Yusuf Akçura - Hatıralarım

Page 1



Yusuf Akçura (0. 1876, Siqıbirsk/Rusya -Ö. 1935, İstanbul): Yazar, tarihçi ve siyasetçi. İstanbul'a çocukken geldi ve ilk ve orta öğrenimi­ ni burada tamamladı. Harbiye'de okurken siyasal çalışmalan nede­ niyle 1896'da Trablusgarp'a sürüldü. Oradan Fransa'ya kaçtı. Paris'te Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitirip Rusya'ya döndü. 1908'e kadar Rus­ ya'da öğretmenik yaph. Kazan'da yayımlanan Vakit gazetesinde yazı­ lar yazdı. İstanbul'a döndüğünde Harp Akademisi ve İstanbul Üni­ versitesinde tarih dersleri verdi. Türk Ocağı'run kurucu ve yöneticile­ ri arasında yer aldı. 1912'de Türk Yurdu dergisini çıkardı. Türk Fırka­ sı'run kuruculan arasında yer aldı. Kuvayı Milllye'yi destekleyerek Kurtuluş Savaşı'na kahldı. 1923-1935 arası milletvekilliği görevinde bulundu. Milletvekilliğinin yanında Ankara Hukuk Mektebi ve İstan­ bul Üniversitesi'nde tarih profesörü olarak öğretim üyeliği ve Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yaph. 1935'te öldü. İttihatçılann Paris'te ve Mısır'da çıkardıklan Şura-yı Ümmet, Meşveret ve Türk adlı gazetelerde Türk Birliği görüşünü savunan yazılar yazdı. Eserleri: Ulum ve Tarih (Kazan 1906), Üç Haziran Vak'a-yi Müessifesi (Orenburg 1907), Osmanlı Saltanatı Müessesatının Tarihine Ait Bir Tec­

rübe (İstanbul 1909), Üç Tarz-ı Siyaset (İstanbul 1912), Eski Şura-yı Ümmet'te Çıkan Makalelerimden (İstanbul 1913), Mevkufiyet Hatıraları (Kazan 1907 ve İstanbul 1914), Rusya'daki Türk-Tatar Müslümanların

Şimdiki Vaziyeti ve Emelleri (İstanbul 1914), Şark Meselesine Ait Tarihi Notlar (İstanbul 1920), Muasır Avrupa'da Siyasi ve içtimai Fikirler ve Fi­ kir Cereyanları (İstanbul 1923), Siyaset ve iktisat (İstanbul, 1924), Tarih-i Siyasi Dersleri 1-4 (İstanbul 1927-1935), Türk Yılı (İstanbul 1928), Os­ manlı lmparatorluğu'nun Dağılma Devri (İstanbul 1940), Ta Kendim -Yahut Defter-i A'malim- (İstanbul 1944), Türk-Cermen ve lslav Halkla­ rı Arasındaki Tari'lıl Münasebetler. Erdoğan MURA: 1965 yılında Artvin'de doğdu. İlk ve orta öğreni­ mini orada tamamladı. 1984-1988 yılları arasında Uludağ Üniversi­ tesi Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyah Eği­ timi Bölümünde okudu. Ocak 1989'dan beri edebiyat öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Yerel dergi ve gazetelerde sanat, edebi­ yat ve kültür üzerine yazıları yayımlanan Erdoğan Mura, Dr. Yusuf Akçura'run Siyaset ve iktisat kitabı ile Muallim Naci'nin Medrese Ha­

tıraları adlı kitabını da yayıma hazırladı.



HATIRALARIM

YUSUF AKÇURA

Yayına Hazırlayan: Erdoğan MURA

HECE YAYINLARI


Hece Yayınlan: 124 Anı

Birinci Basım: Eyül 2005 İkinci Basım: Nisan 2012 © Hece Yayınlan

Kapak Tasarımı: Sarakusta Düzelti: Kasım Gezen Teknik Hazırlık: Bülent GÜLER

Baskı: öncü Basımevi Kazım Karabekir Caddesi Ali Kabakçı İş Hanı No: 85/2 İskitler/ANKARA Tel: 384 31 20

ISBN: 975-8988-31-X

HECE YAYINLARI Konur Sk. No: 39/1-2 Kızılay/Ankara Yazışma: P.K. 79 Yenişehir/ Ankara Telefon: (O 312) 419 69 13 Fax: (O 312) 419 69 14 e-posta: hece@hece.com.tr


İÇİNDEKİLER Önsöz / 7 Yusuf Akçura'nın Hayah, Mücadelesi ve Eserleri / 13

BİRİNCİ BÖLÜM Ta Kendim Yahut Defter-i A'malim Ailem ve Doğuşum Çocukluğum İstanbul Seyahati Askeri Yoklama İzmit Seyahati Üvey Baba Rüştiye Hayatım Birinci Defa Baba Yurdunu Ziyaret Zorla Hıristiyanlaştınlan Türkler Başkurt Türkleri Kasım Türkleri İstanbul' a Dönüş

/ 19 / 19 / 22 / 25 / 28 / 29 / 31 / 33 / 40 / 47 / 49 / 57 / 62

İKİNCİ BÖLÜM Mevkufiyet Hatıraları Mukaddime Yerine / 69 Mevkufiyet Hatıraları / 71 Hatime Yerine / 97 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRK YILI Akçura Oğlu Yusuf / 101 DİZİN /127 ALBÜM /137



ÖNSÖZ

Hayatı boyunca Kazan ve İstanbul arasında mekik do­ kuyan Yusuf Akçura ( 1 876- 1 935), Türk düşüncesinin önemli isimlerindendir. Cumhuriyetin ilk yıllarında önem­ li görevler üstlenen Akçura'nın hatıraları bugüne kadar bir bütünlük içinde yayımlanmamıştır.

Hatıralarım' da Akçura' ın geniş bilgi birikimiyle işlek bir dile sahip olduğu görülmektedir. Çocukluk günlerine, ça­ lışma ve sürgün hayatına dair önemli anıları ile kendi dü­ şünsel gelişimini açık bir biçimde ortaya koyan Yusuf Ak­ çura, aynı zamanda yazmayı kendine tutku edinmiş bir ya­ zardır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde de derslere giren Akçura, ölümünün yetmişinci yılında hatıralarıyla yeniden aramızda. Aynı zamanda 2005 yılı yazarın haya­ tında önemli bir yer tutan Kazan şehrinin kuruluşunun bi­ ninci yılı. Kazan ve Yusuf Akçura'nın ne denli iç içe oldu­ ğunu, hatıraları okurken daha açık bir biçimde görmek mümkündür.

Hatıralarım 'ı üç bölüm halinde yayına hazırladık. Her bölümde ele alınan konular ve bu bölümü oluşturan yazı-

7


YUSUF AKÇUR A

ların nerelerde, ne zaman yayımlandığı konusundaki bilgi­ lere aşağıda yer verilmiştir. 1. Bölüm: Ta Kendim Yahut Defter-i A'malim

Ta Kendim Yahut Defter-i A 'malim (tahminen) 1896 yılın­ da yazılmış Yusuf Akçura'nın elyazısı hatıralarından oluş­ maktadır. Yazar hayattayken, bu hatıraları yayımlamaktan kaçınmıştır. 1935'te ölümünden sonra, eşi Selma Hanım bu hatıraları Muharrem Feyzi Togay'a vermiştir. O da Osman­ lıca el yazısıyla karışık biçimde yazılmış olan defteri okuya­ rak 1937 yılında basıma hazır hale getirmiştir. Ne yazık ki hatıralar, yayıncının ihmaline uğramış ve ancak 1944 yılın­ da yayımlanabilmiştir. Bu eser, bağımsız bir kitap olarak basılmamış, Muharrem Feyzi Togay'ın Yusuf Akçura 'nın

Hayatı adlı biyografik eserinin içinde yer almıştır. Eserde Akçura'nın çocukluğuna ve öğrenim hayatına ilişkin hatı­ ralar bulunmaktadır. Bu hatıraların devamının yazılıp ya­ zılmadığına ilişkin herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Yu­ suf Akçura'nın hatıralarıyla ilgili olarak Ahmet Temir'in 1997' de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları ara­ sında yayımlanan Yusuf Akçura adlı eserinde dile getirdiği eleştiriler yayına hazırlanırken dikkate alınmıştır.

Ta Kendim Yahut Defter-i A 'malim'de Yusuf Akçura, ço­ cukluk günlerinden itibaren Rüştiye günlerinin panorama­ sını çizmektedir. Elbette bu panoramada 1880'li yılların Kazan'ını, İstanbul'unu, Bursa'sını, İzmit'ini ve Başkurt Türklerinin yaşadıkları yerleri görmek mümkündür. Bu açıdan Hatıralarım, aynı zamanda tarihçilere ve antropo­ loglara kaynaklık edecek zenginliğe sahiptir. 8


H A TIRAL ARIM

Akçura, insanın doğup büyüdüğü yerlerden küçük yaş­ ta ayrılmasının üzerinde nasıl bir etki bıraktığını da anla­ tır. Bu hatıralar o yıllarda gerek Kazan' daki gerekse İstan­ bul' daki hayat şartlarının zorluğunu da gösterir. 2. Bölüm: Mevkufiyet Hatıraları

Mevkufiyet Hatıraları 'nın ilk baskısı 1 907' de Kazan' da, ikinci baskısı da 1914'te İstanbul' da yapılmıştır. Eser, "Mu­ kaddime Yerine" başlıklı yazıyla başlayıp 8 Mart 1 906 ta­ rihli birinci mektupla devam etmiş ve 16 Nisan 1 906 tarih­ li 22. mektupla sona ermiştir. Bu mektuplara 10 Haziran 1907 tarihli "Hatime Yerine" adlı yazı eklenmiştir. Mevku­

fiyet Hatıraları 'nın İstanbul 1914 baskısında 17 ve 19. mek­ tuplar bulunmamaktadır. Bunun yerine "17 ve 19. Bastırıl­ madı." notu düşülmüştür. Bu mektupların Kazan baskısın­ da bulunup bulunmadığına ilişkin ilgili nüshayı göremedi­ ğimiz için bir şey söyleyemiyoruz. Tutukluluk dönemlerine ilişkin hatıralarını edebi bir dille anlatan Yusuf Akçura, 1 906 döneminin Kazan'ına ve Kazan Türklerine ait önemli bilgiler aktarmaktadır. Ayrıca, Çarlık Rusya�sındaki genel eğilimleri de aktarmaktadır.

Mevkufiyet Hatıraları okunduğunda yazarın, toplum ve si­ yaset hayatına ilişkin önemli değerlendirmeler yaptığı gö­ rülecektir. İkinci baskısı 1914'te yapılan Mevkufiyet Hatıraları 'nın bugüne dek yeni bir baskısının yapılmaması düşündürü­ cüdür. Burada aradan yaklaşık doksan yıl geçtikten sonra, yazarın "Mukaddime Yerine" bölümünde bulunan şu ser­ zenişine dikkat çekmek gerekir: .

9


YUSUF AKÇUR A Mevkufiyet Hiitıraları'nın da benim için tabii kıymeti var.

Lakin bilmem okuyan bulunur mu? Okuyanlar velev bir iki yerinden olsun azıcık müteessir olurlar mı? .. Zannetmem.

Eseri yayına hazırlarken mümkün olduğunca yazarın diline müdahale etmemeye gayret ettik. Arapça-Farsça tamlamaları dilimize aktarmanın yanı sıra günümüzde kullanılmayan eski kelimeleri değiştirerek anlamlarını ver­ meyi tercih ettik. Ayrıca gerekli gördüğümüz yerlerde dip­ not kullandık. 3. Bölüm: Akçura Oğlu Yusuf

Türk Ocakları Merkez Heyeti tarafından yayınlanan

Türk Yılı 1 928 adlı çalışma, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşunda katkısı olan kişileri tanıtmanın yanı sıra, o dönemdeki ekonomik, kültürel, ticari, siyasi, bilimsel ve sanatsal açılardan içinde bulunduğumuz durumu da anlat­ maktadır. Ayrıca Türkçülük düşüncesinin nasıl doğduğu­ nu ve geliştiğini, bu düşüncenin neler içerdiğini ve önemli temsilcilerinin kimler olduğunu da Yusuf Akçura uzun uzadıya bu kitapta anlatmaktadır. Akçura, Türkçülük akımına katkıda bulunanları tanıtır­ ken, Akçura oğlu Yusuf'ta Türkçülük düşüncesinin nasıl oluştuğunu ve geliştiğini de anlatmaktadır. Bunları anlatır­ ken yazar, Harbiye'ye girişini ve burada yaşadıklarını, ilk yazılarını ve Türkçülük düşüncesinin gelişmesi için yaptı­ ğı çalışmaları da aktarmaktadır. Yusuf Akçura, Türkçülük düşüncesinin öncülerini tanıt­ ma yazısını, kızı Ülgen'e ve oğlu Tuğrul'a atfetmiştir. Yazı10


H A TIR AL ARIM

nın 6 Eylül 1928'de Selamiçeşme'de kaleme alındığını öğ­ reniyoruz. Hatıraları arasında ayrı bir yere sahip olan bu yazı, yazarın farklı ve üretken bir yönünü de bizlere gös­ termektedir. Yusuf Akçura'nın Hatıralarım'ı okurlarını zevkli, dü­ şündürücü bir okuma yolculuğuna ve tarihin tanıklığına çağırıyor.

Erdoğan MURA

11



YUSUF AKÇURA'NIN HAYATI, MÜCADELESİ VE ESERLERİ

Yazar, tarihçi ve siyaset adamı Yusuf Akçura 1876 yılında Kazan'ın Simbirsk şehrinde doğar. Babası Hasan Akçurin, annesi Bibi Kamer Banu'dur. Ailesinin yaşayan tek çocuğu olan Yusuf, babasının ölümü üzerine annesiyle birlikte İstan­ bul' a göçer (1883). İlköğrenimini değişik okullarda tamamla­ dıktan sonra, Kocamustafapaşa Rüştiyesi'ne yazılır (1885). Daha sonra öğrenimini yarım bırakarak Kazan'a gider. Bir yıl sonra tekrar İstanbul' a dönerek yarım kalan öğrenimini tamamlar (1890). 1892'de Harbiye' ye kabul edilen Yusuf Akçura, Jön Türkler­ le ilgisi olduğu gerekçesiyle tutuklanır. Başarılı bir öğrenci ol­

duğu için affedilerek Harbiye'ye döner. Okuldan mezun olun­ ca (1896) yine Jön Türklerle ilgisi olduğu iddiasıyla tutuklanır ve Fizan' a sürlilmek üzere Trablusgarp' a gönderilir (1897). Fa­ kat daha sonra serbest bırakılarak subaylık rütbesi iade edilir. Bir müddet Trablusgarp'ta Erkan-ı Harbiye Kalemi'nde çalışıp

öğretmenlik yapan Yusuf Akçura, öğrenimine Avrupa' da de­ vam etmek amaayla Tunus'a kaçar (1899). Aynı yıl Paris'e ge­ çerek Ecole Libre des Sciences Politiques'e kaydolur.

Burada önce Sadri Maksudi (Aksal) ile daha sonra da Jön Türk hareketinin liderlerinden Ahmed Rıza ile tanışarak

onun çıkardığı Şura-yı Ümmet gazetesinde yazılar yazar. 1903 13


YUSUF AKÇUR A

yılında öğrenimini tamamlayınca Kazan' a döner. Burada "Üç Tarz-ı Siyaset" makalesini yazarak yayımlanmak üzere Kahire' de çıkan Türk gazetesine gönderir. Bu makale Nisan­ Mayıs 1904'te adı geçen gazetede yayımlanır. 11. Meşruti­ yet'in ilanına kadar Kazan' da kalarak Rusya Türklerinin mü­ cadelelerine katkıda bulunur ve Ceditçiler2 arasında yer alır. 1905'te Rusya Müslümanları adlı siyasi bir harekete fiilen ka­ hlır. Bu sıralarda bir yandan öğretmenlik yaparken, bir yan­ dan da Kazan Muhbiri adlı siyasi gazeteyi çıkarır (1905). Rus hükümeti Yusuf Akçura'nın Duma'ya seçilmesini ön­ lemek için 8 Mart 1906 tarihinde evine baskın düzenler ve onu tutuklayarak 43 gün hapseder. Hapishane hahralarıru 1907'de

Mevkufiyet Hatıraları adıyla Kazan' da yayımlar. (Daha sonra bu kitap 1914'te İstanbul'da Türk Yurdu Kitaphanesi tarafın­ dan yayımlanır. Elinizdeki kitap, bu yayımı esas almaktadır.) Kırım'da yayımlanan Tercüman gazetesinde çalışırken 3 Hazi­

ran Vak'a-yi Müessifesi adlı eseri dolayısıyla takibata uğrar. Ekim 1908'de il. Meşrutiyet ilan edilince önce İstanbul'a, da­ ha sonra da Rusya ve Almanya'ya gider, fakat buralarda ara­ dığını bulamaz ve 1910'da tekrar İstanbul'a döner. Bu dönemde Türkçülükle ilgili derneklerin hemen hep­ sinde görev yapan Yusuf Akçura, 191 1-1917 yılları arasında müdürlüğünü yaptığı Türk Yurdu dergisindeki çalışmalarıy­ la dikkat çeker. Bu süre içerisinde başta öğretmenlik olmak üzere değişik görevlerde bulunur. 1917-1919 yılları arasında

Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) üyesi olarak Batı Avrupa ül­ keleriyle Rusya' da bulunur. 1919 yılı sonlarında İstanbul' da İngilizler tarafından tutuklanan Yusuf Akçura, daha sonra 2

Ceditçiler: Rusya Müslümanları arasında

19. yüzyılın sonlarına doğru, Batı uygarlı­

ğının ve İslam dünyasında beliren uyanışın etkisiyle başlayan yenileşme hareketi. Gaspıralı İsmail Bey bu oluşumun önemli temsilcilerindendir.

14


H A TIR AL ARIM

serbest bırakılır. Bu sırada evlenir (1920). Milli Mücadeleye kahlmak üzere 1920 yılının Mart'ından itibaren Anadolu'ya geçer ve Kazım Karabekir'in yanında yüzbaşı olarak görev yapar. Cumhuriyet' in ilanından sonra Atatürk' ün çevresinde yer alan Akçura, Dışişleri Bakanlığı'ndaki görevinden sonra, 1924 yılında milletvekili seçilir ve ölene dek bu görevini sür­ dürür. Bu sırada Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapmasının yanı sıra, İstanbul Üniversitesi'nde Yakınçağ Tarihi Profesö­ rü olarak derslere girer. 1 1 Mart 1935'te vefat eden Yusuf Ak­ çura Edimekapı Mezarlığı'na defnedilir. Eserleri: 1 . Osmanlı Saltanatı Müesseselerinin Tarihine Ait Bir Tecrübe (1909): Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde hazırladığı tezin özeti. 2. Üç Tarz-ı Siyaset (İstanbul 1912) 3. Eski Şurii-yı Ümmet'te Çıkan Makalelerimden (İstanbul 1913) 4. Ulum ve Tarih (Kazan 1906) 5. Mevkufiyet Hatıraları (Kazan 1907, İstanbul 1914) 6. Üç Haziran Vak'a-yi Müessifesi (Orenburg 1907) 7. Rusya'daki Türk-Tatar Müslümanların Şimdiki Vaziyeti ve

Emelleri (İstanbul 1914) 8. Şark Meselesine Ait Tarihı Notlar (İstanbul 1920) 9. Muasır Avrupa'da Siyası ve içtimaı Fikirler ve Fikir Cereyanları (İstanbul 1923) 10. Siyaset ve iktisat (İstanbul 1924) 1 1 . Tarih-i Siyası Dersleri 1-4 (İstanbul 1927-1935) 12. Türk Yılı (İstanbul 1928) 13. Osmanlı lmparatorluğu 'nun Dağılma Devri (İstanbul 1940) 14. Ta Kendim Yahut Defter-i A'miilim (İstanbul 1944)

15



BİRİNCİ BÖLÜM



TA KENDİM YAHUT DEFTER-İ A'MALİM

Jean Jacques Rousseau (1712-1778) bir "konfesyon" yap­ mışhr -yani başından geçenleri itiraf etmiş-. Yazdıklarında hiç yalan düzen bulunmadığını iddia ediyor. Kont1 Tolstoy (1883-1945) da Rousseau'ya nazire yapmış. Onun davası da öyle. Bunlardan başka birçok hahra (name-i amal) yazanlar vardır. İhtimal hepsi haklı olduklarını dava ederler. Davala­ rında haklı olup olmadıkları ise bir türlü kestirilemez. Öyle ya, bir adamın doğduğu günden ölünceye kadar, ne yaptığı­ nı araştırmak mümkün müdür ki, hatıralarının doğruluğuna hüküm vermek mümkün olsun. İşte ben de ispatı imkansız davada bulunanlardan biri­ yim: Ben de bir hatıra yazacağım; asla yalan söylemeyece­ �im; başımdan gelip geçenleri, otuz yaşındaki meleklerin defterleri kadar doğru kaydedeceğim. Hatıralarım� (defter-i amalime) Ta Kendim adını verdim. Kuzey Türkçesi lehçesine göre Nek Özüm 'dür. AİLEM VE DOGUŞUM

ve

1

Babamın adı Hasan Süleyman oğlu Akçurin'dir.2 Nerede ne vakit olduğunu bilmiyorum. Yalnız şunu biliyorum ki

Kont: Avrupa'da dördüncü derecedeki soyluluk unvanı.

' Asıl soyadı Akçura ise de Çarlık Rus idaresi bütün Türk soyadlarının sonları­ na

'of', 'in' veya 'ski' gibi Rusça aitlik belirten edatlann eklenmesine mecbur

19


YUSUF AKÇUR A

babamın babası Süleyman, Züye Başi Köyü'nde3 yaşamış ve zannedersem burada vefat etmiştir. Dedem Süleyman -Kuzey Türk lehçesinde Süleyman Ba­ bay' dır.- hayli zengin bir adam olup Simbir4 vilayetinde bir­ kaç çuha5 fabrikasının sahibi olmuştur. Dedemin babasının adını hatırlamıyorum. Şu kadar var ki soyumuzun şeceresi Akçura adını taşıyan bir kişide son bulmaktadır. Şeceremiz­ de bir hayli Mirza (yani Beyzade) ve Kinazlar -yani konttan yüksek soylu sınıf- vardır. Bunların arasında tarihte ismi ge­ çen Kinaz Adaş vardır. Büyük amcamdan işittiğime göre Akçura Babay aslen Kı­ rımlıdır. Araştırmaya imkan bulamadığım zorlayıa sebep­ lerden dolayı Kırım'dan Rusya'ya iltica etmiştir. Kendisine Züye başında malikane ve Kinazlık6 unvanı verilmiştir. Ec­ dadımızdan Kinaz Adaş'ın, Çar Müthiş İvan'ın yakınların­ dan olduğuna dair bir rivayet de vardır. Büyük dedemiz Akçura'nın aslen Kırımlı olduğunu akra­ bamdan bir başkası da teyit etti. Bundan işittiğime göre Kı­ rım Hanlarının iki türlü vezirleri varmış. Birtakımına Akçu­ ra ve diğerine Karaçura denilirmiş. Bu rivayete göre bizim ai­ le reisine verilen ad, aslında özel isim olmayıp resmi bir un­ vanı ifade etmektedir. Çura'nın türeye benzerliğine bakarak ve bu, "Bey" mana­ sını ifade ettiğine göre soyadımızın resmi bir unvan olduğu zannının daha kuvvetli olduğuna hükmediyorum. tutulduklarından Yusuf Akçura ailesinin soyadı nüfus kayıtlarına Akçurin ola­ rak geçmiştir. (Muharrem Feyzi Togay) 3

Züye Başi Köyü: Kazan civarında bulunan bir köy.

4 Simbir: 1924-1991 yıllan arasında adı Ulyanoski olan ve 1991 tarihinden son­ ra Simbirsk adını alan Rusya Federasyonu'na bağlı bir şehir. 5 Çuha: İnce ve sık dokunmuş, yün kumaş. 6 Kinazlık: Avrupa' da üçüncü derecede soyluluk unvanı.

20


H ATIR AL ARIM

İşte böyle eski ve soylu bir aileye mensup bulunan de­ dem, dördü erkek ve yedisi kız on bir varis bırakmışhr. Pe­ derim Hasan, erkek kardeşlerinin ikincisi bulunmuştur. Da­ ha pederi sağ iken evlenmiştir. Lakin daha sonra ikinci defa evlenerek validem Abdürreşit Yunüsof'un kızı Bibi Fahriye Banu (Bibi Kamer Banu)'yu almışhr. Validemin pederi çay tüccarı idi. Aynı zamanda Kazan' da keçi derisi işleyen dükkanı vardı. Bu iki işi aynı zamanda yü­ rütmesinin hikmeti, derileri Çin'e götürüp çay ile değiştir­ meyi kendisine ticaret yolu edinmiş olmasıdır. Validemin mensup olduğu Yunüsof'lar Kazan' da çok meşhurdurlar. Memleketin imarına bağış şeklinde çok yar­ dımda bulunduklarından şehrin büyük bir meydanına bun­ ların ismi verilmiştir. Eskiden çarlar Kazan'ı ziyaret eder iken Yunüsof'ların konağına misafir olurlar imiş. Çar Birinci Nikola'nın misafir olduğunu birçok defa işittim. Bu ailenin fertleri çok boylu poslu insanlar olduğundan halk kendileri­ ne "Uzunlar" lakabını vermiştir. Valide tarafından dedem Abdürreşit Yunüsof vefat ederken üç erkek ve dört kız evlat bırakmışhr. Bu kızların ikincisi validemdir. Pederim tarafından dedem Süleyman Akçurin vefahnda külliyetli miras bırakmışhr. Bunların arasında bir hayli çuha fabrikası var imiş. Pederime üç fabrika isabet etmiştir. Bunlar­ dan biri Züye Başi'nde, ikincisi Simbir'de ve üçüncüsü Lahof­ ka' da idi. Ben bunlardan yalnız sonuncusunu hahrlıyorum. Kendim Simbir' deki fabrikamızın yanındaki evimizde doğmuşum. Validemin benden evvel doğurduğu çocuklar­ dan hiçbiri yaşamamışhr. Benden sonra yalnız, bir kardeşim olmuştur. İki de evlatlık almışlar. Bunlardan Fatma'yı iyi ha­ tırlıyorum. Fotoğrafını da muhafaza ettim. Benden küçük olan kardeşim Fatimetü'z-Zehra'yı da iyi­ ce hahrlıyorum. Kardeşim, babamın vefahndan sonra doğ-

21


YUSUF AKÇUR A

muş. Kendisi de üç yaşında vefat etmiştir. Çocukları yaşama­ dığı halde benim doğup hayatiyet göstermekliğim validem ile pederimi çok sevindirmiştir. Memnuniyetlerinden 93 Mu­ harebesi'nde7 esir düşüp Simbir'e getirilmiş olan Türk asker­ lerine giyecek ve yiyecek hediye etmişlerdir. Askerlerden bi­ risi mukabele etmek ister ve pullu, işlemeli tütün kesesini pe­ derime hediye eder. Bu hediyeyi babam bana vermişti. O ka­ dar hoşuma gitmiştir ki bugüne kadar bir hatıra olarak mu­ hafaza ediyorum. ÇOÇUKLUGUM

Doğduktan sonraki halimi validem birkaç defa bana şöy­ le tasvir etmiş idi:

- Çok cılız idin. Kardeşlerinin hepsi de öldüğüne göre senin de yaşayacağına hiç inanmıyorduk. Serbest büyümekliğim için kundağa bile koymamışlar. Kulaklarımın biçimsizliği de bundan kalmıştır. Yaşamaklı­ ğım için yapmadıkları kalmamış: Adaklar adamışlar, kızlar gibi kulaklarımı deldirmişler, boynuma fena nazar dokun­ masın diye mercanlar almışlar, Abdülkadir Geylani'ye ada­ mışlardır. Ara sıra başıma Kadiri Sikkesi8 giydiriyorlardı. Fakat doğuşum ailem için pek uğurlu olmamıştır. Pede­ rim kızdığı zaman bunu söylermiş. Fakat işlerinin bozulma­ sına asıl sebep, Osmanlı- Rus Harbi ( 1877-1878 Harbi) olmuş­ tur. Memleketin ticaret ve iktisat hayatı bozulmuş olduğun­ dan tabiatı ile bizim pederin de fabrikasının işleri durmuş­ tur. Ben iki yaşında iken pederim vefat etmiştir. 7

93 Savaşı: 1877-1878 Türk-Rus Savaşı.

8

Kadiri Sikkesi: Kadiri Tarikah'na bağlı olanların takhklan başlık.

22


H ATIR AL ARIM

Fakat pederim tabii ölümle dünyadan göçmemiştir. Ka­ zan' dan Simbir' e kızak ile gelirken tam şehre gireceği zaman birdenbire ölmüştür. Beraberinde seyis ile iki hizmetçi bulun­ duğu halde vefahnı duymamışlar. O zaman validem Ka­ zan' da bulund4ğundan telgrafla çağırmışlardır. Şehrin İslam kabristanına gömmüşlerdir. Ben de cenazeyi hayal meyal ha­ tırlıyorum. Bundan sonra hayalım beş alh yaşına gelinceye kadar Lahofka' daki fabrikanın çamlar içindeki köşkünde geç­ miştir. Köşkün bütün aynnhlannı pekiyi hahrlıyorum. Anne­ min tek evladı olduğumdan beni pek nazlı büyütmüşler. Kendim de hükmetmeyi severmişim. Hizmetçileri haşlarmı­ şım. Herkesin bana ağabey demesini istermişim. Demeyenle­ ri dövmeye kalkışırmışım. Aynı zamanda son derece de ince­ leyici imişim. Mesela semaverin kaynar iken kapağını vura­ rak çıkardığı sese dikkat ederek sebebini araşhnr imişim. Bir defa evimize misafir gelen dünya görmüş bir Şeyh, in­ celeyici olduğuma bakarak valideme "Çocuğunu büyük bir

adam olacak kabiliyette görüyorum." demiştir. Altı yaşımda iken validem kızakla Kazan' a gider iken ahn hızlı koşmasından yere yuvarlanmış ve fena halde bütün psi­ kolojisi sarsılmışh. Validem yataklara düşmüştü. Evdekilerin başlıca meşgalesi eczaneye giderek muhtelif ilaçlan yaphr­ mak olmuştur. · Muhitime bakarak ben de doktorluğa ve eczacılığa merak ettim. Boş ilaç şişelerini toplayıp bunlar ile arkadaşlarımı ya­ lancıktan tedavi ederdim. Yedi yaşıma girdiğim zaman dok­ torluğu bırakarak askerliğe merak etmiştim. Önü kırmızı çu­ halı bir Uhlan süvari subayı elbisesi getirmişlerdi. Bunu gi­ yer ve kılıcımı şakırdatırdım. Artık büyümüş olduğumdan Lahofka'nın mahalle imamı ve ilkokul öğretmeni Abdülmen bana özel ders vermeye baş-

23


YUSUF AKÇUR A

ladı. Lakin dersler pek ciddi değildi. Öğretmen ders anlahr­ ken ben sarığını çözerek oynardım. Validem hem sıhhatini kaybetmiş, hem de fabrikanın bü­ tün işleri omuzlarında yığılmışh. Kazan'daki küçük biraderi­ ni yardıma çağırdı. Fakat kardeşi çok durmaz, kendi sıhhati­ ni bahane ederek Kazan'a döner. Bu defa yine Yunüsof'lar­ dan uzakça akrabamızdan birini davet eder. Bu kişi fabrika­ nın borca batmış olduğunu gördüğünden valideme uzaklara gitmesini tavsiye etmiş ve kayıplık zamanında alacaklılar ile uzlaşmak kolay olacağını söylemiştir. Kımız içerek tedavi olmak bahanesi ile validem Volga sa­ hilindeki Stavropol kasabasına gider ve beni de beraberinde götürür. Bu seyahati iyi hatırlıyorum. Simbir'den vapura bindik ve Stavropol'da karaya çıktık. Şehrin civarında Jigolis­

ki Gora denilen ormanlık bir yerde sıralanmış köşklerden bi­ rine indik. Verem başlangıcı olan hastalar kımız (At sütünden yapılmakta olup Türklerin en eski ve genel besleyici ve aynı zaman­ da keyif veren bir içkisidir.) ile tedavi edilmek üzere buraya ge­ liyorlar imiş. Buradaki hayattan memnundum. Bir gün benim de, vali­ demin de keyfi kaçtı. Kazan'dan geldiğini söyleyen Skaratin ismindeki Rus avukah fabrikanın borçlarından dolayı eşya ve malımıza haciz konulduğunu ve validemin de polis göze­ timi altına alındığını haber verdi. Bir müddet sonra kişisel eş­ yanın dışındaki bütün eşyayı müzayede ile sattılar. Mevsim geçtiğinden arlık köşklerde kimse kalmamışh. Biz dahi zabı­ tanın uygun görmesi ile şehirdeki bir eve taşındık. Evimiz Volga'nın kenarında idi. Her gün valide ile sahile inerek su­ luboya manzara resimleri yapardım.

