Bursayı'yı ve Edirne'yi Türk üslubunda yaratan imar kudreti bu defa lstanbul 'da göründü. " ( 1 969/4 7-48). Yahya Kemal'e göre her milletin ayrı bir şahsiyeti vardır. Bu şahsiyet, onun uslübunda gizlidir. O, ,,Türk üslubu" ifadesini sık sık kullanır. Bu uslubun en önemli unsurlarından biri mimari eserlerdir. Fakat biz Türklerin bu konu-


29

da kusurları ihmalleri ve kayıtsızlıkları vardır. Bunlardan biri görsel sanatlara önem vermeyişimizdir. Tarihimizi gözler önünde canlandıracak ve yaşatacak resimler ve heykeller yoktur. Bu yüzden geçmişimize karşı kayıtsızız . . . Yahya Kemal'in bu konuda en önemli yazılarından biri Resimsizlik ve Nesirsizlik adlı yazısıdır. Yahya Kemal resimleri yapılamadığı için eski cedlerimizin yüzlerini göremediğimizi, aynı şekilde eski şehirlerimizi, yanmış yıkılmış ince binalarımızı, eski kıyafetlerimizi, eski seferlerimizi, meydan muharebelerini, şerefli ordularımızı göremediğimizi belirtir. Bu büyük bir husran, büyük bir eksikliktir. Çünkü biz, Avrupalının aksine, ,,geniş ve derin tarihimizi her an görebilmekten mahrumuz ( 1 984/69-70) . Yahya Kemal' e göre Türklerin bir başka kusuru kendi üsluplarını koruya­ mayışlardır. Türk Evi adlı yazısında batıya bakarak kendi yaşayışımızı değiştirdiğimize hayıflanır ve şöyle der: Yeni mürebbilerimizin yaşayışına, giyinişine, yiyip içine özendiğimizden beri Türk çarşısı yıkıldı. Türk üslubu ortadan kalktı. Bütün bu güzel şeyleri biz de Avrupalılar gibi eski zamanların yadigarı olarak duvarlarımızda, masalarımızın üstünde seyredeceğiz. Bununla beraber, yeni bir Türk evine müştakız. Hangi mimarımız bu güzel hayale vücut verecek? Yedi sekiz sene ewel Hamdullah Suphi ile böyle bir fikri kanatlandırmak istiyorduk. Arzu ediyorduk ki, Türk mimarları toplansın, Türk'ün yeni hayatına göre ,,lngiliz evi" gibi bir ,,Türk evi" tasavvur edilsin, bulunacak netice matbuatta her Türk'ün hayaline nakşedilsin, yaptıracağı evin planını ve uslubunu ya kendi keyfine göre uyduran yahud da mimarın keyfine bırakanlara yol gösterilsin. Hasılı yeni hayatta, yeni bir ev tecelli etsin; bu güzel hayali harb ve onun mabadı olan felaketler unutturdu. " (1977/ 139) . Yukarıdaki ifadeden Yahya Kemal 'in mimarlık hakkında ne kadar teferru­ atlı bir şekilde düşündüğü bir mimar gibi müşahhas fikirlere ve tekliflere sahip olduğu açıkça görülmektedir. Milli Mücadele yıllarında kaleme aldığı istiklal Ayini adlı yazısında anayur­ dun bir sisle kaplı olduğunu belirtir ve bu sisin kalkacağı günkü manzarayı


30

şöyle tasvip eder: , ,O zaman görecegiz ki anayurdu Asya'nın bir ucundan Avrupa'nın göbegine kadar. kurşun kubbeler, narin minareler, muhkem kulelerle yüksel­ erek giden, bir hattadır. " ( 1 977/ 1 5 1- 1 52) . Burada mimarinin ön planda tutuldugu açıkca görülmektedir. Yazısının devamında Yahya Kemal milli ve sosyal degerleri şöyle sıralıyor: *Bu hat üzerinde koskoca bir saltanat var, vakur bir millet var, lisan var, mimari var, sanat var, din, anane, ahlak, teşkilat-ı medeniye, top tüfenk, ordular, her şey var." Yahya Kemal istiklal müzesi için hazırlık adlı yazısında istiklal Savaşı için bir müze yapmanın lüzumundan bahsediyor. Bu müzeye konulacak resimlerin ve diger eşyaların ,,yirmi otuz, kırk sene sonra" çocuklarımız üzerinde nasıl bir tesir yaratacagını hayal ediyor (1977/ 1 54- 155) . Tevhid-! Efkar'da 22 Haziran 1338/ 1 922 tarihinde yayınlanan bu yazıda ileri sürülen teklif üzerinde durulmaya deger. Yahya Kemal, göze hitap etmenin önemini bura­ da bir daha belirtmiştir. Türklerin bu zaafına tekrar işaret ederek ,,o vakanın temas ettigi silahları, kumaşları, kagıtları, ufak tefek şeyleri" mühimsemedik­ lerini ve dagıttıklarını belirtiyor. Bu eksigimiz yüzünden ,,tarihimizin yadigar­ ları zamanın rüzgarı ile savrulmuş gitmiş kaybolmuş"tur. işte biz bu yüzden ,,tarihimizin öksüzüyüz" . Yahya Kemal Avrupa'ya da aynı mimar dikkatiyle bakar. ispanya Hatıraları adlı yazısında şehirleri ve binaları inceden inceye tasvir eder. ikinci Philippe'in Madrid 'e bir buçuk saat mesafede inşa ettirdigi Escorial sarayını anlatır. Yahya Kemal gençliginden bir zihninin, bu sarayın ,,ismiyle ve cis­ miyle" dolu oldugunu belirtir. Fakat aradıgını bulamamıştır. ,,Escorial hem saray, hem manastır, hem kilise, hem de ispanya kıral­ larının medfenidir; fakat hakikatte agır, soguk, tatsız ve tuzsuz bir mimari ucubesidir. Bir papas kışlasıdır, saray olan kısmı zaten küçük ve azametsiz bir şey oldugu gibi, kilise olan kısmı da ruhaniyetsizdir. Kıralların medfeni olan


31

mahzene gelince soraki mermerin envaından vücuda getirilmiş sekiz köşelik bir mahzende dörder dörder ve üst üste sandukalarda Charles Quint' den bu güne kadar bütün ispanya kıralları gömülüdür. insan bu medfende kendisini büyük bir sanduka magazasının deposunda zannediyor. " (1977/4) . Burada canlı ve teferruatlı bir anlatış vardır. Yahya Kemal'in begenmeyiş sebepleri de bir mimarınkiler gibi oldugu dikkati çekiyor. Yazının devamında Kurtuba, Sevilla ve Gırnata şehirlerindeki binaları, saray ve camileri de bir mimar gözüyle ve hassasiyetiyle, teferruatlı olarak tasvir ediyor. Bu alıntılardan anlaşılıyor ki Yahya Kemal'e göre mimari hem estetik, hem de sosyal bir unsurdur. Mimari. kültür degerlerinin vazgeçilmez unsurlarından biridir. Kendi Gök Kubbemiz adlı şiir kitabını inceledigimiz zaman şu unsurları tes­ bit ederiz: 1 . Mimari; musiki, hayal, tarih, mazi gibi bir tem olarak kullanılmıştır. 2 . Mimari, estetik bir unsur olarak degerlendirilmiştir. 3 . Bazı şiirlerinde mimari estetkik bir fondur. 4. Mimari . onun şiirlerinin yapısına tesir eden ve kompozisyonunu yaratan teknik bir unsur olmuştur. Hüzün ve Hatıra şiirinde şöyle diyor: A�setti bir dakika uzaktan hayalime Tenha Emirgan'ın Çınaraltı'nda kahvesi, Poyrazla söyleşir gibi yaprakların sesi, Hem başka hem de hayli yakın karşı mabede, Mer� erle kaplı çeşmede, mevzun kitabede, Baktım Yesari hatlarının bir nefisine, Daldım coşup giden denizin musikisine. Burada

tabiat,

musiki

gibi

çeşitli

unsurlar

mimari

bir

fonda

birleştirilmişlerdir. Çeşme, kahve, mabet, kitabe ve yazı, bu mimarinin


32

unsurlarıdır. Vuslat şiirinde yine mimari unsurlarla örtülü bir tablo çizer: Gök kubbesi bir lahza bütün gözlere mavi, Zenginler o cennette fakirlerle müsavi; Sevdalan hülyalı havuzlarda serinler Sonsuz gibi bir fıskiye ahengini dinler. Buradaki mimari unsurlar, havuzlar ve fıskiyelerdir. Ses şiirinde Sakin koyu, sen cepheli kasriyle Küçüksu diyerek lstanbul'daki Küçüksu semtini, önemli bir mimari eseriyle, yani kas­ riyle hatırlar. Rindlerin ölümü şiirinde mezarlıgı, mimari bir eser gibi anlatır. ,,Serin serviler" bu mimarinin en önemli unsurudur. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter mısraları adeta profesyonel bir mimar dikkatiyle meydana getirilmiştir. Denilebilir ki şaire göre ölümün de bir mimari üslubu vardır ve o bunu mısralarıyla çizebilmiştir. Yol düşüncesi şiirinde şair ihtiyarladıgını ve artık hayattan eskisi gibi zevk almadıgını söyler. Mısır ve Suriye, kendisinde eski şevk ve heyecanı uyandırmamaktadır. Bu arada yine mimari eserleri saydıgını görürüz: Ne görmek istedigim Nil, ne köhne Ehramlar, Ne Balebek'de latin devrini harabeleri, Ne Bibios'un Adonis'ten kalan sihirli yeri Ölüm kaçınılmazdır. Şair mezarda vatanı hatırlamak ister ve hatırlamak istedigi şeyleri şöyle sayar: mimari ve tarihi eserleriyle vatan cografyası, ltri'nin musikisi, yani Tekbir'i ve Nevakar'ı. Budur ölümde benim çerçevem muradımca:


33

Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir, Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir, Şerefli kubbeler iklimi, Marmara'yla Boğaz, Üzerlerinde bulutsuz ve bitmeyen bir yaz, Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz, Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz. Kaybolan Şehir şiirinde Balkan Savaşında kaybedilen Üsküp'ü tasvir eder. Şair, Üsküp'ü, camileri ve mezarlıklarıyla hatırlar.

·

Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o, Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o. Mısralarıyla milli mimari anlayışını ifade eder. Ben girmeden hayatı şafak.landıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa. İsa Beyin fetihte açılmış mezarlığı· Hulyama ahiret gibi nakşetti varlığı mısralarıyla Üsküp şehrinde Türk'ün Osmanlı döneminde ,,yüce dağlar" gibi iş gördüğünü. fakat bunu sanatına kafi derecede aksettirmediğini söyler. Bu da Yahya Kemal için bir diğer ıstırap konusudur. İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle. Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mimari; Bu eserler seni göstermeye kafi diyemem. Şi're aksettirebilseydin eğer, dinlerdin, Yüz fetih şi' ri, okundukça, çelik tellerden. Resme aksettirebilseydin eğer, ömrünce Ebedi cedleri karşında görürdün canlı Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat, Sana tarihini her lahza hayal ettirsin. Hayal şehir adlı şiirde Cihangir'den gurup vakti Üsküdar'ı seyrediyor ve gördüğü manzarayı bir mimar dikkatiyle tasvir ediyor. Güneşin batışı ile gözünün önünde canlanan görüntüyü bir mimari eser gibi, şu mısralarda


34

anlatıyor: Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan, O llah isteyip eglence hayalhanesine, Çevirir camları birden peri kaşanesine. Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka Benzer üç bir sene ewelki mutantan şarka. Ayrıca Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimarı Böyle mamur eder ettikçe hayal Üsküdar'ı diyerek gurup vaktinin ışıgın bir mimara benzetiyor. Burada mimariyi, ben­ zetme ve imaj unsuru olarak kullanması ilgi çekicidir. Ziyaret şiirinde Atik Valde Camiini tasvir ederken mimari unsurları ön plana çıkarır. Yahya Kemal'e göre caminin mimarı mükemmel bir eser yaratmıştır. Bu çınarlarla siyah servilerin gölgesini; Bu şadırvanda suyun sanki ledünnl sesini. Eski mimara nasıl rahmet okunmaz burada? Suyu cennetten akıtmış bu güzel manzarada Bu duvarlarda, saatlerce temaşaya deger, Çiniden, solmayacak bahçeler açmış yer yer, Yahya Kemal 'e göre mimari, tarihi aksettiren en önemli unsurlardan biridir. Bir Tepeden adlı şiirde şair bu düşüncesini şu mısralarla ortaya koyar: Tarihini aksettirebilsin diye çehren, Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış. Bir Başka Tepeden şiirinde şu iki mısra ile şehrin mimarisini çizer: Nice revnaklı şehirler görünür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Burada şehrin estetigi üzerinde durulmuştur. Kar Musikileri şiirinde şair bir manzara tasvir eder. Varşova'da yazılan bu şiirde, bir manastırdaki kilisede org çalmakta, koro kederli bir tonla ona eşlik


35

etmektedir. D ışarıda kar yagmaktadır. Muhtemelen bir Noel günüdür. Burada Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı mısraı ilgi çekicidir. Şair ,,bir kuytu manastır" ifadesiyle bütün mimari dikkati­ ni ifade eder. Buradaki kilise ve manastırın gotik yapıda olduklarını ve bu su­ retle bu tabloyu tamamladıklarını düşünüyorum. Sicilya Kızları adlı şiirde neohelenist bir tablo çizer. Tamamen parnas bir tasvir olan bu tablonun esasını şadırvan , havuz gibi mimari unsurlar teşkil eder. Eski Paris şiirinde Paris'in eski kısmını tasvir ederken heykeltıraş Rodin'in dehasını Tuncu canlandıran ilahtı Rodin mısraıyla ifade eder. Bergama Heykeltıraşları adlı şiirde heykeltıraşların bir heykeli nasıl mey­ dana getirdiklerini anlatır. Şair heykeltıraşı, yani sanatkarı bir Tann olarak görür ve şiirinin sonunda Gördük ki yeryüzünde ilahlar geziniyor der ve eskisi gibi dahi sanatkarlar yetişmedigini düşünerek hayıflanır. Süleymaniye'de Bayram Sabahı, şiirinin birinci kısmında Süleymaniye Camiinde kılınan bayram namazını tasvir eder. Şair Süleymaniye Camii ile bütün tarihi unsurları birleştirir. Bu yapı altında mazi ile hali birleşmiş görürüz. Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya. Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor. ikinci kısımda bir ,,ordu - millet" olan Türklerin Allaha böyle bir yapı adadıklarını belirtiyor ve bunun, dinin mükemmel bir mimarisi oldugunu şu mısralarla ortaya koyuyor: En güzel mabedi olsun diye en son dinin Budur öz şekli hayal ettigi mimarinin. Yahya Kemal'e göre lstanbul'un ufkunda ,,bu kudsl tepe"nin seçilmesi, caminin sonsuzlugu iyi görebilmesi içindir. Caminin harcını gaziler ve serdar-


36

lar taşımış, mimar işçilerle birlikte çalışmıştır. Bu bir ,,zafer mabedi"dir ve mimarı da ,,bir neferdir". Burada Yahya Kemal görünenden görünmeyene gidiyor. Mimari unsurların, yalnız maddi binalardan ve taş yıgınarından ibaret olmadıgını da şu mısralarla anlatıyor: Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; · Ben de bir varisin olmakla bugün magrurum; Bir zamanlar hendeseden abide zannettimdi; Kubbeden altında bu cumhura bakarken şimdi, Senelerden beri rüyada görüp özledigim Cedlerin magfiret iklimine girmiş gibiyim. Yahya Kemal camide ibadet edenleri seyrederken ön safta ,,nefer esvaplı biri" gözüne ilişir. Şair bu neferin caminin ,,banisi mi" , yoksa ,, mimarı mı" oldugunu merak eder. Bu düşünce onu yine tarihe götürür, şair zaferleri hatırlar ve bir bir sayar. Burada Süleymaniye Camiinin mimarisinden hareket edilmekle beraber daha çok, tarih, mazi gibi temler işlenmiştir. Cami manevi degerlere götürülen bfr unsur olmuştu. Şiirin uzunluguna ragmen caminin göze hitap eden teferruatlı tasvirini bulamayız. Bu, ele aldıgımız diger şiirlerindekinden farklı bir işleyiştir. Yukarıdaki şiirlerinden anladıgımıza göre Yahya Kemal bazı mimari eser­ ler üzerinde özellikle durmaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir: cami, mezarlık, saray, kilise, havuz, fıskiye, şadırvan, kubbe . . . . Ayrıca bazı mimari unsurların, şairin ,,anahtar kelimeleri" arasında olduguun söyleyebiliriz. Bunlar şunlardır : mermer, somaki, som . . . Hatta Yahya Kemal 'in bu kelimelere özel bir ilgi duydugunu, bu kelimeleri çok sevdigini de söyleyebilirim. Suut Kemal Yetkin şöyle diyor: ,, Ressam tabiatı degiştirerek alır ve bunu yaparken plastik kayg ı ile hareket eder . " ( 1 962/36). Aynı ,,plastik kaygı"yı Yahya Kemal'de de görmekteyiz. O, plastik kaygı ile hareket eder şiirlerini yaratmış, kelimeleri ressamın, heykeltıraşın, mimarın kendi malzemelerini (boya, mermer, taş gibi) kullanılması gibi kullanmıştır. Yahya Kemal yazılarında da aynı kaygı ile hareket etmiştir. O, çevresine bakarken ,,plastik


37

kaygı"yı daima bir değerlendirme unsuru olarak kullanmıştır. Suut Kemal Yetkin sanat eserinin ,,tabiata tutulmuş bir ayna değil, tersine tabiata tutulmuş ruh" olduğunu söylüyor ( 1 962/33) . Burada ,,tabiata tutul­ muş ruh" ifadesine dikkat çekmek istiyorum. Yahya Kemal şiirinde ruhunu tabiata tutmuş, ve ruhunu aksettirmiştir. Bu ruhun en önemli unsurlarından biri de mimaridir. Yahya Kemal eserler bırakılmış, estetiğin teorisi üzerinde etraflıca du�muş ve düşünmüş, ayrıca Türk cemiyeti için önemli tekliflerde bulunmuş bir Türk şairi ve yazarıdır. Bu teklifler hala gerçekleşmiş değildir. Gerek şiirlerinde gerekse nesirlerinde gerçekleri dile getiren Yahya Kemal, bu gerçeklere güzel­ likler vasıtasıyla ulaşmak istemiştir. Çünkü o, Mehmet Kaplan 'ın da ifade ettiği gibi ,,güzelliğin daima hakikatten daha fazla tesirli olduğunu" bilmekte­ dir. ( 1 978/227) . KAYNAKLAR: 1 . Suut Kemal Yetkin , Estetik, Ankara 1 940 . 2 . Suut Kemal Yetkin '. Sanat Meseleleri, lstanbul 1 962. 3 . Yahya Kemal, Aziz lstanbul, 1000 Temel Eser, lstanbul 1969. 4. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, 1000 Temel Eser, lstanbul 1 969. 5 . Yahya Kemal, Mektuplar - Makaleler, lstanbul 1 97 7 . 6 . Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, lstanbul 1 9 7 7 . 7 . Mehmet Kaplan , Şiir Tahlilleri 1, lstanbul 1978. 8 . Yahya Kemal, Edebiyata Dair, lstanbul 1 984.



İKİNCİ OTURUM Başkan

: Prof. Dr. M. Orhan OKAY (Emekli Öğretim Üyesi)

Başkan Yrd.