24


H ATIR AL ARIM İST ANBUL SE YAH ATİ

Stavropol' da bir müddet daha kaldıktan sonra seyahate çıktık. İlk defa trene bindik. Valideye nereye gittiğimizi sor­ dum. Doktorlar Karadeniz' havasını tavsiye ettiler, tedavi için oraya gidiyoruz, dedi. Seyahat Odesa' da9 son buldu. Bu­ rada bir otele indik. Daha sonra imamın evine taşındık. Bir­ kaç gün burada kaldıktan sonra vapura bindik. Validem va­ purun adının Am'iral Nahimof olduğunu söyledi. İstanbul' a gidiyoruz, dedi. Bu seyahatin tarihi yaklaşık 1883 senesine tesadüf ediyordu. Validem bana da bir denizci elbisesi giydirmişti. Hatta önünde "Arkadya" yazılı ve arkasında uzun kurdelelibir ge­ mici şapkası giymiştim. Yolda ikimizi de deniz tuttu. Gözü­ müzü açtığımız zaman İstanbul'a yetişmiş idik. Vapurumu­ zun etrafını birçok kayık ve sandallar sarmıştı. Daha merdi­ venler indirilmemiş olduğu halde halatlardan yukarı birçok kayıkçı ve hamal çıkmıştı. Bir aralık üstü başı temiz giyinmiş bir genç bizi karşıladı. Geleceğimizi validem mektupla ken­ disine haber vermiş. Sahile sandal ile çıktık. Oradan da ara­ ba ile Babıali Caddesi'ni takip ederek misafir olacağımız eve gittik. Geldiğimiz ev bana pek yabancı geldi. Odalar hasır döşe­ li idi. Hizmetçi.de simsiyah zebellah gibi bir kadın. Rusya' da böyle şeyleri hiç görmemiş olduğumdan ödüm koptu. Bura­ da bir iki gün kaldıktan sonra Galata' da bir otele gittik. O ge­ ce

donanma (şenlik gecesi) idi. Taraçadan denizdeki gösteri­

yi seyrettik. Bir hafta sonra Nuruosmaniye' de bir ev kirala­ dık. Karı koca ve bir çocuğu olan bir aileyi de hizmetçi ola­ rak yanımıza aldık. " Odesa: Ukrayna' da bir liman şehri.

25


YUSUF AKÇUR A

Çok geçmedi beni Mahmutpaşa Camii yanındaki ilk mek­ tebe verdiler. Derslere nasıl başladım? Okumak bana kolay mı, güç mü geldi, hahrlamıyorum. Arkadaşlar da edinmiş­ tim. Karşımızdaki evde oturan Kazanlı Bahaddin'in kızı Ay­ şe ve Hacı İsmail Efendi'nin kızı Nefise İstanbul'daki ilk ar­ kadaşlarım olmuştur. Bunlar ile bir mektepte okurduk. Bir müddet sonra Bursa'ya giderek Çekirge'de bir otelde otur­ duk. Döndükten sonra Kazanlı muhacirlerden başka İstan­ bul' un yerlileri ile ahbap olduk. Mahalle çocukları eskici Ya­ hudiler ile beni korkutuyorlardı. Bir gün bir Yahudi ile kar­ şılaşmıştım. Kaçayım derken ayağım burkuldu. Bir ay ku­ cakta gezdim. Birkaç ay sonra evi değiştirdik. Divanyolu'nda köşe başında sebil üstünde bulunan Kara Hafız Mektebi'ne verdiler. Burada bir hoca, bir kalfa ve bir de meşk10 hocası vardı. Mektep hatıralarım uzun değil. Bir defa "lnna Feteh­ na"11 suresi okur iken güzel bir tokat yemiş olduğumu hiç unutmadım. Nihayet hatim yapmıştım. Hatim alayı 12 yapıl­ dı. Zaptiye binbaşılarından birinin atına yine binbaşı ünifor­ ması ile binerek önümde arkamda bütün mektep talebesi ol­ duğu halde Divanyolu'ndan geçtiğimi unutmadım. Bu aralık Rusya' dan dayım gelmişti. Bu vesile ile Kazanlı muhacirlerden hünkar çavuşu13 Sadri ve hademe-i hastan14 Mustafa Efendiler ile tamşmışhk. Sırmalı elbiseleri çok hoşu­ ma gittiğinden bana da aynım yaptırmasını valideye rica et­ tim. Yaptılar. Sevincime son yoktu. 10

Meşk: Yazı veya müzik çalışması (ödevi). lnna fetelınii: Fetih Suresinin ilk ayeti. Kur'an-ı Kerim'in 48. Suresi. 29 ayetten oluşan bu sure Medini bir suredir. İslam'ın elde edeceği fetih, haşan ve zafer anlatıldığı için Fetih Suresi adı verilmiştir. 12 Hatim alayı: Kur'an-ı Kerim'i ilk defa baştan sona okuyan çocuklar için dü­ zenlenen şenlik. 13 Hünkar çavuşu: Sarayda koruma, davet ve duyuru işlerinde görevli kişi. 14 Hademe-i has: Saray hizmetlerini yapan özel kişiler.

11

26


H ATIR AL ARIM

Validem bana pek düşkündü. Kocasından ve yurdundan ayrılmış olduğundan bütün tesellisi ben idim. Ben de babalı olmadığımdan bütün sevgiyi valideme ait kılmıştım. Bir gün kuşçulardan geçer iken insan gibi söz söyleyen papağanlar gördüm. Validemi zorlayarak bir tanesini aldırdım. Eve ge­ tirdik. Kafesinden çıktı, gezindi, söylendi. Papağan benim kadar validemi de sevindirdi. Kendisine bir arkadaş ve eğ­ lence oldu. Bu sırada gezinti için Bursa'ya gitmiştik. Döndü­ ğümüz zaman papağanı ölü bulduk. Ağlaştık. Bu defaki Bursa seyahati bende unutulmaz intibalar bı­ raktı. İri kirazları, bol kebapları hala gözümün önünde. Bun­ ları validem ve ev sahibesi ile yedikten sonra Yeşil Cami' e gittik. Daha sonra Osmancık' a çıktık. Kale duvarındaki derin bir izi gösteren bir adam, bilmem hangi kahramanın okunun isabet ettiği yer, dedi. Bundan sonra Sultan Osman'ın, Sultan Orhan'ın türbele­ rini ziyaret ettik. Türbedar hasır altındaki kilitli bir yerden çı­ kardığı nişanları, kurdelayı Osmancık'ın sandukasına taktı. Çekirge Camii'ne gittik. Yıldırım'ın at ayağı izini seyrettirdi­ ler. Yıldırım'ın türbesine de gittik. Gerek cami, gerek türbe oldukça harap ... Birisi, yakında tamir edileceklerini söyledi. Türbedar, Beyazıt'ın kavuğunu, kanlı ve yazılı hırkasını gösterdi. .. Keşiş Dağı eteğindeki yerleri dolaştık. Koza fabri­ kalarını gezdik. Kozalar ve kelebekler ile eğlendim. Bir kü­ çük camie girdik. Abani sarıklı, sarı saçlı bir hafızı dinledik. Sesi çok hoşuma gitti. Ramazan geldi. Bir gece Ulu Cami' e teravihe gittik. Çarşı camiinin nurani muhteşem kubbesi, şadırvanı bende unutul­ maz intibalar bıraktı. Yanındaki türbeye de gittik. Camie ve türbeye ait dinlediğim hikayeler hoşuma gitti. Hala hatırımdadır. Emir Sultan Camii civarındayız ... Mer­ keplere binip kaplıcaya gidiyoruz. Bir gün valide böyle seya-

27


YUSUF AKÇUR A

hatlerden birinde eşekten düşmez mi!.. Fena halde ayağı in­ cindiğinden şikayet etti. Büyük caddedeki eczaneye gittik. Bir gece Pınarbaşı'nı geziyorduk. Donanma (şenlik) idi. Bur­ sa seyahatinde edindiğim hahralar bugünkü gibi yaşıyor. Bursa' dan döndükten sonra evi değiştirdik. Beyazıt'ta Ali Paşa Camii yakınında bir eve taşındık. ASKERi YOKLAMA

Bab-ı serasker15 yakınımızda idi. Ekseriya akşamları bü­ yük meydandaki asker yoklamasına çıkar seyrederdim. Ali Paşa Camii kapısında bulunan neferler ile konuşurdum. As­ kerlikten en ziyade hazzetmeye başladığım an zannedersem bu evde bulunduğumuz zamandan itibarendir. Gerçekten yukarıda bahsettiğim şekliyle askerliğe pek kü­ çük yaşta heves etmiştim. Lakin Bab-ı seraskeride mızıkalı kumanda sesleri, askerlerin yürüyüş talimleri, kumandanla­ rın kurumları askerlik hevesimi büsbütün kuvvetlendirdi. Hele hatim alayı için bana yapılan binbaşı üniformasını giyip nöbetçi bekleyen kapıdan geçtiğim zaman ne kadar kurum satardım. Bir defa da, hem büyük kapıda neferlerin bir bana selam durmaz mı? . . Evde bütün meşguliyetim asker oyunları olmuştu. Ağ­ zımla boru çalar ve minderi davul yaparak kılıcımı da salla­ yarak talim ederdim. Valide kirada geze geze usanmış olduğundan ev sahn al­ mak hevesine düştü. Her gün ev bakıyorduk. Aksaray' da Yusufpaşa'da gezdiğimiz evi pek uygun bulduk. Pazarlığa giriştik. 700 liraya sahn aldık. Ev büyük olduğundan yukarı kah kendimiz işgal ettik. Aşağı kah bize yabancı olmayan İsa Can Efendi ailesine kiraladık. 15

Bab-ı serasker: Askerlik dairesi. Milli Savunma Bakanlığı'run ilgili birimi.

28


H ATIR AL ARIM

Vaktiyle kendisinden çok korkmuş olduğum Zenciye Ba­ cı arlık bizden ayrılmaz aşçımız olmuştu. Yeni �ve geldiği­ miz zaman ilk sözü bu oldu: Evimizin erkeği Yusuf, mahal­ lemiz Yusuf, karşıdaki çeşme Yusuf, civardaki mektep de Yusuf, hep Yusuf . . . Eski mektep uzakta kaldığından beni de Yusufpaşa İlk Mektebi'ne naklettiler. , Bu kagir olan mektebin bir kısmında erkek ve diğer bir kısmında kız çocukları okuyorlardı. Mektebin içi, arkadaşla­ rımın isimleri ile beraber hala hafızamdadır. Bu mektebin ta­ lebesinde itaat, düzen ve terbiyenin evvelki mekteplerdeki kadar olmadığını ilk görüşte fark ettim. Kızlara karşı uzak­ tan terbiyesiz tavırlar takınıyorlardı. Şaşırdım. Lakin ders yönünden düzenlilik vardı. Dört sınıfa ayrılmıştı. Üçüncü­ den gelmiş olduğum halde imtihan ederek dördüncüye aldı­ lar. Askeri Rüştiye'ye gidinceye kadar Yusufpaşa Mekte­ bi'nde okudum. İZMİT SE YAH ATİ

Yusufpaşa'ya yeni taşınmış idik. Memleketten bir telgraf geldi. Harfler Fransızca ve dili Rusça idi. Evimize misafir ge­ len mülkiyeli Reşit Efendi'ye okuttuk. Avukat Skaratin'in İs­ tanbul'a hareket eylediği bildiriliyordu. Telgrafı gönderen Yunüsof'lardan Mahmud Cim idi. Valide, Rus'un gelişini mutlaka bizi araşhrmak için oldu­ ğuna şüphe etmiyordu. Çarçabuk hazırlandık. Valide, ben ve beraberce oturduğumuz İsa Can İzmit'e yöneldik. İsa Can Efendi bizi İzmit'e bırakhktan sonra İstanbul'a döndü. Hare­ mi ile aşçı evde kalmışlardı. Bu seyahate ait hahralanm şun­ lardır: Trende san sakallı ve mavi gözlü, başında şapka bir ada­ ma rastladık. Avukat Rus'un olmasına ihtimal vererek çok

29


YUSUF AKÇUR A

korkhık. Kazanlı muhacirlerden birinin evine misafir olduk. Derslerimden kalmamak için beni mahalle mektebine gön­ derdiler. Mahalli adet dolayısıyla Hocaefendiye kahve ve şe­ ker götürdük. Mektepte dersten çok, avlusunda bütün ço­ cukların ceviz oynadıklarını gördüm. Mektebin bahçesinde çocuklar siyah bir yemiş topluyorlardı. Ne yapacaklarına dikkat ettim. Ezerek suyunu çıkardılar. Kırmızı mürekkep halini alan bu akışkan nesne ile ilahiler yazdılar. İzmit'te bir hafta kadar kaldık. Fakat İstanbul' a nasıl döndüğümüzü ha­ hrlayamıyorum. İstanbul' a döndükten sonra validenin ilaç şişeleri çoğal­ mışh. Bende yine eczacılık merakı peyda oldu. Bunları bir yüklüğe dizdim. Kapısının üzerine de tebeşir ile Eczahane-i

Sultaniyye levhasını yazdım. Hala iyice hahrlıyorum. Bu esnada Kazanlı hemşehriler­ den erkanıharp (kurmay) kaymakamı Abdurrahman Bey evimize misafir gelmişti. Bizim eczaneyi de seyretti. Şişelerin tam bir eczaneyi taklit edercesine muntazaman sıralanmış olduğunu görerek valideye dedi ki:

- Yusuf un eczacılığa cidden yeteneği olduğunu görüyorum. Bir gün mektepten öğle yemeği için eve gelmiştim. Vali­ dem kiraya verdiğimiz kattaki küçük odaya girmiş gazete ve kitap dolu sandıkları karışhrıyordu. Ben de bunları tetkik et­ tim. Gördüklerim hala hahrımdadır: Resimli bir gazetenin ortasında siyah elbiseli korkunç bir herif, iki tarafında saçla­ rı perişan, elleri zincirli iki kız, kızların eteklerinin birinde

Alsas, diğerinde Loren yazılı. Diğer bir resimli gazetede koca bir nehir -Tuna olacak- ortasında sandalda bir balıkçı, ağını sudan çekiyor. Ağın içinde Rus askeri kasketli birçok balık­ lar. Başka bir gazetede de bir aslan, yanına çıplak kafalı bir adam iltica etmiş. Öte tarafta kocaman bir ayı beraberinde

30


H ATIR AL ARIM

yavruları olduğu halde adamın üzerine geliyor. Kitapları ka­ rıştırdım. İçlerinde en ziyade Jules Veme'in Yer Altında Bir

Seyahat eseri merakımı davet etti. Kitaplar ve gazeteler müta­ laa meraklısı kiracımız Beyrutlu Yusuf Nesim Bey'e ait idi. Validem bu kitaplardan yalnız romanları seçti. İçlerinde , Şeytan Kayası olduğunu hatırlıyorum. Bilmem buradan mı, yoksa başka bir yerden mi, elime sa­ rı kağıtlı, kaba resimli kitaplar geçmişti. Bunların arasında

Kerem ile Aslı'yı ve Şah lsmail'i merakla okudum. O kadar se­ verek okumuşum ki Şah lsmail hikayesini tiyatro gibi oyna­ mayı bile tasarladım. Anlaşılan daha evvel beni götürmüş ol­ dukları bir tiyatro, bana bu düşünceyi telkin etmişti.

Şah lsmail tiyatrosunu evimizin aşağı katındaki yemek sa­ lonunda oynamıştım. O zaman sekiz yaşında idim. Baş aktör ben idim. Aktrisler tüccardan Mirza Salih Kerimof'un iki kı­ zı idi. Oyuna birkaç çocuk daha iştirak etmişti. Şimdi bunla­ rın isimlerini hatırlayamıyorum. Yemek salonunun ortasında bilmem nereden bulduğu­ muz bir çadır kurmuştuk. İçine bir de taht oturtmuştuk. Ben

Şah lsmail olmuştum. Oyunlarımız Şah lsmail piyesiyle kalmadı. Arkasından birkaç oyun d<lha verdik. Akraba ve dostlar seyirci idi. ÜVE Y B AB A

Ben epeyce büyümüş, derslerim ve kendi alemim ile meş­ gul olduğumdan validem yalnızlık hissediyordu. Bir taraftan rahatsızlığı ve diğer taraftan Rusya' daki işlerin yüzüstü dur­ ması kendisine bir hami ve arkadaş bulma ihtiyacını doğur­ muştu. Validenin bu temayülünü bilenlerin, kendisine uy­ gun bir eş aradıklarını aradaki görüşmelerden anlıyordum.

31


YUSUF AKÇUR A

Kılavuzluğu yapmaya en çok çalışan Bedestan16 esnafından birinin haremi Kazanlı Bedriye Hanım idi. Talipler çok idi: Mısır Çarşısı'nda baharat ticareti yapan yaşlı başlı Fatihli bir adam. Yenibahçe'de evi bulunan ve ka­ narya meraklısı orta yaşlı esnaftan biri, Karagümrük Tekke­ si Şeyhi, İstanbul' daki Akçura'lardan birinin tavsiye ettiği çifte san sakallı, iri vücutlu ve zengin bir Rusyalı, Dağıstan Beylerinden orta yaşlı, semaver ve çay tüccarı cübbeli ve fes­ li bir zat. Bana üvey baba olmaya namzet bu kişilerden valideme en münasibi Dağıstanlı Bey olduğu söyleniyordu. Birkaç de­ fa hacca gitmiş hafız-ı kelamullah17 olması tercihe şayan ay­ nca bir meziyet sayılıyordu. Ruslara karşı Dağıstan'ın müda­ faası ile kahramanlık gösteren Şeyh Şamil' in kaynatası (imla­ sı açık olmadığından kaynana da olabilir) Dağıstanlı Bey'i tavsiye etmişti. Ortada daha evlenme sözü yok iken bu zat, Rusya' dan gel­ diğini söyleyerek bir ramazan akşamı bize misafir gelmişti. Ka­ zan' dan geldiğini ve validenin akrabalarından selamlar getir­ diğini söylemişti. Valide dahi çarşaflı olarak yanına çıkmışh. Bu görüşmelerden sonra ortaya araa konulmuştu. Evvelki dört talip reddedildi. Dağıstanlı Bey ile validenin nikahı yapıl­ dı ve debdebesiz, sade bir düğün yapıldı. Bu esnada ilk mekte­ bi bitirmiş olduğumdan beni rüştiyeye18 yazdırmak istediler. Fatih Rüştiyesi' ne müracaat ettik. Kaydın kapanmış olduğunu söylediler. Buradan alelacele araba ile Kocamustafapaşa Rüşti­ yesi'ne geldik. Kabul edildim. Kayıt numaramı iyice hahrlaya­ mıyorum, fakat 70 ile 90 arasında olduğunu iyi biliyorum. 16

Bedesten: İçinde değerli eşya alınıp sahlan kapalı çarşı.

17

Hafız-ı kelamullah: Kur'an-ı Kerim'i ezbere okuyabilen kişi.

18

Rüştiye: Eskiden ortaokul derecesinde eğitim veren bir eğitim kurumu.

32


H ATIR ALARIM

Validem izdivaçtan evvel bana babalık olacak kişiden hoşlanıp hoşlanmadığımı sormuştu. Ben tasdik cevabını ver­ miştim. Fakat dokuz seneden beri birbirimize çok bağlı bu­ lunduğumuzdan, aramıza yabancı bir adamın babalık olarak girmesinden iki vücut birbirinden ayrılmışh. Gerek ben, ge­ rek validem bu ayrılıktan üzüldüğümüzü gizleyemiyorduk. Hatta babalığın beni uzak bir rüştiye mektebine yazdırmış olmasını, beni validemden uzaklaşhrmak için olduğunu zan­ netmiştim. Fakat hakikatte böyle bir şey olduğuna şimdi ih­ timal vermiyorum. Rüştiyeye girdikten sonra bendeki eczacılığa merak da söndü, yerine ressamlık merakı geldi. Aşık Kerem gibi kitap­ lardaki resimleri suluboya ile yapıyordum. Resimler çoğal­ dıktan sonra bunları teşhir etmiş olduğum köşenin üzerine "Yusuf Efendi bendelerinin ressam dükkanı" diye bir de levha asmıştım. Mektebe gidip gelirken mektebin yanı başındaki, suluboya resim yapıp satan Priştineli Derebstoni'nin dükka­ nı önünde durup nasıl resim yaphğını merakla seyrederdim. R ÜŞTİ YE H AYATIM

Rüştiyeye girdiğim zaman yaşımın dokuz olduğunu söy­ lüyorlardı. Doğru mu, yanlış mı bilmem. Yalnız Rüştiyeye kayıt tarihimin-1303 (1886) olduğu muhakkak. Rüştiyenin ilk sınıfına ait hahralarım şunlardır: İlmihal okutan, ilmiyeden, orta yaşlı, oldukça çok söyler bir adamdı. Ders esnasında sıralı sırasız tuhaf tuhaf şeyler anlatır, öğren­ cileri güldürürdü. Kıraat-ı Türkiyeyi19 Dahiliye zabitlerin­ den20 bir teğmen okutuyordu. Lakırdısı, okuması karışık idi. Malumatı da biraz takırca idi sanırım. 14 111

Kıraat-ı Türkiyye: Türkçe okuma dersi. Dahiliye Zabiti: İçişleri Bakanlığı subayı.

33


YUSUF AKÇUR A

Karalama hocası gayet şişman bir yüzbaşı idi. Bağırıp ça­ ğırmaktan ziyadesiyle hoşlanır, kabadayı meşrep bir adam­ dı. Dayak atar iken Allah yaratmış demezdi. Bir çocuğu dö­ vüp öldürdüğü rivayet olunurdu. İmla hocası gayet zayıf ve hastalıklı bir subaydı. Türkçe hüsnihat21 muallimi mülkiyeden siyah sakallı, üstü başı gayet düzgün 30 yaşlarında bir zat idi. Gayet güzel yazı yazardı. Bu hocalardan başka mektebin idare heyeti vardı. Müdü­ rü, kolağası22 idi. Kırmızı yüzlü, orta yaşlı idi. Çocuklar ara­ sında gayet zampara olduğu söyleniyor idi. Dahiliye zabitleri bir yüzbaşı ve iki mülazım23 idi. Mektebe girdiğim zaman pek de uslu değildim, zannede­ rim. Zira bir gün yanımda oturan zenciyi diğer bir arkadaşım ile birleşip dövmüştük. Dayak kafi değilmiş gibi üstündeki beyaz ceketine mürekkep dökmüştük. Vuku bulan şikayet üzerine üç dört sopa yedik. İhtimal ki, yediğim bu sopalar beni akıllandırmıştır. Son­ raları melek gibi idim. Hiç sesim çıkmazdı. Dersime çalışır­ dım. Hocaların gözüne girdim. Hem hüsniahlaktan24, hem de dersten birkaç aferin aldım. İlmihal hocası vereceği dersin ibaresini kitaptan okur, sonra anlatırdı. Dersi verip bitirdikten sonra, bazı çocukları önüne getirip eski dersi sorardı. Bilmeyenleri alıkoydu. Son­ radan kalkıp da bilenler olur ise bilmeyenler bunların elini öperdi. Türkçe okuma hocası, kitabı yüzünden okuturdu. Pek anlamazdım. Çünkü okuduğum birçok yerin manasını bilmezdim. 21 Hüsn-i hat: Arap alfabesiyle güzel yazı yazma sanatı. 22

Kolağası: Osmanlı'da yüzbaşı ile binbaşı arasında bir rütbe.

23

Mülazım: Teğmen.

24 Hüsn-i ahlak: Güzel ahlak.

34


H ATIR AL ARIM

Karalama hocası meşklerimizde bulunan herhangi sahr ve ibareyi gösterip talebeye elli yahut yüz defa yazılmasını t•mrederdi. Kendisinin bu esnada sınıfta kalıp kalmadığını hatırlamıyorum. Karalama yazdırılmasından maksat ve fay­ da ne olduğunu o zaman bir türlü anlamamışhm. Hala da anladığım yok. Bilakis zararlarını gördüm. Az zamanda sü­ ratle çok yazı yaza yaza hüsnihathm bozuldu. İmla hocası zabit, sınıfa gelip yerine oturduktan sonra bir ı.;azeteyi çavuşa verip yüksek sesle okuturdu. Biz de yazar

idik. Çavuşun yanlış okuduğu yerleri bizzat muallim düzel­ tirdi. Hoca, çavuşun yazılarını kendisi tashih ederdi. Çavuş­ lar dahi talebenin yazılarına bakarlardı. Bazen de tahtada doğrusu yazılır ve herkes yazısını tashih ederdi. Lakin hata­ lı yazılan kelimenin niçin yanlış olduğu ve doğru imlanın ne­ den gerektiği anlatılmazdı. Bu tarzdaki imla dersi imlamızı düzelteceği yerde hemen hemen hepimizi imla fukarası yap­ mıştır. Hüsnihat hocası gelip oturduktan sonra meşkini ya­ zanlar, birer birer yanına gelip gösterirlerdi. Hoca bunların yanlışlarını çıkarırdı. İyi olmuş ise ibareyi değiştirirdi. Hüs­ nihat-ı Türki25, Rüştiyenin birinci senesinde rik'a hattından26 ibaretti. Mahalle mektebinde sülüs27 ve nesih hath28 adam .ıkıllı öğrenememiş olduğumuz halde, arhk bunların hocası . olduğumuz farz olunurdu. En çok ilmihale çalışırdım. Zaten �·alışacak ders de hemen hemen bundan ibaretti. Hoca beni pek severdi. Sene sonlarına doğru vira (sürekli) elim öpülür­ dü. Bazı defa çavuşların bile bilmediği müşkül meselelere, "•

Arap alfabesiyle Türkçe güzel yazı.

'" Rik'a hath: Arap harflerinin en çok kullanılan el yazısı biçimi. ·'·

Sülüs hat: Arap alfabesiyle yazılan bir tür süslü yazı.

"' Nesih hat: Arap harflerinin basımda ve yazma kitaplarda en çok kullanılan çeşidi.

35


YUSUF AKÇUR A

doğru cevap verdiğimi hala hahrlıyorum. İlk hususi imti­ handa 30' a kadar yükseldim. Çavuşlardan biri arsızca oldu­ ğundan, yerine, güzel ahlakı hoca ve zabitlerce doğrulanan Yusufpaşalı Yusuf diye beni tayin ettiler. Bunda kim bilir us­ luluğum ve aynı zamanda küçüklüğüm ve sevimliliğimin de tesiri olmuştur. Üçüncü hususide zannedersem, bölük emini29 oldum. Us­ luluğum yayıldıktan biraz sonra musluk başından teneffüs­ haneye gelir iken bir münasebetsizlik yapmışım. İhtimal ıslık çalmışım. Dershane penceresinde bulunan müdür, hemen beni yanına çağırdı ve Bu kadar çocuk arasında seni uslu sanır­

dık, diye azarladı. Fena halde üzüldüm ve utandım. Mektepte böyle uslu ve utangaç idim ise de evde bilakis pek yaramaz idim. Valide mütemadiyen danlıyordu. Bazen dayak bile yerdim. En çok inatçı olduğumdan şikayet eder­ lerdi. Bir şey olacak dedim mi, illa ki olmalı, yoksa kıyamet­ leri koparırdım. Rüştiyeye yazıldıktan sonra mektepte ve yolda sekiz, do­ kuz saat geçtiğinden valideden ayrılığı pek hissetmiyordum. Lakin kendisinin bu ayrılıktan üzüldüğünü biliyordum. Beybabam -Kendi arzusu ile üvey babama böyle diyor­ dum- Hicaz' a30 gitmiş idi. Eve annemin babası tarafından hı­ sım düşen Muhammed Rahim'i ve ailesini almışlık. Valide­ min büyükbabası ile Muhammed Rahim'in büyükbabası kardeş idiler. Valideye fabrika işlerinde muavinlik yapan ve İstanbul'a gidip yerleşmesini tavsiye eden bu zat olmuştu. Hareminin (hanımı, eşi) adı Mahıcihan'dır. Fatma ve Ayşe is­ minde iki kızı ve Abdullah isminde bir oğlu vardı. 29 Bölük emini: Osmanlı'da çavuş ile onbaşı arasındakilere verilen bir rütbe. 30

Hicaz: Arabistan'da Mekke ve Medine'yi içine alan bölge.

36


H ATIR AL ARIM

Validem bana hamile iken Fatma doğmuş bulunuyor imiş. Pederim Abdurrahim "Çocuğum oğul olur ise kendisine

Fatma 'yı alacağım." demiş. Bu sözü birçok defa işittim. Ka­ zan' dan bu ailenin gelişi beni çok sevindirdi. Birkaç gün gö­ zümün gördüklerine inanamıyordum. Tatlı bir rüya görüyo­ rum, sanıyordum. Yaphğım resimleri Fatma'ya ve kardeşlerine hediye et­ tim. Esasen küçüklüğümde ötekine berikine hediye vermek­ ten pek hazzederdim. Fakat üzülerek söylüyorum ki, bu gü­ zel huyum, yaşımla tersine uygun olmak üzere azalıyor. Yusufpaşa Mahalle Mektebi'nde işitmeye başladığım fena sözleri ve küfürleri ekserisinin ne demek olduğunu anlamak­ sızın tekrar ediyordum. Rüştiyede bu gibi sözleri daha çok işitiyordum. Bunları evde kedilere varıncaya kadar sarf edi­ yordum. İkinci sınıfa bölük eminliği ile geçtiğimi hahrlıyorum. Arapça dilbilgisi hocamız Dağıstanlı, kocaman kafalı, uzun ve simsiyah sakallı, iri vücutlu, gürültücü, kızdı mı babasını tanımaz, acı dilli ve kızmadığı zaman şakacı bir kişiydi. Fa­ tih dersiamlarından31 idi. Gayet alim olduğu söyleniyordu. Farsça dilbilgisi hocamız, ilmiyeden32 Bağdatlı biri idi. Kı­ sa boylu, zayıf, yi'J,şı altmışa yakın, ne güler ne de kızar, fakat

bazen dayak atardı. Fransızca alfabe hocası şişman, orta boylu, san bıyıklı, gür sesli bir süvari zabiti idi. Resim hocası kır bıyıklı, çiçekbozuğu, dinç bir piyade za­ biti idi. 11

Dersiam: Osmanlı döneminde medreselerde ders vermekle görevli profesör veya öğretmen.

'-' ilmiye: İlim adamları sınıfı.

37


YUSUF AKÇUR A

Hesap33 hocası uzunca boylu, kara bıyıklı, ders bilmeyen­ lere dayak atar bir topçu zabiti idi. Arapça hocası dershaneye geldi mi, başındaki kavuğu kürsü üzerine fırlatır, tıraş olmuş o mübarek koca kafayı meydana çıkarır, sonra Euzü Besmele ile derse girişirdi. Oku­ yuşu fena değildi. Çünkü mektepte iken dilbilgisini pekiyi bilirdim. Farsça hocası Nasihatü 'l-Hükema'yı okuturdu. Kendisi tat­ lı bir şive ile evvela ibareyi okur, daha sonra mana verirdi. Sonradan çavuşlara da okutur ve mana verdirirdi. Çavuşluğum esnasında ben de okumaya mecbur oldu­ ğumdan kitabı sökememiş ve kelimelerin üzerine manalarını yazmışhm. Hoca kürsüden inerek talebeyi dolaşmak külfeti­ ne katlanmadığından hilemi keşfedememişti. Fransızca hocası gerek harfleri, gerek ibareyi okutur iken söylediklerini bize de tekrar ettirirdi. Böylece dershaneyi curcunaya çevirirdik. Resim dersini aydınlık, ferah, duvarları birçok resim lev­ haları ile süslü resim atölyesinde yapardık. Yüksek ve geniş sıraların birisinde basılmış modellere bakarak resim yapma­ ya çalışırdık. Resim hocamız resim atölyesinde kurduğu tu­ valindeki yağlıboya resmi tuhaf tuhaf vaziyetler alarak ta­ mamlamaya çalıştığından bizim ile pek meşgul olmazdı. Yal­ nız gürültü edenleri susturmak için ağzını açardı. İkinci sınıfta uslu idim. Hocaların ve zabitlerin ilgisi de­ vam ediyordu. Fakat çalışmaktan çok, hile ile çalışkan gö­ rünmeye çalışırdım. Resim ve Fransızca yazı derslerinde en çalışkanlardan idim. Hesabım gevşek idi. Kerrah34 bir türlü 33

Hesap: Matematik dersi.

34

Kerrat: Çarpım tablosu.

38


H A TIR AL ARIM

ezberleyemiyordum. Hala da pek mükemmel bilmem. Ker­ rat yüzünden on defadan çok dayak yedim. İmlam da fena idi. Dahiliye zabitlerinden iyi bir adam, beni yanına çağıra­ rak çalışmadığımı ihtar ederek öğütlerde bulundu. Meğerki beni daha çok teşvik için bunu yapmış. Numaralar okundu­ ğu zaman geçen başçavuşun üstünde olduğumu gördüm. Bundan cesaret alarak yeni elbiseme sarı nişan diktirdim. La­ kin müdür, çakısını çıkarıp bunu söktü. Fena halde üzül­

düm. Valideme de şikayet ettim. Üçüncü sınıfa üçüncü çavuş olarak geçtiğimi hatırlıyorum. Bu sınıfın ne derslerinde, ne de muallimlerinde evvelkilere göre büyük bir fark yoktu. Muhtasar coğrafya muallimi, çalışmayanlara karşı sert ve ça­ lışanlara iltifat eden bir piyade yüzbaşısı idi. Fransızca muallimi benim Fransızca okumamı beğenmez ve ekseriya alay eder idi. Bir gün sabrım tükendi. Mektepte zaten kalmayacağımı ve Rusya'ya döneceğimi söyledim. Böyle şeyleri evde işitmiştim. Resimde ilerlemiştim. Ufak resimleri büyültebiliyordum. Meşhur ressam Hulusi Efendi'yi takliden padişah resimleri­ ne öğrendiklerimi tatbik ediyordum. Sultan Fatih ve Sultan Aziz resimleri üzerinde uğraştığım hala hatırımdadır. Mektepte dini konuşmalara meraklı idim. Bir defa Kosta­ ki isminde bir Rum ile Hıristiyanlığı hakir görürcesine mü­

nakaşa etmiştik. Bir defa da Aleksan ismindeki bir öğrenci ile teslis35 meselesi üzerinde derin bir konuşma yapmıştık. Aleksan teslisi şöylece izah etmek istedi: "Elimizde bir gül ua r. mü

Bunun bir sapı, bir çiçeği, bir de yaprağı var. Bütün görünü­ bir güldür. Fakat bunu birleştiren üç ayrı şeydir." Bu söze na­

sıl mukabele ettiğimi hatırlamıyorum. " Teslis: Hıristiyanlıkta Tann'nın Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğu inana.

39


YUSUF AKÇUR A

Bir gün resim atölyesinde yine Aleksan, Cenab-ı Hak nere­ dedir, diye sordu. Kendisi semada olduğunu söylüyordu. Ben de İmam-ı Azam' a atfolunduğunu validemden işittiğim şu ce­ vabı verdim: "Yeni sağılmış sütte kaymak ne ise Hak da odur." Bu münazarada kimin kimi ikna ettiğini hatırlamıyorum. Ben o vakit, 1 1 yaşlarındaydım ve Aleksan 15-16 yaşlarında idi. B İRİNCİ DEFA B AB A YURDUNU Z İ YARET

Fransızca hocasına söylediğim doğru çıktı. Çok geçmeden mektepten müsaade istedik. Mektebin müdürü Asım Bey, baba yurdunu ziyaret eder iken bir seyahatname yazmaklığı­ mı sıkı sıkı tavsiye etti. Oradaki akrabaya hediyeler hazırlıyordum. Bunların ço­ ğu kendi eserim resimler idi. Muhammed Rahim amcaya bir Sultan Aziz resmini yapmıştım. Mektepte güzel resim yapan Ermeni Karnik'e de bu resmi düzelttirmiştim. Daha doğrusu bütün resmi kendisi resimlemişti. Aleksan'ın da eli dokun­ muştu. Hayatımın en mesut, en tatlı zamanları olan bu seyahatin hatıramda kalanları aşağıda olduğu gibidir: İlkbaharın latif bir günü; Karadeniz' in nihayetinde görü­ nen o koca deryanın üzerinde Rusya kumpanyasının üç di­ rekli, kocaman yeni bir vapuru içindeyiz. Dalga hiç yok, va­ pur sallanmıyor. Valide ile güvertede uzun iskemlelere yas­ landık. Etrafı seyrediyoruz. Önümüzde bir kafes duruyor. İçindeki maymun ite ite bunu yürütüyor. Güvertenin bir ta­ rafındaki büyük kafesteki birçok sinekkuşları cıvıldaşıyor. .. Yanımızda tanıdıklarımızdan bir kişi daha var: Dağıstan kahramanı Şeyh Şamil' in torunu Zahit Bey. Galatasaray Sul-

40


H AT IR AL AR IM

tanisi'ni bitirdiğinden Kazan' da bulunan pederi General Şa­ mil'in yanına gidiyor. Odesa'ya çıkhk. Trene de beraber bindik. Nijni Novgo­ rad' da indik. Şehrin Semerkantlı imamına misafir olduk. İmam bizim ve Zahit Bey için Kazan' a telgraflar çekti. Ka­ zan' ın iskelesine kadar vapur ile Volga Nehri'nde bir seyahat yaptık. General bizi iskelede karşıladı. Bir akşam misafir ol­ duk. Generalin haremi, Zahit'in evlendiğine ve İstanbul' dan bir kız getirdiğine hükmederek hayli telaş etmiş. General mahsus bu oyunu tertip etmiş. General Kazan' daki dayıları­ mıza bizim geldiğimizi birdenbire haber vererek ayrıca bir sürpriz yapmışh. Şehirde çok durmadık. Valide tedavi için kımız içmek is­ tediğinden birkaç evli bir sayfiye yerine taşındık. Başlangıç­ ta bu tenha yerde canım sıkıldı. Fakat sonradan akraba bizi sık sık sormaya geldiler. Biz de iadeiziyaret ettiğimizden içim açıldı. Sayfiye yerinin adı Miküş'tür. Kazan'dan buraya gelir iken bir Rus köyünden geçilmektedir. Köyün yanında büyük bir çam ormanı var. Köyün ortasında kulesi çok uzaklardan seçilen bir manashr var. Manashrın önü kumsal olduğundan atlar arabayı çekemi­ yordu. Valide hastalıklı olduğundan kumların içinde bata çı­ ka yürümekten yoruluyordu. Oturduğumuz sayfiyenin yarısını Umum Rusya Müftüsü Sultan Abdulaziz'in küçük kızı ve validesi işgal ediyordu. Müftünün gayet yüksek tekerlekli arabası vardı. Çok hoşu­ ma gidiyordu. Her akşam bütün sayfiyelerin halkları ile be­ raber ormanda gezinti yaparak eğleniyorduk. Kış geldikten sonra Miküş'ten Kazan'a döndük. Burada kışı geçirdik. Vali­ de burada boş durmadı. Büyük pederin vefatından bu kadar

41


YUSUF AKÇU R A

zaman geçtiği halde emlak ve malları arasında henüz taksim edilmemişti. Miras hükümet vasıtası ile değil, varislerin ken­ di aralarında taksim edildi. Küçük eşya taksim edildiği za­ man benim hisseme güzel bir dürbün isabet etti. Mirasın tak­ siminden elde ettiğimiz para ile pederin fabrika borçlarını ödedik. Malum ya bu karışık borçlar dolayısıyla İstanbul' a gitmeye mecbur olmuştuk. Emlaki de muntazam gelir getire­ cek hale soktuk. Artık valide bütün ilişkilerini temizleyerek işi yoluna koymuş idi. Bir gün yine araba ile gezintiye çıkmıştık. Valide başka arabada idi. Ben Mahıcihan ile bir arabada idim. Terbiyeleri36 sallaya sallaya kendim kullanıyordum. Mahıcihan birden bir sual sordu: lstanbul iyi amma, orada böyle rahat gezemiyorsun

ya ? Kazan 'dan daha çok hoşlanıyorsun ya ? İtiraf ettim: Evet, lstanbul'dan çok Kazan'ı severim. Fakat bu sözüm tam değildi. İçimden geçen İstanbul'u hiç sevmediğimi, elimden gelse orada bir gün oturmayacağımı söylememiştim. Tabiatım riyakar idi. Hiç sırrımı açıklamak istemezdim. Kazan'a gelir gelmez, İstanbul'un iyiliğinden, olağanüstülü­ ğünden, temizliğinden bahseder dururdum. Oradan hoşlan­ madığımı hiç söylemezdim. Artık Kazan' a gelip o rahatı, akrabayı, bildikleri görünce, ziyafetten ziyafete, eğlenceden eğlenceye yürümeye alışınca, o İstanbul, mektep, ders, hocalar, hulasa bir alay sıkıntı bana birer zindan gibi görünmeye başladı. Kazan' ın geniş ve te­ miz sokaklarını, güzel balolarını, parklarını, üstelik mükem­ mel tiyatrolarını İstanbul'un malum dar sokakları, bir reza­ lethane olan salaş tiyatroları ile mukayese ediyordum. 36

Terbiye: Araba beygiri dizginleri.

42


H A TIR AL AR IM

Bununla birlikte bu mukayeseyi yapar iken bizim zamiri­ ni de ilave ettiğim İstanbul, niçin böyle değildir, niçin böyle olmamalı diye de üzüntü hissediyordum. Üstelik tanıdık Rusların, İstanbul çamur deryası bir şehir dediklerine hiç de tahammül edemiyordum. Bir gün enişte (teyzemin kocası) ile Kazan'ın güzel bir parkı Çürük Göl' de geziniyorduk. Enişte böyle parkların İs­ tanbul' da olup olmadığını sordu. O zaman İstanbul'un yega­ ne umumi bahçesi Tepebaşı'nı hayal meyal hatırlayıp daha mükemmelleri olduğunu ve içinde tavus ve papağan gibi kuşların da bulunduğunu söyledim. O kadar methettim ki, papağanların garsonluk bile yaptıklarını iddia ettim. Türkiye hakkında derin muhabbeti olan eniştem, mübalağamın farkı­ na varmadı ve kanmış göründü. Ruslar İstanbul'u batırmak istedikçe ben içimden, hoşlanmadığım halde izzetinefsime bir türlü yediremeyip kavga ederdim. Bir defa o kadar bağır­ mışım ki, uzakta duran validem bana bir şey olmuş diye fe­ na halde korkarak yanıma koştu. Rusların yüksek tabakasında kutlanması adet olan isim gününü bazı Kuzey Türk aileleri de taklit etmekte oldukla­ rından, benim isim günümü de yaptılar. Tebrikler yapıldı ve hediyeler getirildi. Fakat Rusların hilafına dans ve eğlence yapılmadı. Kazan' da vücutça ve kalben bulduğum huzur ve istirahat bana çok yaramıştı. Şişmanlıyordum. O tarihte Kazan' da al­ dırdığım iki portreyi hala saklarım. Çünkü hayatımda en toplu ve sıhhatli bulunduğum anların birer numunesidir. Kazan' da istirahat içinde olmakla beraber okumayı büs­ bütün elden bırakmadım. Yolda seyahat arkadaşı olan Zahit Şamil Bey, Kazan' da hocam olmuştu. Bana Fransızca, Os­ manlı Coğrafyası, Yazı Dersi gibi bazı dersleri gösteriyordu.

43


YUSUF AKÇUR A

Matmazel Rommina adlı, oldukça güzel bir Rus kızından da Fatma ile beraber Rusça okuyordum. Zahit Şamil Bey'in derslerine İstanbul' da bana lazım olur diye çok çalışhğım halde, Türk düşmanı dili diye Rusçaya hiç kulak asmazdım. Şimdi bu ihmale üzülüyorum. Düşmanı iyice tanımak için dilini de iyice bilmek lazım geldiğini şimdi idrak ediyorum. Ama iş işten geçti. Üç ay kadar zoraki devam ettiğim Rusça derslerinden hiç istifade etmedim desem yalan olmaz. Ben derstan çok Kazan'ın hemen ortasında oldukça bü­ yük bir göl olan Kaban Gölü'nde sandal ile dolaşmaktan haz­ zederdim. Aynca ayaklarına kocaman iki sırık takılmış bir sandalyeden başka bir şey olmayan tuhaf bir kayık (geyik olacak) görmüştüm de onunla gezmek istemiştim. Bilmem nasıl oldu, nihayet meramımı gerçekleştirdim. Fatma ile be­ raber bu sandalye sandalına bindik. O, oturmuştu, ben ayak­ ta idim. İki uçlu tek küreği ile nöbetleşe sulan eşiyorduk. Bir başka günde Fatma'nın babası, ben, Ayşe ve Abdullah kendi sandallarıyla Kaban Gölü'nün öteki tarafına gittik. Orada biraz istirahat ettikten sonra dönüyorduk. Şiddetli bir rüzgar çıkh. Gölün sulan kabardıkça kabardı. Bizim sandal fena halde çalkalanıyordu. Bazen amcam dümeni idare edi­ yor, Fatma ile ben küreklere asılıyorduk. Bazen de yerlerimi­ zi değiştiriyorduk. Lakin ne mümkün; sandal bir türlü ilerle­ miyordu. Amca kızmaya, ben de aksine olarak gülmeye baş­ ladım. Hiç unutmam. İşi azıthk. O kızdıkça ben gülüyor, ben güldükçe o kızıyordu. Nihayet amca gölün kenarındaki evle­ rin önüne varmaktan vazgeçerek sandalı rasgele bir sahile çekti. Eve kıyıdan yayan geldik. Mahıcihan Teyze göle bakan balkonda çay başında hem bizi bekliyorlar, hem de halimize gülüyorlar imiş. Hey gidi mesut zamanlar! 44


H ATIR AL ARIM

Ramazan gelmişti. Geceleri erkekler teravihe gittikleri va­ kit, kadınlar da teravih dinlemek için camiin civarına yahut teravih okunan hususi evlerde toplanıyorlardı. Kızlar dahi teravih dinlemek bahanesi ile evden sıvışarak Kaban Gölü sahilinde gece gezintisi yaparlardı. Fakat içlerine çocuk olsa da erkek almıyorlardı. Bir gece kıyafetimi değiştirip kızlar gi­ bi giyindim ve kızların kafilesine karışhm. Kızların böyle ge­ ce gezintisinde neler yaptıklarını öğrendim. Başlangıçta beni kimse tanımadı. Nihayet sonradan anlaşıldı ve foyam mey­ dana çıkh zannederim. Bir gece hakikaten teravih kılmaya gitmiştim. Buhara' da dini ilimleri tahsil ederek yeni gelmiş, tüccar çocuğu bir genç, hatim ile teravih kıldırıyordu. Namaz o kadar uzun sürdü ki, iftarda pek az yemek yediğimden karnım fena hal­ de acıkh. Bundan sonra bir daha teravihe gitmedim, sanırım. İlkbaharda valide ile Turlata Köyü'ne gidip geldiğimizi hahrlıyorum. Bu köyde validenin mürit olduğu ama bir şeyh vardı. Fahreddin Hazret denilen bu zat, gayet iyi ve iltifat eder idi. Evinden misafir eksik olmazdı. Ekserisi civar köy­ lerden gelen köylüler idi. Şeyhi memnun etmek için para da verirlerdi. Bir gün şeyhin yanında adamları yoktu. Çay ha­ zırlamak vazifesi bana düşmüştü. Köylüler gider iken şeyhe para verdikleri zaman, beni de çömez zannederek elime bir­ kaç kapik37 tutuşturmuşlardı. Kazan' a döner iken vapura binmiştik. Biletimiz vardı. Fakat diğer masrafları karşılaya­ cak paramız yoktu. Valide para çantasını köyde unutmuş. Hahnma sadaka parası geldi. Bunun ile karnımızı doyur­ duk. Bir taraftan da gülmeden kırılıyorduk. Geceyi Volga Nehri'nde işleyen Samaliut kumpanyasının vapurunda ge37

Kapik: Rus parası, rublenin yüzde biri değerindeki para.

45


YU SUF AKÇUR A

çirdik. Sabahleyin erkenden sisli bir havada Kazan' a yetiştik. Sis dolayısıyla vapurun sık sık çaldığı düdüğünün keskin sesleri hala hahrımdadır. Kazan'ın yazlık tiyatrosu, belediye azası olarak memleke­ tin imarına çok hizmet eden "Apanay Türk Ailesi" ismi veri­ len büyük bahçededir. Yunüsof'lar, Kuzey Türklerinin ye­ timleri menfaatine burada bir tiyatro vermişlerdi. Yetimlere mahsus mektebin fahri müdürü bulunan Muhammed Rahim amca ile beraber ben de tiyatroya gitmiştim. Oyun, meşhur Rus edibi Kont Lef Tolstoy'un Hacı Murat operası idi. Mevzu Kafkas Türklerine ait olan oyunu, ihtimal ki Rusça­ yı iyi bilmediğimden dikkatle takip edemedim. Kaç perde ol­ duğunu da hahrlamıyorum. Lakin daha sonra Kazan'ın bü­ yük tiyatrosunda Mahıcihan Teyze, valide ve diğer birkaç ki­ şi ile beraber görmüş olduğumuz operayı iyice hahrlıyorum. Çünkü tiyatroya gitmezden bir gün evvel Fatma, piyanosu başına geçip Çar lçin Feda Olunan Hayat adını taşıyan opera­ nın parçalarını bana çalmış ve mevzuunu uzun uzadıya izah etmişti. Bunun için oyunu dikkat ile ve anlayarak takip ede­ bildim. Şimdi de hatırımdadır. Çar İvan'ın aldatmış ve zulüm etmiş olduğu Lehliler (Polonyalılar) tarafından sık bir orman­ da nasıl katledildiği hala gözümün önündedir. Yeni Çar, Mi­ haili'nin tahta oturması da hatırımdan çıkmıyor. Bundan son­ ra da Büyük Tiyatro' daki oyunlardan bazılarına gittik. Fakat mevzularına dikkat etmediğimden hahrlayamıyorum. Umum Rusya Müftüsü, Kazan' da bulunduğundan şerefi­ ne General Şamil bir ziyafet çekmişti. Büyük salonda erkekli kadınlı birçok yabancı simalar vardı. İçlerinden yalnız müf­ tünün kızı ile kayınvalidesini tanıyordum. Gelen kadınlar, erkeklerden kaçmadıklarından bunları Rus zannediyordum. Avluya bakan balkonda gençler toplanmıştı. Türk yavrusu di-

46


H ATIR AL ARIM

ye benimle alay ettiler. Başımda fes vardı. Rusçayı beceremi­ yordum. Kuzey Türk şivesinde de serbestçe konuşamıyor­ dum. Fena halde canım sıkıldı. Sofrada canımın sıkınhsı devam ediyordu. Çorbanın ya­ nında getirdikleri börek gayet gevrek olduğundan biraz sıkı­ ca tuhnam ile parçalandı ve içindeki kıymalar yanımda otu­ ran müftü kızının ağır ipekli fistanına fırladı. Bu hadiseden son derecede utandım, yerlere girdim. Hala aklıma geldikçe üzülürüm. Akraba ve taallukahn ısrarı üzerine bizim babalığı da İs­ tanbul' dan çağırmışlardı. Ben de karşılamaya çıkmışhm. ZORLA HIRİSTİY ANLAŞTIRILAN TÜRKLER

Ramazan geçtikten sonra validem hastalığı dolayısıyla mayalanmış at sütü kımız ile tedavi edilmek üzere Başkurt Türkleri içindeki sayfiyelerden birine gitmeye karar vermiş­ ti. Beni de yanına aldı. Arkadaş olsun diye ortanca dayımı da aldık. Dayım av meraklısı olduğundan çiftesini, tazısını ve bir hizmetçi çocuğu da yanına almıştı. Gideceğimiz yer Ufa38 vilayetinde Devleken Köyü idi. Ufa şehrine kadar Volga ve sonradan Kama nehirlerinden vapur ile gidilecek ve sonra­ dan trene binil�cekti. Vapurda gayet temiz Kuzey Türk leh­ çesi konuşan bir aileye tesadüf ettik. Kıyafetleri de tam milli Türk elbisesi idi. Dayım bu aile ile görüştü. Bizden mi diye sordum. Şu ce­ vabı aldım: "Bunlar halis Türk ve Müslümandırlar. Fakat Çarlık

Rusya 'sı bunları zorla Hıristiyanlaştırmıştır. Amma hiçbiri ne Türk milliyetinden, ne de lslam Dini'nden ayrılmak istiyor. Bun­ lara Ruslar Koşin diyorlar. Türkler ise bunlara Miikreh, yani ker18

Ufa: Rusya'ya bağlı Başkırdistan Özerk Cumhuriyeti'nin başkenti.

47


YUSUF A KÇUR A

hen ve cebren Hıristiyan yapılmış millettaşlar, diyorlar. Bu kan kardeşlerimiz Kuzey Türkleri gibi giyinirler, yaşarlar, Türkçe ko­ nuşurlar. Ekserisinin adları da Müslümancadır. lslamiyete sıkı muhabbet ve baglılıkları vardır. Fakat hükümet, siz bir defa Hıris­ tiyanlaşhnldınız, Hıristiyanlıktan çıkılmaz, diyerek onları ceb­ ren ve kahren Hıristiyan hayatına ve dini merasimine tabi tutmak­ tadır. En şiddetli cezalara ragmen gizlice namaz kılarlar, oruç tu­ tarlar, papazlardan nefret ederler. Türkçeyi bırakmazlar. Her gün vicdan ve manevi işkence içinde yaşayan bu adamlar, dünyanın en acınacak ve bedbaht insanlarıdır. Hükümet bunların büyüklerini hakiki Hıristiyan ve Rus yapamayacagını anlamış ol­ dugundan yeni nesli Türklükten ve Müslümanlıktan ayırmaya ça­ lışıyor. Bu Mükrehlerin çocukları cebren valide ve pederlerinden alınmakta ve Kazan 'da bunlar için kurulan muazzam yatılı mekte­ be yerleştirilmektedir. Mektebi, en koyu Ortodoks misyoner ve pa­ pazları idare etmekte olduklarından bu halis Müslüman Türk yav­ rularının aileleri ve diger Müslüman Türkler ile münasebette bu­ lunmaları menedilmektedir. " Dayımın bu sözleri Türklerin mühim bir kısmını milliye­ tinden ve dininden cebren ve kahren ayırmayı iş edinen Rus Çarlığı Hükümeti'ne ve genellikle Ruslara karşı kalbimde sönmez bir kin ve düşmanlık alevlendirdi. Üzüntümden va­ purdaki Kreşin ailesinin yanına ben de sokuldum. Aile ihti­ yarca kan ve kocadan ve bir de yetişmiş kızdan ibaret idi. Kadınlar tam Türk kıyafetinde idiler. Erkek, Ruslar gibi gi­ yirunişti. Kendi aralarında halis Kuzey Türk şivesi üzere ko­ nuşuyorlardı. Beni görünce validem de yanlarına geldi. Adlarını, dinle­ rini ve hayatlarını sormaya başladı. Hahnmda kaldığına gö­ re erkeğin adı İbrahim, kadının Sabiha ve kızınki de Ayşe idi. Müslüman olduklarını velakin hükümet kendilerini Hıristi48


H ATIR AL ARIM

yanlaşmış sayarak buna göre muamele yaptığını ve köylerin­ de cami ve mektep yapılmasına müsaade etmediğini yana yakıla anlattılar. Göz göre Türklerin Hıristiyanlaştırılmasına ve milli' cami­ alarından çıkarılmalarına son derece üzüldüm. Bu facia, her ne zaman Rus adını işitir isem gözümün önünde canlanır.39 Ufa şehrine geldiğimiz zaman burasını Kazan kadar mun­ tazam bulmadım. Bir otele indik. Geceleyin parkta gezindik. Ertesi günü Başkurtların köyüne gidecek idik. Lakin nasıl ol­ muşsa dayım Milord ismini verdiği kıvırcık tüylü, koyu sarı renkli köpeğini kaybetmiş. Fena halde keyfi kaçtı. Bunu ara­ mak için Ufa' da fazla kalmaya mecbur olduk. Hedefimiz Devleken Köyü tren güzergahından iki verst (bir verst bir kilometre 67 metredir) uzakta idi. Ahalisi tama­ men Başkurt Türkleri ve Müslüman idiler. Dim Nehri köyün yanından akıyor. Köyü hala iyi hatırlıyorum. Kancalus is­ minde bir Başkurt'un evini kiraladık. Köyde bizden başka yabancı olarak kımız içmek için iki üç Rus ailesi gelmişti. B AŞK URT TÜRKLERİ

Köyün yakınında Yarışıtad isminde oldukça yüksek bir dağ vardır. Dim Nehri sularında balık bol olduğundan bana yeni bir eğlence çıkmıştı. Bütün gün balık tutuyordum. Bura­ larda ağaç ve orman azdır. Başkurtlar çift ve çubuk ile de pek uğraşmazlar. At ve koyun gibi hayvan beslemek ile yaşarlar. 1'1

Bu Mükrehler yani kerhen Hıristiyan yapılan bu Türklerin sayısı birkaç yüz bin kişidir. Rusya'da birbirini izleyen inkılaplardan ilk istifade eden bu Türk­ ler olmuştur. Vicdan serbestisine dair Anayasa' ya konulan maddelere dayana­ rak Hıristiyanlığı resmen terk ile tekrar resmen Müslüman olmuşlardır. Nüfus kağıtlarına da Müslüman ve Türk olarak yazılmışlardır. Mezhebe ait eski ka­ yıtlan ve Hıristiyan ve Rus isimleri terk edilmiştir. (Muharrem Feyzi Togay)

49


YUSUF AKÇ OR A

Başlıca yedikleri koyun ve beygir etidir. Başlıca ürünleri kıs­ rak sütünden yaptıkları kımız içkisidir. Koyun sütünden de yoğurt ve kust denilen peynir yaparlar. Rusların istilasından evvel Başkurtlar bu kust peynirini ekmek yerine kullanırlar ve eti bunun ile yerlerdi. Şimdi ekmeğe alışmışlardır. Eskiden Başkurtlar dam altında yaşamazlar imiş. Kuzey Türkleri lehçesinde keçe demek olan kiyizden yapılmış ça­ dırlarda yaşarlarmış. Bu çadırın adı kiyiz evidir. Geldiğimiz köyde göçebelik zamanından kalmış böyle bir kiyiz ev vardı. Köyün en ihtiyarı Arslan Ağa hala bu çadırda yaşıyor. Eskiden Başkurtlar göç eder iken bu çadırları da sö­ küp at sırtında beraberlerinde götürürlermiş. Başkurtlar kımızı, at sütünü kırbaya40 benzer tulumlar içinde çalkayarak yapıyorlar. Bu tulumlar deve yahut at de­ risinden yapılmıştır. Tulumların Başkurt şivesince bir adı vardı. Bu satırları yazar iken üzülerek ifade edeyim ki, bunu hatırlayamadım. Başkurtların erkekleri başlarına şapkaya benzer yekpare keçeden yapılmış serpuş giymektedirler.41 Bu şapka yahut kalpağın altında Başkurtlar dahi Kazanlılara mahsus siyah takke giymektedirler. Çarların resimleri bulunan hükümet dairelerine girdikleri zaman Türkler dahi şapka ve kalpakla­ rını çıkarsalar da yine takkelerini muhafaza ederler ve kendi milli adetlerine riayet ederler. Erkeklerin kıyafeti de Kazanlı­ ların Kozaki dedikleri uzun etekli ceketler idi. Başkurtların kadınları Kazanlı kadınlar gibi giyinmektedirler. Yalnız baş40

Kırba: Deriden yapılmış su kabı.

41

Zaten Türklerin ana vatanı Asya'nın birçok yerinde keçe şapka milli serpuş­ tur. Binlerce seneden beri ve Avrupalılardan çok evvel gözleri güneşten ve başı güneş, soğuk ve yağmurdan muhafaza eden bu şapkalar Türk'ün yega­ ne serpuşu olmuştur. (Muharrem Feyzi Togay)

50


H A TIR AL ARIM

!arına, üzerine mercanla karışık albn ve gümüş paralar işlen­ miş tuhaf bir takke giymektedirler. Saçları örten örtü bu tak­ keye bağlıdır. Bilmem tarif edebildim mi? Başkurt kadını serpuşu, bü­ tün görünümü ile İstanbul' daki itfaiye askerlerinin giydikle­ ri miğferi andırıyor. Yalnız madeni sikkelerden yapılmış tak­ ke, itfaiye miğferine nazaran daha uzundur. İtfaiye miğferi­ nin kayış kısmı da, Başkurt kadını takkesinin saçlarını kapat­ maya mahsus örtüsüne benzer. Alışmamış başların bu kadar ağır bir yükü taşıması kolay bir iş değildir. Bu takkeyi giymeyen Başkurt kadını tesettür etmiş sayılmaz. Ahaliyi son derece cahil buldum. İtikat yönünden gayet sağlam Müslüman iseler de, amelleri pek sıkı değildir. İçle­ rinde beş vakit namazı muntazam eda edenler enderdir. Mektep ve hoca gibi irfan vasıtaları zannedersem bizim köy­ de yok gibi idi. Köyde bir cami vardı. Fakat kapısının açılıp içerisine cemaat girdiğini hiç görmedim, sanırım. Bilakis öteden beri sürüklenip gelen bazı görenekler hiç­ bir dini esasa dayanmadığı halde bazı şer'i kanunların yerini tutmuştur. Başına malum takke ve örtüyü geçiren her Başkurt kadını serbestçe sokağa çıkar ve her erkek ile görüşebilir. Bunun şer'e dokunur yeri yoktur. Fakat bir kadın, ne gibi zaruretle­ rin zorlaması ile de olsa kaynanasına en ufak bir söz söyle­ mekten yasaklanmıştır. Çünkü bunun ile en büyük günahı işlemiş olur. Son derece aanacak hallerdendir ki, bu derece cahil ve di­ ninden de layıkıyla haberdar olmayan bu masum ve kalbi te­ miz Türklerin arasına yakın zamanlarda Ruslar sokula soku­ la en fena adetlerini yaymışlardır. Köyde mektep namına bir

51


YUSUF AKÇUR A

şey görmediğim halde, çok işlek iki meyhane bulunduğu derhal gözüme battı. Bizim ev sahibi Kancalus dahil olduğu halde köyde içki­ ye müptela hayli adam da vardır. Rus muhacirleri ve me­ murları kendileri ile beraber bu masum Türklerin arasına votkalarını getirdikleri gibi, Rus misyonerleri de başka mari­ fetleri bu halkın arasına sokmaya çalışmışlardır. Başkurt Türkleri cehaletleri ile beraber, halk edebiyatı ve musikisi çok yüksektir. Güzel sanatlara karşı olağanüstü ye­ tenekleri vardır. Halk edebiyatının ekserisini, gayet savaşçı olan Başkurtların eskiden yaptıkları çetin harplerin destanla­ rı oluşturur. Başkurtların bilinen kahramanlarından Sarıkata macera­ cılarının, bu edebiyatın arasında mühim bir mevkii vardır. Halk edebiyatı harp kahramanlarından ibaret olmayıp aşk ve muhabbete dair birçok masallar ve hikayeler dahi vardır. Arslan Baba'nın oğullarından birinin evinde bu destan, ma­ sal ve şiirlerden oluşmuş kocaman bir mecmua gördüm. Ki­ tabı almak istedim. Okuyup incelememe müsaade etti. Fakat büsbütün kaybolur gider diye, Kazan' a ve İstanbul' a götür­ mekliğime razı olmadı. Dilleri Türkçenin Kazan şivesinden çok Kazak ve Kırgız lehçesine daha yakındır. Orijinal musikisi çok ilerlemiştir. Şarkılarını seve seve dinledim. Güfteleri genellikle şarkılarda olduğu gibi hüzün doludur. Bestelerinin ahenkleri uzun ve incedir. Kullandıkları başlıca musiki aleti kuray dedikleri bir nevi neydir. Kamışın üzerinde açılan deliklerden ibarettir. Halk musikiye düşkündür. Kuray çalanlara oldukça itibar ederler. Kurayzen musiki aletini ağzına yan tutup öttürmeye başladı mı; kadın-erkek, büyük-küçük bütün insanlar başına üşü-

52


H ATIR AL ARIM

şürler. Dinleyiciler arasında yaşlı kadınlar eski göçebelik ha­ yatının zevkli günlerini hatırlayarak ağlarlar. Bizim ev sahi­ bi Kancalus'un zevcesi ihtiyar kadın, o eski zamanları bize anlatırdı. Eskiden Başkurtlar bir taraftan diğer tarafa göç ettikleri zaman, arabalarının tekerleklerini yağlamazlar imiş. Ağır ağır giden arabaların tekerleklerinden çıkan muntazam ses­ ler adeta tabii bir musiki oluşturduğundan atlar ve insanlar, buna ayak uydururlar ve aynı ahenkte şarkılar ile eşlik eder­ ler imiş. Kadıncağız bu dediklerimi bir kelime Arapça, Farsça ve Rusça karıştırmaksızın öz Türkçe ile anlatıyordu. Yazık ki şimdi bu halis ve zengin Türkçe kelimeleri hatırlayamıyorum. Başkurt Türkleri eski aşık şairlerine ve kahramanlarına evliyalık dahi atfederler. Bu suretle bütün şair ve kahraman­ ları dünyada mukaddes sayarlar. Misafir olduğumuz köyün yanı başındaki ismini evvelce zikretmiş olduğum Yarişin Dağı'nın tepesinde de mezarı bu­ lunan bir Başkurt kahramanı, etraftaki Türkler tarafından ev­ liya olarak tanınmaktadır. Hatta şimdi bile kendisinden ke­ ramet göründüğünü söylerler. Mesela hiçbir Rus'un anılan dağın tepesine s,ağ olarak çıkamadığını ve evliyanın gazabı­ na uğrayıp can vererek mezarını kirli kolları ile kirletemedi­ ğini iddia ederler. Başkurt Türklerinin tuhaf bir adeti vardır: Köy ahalisi he­ men her gün yemeği hep birlikte yerler. Şöyle ki bir adam bir gün koyun kesti mi, konu komşuyu davet eder. Bütün koyun bir defada yenilip biter. Ertesi günü başka birisi bir koyun

keser ve komşularını davet eder. Bir koyun kesen adam, haf­ tanın yahut ayın başka günlerinde diğerlerine misafir olarak geçinir.