: Yrd. Doç. Dr. Abdülkadir Hayber (Gazi Üni., Gazi Eğit. Fak., Öğrt. Üyesi)



SES, MÜSIKi VE YAHYA KEMAL

41

Yrd.Doç.Dr. Mehmet ÖNAL (*) Yirminci asır Türk edebiyatının en ilginç simalarından biri Yahya Kemal'dir. Bu ilgi, şiirlerindeki ses ve mOsıkl kavramları söz konusu olduğu zaman daha da artmaktadır. Eşyanın sihirli yanlarından biri olan ,,ses" ile sanatın en girift bir örneği olan ,,şiir"; ,,mOsıkl" gibi bir müşterekle birleşince, ortaya harikalar çıkabilir. Yahya Kemal, bu fırsatı değerlendirebilen nadir şahsiyetlerdendir. Yahya Kemal'in şiirlerinde ses ve mOsıkl konusu genel bir konudur ve bunun sınırlandırılması gerekir. Aradığımız sınırlı konular içinde bir teklif olarak arz ettiğimiz konular şunlardır: 1 . Muhteva ve kavramlar açısından ses. musıkl ve ahenk kavramlarını ara­ mak; bunu yaparken de tematik yapıyı oluşturan unsurları belirlemek. 2. Şiirlerin dil ve uslubu; kelimelerin ses. ritm. melodi değerleri; vezinler; mısraların birbirine göre durumları, kafiye, redif gibi unsurlar; harflerin ilişkileri asonas ve aliterasoynlar . . . gibi stilistik yapıyı belirlemek. 3. Hem muhtevanın hem de üslubun (söyleyiş, stilistik, dil ve üslup. . . ) bir arada değerlendirildiği vakit ortaya çıkan mana ve ses uyumunu tesbit etmek. Buna bağlı konteksleri belirlemek. Bu üç bakış açısının en dikkate değeri, üçüncü maddede belirlenen mana ve ses ilişkilerini ortaya çıkarmaktır. Bu yapılırken, başka şairlerde de buluna­ bilen ama Haşim, Necip Fazıl ve Yahya Kemal gibi şairlerde vazgeçilmez özel­ lik olarak anlaşılan ,,genel olarak şiir"den öte bir şiir anlayışının tanımlanması gerekmektedir. Bu konu gündeme gelince saf şiir, öz şiir, beyaz lisan, deruni

ahenk, deruni musıki, iç ahenk, iç musıki, kristalize ifade, asıl şiir gibi kavram veya terimler diyebileceğimiz sıfat grupları ile karşılaşılmak(*) Gazi Ü ni. Fen

-

Ed. Fak. Ö ğretim Ü yesi


42

tadır. Öyleyse Yahya Kemal, çeşitli vesilelerle şiir kavramına tanım olabilecek cümleler söylemiştir. Bunlardan biri, Seyh Galib'in şiirini lirizm açısından degerlendirdigi satırlardadır. Yahya Kemal, lirizm ile ilgili bir yazısında şunları söylüyor: ,,Eski gazelseralar lirizm'i, aşk kelimesiyle tarif ederlerdi. Onlar aşktan, bizim bugün anladıgımız alaka ve sevgi manasını anlamazlardı. Şeyh Galib'in: Bir şu'lesi var ki şem'-i canın Fanusuna sıgmaz asmanın mısraları lirizmin en mükemmel tarifidir .1ıı Bu satırlardan sonra şu tesbitte bulunur: ,, . . . lirik şiire bir sıfat vermek iktiza ederse asıl şiir demeli. Lirik şiire Şeyh Galib'in yukarıda zikri geçen beytinden başka bir tarifi münasib g örmüyorum. "121

Yahya Kemal'in, şiirle ilgili bir başka tanımı şöyledir: ,,Şiir, kalpten geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli edişidir; hissin bir­ den bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Bir mısran lisan olup olmadıgı

gayet aşikardır, deruni ahenkle ifade edilmişse şiirdir. "131

Bu tanım denemesinde, kolay anlayacagımız bir zemine ulaşmak için örnek vermek gerekir. Teoride belki anlaşılabilir ama iş mısra üzerinde göster­ meye gelince farklı deruni ahenk anlayışları ortaya çıkabilir. Öyleyse, şiir ve deruni ahenk kavramlarındaki çaresizligimizi, egitim amaçlı tanımlar söz konusu oldugu zaman pek de ortaya çıkmamakta ama hayat içindeki fonksiyona bakıldıgında eldeki verilerin yetersizliginde görülmektedir. Bu yetersizligi giderebilmek için degil ama anlayabilmek için, (1 ) Edebiyata Dair, s. 35 (2) a.g.e. s. 37 (3) a.g.e. s. 48


43

insanoglunun farklı ihtiyaçlarına egilmek gerektigini söyleyenlere kulak ver­ melidir. Bu ihtiyaçlar, evrensel ölçüler içindeki insan tanımında bulunabilir. Yahya Kemal'in şiirlerindeki ses ve mOsıki unsurlarını, deEİişik ölçülerle degerlendirebilmek mümkündür. Bu ölçülerden biri, Mehmet Kaplan' ın geliştirdigi sıralamadır. Onun şiirlerindeki kavram ve ilgi merkezi örgüsünü, Tevfik Fikret'in şiir ile karşılaştıran Prof.Dr. Mehmet Kaplan, şöyle bir sırala­ ma yapar: mOsıki, dinamik, zaman, genişlik (sonsuzluk), şiir, mısra-ı berceste, fiil, tarih sevgisi, toplumu sevme, biz, dışa dönük, yükselme, nikbin, ortak dil,

yaşamak, sıhhat, neş'e, iman. "141

Bu sıralamanın ilk hareket noktası mOsıkidir. Bundan sonrası, mOsıkiye nasıl bir rol düştügünün açılmasıdır ki, bu mese­ le sanat eserinin (R. Wellek'in ifade ettigi) amaç-mahiyet-fonksiyon kavram­ ları etrafında yorumlanması gerektigini ortaya çıkarır. Yahya Kemal'in şiirinde mOsıki ile açılan diger ilgi merkezlerini, mOsıkiye baglı olarak degerlendirirsek şu yorumları elde edebiliriz: 1) MOsıki her şeyden ewel, şiirin ahenk teknigini oluşturan bir imkan verir. Bu cümle bizi şu terimleri aramaya götürür: ahenk, ritm, vezin, kafiye, redif, asonans, aliterasyon ve bunlara baglı teknik yapı. 2) MOsıki, dil ve üslup bahsende, söyleyiş ilmi denilebilecek stilistik çalışmasının gerçekleşmesine baglıdır. 3) MOsıkinin, şiirdeki muhteva ve kavramlar ile baglantı kurması, şu örnek­ ler ile çeşitlenebilir: *

Türk tarihi, Selçuklu ve Osmanlı açılımı

*

Dergah kavramlarından yola çıkılarak tarikatların, tekke ve zaviyelerin;

bu kurumlardan biri olan mevlevilik'in konservatuar kurumuyla ilgili olarak degerlendirilmesi . (4) Prof. Dr. Mehmet Kaplan ,.Yahya Kemal'in Hayata Bakış Tarzı" Dr. Ayşegül Celeboğlu ,.Sessiz Gemi Sürecinde Ahenge Bağlı Kavramlar, Tenkit'ler yorumlar, Milli Eğitim Der. N u : 65. Temmuz 1 985, sf. 32


44

* Tabiat, fıziki çevre, mekan ile oluşan ritmik ve melodik yapının düşünülmesi * Biyografi, makale, deneme ve fikir yazılarının estetik yorumları diye­ bilecegimiz eserlerin tahlili * Bütün şubeleriyle kültür ve irfan kavramları * Fert ve cemiyet açısından oluşturulacak yorumlar: Ölüm ve müsıki, hayat ve müsıkl, gurbet ve mOsıkl gibi. . . * Şiirin sosyal hayata akacagı noktaya göre (eldeki eserin hangi amaç ve fonksiyonla kullanılacagına göre) belirlenebilecek başka açılımlar. . . 4) Müsıkl mutlak surette, yaşanan hayatla baglantısını kurabilmiş ve şiir yorumu ile tamamlanabilir. Bir paragraf ile meseleyi örneklendirelim: Yahya Kemal'in şiirlerini okurken öyle bir efsanedir ki hayat bazen kudümdür o, gahi semazen .. ve zann ımca en tellektüel bir seyr ü süluk başlar şiirler okunurken. Ahenk kelimenin asıl mimarı, ,,bana bir ses yaratan kudreti ver " hitabının muhatabıdır . Var oluştaki, yaradılıştaki ahenk, tedricen insan, millet, eşya, tabiat gibi unusrları kavrar ve ,,o tel kopuştaki" çağrışımları n kayn ağını verir. tekevvün, bu ahengin eseridir. Yukarıdaki paragrafı g ü n ümüzün ilmi ve sistematik anlayışı ile ispat etmeye ve bu hükümlerle sistem geliştirmeye imkan bulunamaz. Bu para­ graf, ancak bir subjektif yorum sayılabilir. Böyle bir paragraf olmasa idi, Yahya Kemal'in şiirlerindeki harf, hece ve vezin ilişkileriyle sese dayalı bir stilistik yorum yapılsa idi, belki ispat mümkün olurdu ama deruni ahenk denilen bakış açısı kaybolurdu.

Öyleyse en başta şunu kabul etmek geregi ortaya çıkmaktadır: Manzum eserlerde uslup çalışması yapmak yahut ses ve müsıkl gibi iki kavrama dayalı bir yorum oluşturmaya gayret etmek, eger o hal ve bilgi sosyal hayata aktarılamıyorsa. boşuna bir emek hüviyetinde kalacaktır.


45

Bu hazırlık, kendi Gökkubbemiz'de 8 1 şiir, Eski Şiirin Rüzgarıyla'daki 68 şiir ve Rübailer'deki 4 1 şiir incelenerek oluşturulmuştur. Bu 1 90 şiirin musiki­ den bahseden örnekleri ile muhteva olarak mOsıklden bahsetmeyen ama mOsıklye bir teknik olarak uygulayan örnekleri incelendiiği zaman, eldeki bakış açılarının değişik özelliklere bürüneceği muhakkaktır. Bundan sonraki yorumlar için, Yahya Kemal'in şu şiirlerini dikkatlerinize sunmak isterim. SES Yarab, ne müsavaatı ne hürriyeti ver Hatta ne o yoldan gelecek şöhreti ver Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim Yarab bana bir ses yaratan kudreti ver. TERCiH Dünyada ne ikbal ne servet dileriz Hatta ne de ukbada saadet dileriz. Aşkın gül açan bülbül öten vaktinde Yaranla tarab yar ile vuslat dileriz VEHBl'YE Her rind bu bezmin nedir encamı bilir Dünyamızı nagah zalam örtebilir Bir bitmeyecek şevk verirken beste Bir tel kopar ahenk edebiyyen kesilir F UAD ÖMER'E Eslaf kapıldıkça güzelden güzele Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele Sönmez seher-i haşre kadar şi'r-i kadim Bir· meş'aledir devredilir elden ele


46

Bu şiirler, tek bir ,,üslup" veya ,,ses ve müsıki" yahut ,,stilistik" bakış açısına bağlı olarak degerlendirildiginde ortak bir deruni ahenk modeli oluşamaz. Bu, şiirin okunmasıyla sezilir, hissedilir. Bizler eğitim amaçlı çalışmalarda bazı modeller oluştursak bile, deruni ahenk kavramını değil, olsa olsa farklı ve diğerlerine göre biraz daha teferruatlı bir ahenk (uyum) kavramını belirlemiş oluruz. Divan şiiri örnekleri incelenmeden , Batı modelleri oluşturulmadan, diğer sanatkardaki estetik prensipler ile şiir arasındaki ilgiler kurulmadan ve hepsinden önemlisi eldeki şiirler, hayata ve insan gerçegine bağlı olarak değerlendirilmeden ve sanat eserinin muhtemel fonksiyon açılımları inşa edilmeden yapılan uslüp çalışmaları harf, hece sayımından veya söyleyiş ben­ zerliklerinden öte bir anlam taşımayacaktır. Bu şiirler, bir genel başlık altında toplanacak olursa, şiir ve müsıki arasında kurulan ilişkiyi varlık ile irtibatlandırmak gerekecektir. Bu irtibat, fonksiyonel olarak

degerlendirilmeil

ve

muhakkak

muhatabın

şahsi

hayatına

indirgenebilmelidir. Stilistik bahsinin bir kolu olan nazım-müsıki ilişkisi, şiir okuyucusunun ve ayrıca araştırıcıların yaklaşım biçimlerine göre hayat içerisinde mesnet teşkil edebilir. Müsıki ile muhteva ve şekil arasında ilişki kurulurken ortay� çıkan deruni ahenk, tanımın yanında çok çeşitli yorumlara da muhtaç bir kavramdır. Bu yorumlar, bir kısım örnekler bulunduktan sonra belki sistemleştirilebilir. Bu sistem, bir eser meydana getirmek için degil , deruni ahenk taşıdıgı iddia edilen eseri anlamak içindir. Gerek söz konusu yorumlar ve gerekse elde edilebile­ cek örnekler, günlük hayat içindeki karşılıklarıyla anlaşılmalıdır. Başka türlü, ezber bilgi halinde kalacaktır. Daha önce yapılmış yorumlardan yola çıkarak, Yahya Kemal 'in bir kitabının adı ile ahenk ve müsıki unsurları aranacak olsa, bu unsurlar muhte­ vaya baglanabilse, belki şöyle bir ilgi kurulabilir. Kendi Gökkubbemiz ismi ,,kubbe' kelimesiyle düşünüldügü vakit, pek çok istiarenin teşekkülünü hazırlar. Kainatın kubbesi, dünyanın kubbesi, milletin kubbesi, muhit (nesil) olarak düşünülen insanların kubbesi, nihayet tek başına bir insanın kubbesi. . . . Bu sıralama zubde-i alem yahut alem-i kübra noktasına


47

kadar ulaşabilir. Cami kubbesi, saray yahut dergah kubbesi de çatı kelimesinin müteradifleriyle birlikte zihinde oluşturduğu çağırışımlar açısından yorumlana­ bilir. Biz, sadayı tutan, sadaya zemin olan ve onun sonsuza kadar tekrarına mesnet teşkil eden bir ilgiler, ses benzerliği veya ses tekrarı ile teyid edilebilirse, deruni ahenk kavramı için bir başka açı yakalanmış olur.151 Bu örnek deneme rind, ufuk, rüya, deniz kelimeleriyle de yapılambilir. Tabii ki, bu teklif, on, onbeş dakikalık bir konuşma süresi içinde genelleştirilemez; ancak, eksik ve hatalı yönleriyle birlikte tashih ve tevil edil­ erek, eğitim için, bir sisteme ulaşabilen çalışmalara ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. Bu konudaki bir başka bakış açısı, akımlar eleştirisinin yaygınlaştırdığı kurallardır. Edebiyat tarihindeki bilgiler ile temsilcilerinin örnek eserleri karşılaştırdığı vakit daha bariz olarak belirlenebilen bu kuralllar, madde madde ezberlenerek hatırlarda tutulmaktadır. Bu bilgilerin fonksiyona ulaşması gerekmektedir. Mesela parnasyenlerdeki teksif, kesafet, çağrışım gibi özellik­ ler sembolistlerdeki mOsıkl, ara renk, orijinallik gibi unsurlarla karşılaştırılarak bir ölçü bulunabilir.Yahut, klasiklerdeki dil kurallarına uygunluk ile romantik­ lerdeki dağınıklık ve bu oranda hassasiyet, ahenk açısından incelenebilir. Nihayet, asıl kaynağımız olan klasik şiirimizdeki mazmunlar ile özellikle edebi sanatlar ve teknikler (sehl-i mümteni'den sebk-i hindi'ye kadar. . . ), kafiye oluşumları, müreddef olma şartalrı gibi özellikler değerlendirilebilir. Bu konuşmayı sonuçlandırmak üzere diyebiliriz ki; Yahya Kemal'in şiirlerinde ses ve mOsıkl aranırken, harf-hece ve kelime tarayan dil ve üslup çalışmasının yanında, muhteva çalışması da yapılmalı ve

(5) Bu yorum Mehmet Aksoy'un ,,Yahya Kemal'de musiki" isimli yazı serisinden alınmıştır. (Divan Mec. Kasım - Mart 1 978-79 (Nu: 1 -5) (*) Bir örnek soru olmak üzere, kendi kendime şu soruyu sordum: Ondokuzuncu ve yirminci asır Türk şiirinde kullanılan kafiye türlerinin kaç gruba ayrıldığını söyleyebilir misin? . . . Kendime verdiğim cevap ,,hayır" oldu. Çünkü kesin olarak bilmiyordum. Ahenk unsurlarına ait daha başka soru grupları da aklıma geldi ama onları cevaplamaya değil, bir cümle halinde soru olarak belirlemeye bile çekindim. Gerçekten de şiirde ses, musiki ve deruni ahenk konularında çok az bilgi vardı.


48

yaygın olarak deruni ahenk kavramıyla isimlendirdigimiz şekil muhteva-mCısıki ilişkisi, fonksiyonel bir şekilde sistemleştirilmelidir. Bu sistem veya metot arayışı, pek çok ihtiyaca cevap verecektir. Bu yapılırken, günlük hayata bakan bu ihtiyaçların, şahsa indirgenebilen dokusu, özellikle belirlenmelidir. Egitim açısından ve fayda prensibi noktasında buna ihtiyaç vardır. Belki sanatın bu yönü de sistemlerle çözülemeyecektir ve bir sır olarak kalacaktır ama insanı sanat ile olan ilişkisi, ahenk ve mCısıki kavramlarıyla yeni bakış açılarının oluşturdugu zeminlerde, çeşitli yorumlara ulaşacaktır.


YAHYA KEMAL VE TÜRKÇEMİZ

49

Prof. Dr. Leyla KARAHAN (*) Türkçeyi sevmek, Türkçeyi düşünmek, Türkçe için endişe duymak ve Türkçe yazmak. . . Bunlar hepimizin, en başta da şair ve yazarlarımızın görevi. Milliyet ile dil arasındaki bag, milletin dille var oldugu ve dille varlıgını sürdürecegi gerçegi, tarih boyunca insanları kendi dilleri üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Edebiyat tarihimize şöyle bir göz atınız; bunun sayısız örnek­ lerini görebilirsiniz.

Kimi sanatkarlar Türkçenin güzelligi karşısında

hayranlıklarını dile getirirken , kimileri Türkçenin zenginligiyle, üstünlügüyle övünmüş, kimileri de Türkçe yazmayanlardan , Türkçeye önem vermeyenler­ den yakınarak, endişelerini, kaygılarını dile getirmiştir. 1 1 . yüzyılda Yusuf Has Hacip, Türkçeyi yaban geyigine benzeterek, peşinden koşup onu yakaladıgını ve ondan güzel kokular aldıgını söyler (Arat 1 979: 661 7 . 6619. beyitler) . Bu sözler, Türkçenin gücünü bilmeyenlere, Türkçe yazmayanlara bir şairin tepkisidir. Bilindigi gibi Yusuf Has Hacip, Arapça ve Farsçanın medeniyet dili oldugu bir çagda Türkçe Kutadgu Bilig adlı büyük manzum eseri yazmıştır.

15. yüzyılda Ali Şir Neval, Muhakemetü'l-Lügateyn adlı eserinde, Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerine on sekiz bin alemden daha yüksek bir alem gördügünü, bu alemin gül bahçesinde güllerin güneşten daha parlak oldugunu, bahçedeki dikenlere ragmen bu yolda yürümekten vazgeçmedigini ve bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden güzel kokular kokladıgını söyler ve verdigi örneklerle Türkçenin Farsçadan üstün bir dil oldugunu anlatır (Barutçu: 1 996 s. 13) . Nevai'nin bu tavrı da o dönemde Türkçe yazmayan­ lara bir tepkidir. Bugüne kadar daha nice şair ve yazarlar, fikir adamları, Namık Kemaller, Ömer Seyfettinler, Ziya Gökalpler, Yahya Kemaller Türkçe için mücadele

(*) Gazi Ü ni. Gazi Eğitim Fak. Ö ğretim Ü yesi


50

ettiler. Bu bildiride, sadece bir şair degil aynı zamanda bir fikir adamı olarak Yahya Kemal'in Türkçeye bakışı, Türkçenin meseleleri üzerindeki görüşleri ele alınacaktır. Yahya Kemal'in dilin önemi, Türkçenin o dönemdeki durumu ve dilin sadeleştirilmesi konusundaki düşüncelerini, ölümden sonra yayımlanan Edebiyata Dair adlı eserdeki yazılardan, bazı mektuplardan ve onu yakından tanıyanların hatıralarından ögreniyoruz. Yahya Kemal'in Türkçenin sadeleştirilmesi konusundaki düşüncelerine geçmeden önce dilin önemi hakkında neler düşündügünü görelim: Yahya Kemal, herşeyden önce malzemesi dil olan bir sanatın temsilcisidir. Bir şair ve yazar, bir fikir adamı olarak diln milletin varlıgı için önemini, dilin zamanı ve mekanı kucaklayan o inanılmaz gücünü çok iyi bilmekte ve ,,Bu dil agzımda annemin sütüdür. " diyerek onu azizleştirmektedir. ,,Dil şuurunun zayıflıgı', bugünün oldugu gibi o günün de problemidir. Yahya Kemal bir yazısında dile karşı gösterilen kayıtsızlıktan yakınarak bunun dilin kutsiyetini idrak edemeyişimizden kaynaklandıgını ifade eder ve vatanın kutsiyetini bize Namık Kemal çıkmadıgı için biz sadece dilimizi seviyoruz, der. Ona göre Türkçenin sadeligi , dogrulugu için çalışmak ikinci derecede önemlidir. Birinci derecede önemli olan onun kutsallıgını idrak etmektir. Kültür, medeniyet ve egitim projeleri hep Türkçe meselesine dayanır (ED , 83, 84) . D il tartışmalarının çok yoğun oldugu il. Meşrutiyet sonrası Türkiyesinde , bu fikrin sık sık dile getirildigini, mesela Yeni Lisan hareketinin öncülerinden Ömer Seyfettin'in bir yazısında ,,Milliyetimiz nasıl Türklük, vatanımız nasıl Türkiye ise lisanımız da Türkçedir. Türkçe bizim manev1 ve mukaddes vatanımızdır" dedigini biliyoruz. (Ö. Seyfettin

:

1 98, s. 63) .