53


YUSU F AKÇUR A

Başkurtlarda koyunun pişirilmesi de başka türlüdür. Ko­ yun Türkiye'deki kuzu çevirmesi gibi bütün pişirilir. Kocaman bir kazana bütün koyun konulur ve azar azar su verilerek ya­ vaş yavaş pişirilir. Suyu da, eti de gayet lezzetli olur. Misafirle­ re evvela bir kase çorba verilir. Bu esnada ev sahibi sini üzerin­ de önüne getirilen bütün koyunu gayet keskin bıçağı ile belirli parçalara ayırır ve siniyi ortaya sürer. Lakin kimse el sürmez. Eti misafirlerin ağzına sokarak yedirmek de ev sahibinin imti­ yazlı bir vazifesidir. Şöyle ki, ev sahibi avucuna bir miktar et alır ve buna münasip miktarda bir yağ parçası ilave eder ve bu koca lokmayı yanı başındaki misafirin ağzına sokuşturur. Bu­ na Başkurtlar Sogunduru derler ki, kocaman lokmaları misafir­ lerin ağzına sokuşturmaktan başka bir şey değildir. Bu suretle ev sahibi birer defa misafirlerden her birinin ağzına koyunun en nefis parçalarını hkadıktan sonra, yeme­ ğin kalan kısmını herkes istediği gibi yer. Başkurt olmayanlar bu gibi iltifattan pek hoşlanmazlar. Avuç dolusu eti, yağları akarak başkası tarafından insanın ağzına doldurulması yabancılar için hem işkence oluyor, hem de üstünü başını yağlahyor. Lakin Başkurtlarda temizlik biraz kıt olduğundan böyle şeylere aldırmazlar. En muteber misafire koyunun en nefis tarafı sayılan kulak ile derisi verilir. Bu umumiyetle koyu­ nun ateşte kızartılmış döş tarafıdır. Yaşadığımız Develken Köyü'nden 40 verset uzakta Bal­ kan Dağı isminde42 dağlık bir yer ve bir de göl vardır. 42 Başkurtlar dağa Tav dediklerinden dağın adı bunların arasında Balkan Ta­

vu' dur. Rumeli'nin bulunduğu Balkan yarımadası ve Balkan silsilesi adını şüphesiz Türkler Ural ve Altay'dan getirmişlerdir. Çünkü yukarıda geçtiği şekliyle Başkurt, Kırgız, Kazak ve Türkmen illerinde Balkan adını taşıyan bir­ çok dağ vardır. (Muharrem Feyzi Togay)

54


H ATIR AL ARIM

Balkan Dağı'mn civarındaki oldukça büyük olan göle Başkurtlar Acılı Göl adım vermişlerdir. Bir gün dayım ile bu dağı ve gölü gezdik. Geniş ve zümrüt gibi yeşil ovalar geçtik­ ten sonra Balkan'a geldik. Etrafı çalılık olan Mefzed tepesine çıktık. Tepenin zirvesinde yine bir evliya mezarı var. Başkurt Türkleri arasında dolaşan bir efsaneye göre şim­ di mezarları Yarişin Dağı ile Balkan Dağı zirvelerinde bulu­ nan adamlar, zamanının en meşhur ve en mahir kahraman­ ları imiş. Birbirinin rakibi olduklarından aralarında muhare­ be eksik olmaz imiş. Ok atmakta o kadar mahir imişler ki, bi­ ri Balkan Dağı'mn tepesine ve diğeri Yarişin Dağı'nın zirve­ sine durup birbirine ok atarlar imiş. İki dağ arasındaki mesa­ fe 43 kilometre tutar. Başkurt destanlarında Balkan Dağı ile Acılı Göl'ün adı çok geçer. Acılı Göl'ün bir tarafı ova ve diğer bir tarafı pek yüksek olmayan kayalıklar ile kuşatılmıştır. Gölün ovalık ta­ rafında çadır kurarak geceyi geçirdik. Geldiğimiz vakit gö­ lün suları pek dalga yapıyordu. Suları kırmızı gibi görünü­ yordu. İhtimal dibi kırmızı balçık olduğundan, sularına bu renk aksetmektedir. Dalgaların gürültüsü pek uzaklardan işitiliyordu. Geceleyin sular sessizliğe büründü. Ertesi sabah sular gayet sakin ve durgun idi. İsmine Acılı Göl denmesinin sebebi, suyu­ nun tadı aamtırak olup içmeye elverişli bulunmamasıdır. Başkurtlar bu gölü de kerametli sayarlar ve Türklüğün mukadderatı ile alakadar olduğuna itikat ederler. Şöyle ki 93 Türk-Rus Harbi'nde bu göl, dökülen Türk kanlarına is­

yan ederek sularım birkaç gün kana dönüştürmüştür. Yine Rusların Başkurt Türk ilini istila etmelerine isyan ederek Ruslar istifade etmesin diye bütün balıklarım ölü olarak sa­ hile atmıştır.

55


YU SUF AKÇ OR A

Başkurt Türkleri arasındaki hayatımı kah dayımla Balkan Dağı'nı ve Acılı Göl'ü ve etrafı gezmek yahut valide ile Dim Nehri'nde balık tutmakla geçirdim. En büyük zevkim her gün temaşa ettiğim güzel, tabii manzaraların resimlerini yapmak idi. Gerçekten köye iyi kitaplar dahi getirmiştim. Fa­ kat bunları okumak hiç nasip olmadı. Bir gün dayımla köyün yakınındaki bataklıkta avlanıyor­ duk. Dayım bir ördek vurdu. Milord hemen ördeği yakala­ yıp getirdi. Ördek ölmemişti. Yalnız yaralanmış idi. Sıcak sı­ cak kanı akıyor ve yüreği süratle çarpıyor, gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Hayvanın bu haline çok acıdım, zannedersem ağladım. Bir gün avda tuzak kurarak uzun ayaklı, uzun burunlu, ufak velakin çok güzel bir kuşu yaralamaksızın yakalamış idik. Başkurtlara kafes yaptırarak hayvanı sakladım. Kazan' a döner iken beraberimde götürdüm. Bir gün ben evde yok iken kuş kaçmış yahut valide acıyarak salıvermiş. Çok kanlı avdan ziyade balık tutmaktan hoşlanırdım. Ol­ tayı atıp da balığın bunu gelip çekmesini beklemek, ne kadar tatlı oluyordu. Ara sıra validem, ben ve ev sahiplerimiz ve bir balıkçı ile civardaki balığı bol göle avlanmaya gider idik. Başkurtların kalın ağaç kütüklerini oyarak yaptıkları küçük kayıklara bi­ nerek sazların arasına dalardık. Geniş yapraklı su otları ara­ sında balık kaynaşıyordu. Biz avlanır iken hizmetçimiz gölün sahilinde beraberimiz­ de getirdiğimiz et ve pirinç ile bize yemek pişirir idi. Biz Devleken Köyü'nde iken Umum Rusya Müftüsü Sul­ tan Abdulaziz iki defa bizi ziyarete geldi. Biz de dönüşte Ufa' da müftülük makamını ve kadılardan oluşan Dini Mah­ keme Dairesi'ni ziyaret etmiştik. Müftülüğün kaza dairesine

56


H ATIR AL ARIM

Orenburg denildiği halde; merkezi, Ural sahilindeki bu şe­ hirde bulunmayıp Ak İdil sahilindeki Ufa' da idi. Ufa' dan vapura bindik. Fakat Kazan' a gitmeyip evvela Nijni Novgorad' a ve oradan da Kasımof şehrine gittik. Nijni Novgorad'ın Mekerye Panayırı zamanı idi. (Malumdur ki, her sene burada tertip olunan panayırın Rusya'nın sanayi ürünleri, yün ve deri gibi hammadde eşyası üzerinde toptan muamele yapıldığından memleketin iktisadi hayahnı düzen­ lediğinden ehemmiyeti pek büyüktü.) Panayıra ait hahrala­ rım çok değildir: Şehrin imamı Semerkantlı Molla'nın ailesi olacak, birkaç kadınla mağazaları dolaşhk. Panayır münase­ betiyle buraya gelen Yusuf Amcamı da ziyaret ettik. Mosko­ va manzarasını gösteren bir tablo sahn aldım. Yakup Amca­ mın mağazasını da ziyaret ettik. Kendisi yoktu. Mağazanın üst kahna çıkhk. Birkaç genç işret ediyorlardı. Evvelce hiç görmediğim bu adamların arasındaki birinin halaoğlum ve diğerinin de akrabamız Akçura'lardan biri bulunduğunu da­ ha sonra öğrendim. Panayırdaki at cambazhanesini, canlı heykelleri, tiyatro­ yu seyrettik. KASIM T ÜRKLERİ

Nijni Novgorad'da birkaç gün kaldıktan sonra, küçük bir vapur ile Kasımof şehrine gittik. Vaktiyle Kasım Hanı'nın43 kurduğu hükümetin merkezi olduğu için şehrin adı, Ruslar tarafından bu hükümdarın namına ait kılınmışhr. Fakat ge­ nellikle Kuzey Türkleri bu şehre Han Kermen derler. Vapur43

Kasım Hanlığı: Moskova yakınındaki Oka Irmağı'nın kuzey kıyısında hüküm süren Türkleşmiş Moğol devletçiğidir. 1445-1681 yıllan arasında varlığını sürdürmüştür. Kasım da bu hanlığa başkentlik yapmış şehrin adıdır.

57


YUSUF AKÇUR A

da gayet uzun saçlı bir genç ve beraberinde bulunan iki hem­ şiresi ile yolculuk arkadaşı olduk. Erkek, valide ile görüştü­ ğü zaman İstanbul' dan geldiğimizi ve yine oraya gideceği­ mizi öğrendiğinden, mevzu, İstanbul'u oluşturuyordu. Rus ile yanındaki kızların sohbeti hoş idi. Fakat Rus, İstan­ bul'u berbat, köhne ve çamur deryası bir şehir diye babrmaya başlayınca, benim de ayranım kabardı. İstanbul'dan hoşlan­ maz isem de bir düşmanın bu Türk şehrini babrmasına hiç de tahammül edemedim. Adeta kendisiyle kavga ettim. Halamın oğlu Hasan bizi Nijni N ovgorad' dan uğurlar iken Kasımof' da­ ki halama telgraf çekerek geldiğimizi haber vermiş. Vapurumuz iskeleye yanaşlığı zaman, bizi araba ile alma­ ya gelen bir hizmetçi ile karşılaştık. Halam Kasımoflu Şaku­ lof (yani Şahkulu) ailesinden biri ile evlenmiş olduğundan burada yaşıyordu. Bu halamı küçük iken gördüğümü habr­ layamıyorum. Herhalde görmüş olacağım. Bizi hararetle kar­ şıladılar. Kasımof'ta hoş günler geçirdik. Halamın dördü kız ve üçü erkek olarak yedi evladı vardı. Yerli Türkler kendi aralarında bu şehre Rusça ekini bıra­ karak kısaca Kasım derler. Fakat Han Kermen demeyi tercih ederler. Kasım Türk Hanlığı, büyük Türk devleti Kazan Hanlığı ile mücadeleye kendi kuvvetleri yetmediğini gören Çarlar tara­ fından kurdurulmuştur. Ruslar Kazan'dan kendilerine iltifat eden ve yönetimden memnun olmayan Beyleri toplayarak, bir fesat ocağı olmak üzere bu Türk hükümetinin kurulmasına yardım etmişlerdir. Ruslar Kazan'daki büyük Türk devletini Kasım Hanlığı'nın yardımı ile devirdikten sonra, himayelerin44

Mutasarrıflık: İlçe ile il arasındaki yönetim merkezi. Başında mutasarrıf bulu­ nur. Sancak da denir.

58


H ATIR AL ARIM

deki bu Türk devletini yaşatmaya lüzum görmemişlerdir. Bu­ nun için bu hükümet taslağı da çok devam etmemiştir. Kasımof şehri şimdi bir Rus mutasarrıflığımn44 merkezi­ dir. Şehir, büyük bir şey değildir. Şehir içinde Kasım hanla­ rından kalmış bir hayli eser mevcuttur. Bunlardan, sonradan tamir görmüş bir cami ile iki türbeyi gezdim ve gördüm. Bir gün halaoğullarım ile iskambil oynar iken bahse konu­ lan bir kitabı yutmuştum. Kitap, Kasım Hanlığı tarihine ait Rusça bir eserdi. Oyundan sonra kitabı değerlendirdim. Va­ purda Rus ile yaptığım münakaşa ve bu tarih kitabım değer­ lendirme, bir seneden beri yaşadığım Rusya' da Rusçamın hayli ilerlemiş olduğunu gösteriyordu. Fakat kitabın değerlendirmesi fena halde canımı sıktı. Çünkü Kasım Devleti'nin başında bulunan hanlardan bazıla­ rının nasıl Hıristiyanlaşmış oldukları uzun uzadıya anlatıl­ makta ve bu işler Rusluk ve Hıristiyanlık için büyük bir za­ fer olarak gösterilmekte idi. Neuzübillah45 diyerek derin bir nefret duydum ve lanetledim. Şehrin temaşa yerlerini gezer iken Rusların başlıca mimari eserlerini teşkil eden manastır­ lardan birini ziyaret ettik. Manastırın avlusunu gezdiren bir Rus papazı ortadaki mezarları tarif eder iken birinin de Kasım hanlarından biri­ nin sabi oğluna ait bulunduğunu söyledi. Zavallı Han oğlu­ nu, Rus ve Hıristiyanlık ruhunda terbiye temek için, bu ma­ nastırdaki papazların eline vermişlerdir. Türklüğe muzır bir adam yetişmeye ömrü vefa etmemiştir. Millet hainlerine ve Ruslara karşı nefretim bir kat daha arttı. Kasımof şehrinde bir hayli Türk vardır. Şehrin civarında­ ki köylerin de çoğu Türklerindir. Kasım Türkleri diğer Ku45

Neuzübillah: Allah'a sığınırım, Allah korusun.

59


YUSUF AKÇUR A

zey Türklerinin bir kısmını teşkil eder. Fakat şive ve irfan yö­ nünden hayli fark vardır. Şiveleri seri ve kısa olduğundan, diğer Türkleri çabuk anlayamazlar. Uzun müddet Rusların arasında dost ve müttefik olarak yaşadıklarından Garp me­ deniyeti ile sıkı temasta bulunmuşlardır. Bu itibar ile aralarında Rusça ve Fransızca yaygınlaşmış­ tır. Ticaretin ve sanayinin usullerini çok iyi bilirler. Bütün Rusya' da otelcilik ve lokantacılık bu unsurun tekeli altında­ dır. Petersburg, Moskova, Varşova, Odesa, Kiev gibi Rus­ ya'nın başlıca şehirlerindeki başlıca restaurantlar, gazinolar ve demiryolu istasyonlarındaki büfeler ve yataklı vagonların büfeleri bu Türklerin elindedir. Hayatları alafrangalaşmış ve Ruslaşmış ise de milli Türk karakterlerini muhafaza etmiş­ lerdir. Mesela zenginleri her Türk'e yardım etmeyi bir vazife bilir. İstasyonlarda ve otellerde Rusyalı olsun olmasın her Türk bunların misafirleridir. Petersburg'un ve Moskova'nın muhteşem oteller ve saraylarında bıyık ve sakalları matruş ve fraklı garsonların ve metrdotellerin46 Türk olduklarını yalnız dillerinden anlarsınız. Rusçayı ve ekseriya Fransızca­ yı ana dilleri gibi konuşurlar. Kasımof'ta birkaç hafta kaldık. Davetli olduğumuz ziya­ fetlerde yediğim leziz yemeklerin tadı hala damağımdadır. Etraftaki Türk köylerini de gezdik. Buradan ayrılır iken iskelede hüngür hüngür ağlamıştım. Petersburglu Maksudof ailesinin hediye etmiş olduğu Rusça kitapları okuyarak vapurda biraz teselli buldum. Vapura biner iken yanımıza bir genç Rus kadını kattılar. Gönül rızası ile İslamiyeti kabul ederek, Türk camiasına gi­ ren bu Rus kadınını, kendisini tanıyan muhitte kalmasını Ka46

Metrdotel: Şef garson.

60


H ATIR AL ARIM

sıınof Türkleri tehlikeli görmüşlerdir. Çünkü bir Rus'un ve Hıristiyanın kendi dileği ile olsa da İslamiyeti kabul eyleme­ si kanunen şiddetle yasak.lanmışhr. Kadının Müslüman kal­ masını temin için İstanbul' a kadar götürülmesini muvafık görmüşler ve her türlü masrafını temin etmişlerdir. Kasımof'tan vapur ile doğruca Simbir şehrine gittik. İs­ tanbul' a gitmezden evvel validem ve Abdurrahim buradaki her türlü ilişkileri düzenlemeye lüzum görmüşlerdir. Burada iken Züye Köyü'ndeki emlakimizin işlerini yoluna koymak için buraya da gidip geldik. Buradaki akraba arasındaki gö­ rüşmeler hep emlak, fabrika ve iş üzerine idi. Pederden ve büyük pederden burada kalan eşyayı sathk. Yadigar olarak eski ok, yay, kalkan, kılıç, gürz ve süngü gibi silahları yanımızda alıkoyduk. Bu silahlar bana okuduğum Türk destanlarındaki kahramanlıkları hahrlath. Kendim de bu silahları kuşanarak ara sıra eski kahramanları taklit ettim. Bana mükemmel meşguliyet ve eğlence oldu. Simbir'den İstanbul'a döndük. Yanımızda Kasımof'tan bize kahları genç Rus kadını da vardı. Yolda bu kadın, Kası­ mof' un başpapazı ile evli olduğunu ve kendisinden ve Hıris­ tiyanlardan nefret ettiği için İslamiyeti kabul ettiğini anlath. Kadının yabarunda bir çocuk da vardı. Adını Hidayet koy­ muşlar. Rus papazının karısını ve çocuğunu Müslüman ve Türk olarak göstermek ve Türkiye'ye gitmek üzere pasaport al­ mak kolay olmadı. Odesa'da bu mesele bizi hayli oyaladı. Ben bu müşkülah görerek Allah vere de lstanbul'a gitmekliğimi­ ze

bir mani çıksa diye dua ediyordum.

61


YUSUF AKÇUR A İSTANBUL 'A DÖNÜŞ

Zaten Kazan' da vapura bindiğimden beri canım sıkılıyor­ du. Hiç Türkiye' ye dönmeyi istemiyordum. Çocukluk bu ya, birkaç defa intihar etmek bile hatırıma geldi. Bir defa Volga vapurunda kendimi nehre atmayı iyice tasarlamışhm. Fakat bu istek doğmadan kaldı. İcrası için hiçbir harekette buluna­ madım. Pasaport işi bittikten sonra vapura atladık. Vapur Boğazi­ çi'ne girdikten sonra iki sahildeki esmer, ahşap küçük evler ve yalılar bana ne kadar çirkin göründü. Vapurdaki tanıdıklar­ dan Ramazan Efendi'ye bunların fenalığından, memleketteki evlerin mükemmeliyetinden uzun uzadıya bahsetmiştim. Kalendermeşrepliği47 ile meşhur bu zat, gülümseyerek şu cevabı verdi:

- Akrabanızdan Afife Abistay dahi lstanbul'a ilk geldiği za­ man, bu sıçan yuvası gibi yerlerde nasıl oturulur, demişti. Lakin bir defa yerleştikten sonra lstanbul'dan çıkmak istemedi. İskelede bizi karşılayan babalığa ilk sorduğum sual şu ol­ muştu:

- Beybaba! Almanya imparatoru Wilhelm biz yok iken lstan­ bul' u ziyaret etmiş. Şehri bu hükümdara nasıl gösterdiler? Evvel­ ce bir tamir ve imar hareketi olmadı mı? Babalık, İmparatorun geçeceği caddelerin v e mesela Çem­ berlitaş civarındaki bakkal barakalarının yıkıldığını ve mez­ bele olan arsaların önlerine tahta perdeler çekilmiş olduğunu söyledi. Eve geldik. Her şey bana dar ve küçük görünüyordu. Merdiveni zorla geçilecek kadar dar buldum. Tırabzanları ince bir çubuk gibi göründü. 47

Kalendermeşreplik: Aldınşsızlık, umursamazlık.

62


HATIRALARIM

Tekrar eski Rüştiyeye verdiler. İstanbul'a döndüğümüz zaman hiç olmaz ise beni Galatasaray Sultanisi' ne vermeleri­ ni validemden rica etmiştim. Hatta validemin söz verdiğini de hatırlıyorum. Lakin nedense geldikten sonra bunu uygun bulmadılar. İhtimal Zahit Şamil'in bitirdiği bu mektebe be­ nim de devam etmekliğimi akraba istememiştir. Rüştiyede bir seneyi kaybetmiştim. Tekrar üçüncüye gir­ dim. Eski arkadaşlarımdan tekrara kalanlardan başka tanışık sima yoktu. Mektebin idare ve talim heyeti de çok değişmiş idi. Eskilerden pek az kalmıştı. Ders usulü de değişmemiş idi. Yalnız bir müzakere usu­ lü48 icat edilmişti. Her sıradaki talebe bir takım sayılırdı. Her takımın başında bir çavuş vardı. Her sıraya bir tahta tahsis edilmişti. Her derste, bir saat kadar süren bu müzakerede çavuş adeta muallim vazifesini görürdü. Dersi okur, okutur ve öğ­ renirdi. Talebenin yanlışlarını çıkarır ve çalışmayanların ad­ larını muallime verirdi. Muallim dahi ara sıra takımları yok­ lar ve çavuşların vazifelerini hakkıyla yapıp yapmadıklarını kontrol ederdi. Çalışkanlar için, teşvik ve gayretleri için yar­ dım olan bu usulü çok beğenmiştim. Hala devam edip etme­ diğini bilmiyorum. Rusya seyahatinden vücutça ettiğim istifade kadar, belki daha ziyade fikren yararlandım. Çalışmanın lüzumunu anla­ dım. Bu anlayışım nasıl idi? Onu kesin olarak söyleyemez isem de mektebe girer girmez, alışılmıştan farklı çalışmaya başlayışım, bu istifadenin ve idrakin sonucu olduğuna şüp­ he yoktur. Sınıfa gelir gelmez ilk sözüm başçavuş ile çavuş48

Müzakere usulü: Öğrencilerin kendi aralarında ders hazırlayıp anlatmaları. Sözlü yöntemi.

63


YUSUF AKÇUR A

ların kimler olduğunu sormak olmuştur. Kimler olduğunu öğrendikten sonra kat'ı bir tavır ile bundan sonra başçavuş ben

olacağım, demiştim. Bu sözleri kendim hatırlamıyorum. Fakat arkadaşlar her zaman tekrar ederler. Bu zamana kadar rekabet fikri taşır mıydım, yok mu? Kes­ tirme cevap veremedim. Yalnız bu zamandan itibaren reka­ bet hevesi bende şiddetle uyanmıştı. İhtimal eski arkadaşla� rım Rusya seyahatinin uzun sürerek derslerimi ihmal ettiğimi söyleyerek beni utandırmış olmaları bende gayret uyanması­ na bir etken olmuştur. Rusya' da öğrendiklerimden yalnız Za­ hit Bey' in verdiği Fransızca derslerinin faydasını gördüm. Diğer dersleri kendi gayretim ile yetiştirdim. Başlangıçta çalışkan bir efendi olan Yusufpaşalı Zihni ile birlikte çalıştık, sonradan yalnız başıma çalıştım. Bununla beraber hangi çocuk, hangi dersi iyi bilir ise bun­ dan istifade etmekte kusur etmezdim. Ben çalıştıkça arkadaş­ ların da gayreti artıyordu. Artık bir müsabaka başlamıştı. Se­ ne sonu imtihanlarında ikinci çavuş oldum. Eğer Fransızca­ dan 40 yerine 45 numara alsaydım, sınıfın birincisi olup raki­ bim Tahsin Efendi'yi mağlup etmiş olacaktım. Rusya' dan iyi şeyler getirmiş olduğum gibi, fenalarını da getirmiştim. Herkesin bana bunu vermesinden serkeş ve mağrur olmuştum. Arkadaşları küçümser ve hatta onlara ha­ karet ederdim. Başçavuşa da yapmadığım kalmamıştı. Bir gün zavallı yüzünü bana çevirip yaptıklarımı birer birer yü­ züme vurduktan sonra, artık aradaki soğukluğun ortadan kalkmasını ve her şeyin unutulmasını söyledi. Bana, ellerini öperek yaptıklarımı çocukluğuma bağışlamasını rica etmek düşerdi. Bunları yapmak şöyle dursun, sözünü bitirdikten sonra yüzüne karşı alçak! diye bağırmışım. Rusya' dan geldikten sonra meslek merakım da değişmiş­ ti. Artık ne eczacılık, ne de ressamlık kalmıştı. Neden ise 64


H A TIR AL ARIM

kimyager olmayı kurmuştum. Bahçedeki nebatları toplaya­ rak kaynahp kaselere bölerdim. Üzerlerine tabaklar kapahr­ dım. İşi ilerleterek gül sirkesini bile yaphğımı hahrlıyorum.49

49

Yusuf Akçura'run çocukluk ve tahsil hayatına, birinci seri hatıratına ait birin­ ci defter burada sona eriyor. Harbiye'ye girişini ve buradaki, kurmay yüzba­ şısı oluncaya kadar geçen hayatını ve birinci başarısını hikaye eylediğine şüp­ he olmayan birinci serinin ikinci ve varsa diğer defterleri üzülerek belirteyim ki elimize geçmemiştir. (Muharrem Feyzi Togay)

65



İKİNCİ BÖLÜM MEVKUFİYET HATIRALARI İstanbul 1330 (1914)


N HanÄąma. A. Y. . . .


MUKADDİME YERİNE

Bilmem ne gibi bir hedefe doğru insanları sürüklemekte olan tabiat, iğfal ile hükmü allında tutmak için onlara hayalı sevdiriyor. Evet, hayalı Mecnunane seviyoruz ve bu netice­ siz aşkımız ile insanlık yaşıyor. Bizi esirleri halinde, kırbaçla­ ya kırbaçlaya işleterek, tabiat belki de hedefine erişir! Lakin ondan bize ne!.. Mamafih hayata kavuşmaktan ibaret ömür, ne kadar elem veren olsa bile lezzetlidir: Onu halırladıkça ancak geç­ tiğine teessüf ederiz! En ziyade azap gördüğümüz bir mahal­ li terk ederken bile mutlak müteessir oluruz, zira orada sev­ gili hayalın bir parçasını defnettik..

Mevkufiyet Hatıraları'mn da benim için tabii kıymeti var. Lakin bilmem okuyan bulunur mu? Okuyanlar velev bir iki yerinden olsun azıcık müteessir olurlar mı? . . Zannetmem. Kazan, 27 Mayıs 1907 A. Y.

69



MEVKUFİYET HATIRALARI

Kazan Vilayet Hap ishanesi, 8 Mart 1 906 Ölü bir kış gecesi. Rutubetli, beyaz lekeli, hareketli bir ka­ ranlık. Büyük parçalarla yağan kar, etrafa sulu, yumuşak bir tenhalık veriyor. Uyumuşum ... Bunaltan, sıkınhlı, korkulu bir uyku ile de­ ğil! Manasız, hissiz, rüyasız, yırtıksız bir uyuşuklukla . ... Birdenbire kuvvetli, tiz bir çıngırak darbesi! Saralı bir çarpıntı ile uyanıyorum: Henüz sabah olmamış; dışarıda kar beyazlığından gayrı aydınlık yok ... Acaba rüya mı? Bir darbe daha! Evvelkinden şiddetli, kaba, adeta çıngıra­ ğın telini koparacak. Lambamı yakıyorum: Saat daha dört. Kapıyı açıyorum; henüz yataktan çıkan ılık, terli vücudu­ ma dışarının rutubetli, soğuk rüzgarı, uykudan henüz ayrı­ lan gözlerime kapı önüne dikilen revolverli, kılıçlı polis za­ bitleri çarpıyor ... Alık alık gözümü ovuşturuyorum: Uyanık mıyım?

- Evinizi araştırmaya geldik. Sessiz, içgüdüyle, uykuda yürür gibi yol gösteriyorum. Gelenlerin arkası kesilmiyor: Zabitlerden sonra bir sürü kişi, daha sonra bekçiler ... Odama doluyor.

71


YUSUF AKÇURA

Kitaplarım, kağıtlarım, mektuplarım -sevdiklerimden ge­ len mukaddes, samimi, gizli sözlerle dolu o sevimli mektup­ larım-, resimler, sevdiklerimin kendi elimde uzun zaman tutmaya kıyamadığım kıymetli tasvirleri, her şeyim, ruhu­ mun, hayahmın bütün dış tecellileri, bir bir o yabancı eller­ den geçiyor, bir bir tanıhlıyor ... Lakin, yok hakikati itiraf et­ meli, o haşin ellerin sahiplerinde bile muhabbet ve insaniye­ tin ilahi ışınlan var: Evet, hissediyorum, görüyorum ki ana­ mın resimleri ellerinde iken, gözlerinde yumuşak, sevimli ve üzüntülü bir tebessüm beliriyor. Saat beş: Vakitsiz misafirlerim, tatsız vazifelerini bitirdi­ ler. Ve tevkifimle de memur olduklarını ihbar ettiler: Hazır­ landım, gittik. Kar yağıyor. Hava nemli. Sokak tenha. Beyaza bulanmış siyah gölgeler, yumuşak, sulak, akissiz ayak sesleriyle nadi­ ren göze çarpıyor ... Önümüz pek az seçilebiliyor. Nereye ve niçin götürüyorlar? Acaba hala rüyada mıyım?.. 2

1 0 Mart Basık tavanlı, pis, sıcak, karanlık, dumanlı bir oda. Tüten bir lambanın kederli ve kör aydınlığıyla kirli bir masa başın­ da, kirli, mavi bulutlar arasından güçlükle seçilen üç biçim­ siz kafa. Kapı yanındaki sıralara, horuldayarak nefes aldıkça bütün odayı kusturucu ağız, ter, uyku ve meşin kokularıyla dolduran kırmızı ve şişman polisler abanmış, uyuyorlar. Temiz, sağlam, soğuk, beyaz biraz hava ile beraber bu iğ­ renç, kara ve ılık bodruma ahlmışhk. Ağır, donuk bir pahrh: Efrat ayağa kalkmış, masa başındakiler burunlarını kağıtların­ dan ayırmışhlar. Neferler, manasız, uykulu gözlerini, hayvani

72


H A TIR AL ARIM

bir ahmaklıkla bize çevirdiler: Uyuşuk ataletlerine sekte verdi­ ğimiz için hiddetli gibi idiler; ötekiler birkaç sahr daha fazla yazdırmak eziyetini yüklettiğimiz için surat asıyorlardı. . . Komiser, nazik ve insaniyetli, "Şimdilik oturunuz!" dedi ve gitti. Katipler kağıtlarına, efrat uyuşukluklarına döndüler... Ben uyandığım zamandan itibaren hayatımı tekrar yaşamak istiyordum; bütün efkarım şu iki noktada toplanıyordu: Mevkftfum (tutukluyum), lakin niçin? .. Birazdan uzun boylu, uzun sarı saçlı, papaz kıyafetli bir genci daha getirdiler: Tanışlık. Çay içmeye müsaade olundu. Bir nefer ciddiyetle, adeta irtibat ve muhabbetle hizmet ediyordu ... Daha sonra, isimlerimiz yazılarak, eşyamız alınarak ha­ pishaneye gönderildik. Oh, Yarabbi! Girer girmez, hiç su yüzü görmemiş, asla te­ mizlenmemiş bir abdesthane kokusu sizi karşılıyor: Oda de­ ğil, hela! Vahşi hayvan gibi korku ile, korkutma ile bakan iki insan -Ah, evet insan!- biraz doğruldular; bunları da rahat­ sız etmiş oldum ... Büyücek bir oda; yarısı kerevet ile kaplanmış, bir köşede kocaman bir soba. Odanın döşemesi, duvarları gözden yaş getirecek kadar amonyak kokusu yayıyor ... Yeni arkadaşlarım, benden örnek alarak odayı adımlama­ ya başladılar: Kafes içine tıkılmış yırtıcı hayvanlara benzi­ yorduk: Küçüğü ince, sarı, mavi gözlü, şeytan bir şeydi; ateş­ li gözleri, alaycı ağzı daima gülüyor; hiç şüphe yok ki faal di­ mağı bu kafesten kaçacak delik aramakla uğraşıyor. Bu, kü­ çük, sarı bir tilkiyi andırıyordu. Büyüğü, kaba ve hoyrat vücudu, müteessir ve kederli gözleri, aptal ve karanlık çehresiyle, hiddetli ve ağır yürüyü­ şüyle adeta bir ayı gibiydi ...

73


YUSUF AKÇORA

Kısaca konuşarak, bu zavallı düşkünlerin hırsızlıkla yaka­ landıklarını anladım. Büyüğü diyordu ki: "Ah, sarhoşluk, ra­ kı . . . Hep ondan." Evet, bugün arhk pişman idi: Şimdi, mutlak birçok defalar tövbe ediyordu ... Lakin hep beyhude arkadaş! Sen yine içeceksin!.. Yine çalacaksın!. . Yine bu hapishane de­ nilen çöplüğe atılacaksın!. .

3 12 Mart Karanlık gece içinde aydın bir mehtap: O havası çirkin ko­ kulardan, ruhu elemler ve ıstıraptan ibaret murdar ve karan­ lık odada, muhabbet, lakaytlık ve keyiften müteşekkil, latif ve nurlu bir cemiyet kurulmuştu... Kederli inleyişle, kaba kü­ fürler, kızgın tehditlerden başka seda ile titremeyen bu bed­ baht hava, şimdi muhabbetkar, teselli veren, kuvvet veren, neşe veren, zevkli bir musiki ile titreşiyor; masaya saçılan meyveler, kurabiyeler, çay fincanları bu manevi zevkleri, maddi lezzetlerle kutluyordu. .. Bu ruhsal bayram, bilmem kaç saat devam etti, lakin her halde saatler dakikadan kısa idi! Etrafımızı karanlık çevre, pislik ve gelecek belirsizliği, bu aydın, pak ve mesut halin bütün niteliklere fevkalade bir şid­ det veriyordu. Oh, lakin hepimizin kalbinde titreyen bir ince tel vardı ki, bu onun kısalığını ihbar ile neşeli ruhumuza küçük küçük zehir zerreleri serpmekten hali (kayıtsız) değildi: Ayrılacağız ve kim bilir ne kadar zaman için? .. Uğursuz dakika gelip yetti: Ayrılmışlık; gülüşen çehrele­ rimizle gizlice ağlayan kalbimizi görüyorduk. Evet, benim de kalbim ağlıyordu, lakin bu içten gelen yaş­ larda, sanırım ki sevinç ve saadet, elem ve ıshraptan ziyade

74


HATIRALARIM

idi. Ucu, nihayeti görünmeyen bir labirente sokuluyorum, la­ kin ayrıldığım alemde beni seven -Ah, ne tatlı söz! Tekrar edeceğim- beni seven kalpler vardı. ..

4 1 2 Mart Uyanıyorum ... Her tarafı beyaz kireçle badanalanmış, kü­ çük bir hücre içindeyim. Tavana yakın dikdörtgen pencere­ den, demir parmaklıklar ile parçalanmış, rencide bir aydınlık giriyor. Yalnızlık. Sükun. Düşünmek, hür maziyi yaşamak, görmek istiyorum. İstikbal? . . . Bu bir soru işareti: Cevabını aramakla neden kendimi yorayım? Birkaç gün önce bir müsamere-i musikide (müzik dinleti­ sinde) idik: Schubert'in, Beethoven'in ilahi dehalarından do­ ğan nağmeleri meşhur bir tenor maharetle salona serperken, dinleyiciler o ezgili hava ile kendinden geçmiş, nefes almak­ sızın dinlerken, ben yalnız onu seyrediyordum . . . O parmaklığa dayanmış, elleri çenesinde, mermerden bir Pesiha heykelciği gibi hareketsiz, dinliyor, dinliyordu ... Ben biraz ötede, duvara yaslanmış, Beethoven'in ruhu müphem bir sevinç ile talim eden sonatının geniş nefesleriyle bu hey­ kelciğin canlanarak yükseldiğini, uçtuğunu görüyordum .. .

Ah, bu dakikalar!.. Gaddar, insafsız hakikatin içinde yaşan­

mış, cinnet ve hayal dakikaları! Mümkün olacak mı, bir daha size kavuşmak? . . Cuma günü, belediye salonunda siyasi bir toplantı vardı. Salona iki yüzden fazla adam toplanmıştı. Çoğu, kısa, kirli, iş görenlerden, küçük parlak gözlü, saçsız, sivri kafaları çıkar çıkmaz duran Tatarlardı. Geldiğim zaman artık Meclis açıl­ mıştı: Reis, ehemmiyetsiz bazı şeyler anlatıyordu. Bu, çok

75


YUSUF AKÇURA sürmedi, bitti . . . Sükut. Yalnız bu şişman kümenin horuldaya­ rak aldığı ağır nefes işitiliyor . . . - Bir şey söylemek isteyen yok mu? Yine sükut.. . Parlema­ na, yani söyleşilecek yere değil, Duma' yal, yani düşünülecek yere hazırlandıkları besbelli: Herkes başını eğmiş, düşünü­ yor; yok, doğrusunu söylemeli, düşünmüyorlar da, çehrele­ rinden ancak: "Niçin bizi eziyetle buraya sürüklediniz ? Ne söyle­

yeceksiniz, haydi çabuk! .. işimiz var, öğle uykusunu daha uyuma­ dık. . . " azarı okunuyor. Lakin bu azar kime? Reis biraz sabırsızlıkla: - Tekrar ediyorum, söz isteyen yok mu? Nihayet birinci sırada oturan, eski tacirlerden geve­ ze bir zat, söz alıyor: Alakasız, sonu gelmeyen bir işkence. Böyle Parlemana, sözsüz Duma elbet tercih edilir . . . Birinci sıraya geliyorum. Sol yanımdaki komşum, yıldızla­ rımız bir türlü barışamayan ihtiyar Rus, bu yaklaşmamdan adeta hiddetleniyor; elinden gelse, beni odadan dışarı atacak. Ben de minbere sevk olunuyorum. Lakin, sanki, ne ola­ cak? Bilenler için zaten malum, bilmeyenler için sonradan da meçhul, hepsi için boş, faydasız, birkaç şey söyleyeceğim: Bazıları alkışlayacak, bazıları surat asacak. Alkışlayanların avuçları ağrırken, ben, çocuk gibi bu tuhaf sesten memnun olacağım! Surat asanların, aleyhimdeki hiddetlerine bir iki sebep daha eklenmiş olacak. .. İşte o kadar! Adeta haberim bile olmaksızın, o tüccar eskisinden sonra kendimi minberde, kollarımı sallar ve ateşli ateşli söz söyler buluyorum! Sonra, alkış . . . Münazara . . . Haklı görünmek arzusu . . . Birkaç nutuk daha . . . Yine münazara . . . Topluluk hiçbirisine aldırmıyor: Bu gürültüden kendine ait bir şey bulmu­ yor; o, öğleden sonraki uykusunu uyuyor . . . 1 Duma, düşünmek manasında olan dumat masdarından gelir.

76


HATIRALARIM Lakin ah, o hayal dakikaları! . . B u aralık hücrenin dar, rengi müphem kapısı, gıcırdaya­ rak, güya iğrenç vazifesinden şikayet ederek, açıldı: - Çay hazır, yukarıya geliniz. 5

14 Mart Saat iki suları. Kalabalık, çamurlu sokaklardan, eski bir kızakla, polis refakatinde, Belediye Hapishanesi'ne sevk olunuyorum. Komiserlik havlusunu terk edeceğimiz zaman, üç beş candan arkadaş uğurlamaya gelmişlerdi; onların samimi halkalarından, ahn sert bir çıkışıyla ayrılırken, kalbimde bir şey kopmuş gibi ol­ du. Çevrildim, nemli gözlerle bana bakıyorlardı. . . Şimdi geçtiğimiz sokaklarda türlü bakışlara hedef idim: Memnun, alaycı, acıyan, hiddetli. . . Bir hemşehrim bağırıyor­ du:

- Berikisi Müslüman! . . Hapishanenin önünde durduk: Çirkin, kirli, koca bir kapı; kalın demir parmaklık; büyük cüsseli üniformalar; yüzlerin­ de merhametsiz, alaycı bir neşe:

- Haydi buY.urun! . .

Arkamızdan ağır kapı -Kim bilir bir daha ne zaman açıl­

mak üzere- inleyerek kapandı. Küçük idare odasında, ismimiz, vasıflarımız, boyumuz, hatta dişlerimiz soruldu, ölçüldü, sayıldı! Eşyamız, üstümüz başımız bir daha arandı. Nihayet daima güler bir zindancı, dört kilitli kapıdan geçerek birçok gençlerle dolmuş bir oda­ ya bizi de ath: Gürültü, el sıkmalar, bizde bir alıklık . . . Yavaş yavaş oda v e odadakiler açıklık kazanmaya başlı­ yordu: Derin, küçük pencerelerinden yeterli aydınlık alama-

77


YUSUF AKÇURA yan bu basık, kemerli, kabre benzer oda, içindekileri ezmeye hazırlanmış gibi idi. Küçük, dar kapısı, pek kalın duvarları insana bir nevi hkanıklık veriyor, adeta bir demir kasa içine kilitlenmiş gibi nefes almakta zorluk hissolunuyordu. Üç ta­ rafına siyah renkli oturaklar dizilmiş, ortada açık kalan mey­ dancığa kirli, yağlı iki dar masa konmuş, gezilecek yer dar ve kısa kalmışh. Odada benden başka daha on altı adam vardı. Hepsi mart gecesinde şafak atmadan tevkif olunmuşlar; çoğu üniversite talebesi; uzun, kır saçlı bir ihtiyarla, kırklarına yetişmiş bir belediye memurundan başkası hep genç, yirmi, yirmi beş yaşlarında . . .

6

1 6 Mart Akşama doğru herkes bu geçici kabrine arlık yerleşmişti. Muvakkat. . . Belki bazıları için müebbet de . . . Henüz ortalık kararmadan ben sona ermek üzere olan ro­ manımı, Pompe'in Son Günleri'ni2 bitirmeye uğraşıyordum: Si­ rak'ın karanlık zindanı . . . Yunanlı Glukos ve Hıristiyan Olin­ tos orada, aslan ve kaplanların yırhcı hmakları, aç dişleriyle parçalanmayı, biri günahsız mahkumiyetin verdiği izzetine­ fis ile kalbi güçlü, ikincisi nihayetsiz, ilahi bir imanın bahşet­ tiği bir kutsal coşkuyu ölümü özler gibi bekliyorlar .. . Bu dar, karanlık, rutubetli bodrumun ötesinde geniş, kendinden geç­ miş ışık, binlerce halkın şamatalı, şevkli hayahyla coşan Si2

Pompein Son Günleri (The Last Days of Pompei): Sir Edward Bulwer Lytton'un romanı (1834) Roman bir aşk entrikası çevresinde, Pompei faciası­ nın öncesindeki Güney İtalya'nın Yunan-Latin uygarlığını yeniden canlandır­ mayı amaçlar.

78


HATIRALARIM rak. . . Meydanda kanlı görüşler, zemin kan ile kirli . . . Ortalığı kan kokusu almış . . . Halka, bu bozulmuş Romalılara kan ile görmek, kan kokusu duymak vahşi bir zevk, bir lezzet, bir ne­ vi cennet veriyor; bağırıyorlar, gülüyorlar, çırpınıyorlar: - Ha be! . . Nun ha be! . . Hıristiyan Olintos . . . B u bir kuvvet, öyle bir kuvvet ki bü­ tün bu güçlü, muhteşem, debdebeli, lakin adaletsiz, zulüm­ kar cemiyeti, medeniyeti dağıtacak. .. Hıristiyanlık, Nasiriy­ ye'den (Hz. İsa'nın doğduğu Nasıra Köyü'nden) doğan ilahi şahsın semavi nasihatlerinden ziyade, bütün alemi kaplayan adaletsizlikten; insanlığın küçük bir kısmı, altın ve gümüşe gömülmüş, emeksiz, idealsiz, boş hayatlarını en aşağılık eğ­ lence, en kanlı vahşetlerle geçirmeye uğraşırken, büyük kıs­ mının ümitsiz, ferdasız (yarını beklemeyen) bir açlıkla can çekişmesinden doğmuştu . . . Hıristiyanlığın yayıcıları, resuller, insanlık için kendileri­ ni unutmuşlardı: Olintos üç, beş dakika sonra her uzvu birer birer koparılıp parçalanacağını hatırına bile getirmeyerek zindandaki arkadaşına Hıristiyanlığın en saf inancını, -sevgi ve bağışlama- telkin ile meşguldü! . . Olintos, Hıristiyanlığın ortaya çıkışında tek değildir. Ro­ ma şehirlerindeki sirklerin hemen hepsinde birkaç Olintos vahşi hayvanların hissiz tırnak ve dişleriyle parçalanmakta, ya parçalanmaya hazır iken, semavi bir dinin nurlu sözleriy­ le, felaket arkadaşlarını teselli ve irşat eylerler idi: -İşte bu­ nunla ihtiyar dünyanın büyük bir inkılabı başlıyordu . . .Roma İmparatorluğu sevgi, kardeşlik ve eşitlik temelleri­ ne kurulan bu yeni cemiyetin doğmasını engellemeye çalış­ makta haklı değil miydi? Hıristiyanlar asırlardan beri tapını­ lan mabutları tahkir ediyor; devirlerden beri gönülleşmiş esasları, mülk, aile, vatan fikirlerini, yayılmış ahlakı, cemiye-

79


YUSUF AKÇURA tin şeklini, hulasa her şeyi değiştiriyorlardı. Devlet ve hükü­ met uzun zaman yaşamalarıyla haklı ve tabii sayılan kuru­ luşların doğal savunucusu idi; onları müdafaa etmezse, vazi­ fesinde kusur eylemiş olacakh . . . Arzın güneş etrafındaki dönüşü n e kadar a z değişiyorsa, insanlık olaylarının tekrarlanması da o kadar az değişiyor: Şimdi etrafımda gördüğüm bu genç ruhların çoğunda, Olin­ tos' taki ateş, coşku ve iman var . . . Çoğu mesut bir insanlık için kendilerini unutmuşlar, ideallerine bütün adi zevkleri kurban eylemişler . . . Onları bu zindanda beklettikten sonra yırhcı hayvanlara değil, Sibirya'nın beyaz ve öldürücü so­ ğuklarına göndermek için hazırlanan hükümet de yerleşik toplumun savunma vazifesini ifa ediyor . . . Ben b u ideal kurbanlarını takdir ederim; hükümet d e ade­ ta özürlüdür; lakin her ikisi beyhude uğraşıyorlar: Dünya yi­ ne eski dönmesinde devam edecek, yerleşik toplum mutlak değişecek; lakin, yazık, insanlık, zavallı insanlık yine mesut olamayacak! . . . 7

1 9 Mart Bunalhcı bir karanlık, odayı doldurdu: Nefes, duman çı­ kacak delik bulamayarak yığılıyor; iki kör lamba, bu koyu, kötü, mor havayı yırtamayarak yalnız yanı başlarını can sıkı­ cı san bir aydınlıkla kirletiyordu. Başım ağrıyor, bayılhcı bir yorgunluk göz kapaklarımı basıyor, ağır, azaplı bir uykuya dalıyordum . . . Küçük bir sedirde ü ç kişi yatacakhk. Sağ tarafıma zayıf, hasta, veremli bir baytar; sol tarafıma uzun, kokmuş saçlı bir matematikçi tesadüf etti. Güçlükle soyundum, bu ağır uyku

80


H ATIR AL ARIM beni boğuyordu. Tıkanarak uyandığım zaman, hava dayanıl­ mayacak bir hale gelmişti: Teneffüs ile ağırlaşmasından baş­ ka, orta çömleğin kokusuyla da zehirlenmişti. Bilmem nasıl bir tahammül ile felaket arkadaşlarım horulduyorlardı! Pen­ cereye yaklaşbm, iki katlı deliği açbm: Oh, soğuk bir hayat; hür, temiz bir hava!.. Sabah kalkbğım zaman, arkadaşlar, o gün odanın bütün hizmetlerinin bana verildiğini haber verdiler. Dün gece ben uyurken, onlar müşavere ederek, tabirlerince bir "konstitos­ yon" constitution (temel kanun) düzenlemişler: Harf sırasıyla her gün bir nöbetçi, umumi hizmeti ifa edecek. Sofra temizlemek, ekmekleri kesmek, çay hazırlamak ile vazifeme başladım. Felaket ve saadet, insanları süratle tanıştırır:

Öyle saadet

zamanlan vardır ki birbirini ömründe bir kere olsun görme­ yen iki adem yavrusu bir anadan doğmuşlar gibi kucaklaşıp öpüşürler!

Öyle felaket zamanları da vardır ki birbirinin ka­

nına susamış iki düşman, bir dakikada sonsuza dek dost olurlar! Uğradığımız felaket bizi bir gecede dostlaşbrmışb: Sabahleyin arbk laubali, arkadaşçasına şakalaşıyorduk. .. 8

20 Mart "Konstitosyon"umuz, komünist esaslardan doğmuştu: "Komün" elbise ve yatak takımından başka şahsi mülk tanı­ mıyor; para, yiyecek vesaire hep müşterek. .. Yirmi dört saat, çeşitli kısımlara bölünmüş ve her kısım belirli bir işe hasro­ lunmuştur: Sabahleyin saat sekizde kalkılacak, ona kadar çay içilip bitmiş olacak, sonra öğle yemeğine kadar herkes okuyup yazmakla meşgul olacak. . . Sonrasında ayrıntılı, muntazam, kat'i, kışlalardaki gibi bir program.

81


YUSUF AKÇURA Her gün harf sırasıyla bir arkadaş nöbet alıp, "temel ka­ nun"u muhafaza ve "komün"ün hizmetini yerine getirmek ile görevlidir. Temel kanunun değiştirilmesi gerekirse yahut diğer "mühim bir mesele" zuhur eylerse, "komün" o günkü nöbetçinin başkanlığı alhnda toplanarak müzakere edip ço­ ğunluğun oyları ile karar verecektir . . . Evet, b u bir oyun, çocuk oyunu; lakin insan ruhu, beşeri ihtiraslarla karışacağı için ibretli bir oyun . . . Bakalım, küçük "komün" nasıl yaşayacak?

9 22 Mart Buraya kilitlendiğimizden beri arlık üç günü öldürmüş­ tük. Saat gecenin dokuzu . Ortadaki masa etrafına sımsıkı di­ zilmiş, sessiz, mütalaadayız ... Birçok anahtarın çarpışmasın­ dan oluşan çelik sesinden sonra kapı açılıyor: Tevkifimizin sebeplerini bildirmek üzere çağırıyorlar. Sıram geldi, ben de gittim. Lavanta kokusuyla dolmuş bir küçük odaya soktular. Uzun boylu bir jandarma yüzbaşısı, nazikane oturmamı teklif etti. O önüme sorgu tutanağını sü­ rerken, ben onu muayene ile meşguldüm! Henüz mürebbi elinden çıkmış, sarışın, güzel, kadınlara özgü bir baş. Geniş bir alnın üstünü, henüz taranmamış ipek gibi yumuşak saç­ lar tehdit ediyor. Alhn gözlük arkasından baygın, tatlı, mavi gözler parlıyor. Yumuşak, taze yanaklar üzerinde ince, sarı bıyıklar, latif bir eğilme ile bükülüyor. Muntazam, küçük, bir burun; temiz, kırmızı bir ağız; konuştukça parlayan eksiksiz, yeknesak, beyaz dişler. Elbisesi payitaht terzilerinin maka­ sından çıkıp ancak bugün sahibine ulaşmış denecek kadar güzel ve yeni... Masa üzerinde duran pamuk gibi elleri, bü-

82


HATIRALARIM yük bir itina ile temizlenmiş al tırnakları, telaşsız, hiçbir şid­ det emaresi göstermeyerek uyuyor. Parlak ve ışıklı raks salonlarında kuvvetle hanım kızlarla kol kol levendane dolaşmak yahut yumuşak halılı, küçük, dolu, yarı karanlık bir divanın geniş minderlerinde ciddice giyinmiş, güzel bir kadınla diz dize oturup, şairane konuş­ mak için yaratılmış zannedilecek bu güzel, genç, parlak sü­ vari subayı, bütün Kazan genç öğrencilerinin, nefretle kork­ tukları sert, faal, acımasız ve insafsız Gospodin Protinski idi! Ben avamiyyet-i iştirakiyye (sosyal-democratic) hizbine da­ hil olmak ve o hizbin düşüncelerini Tatarlar arasında neşret­ mekle itham olunuyordum! Bu asılsız, manasız ithamın yan­ lışlığını söyledim. Yazmaklığımı talep etti; Rusça bilmediğim için, kendisinin yazmasını ricada bulundum, kabul eyledi. Yazarken gözlerinin parlaklığı arttı, o uysal çehreye asabi bir titizlik geldi; o uyuyan yumuşak eller canlandı; kalem ba­ ğırarak, kağıdı yırtarcasına şiddetli, koşuyor; harfler, kelime­ ler, büyük, okunaklı, biraz acayip, korkarak diziliyordu. Şimdi, iş görürken, Protinski, tamam da kişeşti . . . Benim cevabım bitti; o d a nazik sessizliğine döndü. Bazı şeyler sordum, tatlılıkla cevap verdi. Odadan çıktığım za­ man, ayağa kalkarak selamımı askerce iade eyledi.

10

24 Mart Kalbimi tahlil etmek, hissiyatımı anlatmak pek güç: Kal­ bimin telleri mütemadi titriyor; ve bu bana incitici bir lezzet veriyor! . . . İşte sabah oldu. Açık, lakin demir parmaklıkla parçalan­ mış pencereden güzel bir ilkbahar sabahı giriyor: Şirin, sağ-

83


YUS UF AKÇUR A lam, parlak, coşkulu. Pencere önündeki kuru, kah havluda kümelenmiş serçeler, cıvıldaşarak, hafif ve hoppa, sıçraşıyor­ lar; güvercinler, sakin ve asil uçuşuyor. Ufuk pek sınırlı: Kar­ şıda beyaz, yüksek duvarlarla hamam. Yalnız semaya hudut çekememişler! O, nihayetsiz, mavi ve aydınlık, uzanıyor. Şimdi hamamın arkasından kurtulan güneş, göz kamaşbncı bir parlaklıkla pencereden girdi; zemine parmaklığın gölge­ sinden oluşmuş büyük bir satranç tahtası çizdi. Yarın beşaret-i Meryem (Meryem'in Müjdesi veya Merye­ mana Günü): Uzaktan gamlı bir uğultu halinde çan sesleri işitiliyor. Oda daha uyuyor. Ben, başımı parmaklığa daya­ mış, bir merhamet bakışı dilenerek, yok bir sevgi parçacığı arayarak inliyorum . . . Hapishane, zindan! . . Hiçbir şey değil; hayat zaten zindan değil mi! .. Hayabnda hakiki hürriyet -yani muhabbet- bulan ademlerdir ki onun habrasıyla, göreceli bir zindandan muz­ darip olurlar . . . Ben ne vakit hür idim? .. Ne vakit yakıcı, öldü­ rücü bir muhabbetle zevk bulan biri olabildim? Ne vakit sa­

mimi, yumuşak bir muhabbetle okşandım? Hulasa ne vakit, bir dakikacık olsun, bahtiyarlığıma, hürriyetime hükmede­ bildim? . . Lakin, niçin kalbimin telleri böyle titriyor? Niçin kutlu bir el göğsümden yükselerek boğazımı sıkıyor, nefesimi bkıyor? O demir el ki en musibetli zamanlarımda, onun merhametsiz şiddetini hissetmiştim . . . Yoksa hayabn ölüm aratbran boşluğunda, o küçük vücut bir dayanak noktası olmaya mı başladı? .. Yoksa o yalan, sıkı­ cı hürriyet bile, kaybedilince elem mi veriyor? ..

84


H AT IR AL AR IM 11

25 Mart Kesif, kuvvetli bir aydınlıkla; komik, gürültülü bir musiki uykumu açh. Oh, ne güzel gün! Bilmem tabiat da mı bizi ce­ zalandırmak istiyor? Kilise korosunun oynahcı şakımaları gittikçe kuvvetleniyor: Bugün beşaret-i Meryem. Gaddar ve alaya felek!.. Rabbin meleği süküt etmiş, in­ sanlığın kurtarıcısını müjdelediği bu umut veren ve teselli edici parlak günde, insanlık için bir başka kurtuluş yolu ara­ yan bu hileci gençleri tapındıkları hürriyetten ayırıyor!.. Bugün, kurtarıcının miladını müjdelediği gibi, ölmüş ta­ biahn ihyasını da müjdelemektedir: Evet, çarmıha gerilmiş "ademoğlu" bir hafta sonra tekrar hayat kazanırken, bir kış­ tan beri cansız kalan yeryüzüne de taze taze can verecek, ça­ yırlar yeşillenecek, ağaçlar yapraklanacak, çiçekler açılacak. .. Biz bunları görmekten mahrumuz. Bugünün güzel, etkileyici bir adeti var: Tutulmuş, hapse­ dilmiş kuşlar, zalim kuşçuların kafeslerinden alınıp, salıveri­ liyor; mini mini mahluklar, çırpınarak, cıvıldayarak hürriye­ te, ormanlarına, analarına, sevgililerine kavuşmaya uçuyor­ lar. Oh, o zaman bu kuşcağızlann sıcak yürekleri, sevinçle ne kadar kuvvetli çarpıyordur! Bu adeti düşünerek, hepimiz uyanık ve heyecanlıyız; acaba biz de bir kurtarıcı el mi bekli­ yoruz? .. İşte akşam oldu: Kasvetli bir karanlık ortalığa çöküyor, sabahki pür-neşe çehrelerde, şimdi gamlı bir durgunluk; sa­ bahki heyecan dolu kalplerde, şimdi elemli bir sükunet... Ne bir kurtarıcı eli, ne bir kurtuluş müjdesi!..

85


YUSUF AKÇURA

12 2 7 Mart Hala o ağlatıcı saatler zihnimden silinmiyor: Bilmem ayın kaçıydı, erkenden, "Yarın iki arkadaş gönderilecek . . " katı ve .

yürek parçalayan haberi, hepimizce işitildi. Gideceklerden biri genç, parlak bir hukukçu, diğeri henüz lisede iken siyaset kasırgasının kurtulunmaz cereyanına ka­ pılıp, şimdiye kadar sürüklenen yetenekli, hayalperest bir delikanlı idi. Sekiz, on günlük tanışlığını hukukçunun asil ruhunu; eski liselinin ise halis hayalini açıkça görebilmeme kifayet eylemişti. O gece, gidenler şerefine konser verilecekti. Her ikisi al­ tıncı koğuşun en iyi musikacılarıydı. Hukukçu "iki kahra­ man" düetini3 gür, ahenkli bir basso4 ile teganni etti. Bütün koğuş, yarın bilmem nereye sürüklenecek, gömülecek bu genç zeka için, gözyaşlarını güç zapt ederek, sıkıntılı bir sü­ kfü ile tıkanıyordu. Hanın muradına, tekliflerini prens "Ey­ fer", şairane bir asaletle cevap verirken, gencin sesi, semavi bir zevkle yükseliyor, uçuyor, yayılıyor; o da prens gibi na­ musluca bir esareti, vatandaşlarına zararlı bir hürriyet ve ik­ tidara tercihini açıkça gösteriyordu. Bu ağır, ciddi düetten sonra, arkadaşı şedit ve müstehzi hicviyeleri, intikam alıcı bir coşku ile gürleten huri maharet­ le, keyifle idare eyledi. Bu alaycı musiki, bütün koğuşu, biraz gerçek zamandan uzaklaştırarak, kahkaha dalgalarıyla dol­ durdu: Kropotkin'ler, Estosil'ler, bilmem kimler dehşetli şa­ marlarla yuvarlanıyor, bütün eski idare, beraberlik dersini güzel alıyordu! . . 3 Düet: İ ki ses veya iki çalgıya göre hazırlanmış musiki parçası. 4

Basso: Yaylı çalgı, viyolonsel.

86


HATIRALARIM Ah, lakin bir manevi intikamdan gelen bu neşe kısa sürü­ yor; hakikat, dar ve karanlık oda, kalın duvarlar, kilitli kapı, parmaklıklı pencereler halinde kendini gösterir ve her şeyi, yarınki faciayı hatırlatıyordu . . . ... Bütün hapishane, gidecekleri uğurlamak için toplandı. Odada hiddetli bir teessürü güçlükle örtebilen, gürültülü bir heyecan var. Zindancının uyarılarına hiç kimse kulak asmı­ yor. Nihayet veda edilecek zaman geldi: Hukukçu evvela ve­ fakar arkadaşı doktorla kucaklaşıp, samimi, sıkı, uzun öpüş­ tü. Ah, bu birkaç feci dakika! Onlar sessiz ağlarken, hazır olanlardan birçoğunun yüz hatları büzülüyor, gözlerinden iri iri yaş damlaları yuvarlanıyordu ... Sonra, hepimiz kucaklaş­ tık, öpüştük, ağlaştık. Bu aralık ağır, derin, gizli ağlayıcı bir sesle viçnaya pamnat (ebedi hatıra) söyleniyordu ... Veda sona ererken şiddetli, açık, gelecek emniyeti ile neşeli bir "marsi­ yez" e başlandı. Bunun gür, cesur, meydan okuyan nağmeleri arasında onlar odayı, hapishaneyi terk ettiler . . . Onlar, demir parmaklıklı kapının öte tarafından, "Yakında görüşürüz . " di­ . .

yen ümitli tebessümler gönderirken, kapı önüne toplanan mahpuslar, seslerini yükselterek, galip olmanın verdiği güven ve intikam ile coşku dolu bağırıyorlardı:

Köhne cihandan ayrılalım, Cesedini ayaklarımızla tepelim . . . 13

30 Mart Umumi bir sinir krizi. Dün bilmem nereden yol bulup, bütün hapishaneye dağılan genel af haberi, kuvvetlendikçe kuvvetlendi. Gece saat on sularında, gardiyanlarda, memur­ larda bir hareket: Vali gelecek. .. Demek ki bizzat vali tahliye edecek. . .