,,Dil, insanlar arasında anlaşmayı saglayan tabii bir vasıtadır. " Bu, dille ilgili en yaygın tariflerden biridir. Halbuki dil, sadece basit bir anlaşma aracı degildir. Milleti millet yapmak, milli kültürü, milli değerleri geçmişten gelecege taşımak gibi önemli rolleri vardır. Yahya Kemal, ,,Bizi ezelden ebede kadar millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan Türkçedir." derken dilin tariflerde


51

pek yer almayan bu rolüne işaret eder ve ,,Bu bag öyle metin bir bagdır ki vatanın hudutları koptugu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirini baglayan Türkçedir . " derken dilin tariflerde pek yer almayan bu rolüne işaret eder ve ,,Bu bag öyle metin bir bagdır ki vatanın hudutları koptugu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize baglı tutar. Türkçenin çekilmedigi yerler vatandır, ancak çekildigi yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir. Bu bag, milyonlarca Türk'ü birbirinden bugün ayırmıyor" diyerek bir gün Türkçenin bu dagınık kitleyi yekpare ayaga kaldıracagını söyler (ED, 84) . Bugün görüyoruz ki bizi, 1 250 yıl önceye götürerek Bilge Kagan'ın sözleriyle buluşturan ve zaman sınırı tanımayan Türkçe, siyasi sınırları da tanımamaktadır. Türk dünyasında bugün tesis edilen gönül birligini Türkçenin zaferi olarak görmek, herhalde yanlış degildir. Dil, millldir; yazı dilimizin esası İstanbul türkçesine dayanmakla beraber, bir kültür merkezi olması İstanbul'u. diliyle, . kültürüyle bütün bir vatan cografyasının temsilcisi haline getirmiştir. Yahya Kemal, dilin milliligi gerçegini şöyle ifade ediyor: " İstanbul da Türk vatanından bir mıntıkadır. . . Onun da lehçesinin hususiyetleri var ki kavfüde gelmez. Türklerin edebi lisanı, milli ve müşterek bir mirastır, ona payitaht da dahil olmak üzere hiçbir şehir tahakküm edemez (ED, 100) . Türkçenin sadeleştirilmesi çalışmaları şuurlu ve sistemli olarak Tanzimat döneminde başlar. Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi gibi şahsiyet­ lerin çabalarıyla edebi dil kısmen de olsa sadeleşme yoluna girer. Daha da önemlisi sadeleşme fikri zihinlerde yerleşir. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplu­ lugunun dil anlayışı, Tanzimatçılardan farklıdır. Bu dönemde dil, Arapça, Farsça kelime ve terkiplerle agırlaşmıştır. il. Meşrutiyet dönemi dergilerinde (Servet-i Fünun, Sırat-ı Müstakim, Türk Demegi, ikbal vb.) bu dil anlayışını benimseyenlerle Türkçeden bütün yabancı kökenli kelimeleri atmak isteyenler yaşayan Türkçeyi savunanlar arasında hararetli tartışmaar sürer gider. Yahya Kemal, Türk dili tarihi için çok önemli olan iki hadisenin gerçek­ leştigi bir dönemin şairidir. Bu hadiselerden biri 1 9 1 1 'de Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp. Ali Canip ve arkadaşları tarafından Genç Kalemler dergisi


52

etrafından başlatılan Yeni Lisan hareketi, digeri de Atatürk'ün 1 932 Temmuzunda Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurarak başlattıgı dil inkılabı. Yeni Lisan hareketinin temel prensibi, halkın bilmedigi, anlamadıgı, kul­ lanmadıgı Arapça, Farsça kelime ve terkipleri atarak yazıdilini konuşma diline yaklaştırmaktır. Yahya Kemal, bu hareketin başladıgı 1 9 1 1 yılında henüz Pariste' dir. 1 903'te Paris'e gitmeden önce Servet-i Fünun toplulugunun dil anlayışıyla şiirler yazan Yahya Kemal, ilk sade şiiderini paris'te yazmaya başlamıştır. Bu degişmeyi ,,Edebiyat-ı Cedide'nin lisanından , zevkinden , şiir telakkisinden kur­ tuldum." (ED , 269) sözleriyle ifade eder. Ona göre ,,Alafranga edebiyatımızın zuhurundan beri Fransızca irfanımızın tesirleri, zevkimizi bozduktan başka, Türkçenin sarfına, tavrına, hatta nahvinin iliklerine kadar tesir etmiti. O vak­ tin son neslinin elinde Türkçe yavaş yavaş tatlı su lehçesi oluyordu" (ED , 258) . Yahya Kemal, Paris yıllarındaki sade Türkçe arayışını şöyle anlatıyor: ,,Heredia'yı severken eski Yunan ve Latin şiirinin zevkini almıştım. Öteden beri aradıgım yeni Türkçenin yanına yaklaştıgımın bu münasebetle farkına vardım. Söyledigimiz Tükçe, eski Yunan ve Latin şiirindeki beyaz lisan gibi bir şeydi" (Banarlı. 1972; 1 24). Yahya Kemal, 1 9 1 2 'de Paris'ten döner. Onun bu dönemde dilin sadeleştirilmesi konusundaki düşünceleri Yeni Lisan hareketinin öncüleri Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp'ten farklı degildir. Mesela Yeni Lisancılar ,,Halk dilinde Türkçe müteradifi bulunan Arapça ve Farsça kelimelerin atılması" gerektii görüşündedirler. Yahya Kemal bir yazısında ,,O kadar müs­ tamel bahr, artık çirkin bir kelime oluverdi. Gözümüze çirkin görünüyor. D enizi deniz kelimesiyle, ebri, sehabı bulut kelimesiyle hissedebiliyoruz." (ED , 88) derken , Yeni Lisancıların bu görüşünü tekrarlamış oluyordu. Yahya Kemal'in bu dönemde Yeni Lisancılar gibi tasfiyeciligi de reddettigini, hür­ riyet, meclis, vatan gibi benimsedigimiz kelimlerin yerine başka lehçelerden kelime alınmasına karşı çıktıgını görüyoruz. Ona göre her halk kendi ikliminin lisanını söyler (ED , 89). Türkçe, il. Meşrutiyet döneminde hızla sadeleşme yolundadır. Yeni Lisan


53

hareketi başarılı olmuştur. 1 922 'de Dergah'taki bir yazısında bu dönemi ,,Türkçenin geçirdigi bu son on senelik hayırlı inkılap" olarak degerlendiren (ED , 131) Yahya Kemal, dilin sadeleşmesinden memnundur. Kendisiyle yapılan bir mülakatta sarfta Türk kelimelerini, nahivde Türk tavırlarını, şivde Türk agızlannı aradıgımızı ifadeyle milletin zevkindenki samimiyete dogru süratli dönüşün hayranlık verici oldugunu söyler (ED , 88). ,,Türkçe senelerden beri tıpkı bir heykel gibi eski rengin kisvesini atıyor, bembeyaz vücudu ile ortaya çıkıyor. . . Türkçe bu on seneden beri güzel bir lisandır. Bu saat hududumuz dahilinde muzafferdir. Yarın hududumuz haricin­ deki Türkleri de tabii güzelligi ile etrafında toplayacaktır (ED , 272). Yahya Kemal'in yaşadıgı dönemin dil hadiselerinden ikincisi de ,,Dil inkılabı" dır. Atatürk, 12 Temmuz 1 932'de o zamanki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurarak dil çalışmalarına başlar. Eylül 1 932 'de Birinci Türk Dili Kurultayı toplanır. Çalışmaların amacı Türkçeyi çagdaş medeniyetin bütün kavramlarını. bütün nüanslarını karşılayabilecek bir dil haline getirmektir. Atatürk, bilindigi gibi 1 932- 1 935 yıllan arasında aşırı özleştirmeciligi (tas­ fiyeci ligi) denemiş, ancak daha sonra bundan vazgeçerek tabii yola dönmüştür. Aşın özleştirmecilik yıllan\lda Atatürk, birçok şair ve yazar gibi, Yahya Kemal'i de dil çalışmalarına davet etmişti. Dilde tasfiyeciligi daima red­ detmiş olan Yahya Kemal, Atatürk'ün davetini şu sözlerle geri çevirir: ,,Lütfen Paşa Hazretlerine arz ediniz, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehmimle başbaşa kalmak istiyorum. Beni affetsinler. " (Banarlı 1972; 98). Atatürk, bir süre sonra dilin bir çıkmazda oldugunu görerek bu deneme­ den vazgeçmiş ve tabii yola dönmüştür. Atatürk'le Yahya Kemal'in dil anlayışı bu tarihten (1935-36 yıllarından sonra) itibaren ortak bir noktada buluşur. işte o günlerde, bir mecliste açık Deniz ve birkaç şiirini okuyan Yahya Kemal'e Atatürk; ,,Hakiki ve güzel Türkçe budur" diyerek şunları söyler: ,,Sizi dil çalışmalarına davet ettigim zaman bana, benim ilmim degil sadece vehmim vardır, müsaade eden ben bu vehmimle başbaşa kalayım demiştiniz.


54

Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki dil davasında siz haklı çıktınız. Sizin o zaman­ ki vehminiz bizi bugün mesud ediyor. " Daha sonra Atatürk, yanındakilere dönerek ,,Görüyorsunuz ya Yahya Kemal'in vehmi sizin ilminizi mağlup etti. " der (Banarlı 1972, 98). Yahya Kemal'in türkçe anlayışı, halkın bildiği, kullandığı, dile yerleşmiş her kelimeyi kökeni ne olursa olsun Türkçe sayan anlayıştır. Kendisiyle yapılan bir mülakatta, dil hususunda neyi ölçü kabul ettiği sorusuna Yahya Kemal, mil­ letin zevkini esas aldığı cevabını verir ve Türkçe anlayışını şu sözlerle açıklar: ,,Beyaz kelimesinin yerine ak kelimesini ikame edemeyiz. Mamafih ak kelimesini yaşadığı noktalarda kullanırız. Akdeniz, yüzüm ak, alnım açık deriz. Miyar diyordunuz, asıl miyar dediğim gibi milletin kendi hükmüdür. ben daima dedim ki iskele. liman kelimeleri kadar hangi menşeden olduğunu öğrenmek için bir lisaniyet alimine müracaat etmeye mecbur olduğumuz Türkçeleşmiş Arabi ve Farisi kelimeler, Türkçedirler. Bundan ötesi için lügati kapamak lazımdır" (ED , 274) . Her dil, bir başka dilden aldığı kelimeleri, kendi dilinin ses yapısına uydu­ rur, kendi zevkinde yoğurur; kısaca kendine mal eder. TUrkçede bunun pek çok örneği vardır. Yahya Kemal diyor ki ,, Cedlerimiz ecnebilerden bir kelimeyi aldıkları zaman o kelimeye nasıl bir şekil verirlerdi? Fethettikleri yerlerde değiştirdikleri şehir isimlerine bakınız. Türk zevkinin ayarını anlarsınız. Cedlerimiz dilinde kalan Rumca kelimeler nasıl incelmiş. Ayanikola, lnegöl olmuş. Naksos, Nakşe olmuş, Adriyanapolis, Edirne olmuş, Karyamus, Kerpe olmuş. Böyle binlerce misal vardır ki Türk harsının hadd-i azami kuwetini muhafaza ettiği devirlerde ecnebi kelimelerin Türk kılığına nasıl g irdiklerini gösterir (Mektuplar. Makaleler, s. 40) . " Yahya Kemal. sadece fikirleriyle Türkçeye hizmet etmemiştir. Onun Kendi Gök Kvbbemiz kitabındaki şiirlerine bakınız. ,,Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde. " mısraları ne kadar Türkçedir. ,,Baktım konuşurken daha bir kerre güzeldin


55

lstanbul'u duydum daha bir kerre sesinde" derken de, Türkçeyi duyuyor, Türkçeyi hissediyoruz. Yahya Kemal, savunduğu dil anlayışına uygun yazdığı şiirleriyle de kendi diline, Türkçeye olan sorumluluğunu yerine getirmiştir. KAYNAKLAR Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig ; TDK Yayınları, Ankara 1 979. Nihad Sami Banarlı, Türçenin Sırları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1972. Sema Barutçu. Muhakemetü' l-Lügateyn, TDK Yayınları, Ankara 1 996. Ömer Seyfettin, Dil Konusunda Yazılar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1 989. Yahya Kemal. Edebiyata Dair (ED), Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1 97 1 . Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1972. Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, lstanbul 1972.


56

YAHYA KEMAL'İN NESİRLERİ

Doç.Dr. Belkıs Altuniş GÜRSO" (*) İyi bir şair oldugu kadar, hoş sohbet bir insan olan Yahya Kemal, Me :lis­ lerin mir-i kelamı olarak bilinirdi. Konuşmayı seven , konuşurken arayan bu­ lan ve gür bir ırmak gibi akan şair, lstanbul'un pek çok semtindeki kahvek�r­ de, Beyazıd'daki Küllük 'te, dost ve ahbab evlerinde zengin birikiminin bir te­ cellisi olarak , sevenlerine ve ögrencilerine saatlerce konuşur.konuşurdu . Yazı­ ya geçirilmedigi için kaybolan bu sohbetlere hayıflanmakla beraber, bazıları­ nın kaydedilmiş olması, dagınık halde bulunan pek çok evrakın bir araya ge­ tirilerek , kitap haline konuluşu tesellimiz oluyor. "Bu dil agzımda annemin sütüdür" diyerek Türk dili sevgisini sanatının en asil ülküsü yapan şair, giderek sadeleşen bir Türkçeyle siyasi sosyal, edebi ve fikri konularda . sohbet. hatıra, hikaye makale ve konferans türünde. bir çok eser vermiş, bu yazıların bir kısım gazete ve dergilerde neşredilmiştir. Sekiz ayrı kitap · halinde toplanan bu nesir eserlerini biz bu konuşmamızda tek tek tanıtmaya çalışacagız.

Aziz İstanbul

:

(29 Mayıs 1 964),Elli yedi sayfalık bir konferans metnini,

bazıları ilk defa Tevhid-i Efkar, Peyam-ı Edebi ve Dergah mecmualarında ya­ yımlanmış yirmi altı adet yazının takib ettigi bu kitapta yazar, lstanbul'u anla­ tır. Yahya Kemal için dogdugu Üsküp, "Türklügün Tekasüf ettigi" yerdir. İs­ tanbul ise 'Türklügün sembolü"dür. O, fırsat buldukça çok sevdigi lstanbul'u dolaşır. Bu dolaşmalarda geçmişse dogru bir yolculuga çıkar. Kadim Roma tarihini, Dogu Roma imparatorlugunu, 1. Haçlı seferini, 1071 'de Anadolu'yu vatan yapışımızı, Selçuklu ve Osmanlı'nın macerasını, Bizans'ın yıkılışını ve nihayet Fatih 'in lstanbul'a girişini anlatır. Önceden müjdelenmiş bu fetih, bu feth-i mübin, yabancı ve yerli tarihçilerin bilgileri aktarılarak ve mukayeseler yapılarak ortaya konur. Şair, Edirne Kapı ile Topkapı arasındaki büyük gedik-

(1 ) Gazi Ü ni. Gazi Eğitim Fak. Ö ğrt. Üyesi


57

ten şehre giren askerlerin heyecanını yaşar. Akşemsettin 'in tesadüfen secca­ desinin altında yatmakta olan sahabeden Eyüb Sultan'ın kabrini keramet yo­ luyla buluşunu anlatır. ilmi tarih ile menkıbevi tarih bu mucizevi fetihte iç içe yaşar. Sonra bizi, Eyüb'te, fethi gören şehir Üsküdar'da ve Boğaziçi'nde do­ laştırır. lstanbul'un her köşesini keşfetmeye ömrü yetmeyecek diye eseflenir. Mimari eserleri, banileri, mimarları ve özellikleriyle birlikte sayıp döker. Cami­ ler çeşmeler, sadırvanlar, ahşap evler, türbeler, çarşılar, servi gölgeleri altın­ daki mezarlıkar, ezanlar, ramazan , kandil ve bayramlar, Topkapı 'da Hırka-i Saadet dairesinde Yavuz'un Kutsal emanetleri lstanbul 'a getirdiği günden be­ ri, kırk hafızın dört yüz seneden beri nöbetleşe olarak hiç fasılasız indirdiği ha­ timler; Türk Ruhu olarak nitelendirilir. Yahya Kemal , gördüğü her nesnede, işittigi her seste teşne olduğu bu ruhla buluşur. Buluşunca da rahatlık, emni­ yet ve huzur duyar. içi titreyerek bu ruhun ve yerli rengin devamlılığını, kay­ bolmamasını ister. Tarihl ve tabii güzellikleriyle dünyanın gözdesi olan İstanbul , ne yazık ki son senelerde çehre değiştirmiştir. Sahillere depolar, Göksu'ya iplik fabrikası, Haliç'te gemi tezgaharı kurulmuştur. Resmi bir toplantıda lstanbul 'un imarı konusunda teklif ve tavsiyelerde bulunan şair, şehrin yerli ve milli dokusunun bozulmayıp, hususi karekterinin muhafaza edilmesi gerektiğini söyler.

Eğil Dağlar (1 966), Bu eser, daha önce gazete ve mecmualarda yayınlanmış 86 yazının toplanmasından meydana gelmiştir. Bu yazılardan 6l 'i daha önce ileri Gazetesinde (27 Ocak 192 1-30 Haziran 1 92 1),

1 9'u

Tevhid-i Efkar'da (9 Mart 1 922- 1 7 temmuz 1 922) , 3'ü Dergah, 3 ü de Ha­ kimiyet-i Milliye dergisinde yayımlandı. Milli Mücadele ile ilgili konuların yer aldığı bu yazılarda, Yahya Kemal , ha­ diselere zeng in bir birikimin arkasından bakar. Albert Sorel'in bu geniş vuzuh­ lu tilmizi, zamanın kendisini haklı çıkardığı isabetli teşhis ve tahminlerde bulunur. Doğup büyüdüğü Balkan şehirlerinin kaybı, onda dindirilmez bir acı ve hasret duygusu uyandırmıştır. Bu kaybolan şehirlerle ve mahzun hudutların


58

arkasında akan sularla beraber, bütün bir çocukluk saadeti de kaybolmuş­ tur.Acaba şairdeki mazi hasreti ile, bu daussıla duygusunun bir irtibatı var mı­ dır? Bu acıyı ve hasreti etinde hissetmiş olan Yahya Kemal, Yunanlıların iz­ mir, Bursa, Eskişehir ve Edirne'yi işgali karşısında kaleminin olanca gücüyle Milli Mücadele'yi destekleyen Mustafa Kemal'i ve onun silah arkadaşlarını tak­ dis ve tebcil eden yazılar yazar. Zaman zaman aynı fikirleri tekrar eden bu ya­ zıların başında, çogu zaman o yazıyı özetleyen veciz bir cümle yer alır. Bu ka­ lem tecrübeleri. yönlendirme, telkin etme, teşvik ve takdir etme, cesaret ve güç verme, ikaz etme, temkinli olmaya davet etme, kendimizi kendimize far­ kettirme, silkeleme, uyandırma, mukayeseler yapma maksadıyla yazılmışlar­ dır. Hiç yoktan var olarak, Avrupalılarca desteklenen ve askeri bakımdan en iyi dönemini yaşayan Yunanlıların karşısına çıkan Türk Ordusu ve onu ortaya çıkaran Anadolu halkı yüceltilir. Türk ruhu, "Ya Devlet başa, ya kuzgun leşe" sözüyle ifadesini bulan istiklal aşkımız, askerlik ve teşkilat kurmadaki başarıla­ rımız, idari kabiliyetimiz, azınlıklara tanıdıgımız hak ve hürriyetler gibi özellik­ lerimiz, övülürken eksiklerimiz gösterilip, telafisi için yapılması gerekenler üzerinde durulmuştur. Eserde tenkit edilen belli başlı meseleleri maddeler halinde toplayahm: 1 . Beyoglu · nda mütarekeden beri çeşitli lisanlarda gazete çıkarılmaktadır. türk gazeteleri. bu gazetelerden aldıkları iktibaslar ve tercemelerle lstanbul'da bir kamuoyu teşkil ederler. Yanlış ve maksatlı verilen bu haberler, Avrupa ve Amerika'ya her şeyi ters yüz ederek gösterirler. Sesimizi ve kendimizi dışarı­ ya karşı gerektigi ölçüde duyurmakta, Yunanlıların Batı Anadolu'da gerçekleş­ tirdigi mezalimi haber vermekte geciktik. Kuva-yı Milliye'nin kendisini dogru­ dan ifade edebilecegi bir basına ihtiyaç vardır. 2. lstanbul Türkleri bir cemaat ruhu halinde,bir tesanüd içinde degildirler. Milli varlıgına derinden baglı olan lstanbul halkı fikren kayıtsızdır. lstanbul' da­ ki Rum magazalarını dolduran Türkler: bu yolla paralarını, Yunanlılara cep­ hane yetiştiren Yunan teşkilatnıa verdiklerini düşünmezler.


59

3. Osmanlı döneminde padişah, sadrazam ve dış işleri nazırı (reisülküttab), Avnıpa'nın siyasi tarihini ve dengelerini bilmiyorlardı. lngiliz diplomatı Pitt "Osmanlı lmparatorlugu'nu Rus istilasına karşı korumanın lüzumunu anlama­ yan bir lngilizle siyasete dair konuşmam" derken, batı'nın siyasi dengeleri gö­ zeterek kararlar aldıgını ifade eder.

4. Türkler arasında "taksim-i amal" denilen iş bölümü eksiktir. Devlet işle­ ri genellikle çalışkan ve fedakar bir memurun üzerine yıgılır. Her ferdin sade­ ce bir işi olup, digerlerine karışmadıgı Avrupa ülkelerinde insanlar dinlenme­ yi ve tatil yapmayı da bilirler. Devlet mekanizması saat gibi işler. Ayrıca hiç bir konuda elimizde istatistiki bilgi yoktur. 5. Son on senenin savaşlarında şehit düşenlerin aileleri perişan vaziyette­ dir. Şehit çocuklarının barındırılması, yeterli sayıda ve yaygın darüleytamların bulunması, Millet Meclisi'nin bu tip kuruluşlara sahip çıkması gerekir. 6. lslamın tevekkülü ferdi ve sosyal hayatımızın en zor zamanlarında bize dayanma gücü vermiştir. Bu konuda ölçüyü kaçırdıgımız yerilirken, Yunanla­ rın Hüdavendigar'da gerçekleştirdikleri faciayı dünya kamuoyuna duyurmak konusundaki gafletimiz ve siyasi imkanları kullanmada gösterdigimiz ihmal, tevcekkül duygusunun yanlış anlaşılmasına baglanır. 7 . Bizim için ba's-ü ba'd-el-mevt olan istiklal Harbi'nin hatırası her zaman canlı tutulması, gazi ve şehitlerine gerekli saygı gösterilerek; onlara duyulan minnet borcu ödenmelidir. 8. Siyasi ve Edebi Portreler : 1 968. 1 68 sayfa tutarındaki bu kitapta,

edebi ve siyasi hayatımızda önemli yeri olan yirmi isim tanıtılmaktadır. Bazıları eksik ve kaybolmuş olan bu yazılar, edebiyat tarihimiz için degerli bir vesika hükmündedir. Tanıttıgı isimleri başarılı bir şekilde tasvir eden Yahya Kemal, kendi fikir­ leriyle bagdaşmayan şahsiyetleri tenkit etmiştir. Mizacı itibarıyla polemige gir­ meyi sevmeyen şair. bu sebeple hayatta iken hatıralarının neşrini istemez. Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Halide


60

Edip, Yakup Kadri, Refik Halid, Ruşen Eşref, Ahmet Naim bey gibi edebiyat­ çılar ile Mizancı Murat Bey, Enver Paşa, Yusuf Akçura, Şekib Bey, Kıbnslı Zade Tevfik, Doktor Nazım, Bahaeddin Şakir, Cemal Paşa ve Cavid Bey g ibi fikir hayatımızda rol oynamış isimler hakkındaki görüşler, hatıra şeklinde kaleme alınmıştır. Bizzat tanıdıgı, görüşüp konuştugu insanlar hakkında degerlendirmeler yaparken, şairin miyarı ; saglam ve şuurlu bir Türkçülükle milli tekevvün anlayışı olmuştur. Yazar, edebi ve siyasi şahsiyetleri anlatırken, zaman ve mekanın, küçük hesapların, kısacası subjektivitenin üstüne çıkarak, kesin ve özlü hükümlere varır.