87


YUSUF AKÇURA Sıkıntılı, ıstıraplı bir bekleyiş: Hiç kimse sükunetini mu­ hafaza edemiyor, hiç kimse mutat meşgalesiyle uğraşmıyor; sabırsızlık, asabi, doğal olmayan manzaralar, konuşmalar; ahenksiz, düzensiz şarkılar, hareket ve gürültü. On buçuk . . . Titrek, feci bir seda, doktorun sesi:

Tahliyeye başlandı, istirahatonofu (gece nöbetçisini) çağırdılar. Derin bir sükllt, halecan, bütün koğuşun yüreği çarpıyor . . . Ve bu derin sessizlikte, kalp çarpıntısı işitiliyor gibi.. . Birkaç dakika sonra, yine gürültü, yine düzensiz, ahenk­ siz şarkılar, sözler . . . Kapı ağır ağır açılıyor, zindancı mütebessim v e neşeli gi­ riyor:

- Esmirnof! Hazırlanınız, tahliye ediliyorsunuz. Arkadaş, veda etmeyi bile unutarak, bir dakika içinde her şeyi hazır, gülle gibi koğuş kapısından atılıyor . . . Oo, demek gerçekten tahliye ediyorlar. Acaba beni de mi? Lakin her vakit şüpheci ve karamsar dimağım bir türlü ina­ namıyor. Mamafih yüreğimin çarpıntısı gittikçe şiddetleni­ yor; başımdan kan iniyor: Diz bağlarım kuvvetsizleniyor; kuru bir boğazla soruyorum:

Af, genel mi? - Yok ... Bilmiyorum.

-

Ümitsizlik, manevi azap: Ah, insanlar insanlara eza etmek yolunu ne iyi bilirler. Bunun için neler keşf ve icat etmemiş­ ler! Bir nevi sükunet ve alışkanlık içinde, düzenli yaşayıp du­ rurken, böyle bir buhran, ezici, öldürücü bir darbe oluyor. Kısmen unutulmuş hürriyet birkaç dakika görülüyor, yaşa­ nıyor, sonra uçarak, yok olarak, yine esarette kalan ruhları cehennemi bir işkenceye bırakıyor . . . Lakin tahliye devam ediyor: İşte Alkeseyif, işte Gassar . . . Zavallı, yumuşak kalp, avare v e pejmürde genç, daima aile­ si için ağlar baba . . . İşte nihayet mütedeyyin, düşüncesi sınır­ lanmış Zilinski. . .

88


H A T IR AL AR IM Arlık, bugünlük bu kadar yetişir. Zaten saat gecenin on biri olmuştu. Lakin uyumak mümkün mü? Gürültü, iddia: Böyle sekiz, on kişinin birden tahliyesi ve bizzat valinin geli­ şi, nihayet tahliye olunanların eşyalarını almak için koğuşla­ rına bırakılmamaları . . . Daha birçok ipucu, işaretler ekseriyet için, istedikleri genel affı ispata deliller hazırlıyor; ancak ba­ zı kalbi güçlü gençlerimiz, hep aksini iddia ediyorlar . . . Gece yansından sonra uyumaya uğraşlım. N e mümkün? Sinirlerim o kadar karışmış, bozulmuş ki vücudum yorgun­ lukla ezik, uyuşuk dalarken, dimağım bitimsiz bir faaliyet ve uyanışla çalışıyor: Bitmez tükenmez dama oynuyorum, dama­ ya çıkmaya uğraşıyorum; bu rüya değil, etrafımı görüyorum, düşünüyorum; oynamamak istiyorum, yine oynuyorum ... Bu sürekli işkence ile nihayet sabahı buldum. Saat allı. Her gün dokuzda güçlükle uyanan koğuş, yatağından kalk­ mış, gürültü ediyor: - Af, genel mi, değil mi? Of üzücü sual! Ne vakit cevabını öğrenip, bu cehennem­ den kurtulacağız?

14 1 Nisan Cuma namazlarını hapishane imamıyla kılmaya ruhsat vermişlerdi. İlk müşterek ibadetimizi müteakip İmam Efendi beni teselliye kalkışmışlı:

- Müteessir olmamalı, büyük zatlar hapis olunmuş: Hazret-i Yusuf, lmam-ı Azam ... Benim b u teselliye canım sıkıldı: Ben çocuk muyum? Her­ kese malum bu hikayeleri halırlatmakla avutulacak kadar kalbi zayıf mıyım? .. Sözünü kestim:

89


YUSUF AKÇURA

- Hiç önemi yok. . . O günden beri üç hafta geçti; esaretin uzamasından doğan ıstıraba, evvelsi günkü sinir krizi de eklenerek, hepimizin se­ bat ve tahammülümüzü sarstı: Allah, insanları zayıf yarat­ mış; bu kısa işkence bütün o azimet, kendini beğenmişleri ez­ meye, nefis büyüklüğünü alçaltmaya, hulasa insanı nefsin­ den gayrı vücut önünde diz çöktürmeye kifayet ediyor! . . Dün yine Cuma idi. İmamın vaazını ehemmiyetle, tevazu ile dinliyordum: Elem neşrah leke sadrek. Ve veda' na anke vizrek.

Ellezi enkada zahrek. Ve refa 'na leke zikrek. Fe-inne me'al usri yus­ ra. lnne me'al usri yusra . . 5 (94. İnşirah suresi, 1-6. ) .

Oh, bu benim için pek yüksek! Küçük, pek küçük içtiha­ dım, insanlığın en büyük inkılaplarından birinin failine hitap buyrulan kutsal kelimeler ile teselli olunmaktan beni utandı­ rıyor . . . Mamafih, bu ilahı sözlerin dinlenmesinden, anlatıl­ maz bir semavi zevk duyuyorum; amenna ve saddekna (iman ettik ve tasdik ettik): Fe-inne me'al usri yusra. lnne me' al

usri yusra . . . 15

1 Nisan Kapı açıldı. İhtiyar hapishane hademesi, elinde güzel bir demet bağırıyor:

- A� . . . ye.1 Sümbül, menekşe, inci çiçeği . . . Oh, ne letafet, ne rayiha! Acele, asabi sordum: 5

"Biz senin göğsünü açmadık m ı (ondaki bunalımları, sıkıntıları giderip onu, koyduğumuz ilim, hikmet ve huzur ile genişletmedik mi)? Ve atmadık mı se­ nin üzerinden yükünü? Ki (o, ağırlığından) sırtını çatırdatmıştı! Senin şanını yükseltmedik mi? Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet her güçlükle beraber bir kolaylık vardır ... " (Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Kılıç Kitabevi, Ankara, s. 596)

90


HATIRALARIM

- Kimden ? - Bir hanım kız getirdiğini söyle, dedi, adını söylemedi. . . Sıkıcı, ezici zindanı, bir ferahlık ve neşe nuru doldurdu. Karanlık, hüzünlü zindan, artık kaybolmuştu; şimdi bütün cihan, önümdeki semavi, saf, taze demetten ibaret. .. Demet, yeşil yapraklar arasında, genç, beyaz, latif rayihalı çiçekler ile, bir ilkbahar sabahında, yeşil bahçesine çıkmış bir genç kı­ zı, onu gösteriyor . . . Ah, güzellik! Zulme, zulmete, elemlere, ölüme . . . Her şeye galip nur! . .

16 6 Nisan Tabiatın ve insanlığın kurtarıcısının yeniden hayat kazan­ dıkları, bu güzel ve neşeli bayram da geçti, geçti; bize acı bir hatıra, bir ümitsizlik bırakarak geçti. . . Nurlu pazar günü, ka­ ranlık geleceğimizde parlak bir umut noktası idi, yetiştik, söndü . . . Ah, ne gaddar bir istihza! Bütün Rusya, bugün keyifli ve neşeli yekdiğerini kurtuluş ile müjdeler ve kutlarken, hükü­ met, mahpuslarından birine, Yakutski'de (Yakutistan'da) beş sene ikamete mahkum olduğunu tebliğ eyledi. . . Yakutski . . . Sibirya'nın ebedi karlarıyla kefenlenmiş bu mezarlığa, bir karakış deniyordu . . . Oraya sürülmek, sürekli idama mahkum olmak demektir .. . 17

(Yazarın notu: 1 7. Bastırılmadı.)

91


YUSUF AKÇURA 18 8

Nisan

Biz hapishanedeyiz . . . Lakin herkes de mahpus değil mi? Zindancılara bakıyorum: Her gün aynı yer, aynı iş . . . Bize bu vasat (toplum hayalı / ortam), bu hayat, elbet geçici; lakin on­ lar müebbet olarak buna mahkum! Biz geceleyin korkusuz, rahat uyuyoruz; onlar her on beş dakikada bir saatlerini kur­ maya, uyumadıklarını ispata mecburlar . . . Yalnız onlar m ı mahpus? Hayır! . . İşte bir amele, işte bir memur, işte bir esnaf, tacir, sanat­ kar . . . Hepsi, zengin-fakir, cahil-alim, istisnasız bu dünyada belirli, sınırlı, binaenaleyh sınırlı ve esir bir hayatı sürdürme­ ye mahkumlar . . . Hürriyet! Kuru bir söz, tatlı bir hayal! . .

19 (Yazarın notu: 1 9 . Bastırılmadı. )

20 9 Nisan Günün bathğı zaman, insana daima tesir eder: Ömrümü­ zün bir günü ölüyor, artık onun dönmesi, tekrar yaşanması mümkün değil... İnsan bunu düşünmeden, adeta sebepsiz müteessir olur. Hiçbir gurup zamanı bilmiyorum ki, belirsiz bir ıstırap ile kederli olmayayım; lakin vasatın (ortamın), ge­ çirilen hayalın bunda büyük etkisi var. Mesela şimdi, kalın demir parmaklıklı pencereden önümdeki kederli tabloda gü­ nün öldüğünü seyretmek. . . Azap verici düz çizgilerden oluşan, tekdüze, beyaz bina; beyaz duvar . . . Üzerine üzücü bir intizam ile dizilmiş siyah

92


HATIRALARIM tahtalar; sonra kızdırıcı bir lüzumsuzluk.la Yunan mimari bi­ çimini takliden yapılmış ahmak bir kapı . . . Kapı önünde, is­ kemlesinde uyumuş, çamurdan bir heykel gibi simsiyah bir zindancı. .. Boşluk, sessizlik; nihayet ziyasız, cansız, kır renk­ te bir aydınlık. . . Hiçbir hayat izi ve neşe yok; bütün tablo elem ve sıkınhyla dolu !. .

21 1 0 Nisan

Dün vilayet seçimleri idi. On ikisinde Alkeyen'in ve iki köylü Müslümanın seçileceği haberi, bu kilitli kapılardan, kalın duvarlardan geçip bize erişebildi; lakin henüz dünkü sonuçları bilmiyoruz . . . . Şimdi işittim: Seçilmişler . . .

Ş u andaki hissimi iyice tahlil edebildiğime v e anlatabile­ ceğime inanamıyorum . . . Seviniyor muyum? Şüphesiz . . .

·

İki üç sene evvel olsa belki bir . . . seçilirdi, seçilecekti; hal­ buki dün Alkeyen seçildi. Ve bu değişime belki benim de na­ çizane hizmetim değmiştir . . .

93


YUSUF AKÇURA

22

1 6 Nisan Bugün artık vilayet seçimlerinin sonuçları tamamen belli oldu. Üç Müslüman, beş Kadet.5 Yarın şehir seçimleri, orada da mutlaka ya Müslüman, ya Kadet. Kazan vilayeti Müslümanları, hamd olsun, haklarını mu­ hafaza edebildiler. . . Kazan'ın, öteden beri ellerinde sandıkla­ rı, ziyasız, eskiliği sever bu Asya vilayetinin, kendilerine ar­ ka çevirdiğini; asırlardan beri uğraşarak, bir taraftan Tatarla­ rı ürkütüp cehil ve taassup çukurunda, diğer taraftan Rusla­ rı kudurtup Hıristiyanlık fikrinde tutmaktan bekledikleri ne­ ticelerin çıkmadığını gören Oktaberciler, Çarcılar, misyoner­ ler, bugün çok kızgın ateş saçıyorlar, bazıları da kurt postu­ nu çoban abasıyla örtüp, dilini tatlılandırıyor: Tatarları tem­ sil maksadıyla yapılmış bir medresede, Rus edebiyatı okutan bir muallim, acınacak bir sadelikle, Tatarların meşrutiyetçile­ re inanarak kendi menfaatlerine aykırı hareket ettiklerini, o milletvekillerinden bir fayda görmeyeceklerini, Tatarları sev­ diği için, acıdığı için, yana yakıla anlatıyor! . . Programlarında Ortodokslardan, Rusluktan başka mezhep ve milliyetlerin daima mahkum kalmasını en önemli siyaset ilkesi sayan Çar­ cılar, yarın, şehir seçimlerinde halk meşrutiyeti (meşrutiyet-i avamiyye) adayı yerine bir Müslümanın seçilmesine çalışa­ caklarını bildiriyorlar! . .

5

Kadet Parti: Rus liberal partisi. B u parti, Ekim 1905 tarihli Çarlık bildirisinden sonra örgütlenip Liberalleri saflarında toplamıştır. Meşrutiyetten yana olan parti, doğrudan ve eşit genel oyla seçilmiş Duma'ya karşı sorumlu bir hükü­ metin kurulmasını savunur. Milyukov'un önderliğinde Birinci Duma'daki sandalyelerin üçte birini kazanır. Haziran 1907 seçimlerindeyse etkinliği azalır. Aralık 1917' de yasadışı ilan edilmiştir.

94


HATIRALARIM Oh, aziz dostlarımız, binlerce teşekkür! Lakin, aziz dost­ lar, bu sevimli nasihatleriniz, bu fevkalade iltifatlarınız, niçin şimdiye kadar, Müslümanlar meşrutiyetçiler ile birleşip üç milletvekili seçtirmeden evvel, hiç görülmüyor, işitilmiyor­ du? .. O zamanlar, yalnız kaba, medeniyetsiz, mutaassıp Ta­ tarların temsilinden, nüfuzunun ve iktidarının sınırlanma­ sından, ilerlemelerine yol vermemek gerektiğinden bahsedi­ yordunuz? .. Şimdi sözünüze büsbütün inanmasak, biraz su­ izanda bulunsak, mazur değil miyiz? . . . . . B u heriflerin, iktidarsız, mağlup, kızgın çırpınmalarını, nihayet hiçbir intikam vesilesi bulamayarak, çocukça hileler yahut adi yaltaklanmalarla alçalmalarını -ve saf, sağlam, iyi ve insaflı Rus milletinin bunları, milletin hakiki ahlakını unutup, öteden beriden çalıp çırptığı boş fikirlerle etrafa kin ve düşmanlık saçan bu gayrimeşru evladını reddettiğini- gö­ rerek, oh, ne kadar seviniyorum . . . Bunlar bir zaman Kazan'ı malikaneleri sayıyorlardı; gü­ rültülerinden geçilmiyordu . . . Hatta birkaç Müslümanı da ağ­ larına iliştirmek istemişlerdi. . . Müslümanların gözünü aç­ mak isteyenlere kızdılar, köpürdüler; lakin hakikati örteme­ yerek, mağlup ve perişan, casusluk, yalancılık ve yaltaklan­ maktan başka çare bulamadılar . . . Bunlar öyle neticelerdir ki, casusluklarına kurban kimse­ leri bile, hürriyeti alınmış gibi en büyük bir işkencede, biraz zaman için olsun, elemsiz tutacak kadar büyüleyici etkilere maliktirler . . .

95



HATİME YERİNE

Arlık bu kırk üç günlük mahsur hayalım geçeli bir yıl ol­ du. Son günümde bir şey yazmamışım. Şimdi ancak şunu hatırlıyorum ki o gün öğleden sonra, zindancı odaya girdi:

- Hanginizi kurtarayım ? - Bilayefi. . . B u zavallı, çocuğunu görememekle çıldırmaya yetişmiş, bir yumuşak pederdi.

- Yok. - Öyle ise A . . . der. Bugün seçimler bittiği için, herkes benim çıkarılacağımı bekliyordu.

- Evet! .. Hazırlanınız. Pek acele etmedim; fincanımdaki çayı bitirdim, arkadaş­ larla vedalaşlım. Oh, üç kilitli ağır kapıdan nihayet çıkardılar. İlkbaharın güzel, aydınlık, şen bir günü . . . Kaldırımda be­ yaz, ince, yazlık elbiselerle, şemsiyelerle hanımlar, hanım kızlar . . . Şimdi bana her şey, bütün Kazan güzel ve mütebes­ sim gibi geliyor ... Ben bu hafif ve sıcak günde, birçok türlü karakış eşyası ve ağır kürekler doldurulmuş araba ile geçip giderken herkesin şaşkın bakışlarını çekiyordum . . . Biraz sonra işitiyorum. Kazan, Şerşenyoviç'i seçmiş.

97


YUSUF AKÇURA Odama dostlar doluyor; tebrikler, çay, sevinç . . . Akşama, milletvekilleri şerefine ziyafet var; beni d e çağı­ rıyorlar: Nutuklar, tebrikler, dostlar . . . Arada, bana da hitap olunuyor; güya bugünkü Kadet-Müslüman galebesine be­ nim de çalışmam katkıda bulunmuş . . . (Amor) Vapuru

1 O Haziran 1907

98


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TÜRK YILI

1928

Türk Ocakları Merkez Heyeti tarafından neşrolunmuştur.

Toplayan Akçura Oğlu Yusuf

İstanbul - Yeni Matbaa

1928



AKÇURA OGLU YUSUF

Akçura oğlu Yusuf'un biraz şuurlu Türkçülüğü Harbiye Mektebi sıralarından başlar. O zamanların, yani Yunan Har­ bi1 arifelerinde, Necip Asım Beylerin2, Veled Çelebi Efendile­ rin3, Bursalı Tahir Beylerin4 Türkçülüğe ait risale ve makale­ leri yayınlanmakta idi. İsmail Bey Gaspirinski'nin (Gaspıralı İsmail Beyin)5 Tercüman'ı6 da bir aralık İstanbul'a gelip dağı­ tılıyordu. Akçura oğlu'nun bu yazılardan fikir aldığı muhak­ kaktır. Bu tesirlere, bir nevi Eski Türklük, Orta Asya Türklü­ ğü hasreti de ilave olunmalıdır. Akçura ailesinin kökü ve bağları, Yusuf'un daha on, on iki yaşında iken Orta Asya Türklüğünün bir köşesini, Başkırdistan bozkırlarını görüp, orada biraz çadır hayatı yaşaması, biraz kımız içmesi, bu hasreti belki izah edebilir. 1 1897'de Yunanistan'ın yenilgisiyle sonuçlanan Türk-Yunan Savaşı. 2

Necip Asım (Yazıksız) Bey (Kilis 1861 -İstanbul 1935): Türk dilcisi ve tarihçisi.

3

Velet Çelebi (İzbudak) Efendi (Konya 1869-Ankara 1953): Mevlana'nın 18. göbekten torunudur. Türk yazar ve dilcisidir.

4

Bursalı Mehmet Tahir Bey (Bursa 1861- İstanbul 1924): Türk yazar ve araşhr­ maası.

5 Gaspıralı İsmail Bey (Bahçesaray-Kırım 1851-Kırım 1914): Türk gazeteci ve yazan. Cedit (Yenilik) hareketinin öncülerindendir. 6

Tercüman: Asıl adı Tercüman-ı Ahval-i Zaman'dır. 1883-1914 arasında yayım­ lanmışhr.

101


YUSUF AKÇURA Akçura ailesi, Kuzey Türklüğünün eski ailelerindendir. Bütün aristokrat aileler gibi, Akçuraoğulları da baba ve de­ delerini, dört yüz yıl evveline kadar, bilmem kaç göbek sa­ yar, dururlar. Yusuf' un babası, büyücek bir çuha (yün doku­ ma) fabrikası sahibi, oldukça zengin Hasan Bey adlı bir fab­ rikatör idi. Anası, Kazan'ın eski ve tanınan bir burjuva ailesi olan Yunusoğullarından Bibi Kamer Banu Hanım' dı. Yusuf

18797 senesi Aralık'ının ikinci günü, Volga sahilindeki Sim­ bir (bugün Ulyanonofski)8 şehrinde doğdu. Yusuf, henüz iki yaşında iken babasını kaybetti ve yedi yaşını tamamlamadan anasıyla beraber İstanbul' a geldi ve İstanbul' da, elifbadan başlayarak tahsil aşamalarını aldıktan sonra, 1897 senesi Harbiye Mektebi'nden erkanıharbiye (kurmay) sınıflarına ayrıldı. Akçura oğlu, daha mektepte iken yazarlığa heves etmişti. İlk basılı makalesi Türklüğün iki kolunu birbirine tanıtmak yolunda yazdığı Şehabettin el-Mercani'nin9 hayat hikayesidir.

1 897' de, İstanbul' un Ma 'lUmat10 mecmuasında yayınlanan bu makale, Kuzey Türklüğünün en ünlü ulemasından ve kuzey­ de dini teceddüt (yenilik) ve milli intibah (uyanış) hareketi­ nin ilk öncülerinden yukarıda ismi geçen Şehabettin Haz­ ret' in fikirlerini ve eylemlerini ve bu suretle Kuzey Türklü­ ğünün irfan seviyesini, fikri hareketlerini, Güneydeki kar-

7

Doğum yılının 1876, 1872 ve 1 866 olduğuna ilişkin farklı rivayetler vardır.

8

Simbir: Asıl adı Ulyanofski olan Simbirsk, Rusya' da Volga Nehri kıyısında,

9

Şehabettin el-Mercani (Kazan 1818-Kazan 1889): Ünlü Türk tarihçisi, eğitim­

Kazan ile Samara kentleri arasında bir şehir.

10

cisi ve din alimi. Cedit Hareketinin öncülerindendir. Ma 'lümat: Mehmet (Baba) Tahir'in sahibi olduğu ve önceleri haftalık olarak, daha sonralan günlük olarak yayımlanan gazetedir. 423. sayıdan itibaren günlük yayımlanmışbr. En önemli özelliği çeşitli ekler vermiş olmasıdır. İlk sayısı 23 Mayıs 1895'te yayımlanmıştır.

102


HATIRALARIM <leşlerine anlatmak maksadıyla yazılmıştı11. Yusuf, Şehabettin Hazret hayat hikayesi kitabıyla beraber, Kuzeyde milli fikir müesseselerinden ve çağdaş medeniyete katılma taraftarla­ rından Kayyumu 'n-Nasırf'nin ıı hayat hikayesini de yazıp ay­ nı mecmuaya vermiş ise de, bu ikinci makale basılmamış ve yayınlanmamıştır. Bu sıralarda, Akçura oğlu Yusuf, tatil aylarını, akrabası­ nın oturduğu Kazan Simbir şehri ve köylerinde geçirerek, Kuzey Türklüğünün hayat ve fikirlerini yakından takibe im­ kan buluyordu ve yol üzerinde bulunan Kırım'ın Bahçesara­ y'ına uğrayarak eniştesi İsmail Gaspirinski'yi ziyaretle on­ dan feyiz alıyordu. Amcalarından Simbir' de oturan Akçura oğlu İbrahim Bey, çeşitli Batı dilleriyle eski ve yeni Türkçe li­ sanlarını bilen, Uygurcayı okuyup yazabilen araştırmacı bir kişiydi. Yusuf, İbrahim Bey'i ve zengin kütüphanesini ziya­ ret ederek, amcasının Türk alemine, Türkolojiye ait sohbetle­ rinden istifade de kusur etmiyordu. Bizzat Şehabettin Hazret ile Kayyumu'n-Nasıri'yi de ziyaret eylemişti. İşte bahis ko­ nusu iki hayat hikayesi, bu sıla seyahatlerinden ve bu ziya­ retlerden sonra kaleme alınmıştır. Yusuf, Harbiye'nin ikinci sınıfında iken, genç Türklük fi­ kirlerine katılmak ve hizmet etmek suçuyla 45 gün pranga­ bendliğe13 mahkum oldu. Mahpustan çıkarıldığı zaman, Harp Okulları İkinci Komutanı Rıza Paşa, kendisine, sınıfı­ nın en çalışkanlarından olduğunu (sınıfının dördüncüsü idi) 11

Yazarın dipnotu. Musavver Ma '/Cimat gazetesinin Cilt: 23, Numara: 69; 2 Ka­ nunusani (Ocak) 1897 tarih ve numaralı nüshasında, Hazretin bir resmiyle be­ raber yayımlanmıştır. Aynı makale Kazan' da Hazretin 100. Doğum Yıldönü­ mü münasebetiyle hazırlanan Mercani adlı büyük kitaba da konulmuştur. Mercani, Kazan, Maarif Matbaası, 1915, sayfa 422 .

12 Kayyumu'n-Nasıri (Kazan 1825- Kazan 1902): Tatar tarihçi, dilci ve etnolog. 13

Prangabendlik: Mahkumların el ve ayaklarına vurulan zincirli demir cezası.

103


YUSUF AKÇURA göze alarak, lütufkar davrandıklarını ve bu yolda ikinci bir hareketi duyulursa mutlaka uzaklaştırılacağını ihtar etmiştir. Erkanıharbiye sınıfına ayrılmasından birkaç hafta sonra, tekrar tutuklanarak, o zamanlar İstanbul'un bütün münev­ ver ve hürriyetperver gençliğini korkutan Taşkışla Divanı­ harbi'ne14 sevk olundu. Yusuf'un sınıf arkadaşlarından bu­ gün (1928' de) Türkiye Cumhuriyeti'nin Londra Sefiri bulu­ nan Ahmet Ferit Bey15 de (sınıfın birincisi idi.) Divanıharp'e gönderilenler içinde bulunuyordu. Divanıharp, hiçbir ciddi sebep olmadığı halde, her iki erkanıharbiye asteğmenini as­ kerlik mesleğinden uzaklaştırdı ve Yusuf'u ebediyen kale­ bentliğe16 mahkum etti ! . . Taşkışla Divanıharbi mahkumları, il. Abdülhamit'in bir iradesiyle, mahkumiyet dereceleri göze alınmaksızın topye­ kun Fizan'a17 gönderilmek üzere Trablusgarp'a18 sevk olun­ dular. Ancak 84 kişinin Fizan' a gönderilmesine yeterli meb­ lağın Trablusgarp Vilayet-i Celilesi Hazinesinde bulunama­ ması sayesinde, bütün sürgünler Trablusgarp Kalesi'nin eski köşkünde hapis olundular. Kısmen yerin üstünde bir asker koğuşunda, kısmen yerin altında bir nevi zindanda geçen bu mahpusluktan, Avrupa'daki Genç Türklerin19 bir zümresiy­ le Osmanlı sultanı arasında imzalanan mütareke şartların­ dan birisinin tatbiki suretiyle kurtulabildiler. Hiç olmazsa şe­ hir içinde hareket serbestliğine kavuşan Akçura oğlu, erkanı14 Divanıharp: Askeri mahkeme. 15 Ahmet Ferit Tek (Bursa 1877-İstanbul 1971 ): Türk gazeteci ve siyaset adamı. Yusuf Akçura'nın yakın arkadaşı. 16 Kalebentlik: Kaleye hapsedilmiş mahkum. 17 Fizan: Afrika'nın kuzeyinde Trablusgarp'ın Büyük Sahra kısmında engin bir bölgenin adıdır. 18 Trablusgarp: Libya'nın eski başkenti. 19 Genç Türkler: Yazar tarafından Jön Türkler yerine kullanılmaktadır. Bu keli­ menin anlamı da zaten aynıdır.

104


HATIRALARIM harbiye grubuna katılarak erkanıharbiye asteğmeni rütbe ve memuriyetiyle bir müddet erkanıharbiye kaleminde ve liva­ lara20 muallimlik vazifesinde çalıştıktan sonra, arkadaşı Ferit Bey'le beraber, ufak bir maltız kayığı2ı içinde Trablus'tan ka­ çarak, Fransa'ya, Paris'e gitti. Paris'te ilk görüştüğü Türk mültecilerinden Doktor Şera­ fettin Mağmumi merhum22, kendisine Osmanlılık fikrinin çürüklüğünden, muhtelif unsurların anlaşmasını sağlama­ nın imkansızlığından, Türk milliyetperverliğinden gayrı hiç­ bir salim fikir bulunmadığından, Garplıların umumiyetle Şark ve Türk düşmanlıklarından, medenilerin dillerine dola­ dıkları adalet ve insaniyet sözlerine inanmak, su katılmamış ahmaklık olacağından ve bütün bu hakikatleri, ona Paris'te­ ki hayat ve müşahedeleri telkin etmiş bulunduğundan bahis eylemişti. Doktor Şerafettin Mağmumi'nin bu sözleri, milli­ yetçiliğin izleri zaten dimağında biraz mevcut olan Akçura oğlu'na çok derin bir tesir icra ettiğini hala hatırlarım. Ahmet Ferit Bey'le Yusuf vakit geçirmeksizin "Serbest Ulfı.m-ı Siyasiye Mektebine" (Siyaset Bilimleri Fakültesine) talebe kayıt olundular. O zamanlar (1899 yılında) Boutumy, Albert Sorel23, Funck Brentano24, Anatole Leroy-Beaulieu25, Renouvier26, Levy-Bruhl27 gibi Fransa'nın ünlü ulemasından 20 Liva: Osmanlı id � re teşk.ilabnda kaza ile vilayet arasında yer alan idare ma­ kamı, sancak. 2ı Malbz kayığı: Maltalıya ait kayık. 22

Şerafettin Mağmumi (Mısır, 1908'den sonra): Türk siyaset adamı ve hekim. İt­ tihat ve Terakki Cemiyeti üyesiyken Ahmet Rıza ile anlaşamadığı için Mısır'a yerleşmiş ve orada ölmüştür.

Albert Sorel (1842-1906): Fransız tarihçi. Diplomasi tarihi uzmanı. 24 Theophile Funck-Brentano (1830-1906): Fransız filozof ve toplumbilimci. 25 Anatole Leroy-Beaulieu (1842-1912): Fransız tarihçisi, önceleri sanat eleştir­ menliği yapb, sonra tarih yazmaya başladı. 26 Charles Renouvier (1815 - 1903): Fransız filozof. 27 Lucien Levy-Bruhl (Paris 1857- Paris 1939): Fransız filozof ve toplumbilimci. 23

105


YUSUF AKÇURA sayılı zatlar, mektepte ders veriyorlardı ve bu zatların hepsi, bazı zaman farkı olmakla beraber, ciddi milliyetperverlerdi. Bu üstatlar her iki ilim talep edenlerin fikir ve muhakemele­ rine artık değişmeyecek kadar kesin, muayyen bir yön verdi­ ler. Albert Sorel, bütün şimdiki zaman tarihinde, en hakiki amil olarak milletleri buluyordu. Funck Brentano, tarihi ha­ yatta iktisadi amilleri (ekonomik etkenleri) asıl amil tanıyordu. Şekillere ve görünenlere, mücerret fikirlere ve isteklere değil, realitelere kıymet vermeyi öğretiyor ve aşılıyordu. Boutumy, bilhassa siyasi ve içtimai müesseselerin inkişafında milletle­ rin psikolojisine dikkati çekerek evolüsyon (evrim) yoluyla inkişafların sağlam olduğunu açıklamaya ve ispata çalışıyor­ du. Kısaca Giyom Sokağı'nın bu gösterişsiz, fakat pek ciddi mektebi, Doğu' ya ancak bazı kritikleri gelebilen siyasi ve iç­ timai fikirlerin kaynaklarından biri idi. İlme susamış gençler, bu kaynaktan kana kana içebiliyorlardı. Akçura oğlu'nun Güney ve Kuzey Türklüğü çevrelerinde­ ki gözlemlerinden, kendinden önce gelen Türkçülerin eserle­ rinden, musahabelerinden oluşmuş intibalara dayanan siyasi ve içtimai fikir ve muhakemeleri, Siyasi İlimler Mektebi'nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) hayli açıklık kazandı. Akçura oğlu, Siyasi İlimler Mektebi'nden aldığı derslerle milliyetçiliği ve Türkçülüğü siyaset sahasında düşünmeye başlamıştı. Yusuf, bir taraftan mektebine devam ederken; diğer taraf­ tan Genç Türk Topluluğuna da gider gelirdi. Ahmet Rıza Bey tarafından neşrolunan Türkçe Şura-yı Ümmet gazetesine bir­ kaç makale, Fransızca Meşveret gazetesine de, Fransız tarihçi­ lerinden Male28 ve Debidour'u tenkit ederek Mithat Paşa'nın meşrutiyetperverliğinde samimi olduğunu iddia ve ispata 28

Emile Male (1862-1954): Hırvat asıllı Fransız besteci ve sanat tarihçisi.

106


HATIRALARIM çalışan uzunca bir makale verip neşrettirmiştir.29 Şura-yı Üm­

met'te çıkan makaleler, daha sonra İstanbul' da küçük bir ri­ sale halinde toplanmış ve yayınlanmıştır.30 Ekserisi 1902 se­ nesinde yazılmış olan bu makalelerin, Siyasi İlimler Mektebi derslerinden çok ilham aldığı fakat İttihat ve Terakki akide­ lerinden de tamamen sıyrılamadığı görülür: Bu makalelerde milliyet meselesine temas olunmakla beraber, henüz siyaset sahasında milliyetperverlik yoluna katiyetle gidilmemiştir. Ancak bir iki noktada, Sorel'in tesiri altında, milliyet'in kuv­ vet, kıymet ve ehemmiyeti anlatılmak istenmiştir ve hiçbir makalede Osmanlı milleti tabiri yoktur. Onun yerinde "Os­ manlı ülkesinde oturan muhtelif akvam (kavimler)"; "Os­ manlı topluluğu heyeti", "Osmanlı heyeti" gibi tabirler kul­ lanılıyor. Osmanlı ülkesinde oturan halkların, kavimlerin ka­ vimce menfaatleri müşahede ve ifade olunuyor. Osmanlı he­ yetinin bu kavimler tarafından bozulmakta olduğu tespit ediliyor. Fakat muharrir henüz, Osmanlı topluluğu heyeti­ nin, çok çetin; adeta muhal şartların oluşması halinde muha­ fazası imkan haricinde bulunmadığını zannediyor: Osmanlı cemiyetinin öyle bir şekil ve hal alması gerekir ki Osmanlı ül­ kesinde oturan halk, heyet "Zikredilen toplulukların haliyle muhafazasında menfaatli olsun, yani ayrılmakta yalnız fay­ da bulmamakla kalmasın, ziyan görsün" ("Bir Tavsiye", s.

38). Aynı makalenin biraz aşağılarında ise şöyle deniliyor: "Memleketin halinin kurtulması demek, yalnız idare şekli­ nin değişmesi demek değildir. Bütün Osmanlı cemiyetinin inkılabı demektir" (s. 41). 29

Yazarın dipnotu: Extrait d e "Mechveret": Midhat-Pacha la Constitution Ottomane et l'Europe, par Y. A. Paris, 1903.

30

Yazarın dipnotu: Eski Şilra-yı Ümmet'te Çıkan Makale/erimden, İstanbul, Tanin Matbaası, 1913.

107


YUSUF AKÇURA

1 903 ders yılı nihayetinde, Akçura oğlu Yusuf, Paris Ser­ best Siyasi İlimler Mektebi'nden üçüncü(lük) mükafatıyla diploma aldı. Diploma alabilmek için hazırlanması icap eden

Travail (iş)in unvanı: "Essai sur l'historie des Institutiones de l'Empire Ottomans - Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir Tecrübe" (Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihine Ait Bir Deneyim)' dir. Aslı olan Fransızcadan "medhal" (giriş) kısmı daha sonra Türkçeye tercüme olunarak basıldı ve ya­ yınlandı.31 Asıl metni ve hatimesi (sonuç bölümü) henüz matbu ve münteşir (yayımlanmış) değildir. Muharrir, eserin girişinde, Osmanlı saltanatı müessesele­ rinin esas kaynaklarından olan Türk ve İslam hukuku ve teş­ kilatına dair özet bilgiler verdikten sonra, asıl metinde, "eski rejim" ve "yeni rejim" diye ikiye ayırdığı Osmanlı Müessese­ leri Tarihinin mühim vakıalarını toplamaya ve bu müessese­ lerin görebildiği kadar ayırt edici vasıflarını tespit ve izaha çalışmıştır. Hatimesinde ise Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmaktan korunması için, var olan kurumlarının ne yolda değiştirilmesi ve geliştirilmesi uygun olacağına dair şahsi görüş ve değerlendirmelerini açıklamıştır. Derslerden tasarruf olunabilen dar zamanda, ancak sınırlı kaynaklardan istifade ile yazılan bu mektep çalışmasının ciddi bir ilmi kıy­ meti olmamakla beraber, Akçura oğlu'nun o zamanlar siya­ sette milliyet meselesine bakışını göstermesi itibariyle bir ehemmiyeti vardır. Eserin hatimesi nihayetlerinde muharrir, Osmanlı saltanatında ıslahat meselesine birkaç açıdan bakı­ labileceğini ifade ediyor: . a) Bir unsurun menfaati, b) Muhtelif unsurların menfaati, c) Hükümdarın ve hükümeti yönetenlerin menfaati, d) Dev31 Yazarın dipnotu: Bilgi Mecmuası 'nın birinci ve ikinci numarasında tab' ve ne­ şir olunmuştur. İstanbul, 1914.

108


HATIRALARIM !etin menfaati. Mevcut olan bilgilerime göre, Genç Türkler na­ mını taşıyan Islahatçılarla, Tanzimatçılar, mevzu olan mese­ leyi sadece devlet açısından halle çalışmışlardı; lakin bu hare­ ketlerin fikriyahnda muhtelif görüşlerin ayırım ve tahliline girişilmemiş ti. işin muharriri de, henüz hayatını devam ettirmenin im­ kan dışına çıkmamış olduğuna inandığı Osmanlı Devleti'nin, yani devletin menfaati açısından, çalışmasını ve hükmünü yürütmüştür. Akçura oğlu'na göre, bu açıdan Genç Türkler programının esas ilkelerinin uygulanması mümkün değildir:

Milliyetçilik fikrinin bu kadar inkişafından ve muhtelif milliyetler arasında ve hele iki din arasında bu derece hu­ sumetin oluşmasından sonra, İmparatorluğun muhtelif unsurlarını birleştirerek ve kaynaştırarak ondan bir millet teşkil eylemek mümkün değildir. Muhafazakarların istedikleri gibi kuvvet ve zorlamayla da İmparatorluğun birlik ve bütünlüğünü korumak mümkün değildir. 20. asır Avrupa'sı buna müsaade et­ mez. Eğer 1. Selim, IX. Şarl veya Katolik Ferdinant zama­ nında bulunsa idik, gayrimüslimlerin cümlesini imhaya ve Müslümanları bir millet halinde birleştirmeye kadir olabilirdik. .. Biraz aşağıda:

Bana öyle geliyor ki gayrimüslim milliyetlerin otonomileri mu­ kadderdir. Eğer Osmanlı Devleti bu milletler için kendili­ ğinden hemen hemen müstakil selfgovermentler32 teşkiline razı olmazsa, onlar kuvvet ve şiddetle "otonomi"lerini koparıp alacaklardır. İgnatiyef33, "Ya otonomi ya da ana32 Selfgoverment: Otonomi, kendi kendini yönetim, federasyon. 33 İgnatiyef (Kont Nikolay Pavloviç: 1832-1908): Rus diplomat ve siyaset adamı.

109


YUSUF AKÇURA tomi"34 demekte haklı idi; ikinci İmparatorluk, Osmanlı saltanahnda "imtizaç ve temasil"35 prensiplerinin tatbiki­ ni teşvik ile hatalı hareket etmiştir. Bundan dolayı, ya Osmanlı saltanatı eski tecrübelerden istifade ederek, İmparatorluğun gayrimüslim unsurlarına milli otonomiler verecek ve bu suretle onların devlete olan zayıf bağlarını büsbütün kesmelerine mani olabile­ cek, (zira bu unsurların kuvvetli bir toplum arasında bu­ lunmalarında daima menfaatleri vardır) yahut anılan un­ surların demir ve ateşle otonomilerini kazanmalarını bek­ leyecektir. Hatime şu sözlerle bitiyor:

Hasılı Osmanlı İmparatorluğu, varlığını koruyabilmek için, bir birleşik devlet (Etat Federatif> şekline dönüşmelidir. Bu sahrlar, 1 903 tarihinde, yani İkinci Osmanlı Meşrutiye­ tinin ilanından beş, Arnavutluk, Makedonya ve Bah Trak­ ya'nın ayrılmasından dokuz ve Osmanlı saltanatının büsbü­ tün parçalanmasından on beş sene evvel yazılmıştı; ve o za­ manlar ittihat ve Terakki mahfillerinde hakim ve mer'i olan fi­ kirlere tamamen zıt idi; adem-i merkeziyet (yerinden yöne­ tim) taraftarı Genç Türkler bile, idari adem-i merkeziyetlere kadar gidiyor ve açıktan milliyetlere bir hak tanımak cesare­ tinde bulunamıyorlardı. . . Vakıa Akçura oğlu'nun b u nazari (teorik) reçetesinin de eksik bilgilere ve bön yargılara dayandığını itiraf etmeliyim: Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan, mesela Makedonya,

Sırp, Bulgar ve Romenlerin milli otonomilerini kazanmakla, Osmanlı İmparatorluğu vahdetinde yaşamaya razı olacakları34

Ya otonomi, ya anatomi: Ya özerklik, ya bağımsızlık.

35 İmtizaç ve temasil: Kaynaşma ve benzeme.

1 10


HATIRALARIM

nı tasavvur, meselenin mühim parçalarından olan Sırp ve Yu­ nan Krallıklarıyla Bulgar Prensliğini ve büyük devletlerin Bal­ kanlar'daki tesirlerini hiç de göze almamak demekti. Bundan başka bazı unsurlar arasında belki bir asırdan beri keskin bir surette mevcut husumet de unutulmuş gibi idi; keza bu un­ surların bir arada yaşamaktan elde edebilecekleri menfaatler­ de kafi derecede tetkik edilmiş değildi. Bu mütalaaların, mev­ zuumuza göre ehemmiyeti, 1903'ten itibaren Akçura oğlu Yu­ suf' un artık Osmanlı birliğinin şiddetle sarsıldığına ve Os­ manlı ülkesinde oturan milletlerin, milli gayelerine ulaşmala­ rını önlemenin mümkün olmadığına dair kesin kanaatidir, ya­ ni milliyet meselesine verdiği kıymet ve ehemmiyettir. Milliyet meselesine verdiği bu kıymet ve ehemmiyet, Ak­ çura oğlu'nu gittikçe daha doğru bir anlayışa götürecektir . . . Akçura oğlu Yusuf, Paris'te tahsilini bitirdikten sonra Os­ manlı Devleti hudutları kendisine kapalı bulunduğundan, Rusya'ya, akrabasının yanına gitti ve Akçura ailesinin asli menşeleri olan "Züye Başi" köyünde amcası Yusuf Bay'ın yanında bir müddet kaldı. İşte bu köyde iken, "Kahire" de çı­ kan Türk gazetesine "Üç Tarz-ı Siyaset" unvanlı makalesini yazıp gönderdi. Bu uzunca makaleye, gazetenin başmuharriri Ali Kemal Bey (Ferit Paş� Hükümetinde Dahiliye Nazırı olan Ali Ke­ mal)36, "Cevabımız" başlıklı tenkit ve hatta tehdit edici bir makale ile mukabele etti. O sıralarda Mısır' da bulunan Ah­ met Ferit Bey (Büyük Millet Meclisi hükümetinde Maliye ve Dahiliye Vekili ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Londra Sefiri olan zat)37, "Bir Mektup" ile arkadaşı Yusuf'un fikirlerini ve 36

Ali Kemal Bey (İstanbul 1867-İzmit 1922): Türk gazeteci ve siyaset adanu.

37

Ahmet Ferit Tek (Bursa 1877-İstanbul 1971 ): Türk gazeteci ve siyaset adamı. Akçura'nın yakın arkadaşı.

111


YUSUF AKÇURA

mütalaasını açıklama ve kısmen doğrulamak yolunda tarhş­ maya karışlı. Ve bu bir sıra makaleler Türk gazetesinin 24-34 numaralı nüshalarında (Mayıs, Haziran 1 904) basılıp çıkh.38 Akçura oğlu Yusuf'un kendi bakış açısından en mühim eseri olan bu birkaç sütunluk makale ile, ilk defa siyasi saha­

da Türkçülük meselesi, açık bütün açıklığı ile bahis konusu edilmiş oluyordu. Bu makalede ilk defa, Osmanlı saltanah­ nın takip ettiği veya takip edebileceği "Üç Tarz-ı Siyaset", yani Osmanlıcılık, lslamcılık ve Türkçülük açık bir surette tespit ve beyan olunuyordu. Makale şu suretle başlıyordu: Osmanlı memleketinde, Garptan feyiz alarak, kuvvet ka­ zanmak ve ilerleme arzuları uyanalı, belli başlı üç siyasi yol tasavvur ve takip edildi (Ebaucher), sanıyorum: Birin­ cisi Osmanlı Hükümetine bağlı muhtelif milletleri temsil ve birleştirme ile bir Osmanlı milleti meydana getirmek, ikincisi Hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarında olmasından istifade ederek bütün lslamları anılan hükümet

arasında siyaseten birleştirmek (Frenklerin Panislamisme de­ dikleri), üçüncüsü ırk üzerine dayanan siyasi Türk milliye­ ti teşkil etmek. Bu suretle "Üç Tarz-ı Siyaset" kısaca tarif olunduktan sonra, her birinin biraz uzunca açıklamasına geçiliyordu. Türkçülük siyaseti hakkında şöyle deniliyordu: Irk üzerine dayanan bir Türk siyasi milliyeti oluşturmak fikri, pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı Devle­ ti'nde, gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiçbi38

Yazarın dipnotu: Bu üç makale Türk'te intişar ettikten sonra, Mısır' da bir ri­ sale halinde cem ve tab olunmuştur. Risalenin nüshaları kalmadığından İs­ tanbul' da tekrar tab' olundu. Üç Tarz-ı Siyaset, İstanbul, Matbaa-i Kader, 1912. Şimdi (1928 yılında) nüshaları nadirdir.

112


HATIRALARIM risinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Şu muhakkak ki son zamanlarda İstanbul' da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel (çevre), siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti. Şemsettin Sami39, Türkçe şiirler muhterem müellifi Necip Asım40, Veled Çelebi41 ve Ha­ san Tahsin42 (?) bu mahfelin göze görünen azası olup, lk­ dam43 bir dereceye kadar fikirlerinin benimseyicileridir . ... En çok Türklerle meskun Rusya' da, Türklerin birleşme­ si fikrinin pek müphem bir surette varlığına razıyım. He­ nüz doğmuş olan "İdil44 Edebiyah" Müslüman olmaktan ziyade Türk'tür, dış baskılar olmasa bu fikrin kolaylıkla yayılmasına Osmanlı memleketlerinden fazla müsait mu­ hit, Türklerin en kalabalık bulundukları Türkistan ile Ya­ yık45 ve İdil havzaları olurdu. Kafkasya Türklerinde bu fi­ kir mevcut olsa gerek, Azerbaycan'a Kafkas'ın fikri tesiri olmakla beraber, Kuzey İran Türklerinin ne dereceye ka­ dar Türklerin birleşmesi taraftarı olduklarını bilmiyorum. Ne olursa olsun, ırka dayanan bir siyasi millet icadı fikri, henüz pek turfandadır, pek az yaygındır.

Makalenin ikinci kısmında "bu üç siyasetten hangisinin faydalı ve uygulanabilir olduğu" araşhnlıyor ve derhal "fay­ dalı dedik, lakin kime ve neye faydalı?" sua li so rulu y o r Bu suale cevabı ancak tabii meylimiz, diğer tabirle aklımı­ zın he nüz tahlil e d e m e diği, h a k ve reme d i ği hissim iz vereb i .

.

-

39 Şemsettin Sami (Yanya 1850-İstanbul 1904): Türk yazar, dilci, araşhrmaa. 40

Necip Asım Yazıksız (Kilis 1861-İstanbul 1935): Dilci ve tarihçi.

41 Veled Çelebi İzbudak (Konya 1869-Ankara 1953) Dilci, Türk yazar. 42 Hasan Tahsin (Osman Nevres: Selanik 1888-İzmir 1919): Türk gazeteci ve ha­

reket adamı. 43

ikdam: Ahmet Cevdet tarafından 1 894'te İstanbul' da yayımlanan günlük, si­ yasi gazete. Dil ve tarih alanında Türkçülük akımının öncüsü olmuştur.

44

İdil: Volga Nehri'nin Arap, İran ve bölgede konuşulan Türk dillerindeki adı. İtil veya Etil de denmektedir.

45 Yayık: Ural Nehri'ne verilen Eski Türkçe ad.

113


YUSUF AKÇURA

lir: Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türk'üm; bundan dolayı Osmanlı Devleti, İslamiyet ve bütün Türklerin menfaatine hizmet etmek istiyorum. Lakin siyasi, dini ve nesebi olan bu üç cemiyetin menfaatleri müşterek midir? Yani birisinin kuv­ vetlenmesi, diğerlerinin de kuvvetlenmelerini getirir mi? Bu suale cevap verebilmek için üç cemiyetin menfaatlerini mu­ kayese ederek nihayet şu karara geliyor: Her üç cemiyete mensup bir şahıs, Osmanlı Devleti men­ faatine çalışmalıdır. Lakin Osmanlı Devleti'nin menfaati yani kuvvet kazanması, bahsimizin mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı Siyasi' den hangisini takiptedir ve bunlar­ dan hangisinin Osmanlı memleketinde uygulanması mümkündür?

Makalenin üçüncü ve son kısmı, bu son suallere cevap araşhrıyor: "Osmanlı milleti teşkili" gayesiyle yapılan tecrü­ beleri, buna karşı çıkan iç ve dış engelleri, etraflıca anlathk­ tan sonra diyor ki: Binaenaleyh, zannımca artık Osmanlı milleti vücuda ge­ tirmekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur ...

Akçura oğlu nazari olarak ulaşhğı bu neticeye, bundan sonra fiillerinde, hareketlerinde daima sadık kalacak ve ma­ kalesinin yayınından dört sene sonra "İttihat ve Terakki" Ce­ miyeti'nin Osmanlı memleketinde Meşrutiyet ilan ettirmesi­ ni müteakip gerçekleştirilmesi mümkün zannettiği unsurla­ rın birleşmesi siyasetine karşı müspet bir vaziyet alamaya­ cakhr . . . "Osmanlı milleti vücuda getirmek" siyasetini b u suretle athktan sonra, makale "İslam Birliği" ve "Türklerin Birliği" siyasetlerinin münakaşasına geçiyor ve muharririn bu iki si­ yasetten birisini diğerine tercihte tereddüt eylediği görülü-

114


HATIRALARIM

yor. Bununla birlikte "İslam Birliği"nden bahsederken, "İs­ lam Birliği siyasetinin tatbikinde iç engeller, az güçlük ile katlanılabilecek surettedir; lakin, dış engeller pek kuvvetli­ dir. Osmanlı Devleti'nin ciddi bir surette İslam Birliği siyase­ tini tatbike kalkışmasına, (Nasara -Hıristiyan- devletleri), belki de muvaffakıyetle, engel olurlar." diyerek İslam siyase­ tinin tatbik olunabilmesinin pek şüpheli olduğunu açıklıyor ve ifade ediyor. "Türklerin Birleştirilmesi" siyasetine gelince, bunun tatbi­ ki mümkün olduğu takdirde, muharririn görüşüne göre sa­ yısız faydalarınd an birisinin, "Osmanlı memleketindeki Türklerin hem dini, hem ırki bağlar ile pek sıkı, 'yalnız dini olmaktan sıkı' birleşmesine ve esasen Türk olmadığı halde bir derece Türkleşmiş diğer Müslüman unsurların daha ziya­ de Türklüğü özümsemek" istemesine ve hatta "Henüz hiç özümsememiş ve fakat milli vicdanları bulunmayan unsur­ ların da Türkleştirilebilmesine" hizmet edeceği keyfiyetidir. Buna mukabil, Türkçülük siyasetinin Osmanlı memleketi sa­ kinlerinden Müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştiril­ mesi mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması ve İslamiyetin, Türk ve Türk olmayan kısım­ larına ayrılarak arhk Osmanlı Devleti'nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması sakıncası vardır. Muharrir, "Garbın tesiriyle Türkler arasına milliyetçilik fikirleri girmeye başlamış" olduğunu tespit etmekle beraber, siyaset sahasında Türkçülüğün "henüz yeni doğmuş bir ço­ cuk" olduğunu söyleyerek; bununla birlikte "Zamanımız ta­ rihinde görülen umumi cereyanın ırklarda" olduğunu ve "Türklerin Birleşmesi" aleyhine dış engellerin nispeten az bulunduğunu ve hatta bazı Avrupa devletlerinin "Rusya

115


YUSUF AKÇURA

menfaatlerine zararlı olduğu için bu siyasete ilgi bile göstere­ ceklerini" ilave ediyor. "Osmanlı milliyeti" siyasetinin Osmanlı Devleti' ne fayda­ lı ve tatbiki mümkün olmadığına katiyetle hükmeden Akçu­ ra oğlu Yusuf, İslam ve Türk siyasetlerini tercihte bu kesinli­ ği gösteremediğinden, "Üç Tarz-ı Siyaset" makalesi, Türk ga­ zetesi muharrirlerine yöneltilmiş şu sual ile son buluyor: Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi, Osmanlı Devleti için daha faydalı ve uygulaması mümkündür?

Evet, Akçura oğlu, bu makalesinde "Türklük" yahut ma­ kalede ekseriya andığı tabir ile "Türklerin Birleştirilmesi" si­ yasetini, "Müslümanlık" yahut "İslam Birliği" siyasetine ter­ cih ederek fikri evolüsyonunu (evrimini) henüz tamamlamış değildir; fakat fikri evolüsyonunun hangi cihete doğru gitti­ ğini, bu makaleden çıkarmak mümkündür: Makalede Türk­ çülük siyasetinden bahsederken "İslam Dini, Türk milliyeti­ nin teşkilinde mühim bir unsur olabilir. İslam, Türklüğün birleşmesinde son zamanlarda Hıristiyanlıkta olduğu gibi içinde milliyetlerin oluşumunu kabul edecek şekilde değiş­ melidir. Bu değişme ise hemen hemen mecburidir de: Zama­ nımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, din olmak bakımından gittikçe siyasi ehemmiyetlerini, kuv­ vetlerini kaybediyorlar. İçtimai olmaktan ziyade şahsileştiri­ yor. Buna rağmen din, ancak ırklarla birleşerek ırklara muavin

(yardımcı) ve hadım (hizmetçi) olarak siyasi ve içtimai ehemmi­ yetini muhafaza edebiliyor." denilmektedir. Bugünkü (1928'deki) düşünceme göre, bu makalede mü­ him bir tahlil noksanı vardır: "Türklük Siyaseti" ile "Türkle­ rin Birleştirilmesi", "İslam Siyaseti" ile "İslam Dayanışması veya Birliği" birbirlerine kanşhnlmışhr. Osmanlı Devleti'nin

1 16


HATIRALARIM

içte "Türklük" veya "İslam" siyaseti takip etmesi, dışta "pan­ türkist" veya "panislamist" olmasını mutlaka icap ettirmez. Ve bu tahlil de yapılabilmiş olsa idi, 1908' den bugüne değin vaki olan hadiseler, daha çok açık görülmüş ve ifade edilmiş olurdu. Ne olursa olsun, vakıalara dayanma ile aksi izhar ve ispat edilinceye kadar iddia olunabilir ki, bu makaleden evvel Os­ manlı saltanahnın son devresindeki siyaset tarzlarını tasnif ve tayin eden ve her tarza muayyen bir isim vererek esaslı hatlarını ortaya çıkaran bir eser yazılmış değildir; bundan başka hemen bir asra yakın, lisan, edebiyat ve filoloji ve hat­ ta siyaset sahasında Türkçülük fikri ve fikri cereyanı mevcut olduğu halde, Türk milliyetçiliğinin siyaseti haiz ulaşabilece­ ği kıymet ve ehemmiyete dair, "Üç Tarz-ı Siyaset"ten önce, bu derece açıklık ve kesinlikte görüş ortaya koyan bir eser yazılmış olduğunu da bilmiyorum.46 "Üç Tarz-ı Siyaset"in asıl ehemmiyeti de, işte bu tahlil ve tespitlerindendir. 1908 Meşrutiyetini müteakip, "Osmanlılık, İslamlık ve Türklük tasnifi ve bu tabirlerin ifade ettiği siyasi ve içtimai mefhumlar, Osmanlı memleketinin içinde ve dı­ şında, bilhassa Türkler arasında çok işlendiği gibi, siyasi ve içtimai hayatın tatbikat sahasında dahi her üç tarz-ı siyasetin daha ziyade açıklık ve şuurla tahakkuk ettirilmesine çalışhğı bir emrivakidir. "Üç Tarz-ı Siyaset" Garp muharrirlerinin dikkatli bakışını çekmekte gecikmemiştir. Yalnız istişrak (şarkiyatçılık) ile meşgul bazı hususi mecmua ve eserlerde değil, Şark' a ait umumi eserlerde bile Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük fi46

Yazarın dipnotu: Eğer mevcut olup da öğrenememiş isem, bilenlerin lütfen beni irşat ve tenvir eylemesini rica ederim.

117


YUSUF AKÇURA

kir ve siyasetlerinden, tabirleri aynen kullanılmak üzere bah­ sedilmeye başlanmış ve "Üç Tarz-ı Siyaset" muharriri, Türk­ çülük hareketinin öncüsü, kurucusu ve yayıcılarından olarak gösterilmekte bulunmuştur (gösterilmiştir ).47 Akçura oğlu, "Üç Tarz-ı Siyaset" makalesini bir sual ile bitirmiş olmakla beraber, Rusya' dan geldiği zaman, bütün Türk aleminde, kültür ve siyaset sahillerinde, milliyet fikri­ nin tatbiki mümkün ve faydalı olduğuna kanaat getirmiş bu­ lunuyordu. Ve Rusya' da bulunduğu seneler, bu fikrinin neş­ rine hayli müsait idi: Yusuf, Rus-Japon Muharebesi ve onu takip eden 1905 İhtilali ve Rusya' da Meşrutiyet'in ilan ve tat­ biki sıralarındadır ki Rusya yönetiminde bulundu. Zaten Ku­ zey Türklüğü muhiti, yukarıda anılan Şehabettin el-Mercani, İsmail Bey Gaspirinski gibi milliyetçilerin ve onların öğrenci­ lerinin senelerden beri lisan ve kültür sahasında devam eden

47

Yazarın dipnotu: Bu yolda yazılan eserlerden gözüme ilişenleri aşağıda gös­ teriyorum: 1) P.Krisal, "Les Turcs a la recherche d'une ame nationale", Mercure de France 5. 47, No:3640 - 14 Aoiıt 1912. 2) "X, Les Courants politiques dans la Turquie contemporaine", Revue du mon­ de musulman, 5: 21, Decembre 1912. 3) "X, Le Panislamisme et le Panturquisme", Revue du monde Musulman, 5: 22, Mars 1913. (Kırk sayfalık bu uzun makalede "Üç Tarz-ı Siyaset" hayli tafsil ile tahlil, tedkik ve tenkit edilmiş ve Akçura oğlu Yusuf, İslam Dayanışması (Bir­ liği) fikrinin müesses ve naşirlerinden Seyyid Cemaleddin Afgani ile muka­ yese olunmuştur.) 4) Gaston Gaillard, "Les Turcs et l'Europe", Paris, 1921.

s.

298.

5) Lothrop Stoddard, Le nouveau monde de l'Islam, traduit. De l' anglais, Paris, Payot 1923. Lothrop Stoddard -"Yeni İslam Alemi", İngilizceden Türkçeye tercümesi, Mütercim Ali Rıza Seyfi, İstanbul 1922, 229 sayfa. 6) A. Sanhoury, "Le Califat", Lyon 1926. s. 495. 7) Commandant M. Larcher, "La guerre turque dans la guerre mondiale", Pa­ ris, Chiron, 1926. "Le probleme turc", s. 17-37.

118


HATIRALARIM

irşatlarıyla, siyasi sahada dahi milliyetçi, Türkçü, hatta bü­ tün Türkçü (yani Türkist) fikirlerin neşir ve telkinine hayli müsait bir zemin haline gelmişti. Akçura oğlu, bu vaziyetten derhal istifadeye acele etti ve siyasi sahada Türk milliyetçili­ ği fikirlerini, her vasıta ile neşir ve bu yolda mümkün olan organların kurulmasına çalıştı. Evvelen, ekserisine yakınlık ve akrabalık bağlarıyla bağlı bulunduğu "Kazan" zengin ai­ lelerinin gençlerini aydınlatmaya ve uzuvlaştırmaya (örgüt­ lemeye) uğraştı ve Kazan gençliğini aydınlatma maksadıyla o sırada "Kazan"ın teceddüd (yenilik) yoluna girmiş medre­ selerinden "Medrese-i Muhammediyye" de tarih, coğrafya ve Osmanlı-Türk Edebiyatı muallimliğini üstlendi.48 Sonra Ka­ zan' da Kazan Muhbiri adlı bir gazete çıkarttırmaya muvaffak oldu ve Kuzey Türkçesiyle çıkan bu ilk gazetenin heyet-i tah­ ririye riyasetinde (yazı işleri başkanlığında) bulundu. Niha­ yet, Akçura oğlu, bütün Kuzey Türklerini, milli bir siyasi uzuv (örgüt) halinde toplamak gayesiyle, İsmail Bey Gaspi­ rinski, Ali Merdan Bey Topçubaşı, Abdürreşit Kadı İbrahi­ mof gibi emektar hizmetçi cemaatle beraber çalışarak 1 905 İhtilali sıralarında "Rusya Müslümanları İttifakı" unvanlı büyük fırkanın teşekkül ve teessüsüne (oluşmasına ve ku­ rumsallaşmasına) hizmet etti ve fırkanın merkez idare azalı­ ğına ve umumi .katipliğine seçildi. "Rusya Müslümanları İt­ tifakı", Rusya' da oturup Türklerin büyük çoğunluğunu teş­ kil eden Kuzey Türkistan ve Azerbaycan Türklerinin münev­ verleriyle yüksek ve aracı şehir ahalisini ve köylülerin çoğu­ nu, bilhassa "vicdan hürriyeti", "Bütün Rusya ahalisi fertleri 48

Yazarın dipnotu: Akçura oğlu'nun Ulum

ve

Tarih (İlimler ve Tarih) adlı risa­

lesi, bu medresede okutulan Tarih mukaddimesinden hulasa olunmuştur. Bu risale Kazan' da Haritonof Matbaasında 1906 senesinde tab'olunarak "Maarif Kütüphanesi" tarafından neşredilmiştir.