Siyasi Hikayeler Bu başlık altında il. Mahmut devrinden itibaren devlet adamlarından bazıları ile ilgili hikayeler anlatılır. Bu yazılcmnı "Sultan Abdülaziz'e dair bir Muhasebe" adlı hikayesindeki görüş içinde yazmıştır. "Matbu kitaplardan başka el yazmalarına kadar görrnedigi nüsha yoktur. Lakin esef olunur ki ta­ rihteki meziyeti yalnız iyi okumak ve iyi anlatmaktan ibaretti. Frenk ta­ rihçilerinde görülen esaslı meziyet; hadiselerin asıl sebeplerini buluncaya kadar derine gitmek, igreti rivayetlerden kaçınmak, en saglam vesikalara inanmak, öteden beri edinilmiş fikirleri bir dogru vesika görünce bir tarafa atmak, indi düşüncelere baglanmamak" Bu hikayede Kadri Bey'in şahsında kendi görüş ve düşüncelerini nasıl bir anlayışla kaleme aldıgırY söyler. Fustel de Colange'ın "bana bir kagıt parçası gösteriniz" cümlesi'ni bir düstur olarak aldıgından hikayeler bu noktai nazardan degerlendirilir. 1- "Şemi Molla" adlı hikaye, Keçecizade izzet Molla 'nın agzından nakledilir. Yakın dönemin siyasi tarihinden bir kesit hüviyetinde dile getirilir. il. Mahmud devrinin meşhur veziri Halet Efendi'nin katlı, her devrin adamı

olan Şem'i Molla'nın yine gözde oluşu, izzet Molla'nın Sivas kadılıgı ile Menfaya sürülüşü anlatılır. 2- "Bir Gfüclenin Gafleti'nde il. Mahmud'un gözdesi Mehmet Ali Bey'in macerası eski bir bürokrat olan Raşit Efendi'nin agzından anlatılır. Halet


61

Efendi, Padişah üzerindeki nüfusunu yeniçeri ocağını e l altında istediği gibi idare ederek sağlar, Padişahı daimi bir şüphe içinde bırakır. Bu şüphe canlılığını korudukça, o, ocak zorbalarının dizginlerini daha iyi elinde tutar. Yeniçerilerin müdafii gibi geçinir. Yeniçeri Ocağı'nın tamamen kaldırılması gerektiğini söyleyen tecrübeli ve akli selim sahibi bir devlet adamı olan Mehmet Ali Bey, bu fikrinden ötürü tahtına halel gelmesinden korkan il. Mahmut'un gazabına uğrar. Uzlette yaşamaya mecbur edilir. 3- Tahmisci emanetinden emekli Raif Efendi uzlette yaşayan kamil bir insandır. Raif Efendi, Sultan Mustafa'nın Şehzadeliğinde annesine bir müddef vekil harçlıkta bulunur. Gözden düşmüş bir devlet adamı olan Raif Efendi, ne Kabakçı Vak'asına, ne de Padişahın hal'ine karışmış değildir. Ali Efendi kendi halinde halim selim bir zat olan Raif Efendiye padişah aleyhinde pek çok söz söylemiştir. Sonra silahdar olan Ali Efendi, bu söylediklerinin aleyhine döneceğinden, etrafta konuşulacağından korkar. Padişaha, Raif Efendi'nin geçmişte Sultan Mustafa'nın annesinin vekil harcı olduğunu hatırlatarak, öldürülmesine sebep olur. 4- Damat Mehmet Paşa adlı hikayede Bostancı başı Arif Ağa'nın oğlu Mehmed'in çocukluğu anlatılır. içe kapanık olan bu çocuk, hiç bir varlık gösteremeyen başarısız bir öğrencidir . Büyüdüğünde Saliha Sultan'la evlendirilen bu çocuğa önce paşalık sonra vezaret rütbesi verilir. Fakat bu paşa tayin olduğu hiç bir yere gitmediği gibi devlette hiç bir vazife de görmez. Genç yaşta öldüğünde ise çok ihtişamlı bir cenaze merasimiyle gömülür. 5- "Vehbi Efendi" adlı hikayede küçük Ruznameci Vehbi'nin hasta­ landığını duyan herkesin sevindiği anlatılır. entrikacı ve riyakar bir tip olan Vehbi Efendi; nice insanların başının kesilmesine, nicelerinin de menfaya gönderilmesine sebep olmuştur. 6- Abdülaziz'in hal'i meselesini ele alan bu hikayede, Kadri Bey adlı bir zatın güvendiği dostlarını konağında sık sık kabulü ve siyasi konulardaki soh­ beti anlatılır. Abdülaziz'in hal'inden birinci derecede Hüseyin Avni Paşa sorumlu tutu-


62

lur. Mithat Paşa için de aynı görüş vardır. Abdülaziz'in şahsi kusurları ise, bu hal'e önemli derecede etkili olmuştur. 7- Bitmemiş Hikayeler başlığı altında 11 ayrı hikaye anlatılır. Mehmet Ali Bey'in Beyazıd 'daki Sahaflar çarşısıyla ilgili anekdotu, Mehmet Ali Bey'in Yeniçeri Ocağı'nın ıslahı konusundaki fikirleri, izzet Molla'nın Sivas'ta anlattığı bir hikaye , Osmanlı'nın Mısır, Suriye ve Makedonya'da nasıl bir siyaset gitmesi gerektiği konusundaki faraziyeler ayrı başlıklar halinde yarım kalmış olarak verilir. Yahya Kemal. Paris'teki yıllardan itibaren roman yazmayı tasarlamıştır. Onun 'Ali Kiramı Bey" adlı büyük romanı sadece giriş kısmıyla kalmıştır. Yazar, Park Otel'deki odasında Nihat Sami Banarlı'ya yazmayı tasarladığı "Her Gece Benimsin" adlı romanının vak'asını gecelerce nakleder. Bu vak'a şöyle özetlenebilir: Kahraman . Paris'te Jön Türkler arasında bulunan bir gençtir. Bu genç, Jön Türklerine fikirlerine ve Türkiye hakkındaki emellerine ısınmaz. Onların yanlış bir yolda olduklarını hisseder. Türkiye'ye döner. Üsküdar'da tipik bir Türk ailesinin kültürlü ve iyi yetişmiş bir genç kızı vardır. Ağabeyisinin Paris'ten gelen arkadaşlarıyla fikri münakaşalara katılan genç kız, "Sultanı hal' etmek tehlikelidir. Biz bir imparatorluğuz. Açık bir liberalizm ve aşırı bir nasyonalizm, vatandaki başka kavimleri, bizim olan vatan toprakları ve milli servetimizle beraber bizden ayırır. işten zararlı çıkarız" der. Bu genç kızla kahramanımız evlenir. Şiirdeki başarısını romanda göstermeyince korkan Yahya Kemal bu eserini yazamaz. Ayrıca ömrü de vefa etmez. Bu kitapta anlatılan tarihi dönemlerde devlet adamlığında ehliyetten ve liyakatten çok desisi ve entikaların hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca çok sık rastlanan azL sürgün. kati gibi cezalar da ciddi bir mesnedden uzak olarak şahsi sebeplerle , keyfi bir şekilde uygulanmaktadır.

Yahya Kemal'in Hatıraları ( 1960) Yahya Kemal'in hayatı bahsine kay­ naklık eden bu bilgiler, yazarın Nihat Sami Bey'in ricası üzerine ona yavaş yavaş anlattığı hatıraları ihtiva eder. Şairin doğduğu yer ve aile çevresi, tahsil


63

hayatı, dostları. Paris hayatı ve yetişmesinde tesirli olan amiller ve insanlar, lstanbul ve memuriyet yılları, seyahatleri, kısacası Ahmet Agah'ı büyük Türk klasigi Yahya Kemali yapan hayat serüvenini; samimi bir ifadeyle ve dogru olarak verilen bilgilerle yazılmış olan bu kitapta okuruz. Şair sehtekarlıgı ve yalancılıga en fazla müsaid gördügü hatıra vadisindeki bu hikayeleri. hayatta iken neşretmek istemez.Bu husus, hatıralarına gösteri­ lecek bir itimatsızlık karşısında kırılacagını düşünmesinden ileri gelir.

Edebiyata Dair (1971) Şiir, eski edebiyat, Türkçeye Dair, vezinler kafiyeler, memleketten bahseden edebiyat, tenkit, tiyatro, mülakat ve bitme­ miş makaleler başlıklı yazıların yer aldıgı bu eserde, her bölüm kendi içinde pek çok alt bölümü ihtiva eder. Şiir hakkında, bilhassa halis şiir hakkında fikirler serdeden şair; yazılarında bu konunun münakaşasını yapar. Halis şiir, deruni ahenk kudretiyle belirli bir istifte tecelli eder. Şiir, kalbten geçen bir hadisenin lisan haline dönüşmesi, hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Şiir, ritim yani nazım sanatı oldugu içn güfteden önce bir bestedir. Şiir, darası alınmış sözdür. Mısralarında nagme hissedilmeyen bir manzume bir güftedir ki, onu nesir sahasında kabul ederiz. Şair olmak, şair dogmakla kabildir. iyi şiir veren, büyük eserler veren devreler milletlerin inkiyad devirleridir. ihtilal devirlerinde şiir asla yükselememiştir. lnkiraz devir­ leride lügat, vezin sarf, nahiv hevesleri artar. Edebi nazariyeler kaynaşır. yeni­ lik fikri bir iptila halini alır. Şiir öldügü halde binlerce şair ürer. Lirik şiri, asıl şiirdir. Fuzuli ve Nedim ayarındaki iki büyük lirik şairi hiçbir millet gösteremez. Şiirin bu yegane çeşidi şiirde ve sanatta yenilige asla muhtaç olmaz. Şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir. Yalnız aşk eskimez. her dem tazedir. Edebi seviyenin düşüşünü, kaidelerin yıkılışına baglayan şair, türk şiirinin iyi­ den kötüye, derinden sathiye, yüksekten pese dogru gittigini düşünür. Sanatta tedahüle karşı olan sanatkar, Servet-i FunGn edebiyatını tenkid eder. Bizim vatanımız kadar geniş bir memleketi olup, onu asla görmeyen, ede­ biyatta gözleri yabancı bir aleme takılıp kalmış ve yalnız o alemden bahseden


64

başka bir millet var mıdır? Diye yakınır. Bir milleti hiç bir şey edebiyatı kadar etrafıyla tanıtamaz. "Yeni Türklerin ancak manevi bir hayatı olursa edebiyatı olur" diye de ilave eder. Az, kötü ve kısa yazan geçmişimizi tenkit eder. Aynca biyografi ve harp hatıraları yazma alışkanlığımız yoktur. Resimsizlik ve nesirsizlikten şikayet eden şair, edebi eserin bir iddia taşımasını uygun görmez. Tezli roman ve tezli tiyatroya karşı çıkar. "Sanat vasıta olunca değerinden düşer" , der ve tezli bir eserin hiç bir dilde hayatı ifade eden gerçek bir şaheser vermediğini söyler. Şiirin ve edebiyatın enstrümanı ve ifade vasıtası dildir. Şair, Türkçenin güzelliğini ifade edebilecek Türk sanatkarını, milletinin bütün yaratılış safhalarını idrak etmek ve benimsemekle mükellef görür.

Tarih Musahabeleri (197 5) Bu eserde yer alan 42 adet yazıdan bazıları daha önce gazetelerde neşredilmiştir. Bir kısmı da şairin evrakı arasında bulunan notlardan derlen­ miştir. Bu notlar genellikle yarım kalmıştır. Yahya Kemal, Tarihi yekpare görülecek, topyekün sevilecek yahut nefret edilecek bir saha olarak görmez. Onu tetkik ve muhakeme etme gerekliliğine inanır. Tarihimiz mikroskop altında incelenirken, girdiğimiz harplerin bazılarının sırf devlet büyüklerinin ihtirası veya gafleti sebebiyle gerçekleştiğini söyler. XVII . Asırdan itibaren böyle gereksiz yere girdiğimiz seferler, tek tek neticeleriyle beraber ele alınır. Michelet'in "tarih kaza ve kaderden Jbarettir" sözünün bizim tarihimizde aynen tecelli ettigi belirtilir. Alemdar Mustafa Paşa'nın III: Selim'in ölümüne mani olabilecekken, olmaması tarihimizin seyrini değiştirmiştir. Yine aynı paşanın sarayı Edirne'ye nakledip, ıslahatı oradan yapabilmesi mümkünken, bu tedbiri alamayıp ken­ disini kurtarmadığı anlatılır. Neticede kader yolundan şaşmaz. Avrupa'da gördüğü yerleri Türk tarihiyle alakası açısından değerlendirilen


65

Yahya Kemal, Viyana'ya hakim bir tepede bulunan Kahlenberg 'e çıkar. il. Viyana kuşatmasında Türk serdarı karargahını burada kurmuştur. Bu seferi hatalı bulan şair, Avrupa'da serhaddimizin Estergon olduguım söyler. Bu seferin analizini yaparken, "Viyana bozgunu, bozgun degil, bir zafer olsaydı tarihimiz başka türlü tecelli ederdi" der. Fransız ihtilali ile ilgili bir konferans ve lstanbul'un işgali ile ilgili bir hatıradan sonra 1. Selim'in Türklügün timsali" olduunu anlatan ve onun hükümdar degil, insan cephesini veren fıkralar serdedilir. Altmış yaşını idrak ettigi bir dönemde kaleme aldıgı bir yazıda kendisinin Abdülhamid. ittihat ve Terakki, Mütareke, Hakimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet devirlerini bütün bir ömür içinde idrak ettigini ibretle düşünür. " Bir Haile" başlıklı yazıda on yedi senedne beri Avrupa'da pek çok orduyu yenip, sınırlaı ı degiştiren Napolyon üzerinde durulur. 1 8 1 2 'de Moskova'ya yürüyen Napolyon'un planları bu şehrin valisi olan Rostopchine tarafından alt üst edilir. Pek çok meziyeti nefsinde toplayan ve ifrat derecede vatan perver olan Rostopchine aslen Kırımlı bir tatardır. Çar 1. Aleksandre sonuna kadar harbetmeye kararlıdır. Rostopchine, halkı galeyana getirir ve vatan için her çeşit çılgınlıgı yapmaya hazırlar. Halk, Moskova 'yı yakar. Şiddetli rüzgarın tesiriyle yayılan yangın kırksekiz saatte şehrin dörtte üçünü silip süpürür. Moskova 'ya giren Fransız ordusu açlıktan ve soguktan sefil olup, geri dönüşe başlar. Rostopchine , tarihin cereyanını degiştirmiştir. Eserde lstanbul'un fethi hem masal, hem de tarih kılıgında anlatılır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde de anlatılan nice menkıbeye yer verilir. Yahya Kemal, bu eserinde de " Edebiyata Dair" de oldugu gibi "muti ekseriyet" dedigi halkımızın körükörüne itaatkar oluşuyla, tepki vermeyişinden bahseder ve bu hususu tenkit eder. Şair, bu yazılarında milli tarihimizi bilememek delaletinin başımıza felaketler açtıgını ısrarla vurgular.

Makaleler ve Mektuplar

:

( 1 977) Bu eserde mektup ve makalelerin


66

yanısıra hatıralar, sohbetler, hitabe ve konferanslar yer alır. Yedi bölümden müteşekkil olan eserde birinci kısmı ispanyaya hatıraları teşkil eder. Mektup şeklinde yazılmış olan bu kısımda şair, bu ülkeyi tarihi, cografyası, sosyolojisi ve mitolojisi açısından degerlendirirken yer yer Endülüs medeniyeti ile de baglantı kurar. Mektuplar kısmında Yahya Kemal'in babasına ve çeşitli dostlarına yazdıgı mektuplarda milli ve sosyal meseleler konusunda fikirler serdettigi görülür. Şair, babasına yazdıgı mektuplarda Paris'teki tahsil hayatına, mevcut Yüksek Ögretim Kurumlarının tedrisatına, kendi tercih ve ihtiyaçlarına dair bilgiler verir. Para ve manşet meselelerinden bahseder. Yahya Kemal ustaca bir mantıkla kendi okul seçimi konularında ve diger meselelerde babasını iknaya çalışır. Bu mektuplarda şair, her adımının hesabını vermek durumunda olan sorumlu bir evlat hüviyeti ile karşımıza çıkar.

Makaleler; Çeşitli konularında yazılmış gazete ve dergi yazılarını ihtiva eder. Kitabın sonunda hitabet ve konferanslar yer alır. Bu bölümde edebiyat, tarih, medeniyet, Türkçülük, istiklal Savaşı, Türkevi, Türk Kadını, güreş gibi çeşitli milli, siyasi ve kültürel bahisler, Avrupalı ediplerle ilgili bilgiler ihtiva eden yazılarla, Şadırvan, Peyam-i Edebi, Hakimiyet-i Milliye, ileri ve Tasvir-i Efkar gibi neşir organlarında yayımlanan makaleleri ihtiva eder. Bundan son­ raki bölümde yaz?rın , Peyam-i Edebi dergisinde Cidaller Hasbihaller, Hadisatı Edebiye ve Çamlar altında Bir Muhasebe adlı 3 başlık altında kaleme aldıgı 1 8 yazı bulunur. B u yazıların bazıları imzasız olarak çıkarken , bazıları Süleyman Sadi müsteşar adıyla kaleme alınmıştır. bu yazılardan ilk ikisi Türk Kızları, Türk Gençligi başlıgını taşır. Nişanlılık, evlilik, aşk, yabancı kadınlarla evlilik, aşk, yabancı kadınlarla evlilik gibi konuların ele alındıgı bu yazılarda yazar kendi ölçü ve ideallerini ortaya koyar. Yahya Kemal'in yazıları bir küll olarak degerlendirildiginde onun günü bir­ lik fikirlerden, zamanenin genel geçer havasından uzak oldugu, bütün "lzm"leri ve kendini aştıgı görülür. Saglam ve köklü bir düşünce sistematigi içinde eser veren şair, tarih içinde Türklügü bilmek, bütün degerleriyle sevip


67

anlamak mihveri etrafında "milll tekewün, milli oluş" fikrine gider. Dün­ bugün-yarın terkibine ulaşmış, fikren olgun, hissen zengin ve derin tarih ve dünya ile saglam köprüler kurmuş eserler vücuda getirir. Türk müslümanlıgı hususundan pek çok yazısında bahseden şair, milli bir romantizm yaşatmak hususunda faaliyet göstermiştir. Onun milli romantizm anlayışını güçlü bir biçimde canlandırmak, fikirlerini kat olmaktan çıkarıp hal haline getirmek mil­ letimizin hamleler yapmasında etkili olacaktır. Mükemmeliyetçi bir yapıya sahip olan şair, şiir yazmada titizligini nesir­ lerinde de göstermiş, en iyiye ulaşabilmek için devamla müsvetteler yapmıştır. Milletimizin, kendisinin de o çok şikayet ettigi yazmama kusuru ile malul olan Yahya Kemal, az, geç ve güç yazmıştır. Elimizde bulunan nesir yazılarının bir kısmı hususi ve ve resmi sohbetlerdeki ve eş-dost meclislerindeki konuşmaların yazıya geçirilmesiyle elde edilmiştir. Bugün basılmış olan sekiz nesir eserin ortaya çıkarılmasında büyük hizmetleri olan Nihat Sami Banarlı'yı bu vesileyle rahmetle anarken sözlerimi burada bitiriyor; beni dinlemek lüt­ funda bulundugunuz için teşekkürlerimi ve saygılarımı arz ediyorum.


68

YAHYA KEMAL VE ŞİİR

Prof. Dr. M. Orhan OKAY ("') Yahya Kemal ve şiiri üzerine konuşmaya başlarken, dünyada pek az şiirin , bizim divan şiirimiz kadar estetigini tamamlamış, saltanatını sürmüş ve kendi­ sine dörtbaşı mamur bir dünya kurabilmiş oldugunu söylemek istiyorum. Yeni Türk edebiyatını, yani Tanzimat'tan soraki edebiyatımızı kendisine meslek alanı olarak seçmiş ve kırk yıldır bu dönemin edebiyatını, dolayısıyla şiirini okutmuş bir hoca olarak bunu söylemek acı bir itiraf manasına da gelse, belki bir deger yargısı degil, fakat hiç olmazsa kendi kanaatim olarak bunu belirt­ meyi vicdani bir vazife hissediyorum. ilk Tanzimat şairinden yani Şinasi'den günümüze kadar hangi şairlerin ayakta kalabildiginin hesabını yapmak o kadar zor degil. Hangi şiirlerin hesabını yapmak belki biraz daha teselli edici olur. Divan şiirinden ise en az on beş şair ismi zikredilebilir. Ama korkarım yeni şiirimizden gelecek yüzyıllara bu kadarı da kalamayacak. Hiç şüphesiz bunlar kendi şiir zevkim, intibalarım yani sübjektif kanaatlerimdir. Bu kehaneti fazla uzatmamak için yeni şiirimizden kimlerin gelecegi zinde kalabilecegi hakkında bir liste de vermek istemiyorum. Ama bu zindeler arasında on isim sayılacaksa Yahya Kemal'in bunların başında gelecegini, üç isim söylenecekse de bunların arasında bulunaca!;'jına olan inancım kehanet degildir. Yahya Kemal 'in şiirine geçmeden ewel onun edebiyatımızdaki yeri ve önemi üzerinde biraz durmak istiyorum. Aslında bu gibi şahsiyetler için sadece edebiyatımızdaki yeri demek yeterli olmuyor. Şu an onun hakkında, şiirleri ve diger eserleri hakkında yapılmış çalışmalar aklıma geliyor: Yahya Kemal'de musiki, Yahya Kemal 'de mimari, Yahya Kemal 'de tarih vs. Bu, hiç şüphesiz o alanlar uzmanı manasında kullanılmış degildir. Bunlar Yahya Kemal'in şiirinin Background 'unu teşkil ederler. Ahmet Hamdi Tanpınar, kendi şiirindeki musiki meselesini izah ederken şöyle bir cümle kullanır : ,,Bu duygu, musikişinas olmamak şartıyla musiki sevenlerde bu sanatın uyandırdıgı hisse benzer" . Yahya Kemal ' deki tarih , mimari, musiki gibi bahisleri de bu şekilde (1 ) Emekli öğretim üyesi


69

düşünmek gerekir. Yahya Kemal tarihçi, müzikolog veya sanat tarihçisi degil, tarih, müzik ve mimari kültürü olan bir sanatkardı. Konuşmamın başında işaret ettigim, sonraki asırlara intikal edecek büyük şairlerde, hatta biraz daha genişletelim, başta roman olmak üzere bütün öteki edebi türlerde de kalıcı olan, ebedi olan, arkasında bu kültürü, background 'u taşıyan sanat eserleridir. Bu açıdan bakıldıgında Yahya Kemal bir mektep-adam olarak karşımıza çıkmaktadır Bu tabiri, bilinen edebi ekollerden biri manasına kullanmıyorum . Nihayet bir Yahya Kemal şiiri ve bu şiirin iyi kötü muakkipleri, takl itçileri veya bu şiirle yetişen, ondan izler taşıyan başka şairlerden bahsedilebilir. Burada çevresinde yetişmiş olanları düşünerek ona mektep-adam

sıfatının

yakışacagını söylemek istiyorum. Bu mektep üniversitesiz, enstitüsüz, diplomasız da bir kültürün oluşabilecegini gösteren pek çok örnekten biriydi. Geleneksel kültürümüzün daha çok resmi mektebin dışında cami, tekke daha sonraki yüzyıllarda da konak ve yalılarda, hatta kahvehane ve pastahanelerde, gazete ve dergi idare­ hanelerinde gelişip olgunlaştıgını hatırlayacak olursak bunu yadırgamamak gerekecektir. Yahya Kemal'in kendi yetişme tarzında da bu gelenek devam etmiştir. Hatta Paris'te bile. Dokuz yıl gibi uzun bir süre kaldıgı Fransa"'dan bir diplomaya sahip olmadan dönüşünde belki birçok sebepler arasında şarkın bu gelenegini de düşünmek gerekir. O Paris'te de, daha önce ve daha sonra İstanbul'daki entellektüel yaşayışında oldugu gibi sohbetlerle gelişen bir çevre içinde bulunmuştu. Hatta öyle tahmin ediyorum ki Paris'te devam ettigi Sorbonne, Enstitü'de France, Ecole Sciences Poli'ique gibi akademik seviyede mekteplerde de bir okul ögrencisi gibi degil, bir sohbet'in tilmizi gibi davranıyordu. Fakat lstanbul'a geldikten bir süre sonra onun artık kendi soh­ bet dairesini teşkil etmiş oldugunu görüyoruz. Yani bir takım sohbetlere katılmak degil , bir sohbeti çeviren fikir merkezi olmak. En azından 1 9 18 'den itibaren o bu sohbetlerin hemen hemen tek konuşanıdır. işte Süheyl Ünver'in, Mustafa Nihad'ın, Ahmed Hamdi Tanpınar'ın, Cahit Tanyol'un, Yakup Kadri'nin, Abdülhak Şinasi'nin, Halil Vehbi Eralp'ın, Salim Rıza Kırkpınar'ın, Baki Süha Ediboglu 'nun, sonra daha g enç yazarların


70

hatıralarında hep aynı havayı sezersiniz. O konuşur, herkes susar. Başkaları ancak o müsaade ettigi nisbette sadece soru sorabilir, mülahaza beyan etmek bile degil. Gençlik yıllarımda, Emirgan 'daki çay bahçesinde ben de onu böyle birkaç defa dost çevresinin merkezinde görmüştüm. Bir türlü girmeye cesaret edemedigim o halkanın merkezinde adeta bir abide gibi duruyor ve konuşuyordu. Hatırıma hep açık deniz için söyledigi mısra geliyordu : Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara Böyle önce Küllük Kıraathanesinden başlayarak Tarabya oteli, Emirgan , Lebon pastahanesi nihayet son yıllarında münasıran Parkolel'deki odasında yapılan bu soh­ betlerde konu hiç şüphesiz şiirdi, Türk musikisiydi, fakat daha agırlıklı olarak tarihti . Böyle onun sohbetleriyle bir mektep-adam oluşundan sonra tarih kültürün­ den de bahsedebiliriz. Tarihçi olmakla tarih kültürüne sahip olmak şüphesiz başka başka şeylerdir. Yine hatıralardan ögrendigimize göre Yahya Kemal'in tarih sohbet­ leri geçmiş bir siyasi-askeri hadisenin kronolojik hikayesi degil, hatta bir tarih felsefesi de degildir. Büyük Osmanlı Tarihlerini, ve nayinameleri, yoruma dayanan Avrupa Tarihlerini okumuş olan Yahya Kemal tarihi olaylardan önemli nirengi noktalarını seçiyor, yeni terkipler yapıyordu. Biraz sonra şiir­ leri meselesine geldigim zaman da söyliyecegim, Yahya Kemal kitap yazma meselesinde maalesef birçok şark uleması gibi hareket etmiş, bilgilerini yayınlamaktan çok defa uzan kalmayı tercih etmiştir. Hatta sohbetlerin de bile not tutulmasını istemedigi çevresindekiler tarafından sık sık dile getirilmiştir. Bu not tutma işi nadiren ve çok özel şartlarda birkaç yakın tilmizine müsaade olarak lutfedilmiştir. O bakımdan Yahya Kemal'in , bilhassa tarihle ilgili küçük fakat önemli notlarını, dikkat çekici anekdotlarını, adeta birer aforizma veya vecize sayılabilecek deger yargılarından bir kısmını görmek isteyenler Süheyl Ünver'in ,,Yahya Kemal'in Dünyası" adlı kitabını okumalıdırlar. Ama ken­ di.5inin de kitap haline getirilmiş olan ,,Tarih Musahabeleri" , hatta ,,Siyasi


71

Hikayeler" adlı kitapları da bu bakımdan mühimdir. Burada son olarak onun tarihe bakış açısının, tarihi yorumlanmasının ehemmiyeti hakkında bir yabancı tarihçinin verdiği kıymet hükümü nakledeceğim. Türkiye ve doğu ülkelerinde yaptığı seyahatler ve arkeolojik kazılarla tanınmış meşhur Fransız sanat tarihçisi Albert Gabriel, Yahya Kemal'in ölümünü işittiği zaman şu cüm­ leyi sarfetmiş: ,,Yahya Kemal, benim Fransa tarihi hakkındaki bilgimi değiştirmiştir'· . Yahya Kemal şiire nasıl başlatmıştı, sonra kendi şiirini bulmak için sarfet­ tiği zihni gayretler neydi? Bunu görmek için onun hatıralar kitabı içinde yer alan ,,Şiirde Otuz Senem" adlı uzun yazısına bakılabilir. Burada yalnız kısaca şunu söylemek isterim. ilk şiir tecrübelerini çok genç yaşta Üsküp'te iken yaşayan Yahya Kemal, bütün sanatkarlarda rasladığımız usta-çırak ilişkilerini de burada ve bir süre sonra gittiği Selanik ve lstanbul' da geçirmişti. Bu yıllar­ da, ki aşağı yukarı yirmi yaşından önce tamamlanıyor, ustaları Muallim Naci, Recaizade Ekrem ve Servet-i Fünun grubundan Fikret ve Cenap Şahabet­ tin' dir. Yahya Kemal Avrupa'ya Paris'e firar ederken şarka mahsus olan herşeyi, kendisine bir zindan gibi gelen memleketi, o memleketin ahlak anlayışını, siyasetini, dinini, hasılı herşeyini geride bırakıyordu. Bu herşeyin içinde şiir de vardı . Paris'te ilk üç yıl Fransızcayı, daha sonra Fransız edebiyatını, şiirini­ tanımakla geçer. Hatıralarının o sayfalarını okuyanlar adeta bir isim bom­ bardımanına tutulurlar: Klasikler, romantikler, parnasyenler, sembolistler, hatta eski Yunan ve Latin şiiri. . . birbiri arkasına yığılırlar. Hem de bunların bir-iki, birkaç şiirini veya kitabını okumak değil, bütün bir külliyat okumak, birçoğunu ezberlemek, bunları kendisi gibi genç şairlerin arasında tekrar tekrar ezbere okumak, bu uzun arayışın meyvaları bir süre sonra ortaya çıkar. Yine o satırlar arasında küçük fakat heyecanlı olduğu hissedilen cümlelerle bu müjdeler verilir: ,,Yeni bir Türk destanı yazmaya savaşmıştım . . . bu destan beni senelerce peşinden koşturdu. Gerçi onu yazamadım. lakin yazmaya uğraşırken kendime göre bir şiir lisanı buldum. Bu lisan marazilikten, ipham­ dan, muammalıktan uzaktı . " ,,Heredia'yı severken eski Yunan ve Latin şiirinin


72

zevkini almıştım. Ötedenberi aradıgım yeni Türkçenin yanına yaklaştıgımın bu münasebetle farkına vardım. Söyledigimiz Türkçe, eski Yunan ve Latin şiirindeki beyaz lisan gibi bir şeydi. Bu müşahedeyi tartıyordum. Eski şair­ lerimizden mısra-ı berceste diye kalan birçok mısraların güzelliklerindeki hikmeti anlıyordum. " Bu satırları okuduktan sonra bu şiir macerasıyla Yahya Kemal'in Mehlika Sultan şiiri arasında bir paralellik oldugu intibaı doguyor. Yahya Kemal'in, bu şark motifleriyle süslenmiş masalı, belki bir çok çöZüm yoluyla çeşitli sembo­ lik manalara varılamamakla beraber, bende asıl kendi şiir macerasını anlatmış olabilecegi düşüncesini uyandırdı. Mehlika Sultanı ezeli ve ebedi güzel ve büyük şiiri olarak düşündüm. Yedi genç o güzelin ümitsiz aşıkları; bu hazin yolcuların en küçügü, en genci de Yahya Kemal. O uzun yolculuk ise şairin büyük arayışını ifade ediyor:

Mehlika Sultana aşık yedi genç Gece şehrin kapısında çıktı Mehlika Sultana aşık yedi genç Kara sevdalı birer aşıktı Bir hayalet gibi dünya güzeli Girdiginden beri rüyalarına Hepsi meşhOr o muamma güzeli Gittiler görmege Kaf daglarına Hepsi sırtında aba günlerce Gittiler içleri hicranla dolu Her günün ufkunu sardıkça gece Dediler belki son akşamdır bu Bu emel gurbetinin yoktur ucu Daima yollai· uzar, kalb üzülür


73

Ömıi.i oldukça yürür her yolcu Varmadan menzile bir yerde ölür Mehlikanın kara sevdalıları Vardılar çıkrıgı yok bir kuyuya Mehlikanın kara sevdalıları Baktılar korkulu gözlerle suya Gördüler aynada bir gizli cihan Ufku çepçevre ölüm servileri Sandılar dogdu içinden bir an O uzun gözlü, uzun saçlı peri Bu hazin yolcuların en küçügü Bir zaman baktı o viran kuyuya Ve neden sonra gümüş bir yüzügü Parmagından sıyırıp attı suya Su çekilmiş gibi rüya oldu Erdiler yolculugun son demine Bir hayal alemi peyda oldu Göçtüler hep o hayal alemine Mehlika Sultana aşık yedi genç Seneler geçti henüz gelmediler Mehlika Sultana aşık yedi genç Oradan gelmiyecekmiş, dediler . . . Demin bahsettigim ,,Şiirde Otuz Senem" adlı yazı, bir 1 9 1 9 senesi mah­ sulü olan Mehlika Sultan'dan çok sonraları kaleme alınmıştır. Orada geçen bir cümlenin, belki de şuur-altından çıkan bir duyguyla, Mehlika Sultan'ın bir


74

mısraından gelmiş oldugunu düşünmek istiyorum: Paris'te, Badelaire'in şiirinden bahsederken şöyle söyler: ,,Hasılı temas ettigi neresi ve ne varsa hepsine kara sevdalı gibi aşina idim . " Mehlika Sultan 'ın 1 9 1 9'da yayınlandıgını söylemiştim. Zaten Yahya Kemal'in hayatında, daha dogrusu şiir hayatında 1 9 1 9 yılına dikkat etmek gerekir. Bu yıl, saglam bir kronoloji elde edildigi takdirde zannederim şiir yazma veya neşretmesinde en yogun senesi olacaktır. Ögrencisi ve dostu Nihad Sami Banarlı'nın ısrarlarıyla pek çok şiirinin yayınlandıgı 1 956 ve 1 957 yıllarını bunun dışında tutuyorum. Çünkü bu sonuncular, uzun yıllar yaz­ makta oldugu veya tamamladıgı halde yayınlamak istemedigi şiirleridir. Şimdi Yahya Kemal'in edebiyatımızın hemen en titiz şairi oldugunu söyle­ menin sırası gelmiştir. Dil mükemmelliginin dışında, onun halis şiir, öz şiir dedigi, kelimelerle tarif etmekte zorluga düştügü, geçmiş, süzülmüş sıfatlarıyla anlatmaya gayret ettigi şiiri bulabilmesi epey uzun ve yorucu bir ruh ve zihin mesaisini gerektirmiştir. Onun Yahya Kemal Enstitüsü'nce son yayınlanan şiir kitabı olan ,,Bitmemiş Şiirler" de bu gayreti açıkca görülür. Bu bakımdan ede­ biyatımızda birbirine zıt çalışan iki şair tipiyle karşılaşırız. Biri her yazdıgı mısraı müsvedde kabul eden , onunla yıllarca didişen, degiştiren, nihayet tamamlandıgına kail olunca bin naz ile yayınlanmasına razı olan Yahya Kemal. Digeri şiir, karihasına adeta ilk dogdugu anda kamuoyuna çıkması için acele eden, sonra onun belki her mısraının defalarca degişmesini de ayrı ayrı yayınlayan Necip Fazıl. Ben bu mizaçlarından dolayı her ikisi içinde en ufak olumsuzluk bir mülahaza bulunamam. Birinde mükemmeliyetin son şeklini, digerinde bu mükemmeliyete ulaşmanın çilesini görürüz. Birinde yemek pişmiş olarak önümüze konmuştur, digerinde şairin mutfagını seyrederiz. Yahya Kemal geç de olsa dergilerde şiirlerini yayınlamıştır. Fakat ölümüne kadar kitap haline getirmemiştir. Bunda da titizliginin rolü mü vardır, yoksa başka bir düşüncesi veya endişesi mi olmuştur, bilmiyorum. Yalnız böyle yap­ makla akıllıca hareket etmiştir ve iyi de yapmıştır. Şöyle düşünelim: Şiirin dışındaki kitapların çogu yani ramanlar, hatta hikayeler, tiyatroları, fikir eser­ leri bir bütünlük gösterir ve onu okumaya neyet eden baştan sona okur. Ama


75

şiir kitabının kaderi böyle degil. En sevdigimiz şairin şiirlerini bile, kitabını baştan sona dogru düzenli bir şekilde okumayız. Belki ben öyleyim de yanılıyorum. Şiir kitabı haftalarca masamın üzerinde veya başucumda durur, eşref saati geldikçe, tıpkı bir musiki eserini dinlememiz gibi, onu bir mikdar okur 5onra yerine bırakırım. Eger Yahya Kemal şiirlerini daha başlangıçta kitap haline getirmiş olsaydı onlar da bu akıbete ugrayabilirdi. O, şiirin yazılmasına degil okunmasına, yani telaffuz edilmesine inanıyordu. Bir defa şiirde şöhretini yaptıktan sonra o şiir­ lerinn aranacagını biliyordu veya aranmasını istiyordu. Kitap ise bu büyüyü bozardı. O zaman ne oldu? Şiirleri hangi dergide çıktıysa onlar küpür halinde defterlere yapıştırıldı. Fotokopinin bulunmadıgı o yıllarda bu orijinal dergileri bulamamış olan talihsizler başkalarından. arkadaşlarından bularak daktilo ile veya itinalı elyazılarıyla kopya ettiler. güzel maroken kaplı ciltler içinde muhafaza ettiler. Böylece kendisinin bir rubaisinde dedigi hadise de gerçek­ leşmiş oldu: Sönmez seher-i haşre kadar şi'r-i kadim Bir meş'aledir devredilir elden ele Yahya Kemal' in şiir kitapları ölümünden sonra, 196 1 'den itibare merhum hocam Nihad Sami Banarlı'nın himmetiyle güneş ışıgını görebilmişlerdir. Benim yaşında veya daha büyük olanlar arasında edebiyata, şiire meraklı olan hemen herkesin bir Yahya Kemal defteri vardı. Ve tıpkı pul kolleksiyonu yapan çocuklar gibi birbirimizden eksik şiirlerimizi tamamlamak için mübadele yoluna girerdik. Ben o defterimi, hala o zamanki eksiklikleriyle saklarım . Son olarak şiirinin bir hususiyetine daha temas etmek istiyorum. Efendim, kadim şiirimiz iki büyük istikamette gelişmitir. Bir hikmet, digeri aşk. Hıkemi şiir didaktik şiir demek degildir. Didaktikle birleşebilen tarafı belki her ikisinin de hakikatin peşinde olmasıdır. Hıkeml şiir hakikati metafizik boyutlarıyal ve mavera! bir ifadeyle dile getirir. Aşkın eski şiir anlayışındaki karşılıgı ise garami'dir. Şimdi lirik dedigimiz de aynı şeydir. Yahya Kemal şimdi üzerinde durmaya fırsat bulamadıgımız eski şiire yeni bir hayat veren şiirlerinde de, yeni şiirlerinde de bu iki istikameti çok dengeli bir şekilde kullanmıştır.


76

Bir şiirin yaşaması, hayatiyeti, biraz da günlük hayatımıza girmesiyle mümkündür. Yani şiirin, mısralann mesel olup günlük hayatımıza katılması. Yahya Kemal'in böyle mesel olmuş epey mısraının bulundugunu biliyorum. Yalnız ewela şunu söyliyeyim ki bizzat Yahya Kemal galiba şiirinin mesel olmasına razı olmıyacaktı. Berceste şi'r başka mesel başkadır Kemal Pesten teranedir nice sözler mesel gibi diyor. Ama yine de pek çok mısraı mesel olma bahtiyarlıgına erişmiştir. Bunlardan bazılannı zikrederek konuşmamı tamamlıyorum Gerçek sanatın, dolayısıyle şiirin pek revaçta olmadıgı toplumumuzun şu döneminde tahmin ediyorum, bunlann bir kısmı bu özelliklerini de kaybetmiştir: Belki hala o besteler çalınır Gemiler geçmeyen bir ummanda Az sürer gerçi fakir Üsküdann saltanatı Ö lmek kaderde var bize ürküntü vermiyor Lakin vatandan aynlışın ıztırabı zor Cihan vatandan ibarettir itikadımca Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur Farketmez anne toprak ölüm maceramızı Ülfet belalı şey fakat uzlet sıkıntılı Yalnız duyan yaşar sözü derler ki dogrudur Yalnız duyan çeker derim, en dogru söz budur Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar


77

Ö lmek degildir ömrümüzün en feci işi Müşkil budur ki ölmeden ewel ölür kişi Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti dönen yok seferinden Aheste çek kürekleri mehtab uyanmasın Kamildir o insan ki yaşar hatıralarla His var mı bu alemde nekahat gibi tatlı Vel-hasıl o rüya duruyor yerli yerinde Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç insan alemde hayal ettigi müddetçe yaşar Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti dönen yok seferinden


78

YAHYA KEMAf.'İN ŞİİRİ VE GELENEK BEŞİR

AYVAZOGLU

(0)

O, tarihte veya sanatta, zaman ve mekan içine ancak birtakım küçük teferruatla yerleştirebilece!jini çok iyi biliyordu. Hatta fazla araştırmaya gitmeden eldeki kaynakları iyi yoklamakla elde edilen bilgi dahi bu işe kafiydi. Elverir

ki

bu bilgi sahih

olsWl ve onu muhayyilemize mal ederek yaşayalım. Yahya Kemal, bugünkü manasıyla historicite'nin ehemmiyetini mazi karşısında ruhi bir esarete düşmeden bizde ilk idrak edendi.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Yahya Kemal'in Samih Rifat Bey'in bir nefesine nazire olarak yazdıgı ithaf şiiri, Şiir Mecmuası'nın 5 Ocak 1 9 1 9 tarihli beşinci sayısında yayımlandıgında büyük bir yankı uyandırmıştı1 . Ledünni bir alemin bütünüyle göçmek üzere oldugunu farkeden ve bunun acısını ruhlarının derinliklerinde hisseden aydınlar, ithafta bu acılarının ve yitirilmiş güzelliklere duydukları hasretin yetkin bir ifadesini buldular. Tanpınar, devrinde bu kadar sevilmiş ve yürekleri titretmiş olan bir şiirin daha sonra çok az hatırlanmasına hayret eder ve ,,Bence, der, tek otobiyografik eseri odur. Hayatının arızalarını degil, ruhunun susuzlugunu, zekasının macerasını nakleder"2. Tanpınar'a göre Samih Rıfat' ın Nefes'i muhtevasında eskiyi tekrarlayan bir manzumedir; Yahya Kemal'inki ise bir nostalji ve araştırma. Bütün ayrılıkların ilahi aşkta eriyip kayboldugu, yaşanan hayatın sadece bir aşk neşidesi oldugu şark"ı arayan şair, aradıgını bulamamanın verdigi hayal kırıklıgı ve acıyla sızlanmaktadır. ithaf bu acıyı ifade eden bir çıglıktır ve aslında ,,Şark öldü!" manasına gelir. Fakat, Tanpınar'a göre, aynı şark ,,çıglıgın acısında yeniden ve sadece bir ruh alemi olarak diril"miştir3•

(*) Gazeteci, yazar Samih Rifat'ın Nefes'i için bk. Saadettin Nüzhet : Samih Rifat Hayat ve Eserleri, İ stanbul 2

1 934, s.33 Ahmet Hamdi Tanpınar: Yahya Kemal, 2. bs., İ stanbul 1 982, s. 22

3

Tanpınar: Age, s. 25


79

Aynı kitabının başak sayfalarında da, ithaf şiirini, ,,Yahya Kemal'in nos­ taljisinde aradıgı şeylerin hepsi hasretin kuwetiyle sanki yeniden dogarlar"4 ve ,,Bulamadıgını söylerken aradıgının hepsini yaratan ve sonunda birbenbire en ideal çehresiyle bize şank veren bu şiir"5 cümleleriyel degerlendirilmiştir. Bize mahsus ledünni Şark'la azçok ünsiyeti olanlar, ithaf şiirinde derin bir hasretin tutuştugunu ve bu ateşte Şark'ın gerçekten ruh alemi olarak bir yeniden dogdugunu hissederler. Gerçekte, bu hüküm, Yahya Kemal'in bütün şiirleri için geçerlidir. Tanpınar'ın ithaf şiirinden ve bunun Yahya Kemal'in hayatıyla ilintisinden söz ederken önemli bir hususa daha deginir: ,,Bizi etrafına toplamak için çıkarttıgı Dergah mecmuasının adı da bu manzumenin havasından gelir. Bir ara Zaviye adı da ortada dolaşmıştı" . Ve ilave eder: ,,Bergson felsefesinin ortada yüzdügü bir devirdeydik" . 6 Dergah ismi, bu mecmuada toplanan Türk aydınlarının ruh halini çok iyi yansıtmaktadır. Eski şarka duyulan hasreti ve onun bir daha dirilmemek üzere öldügünü ifade etmekle beraber, bir dirilişi, yeni bir hayat hamlesini ve müjdelemektedir. Dergahçı aydınların Bergson felsefesine sanlmaları, bu diriliş duygusunun bir tezahürüdür. Fetret devirlerinde dergahlara sıgınan, bu sıgınışın ardından yeni bir ruh hamlesiyle harekete geçen insanlar gibi, Dergahçı aydınlar da ,,vitalite"nin sonunda mutlaka kazanacagına inanıyor­ lardı7. Açıkçası Dergah, isminden başlayarak bütün muhtevasıyla ,,modern mis­ tik" bir hüviyet taşıyordu. Mustafa Şekip [Tunç] 'in yazıları ve Bergson'dan ter­ cümeleri, Yakup Kadri'nin Erenlerin Bagından başlıgı altında yazdıgı mensur şiirler, lsmail Hakkı [Baltacıoglu) ve Mehmet Emin [Erişirgil) Bey'lerin yazıları,

4

Tanpınar: Age, s. 42

5 6

Tanpınar: Age, s. 1 44 Tanpınar: Age, s. 23

7

Anadolu dışarıdan bakılırsa biraz da istatistiğe karşı vitalitenin harbini yapıyordu", Tanpınar: Age, s. 23 ..