1 19


YUSUF AKÇURA

arasında hukuk eşitliği" (çünkü Çarlık rejiminde, Rus olma­ yan ahali fertlerinin hukuku, Ruslara nispetle sınırlanmış ve eksik bulunuyordu) ve "kültür sahasında milli inkişafa (ge­ lişmeye) kanunen müsait" gayeleri etrafında toplanmış bü­ yük bir siyasi uzuv (örgüt) mahiyetinde idi. Bu uzuv, Birinci Duma (Rus Mebusları Meclisi)'ya seçim icra olunurken, cid­ di bir faaliyet göstererek, Kuzey Türklerinden azami miktar­ da mebus seçtirmeye muvaffak oldu. Fakat tam seçim kızış­ hğı sıralarda, Akçura oğlu Yusuf'un seçilmek hakkına sahip olmadığından habersiz bulunan Kazan Jandarma Dairesi, onu tutuklattırarak, ta seçimler son buluncaya kadar umumi hapishanede mahpus bulundurdu.49 Akçura oğlu, mahpesten çıkhktan sonra da, Rusya' da bu­ lunduğu müddetçe, yani 1908 tarihine kadar, mütemadiyen Türk milliyeti gayesine yönelik siyaset ve kültür işleriyle meşgul oldu: "Rusya Müslümanları İttifakı"nın Peters­ burg'ta, mebuslar nezdinde teşkil olunan bürosuna seçildi. "İttifak"ın kongrelerini tanzim ve idare işlerinde çalışlı. Ka­

zan Muhbiri, Vakit, Tercüman gazetelerinde muharrirlik ve muhabirlik etti. Nijni Novgorad50 Panayırı esnasında (19 Ağustos 1906) toplanan "İttifak"ın Üçüncü Kongresi'nde umumi katiplik vazifesini yerine getirerek, bu kongrenin "İt­ tifak"ın arzusuna muvafık bir neticeye ulaşmasına çok çalış-

49

Yazarın dipnotu: Mevkufiyet Hatıraları, A.Y. İkinci tab'ı (Birinci tab'ı Rusya'da Orenburg'tadır.) "Türk Yurdu" Kütüphanesi, İstanbul 1914. Yayıncının dipnotu: Bu bölümden sonra yazarın Mevkufiyet Hatıraları adlı

eserine yer verilmiştir. 50

Nijni Novgorad: 1932-1990 yılları arasında Gorki adını alan Nijni Novgorot, Oka ve Volga ırmaklarının kavşağında panayırlarıyla tanınan bir şehir.

Yazarın dipnotu: Bugünkü (1928'deki) Sovyetler Cumhuriyeti İttihadı'na da­ hil "Tataristan Cumhuriyeti'nin" Kültür işlerinde çalışan mühim simaların­ dan Alimcan İbrahimof tarafından yazılıp 1926 senesinde Kazan' da "Tataris-

120


HATIRALARIM

tı.51 Bu kongrede bütün kararlar Türkçenin İstanbul şivesiy­ le kaydolunduğu gibi, İsmail Gaspirinski'nin Türk milliyet­ çiliği ve Türk birliği açısından çok mühim olan şu teklifi de kabul olundu: Umumen Türklük aslı, nesli birdir. Zaman ve mekan ih­ tilafı ile şive ve adetlerimizde ihtilaf peyda olmuştur. Bu ihtilaf, birbirimizi anlayamayacak dereceye gelmiştir. Bundan sonra mekteplerimizi bir olan edebi lisanımıza hizmet edecek hale getirmek lazımdır. Kongrelerin mek­ tep ve medrese komisyonu tarafından hazırlanmış layi­ halarında, iptidai mekteplerimiz (ilkokul) için dört sene terbiye (eğitim) belirlenmiştir. Bunun üç senesinde. sade, mahalli şive ile tedrisat icra eyleyip, son senesinde umu­ mi Türk lisanıyla yazılmış kitaplar okutulmalıdır; bu sa­ yede aşamalı olarak muhtelif şive ve lehçeler birleşmiş olur.

İsmail Beyin bu teklifi, kongre tarafından şiddetli ve heye­ canlı alkışlarla kabul olundu ve bütün Rusya' da oturan Müs­ lümanların cümlesi için örnek mahiyetinde hazırlanan mek­ tep ve medreseler ıslahı programına alındı.

1906, 1907 seneleri Kuzey Türkleri arasında milliyetçilik, Türkçülük hareketinin en canlı devresidir: Rusya İmparator­ luğu'nun Japonya önünde mağluben geri çekilişi, Rusya'nın hürriyetçi, meşrutiyetçi, müsavatçı, ihtilalci, iştirakçi muhalif unsurları ile Rusya' da sakin Rus olmayan milletlerin hepsini memnun ederek hareket ve eylemlere sevk etmişti. Bazı Rus olmayan milletler tam bir istiklal, bazıları kültürel muhtariyet tan Devlet Neşriyatı" matbaasında tab olunan 1 905 Senesi lhtilali'nde Tatarlar unvanlı Türkçe ve Rusça eserin, resmi: menbalardan, hatta gizli dosyalardan aldığı malumata dayanan muhteviyatı arasında Akçura oğlu'nun o devirler­ deki siyasi ve harsi (kültürel) faaliyeti tespit ve karakterize edilmektedir.

121


YUSUF AKÇURA

ve istiklal kazanmak sevdasına düşmüşlerdi. Bu umumi hare­ ket ve heyecan Rusya' da oturan Müslüman Türklerin de muhtelif kısımlarına, irfan seviyeleri nispetinde tesir, icra ey­ lemişti. Japon darbesiyle gevşemiş istibdat idaresine, terakki­ perver unsurlara ve muhtelif milletlere karşı, hiç olmazsa bir müddet için müsaadeli davranmak mecburiyetini hissetmişti. Japon darbesini, meşrutiyetçi ve ihtilalci unsurlarla onlara il­ tihak eden yükselen milliyetlerin ve hele sendikalize olmuş nakliye ve muhabere araçlarının memur ve amelesinin müt­ hiş grevleri takip etti. Bunun üzerine, Çar hükümeti yelkenle­ ri indirerek bir nevi meşrutiyet ilanında çaresiz kaldı. Bütün bu hareketleri takip ve kısmen bunlara iştirak eden Kuzey Türkleri, hazırlığı nispetinde, milliyetinin belirmesi ve muh­ telif kısımlarının birleştirilmesi yolunda mesai harcamaya başlamışhr. İşte bu mesai 1906-1907 senelerinde yüksek bir dereceye ulaşmış bulunuyordu ve "İttifak"ın Üçüncü Kong­ resi'yle52, onu müteakip icra olunan İkinci Duma seçimleri53 bu mesainin derecesini gösteren dış göstergelerdendir.

1906-1907 senelerinden itibaren denilebilir ki Kuzey Türk­ lerinin umumi heyetinde Azeri, Tatar, Başkurt, Kazak, Öz­ bek. .. (sonuna kadar) gibi kabilevi farklar eksilerek, milletin birliği fikrine dayalı ciddi bir "milli şuur" oluşmaya başla­ mıştır. 1905-1907 hareketleri, görünürde Rusya Müslümanla­ rı unvanı altında yürütülmüş ise de, hakikaten bir milli hare­ ket idi. Rusya' da Türkleri, mezhep açısından ikiye, Sünni ve 52 Yazarın dipnotu: "Rusya Müslümanları İttifakı"nın Üçüncü Kongresi'nin ko­ nuşma ve karar zabıtları matbu ve münteşirdir: Musa Bigeyif, Umum Rusya Müslümanlarının Üçüncü Resmi Görüşmesinin Kararları, Matbaa-i Kerime, Ka­ zan 1906.

53 Yazarın dipnotu: İkinci Duma seçimlerinde, "İttifak" Birinci Duma'ya seçilen­ lerden daha fazla üye seçtirmeye muvaffak olmuştur.

122


HATIRALARIM

Şii kısımlarına ayıran ihtilafın da azalmasına bu sıralarda cidden çalışılmıştır. Bütün Rusya Müslümanlarının Üçüncü Kongresi'nde, kabul olunan kararın birisi şu idi: Muhtelif mezhepler arasındaki farklar ehemmiyet taşı­

maz ve bu farklar Rusya Müslümanlarının ruhani işleri için umumi bir müessesenin vücuduna dini bakış nokta­ sından bir engel teşkil etmez. Bu kararı Şii mezhebindeki Azerbaycanlı Ali Merdan Bey Topçubaşef teklif etmiş, azası arasında birçok Sünni ve Şii ru­ haniler bulunan Kongre ise bu teklifi, "Sünnilik, Şiilik yok­ tur. Bitsin ihtilaf!" sesleri ve dakikalarca süren alkışlarla ve oy birliğiyle kabul eylemiştir.

1907 senesinden sonra, Rusya' da tekrar irtica (daha önce­ ki konuma geri dönüş) başlıyor. 3 Haziran 1907' de İkinci Du­ ma'yı dağıtan Çar hükümeti seçim kanununu muhalifler ve Rus olmayanlar zararına değiştirip, muhalif ve Rus olmayan matbuatın neşriyatını sınırlıyor ve umumiyetle muhalifler ve Rus olmayanlar aleyhine takibat yaptırıyor. 1907 irticaı, siya­ si' hayata henüz yeni karışmaya başlayan Kuzey Türklerini biraz ürkütmekle beraber, harp, ihtilal ve hürriyet devrele­ rinde atılan tohumlar boşa gitmiş değildir. Matbuat, hakiki' şartlara az çok uymakla, yine Türk milliyetperverliği gayesi­ ne yönelik, Meşrutiyet ve Hürriyet' in tekrar tamamen kurul­ ması için gayret gösteren yayınına devam eder. Özellikle ta­ mamen Türkçe olan Kuzey Türk Edebiyatı (Ulum, tarih ve diğerlerini toplayan en geniş manasıyla) olgunlaşmakta ve süratle gelişmektedir. Bu irticaa karşı terakkiperver Rus uzviyetleri ile matbuatı mukabeleye başladıkları gibi, Kuzey Türk matbuatı da sus­ madı. Başlıca Akçura oğlu Yusuf'un 3 Haziran Vak'a-yi Mües­

sifesi unvanlı bir risalesi basılıp çıktı.54 Bu risalede muharrir, 123


YUSUF AKÇURA

"Hukuk açısından bu vakıa nedir? Devlet faydası açısından ne gibi neticeler verecektir? Bu vakıadan en çok mutazarrır (zarar gören) Müslümanlar, bu cezaya hangi hareketleri ile müstahak oldular? Müslümanlar bu darbeye nasıl mukabele etmelidirler?" suallerini soruyor ve bunların cevabını veri­ yordu. Akçura oğlu, vakıayı Rusya'nın menfaatlerine zarar veren bir "devlet darbesi" olarak niteledikten sonra, irticayla kalplerinin kuvveti eksilmiş olması muhtemel Kuzey Türkle­ rini, bazı mütalaalar ile takviye ve cesarete çalışıyor ve he­ men diyordu ki:

19. asırda Cihan Medeniyet Tarihine en çok tesir eden müessir (etken), milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu kuv­ vetli azme hiçbir şey galip gelmedi. Yüz binlerce munta­ zam ordular, bu fikir karşısında yenildi. Bugün milliyet fikrini yenebilecek kuvvet, şiddet, zulüm, top, tüfenk de­ ğildir; belki milliyet fikrinin ana ve babası olan hürriyet ve müsavat (eşitlik) fikirleri onu yenebilir. . . İçtimai ve si­ yasi inkılapların en kavi sebebi içtimai sınıflar, hakim­ mahkum milletler arasındaki hakiki kuvvetlerin dengesi olup, görünür ve ehemmiyetsiz vakıaların tesirleri pek azdır. Müslümanlar yahu t umumiyetle Rus olmayan

halklar, Ruslarla olan münasebetlerinde, ne kadar kuvvet gösterebilirlerse, ancak o kadar hukuka malik olabilirler. Bunun üzerine Rus olmayanlar ve demokrasi aleyhine kanunun değiştirilmesi, bu iki çeşit içtimai kuvvetlerin zaafındandır; yani Rusya Müslümanlarının kusurları, ce­ zayı istilzam eden (gerektiren) cürümleri (suçları), kuv­ vetsizlikleridir ... Müslümanlar, evvelden beri mutatları olan boyun eğmek, tabasbus ve müdara etmek (iki yüzlü54

Yazarın dipnotu: Yusuf Akçura oğlu, 3 Haziran Vak'a-i Müessifesi, Kerimof Hüseyinof Matbaası, Orenburg 1907.

124


HATIRALARIM

lük ve yaltaklanma) siyaseti ile darbelerden korunacakla­ rını düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar ... Akçura oğlu'nun bu risalesi, bütün Türk ve Müslüman hareketinin Rusya' da amansız ve insafsız düşmanı olan müs­ teşrik (doğu bilimci) ve sansör (sansürcü) Profesör Simimof tarafından, Matbuat Kanunu'na muhalif görülerek müdde­ iumumiliğe (savcılığa) ihbar edilmiş ve muharririn takibine başlanılmışhr. Muharrir, o sıralarda doktorların tavsiyesi üzerine, ılıman iklimli olan Kırım' a gelmişti. Ve Bahçesa­ ray' da İsmail Bey' in Tercüman gazetesinde çalışıyordu. Sav­ cının çağrı mektubu, kendini arayıp bulmadan evvel, Os­ manlı saltanahnda Meşrutiyet'in ilanı haberi kulağına: gelip yetişti. Bu haber üzerine, Akçura oğlu ufak tefek işlerini ale­ lacele hallederek İstanbul'a koştu (Ekim 1908) ... Selamiçeşme, 6 Eylül 1928 Akçura oğlu Yusuf

125



DİZİN

1905 İhtilali 1 18-1 19

Akçura oğlu 101-125

93 Muharebesi 22

Akçura oğlu İbrahim Bey 103

93 Türk-Rus Harbi 55

Akçura'lar 32, 57

Abdullah 36, 44

Akçuraoğullan 102

Abdurrahim 37, 61

Akçurin 20

Abdurrahman Bey 30

Aksal 13

Abdülkadir Geylani 22

Aksaray 28

Abdülmen 23

Aleksan 39-40

Abdürreşit Kadı İbrahimof 1 1 9

Ali Kemal 1 1 1

Abdürreşit Yunüsof 2 1

Ali Merdan Bey Topçubaşı 1 19, 123

Acılı Göl 55-56

Ali Paşa Camii 28

adetler 51, 121

Alimcan İbrahimof 120

Afife Abistay 62

Alkeseyif 88

ahlak 79, 95

Alkeyen 93

Ahmed Rıza 13, 1 06

Almanya 14, 62

Ahmet Cevdet 1 1 3

Alsas 30

Ahmet Ferit 1 04-105, 1 1 1

Amiral Nahimof 25

Ahmet Temir 9

Anadolu 15

Ak İdil sahili 57

Anatole Leroy-Beaulieu 105

Akçura 20

Arapça 37-38, 53

Akçura ailesi 101, 1 1 1

Arnavutluk 1 1 0

Akçura Babay 20

Arslan Ağa 50

127


YUSUF AKÇURA Arslan Baba 52

Bibi Fahriye Banu 21

Asım Bey 40

Bibi Kamer Banu 13, 1 02

Askeri Rüştiye 29

Bilayef 97

askerlik 23, 28, 1 04

birleşik devlet 1 10

Asya 50

Boğaziçi 62

Aşık Kerem 33

Boutumy 105-106

aşık şairleri 53

Brentano, Funck 105-106

Atatürk 15

Buhara 45

Avrupa 1 3, 19-20, 104

Bulwer-Lytton, Edward 78

Ayşe 26, 36, 44

Bursa 9, 26-28

Azerbaycan 1 1 3, 1 19

Bursalı Tahir 101

Azeri 1 22 cami 27, 45, 49, 51, 59 Bab-ı seraskeri 28

Ceditçiler 14

Babıali Caddesi 25

Cemaleddin Afgani 1 1 8

Bahçesaray 103

Cuma 90;

Balkan Dağı 54-56

Cumhuriyet 15

-

namazı 89

Balkanlar 1 1 1 basso 86

çadır 50, 55;

Başkırdistan 101

Çar Birinci Nikola 21

Başkurt, 54-55, 122;

-

Türkleri 9, 47,

49, 52-53, 55-56

-

hayah 101

Çar İçin Feda Olunan Hayat 46 Çar İvan 46

Başkurtlar 49-50, 52-56

Çar Mihaili 46

Bah Avrupa 14

Çar Müthiş İvan 20

Bah Trakya 110

Çamlar 94

Bedestan 32

Çekirge 26

Bedriye Hanım 32

Çekirge Camii 27

Beethoven 75

Çemberlitaş 62

Belediye Hapishanesi 77

Çin 21

beş vakit namaz 51

Çura 20

Beyazıt 27-28

Çürük Göl 43

128


HATIRALARIM Dağıstan 32

Fatimetü'z-Zehra 21

Dağıstanlı Bey 32

Fatma 21, 36-37, 44, 46

Debidour 1 06

Ferdinant 109

demokrasi 124

Ferit Bey 105

destan 52

filoloji 1 1 7

Devleken Köyü 47, 49, 56

Fizan 13, 104

Dim Nehri 49, 56

Fransa 105

din 1 1 6

Fransızca 29, 37-40, 43, 60, 64, 106, 108

Divanıharp 1 04 Divanyolu 26 doktorluk 23

Galata 25

Duma 14, 76, 94, 120, 122-123

Galatasaray Sultanisi 40, 63

düet 86

Gaspıralı İsmail 14, 101 Gassar 88

Ebaucher 1 12

Genç Türkler 104, 1 09- 1 1 0

Ecole Libre des Sciences Politiques

genel af 87-89

13

General Şamil 41, 46

eczacılık 23, 30, 33, 64

Giyom Sokağı 1 06

edebiyat 52, 1 1 7

Glukos (Yunanlı) 78

Emir Sultan Camii 27

göçebelik 50, 53

Erkan-ı Harbiye Kalemi 13

görenekler 51

eski rejim 108

Güney İtalya 78

Eski Türklük 101

güzel sanatlar 52

Esmirnof 88 Estosil'ler 86

Haa İsmail Efendi 26

evliyalık 53

Hacı Murat 46

Eyfer 86

halk edebiyah 52 halk meşrutiyeti 94

Fahreddin Hazret 45

Han Kermen 57-58

Farsça 37-38, 53

Harbiye 1 1, 13, 65, 103

Fatih Rüştiyesi 32

Harbiye Mektebi 101-102

129


YUSUF AKÇURA Hasan Akçurin 13, 58, 102

(Hz.) İsa 79

Hasan Süleyman oğlu Akçurin 19

İsa Can Efendi 28-29

Hasan Tahsin 1 1 3

isim günü 43

Hıristiyan 61, 79, 1 1 5

İslam 1 1 5-1 1 7;

Hıristiyanlık 39, 48-49, 59, 79, 94,

dünyası 14;

116

-

-

Birliği 1 14-1 16;

hukuku 108;

-

-

kab­

ristanı 23

hırsızlık 74

İslamcılık 1 12, 1 1 7

Hicaz 36

İslamiyet 48 , 60-61, 1 14-1 15

Hidayet 61

İslamlık 117

hikaye 52

İsmail Gaspirinski 103, 1 18-1 19, 121, 125

Hilal-i Ahmer Cemiyeti 14 hukuk 120, 124

İstanbul 7, 9, 13-14, 25-26, 29-30, 32,

hukukçu 86-87

36, 41-44, 47, 51-52, 58, 61 -62, 101-

Hulusi Efendi 39

102, 104, 1 07, 1 1 3, 125

hürriyet 84-86, 88, 92, 95, 123-124

İstanbul Üniversitesi 15

hürriyetçi 121

İttihat ve Terakki 107, 1 1 0, 114 İzmit 9, 29-30

ırk 1 1 2-1 13, 1 15-1 16 1. Selim 109

Japon 122

il. Abdülhamit 104

Japonya 121

il. Meşrutiyet 14

Jigoliski Gora 24

IX. Şarl 109

Jön Türkler 13, 104 Jules Veme 31

idil 1 1 3 İdil Edebiyatı 1 1 3

Kaban Gölü 44-45

İgnatiyef 1 09

Katlet Partisi 94, 98

ikdam 1 1 3

Kadiri Sikkesi 22

iktisat 22

Kafkas 1 1 3

İmam-ı Azam 40, 89

Kafkas Türkleri 46

imla dersi 35

Kafkasya Türkleri 1 1 3

İngilizler 14

Kahire 14, 1 1 1

130


HATIRALARIM Kama Nehri 47

Kinazlık 20

Kancalus 49, 52-53

kiyiz evi 50

Kara Hafız Mektebi 26

Kocamustafapaşa Rüştiyesi 13, 32

Karaçura 20

komün 81 -82

Karadeniz 40

komünist esaslar 81

Karagümrük Tekkesi Şeyhi 32

Kostaki 39

Karnik 40

Koşin 47

Kasım 57-58; - Devleti 59; - Hanı

Kozaki 50

57; - hanları 59; - Hanlığı 57-59;

Kropotkin'ler 86

- Türk Hanlığı 58; - Türkleri 59

kuray 52

Kasımof 57-61; - şehri 57; - Türkle-

Kurayzen 52 Kuzey İran Türkleri 1 13

ri 60 Kayyumu'n-Nasıri 103

Kuzey Türk aileleri 43

Kazak 122; - lehçesi 52

Kuzey Türk Edebiyah 123

Kazan 7, 9-10, 13-14, 21, 23-24, 32,

Kuzey Türk lehçesi 20, 47

37, 41-46, 48-49, 52, 56-58, 62, 83,

Kuzey Türkçesi 19, 1 1 9

94-95, 97, 1 02-103, 1 19-1 20; -

Kuzey Türkleri 46, 48, 57, 59, 1 19-

Hanlığı 58; - Türkleri 10

124

Kazan Muhbiri 14, 1 1 9-120

Kuzey Türkleri lehçesi 50

Kazanlı Bahaddin 26

Kuzey Türklüğü 1 02-103, 106, 1 1 8

Kazanlı muhacirler 26, 30

kuzu çevirme 54

Kazım Karabekir 15

kültür 1 1 8, 120

keçe şapka 50 Kerem ile Aslı 31

Lahofka 21, 23

Keşiş Dağı 27

lehçeler 121

kımız 24, 41, 47, 49-50, 101

Lehliler 46

Kırgız lehçesi 52

Levy-Bruhl 105

Kırım 14, 20, 103, 125; - Hanları 20

lokantacılık 60

Kiev 60

Loren 30

Kinaz Adaş 20

Male, Emile 106

Kinazlar 20

Ma '/umat 102

131


YUSUF AKÇURA Mahıcihan 36, 42, 44, 46

Moskova 57, 60

Mahmud Cim 29

muhafazakar 1 09

Mahmutpaşa Camii 26

Muhammed Rahim 36, 40, 46

Makedonya 1 1 0

Musa Bigeyif 1 22

Maksudof 60

musiki 52-53, 74-75, 85-86

manashr 41, 59

Mustafa Efendiler 26

masal 52

Mükreh 47-49

Medrese-i Muhammediyye 1 1 9

Müslüman 93-95, 98, 109, 1 13, 1 1 5,

Mefzed tepesi 55

121, 124-125

mektep 49, 72

Müslüman Türkler 122

Meşrutiyet 1 1 4, 1 1 7, 1 22, 125

Müslümanlık 48, 1 1 6

Meşrutiyet ve Hürriyet 1 23 meşrutiyetçi 94, 121

Nasıra Köyü 79

Meşveret gazetesi 1 06

Nasihatü 'l-Hükema 38

meyhane 52

Nasiriyye 79

Mısır 1 1 1

Necip Asım 101, 1 1 3

Mısır Çarşısı 32

Nefise 26

Miküş 41

nesih 35

Milli Mücadele 15

ney 52

milli otonomi 1 1 0

Nijni Novgorad 41, 57-58, 120

milli şuur 122

Nuruosmaniye 25

milli Türk karakterleri 60 milliyet 107, 1 10, 1 1 6, 1 1 8, 122, 124; - meselesi 107-108, 1 1 1

Odesa 25, 41, 60-61 Oka Irmağı 57

milliyetçi 1 18-1 1 9

Oktaberciler 94

milliyetçilik 1 05-106, 109, 1 1 5, 121

Olintos 78-80

Milyukov 94

opera 46

Mirza 20

Orenburg 57, 1 20

Mirza Salih Kerimof 31

Orta Asya Türklüğü 101

misyonerler 94

Ortodokslar 94

Mithat Paşa 1 06

Osmanak 27

132


HATIRALARIM Osmanlı 34, 36;

-

birliği 1 1 1;

leti 1 09, 1 1 1-1 12, 1 14-1 16; ratorluğu 108, 1 10; 1 12, 1 14-1 15, 1 1 7; 1 13;

-

125;

-

-

-

-

Dev­

İmpa­

resim 33, 37-40, 56 ressamlık 33, 64

memleketi

memleketleri

milleti 107, 1 12, 1 14;

liyeti 1 1 6; 108;

-

-

-

-

mil­

Müesseseleri Tarihi

Reşit Efendi 29 Rıza Paşa 103 rik'a 35 Roma İmparatorluğu 79

saltanatı 108, 1 1 0, 1 1 2, 1 1 7,

Romalılar 79

ülkesi 107, 1 1 1

Rommina 44

Osmanlı- Rus Harbi 22

Rousseau, J. J. 19

Osmanlı-Türk Edebiyatı 1 1 9

Rumeli 54

Osmanlıcılık 1 1 2

Rus edebiyatı 94

Osmanlılık 105, 1 1 7

Rus misyonerler 52

otelcilik 60

Rus-Japon Muharebesi 1 1 8 Rusça 19, 29, 44, 46-47, 53, 58-60, 83,

Özbek 122

121 Ruslar 32, 43, 48, 50-51, 55, 57-60, 94,

panislamist 1 1 7

120, 124

pantürkist 1 1 7

Rusluk 59, 94

Paris 13, 105, 1 1 1

Rusya 14, 20, 25-26, 31-32, 39-40, 49,

Paris Serbest Siyasi İlimler Mektebi

57, 59-60, 63-64, 1 1 1, 1 13, 1 1 8-121,

108

123-125;

-

İmparatorluğu 121;

Parlemana 76

Müslümanları

. Pesiha heykelciği 75

Türkleri 14

Petersburg 60, 120

1 22-124;

-

Rusya Müslümanları İttifakı 1 1 9-

Pınarbaşı 28 Pompe'in Son Günleri 78

1 4,

-

120, 122 Rusya Müslümanlarının Üçüncü

Priştineli Derebstoni 33

Kongresi 123

Protinski, Gospodin 83 Sadri (hünkar çavuşu) 26 Ramazan Efendi 62

Sadri Maksudi (Aksal) 13

Renouvier 105

Sarıkata maceracıları 52

133


YUSUF AKÇURA Schubert 75

şer'i kanunlar 51

seçim kanunu 123

Şerafettin Mağmumi 105

Selma 7, 9

Şerşenyoviç 97

serpuş 50

Şeyh Şamil 32, 40

Sibirya 80, 91

Şeytan Kayası 31

Simbir 20-24, 61, 1 02-103

Şii 123

Simbirsk 13

Şiilik 123

Simimof 125

şive 121; İstanbul -si 121; Kazan -si

Sirak 78

52; Kuzey Türk -si 47-48; mahalli

Siyasal Bilgiler Fakültesi 106

- 121

siyaset 10, 86, 94, 106-108, 1 1 5, 1 1 7-

Şuril-yı Ümmet 13, 1 06-107

1 18, 120, 125 Siyasi İlimler Mektebi 106-107

Tahsin Efendi 64

Skaratin 24, 29

takke 51

Sogunduru 54

Taşkışla Divanıharbi 104

sonat 75

Tatar 122

Sorel, Albert 105-107

Tataristan Cumhuriyeti 120

Stavropol 24-25

Tatarlar 75, 83, 94-95

Sultan Aziz 39-40

Temir 9

Sultan Fatih 39

temizlik 54

Süleyman Akçurin 21

tenor 75

sülüs 35

Tepebaşı 43

Sünni 1 22-123

Tercüman gazetesi 14, 101, 120, 125

Sünnilik 123

tesettür 51 teslis 39

Şah lsmail 31

ticaret 21-22, 32, 60

Şakulof 58

tiyatro 31, 46, 57; salaş - 42; yazlık 46

Şehabettin el-Mercan! 102, 1 1 8 Şehabettin Hazret 1 03

Togay, Muharrem Feyzi 9, 65

şehir seçimleri 94

Tolstoy, Lef 1 9, 46

Şemsettin Sami 1 13

toplum 1 0

134


HATIRALARIM Türklük 48, 55, 59, 102-1 03, 1 16-1 17,

Trablus 1 05

121

Trablusgarp 13, 104

Türkoloji 103

Trablusgarp Kalesi 104 Tuğrul 1 1

Ufa 47, 49, 56-57

Tuna nehri 30 Tunus 13

Ukrayna 25

Turlata Köyü 45

Ulu Cami 27

türbe 27, 59

Ulyanonofski 102

Türk 7, 44, 46-50, 55, 58-61, 1 05, 1 08,

Umum Rusya Müftüsü Sultan Ab-

1 13-1 1 6, 123, 125; 1 1 8;

-

askerleri 22;

destanları 61; köyleri 60; 1 19, 121;

-

-

-

-

-

dulaziz 41, 56

alemi 103,

birliği 121;

devletleri 1 1 2;

-

-

milliyetçiliği 1 1 7,

umumi Türk lisanı 121 Ural sahili 57 Uygurca 103

milliyeti 47, 1 12-1 13, Ülgen 1 1

1 16, 120 Türkler 24, 47-54, 58-60, 1 1 3- 1 1 5,

Vakit 120

1 1 7, 1 1 9, 122 Türk gazetesi 14, 1 1 1-1 12, 1 16

Varşova 60

Türk Tarih Kurumu 15

Veled Çelebi 101, 1 13

Türk Yurdu 14

vicdan hürriyeti 1 19

Türkçe 48, 52-53, 103, 106, 108, 121,

Volga 24, 62;

123; öz

-

Nehri 41, 45, 47;

hili 24, 102

53

Türkçü(ler) 1 06, 1 1 9

-

·

Türkçülük 1 1, 14, 101, 106, 1 12, 1 1 61 1 8, 121

Wilhelm imparator 62 Yahudiler 26

Türkist 1 1 9

Yakup Amca 57

Türkistan 1 13, 1 1 9

Yakutistan 91

Türkiye 43, 54, 61-62

Yakutski 91

Türkiye Cumhuriyeti 1 1, 1 04, 1 1 1

Yarışıtad 49

Türklerin Birleştirilmesi 1 15-1 1 6

Yarişin Dağı 53, 55

Türklerin Birliği 1 14

Yayık 1 1 3

135

-

sa­


YUSUF AKÇURA yeni rejim 1 08

Yusuf Bay 1 1 1

Y enibahçe 32

Yusuf Nesim Bey 31

Yer Altında Bir Seyahat 31

Yusufpaşa 28-29

Yeşil Cami 27

Yusufpaşa Mahalle Mektebi 29, 37

Yıldırım 27

Yusufpaşalı Yusuf 36

Yunan Harbi 101

Yusufpaşalı Zihni 64

Yunan-Latin uygarlığı 78

Zahit Şamil Bey 40-41, 43-44, 63-64

Yunusoğulları 102

Zenciye Bacı 29

Yunüsoflar 21, 24, 29, 46

Zilinski 89

Yusuf Amca 57

Züye Başi Köyü 20-21, 61, 1 1 1

136


ALBÜM



Yusuf un çocukluÄ&#x;u elinde kitap, ilk okuma denemeleri


.,.)_,; Yusuf Akçura ' nın Kazan Kartviziti: AKÇURAOGLU YUSUF Medrese-i Muhammediye muallimlerinden ve Kazan Muhbiri muharrirlerinden

Yusuf Akçura Bey Mısır' da mahalli kıyafetle


Türk mütefekkir/erinden Akçuraoğ/u Yusuf Bey (Türk Yurdu ' nu çıkarırken ,

1 912).

Sadri Maksudi ile Stockholm ' de,

1 918.


İstiklal Harbinde Yusuf Akçura

Yusuf Akçura ve eşi Selma Hanım, Ankara Keçiören' deki bahçelerinde konuklarıyla


Yusuf Akçura Keçiören ' deki çalışma odasında, 1 925.

Ayaz İshaki ile İstanbul Erenköy' de, 1 934.

İstanbul Edebiyat Fakültesinde öğrencileri arasında, 1 934.


Ayaz İshaki ve hemşehriler, definden sonra Yusuf Akçura' nın mezarı başında, 13 Mart 1 935.

Üzerinde Kazan ' ın Han Mescidi maketi ile Yusuf Akçura' nın İstanbul Edirnekapı Şehitliğindeki kabri



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.