80

tekke şiiriyle ilgili araştırmalar ve metinler. Dergah'ın hüviyetini açıkça göster­ mektedir. Mecmuanın önemli yazarlarından Mustafa Şekip, mütarekeyi takip eden günlerde, milletimizin utıradıtıı büyük haksızlık karşısında içine düştügü ümitsizlikten Bergsorı felsefesi sayesinde kurtuldugunu ve ruhunun ,,taze bir hayat neşvesi ile canlandıgını" söyler8. Esasen bu felsefenin Avrupa'da oynadıgı rol de, Mustafa Şekip'n ruhuna verdigi hayat neşvesinden pek farklı degildir. Pozitivizmin, mekanizmin ve diger materyalist felsefe sistemlerinin bunalttıgı XIX. asır, Bergson felsefesi ve benzeri düşünce akımları sayesinde biraz ümit ve imana kavuşmuştu. Dergah mecmuasında, Anadolu'da cereyan eden mücadelenin, bir ölüm kalım savaşının uyandırdıgı şiddetli bir yaşama gerginliginden dogdugu fikri savunuluyordu. Böyle bir savaşta kazanılacak başarının sırrını istatistikle, poz­ itif bilimle, teknolojiyle vb. ölçmek mümkün degildi; bunların ancak vasıta olarak bir degeri olabilirdi. Asıl başarı, canlıların hayat mücadelesindeki hakim güçleri olan içgüdülerinden ve hayat hamlesinden {elan vital) doguyordu. Zafer, kemmiyete karşı keyfiyetin, mekanizme karşı yaratıcı hamlenin zaferiy­ di9. Bu, Bergsoncu bir açıklamadır. Dergahçı aydınları dertnden etkileyen Bergson felsefesi, mecmuaya asıl şahsiyetini kazandıran Yahya Kemal'i de , dogrudan degilse bile, dolaylı olarak etkilemiştir. Fakat Bergson adını sadece Ziya Gökalp'ten bahsederken iki kere zikreder. Gökalp'in Sokrat'tan Bergson 'a kadar süzülen felsefeyi tam bir kudretle kavramış oldugunu10 ifade eden

Yahya Kemal'in vezinlerle ilgili

olarak yazdıgı bir yazının başındaki şu cümle ilgi çekicidir: ,,Son neslin feyle­ sofu Mustafa Şekip Bey ki usül-i felsefesinin peyreviyiz"

11•

Mustafa Şekip: Bergson ve Manevi Kudrete Dair Birkaç Konferans, İ stanbul 1 934, s. 3 9 Bu görüşün dile getirildiği ilginç bir yazı: İ smail Hakkı [Baltacıoğlul: ,,Kerbela'ya Giden Derviş", dergah, nr. 1 , 1 337 1 O Yahya Kemal: Siyasi ve Edebi Portreler, İ stanbul 1 968, s. 1 5 , 22 1 1 Yahya Kemal: Edebiyata Dair, İ stanbul 1 971 , s. 1 21 8


81

Yahya Kemal felsefe meseleleriyle pek ugraşmadıgını biliyoruz. Fakat ,,imtidad" fikri etrafında geliştirdigi tarih görüşünde ve sanat anlayışında, Bergson'un hayat hamlesi ve bilhassa zaman konusundaki fikirlerinin izleri bulundugu görülüyor. Yahya Kemal'in ve öteki Dergahçılann anladıgı mana­ da dogu rönesansı, medeniyetimizin ölü taraflanyla degil, bir zamanlar ona hayatiyet kazandıran ruhuyla dirilmesi ve yepyeni bir hayat hamlesiyle çagını kucaklaması demekti. Kısaca, bu diriliş ne geçmişin tekrarı, ne de inkarıydı, bir imtidad'dı. Kelime olarak ,,uzama, uzanma, temadi etme" gibi anlamlara gelen imti­ dad, Yahya Kemal'in lügatinde, sürekli bir degişme içinde degişmeyenin, yani asıl hüviyetimizin muhafazası manasına geliyordu. Bu manada imtidad ile Bergson'un duree fikri arasında dikkate deger bir benzerlik vardır. Bergson felsefesinin merkezinde yer alan duree 'yi geçmişin devamlı gelişmesi diye tarif etmek mümkündür. Devamlı olarak birbiri üzerine yıgılmak suretiyle büyüyen geçmiş, kendini otomatik bir şekilde muhafaza eder. Çocuklugumuzdan bu yana duydugumuz, düündügümüz, arzuladıgmız herşey, şimdiki zamana katılmak üzere uzanmış, fakat kendisini dışanda bırakmak isteyen şuurun kapılarını

zorlayan

geçmiştedir. Geçmişimizin

ancak

bir

kısmıyla

düşünebilmekte, fakat bütün geçmişimizle arzulamaktayız. Bir başka ifadeyle, hakiki zaman, entellektüalistlerin anladıgı gibi, saat kadranının çevresirie sıkıştırılan ve sonunda mekanla aynileşen, yani geçmişle gelecek arasındaki mahiyet farkını ortadan kaldıran boş ve mücerret zaman degil, her anı bir­ birinedn farklı oluşlarla tecelli eden, devamlı bir degişme ve kesintisiz bir oluştur. Bu degişmelerin her birinde şuurun bütün geçmişi mütekasif bir şiddet halinde bulunmaktadır, yani mazi ile hal daima birliktedir. Bununla beraber sonra öncenin ne tekrarı, ne de kuwetlerinden birinin gerçekleşmesidir. Sonra önceye baglıdır, fakat ondan daima farklı ve daima yenidir12. Yahya Kemal'in savundugu imtidad fikri de duree'nin tabii bir sonucu olan devamlılıgı, yine Bergson'un terminolojisiyle konuşmak gerekirse, gelecege 1 2 Mustafa Şekip: Age, s. 18 vd.


82

dogru hayat hamleleriyle uzanan ,,yaratıcı tekamül"ü ifade etmektedir. insan­ ların bir vehme uyarak zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek diye üçe böldükleri­ ni söyleyen Yahya Kemal'e göre, hakikatte bunların Üçü de yoktur, yürüyen birşey vardır, imtidad vardır. ,,Bu imtidad hattının ortasında hal içinde yaşıyoruz; gelecek kısmını göremiyoruz. Geçmiş olan kısmının ise tarihçilerin bize naklettikleri gibi biliyoruz, yahut o kısmın bize kalmış eserlerini görüyo­ ruz. Milli varlıgımızdan yalnız geçmiş olan devirler muhayyilemizde bir yekun halinde duruyor" 13• Yahya Kemal'in söylemek istedigi şu: Zamanın zihni olarak bölünmüş, aralarında mahiyet ve derece farkı bulunmayan mekan! bir zincirleme degli, bir oluş, bir devamlılık, kısaca imtidaddır. Bergson'a göre de şuurun ilk manası, geçmişin halde muhafazası manasına gelen hafızadır. Yahya Kemal, geçmişin yekun halinde muhayyilemizde durdugunu söylerken Bergson'un anladıgı manada şuurdan bahsetmektedir. ,,Şuursuzluk" diyor Bergson, ,,maziden hiç birşey hıfzetmemek, kendini her vakit unutmak ve her an ölüp yeniden dirilmek degil midir? Geçmişi zapt ve hıfzetmek ve gelmesi ihtimali olan şeylere karşı yardımcı olm...ğa hazır bulunmak şuurun ilk vazifesidir? Bunun için daima maziye dayanmış ve istikbale egilmiş bir haldeyiz. Şuurlu dedigimiz varlıgın fabirakalarından biri maziye dayanmak ise, digeri istikbale egilmektir. Daha dogrusu şuur, olmuş ile olacak, yani mazi ile istikbal arasında bir şirazedir"11 Bergson'un enine boyuna analiz ettigi bu meseleyi Yahya Kemal eski şark hikmetinin esprisine uygun olarak, kısaca, ,,Kökü mazide olan atiyim" mısraıyla formüle etmiştir. Yahya Kemal' in düşüncesinde hakiki manasıyla imtidad budur. Zaman kendini tekrarlamaz, aksine geçmişi de içine alarak devamlı büyür ve gelecegi hazırlar. Geçmişi bünyesinde taşıyan halde ve gele­ cekte, milli şuura varmış, yani ictimai hafızasını kaybetmemiş bir insan, bu bakımdan, savundugu fikir ne olursa olsun, daima bir hüviyetin sahibi ola1 3 Yahya Kemal : Aziz İ stanbul, İ stanbul 1 969, s. 65 1 4 Mustafa Şekip: Age, s. 57


83

caktır. Yani geçmiş degişerek ve aynileşerek devam edecek, asla kopukluk meydana gelmeyecektir. Bin sene sora bile mesela lstanbul'a Türk lstanbul diyebilecegiz. ileride Tanpınar tarafından ,,devam ederek degişmek, degişerek devam etmek" şeklinde formüle baglanacak olan bu fikir, Yahya Kemal'in dogrudan ve dolaylı olarak Bergson'un tesiri altında kaldıgını gösteriyor. Tilmizlerinden olan Tanpınar da bütün eserlerinde imtidad ve deruni zaman, yani duree fikrini zengin varyasyonlar halinde işlemiştir. Degişerek devam eden ve ne kadar degişirse degişsin kendisi olarak kalan hüviyeti gelenek kavramıyla ifade etmek de mümkündür. Yahya Kemal'in insanı, Fikret'inki gibi ,,bütün hüviyet ve uzviyetiyle at1" 1" degil, uzviyetinde bütün hüviyetiyle maziyi taşıyan atidir. Sevdigi kadında bile bütün bir vatan cografyasını ve bütün bir tarihi tecessüm etmiş görmek ister. Bir Tepeden lstanbul'u seyretmeye gelen sevgili. canan. milliyetini bütün hususiyetlerini kendisinde toplamış bir prototiptir. Güzelligi memleketin güzelligidir ve konuştugu zaman sesinde lstanbul hissedilir. Vatan cografyası ve tarih, bu güzelligi yaratabilmek için tam bin yıl ugraşmış, nice fatihin altın kanı, tarih onun çehresinde aksetsin diye mermerle karışmıştır. Nasıl bütün geçmiş muhayyilemizde yekun halinde duruyorsa, milliyetimizin hususiyetleri de Canan'ın yüzünde öyle toplanmıştır. Burada, Yahya Kemal'in yaklaşımını daha iyi anlayabilmek için Bergson'un tesirinde kalmış bir başka şairin, T.S. Eliot 'ın görüşlerinden yarar­ lanmak istiyorum. Kültürü, Bergson'un Yaratıcı Tekamil (Creati ve Evolution) teorisinin özüne uygun olarak açıklayan Eliot, Gelenek ve Şair adlı ünlü makalesinde. gelenege sahip olmak için önce ,,tarih şuuru" geliştirmeye ihtiyaç oıldugunu söyler? tarih şuuru, geçmişin halde de var oldugunu anla­ mak demektir. Tarih şuuru olan bir şair, yalnız kendi zamanın şuurunu ifade etmekle kalmaz; onun için Homeros'tan bu yana bütün Avrupa edebiyatı ve onun içinde düşünülmesi gereken kendi milletinin edebiyatı aynı anda vardır ve bütün edebi eserler organik bir bütün oluşturur. Şimdi kendisini dinleyelim: 1 5 ,,Çünkü Leng ü pejmürde/Nazarlarım seni maziye çekmek ister; sen/Bütün hüviyyet ü uzviyyetinle atisin"


84

,,Geçmişin hal içinde varlıgını hissetmek kadar ebediyeti, sınırsızı, sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bu beraberligi hissedebilmek bir yazan gelenekçi yapar. Aynı zamanda bir yazarın içinde yaşadıgı zaman ve mekanın, yani çagdaşlıgının keskin bir şekilde şuurunda olmasını saglayan şey de budur( . . . ) Çagdaş yazarın, geçmiştekilerle aynı çizgide olması ,çagdaş eserin eski edebiyatın yarattıgı organik bütününün bir parçası olması tek taraflı bir mecburiyet degildir. Yeni bir eser yaratıldıgı zaman, eski eserlerin oluşturdugu organik bütün, aynı anda yeni bir düzenlemeye tabi olur. İçinde yaşadıgımız çaga kadar yaratılmış bütün sanat abideleri, kendi aralarında ideal bir düzen ve bütün oluştururlar. işte bu bütün ve ideal düzen, yeni bir eserin kendilerine katılmasıyla degişiklige ugrar. Yeni eserin yaratılmasından önce eksiksiz bir bütün oluşturan eski eserler, kendilerine degişirler. işte buna eski ile yeni eser­ lerin oluşturdugu organik bütün fikrini kabul eden herkesin hal'e geçmişini yön verdigi, fakat geçmişin de çagnı şuuruyla yogruldugunu kabul etmesi akla uygundur"

16•

O halde gelenek, degişmenin geçmişe de intikal etmesini, yani geçmişin çagın şuuruyla sürekli yeniden inşa edilip şekillendirilmesini saglayan prensip­ tir. Tanpınar tarihi bu tarzda degerlendirmenin, Bergson'un anladıgı manada, ,,bugünün ışıgında maziyi görmek keyfiyeti"17 oldugunu söyler. Daha açık bir ifadeyle, gelenek hüviyeti kazanan geçmiş, hayatımızın dışında birşey degil, el'an yaşadıgımız, bizde devam eden, bizi bir yönüyle idare eden ve bizimle birlikte degişen canlı bir vakıadır. Yahya Kemal'in düşünceleriyle şiiri arasında, bu açıdan bakıldıgında, tam bir tutarlık vardır; onun şiiri gelenegin inkarı degli, bugünün ışıgında yeniden okunması ve yeniden üretilmesidir? Gelenekle ve kültürle bütün baglanmızı koparmak amacıyla yapılan radikal müdahalelerin mümkün oldugu kadar dışında kalması, açıkca muhalefet etmese bile, kendi çapında gelenegi yeniden inşa ederek özledigi manada imtidadı eserlerinde gerçekleştirmesi,

1 6 T.S.Eliot: Edebiyat Üzerine Düşünceler (çev. Sevim Kantarcıoğlu), Ankara 1 983, s. 1 9 vd. 1 7 Tanpınar: XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, lstanbul 1 976, s . 23


85

onun bir şair ve fikir adamı olarak çok özel bir yere koymamızı gerektiriyor. Şiir dilini ve ses'ini Tanzimat sonrası edebiyatı atlayarak asıl kaynaklara yönelmek suretiyle bulmuştur. Tekrar başa dönelim: Tanpınar, ithaf şiirini yorumlarken şöyle der: 'Buradaki dergah kelimesini kaynaklar diye tercüme edin, Yahya Kemal'in araştırma susuzlugunu, bu araştırmanın mahiyetini, hatta tabirimi kabul ederseniz, metodunu bulursunuz" diyor18. Bu metod, bir bakıma gemişe bugünün adamı olarak gidip oradan modern adamın dünyasını besleyecek zenginlikleri ve güzellikleri alıp bugüne taşımaktır19.. Şöyle de açıklanabilir: Yahya Kemal kendine has dikkatiyle, kütle halindeki geçmişi adeta parçalıyor ve ayıklayarak, daha dogrusu, tashih ederek yaşanabilir bir vakıa haline getiriyordu. Başarısının arkasında, belki de farkına varmaksızın, gelenegi modernitenin karşı kutbu olarak görmemesi, moder­ nitenin imkanlarından faydalalanarak onu yeniden üretmesi çabası yatıyordu.

1 8 Tanpınar: Yahya Kemal, s . 23

1 9 Türk İstanbul Konferansında bu metodu şöyle anlatm ıştır: ,,Geçmişte sevdiğimiz, hayran olduğumuz ve bağladığımız şeyler yalnız güzellikler, iyilikler, doğruluklardır; yoksa çirkin­ likleri, kötülükleri, haksızlıkları sevmiyoruz. Demek ki, maziyi bir kütle halinde, olduğu gibi, her tarafıyla sevmek1en uzağız. Böyle olduğuna göre yaşadığımız devirde de, halde de sevdiğimiz ve sevmediğimiz aynı şeylerdir. Gelecek1e de aynı şeyleri seveceğiz, aynı şeyleri sevmeyeceğiz". Aziz İstanbul, s. 65


86 EKLER il iTHAF NEFES Hezaran per açıp reng-i ziyadan

Fer almışken tulu-ı kibriyadan

Ufül etmiş güneş sahn-ı semadan

Bugün bi-vaye kalmış her ziyadan

Şebistan-ı elem hali sadadan

Bu mülkün farkı yok bir tengnadan

Gönül pür-girye hal-i inzivadan

Niçin nur inmiyor artık semadan?

ilahi meşrebim vahdet perestim

Bu şek bagrımda hergün gah ü bigah

Şerab-i cilve-i hayretle mestim

Dolaştım ,,Hu!" deyüp dergah dergah

o sagardır ki ziynetsaz-ı destim

Ümid ettim ki bir pir-i dil-agah

Dolar humhane-i Aı-i Aba'dan

Destin ,.Destur! " mihrab-ı hafadan

Ne beklersin ktlıp ey bad-ı şebhiz

Aba var, post var, meydanda er yok;

Demadem turra-ı ezharı tehziz

Horasan erlerinden bir haber yok

Getir lütfeyle bir buy-i dil-avlz

Uzun yollarda durdum hiç eser yok

Meşam-ı cana kabr-i Murtaza'dan

Diyar-ı Rum 'a gelmiş evliyadan!

Bu demdir tab'ımın devr-i melali

Tecelligah iken birtlerce rinde

Sever zulmetle ruhum hasbıhali

Melamet söndü şarkın her yerinde

Sadalar duymanın var ihtimali

Bu devrin gerçi son sohbetlerinde

Karartlıklarda a'ınak-ı hatadan

Nefes'ler dirtledik saz-ı Rıza'dan

Uzaktan yalvarıp ebr-i bahara

O yerler, işte Bagdad, işte Amid

Dedim gel şöyle meyi et bir kenara

Bugün her şüleden mahrum, camid,

Hüseyn'imden haber ver kalb-i zara

O yerlerden gelen son yolcu Hamid

Eger geçtinse deşt-i Kerbela 'dan

Haberdar olmaz olmuş maveradan.

Ne mümkün sevmemek Samih Hüseyn'i

Bu manzumeme ey üstad-ı hoşkam

Kabül eyler mi insan öyle şeyni

Ali' den doldurup iksir-i ilham

Resül-i Kibriya'nın nur-ı ayni

Leb-i uşşaka sundun öyle bir cam

Muazzezdir benimçün enbiyadan

Ki yugrulmuş türab-ı Kerbela'dan

Samih Rifat

Yahya Kemal


YAHYA KEMAL'DE DİN-KÜLTÜR İLİ ŞKİSİ

87

Doç. Dr. Recep KILIÇ(*) Yahya Kemal' in din anlayışını, ,,din-kültür ilişkisi" çerçevesinde ele alıp degerlendirmenin daha dogru olacagını düşünüyorum. 1 Bu sebepten önce, ,,din-kültür ilişkisi" hakkında genel bir çerçeve çizecek2, bu çerçevede içinde Yahya Kemal'in yerini belirlemeye çalışacagım. Din - kültür ilişkisi çerçevesinde cevabını arayacagımız sorular şunlar ola­ caktır: 1 . Din kendisini içinde buldugu kültürle nasıl irtibatlandırır? 2. Kültür, inananların dinlerini anlama tarzına nasıl tesir eder? 3. Dini anlama ve anlamdırmada zaman içinde meydana gelen gelişmelerin geçerli olanları, olmayanlarından nasıl ayırd edilebilir? Bu soruların cevabını aramaya geçme­ den önce. ,,din" ve ,,kültür" kavramları üzerinde kısaca durmak istiyorum. Yapılabilecek pek çok tarifi yanında din"i, ,,içinde bulundugumuz dünyaya, anlam verme , o dünyayı anlamlandırma teşebbüsü" olarak tarif etmek mümkündür. Sahip olunan din anlayışı ile dünya görüşü arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Bir taraftan dünyayı algılayış biçmimiz din anlayışımızı şekil­ lendirirken, diger taraftan sahip oldugumuz din anlayışı dünyayı algılayış tarzımızı biçimlendirir. Dünya, insanlar için sadece ,,verili" bir şey degildir. Dışımızdaki gerçekligin yalnızca bazı kısımları sadece oldukları gibidir, diger kısımlar ise beşeri faaliyetin ürünüdür ve başka beşeri faaliyetler ile degiştirilebilir karekterdedir. (

*

) Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Din Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

(1 ) Çünkü Yahya Kemal'in din ile ilgili görüşleri, daha önceden hocam Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay tarafından etraflıca ve vukufla ele alınmıştır. Yahya Kemal'in din ile ilgili görüşleriyle ilgilenenler öncelikle Süleyman H. Bolay'ın ..Yahya Kemal ve Din", (Ölümünün Yirmibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatl ı , Ankara 1 983, s. 1 95-2 1 8) isimli yazısına bak­ malıdırlar. Ayrıca Sait Başer'in, Yahya Kemal'de Türk Müslümanlığı (İstanbul 1 988) isim­ li eserinden de istifade edilebilir. (2) Din-Kültür İlişkisi hakkındaki bu genel çerçeveyi, David A. Pailin'in ,,Groundwork of Philosophy of Religion, landon 1 986" isimli eserinden büyük çapta, istifade ederek çizeceğim. İlgilenenler adı geçen eserin 55-75. sayfalarına bakabilirler.


88

Gerçekligin, beşeri faaliyetin ürünü olmayan, ,,verili" kısmını, ,,tabiat" diye isimlendiririz. Tabii dünyanın bu verili yapıları üzerinde işleyen beşeri yaratıcılık meydana gelmiş bir başka gerçeklik alanı daha vardır ki bu alanı da ,,kültür dünyası" olarak isimlendirebiliriz. Bu kullanımda kültür terimi, sadece musiki, edebiyat ve san'at gibi estetik faaliyet alanı için kullanılmaz. insanın ürettigi her şey ,,kültür" terimi ile ifade edilir. Bu anlamda ,,kültür"ü, H.R. Niebuhr gibi3, ,,insanın tabiat üzerine empoze ettigi 'sun'!, tali bir çevre olarak tarif etmek" mümkündür. Buna göre kültür; dili, adetleri, fikirleri, inançları, görenekleri, sosyal kurumları, miras olarak devralınan sanat eserlerini, tekink süreçleri ve degerleri içine alır. Kendimizi içinde buldugumuz gerçekligin sanılandan daha büyük bir kısmı, beşeri faaliyetin ürünüdür. Hernekadar bu gezegende hala ,,tabiat" olarak isimlendirilebilecek geniş alanlar olmakla beraber, insanlıgın ekseriyetinin çevresi büyük çapta beşeri faaliyetlerce şekillendirilmiştir. Bu sadece şehirler için degil kırsal alanlar için de dogrudur. Kırların manzarası asırlarca devam eden beşeri faaliyetin sonucunda oluşmuştur. Yetiştirdigimiz bitkiler beşeri icat kabiliyeti ile geliştirilmiştir. Öte yandan bizim 'beşeri' olan anlamamıza yogun olarak tesir eden sosyal çevre de büyük çapta beşeri faaliyetlerin sonu­ cunda oluşmaktadır.4 Bütün bunlar, insanın içinde yaşadıgı fizik dünyaya kendi degerleri çerçevesinde şekil verdigini; insanın adeta kendi milli degerlerini 'tabiat' üzer­ ine işledigini,dolayısıyla tabii dünyanın içinde yaşayan insanı yansıttıgını göstermektedir. Buna göre tabii dünya ile insan arasında birebir bir ilişki görmek mümkündür. 3.

H. R ichard Nielbuhr, Christ and Culture, Faber and Faber 1 952, s. 46, David A. Pailin, Groundwork of Philosophy of Religion, s. 55'den naklen.

4. Ayrıca toplumun en küçük birimlerini iek eşli, çok karı l ı veya çok kocalı usullerle birbirine bağlamamız gerektiğini; toplum düzeninin otoriter mi yoksa liberal mi olması gerektiğini; toplumun birbirini dışlayan kastlara m ı yoksa liyakati esas alan bir mertebelendirmeye göre mi bölümlenmesi gerektiğini dikte edecek herhangi bir ,,tabii zorunluluğun' olmadığı gözükmektedir.


89

Yahya Kemal'in ,,milliyeti toprakta gÇ)rmek,,5 şeklinde dile getirdiği anlayışdan hareketle, onun da aynı şekilde, kültür'ü 'insanın tabiat üzerine empoze ettigi sun'i, tali bir çevre"' olarak anladığını, bu sebepten tabiatın, üstünde yaşayan insanın değerlerini taşıdıgına inandığını düşünüyorum. Bu konudaki pek çok ifadesi yanında sadece şu cümleleri bu hükmü dogrulmaya yeterli görünmektedir: ,, . . . müslüman topragının en hararetli bir çerçevesinde ikamet ediyordum. evlerimiz İshakiye Camii'ne hemen bitişik gibiydi. Fatih devrinin metin müs­ lümanlığı b ..i camiin minaresine geçmiş gibiydi.

116

,,Eski Bizans harabesi üstüne kurulan Türk İstanbul, selefinden bambaşka bir hüviyetteydi ve yalnız kendini kuran milletin milliyetinin bir ifadesi gibiy­ di. ıı7 ,, . . takvimlerin dini, imanı, vicdanı var; mesela sene 857 deyince İslam'ın İstanbul'a girdiğini hissediyoruz, bu rakamda anlı şanlı bir tinnet var; . . .

118

İstanbul'un Türk' olmasını, takvimlerin 'dininin' olmasını ve Fatih devri müslümanlığının minareye geçmesini, insanın üzerinde yaşadığı tabiata kendi değerleri çerçevesinde şekil vermesi, adeta tabiatı kültürleştirmesi olarak anla­ mak gerekir diye düşünüyorum. Yahya Kemal Mektuplar Makaleler' de, yoru­ ma imkan vermeyecek kadar açık bir şekilde ,,topragın milliyeti"nden bahsederek şöyle der: ,,Toprağın bir rengi, bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri ile temsil etmişlerdir; ltalya topragı İtalyan, Fransa topragı Fransız, Alman toprağı Alman oldugu gibi Türkiye toprağı da Türktür.

119

5. Aziz İstanbul, 1 67; Buradaki ve bundan sonraki alıntılardaki vurgular bana aittir. 6. Hatıralarım, 34 7. Aziz İ stanbul , 1 0 . B. a. e . , 82."

9.

Mektuplar Makaleler, 301 .


90

Yahya Kemal, milletlerin yaşadıkları tcıbiata kendi milli değerlerini işledik­ ten sonra artık o tabiat ÜL.erinde meydana gelen tabii olguların bile o millete göre meydana geleceğini düşünür. Buna göre Türk toprağındaki ,,ölüm" bile Türkleşmektedir. Bu konu şu ifadelerinde açık bir şekilde dile getirilir. ,,Bu hissi tecrübe, Eyüb'den edirnekapısı'na kadar vatanın en ruhani bir merhalesi üzerinde icra edilmiş. Bu küçük mesafedeki toprakta fetih tarihi Hicretin 857 senesinden beri bariz bir Türklük hissedilir. Fetih bir ruh gibi hala o yerlerde mütecellidir. Çünkü Türk milletinin en genç bir devresinde en şedid bir azmi bu sahadaki surları, kuleleri, Bizans sarayını yere devirdikten sonra, bu sahanın toprağını da müebbeden Türkleştirmiştir. Bu toprakta ,,ölüm'· bile ,,Türktür" 10 Görülüyor ki Yahya Kemal'in düşüncesinde değer'den bağımsız bir ,,tabi­ at"tan ya da .,tabi! çevre "den bahsedebilmek mümkün değildir. Çünkü toprağın, tabiatın ya da tabii çevrenin de bir milliyeti vardır. Denebilir ki kültür, milliyet kazanan toprak'tır. Tabiat ile kültür arasında kurulan bu ilişkinin birbiriyle bağlantılı bazı mantiki sonuçları vardır. Bunlar: a. Milletler için değer'den bağımsız bir toprak parçası yoktur. Vatan'ın kutsallığının arkalannda bu düşünce vardır. b. Toplumların millet haline gelmelerinin ölçüsü, üzerinde yaşadıkları toprağa keneli milliyetlerini vermeleridir. c. Milliyete ayırdedici mahiyette hakim rengini veren dğğer, dindir; toplu­ lukları birnradc.. tutan, dini değerlerdir. d. Üzerinde yaşadığı tabii çevreyi. k<=>ndi değerlerini yansıtacak kültürel bir çevre hcıline getirememiş mil!et!erin, bilmeleri mümkün değildir.

1 0.

a.e.,

301 -302.

o

çevre üzerinde varlıklarını sürdüre­


91

B u hükümlere varmak için sadece ,,Ezansız Semtler" , ,,Yeni Bir Ufuk" , ,,Saatler ve Manzaralar" isimli üç makaleyi okumak bile yeterlidir diye düşünüyorum . lşte Ezansız Semtler'deki ifadeleri: ,,Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde dogan büyüyen oynıyan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib ola­ biliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlıgın çocukluk rü'yasını nasıl görürler? lşte bu rü'ya, çocukluk dedigimiz bu müslüman rü\ıasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bu günkü Türk babaları havası ve topragı müslümanlık rü'yası ile dolu semtlerde dogdular. dogarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaz durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşam1arı bir minderin köşesinden okunan Kur'an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah 'ı indirdiler. . . Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler. Türk oldular"

11

,,Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoglu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallerde müslümanlıgın nOru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o topragın o köşesi imana gelirdi; Beyoglu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yıgını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahal­ lerinin topragına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerler yerleştik, fakat o yerler müslüman ruhundan art, çok ve kurudur. . . Medenileştikçe müslü­ manlıktan çıktıgımızı tabii ve hoş gören eblehler uzagı degil Balkan devletle­ ri 'nin

şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin

her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtler1 1 . Aziz İstanbul, 1 21 .


92

imiz gibi milli ruhtan ari değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmiyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz, yeni tarzda yaşayışla ced­ lerimizin diyanetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşidler, şairler, edibler, hatibler, yetişmedi fakat gaayet tabii bir revişle büyük kaafileye kendi kendimize döneceğiz . .

" 12

Yeni bir Ufuk'taki şu ifadeler de bu konuda oldukça anlamlıdır: ,,Mütarekeden sonra içimde derin bir üzüntü vardı. lstanbul'un mütareke­ den Fetih senesine kadar giden eski halini özlüyordum. Gönlümü avutmak için surlarda, Eyüb'de, Edirnek,apı ve Topkapı semtlerinde Süleymaniye de, Sarayiçi'nde, . . . tek başıma gezmeğe gidiyordum. Bu gezintilerimde öğrendim ki Türk ruhu bizden ziyade bu topraklardadır. Evet, bu topraklardadır. Doğduğum günden beri alnız kitap sahifelerinde, frenkçe yeni bir kelime gibi gördüğüm vatan mefhumunu, lstanbul'un toprağında, tabiate karışmış bir mahiyette görünce sevindim. ...

Hisarlar'da

Türk'ün

kuweti,

Küçüksu 'da,

Göksu'da

neşesi,

Kağıthane 'de zevk ve şevki, Eyüb'de maneviyeti , surlarda atılışı, hava gibi ten­ effüs edilir o kadar barizdir. " 13 Yahya Kemal'in tabii olgular dünyası ile kültür arasında ilişkiye değindik­ ten sonra, değerler dünyası ile kültür arasındaki ilişki üzerinde de kısaca dur­ mamız gerekecektir. Değerlerimiz, büyük çapta kültürün ürünleridir. Şüphesiz kültürel belirlerı.nişliği aşan birtakım mutlak, evrensel değerlerin varlığı kabul edilmelidir. Ama bu değerlerin gündelik hayattaki fiili uygulamaları kültürel şekillendirmeye çok fazla açık olduğu unutulmamalıdır. Mesela adalet, hür­ riyet ve insan hakları gibi değerlerin bütün kültürler için değişmeyen, mutlak değerler oldukları kabul edilir. Ne var ki adaletin, hürriyetin ve insan hak­ larının anlaşılma biçimi, toplumdan topluma, hatta toplumların kendi içinde bile, ilginç bir şekilde farklılık gösterir. 1 2. a.e., 1 22-1 23. 1 3. a.e., 1 37-1 38.


93

insanın anlam dünyası ile kültür arasında vazgeçilemez türden bir ilişki vardır: Bir taraftan insanın anlam dünyası, büyük çapta kültürü tarafından şekillendirmektedir. Öbür taraftan da insan, kültürü degiştirme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla insanı anlam dünyasını şekillendiren ve insani yaratıcılıgın bir ürünü olan kültür alanı, yeniden şekillendirmeye de açık bir alandır. Bu tesbiti yaptıktan sonra dogrudan dogruya din ile kültür ilişkisini ele alabiliriz. Daha önce de belirttigimiz gibi bu ilişki öncelikle dinin, kendisini içinde buldugu kültiirle nasıl irtibatlandıracagı sorusunu gündeme getirir. Din, kültürün formlarını tahrip etmeyi degl bu formların dini prensiplerle tedirici bir uyumla dönüşmesini gerçekleştirme peşindedir. Bu dönüşüm tarihi süreç içinde gerçekleşir. Mesele bu dönüşümü gerçekleştirecek uygun yolların tes­ biti meselesidir. Yahya Kemal'in dini kültüre hakim rengine veren esas ilke olarak gördügünü belirtmiştik. ,,Milletlerin tekavvününde başlıca amil dindir" diyen Yahya Kemal degişik makalelerinde bu konuyla ilgili olarak şunları söyler: ,,Şu son onüç asırlık lran, medeniyeti ile, irfanı ile, san'atı ile, lisanı ile, müslüman bir cemiyettir . . . . lranlılar Araplarla, Türklerle ve bütün müslüman milletlerle bir mayadandır. Çünkü milletlerin mayası kan degil, dindir . . . Türk milleti de böyle tekevvün etmiştir."

11

,,biri Sami, biri Aryani, biri de Turani yani üç zıd zümreden olan Arabi' de, Farisi'de ve Türkçe'de şiirin şekilleri birdir, çünkü kitap birdi, din birdi, medeniyet birdi, irfan birdi, hazlar ve lezzetler de bir idiler. "15 ,,Bezestanda, bir hıristiyana, demin burada kaç kişi vardı, sorunuz, bir Rum, bir Ermeni, bir de Osmanlı vardı, der. Görüşünde asla yanılmaz, görüşü

1 4. Mektuplar Makaleler, 1 22. 1 5. Edebiyata Dair, 1 33.


94

de dogrudur, dini ayrı, mektebi ayrı insanların bir milletten olreayacaını bila şuur bilir. "

16

,, Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telakki eden Türk, Kürt, Çerkes, Arnavud ve Boşnak unsurlarının kurun-ı vusta'dan beri terkibiyle vücud bulmuş bir millettir. " 1 7 Milletlerin oluşumunda dini hakiki amil olarak gördügü içindir ki Yahya Kemal, Türklerin lslamiyeti din olarak benimsemelerinden önceki dönemi ,,kable't tarih" olarak niteler. Şöyle der: ,,Turan rüyasından uyanmıştım, . . . kendi vatanımızın o zamanki siyasi hududları içinde bir Türklüge razı olmuştum, bin yıl eweline kable't-tarih sayarak, bin yıldan beri kökleştigimiz Anadolu ve Rumeli topraklarında daha küçük mikyasda bir türkçülüge meyletmiştim . " ıs ,,Türklük her milliyet gibi bir harsdir, her milliyet gibi içinde her unsurdan ferd vardır; bir at cinsi degildir ki nısfü'd-dem, halisü'd-dem tahlillerle tarif edilsin. Türk harsini haiz olan her ferd Türktür. " 1''. Din ve kültür arasındaki ilişki meselesinde cevabı aranması greken önem­ li bir soru da ,,kültür, mü' minlerin dinlerini anlama tarzını nasıl etkilemekte­ dir?" sorusudur. Bu soruyu cevaplandırmak içni, kültürün algıladıgımız şeye ve anlama tarzlarımıza nasıl tesir ettigini degerlendirmek gerekecektir. Dinin anlaşılması üzerine kültürün tesirini ele aldıgımızda, en azından kavramlarımızın ve anlama yapılarımızın, büyük çapta kültürümüz tarafından

1 6. Eğil Dağlar, 64; Ayrıca şu ifadeleri de ay�ı konudadır. ,, 1 870'den sonra edebiyatta, Şark'­ dan çıkmak zarureti vardı, çıktık, bu çıkış çok iyi oldu. Avrupa kültürünün mektebine girdik, orada okumaya koyulduk, yetmiş seneden beri de okuyoruz; yazık ki mektepten henüz çıkmadık; hala bocalıyoruz. Milli ihtiyacı hiç duymadan ve duyar yaradılışta olmayan alafranga Türklerle konuşmak bile faydasızdır; çünkü onlar mektep'i gaaye telakki ediyor­ lar; lakin mektep vasıtadır. Gaye bizim milliyetimizdir. Onun, Avrupa medeniyeti içinde, tıpkı diğer milliyetler gibi, bir hüviyet oluşudur. (Edebiyata Dair, 1 42-43) 1 7. Eğil Dağlar, 66 1 8. Siyasi ve Edebi Portreler, 1 2 1 9. Eğil Dağlar, 224.


95

temin edildiğini, bu sebepten de bir ölçüye kadar geçici ve göreli olduğunu göz önünde bulundu�mamız gerekir. Kültürün anlamamıza yaptığı tesirin doğrudan olanı dil vasıtasıyla olur. Şeyleri belirlememiz ve onları diğerlerinden ayırd etmemiz, tasarruf alanımızda olan terimlere bağlıdır. Çok basit bir örnek olarak; yeşil bir alanda dolaşırken benim gördüklerimin adı ,,çim"dir. Oysa botanikçi ayriı yerde çok değişik bitki türleri gözlemler ve onları farklı çimen türleri olarak sınıflandırır.20 insan olma ortak paydasından hareketle her insan düşüncesi için, Kant'ın ,,a priori kategorileri" gibi. zorunlu olan bir takım anlama kategorilerinin bulunduğu kabul edilebilir. Ancak Kant 'ın sözünü ettiği kategoriler temel olmakla beraber, onlar hem az hem de formaldir. Ayrıca eşyaya anlam verişimizin büyük çapta kültürümüzden �rendiklerimize bağlı olduğu da aşikardır. Kültürün anlam dünyamıza olan tesiri sadece dil vasıtasıyla olmaz. Kültürün sebep olduğu tecrübeler, göz önünde bulundurduğu değerler, önlem verdiği ilişkiler ve ortaya çıkardığı sanat eserlerinin hepsi, düşünce tarzlarırruzı etkiler. Din'i anlama ve anlamlandırma işi, bu konuda bir istisna teşkil etmez. Dini anlamamız da. kültürümüzden öğrendiklerimiz çerçevesinde olur. Yahya Kemal'in dini bir kavram olan ,,tevekkül"ün anlamında zaman içinde meydana gelmiş olan değişkiliğe dikkat çekmesini, kültürün dinin anlasılmasına yaptığı tesir çerçevesinde anlamamak gerekir diye düşünüyorum. ,,Kerbekı ve Endülüs'ü fersah fersah geçen bu facia karşısında, bugün ve bu saat, yegane kudretimiz, lslamı hayat cidalinde ebedi bir mukavemetle muvazzaf eden dinimizin emrettiği tevekküldür. Islam ' da yeisten intihar ferde göre olduğu gibi cemaate göre de haramdır. Ancak tevekkül nedir? 20. Benzer şekilde bir örnek olarak: 1 9.cu asrın ikinci yarısında ,,agnostik" terimi bulununcaya

kadar, İ ngilizce'de açıkça Tanrı'nın olmadığını iddia edenler ile Tanrı'nın var olup olmadığından emin olmayanları birbirinden ayırd edecek doğrudan doğruya bir yol yoktu. Dolayısıyla ilk dönemlere ait kullanımda ,,ateist" kelimesi, her iki grub için de kullanılmak­ taydı ve bunlar arasıdaki fark göz ardı edilmekteydi.


96

Kelimelerin manaları milletlerin ruhu tegayyur ettikçe degişir, İslamın hararetli devirlerinde ibadet bir zevk, bir cuşiş iken, sönük devirlerinde mihanlkl bir vazife haline girdigi gibi, tevekkül de ilk devirlerde dünyevi meşakkatlere yenilmez bir mukavemetle gögüs geren bir meziyetti, bu son zamanlarda da yavaş yavaş manevi bir intihar sırasına girdi.

"21

Burada ,,kelimelerin manaları milletlerin ruhu tegayyur ettikçe degişir" hükmüne özellikle dikkat çekmek isterim. Milletlerin ruhunda meydana gelen ,,tegayyur" , kültürel tecrübeler sonucunda meydana gelir. Milletlerin kültür dünyalarında meydana gelen degişiklikler de anlam dünyalarına tesir eder. Yahya Kemal'in mezhepleri milli kültür ile özdeşleştirmesini de, dini anla­ ma faaliyetinde kültürel anlam kodlarının tesirini görmesi şeklinde degerlendirmek gerekir diye düşünüyorum . ,,Osmanlı - Türk saltanatının lran'la mücadelesi Bizans'dan miras kalmış bir kavga degildir, Sünnt'lik ve Şit'lik şeklinde bir Türklük - Acemlik mücade­ lesi, bir milliyet meselesidir. O devirlerde Türklügün karşılaştıgı en vahim tehlike, bilassa Safevtlerin azgın bir dereceye çıkardıgı, Şiilik olmuştur; bu mezhep Acem harsının ta kendisi idi.

" 22

Din - kültür ilişkisi hakkında söyledilerimizin ışıgında denebilir ki, belli bir zamanda belli bir topluun dini, bütünüyle o zamanın ztihinsel tavrına göre anlaşılmaktadır. Dini fenomenler, ayın zamanda o zamanın karmaşık hayatının bir parçası oldugundan, ancak bu hayatla ilişkisi kurularak dogru anlaşılabilme imkanına sahiptirler. Dolayısıyla dinin muhtevası kültür tarafından temin edilmesi de, bu muhtevanın yorumu insanların kendi gerçek­ liklerini, nasıl anladıklarına baglıdır ve bu sebepten çagdaş kültür tarafından şekillenmektedir. Bu durumda din, kültürel tesirlerin isteksiz bir kurbanı gibi gözükür ve bu tür kültürel tesirlerden kendini kurtarmayı hedefler. Bu sebepten dini anla21 . Eğil Dağlar, 1 66-1 67. 22. Aziz İ stanbul, 71 .


97

manın bütünüyle eleştirel bir anlama olması gerektigi üzerinde ısrar edilir. Ancak ne kadar eleştirel de olsa, dini anlamanın kültürün tesirinden kurtul­ ması, sanıldıgı kadar kolay degildir. inananlar, inandıkları dini anlamaya çalıştıklarında, kendi kültürlerinin verisi olan fikirleri kullanmak zorundadırlar. Çünkü başka kaynaklara sahip degildirler. Kültürün dini anlama ve pratige geçirme üzerindeki tesirleri, bize din ile ilgili her türlü idrakın bir ölçüye kadar kültüre bagımlı oldugunu hatırlatır. Hatta kültürel önyargılarımız hükümlerimizin temelini oluşturdugu için, onların anlamamızı yönlendirdiginin farkında olmak bile zordur. Düşüncenin kaçınılamayan bu kültürel göreceligi, bizi ,,dini anlamada zaman içinde mey­ dana gelen gelişmeler arasından geçerli olanlarla geçerli olmayanların nasıl belirlenecegi sorusu" ile karşı karşıya getirir ki konunun can alıcı noktası burasıdır. Din anlayışını geliştigi ve gelişmeye devam ettigi iddiası pek çok inanan için rahatsız edicidir. insanlar iman ettikleri dinde emniyet bulmak istedik­ lerinden haklı olarak onun aynı kalmasını, onda ilahi sabit bir noktanın bulun­ masını arzu ederler. Ancak tarihi çalışmalar, dinin hem teorik olarak anlaşılma seviyesinde, hem de uygulama aşamasında birtakım gelişim ve degişimlerin oldugunu göstermektedir. Burada önemli olan mesele, geçerli degişiklikleri, tahrif edici çarpıklıklar­ dan nasıl ayırd edecegimiz meselesidir. Dinde bütünüyle 'kültürel olan' önplana

çıkarıldıgında,

din

kaybolmakta

deyim

yerindeyse

adeta

buharlaşmaktadır. Dini olanın kültürel olarak degiştigini kabul ettigmizde, dini şuurun evrenselligini izah etme imkanı neredeyse kalmamaktadır. Dolayısıyla din'de sabit olanla, degişken olanın ayırd edilmesi ve bu konuda açık ölçüt­ lerin bulunması son derece önemlidir. Yahya Kemal'den bu meseleye teorik seviyede verilmiş cevaplar beklemek haksızlık olur. Çünkü mesele, hem teolo­ jik hem de felsefi tahlili gerektiren bir meseledir. Yahya Kemal'in din konusuna yaklaşımı ise ne teolojik ne de felsefidir, elki kültürel oldugu söylenebilir.


98

Gerçekten de ,,dinin nasıl anlaşılacağı" meselesi, din - kültür ilişkisinde merkezi önemi haiz bir meseledir. Bu meseleye sağlıklı bir çözüm getire­ bilmek için, dinden de anlaşıldığı açık seçik hale getirilmelidir. ilahi dinler söz konusu olduğunda din denilince ,,insanın sadece Allah ile ilişkilerini değil aynı zamanda sosyal ve fizik çevresiyel olan ilişkilerini de düzenlemek üzere Allah tarafından konulmuş olan değerler manzumesi" akla gelir. Bu tariften hareketle dinin üç önemli özelliğine dikkat çekilmelidir: Birincisi dinin Allah tarafından konulmuş olması yani muhtevasının insan için 'verili' olmasıdır. lkincsi dinin insanın ilişkiler ağını düzenleyen, kural koyan normatif bir karaktere sahip olması yani insanın hürriyet alanına sınırlar getirmesidir. Üçüncüsü de dinin insan için olmasıdır. Dinin insan için olması, din anlayışının belirgin hale gelmesi açısınan önemlidir. Çünkü dini iman; insanın varoluşu ile ilgilidir ve sadece bazı şeyleri duymak, hissetmek demek olmadığı gibi sadece bir takım dini hakikatleri zih­ nen doğrulamakla da değildir. Dini iman 'da bilgi, irade ve duygusal bağımlılık içiçedir. Dini imandaki bu öğelerden birini öne çıkartıp, diğerlerini görmezden gelmek ya da ihmal etmek, dinin eksik değerlendirilmesine yolaçar. Din'in neliği ya da · mahiyeti ile ilgili dikkat çekmek istediğim önemli iki noktadan birisi budur. Dikkat çekmek istediğim diğer bir nokta da şudur: Din insanla ilgili düzen­ lemlerini vahiyle ve vahyi insanlığa ulaştıran peygamberi ile yapar; ilahi dinler söz konusu olduğunda dinin olmazsa olmaz türden iki �ayanağı vardır: Vahiy ve vahyi insanlığa ulaştıran peygamber. Dolayısıyla vahiy dinin muhtevasını belirleyen bir bilgi kaynağıdır. Bu sebepten dinin anlaşılması, aynı zamanda vahyin anlaşılması meselesi demektir. Daha önce dindarın, din'de sabit 0lan ile değişken olanı bilmesinin öne­ minden bahsetmiştik. l�te din'de vahiy, hem sabit olan, ilahi olandır; hem de neyin sabit olduğur;u anlamak için bir ölçüttür. Vahyin dinin hem sabit olan kısmı, hemde rlinde sabit olanı belirleyen bir ölçüt olma özelliğini, konumuz açısından füıemle vurgulamak istiyorum.


99

Vahyin ilahi olması, evrensel olması anlamına da gelir. Vahyin evrenselli­ ginden belirli bir zaman ve mekana bagımlı olmamasını, kültürden kültüre de­ gişmemesini anlıyorum. Sözünü ettigimiz bu evrensellik, dini koyan otorite­ den yani Allah-u Teala'dan kaynaklanır. O'nun bilgisinde zaman, mekan ve kültüre görelik olmadıgından, bildirdiklerinde de görecelik olmayacaktır. Evrensel olan vahyin insan hayatında fonksiyonel olabilmesi için beşeri bir faaliyet gerekir. Bu beşeri faaliyet olmaksızın vahiy, insan için her zaman bir anlam ifade etmeyebilir. Sözünü ettigimiz beşeri faaliyete, zaman ve mekan üstü olan evrensel vahiy ilkeleriJJin, belirli bir kültürde yaşayan insanın özel durumlarına uygulanacak hale getirilmesi işlemidir. Bütünüyle beşeri olan bu işlem gerçekleşmeden, vahyin insan hayatına uygulanması mümkün olmaz. işte evrensel olan vahiy insanın hayatına girerken ,,kültür" haline gel­ erek, yani o kültürün anlam kodlarına göre anlamlandırılarak girmektedir. Bu açıdan bakıldıgı zaman, dinin bir yönünün evrensel, diger yönünün de degişken oldugu gözükür. Degişkenlik, insanın anlama ve anlamlandırma formlarındaki kültürel görecelikten kaynaklanır. Vahyin ifade etmeye çalıştıgımız bu iki görünümlü yapısından dolayı, dinde evrensel olan ile kültürel olan birbirinden kolayca ayrılamayacak şekilde içiçe girmiş durumdadır. Din'de evrensel olan yön kaybolunca din ortadan kalk­ makta, beşeri anlama formlarına indirgenip kültür haline getirilemiyen din de, insan hayatında etkili olmamaktadır. Din'in evrensel ve kültürel olan yanı ile ilgili söylediklerimizin ışıgında şimdi Yahya Kemal'in din anlayışını degerlendirebiliriz.23 Onun din anlayışını

23 Yanlış anlaşılmaya fırsat vermemek için, bir kişinin din anlayışını değerlendirmek, o kişinin inanıp inanmadığına, ne kadar inandığına ya da ne kadar dindar olduğuna karar vermek demek olmadığını ihtiyaten belirtmemizde fayda vardır. Bu sebepten bir kişinin din anlayışını değerlendirmekle, o kişinin dinden ne anladığını değerlendirmeyi anladığımı belirtmem gerekiyor.


100

,,İslamiyetin telakkisine dair"24 Ahmet Naim Bey'le girdikleri sert tartışmadan çıkarmak mümkündür. Yahya Kemal'e göre ,,sunnl ve haneft bir müderris" olan Ahmet Naim, ,,tam hamiyetli bir müslümandı"25 fakat ,,İslam taassubu"26 olan bir insandı. Aralarında 'dinin nasıl anlaşılması gerektigi' konusunda çıkan tartışmanın sebebini Yahya Kemal şöyle anlatır: 192 1-22 arasında ,,Tevhld-i Efkar"a Milli Hareket'e dair, milliyeti benim anladıgım yolda, bir nevi yazılar yazıyordum. Hemen hepsi eski İstanbul'uin ruhani semtlerini teşrih etmege çalışan bu nesirlerde, fetih hatıraları ve İstan­ bul topragına gömülmüş olan ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallerin manaları, hülasa bu topragın ,,vatan topragı" diye tekevvün edişinin hikayesi vardı. Şüphesiz ki bu yazıları, ben, herşeyden ewel bir Türk gibi duyarak yazarken, İslamiyetin çok katı, çok maddi adeta riyazi olan uknumlarının üstünden atlayarak, nehyettigi noktalara, butlanlann zevkine kadar gidiyordum. Bu nevi edebiyattan tam yerli müslüman olan ruhlar şiddetle hoşlanıyor­ lardı. Lakin medrese'nin çok sün! yapılı kafaları zevk almazlardı, hatta ürker24 Siyasi ve Edebi Portreler, 5 1 . ,,1 921 -22 arasında, Zeynep Hanım Konağ ı 'nın Edebiyat Fa­ kültesi olan katında, o vakit, fakültenin katib-i umümiliğini eden Behçet'in odasında felse­ fe müderrisi Ahmet Naim Bey'le, İ slamiyetin telakkisine dair, sertçe bir kavgamız oldu." 25 Tarih Musahabeleri, 43. 26 Portreler, 52. Yahya Kemal, Ahmet Naim Bey ile ilişkisi hakkında şunları söyler: ,,Ahmet Naiim Bey'le 1 91 5'de, yeni DarülfünCın'a beraber girmiştik. O zamandan beri ta­ nışırdık. Buluşup konuşmamız fırsatı yalnız, ders aralarında, tenenffüs saatlerinde yahut da Meclis-i Müderrisin olduğu günlerde çıkard ı . Bu fırsatla da ekseriya muarızane konu­ şurduk, Naim Bey'in ruhunda, şahsıma karşı, bu muarızlığın asıl sebebi ne idi? Bunu uzun zaman, tamamiyle tesbit edememiştim. Darülfünün'un Türkçü müderrislerinden biri olduğum için bu çok sunni ve hanefi müderri­ simizin fazla teveccühüne muntazır olamazdım. Ancak o, güler ve gülümser ve hayli ma­ nidar konuşmasını bilir bir alimimizdi. O vakit ise, Zeynep Hanım Konağı'nın salonlarında, bazı müderrislere, bazı muharrirlere, bazı siyasilere dair, alaylı musahabelerimizde çok anlaştığımız noktalar olmuştu. İ slam taassubu bertaraf edilirse Naim Bey"i ruhuma çok uzak gö rmemiştim. ,,a.e., aynı yer.


1 01

!erdi: irşadın bu tarzında, putperestlige bir gidiş görebilirlerdi; daha başka bir nokta var: lslamiyeti yalnız bir milletin, mesela bir Türk milletini kendi zevkine ve hulyasına göre anlayışını ulGm-ı lslamiyye reddederdi. . . Kur'an hükümleri malumdur, tafsil etmek lüzumsuzdur. işte Ahmet Naim Bey'le aramızda kavga bu bahisten çıktı. 27 Ahmet Naim'in Yahya Kemal'e yaptıgı itirazın merkezinde ,,lslamiyeti efsaneler üzerine kurulmuş bir din olarak göstermek, dini aslından saptırmak" endişesi vardır: Derslerden yeni çıkmıştık. Katib-i UmGmt'nin odasında istirahat ediyor­ duk. Ahmet Naim Bey birdenbire dedi ki: ,,lslamiyete sizin ettiginiz zararı bu aralık kimse etmiyor. " ,,Niyçün . . . Nasıl, ne gibi. . . " dedim. ,,Mesela bugünkü yazınız gibi yazılarından . . . " dedi ve ilave etti: ,,Zaten delalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. . . Bir zaman türkçülükle, şimdi de lslamiyeti efsaneler üzerine kurulmuş bir din gibi göstererek . . . Hasılı bu şaşırmış halkı bir türlü şaşırtmayı icad ediyorsunuz . . . Bizim!) Abdullah Cevdet'in dinsizliginden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddiudir; lslamiyeti yıkamaz. Halbuki sizin ,,Tevhid-i Efkar'·de bir seneden beri çıkan bu yazılarınız lslam akaidini ve esasatını baştan başa tahrif ediyor. Beyefendi! lslamiyette ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan veya falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber salallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri'nin kendi naşı bile lslam'da takdis olunamaz. işte lslam'ın hıristiyanlıga ve diger dinlere bir faikıyyeti de bundandır, böyle ebatına28 lslamda inanılmaz! . . . " Naim Bey coşmuştu. Coşkunluguna bir diyecegim yoktu; zaten onun inanan bir insan oluşundan hoşlanıyordum . . . "29

27 Portreler, 52-53 28 Metinde ebatın olan bu kelimenin matbaa hatası olarak böyle dizildiğini, aslının ebatı (batıl'ır. çoğulu) olması gerektiğini düşünüyorum. 29. Portreler, 54.


1 02

Yahya Kemal'in A. Naim'e verdigi cevaplar, kendi din anlayışını biraz daha açık seçik hal getirir: Ancak katı ve kırıcı bazı kelimelerini tahammülün fevkinde gö;düm ve aynı sert tavırla ve söyleyişle iade etmegi zaruri addettim ve aynen dedim ki : ,,Demin ,,biz" korkmayız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çokluksanız bile bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız. Türk milleti, dinini istedigi gibi benimsemiştir, diyanetini vatanının topragına tahayyül ettigi şekilde karıştırmıştır. ,,Biz" dediginiz zevat kalkıp da ,,Ey Türkler, lslamiyet sizin vatan topragınıza biganedir, sizin milliyetinizi ve diger kavimlerin de milliyetini tanımaz. Zaten milliyet tanımaz. Sizin filan ve falan ,,vatan"a lslamiyetin ruhaniyetini şu bu şekilde, hulasa putperestane bir itikat bakıyyesiyle izafe edilmesini lslamiyet istemez! " demenizle şu mem­ lekette emin olunuz bir yaprak kımıldamaz. Evet bu millet, lslamiyet' i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski put­ perestligiyle karıştırmış ve öyle sever, onun ugrunda yalnız bu sebeplerle ölür. lslamiyeti olsun, hıristiyanhgı olsun, diger dinleri olsun, bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyle karıştırarak kabul etmişlerdir ve başka türlü almalarına zaten imkan yoktur . . . Nihayet ben, şikayet ettiginiz bu yazılarda bu milletin inanmadıgı bir şeyden bahsetmiş degilim. Siz ki bu yüzden bana karşı bu kadar asabisiniz! Siz, kalkıp da Padişah'a karşı, onun Şeyhülislam'ına karşı ve Bab-ı Fetvası'na karşı ve birçokdalaletlere inanan bu halka karşı; ,,Eyüb'ün mezarı ne demektir böyle bir şey yoktur, böyle bir mevhCımenin ziyaret edilmesi lslam akaidine mugaayirdir; hatta görmek lslam 'a bu derece mugaayir bir dalalettir; bunları hemen kaldırınız!" dediniz mi? Halbuki bugün burada Abdullah Cevdet'den daha muzır oldugumu söylü­ yorsunuz. Niyçün diyorsunuz! Çünkü lslamiyetin inkar edilmesine razısınız, la­ kin bizim milli tahayyülümüze göre mevcud olmasına ve öyle teşrih edilmesine razı olamıyorsunuz! " Aramızda b u sözlerle kavga büyüdü: sonuna dogru da bahis yalnız bir nok-


1 03

tada toplandı: Ona göre: Herhangi müslüman bir millet kalkıp da İslamiyeti kendi kendi milliyetinin unsurlarından yalnız biri olarak telakki edemez ve kendin uygun bir şekle koyamaz. Müslüman bir kavim kavmiyetini unutmak ve lslam'ın nass-ı kaatı'larına tamamıyle baglanmak şartıyla müslüman olur ve diger müslürnanları aynen kendi milliyetinden bilir. Naim Bey'e izah ettim ki bizde yeni türeyen bu kavga Avrupa milliyet­ leriyle katolik ve sair kiliseler arasında zaten oldu ve galiba kilise göz kapamagı daha münasib gördü. Hatta papazlardan bile milliyetçilerin zuhur ettigini gördük. Kim bilir, belki bizde de böyle olabilir. 30 30.

Siyasi ve Edebi Portreler, s. 51 -56; Yazının konumuzla ilgili olan devamı şöyledir: ,,Bu münakaşanın üzerinden onüç sene geçti. 1 934'de uzun bir gaybubetten sonra,

İstanbul'a avdet etmiştim ; eski semtleri bir daha görmek sevgisiyle, istanbul'un, her gün bir köşesine gidiyordum. Bir gün de Şeyh Vefa Türbesi'yle Şehid Ali Paşa Kütüphanesi'ni ve ayni zamanda o taraflardaki medreseleri görmek niyetiyle çıkmıştım. Öğleden hayli sonrayd ı , Vefa'ya doğru yürüyordum, karşıdan Ahmed Naim Bey'in geldiğini gördüm. Rahatsızlıktan yeni kalkmış gibi yorgun yürüyordu. Beni görür görmez durdu, kollarını açtı. ,,Bu tesadüf münasebetiyle Cenab-ı Hakka hamdolsun . . " diyerek söze başladı. O kadar dostça bir tahassüsle hareket ediyordu ki mütehayyir kald ım. Sözüne devam ederek: Avrupa'da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlam ıştım. İkide birde: Yarabbi bu adamla son bir defa görüşmemi mukadder kıl ! Ta ki söylemek istediğim bir kaç sözü söyleyebileyim, diyordum, işte hu saatte Allah'ın o lütfunu idrak ettim. Ondan seviniyorum, şimdi sana maksadımı izah edeyim, nereye gidiyordun" dedi. Şehid Ali Paşa Kütüphanesi'nin nerede olduğunu bile bilmediğimi ve görmek istediğimi söyledim. ,,Pekala. . . Beraber yürüyelim . . . " diye teklif etti ve söze girişti: ,,Seninle o kadar sene evvel, Darülfünün'da bir münakaşada bulunmuştum. O münakaşa sonra benim zihnimi sene­ lerce meşgul etti. Son senelerde ise, ben, İstanbul'un bir çok semtlerinde gezmeği ve oralar­ da, tıpkı senin usülünd, eski mimari eserlerinin tarihini araştırmağı itiyad edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sard ı . Senin bir zaman ,,Tevhid-i Efkar'da çıkmış yazılarını buldum, Azim bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime o yazıların bir şair fantezisi olmayıp hakikaten manevi birer ufuk olduklarına kail oldum. İşte bundan sora, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yand ı m ve bir daha görürsem isti 'fay-ı kusur etmeği nezr ettim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi." dedi. Ekseriya müzeyyif olarak konuştuğunu bildiğimiz o Naim Bey bu sözlerini söylerken o kadar mü'minane bir teessür içindeydi ki ben de teessürümden önüme bakıyor ve ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Son ayrı l ışımızmış. Naim Bey bir ay sonra öldü. Benimle son bir defa görüşmek istediğine dair, y ukarıda n"klettiğim dileğinin, Vefa'da sırf tesadüf sevkiyle , tahakkuk etmesini hayretle telakki ettim." a.e.s. 56-58


1 04

Yarıya Kemal'in din anlayışında dini degişken olan, kültür haline gelen kısmı ön plandadır. ,,lslamiyeti olsun, hıristiyanlıgı olsun, diger dinleri olsun, bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle muhayyileriyle, ihtiyaçlarıyle karıştırarak kabul etmişlerdir ve başka türlü olmalarına zaten imkan yoktur" şeklinde dile getirdigi görüşlere, katılmamak mümkün degildir. Ancak daha önce de ifade ettigimiz gibi dinin 'kültür' haline gelen yönü yanında bir de evrensel olan sabit yönü vardır. ,,lslamiyetin çok katı, çok maddi adeta riyazi olan uknumlarının üstünden atlayarak, nihayettigi noktalara, butlanların zevkine kadar gidiyordum" ifadeleri, ,,acaba Yahya Kemal dinin sabitelerini dikkate almıyor mu?" şeklinde bir soru sormayı haklı kılacak mahiyettedir. İslamiyetin sabiteleri olan Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber paranteze alınarak, sadece kültüre yansıyan kısmı esas alınırsa, o zaman 1 500 yıllık ta­ rihi süreç içinde ,,islamiyet'' diye bir dinden bahsetme imkanı kalmaz. Eger Kur'an'ı ve onda bildirilen 'uknOmları' görmezden gelerek mesela Eba EyyOb el- Ensari'nin toplumunda gerçekleşen kültüre ,,lslam" dersek, Y.Kemal'in toplumunda gerçekleşen ,,lslam'dan başka bir şey demek gerekir. Oysa dinin yani lslam'ın toplumların kendilerine malederek kültürleştirdikleri yönünün arkasında, kültürel belirlenmişlige konu olmayan evrensel ilkeleri vardır. Bu evrensel ilkeler olmadan din'den bahsetme imkanı kalmaz. Kısaca genelde 'din' ile 'din kültürü' , özelde de 'lslam' ile 'lslam kültürü' birbiriyle karıştırılma­ malıdır. Din'in bir kültürü oldugu dogrudur, ama bu kültür hiçbir zaman din demek degildir. Yahya Kemal dini ibadet ile ilgili yanlarını, dini pratikleri yerine getirmeyi 'sofuluk' olarak görür. 31 Böyle bir anlayış imanın bilgi, irade ve insanın varoluşu ile ilgili boyutlarını bir tarafa bırakıp dini sadec ruhsal bir duyuş seviy­ sine indirgemek anlamına gelebilirJ2• Dinde bir takım şeyleri duyma, 'gönül adamı olma' hali, önemli olmakla beraber, dini bu halden ibaret görmek, ilahi dinler açısından kuşatıcı bir din anlayışı olmaz dine düşünüyorum. 31 . bkz. Hatıralarım, 24, 33, 35. 32 Bu uzun Avrupa hayatından dönerken, müslümanlaşmış, kendi vatandaşlarım için fazla . •

mütehassis bir ruha rücu etmiştim." (Hatıralarım, 1 25) ifadeleri böyle bir kanaati doğrular mahiyettedir.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.